KUR’AN’DA BEDEN DİLİ 7

Önsöz. 7

1- BEDEN DİLİNE GİRİŞ. 8

1. İNSAN DOĞASI: BEDEN VE RUH.. 8

1.1. Fıtrat Ve İnsanı Tanıma. 9

1.2. Beden. 13

1.3. Ruh. 17

1.4. Ruh-Beden İlişkisi 18

2. İNSAN DAVRANIŞLARI 20

2.1. Davranış: Tanımı Ve Güdüleri 20

2.1.1. Davranış. 20

2.1.2. Güdüleri: Duygu Ve Heyecan. 21

2.2. İnsan Davranışının Biyolojik Temelleri 22

2.2.1. İnsan Organizması 22

2.2.2. Duyu Organları 24

2.2.2.1. Dokunma Duyusu. 24

2.2.2.2.  Pozisyon Duyusu. 24

2.2.2.3.  Koklama Duyusu. 24

2.2.2.4. Tat Duyusu. 25

2.2.2.5.  İşitme Duyusu. 25

2.2.2.6. Görme Duyusu. 25

2.2.3. Duyum ve Algılama. 26

2.3. İnsan Davranışlarının Gelişimi Ve Biçimlenme Süreci 27

2.3.1. Davranışların Sebepleri 27

2.3.1.1. Fizyolojik Güdüler 28

2.3.1.2. Sosyal/Psikolojik Güdüler 28

A. Sevme Ve Birlikte Olma Güdüsü. 28

B. Güvenlik Güdüsü. 29

C. Saygınlık Kazanma Güdüsü. 29

D. Özgürlük Güdüsü. 29

E. Yeterli Olma Güdüsü. 29

F. Hazza Ulaşma Ve Elemden Kaçma Güdüsü. 29

G. Saldırganlık Güdüsü. 30

H. Vicdan/Doğru Ve Yanlış Güdüsü. 30

2.3.1.3. Fizyolojik Ve Toplumsal Güdülerin Karşılaştırılması 30

2.3.2. Davranış Kazanma Ve Yitirme. 31

3. TOPLUMSALLAŞMA.. 32

3.1. Toplumsallaşmada Ailenin Rolü. 35

3.1.1. Sosyalleşmenin İlk Basamağı Evlilik. 35

3.1.2. Sosyal Bir Kurum Olarak Aile. 37

3.1.3. Ailede Kadın-Erkek İş Bölümü. 39

3.1.4. Sosyal Hayatta Kadının Rolü. 41

3.2. Toplumsallık Ve Çocuk. 44

3.3. Çocuk Ve Anne-Baba İlişkisi 45

3.4. Çocuğun Davranışlarının Ailedeki Gelişim Süreci 49

3.5. Davranışların Biçimlenme Süreci 53

3.6. Davranışlar Nasıl Yorumlanmalı?. 55

4. KİŞİLİK, KARAKTER, MİZAÇ VE BENLİK.. 57

4.1. Kişilik. 58

4.1.1. Kişiliğin Birimleri 58

4.1.1.1. İd/Nefs. 58

İslam Literatüründe Nefs/İd. 59

4.1.1.2. Ego /Mantık. 62

4.1.1.3. Süper Ego/Vicdan. 64

4.1.2. Beden Yapıları Ve Kişilik. 64

4.2. Karakter 66

4.2.1. Karakter Ve Kalıtım İlişkisi 66

4.2.2. Karakter Tipleri Ve Toplumsal Karakter 68

4.3. Mizaç. 68

4.4. Benlik. 69

2- BEDEN DİLİ 70

1. BEDEN DİLİNİN TARİHİ 70

1.1. Kaynağı 70

1.1.1. Kalıtım Yoluyla Gelen Davranışlar 70

1.1.2. Kültüre Bağlı Olarak Geliştirilen Davranışlar 71

1,2. Beden Dilinin Tarihsel Süreci 73

1.2.1. Beden Dili'nin Ortaya Çıkışı 73

1.2.2. Beden Dilinin Gelişimi 73

1.2.3. Beden Dilinin Yazı Diline Geçişi 75

1.2.4. Beden Diliyle İlgili Öteki Çalışmalar 83

1.2.4.1. Psiko-Fizyolojik Laboratuvar Çalışmaları 83

1.2.4.2. Kültürler Arası Karşılaştırmalı Alan Çalışmaları 83

A. Semboller 83

B. Benzetme İşaretleri 83

C. Belirtiler: Göstergeler Alanı 84

2. BEDEN DİLİ'NİN MAHİYETİ 84

2.1. Beden Dilinin Tanımı 84

2.2. Beden Dilinin Farklılığı 86

2.3. Beden Dilini Öğrenmenin Önemi 86

2.4. İletişimde Beden Dilinin Oranı 87

2.5. Beden Dilinin Anlaşılma Zorluğu. 87

2.6. Beden Dilinin Temel Unsurları 88

2.6.1. Mimik Ve Jestler 88

2.6.1.1. Jest Çeşitleri 89

A. Tabiî Jestler 89

B. İradî Jestler 89

a. Anlatım Jestleri 90

b. Sosyal Jestler 90

c. Mimik Jestler 90

2.6.2. Dokunma Ve Duruş. 90

2.6.3. Alan Belirleme. 92

2.6.3.1. Güvenlik Alanları 94

A. Yasak Alan. 94

B. Kişisel Alan. 94

C. Sosyal Alan. 95

D. Genel Alan. 95

2.6.4. Davranışları Doğru Okuma. 95

2.7, Beden Yalan Söyleyebilir mi?. 98

2.7.1. Bedende İnsanı Tanıtan Sinyaller 99

2.7.1.1. Organların Verdiği Sinyaller 99

2.7.1 2. Ses Tonu Ve Konuşma Üslubunun Verdiği Sinyaller 99

2.7.2. Bedende Allah'ın Varlığını İfade Eden İşaretler 100

3. BEDEN DİLİYLE İLETİŞİM... 100

3.1. İletişimin Mahiyeti: İçyüzü. 101

3.2. İletişim Çeşitleri 102

3.2.1. Organizmada İletişim.. 103

3.2.1.1. Organizma İçi İletişim.. 103

A. Sinir Sistemi 104

a. Merkep Sınır Sistemi 104

aa. Omurilik. 104

ab. Beyin. 104

b. Çevresel Sinir Sistemi 105

ba. Sinir Sistemindeki İletişim.. 105

bb. Hücre İçi Kalıtımsal Bildirim.. 106

c. İç Salgı Bezlerindeki Bildirim.. 106

3.2.1.2. Organizma Dışı İletişim.. 106

A. Allah Kökenli İletişim.. 106

B. Hayvan Kökenli İletişim.. 107

C. Bitki Kökenli İletişim.. 107

D. İnsan Kökenli İletişim.. 107

3.3. İletişimin Temel Prensipleri 108

3.3.1. İletişimi Kişiyle Yapmak. 108

3.3.2. Başarılı Bir İzlenim Sergilemek. 108

3.3.3. İletişimi Karşıdakini Anlamak İçin Yapmak. 110

3.3.4. İletişimde Bütünlük Sağlamak. 110

3- KUR'ÂN'DA BEDEN DİLİ 110

1. KUR'ÂN'DA BEDEN DİLİ İLE İLGİLİ KAVRAMSAL ALAN.. 111

1.1. Beyân. 111

1.2. Alâmât 111

1.3. Eser, Âsâr 111

1.4. Savm.. 112

1.5. Remz. 112

1.6. İşaret 112

1.7. Vahy. 113

1.8. Şe'âir/Semboller 113

1.9. Âyet-Âyât-Âyeteyn. 114

2. KUR'ÂN'DA BEDEN DİLİ: GENEL ÇERÇEVE. 116

2.1. Beden: Ruhun Dili 116

2.2. Bedensel İbadet 117

2.2.1. Bedensel İbadet: Bedensel Bir Dil 117

2.2.2. İbadetlerin Amacı: Allah'ı Anmak. 118

2.2.3. Raks-İbadet İlişkisi 119

3. KUR'AN'DA ORGANLAR VE BEDENSEL DİLLERİ 120

3.1. Kalp, Baş, Organları (Göz, Kulak, Yüz, Alın, Kaş) Ve Hareketleri 121

3.1.1. Kulak, Göz Ve Kalbin Veriliş Sebebi 122

3.1.1.1. Şükretmek. 123

3.1.1.2. İlim Öğrenmek. 123

3.1.1.3. Doğru Yolu Bulmak. 123

3.1.1.4. İç Huzura Kavuşmak. 124

3.1.1.5. Gözetlemek. 124

3.1.2. Kulak, Göz Ve Kalbin Sorumluluğu. 124

3.1.3. Kalbin Dili 125

Nefs. 125

Akıl/Kalb. 126

3.1.3.1. Kalp: Güzel Duyguların Merkezi 127

3.1.3.2. Kalbin (Manevî) Hastalıkları 129

3.1.3.3. Hasta Kalbin Duyguları 130

3.1.4. Başın Dili 131

3.1.4.1. İhtiyarlığın Bedensel Dili: Saçın Ağarması Ve Kemiklerin Zayıflaması 132

3.1.4.2. Hoşnutsuzluğun Bedensel İfadesi: Başı Yana Çevirmek. 132

3.1.4.3. Korku Ve Zilletin Bedensel İfadesi: Kafayı Bir Yere Dikmek. 132

3.1.4.4. Red Ve İnkar’ın Bedensel Dili: Kafayı Yukarı Kaldırıp Aşağı İndirmek. 133

3.1.4.5. Mahcubiyet Ve Suçluluğun Bedensel İfadesi: Başı Öne Eğmek. 133

3.1.5. Yüz'ün Dili 134

3.1.6. Alnın Dili 135

3.1.7. Kaşların Dili 136

3.1.8. Gözler 137

3.1.8.1. Gözle İlgili Deyimler 137

3.1.8.2. Gözle İlgili Kavramlar 138

1. Nazar/Bakmak. 138

2.  Rey/Görme, Görüş. 139

3. Basar-Basîret/Görme-Sezme. 139

3.1.8.3. Batıda Göz Dili 139

3.1.8.4. Gözün Dili 141

A. Dışlamanın Ve Tedirginliğin Bedensel İfadesi: Gözle Dışarıda Bırakmak. 141

B. Korkunun Bedensel İfadesi: Gözlerin Yuvadan Fırlaması 141

C. Hoşnutluğun Ve Mutluluğun Bedensel İfadesi; Gözlerin Işıldaması 142

D. Utancın, Zayıflığın Ve Aşağılanmışlığın Bedensel İfadesi: Göz Ucuyla Bakmak. 142

E. Aşırı Sevginin Bedensel İfadesi: Bakışı Hiç Ayırmamak. 143

F. Ele Geçirme İsteğinin Bedensel İfadesi: Bir Şeye Gözü Dikmek. 143

G. Önemsememenin Bedensel İfadesi: Gözü Bir Şeyden Savuşturmak. 143

Ğ. Samimiyetin Veya Yapmacıklığın Bedensel İfadesi: Gözyaşı 144

H. Denetim Altında Tutmanın Bedensel İfadesi: Gözünün Önünde Olmak. 144

I. Kötü Duruma Düşürmenin, Öfke Ve Kıskançlığın Bedensel İfadesi: Göz Vermek. 145

İ. Umutsuzluğun Ve Başarısızlığın Bedensel İfadesi: Göz Bitkinliği 146

K. Düşük Ahlakın Ve Ruhî Bozukluğun Bedensel İfadesi: Gözlerin Hain Bakışı 147

3.1.9. Ağız, Dil Ve Dudaklar 148

3.1.9.1. Ağzın Dili 148

A. Kalp Bozukluğunun Bedensel İfadesi: Davranışı İle Değil de Ağzıyla Birini Hoşnut Etmeye Çalışmak. 149

B. Konuşturmamanın Bedensel İfadesi: Eli Ağzına Basmak. 149

C. Kalplerdeki Kinin Bedensel İfadesi: Ağızlarından Öfkenin Taşması 150

3.1.9.2. Dudaklar'in Ve Dil'in Dili 150

A. Açıkça Söyleyememenin Bedensel İfadesi: Lafı Ağzında Gevelemek. 151

B. İncitmenin, Kin Ve Endişesinin Bedensel İfadesi: Sivri Dil Kullanma. 151

C. Hücum Ve Saldırmanın Bedensel İfadesi: Dil Uzatmak. 151

D. Kötülemenin Bedensel İfadesi: Diline Dolamak. 152

3.1.10. Ses, Söz Ve Konuşma. 152

3.1.10.1. Kur'ân'ın Söz, Konuşma Ve Ses Trafiğini Kontrol Edişi 153

3.1.10.2. Ses Trafiğinin Hiyerarşisi 154

A. Özel Anlamda. 154

B. Genel Anlamda. 154

3.1.10,3, Ses Trafiğinde İlkeler 155

A. Seste Edep. 155

B. Seste Takva. 156

C. Seste Hukuka Riâyet 156

3.1.10.4. Ses Tonlarının Dili 157

A. Hedef Saptırmanın Bedensel İfadesi: Yaygara Koparmak. 157

B. Acı Ve Mutsuzluğun Bedensel İfadesi: Ah Çekip İnlemek Ve Hıçkırık. 157

C. Tevazünün Ve Kibrin İfadesi: Sesi Afçaltmak Ve Yükseltmek. 158

D. Korku, Sıkıntı Ve Endişenin Bedensel İfadesi: Seslerin Kısılması 158

3.1.11. Islık Çalmak Ve El Çırpmak. 159

3.1.12. Gülme Ve Ağlama. 159

3.1.12.1. Bir İfade Biçimi Olarak Gülme. 160

A. Gülme: Neşe Ve Şaşmanın Bedensel İfadesi 160

B. Gülme: Sonucun İyi Olduğunun Bedensel İfadesi 161

C. Gülme: Şaşmanın Bedensel İfadesi 161

D. Gülme: Eğlenme Ve Alay Etmenin Bedensel İfadesi 162

3.1.12.2. Bir İfade Biçimi Olarak Ağlama. 162

A. Ağlama: Allah Korkusu, Allah Sevgisi Ve Tevazünün Bedensel İfadesi 163

B. Ağlama: Heyecanın Bedensel İfadesi 163

C. Ağlama: Üzüntünün Bedensel İfadesi 163

D. Ağlama: Yapmacıklığın Bedensel İfadesi 164

3.2. Diğer Organlar (El, Ayak, Vücut) Ve Hareketleri 164

3.2.1. El Davranışları 164

3.2.1.1. Eller 165

3.2.1.2. Kur'ân'da “El” Sözcüğü. 166

3.2.1.3, Kur'ân'da “El Davranışlarının” Dili 167

A. El'in Kendini Temsil Etmesi 167

a. Kendini Temsil Etmesi Açsından Bir İfade Aracı Olarak El 167

aa. Kinin Bedensel İfadesi: Kızgınlıkla Parmak Uçlarını Kemirmek. 167

ab. Pişmanlığın Bedensel İfadesi: Elleri Isırmak. 168

ac. Karşıdakini Dinlememenin Bedensel İfadesi: Ellerini Ağzına Tıkamak. 168

ad. Pişmanlığın Bedensel İfadesi: Dizlerini Dövmek. 168

B. El'in Gücü Temsil Etmesi 169

a. Güç Açsından Bir İfade Biçimi Olarak El 169

aa. Birlik-Beraberlik Samimiyet Ve Birbirine Destek Olmanın, Güç Vermenin Bedensel İfadesi: El Sıkışmak. 171

ab. Zilletin Kahrın Ve Müslümanların Gücünü İtirafın Bedensel İfadesi: Eliyle Cizye Vermek. 171

C. El'in Zâtı Ve Yetkiyi Temsil Etmesi 171

Kişinin Kendi Eliyle Kendini Tehlikeye Atmasının Eylemsel İfadesi: Allah Yolunda Harcamaları Durdurmak. 172

D. El'in Eylemi Temsil Etmesi 172

Cezalandırmanın En Anlamlı Ve En Acı Şekli Beden Dilinde İfadesini Bulan Kendi Evlerini “Kendi Elleriyle Yıktırma”dır. 173

3.2.2. Oturma-Kalkma-Yürüme. 174

3.2.2.1. Oturma. 174

A. Kur'ân'da Oturma. 175

B. Bir İfade Biçimi Olarak “Oturma”. 176

a. Mecliste Konuşulanlara Katılmanın Bedensel İfadesi: Tepki Göstermeden Oturma. 176

b. Uzaklaşmanın Bedensel İfadesi: Oturma Eylemi 176

c. Yol Kesmenin Bedensel İfadesi: Tehdit Ederek Yolda Oturma. 177

d. Gözetleme Ve Geçit Vermeme, Dikkatle Bakma Ve Casusluk Etmenin Bedensel İfadesi: Geçit-Başlarında Oturup Bekleme Ve Dinlenme Yerlerine Oturma. 177

e. Dışlanmışlığın Ve Çaresizliğin Bedensel İfadesi: Oturmaya Terkedilme. 177

f. Mutluluk Ve Neşenin Bedensel İfadesi: Karşılıklı Göz Göze Oturma. 178

3.2.2.2. Bir İfade Biçimi Olarak Ayağa Kalkma. 179

A. Kur'ân'da Bir İfade Biçimi Olarak Ayağa Kalkma Eylemi 179

3.2.2.3. Bir İfade Biçimi Olarak Yürüme Eylemi 180

A. Kur'ân'da Bir İfade Biçimi Olarak Yürüme Eylemi 181

a. İçi Boşluğun, Kofluğun Ve Cahilliğin Bedensel İfadesi: Kasılarak Yürüme. 181

b. Tevazu Ve Olgunluğun Bedensel İfadesi: Yürüyüşte Tabiî Olmak. 182

c. Olgunluğun Bedensel İfadesi: Tevazu Ve Vakarla Yürümek. 182

d. Edep Ve Hayanın Bedensel İfadesi: Utana Utana Yürümek. 183

e. Ayartma Ve Baştan Çıkarmanın Bedensel İfadesi: Kırıtarak Çalımlı Yürümek. 183

f. Tahrik Ve Teşvikin Bedensel İfadesi: Ayakları Yere Vurarak Yürümek. 184

Sonuç. 184

Bibliyografya. 188


KUR’AN’DA BEDEN DİLİ

 

Önsöz

 

İnsanların duygu, düşünce, istek, ihtiyaç ve ruhsal zenginliklerini paylaşmada kullandıkları dil, beden dilidir. Bu dil, insanın yaratılışı ile sözlü dille birlikte başlamış ve bunlar, günümüze kadar birbirlerine eşlik ederek gelmişlerdir. Bu birlikteliklerini insanlık tarihi boyunca da sürdüreceklerdir. Beden dili farklı bir dildir. Sözlü dil, bir maksadı açık­lamak için ağız ve gırtlak organıyla ses aygıtını kullanırken; beden dili, duyguları açıklamada hem bütün bedeni hem de bedenin içinde bu­lunduğu ortamı kullanır.

Beden dili, insanlararası ilişkilerde, kişiler arasına konulan mesafe­den tutunuz da bedene ait her türlü duruş, yöneliş; baş, göz ve kaş işa­retleri; yüz ifadeleri, bakış tarzları, gülüş ve ağlayışlar; el kol ve bacak hareketleri; oturma, kalkma ve yürüme biçimleri, oturma yerleri, ses tonları, dil çıkarma, arkaya ve yana dönme hareketleri; kucaklaşma, tokalaşma ve öpüşme davranışları, giyim, kuşam, saç, sakal veya bun­ları traş etme şekilleri ve her türlü makyaj gibi bedene mal olmuş bü­tün hareketlerdir. Bunlarla verdiğimiz mesajlar, insanlarla anlaşma­mızda en temel araçlardır. Bu bakımdan duygu, düşünce ve tavırları yansıtma konusunda beden dili, sözlü dilden daha büyük bir rolü üst­lenir. Bedenin verdiği bu mesajlar, insan üzerinde edinilen ilk izlenim anında son derece önemlidir.

Beden dilini birçok yönüyle ele alan bu çalışma, iş hayatında, söy­leşilerde, gündelik hayatta ve insanlararası ilişkilerde, insanların dav­ranışları ile ilgili anlayışı geliştirmeyi amaçlamaktadır. Bu bakımdan beden dili ile ilgili işaretlerin öğrenilmesi ve bunların bilinçli olarak uy­gulanması, insanların daha iyi tanınmasına, ilişkilerde daha etkili ol­masına, diğer insanlara karşı anlayış ve hoşgörülerin geliştirilmesine yardımcı olacaktır.

İleride örneklerde görüleceği gibi ilahî mesaj olan Tevrat, İncil, Zebur ve Kur'ân, beden dilinin incelik ve ayrıntılarını önemsemiş ve bir konuda sözlü mesaj verirken muhatabın, sözlü mesaj karşısındaki duygularını ifade eden bedensel tepkilerini de vererek bildirişimdeki verimi arttırmışlardır. Bu dilin sağladığı bu önemli role binaen baştan sona bir mesaj olma özelliğini taşıyan Tevrat, İncil, Zebur ve Kur'ân metinlerine beden dili açısından baktığımız zaman bunların, duygula­rın ifadesinde bedenî bir mesaj iletim aracı olarak kullanıp; konuşma­nın anlamsız olduğu yerde onu önerdiklerine ve çeşitli vesilelerle söz­lü bir mesaj, bir davranış, bir iş ve bir olay karşısında bedenin tavrını cevabî mesajlar olarak sunduklarına şahit olduk. Bununla da yetinme­yip mesaj aralarında beden dilinin önemli bir bölümünü teşkil eden anlatım ve sosyal jestleri vererek bildirişimdeki sonucu belirtmeyi amaç edindiklerini gördük.

Günümüzde ilgi odağı haline gelen beden dili, herkes gibi bizim de dikkatimizi çekti. Bu konuda yaptığımız araştırmalar bizi Kur'ân metnini beden dili açısından incelemeye itti. Modern dilbilim ışığı al­tında Kur'ân metnini dilbilimin farklı bilim dalları açısından değerlen­dirmeye tâbi tuttuk. Gördük ki ta 7. asırda Kur'ân, hayvanların da bir dilinin olduğunu örneklendirerek; mesajını sunarken sözlü dili, semiyolojinin konusu olan evrendeki tabiat işaretlerini, sembol dilini (bu konular bir başka çalışmamızda ele alınmıştır) ve beden dilini mesaj aracı olarak kullanmada eşsizliğini ortaya koymuştur.

Kur'ân'ın günümüze kadar yapılan yorumlarında O'nun, beden dilini mesajlarında araç olarak kullandığına dair üç-beş kelimeyi geç­meyen ve bilinçsizce yapılan açıklamalar dışında fazla bir bilgiye rast­lanmaz. Sosyal bilimler alanında dilbilim ve onun bilim dallarından biri olan beden dilinin farkına geç varılması, bunda etken olabilir.

Bu alandaki boşluğu dolduracak çalışmalara bir başlangıç olması dileğiyle başladığımız bu çalışmamızın esasını teşkil eden “Kur'ân'da Beden Dili” konusuna geçmeden önce beden dilinin bilimsel hayatta yeni yeni gündeme gelmesi dikkate alınarak; psikolojinin konusunu ve beden dilinin de aslını oluşturan beden davranışlarının sağlıklı bir biçimde değerlendirilebilmesi için bedenin birçok yönüyle tanınmasının gerektiği zorunluluğu ortaya çıktı. Örneğin günümüz biliminin verilerine bakılırsa insan bedeni ve bedeni oluşturan hücreler son de­rece gizemlidir. Bedendeki milyonlarca hücreden her biri, organizma­nın işleyiş planının tamamı anlamına gelen bütün genetik şifreyi ba­rındırır. Böylece her hücrede bir hayat ve gizli bir yetenek vardır.

Bu çalışmamızda “Zamanı geldiğinde insana evrenin uçsuz bu­caksız ufuklarında ve kendi nefis (ruh ve bedenlerinde mucizelerimi­zi göstereceğiz ki, O'nun (Kur'ân) tartışılmaz bir gerçek olduğu onla­ra iyice belli olsun. Rabbin her şeye şahit olması yetmez mi?” [1]âyetini baz alarak; bir taraftan bedendeki güdü, düşünce, algı ve yetenekleri alanındaki olağanüstülükleri(mucize); bir taraftan da “De ki: Andolsun insanlar ve cinler bu Kur'ân'ın bir benzerini getir­mek üzere toplansalar benzerini getiremezler...”[2] âyetinden hareketle de O'nun, beden dilini, duyguların ifadesinde araç olarak kullanma konusundaki eşsizliği ortaya konulmaya çalışıldı.

İnsandaki yeteneklerin kaynağı üzerinde tartışmalar yapılmıştır. Bazı bilim adamları bu yetenekler sayesinde gerçekleştirilen davranış­larımıza kaynaklık eden “öğrenme” ve “bellek” vs. gibi temel işlevleri­mizin kökeninde “biyolojik yasalar”ı ve “evrim”i görmüşlerdir. Bu ara­da “bilinci”, maddenin en yüksek düzeyde organize olmuş biçimi ola­rak verip; bütün davranışların kökenini, “evrimsel değişim ve dönüşüm”e bağlamaya çalışarak biyolojik sorunların temelinde “ruh” gibi bir varlığın bulunmadığını açıkça ifade etmişlerdir. Bir taraftan da “evrim zincirinde yukarılara doğru çıkıldıkça, öğrenme ve bellek gibi işlevler çok karmaşıklaşmaktadır.” [3]diyerek işi da­ha da çıkmaza sokarlar. Bazı bilim adamları da bütün davranışların arkasında ruhu görürler. Acaba bunların hangisi doğrudur? Ruh var mıdır? Varsa ruhun nefis ve akılla ilgisi nedir? İnsandaki yeteneklerin kökeni nereye/neye dayanır? Davranışların sebepleri olarak gösterilen güdüler, ruhun bedendeki görünümü müdür? Ruh nedir? Bağımsız bir varlık mı yoksa Allah'ın işlerinden bir iş mi?

Üç bölümden oluşan bu çalışmamızın birinci bölümünde bu so­rulara cevap arandı. Bir taraftan beden dilinin sözcükleri sayılan dav­ranışların biyolojik ve psikolojik sebepleri ortaya konulurken diğer taraftan da davranışların anlamfandırtlmasıyla elde edilen beden dilinin hem kalıtıma; hem de çevreden kazanılan yeteneklere dayandığı gös­terilmeye çalışıldı. Çevreden kazanılan yeteneklerin sadece aile içinde­ki boyutu ele alınarak bu çevrede elde edilen davranışlarla bireylerin nasıl sosyalleştiği ve dolayısıyla nasıl bir beden dili geliştirdiği konula­rına değinildi.

Toplumlarda geliştirilen beden dilinin kelimeleri olan davranışlar, çeşitli çevrelerde ve yıllara varan bir zaman diliminde kazanılır. Bu ba­kımdan davranışların kazanıldığı çevrenin tamamını vermek burada uygun düşmezdi. Ancak beden dilinin çevredeki gelişim ve biçimlen­me sürecine örnek teşkil etmesi bakımından çocuğun davranışlarının sadece ailedeki gelişim sürecinin izlenmesinin yerinde olacağı kanaa­tine varıldı.

Davranışların tamamı toplumsallaşmanın ürünü sayıldığı için sıra­sıyla toplumsallaşma, toplumsallaşmada ailenin rolü, çocuğun davra­nışlarının ailedeki gelişme ve biçimlenme süreci, davranışların bütün­leşmiş şekli olan kişilik, karakter, mizaç ve benliğin nasıl oluştuğu ko­nuları üzerinde duruldu. Böylece bedene ait biri, “organizma içi”; di­ğeri “organizma dışı” olmak üzere iki dil bulunduğu sonucuna ulaşıl­dı. Buna göre beden dili için iki formül ortaya çıktı. İlki kalıtım yoluyla gelip organizmanın biyolojik ihtiyaçlarını ifade eden “organizma içi beden dili” (formülü: Beden dili- güdü + davranış; yeme, içme, yan­maktan kaçma vs.); diğeri de psikolojik ihtiyaçları dile getiren ve hem kalıtım yoluyla hem de sonradan kazanılan “organizma dışı beden di­li”. Bununla İnsan kökenli beden dilini kastediyoruz. Bunun formülü de; beden dili= güdü+ davranış+ kişilik, karakter, mizaç ve benlik şeklinde olabilir.

Çalışmamızın ikinci bölümünde duygu ve düşüncelerin kelimelere dökülemediği durumlarda devreye giren beden dili ele alınarak önce­likle beden dilinin tarihi, mahiyeti ve daha sonra bu dil, hem organiz­ma içi iletişim hem de organların dili açısından ele alınarak işlendi.

Üçüncü bölümde de duyguların ifadesinde beden organlarının dili ele alındı. Organlara ait davranışların bazısı, kalıtım yoluyla geldiği için farklı toplumlarda bile bu davranışlarda benzerliklerin ağır bastığı görülür. Farklı kültür gruplarına gidildikçe beden dilleri de farklılaşır Bütün bunlar dikkate alınarak; baş, yüz, alın, kaş, göz, ağız, dil, dudak, yanak, el-kol, parmak, ayak vs. gibi organlara ait davranışların ve ses tonu, ıslık çalma, ağlama, gülme, oturma, kalkma ve yürüme gibi eylemlerin bir taraftan modern dilbilimde değerlendirilişleri diğer taraftan da bunların Kur'ân'da duyguları ifadede araç kılınışları, be­dene ait organların ve bu organlara ait davranışların anlamlandırılışları incelenmeye çalışıldı.

Çalışmamızda dipnotlar ilk geçtiği yerlerde bütün bibliyografik ayrıntılarıyla verilirken sonraki kullanımlarda sadece kaynağın kısaltıl­mış şekli verildi ve ilgili kısaltma bibliyografyada her kaynağın sonun­da parantez içinde gösterildi.

Bu çalışmanın hazırlanmasında emeği geçen meslektaşlarım Doç. Dr. Hasan Boynukara, Yrd. Doç. Dr. Mustafa Sarıca ve Yrd., Doç. Dr. Mehmet Çiçek'e; kitabı bilgisayarda yazan oğullarım Muhammed Davud Kara, Ahmet Faruk Kara ve değerli kardeşim Beyzavi Başak'a, eserin mizanpajını gerçekleştiren oğlum Dr. Ömer Kara'ya teşekkür ederim.

Beden dillerini hayat amaçları doğrultusunda kullanmak isteyen­lere anahtar olması dileğiyle![4]

 

1- BEDEN DİLİNE GİRİŞ

 

1. İNSAN DOĞASI: BEDEN VE RUH

 

Kur'ân'a göre Allah, yarattığı ve idame ettirdiği büyük evren ve onun genel düzeniyle ilgili her şeye ya da her nesneye belli bir fonksi­yon, belli bir nicelik ve nitelik tayin etmiştir. Bunu, “..., her şeyi yaratan ve her şeyi belli bir yasalar örgüsüne göre düzene koyan O'dur” [5] âye­tinden öğreniyoruz. Bu gerçek, “bizim Rabbimiz (var olan) her şeye gerçek özünü ve biçimini veren ve sonra da her şeyi kendi doğasının gerektirdiği yola yönelten varlıktır” [6] âyetinde de ifade edilmiştir.

Bu ikinci âyet, Allah'ın yaratma eylemindeki sürekliliği yansıttığı için zaman kavramından bağımsızdır. “Halk” terimi bu anlam örgüsü içinde yaratılmış bir nesnenin ya da varlığın sadece özüne ya da tabia­tına değil, bu özün ya da tabiatın kendini açığa vurduğu biçime de işaret etmektedir.[7]

Kur'ân'a göre Allah, yarattığı her şeyi kendi içinde tutarlı kılmak­ta ve yerine getirmekle yükümlü olduğu fonksiyonlara uygun nitelik­lerle donatmakta; böylece onu ilk başta yaratılışında varoluşun gerek­lerine uygun hale getirmektedir. “O ki (her şeyi) yaratmakta ve amacına uygun şekiller vermektedir.”, “O ki bütün (mevcudatın) tabiatını belirlemekte ve onu (hedefine doğru) yöneltmektedir.[8] âyetleri buna delildir.

Yaratıklar içinde insan, farklı bir konuma sahiptir. Kur'ân, bu gerçe­ğe şu âyetle işaret eder: “İnsan benliği (nefsi)ni ve onun (yaratılış) ama­cına nasıl uygun şekillendirildiğini düşün.”[9] Âyette “insan benliği” karşılığında tercüme edilen nefs kelimesi; can, ruh, akıl, canlı varlık, insan, şahıs, insanlık ve insan benliği anlamına gelmektedir. Nefs, bu­rada bir bütün olarak insan benliği veya kişiliğini gösterir. Böylece hem fiziksel beden hem de ruh birlikte kastedilmiş olmaktadır.[10]

Âyette geçen “sevvâ” kelimesi de, “amacına uygun şekillendirildiği” karşılığında tercüme edilmiştir. Zira “siyyü” kökünden gelen “sevva” sözcüğü, Arapça'da “bir şeyi iki kişi arasında eşit olarak taksim etmek” ve “düzgünleştirmek, uygun hale getirmek” anlamlarında kullanılmaktadır. [11] Buna göre burada “insan” sözcüğü ile yaratılışta bedensel ihtiyaçların, dürtülerin, duyguların ve entelektüel faaliyetle­rin kopmaz bir şekilde birbirlerine sıkı sıkıya bağlandıkları canlı bir varlığın (insanın) son derece karmaşık mahiyetine işaret edilmektedir.[12] “Biz insanı en güzel şekilde yarattık.”[13] âyetinde de bu özel varlığın, yaratılış amacının gerçekleştirdiği fonksiyonlara tekabül eden bütün olumlu maddî ve zihinsel vasıflar ile donatılmış olduğu vurgulanmak­tadır. Bu ifade, bütün insanların, doğuştan getirdiği nitelikleri ve için­de doğduğu çevreyi mümkün olan en iyi şekilde kullanabilme yetene­ği ile donatıldığını anlatır.

İnsanın en önemli niteliklerinden biri de, “sezgisel güç” yeteneği­dir. Bu yetenek, Kur'ân'da “fıtrat” sözcüğü ile ifade edilir. Her varlığın yaratılışının ilk anında kendisiyle nitelendiği sıfata, fıtrat denir.[14]

Kur'ân'ın Arapça olması dikkate alınırsa, insanın yaratılışı hakkında ipuç­ları veren bu kavramın Arap dilinde nasıl anlaşıldığına bir göz atmada yararın olacağı açıktır. [15]

 

1.1. Fıtrat Ve İnsanı Tanıma

 

Fıtrat sözcüğü, “fatr” kökünden türemiş mastardır. Arapça'da bir şeyi yarmak anlamında kullanılan [16] bu sözcük, Allah'a isnat edildiği zaman “yaratmak” ve “önce başlamak” anlamını ifade eder.[17]

Fıtrat, bir terim olarak bir şeyi ilk ve örneksiz yaratma anlamında kullanılmıştır.[18] İbn Abbas der ki; “fatırı's-semavat ve-l ard” [19] âyetinde geçen “fattr”ın anlamını bilmiyordum. Bir kuyu hakkında kavga eden iki Arap bana geldi. Onlardan biri “ene fatartuha” dedi.” Bu ifadeyle kuyuyu ilk defa kendisinin kazdığını anlatmak istiyordu. İbn Abbas bununla fıtrat sözcüğünün ilk yaratma anlamına geldiğini ifade et­mektedir.[20]

Fıtrat, çocuğun anne karnındaki yaratılışıdır. [21]Allah'ın insan bün­yesine nakşettiği fıtrata (yaratılışa) uygun davran.”[22] âyetinde ifade edilmek istenen budur. Peygamberimizin “Her çocuk İslam fıtratı üzere doğar.”[23] buyurduğu fıtrat da bu anlamdadır. Her insanın Allah'ın her şeyin Rabbi ve yaratıcısı olduğuna dair meyil ve yetenek üzere yaratıl­mış oluşu, fıtrat kabul edilmiştir. [24] Demek oluyor ki, Allah'ın varlığını sezme ve algılama yatkınlığı, insanda yaratılıştan var olan bir hususi­yettir. Bu hususiyete fıtrat denilmektedir. Buna göre fıtrat sözcüğü, insanın doğru ile yanlış, gerçek ile düzmece arasında ayırım yapabilmeşine ve böylece Allah'ın varlığını ve birliğini kavrayabilmesine im­kan veren, doğuştan edindiği sezgisel yeteneği ifade eder.[25]

Râgıb el-İsfehânî'nin ifadesine göre fıtrat, Allah'ın her yaratığı, iş­lerden birine eğilim gösteren bir yetenek üzere yoktan var etmesi ve örneksiz yaratmasıdır. [26] Elmalılı'nın “Fıtrat sırf ilahîdir. Bir şevki haktır.” [27] sSözü de insandaki bu ilahî sezgisel gücü ifade etmektedir. Buna göre insanlar bedenî bakımdan olduğu gibi ruhî ve fıtrî bakımdan da hissetmeye, algılamaya, doğru biçimde düşünmeye ve inanmaya el­verişli olarak dünyaya gelirler.

Her canlı gibi insan fıtratı da, büyük imkanların gizli olduğu bir po­tansiyeli barındırır. İnsan ruhunun derinliği, kuşatıcılığı, zihinde şekillen­dirme (tasavvur) gücü ve bu gücün geniş çerçevesi, ruhunun sıcaklığı, asil düşünce ve geniş görüşlülüğün sınırsızlığı, onun fıtratında gizlen­miştir. İnsanın bitmek bilmeyen ümidi ve özlemleri, hiçbir zafer ve zevk vasıtasına kavuşturulmakla dindirilemez. Onun eğilim ve yatkınlıklarını saymak mümkün değildir. İnsan ruhunun enginliği içinde bütün dünya değersiz bir teneke kutusu gibi kalır. İnsanın güçlü ve sebatkar inancı, dağlan yürütür. Onun aşk ateşi ise şiddet fırtınalarını kahramanca karşı­lar. Bütün bu potansiyele rağmen insan tez canlı bir yaratıktır.

Kur'ân'ın ifade ettiği gibi “İnsan (yargılarında) tez canlıdır.”[28] Bir başka ifade ile tabiat olarak sabırsızdır. Zira “O, aceleci yaratılmıştır.[29] Acelecilik onun yaratılışında (fıtrat) ve tabiatında mevcuttur. Bu yüz­den gözü daima ileriyi gözler; içinde bulunduğu anın dışına taşmak ister. Dolayısıyla çoğu zaman ağır yük altına girmekten çekinmez. Halbuki onun ne ruhu ne de bedeni bu gücü kaldırabilir. Şu âyet bu­na işaret eder:

“Allah sizden yüklerinizi hafifletmek ister. Zira insan “da'if” [30] ve “helu” olarak yaratılmıştır.”[31] “Daif” kelimesi Türkçe'ye “zayıf” olarak geçmiştir. Bu kelime, hem ruhen hem de bedenen güçsüzlük anlamın­da kullanılmıştır. [32] İnsan, zayıf nitelikte bir bedene sahip olduğu için bu beden, onu daima isteklerine karşı eğilimli halde tutar. [33] “Helu” kelimesine gelince, bu da, öfke, kızgınlık, hırs, sabrı kıt ve şanssızlık­tan yakınma anlamlarına gelmektedir. [34] Buna göre insan tatminsiz yaratılmıştır. Yani insan kendini aynı derecede hem verimli hem de kro­nik memnuniyetsizlik ve hayal kırıklıklarına sürükleyen bir iç tatminsiz­lik ile donatılmıştır.[35] Dolayısı ile acelecilik onun önde gelen niteliği­dir [36] ve bu nitelik onun yaratılışında vardır.[37]

Allah'ın insanlardan yükü hafifletmesinin anlamı, insanın ruhu ile bedenî istekleri arasındaki bütün çatışma ihtimallerini ilahî rehberlik aracılığı ile ortadan kaldırmak ve ona insan tabiatının, ruh ve beden un­surlarının uyumlu bir hale getirebileceği ve tam bir olgunluğa ulaştırabi­leceği bir hayat tarzını göstermektir. [38] “Ey imana ermiş olanlar! Birbirini­zin mallarını haksız yollarla -karşılıklı rızaya dayanan ticaret yoluyla da olsa- heba etmeyin ve birbirinizi mahvetmeyin; zira Allah sizin için bir rahmet kaynağıdır.”[39] âyeti ile yol göstericiliği, buna güzel bir örnektir.

Kur'ân, insan yaratılışında var olan iki niteliğe daha dikkat çeker ki, bu nitelikler, insanın davranışlarında belirleyici rol oynarlar. Bunlar­dan birisi, kötülüklere karşı “sızlanma”sı; iyiliklere ulaştığı anda da “bencil” davranmasıdır. Bunu, “Gerçek şu ki insan tatminsiz bir tabia­ta sahiptir. Başına bir kötüiük geldiği zaman sızlanmaya başlar. Bir iyi­likle karşılaşınca da onu bencilce (sahiplenip başka insanlardan) uzak tutar.” [40] âyetinden öğreniyoruz.

Kur'ân, insanın yapısında nankörlük, şans ve talihe bağımlılık, umut­suzluk gibi niteliklere sahip olduğunu da vurgular; “İnsana katımızdan bir rahmet tattırsak, sonra da onu çekip alsak, hemen (önceki lütfumuzu) nankörce unutup umutsuzluğa düşer. Yine başına gelen bir darlıktan, sıkıntıdan sonra bir bolluk ve genişlik tattıracak olsak hemen “Musibetler yakamı bıraktı!” diyerek kendinden bilir ve kendini kurumlu boş bk sevince kaptırır.”[41]

İnsanlar yaratılışları icabı rahmetten; yani acıma, esirgeme, koru­ma ve yarîığamadan hoşlanır, kendilerine şer dokundu mu kıvranır, sızlanır öfkelenir, üzülür, feryat eder.[42]

Ayette geçen “insan” tabiri, tür ifade etmekte olup ya Allah'ın varlığına kani olmayan ya da hakkı inkar eğiliminde bilinemezci (ag­nostik), vahye ilgisiz, umursamaz kimselere işaret etmektedir. [43] Bunun­la birlikte Allah'a inandıkları halde dinî çaba ve duyarlık olarak zayıf olan ve dolayısıyla haricî şartların ve özellikle de çıkar ve statü hesapları­nın tesiri ile kolayca sarsılıp yön değiştiren kimseleri de ifade ettiği söy­lenebilir. Bu insanlar, insan yaşamında bir anlamı olmayan “şans” de­nen şeyin peşine düşer ve mutluluğunu-mutsuzluğunu hep buna bağ­layarak sadece sebep-sonuç zincirinin rastlantıya bağlı bir ürünü gö­rüp [44] Allah'ın lutfunu ve sıkıntıların bir uyarı niteliği taşıdığı hususunu gözden uzak tutarak umutsuzluğa düşer. Var olan görüşlere, değerle­re, düzene karşı çıkar, hiçbir değer tanımaz (Nihilizm=hiççilik). Dolayı­sıyla bireyciliğe ve anarşiye kayar. Her ne kadar tatminsizlik insanın ya­ratılışında var ise de; tatminsizlik, zayıflık, kin, öfke, kızgınlık, hırs, acelecilik, sabırsızlık, sızlanma, bencillik; yerine göre ümitsizlik yerine göre de güven gibi nitelikler doğru ve dengeli bir şekilde kullanıldı­klarında insanı hem bilinçli ruhî gelişmeye, hem ayakta kalmaya hem de bütün bencillik ve düşkünlüklerden uzaklaşmaya iter.[45]

Bütün insanların aynı fizyolojik özellikleri taşıdıkları bilindiği için hiçbir doktor, kendi ırkından gelen insanlara uyguladığı yöntemleri diğer İnsanlara uygulamakta tereddüt etmez. İnsanların ruhsal açıdan da aynı tabiata sahip oldukları kabul edilmiştir. Örneğin Yahudi, Hıris­tiyan, Budist ve Müslüman düşünceye göre insan ve insancılık kavra­mı, bütün insanların paylaştıkları bir insan doğası fikri üstünde temellendirilmiştir. [46] Onun içindir ki bütün insanların birbirlerine karşı in­sanlık durumlarının aynı olduğuna, hepsinin birbirlerine ait benlikleri­nin yıkılmazlığı prensibi doğrultusunda yaşamlarını sürdürdüklerine, varoluş sorununa aynı cevabı bulduklarına, değişik kültürlerin sanatı­nı, tiyatrolarını anlayabildiklerine, hepsi, kendilerini insan kılan, birbir­lerini bilmelerine ve sevmelerine yol açan aynı temel çizgileri paylaştı­ğına şahit oluyoruz. Geothe ve Herder başta olmak üzere birçok filo­zof da her bireyin, kendi içinde yalnız kendi bireyselliğini taşımakla kalmayıp aynı zamanda bütün insanlığı tüm olanaklarıyla taşıdığına inanmakta ve yaşamın, bireysellik aracılığı ile bütünselliğe doğru bir gelişme olduğunu düşünmektedirler. Zira insan birdir ve aynı yasalar her zaman hepsi için geçerlidir.[47]

Ruh, insan bedeninin kalıcılığını sağlayıp gelişimini garanti altına almak için bir saldırı, bir savunma veya koruma mekanizmasını oluş­turmaktadır. Ruhsal organ, kendini kuşatan bütün nesnelerle bağlantı içindedir. O, bir taraftan dış dünyadan uyarılar alıp onlara cevap ver­me, diğer taraftan da çevreyle işbirliği yaparak organizmanın güvenli­ğini sağlamak ve onun yaşamını garanti altına almak için gerekli gü­cü kendisinde barındırır. [48] Cari Gustov Jung'un ifadesiyle o, canlıda yaşamın kaynağı olan hareketli bir güçtür.[49]

Bedensel ve ruhsal olaylar, belirli bir amaca yöneliktir. İnsan ruhu­nu ancak hareketli güçler şeklinde kafamızda tasarlayabiliriz. Bu güç­ler, birlik ve bütünlük oluşturan bir amaca ulaşmaya çalışır. Bir kimse­nin, düşünebilmesi, bir talepte bulunabilmesi hatta rüya görebilmesi bile bir amaçla belirlenir. Bu amaç, organizmanın ve dış dünyanın ge­rekleriyle organizmanın bunlara vermesi gereken cevaplar arasındaki ilişkiden ortaya çıkan bir sonuçtur.[50]

İnsanın hareketlerinden o insanın gözüne kestirdiği amacı belirle­mek mümkün görülmekte ve insanı tanıma bu yol izlenerek gerçek­leştirilmeğe çalışılmaktadır. Aslında bu iş o kadar kolay değildir. An­cak insanın birden fazla hareketi alınarak bunlar birbirleriyle karşılaş­tırılıp bazı sonuçlara ulaşmak mümkündür. Örneğin, yaşamın değişik noktalarındaki davranışlarını ve dışavurumlarını bir yerde birleştirme­ye çalışarak bir insanı anlama imkanını ele edebiliriz. Ancak bazen şa­şırtıcı sonuçlar da ortaya çıkabilir.[51]

İnsanı bir nesne gibi karşımıza almakla onu tanımak mümkün ola­maz. Onu anlamak için onunla ilişki kurmak ve onu kendimizin bir parçası yapmak gerekir. İnsan karşısında bir gözlemci olarak kalırsam onun sadece görünen davranışlarını görebilir ve böylece onu bu yö­nüyle betimlemiş olurum. Bu da, onu tanıma anlamına gelmez. Onun için onunla ilişki kurmam gerekmektedir. Şayet ben kendi kendimle ya­ni kendi tutkularım ve kendi kaygılarımla doluysam başkasını nasıl gö­rebilir, tanıyabilirim. Yine ben korkuyu, üzüntüyü, sevgiyi ve ümidi tat-mamışsam karşımdaki kişinin korkusunu, sevgisini, ümidini ve üzüntü­sünü nasıl anlayabilirim. Öncelikle “açık olmak”, başkalarıyla kaynaş­manın ilk şartı kabul edilebilir. Başkasını anlayabilmenin ikinci şartı da; onunla “ilgili olmak”, ona “bağlanmak”, ona “ait olmak” ve onun “için­de olmak”tır. Eğer ben bir şeyi uzaktan gözlemleyen biri değil de o şe­ye katılan biriysem, o şeyin içine girmiş olurum. Öyle ise “içinde olma” ve “ilgi duyma” yoluyla kazanılan bilgi, başkalarına yardım etme iste­ğine yol açar. Böylece acı çeken biriyle karşılaşıldığı zaman onun bu acı­dan nasıl kurtulabileceği sorunu üzerinde düşünülmeye başlanır. De­mek ki birine karşı takındığımız tavır tutkulu bir ilgi halini aldığı zaman ona ilişkin bütün düşüncelerin yörüngesi değişecektir. Örneğin doktor­lar, hastayı iyileştirme İsteğini duymamış olsalardı tıbbî buluşlar nasıl gerçekleşebilirdi?[52]

İnsanı tanımanın, onun içinde nelerin olup bittiğini anlamanın yollarından biri de, onu toplumsal hayatta izleyip hemcinslerine karşı tutum ve davranışlarını gözden geçirmekle sağlanabilir gibi görülüyorsa bu, o kadar kolay bir iş değildir. Zira sağdan soldan gelen ödevler karşısında kendisini bulan insanın ruhsal yaşamı, canı istediği gibi hareket etme gücünü kendisinde gösteremediği gibi insan­ların bir arada yaşamalarını zorunlu kılan sebeplerin çokluğunu ve kar­maşıklığını da buna itave edersek karşımızdaki insanın ruhsal yaşamında­ki karanlıklarını bütünüyle aydınlatamayacağımız biraz daha kolay anla­şılmış olacaktır.[53] Birçok davranışın nedeninin, olay bittikten sonra anla­şılması ve bunu da bir dizi birbirine benzer akıl yürütmelerin takip etme­si, işi daha da zorlaştıracaktır.[54] Buna bir de ruhun, beyin fizyolojisinin, salgı bezlerinin ve bütün vücudun karmaşıklığını ve ruhsal davranışları çeşitli biçimlerde destekleyen, köstekleyen veya etkileyen içgüdülerin gücüyle derinlemesine kuşatıldığımızı[55] katarsak, bu zorluk biraz daha arta­caktır. Bütün bu zorluklar, yaşamın kaynağı olan ruhun, olağanüstülüğü, nesnel bir varlık olarak belirişi ve var olma nedenini kendi içinde taşıyan ani bir parıldatmadan ibaret oluşundandır. [56] “Ani parıldama” şeklinde tas­vir ettiğimiz ruh, bu özelliği ile bilincin keyfiliğini büyük ölçüde etkiler. Bu nedenle davranışlarımızın birçoğuna karşı koymak veya koymamak elimizden çıkar. Dolayısıyla hiç kimse bu ruhtan kaynaklanan düşünceler­den kendini uzaklaştıramaz. Zira hiç aramadığımız veya beklemediğimiz sınırsız hayaller belirir zihnimizde. Kendi evimizin efendisi olmaktan hoş­lanırız. Ancak bilinçaltı ruhumuzun etkisinden kendimizi kurtaramayız.[57] “Bütünsel bilinçaltı, bilincin içeriğini kapsamadığı için bizim de, bilinçaltı­nın farkına böceklerden daha fazla varmamız imkansızdır.”[58]

Fizikî ve ruhî manzara arasındaki iç çatışma, ruhsal nitelikli olan şey­lerin algılanamaz olduğunu oraya koymaktadır. Fiziksel açının bile ancak ruhsal iz düşümünü (görüntüsü) algılarız. Duyduklarımızın bütün algıları, ruhsal hayallerdir. Hem bizim hem de karşımızdaki insanların kuşatıldığı bu ruhsal hayaller, dışımızdaki nesnelerin doğasına ulaşmamızı imkansızlaştırıyor. Böylece bilincine vardığımız her şeyin ruhsal olduğunu söyleyebiliriz. Şu haide ruhsal bir şeyle fiziksel bir şeyin algılanması aynıdır. Ara­larındaki fark, birinin nesneler dünyasına diğerinin de ruhsal dünyaya ait oluşudur. Konuya bu açıdan bakınca tabiat ile ruh arasındaki çatışma son bulur. Örneğin elimi ateş yakınca duyduğum acı ile hayaletten duy­duğum korku, eşdeğerde gerçeklerdir. Bunlardan ateş, nesnel bir olgu­nun ruhsal imgesi; korku da, düşünsel bir olgunun ruhsal imgesidir. En az ateş kadar da gerçektir. Her ikisinin algılanması da ruhsai bir olaydır.[59]

Bütün İnsanların, sezgi ve bilgilerin ulaşamadığı bir dip olan ruhsal [60] olaylarla kuşatılmış bir yapıya sahip olması, onların karşılıklı olarak birbirle­rini tanımalarını iyice zora sokmaktadır. İnsanın doğasında varolan düşün­ce ve davranış farklılığını da buna ilave edersek iş daha da zorlaşacaktır.

Düşünce ve davranıştaki bireysel farklılıklar, ruhların farklılığın! or­taya koymaktadır. Bu bakımdan bizim dışımızdaki birinin duyguları, düşünceleri ve algılamalarının bizden farklı olacağını unutarak inancı­mızın paylaşılmadığı durumlarda saldırganlaşırız. Düşüncelerimize uygun düşmeyenleri kovuştururuz. Biz başkasının düşüncesini bir başkasına zorla kabul ettirmek isteriz. Böylece insanlıkla iigili olan iliş­kiler gevşer ve herkes birbirini düzeltmeye kalkışır. Bu tür davranışlar, kendini yaratma eğiliminden kaynaklanır. Bu bakımdan ilkel benciller için geçerli olan “ben” yerine bir başkasına yönelik “o” demek, daha rahatlatıcı bir olgudur. [61] Kutsal kitap Tevrat'ın Yaratılış bölümünde “cennet simgesi içinde yer alan bitkiler, hayvanlar, insanlar ve tanrılar arasındaki tam ve bütün uyum boş yere aniatılmamıştir.”[62] İslam di­ninde de insanlar arasındaki görüş farklılığının kaçınılmazlığına dikkat çekilmiş ve bu anlaşmazlığı gidermek için Allah'ın, peygamberin ve Allah'ın gönderdiği kitabın hakem tayin edilmesi emredilmiştir.[63]

“Bireysel bilinç, kopukluk ve düşmanlık demektir.”[64] Bütün ruhla­rın kendi içlerinde karşıtlarıyla birleşmesi gerekir. “Her kötülükte bir hayır vardır.” gözüyle olaylara bakılacak olursa; dünyayı yıkıp parça layan her hastalığın, tedavi yollarını da beraberinde getirdiği kolay kavra­nır. [65] Kur'ân da, güzelliklerin, hoşa gitmeyen şeyler arkasında saklı oldu­ğuna dikkat çekerek [66] olaylara karşı soğukkanlı davranmayı ima eder.

İnsanı tanımak gerçekten zor bir iş olduğundan onu tanımaya çalışmak, bireyde alçak gönüllülüğün doğmasına neden olur. Zira bu işin çetin bir iş oluşu, onda böbürlenmenin oluşmasına izin vermez.

İnsanı tanıyamamanın nedenlerinden birini de, toplumdan soyut­lanmış bir hayat sürdürmekte aramak lazımdır. Her birimiz çocukluk­tan başlayarak yeterince ilişkiler örgüsünü içermeyen bir yaşam tarzını seçeriz. Bu tarz bir hayat bizi onlarla ilişki kurmaya bırakmaz. İnsan­ları tanıyamamanın bir başka sebebi de, onlarla bir arada yaşamayı becerememektir. Birçok kimse birbirinin yanından geçer gider de, ne farkında olurlar, ne de konuştuklarını duyarlar. Bu farkındasızlik, ta ai­leye kadar uzanarak karı kocadan, koca karıdan anne-baba çocuktan ve çocuk da anne-babadan yakınır dururlar. Halbuki, toplumsal yaşa­mın temel şartlan, insanları birbirlerini anlamaya alabildiğince zorlayı­cı nitelik taşır. [67] İslam'ın, hasta ziyaretini, cenazeyi defni, zayıflara ve mazlumlara yardımı, tanıdık ve tanıdık olamayanlar arasında selam­laşmayı, Müslümanlar arasında bir hak olarak belirlemiş,[68] üç günden fazla küs durmayı haram kılmış,[69] yemeyip yedirmeyi[70] ve yararları başkasına yönlendireni en hayırlı insan kabul etmiş, birbirine hasedi, kini ve sırt çevirmeyi [71], zannı, alayı, ayıp aramayı ve koğuculuk yap­mayı yasaklamış;[72] ziyaretleşmeyi terk edenle Allah'ın alakayı kesece­ğini vurgulamış[73], kolaylaştırmayı, zorlaştırmamayı emretmiş [74] ve eziyetlere katlanıp affetmeyi temel prensip olarak sunmuş oluşu [75] bun­dandır.

İnsanı tanımanın, ona olması gerektiği şekilde davranmanın ve akimin alacağı tarzda hitap etmenin, insana hayatın akışında önemli katkıda bulunacağı açıktır. Bu nedenle insanın davranışlarını biyolojik temelden başlayarak tanımaya çalışalım. Zira insan ancak davranışla­rıyla tanınır. [76]

 

1.2. Beden

 

Bedeni, insandaki genetik yapıdan başlayarak tanımaya çalışalım.

Kur'ân, insan organizmasının işleyiş planının tamamı anlamına gelen ve bütün genetik şifreyi barındıran hücredeki yeteneğe dikkat çekmiş ve bu hücrelerin daha babanın bel kemiği (sülb)nde yaratıldığı zaman insan aklını donduran bu yeteneklerle donatıldığını ve bunlar­la ilahî sözleşme yapıldığını bize şu âyetle haber verir: “Kıyamet gü­nünde biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin, Adem oğul­larından; onların bellerinden zürriyetlerİni çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (onlar da) evet buna şahit olduk dediler.”[77]

Ayette geçen “zürriyet” ve “zuhur” sözcükleri ve yapılan bu söz­leşme üzerinde durmada yarar vardır. Zürriyet, çocuk ve nesle (kuşak) denilirse de bu sözcüğün, asıl anlamı “küçük karınca” olan zer'den veya saçılmak anlamını ifade eden “zurur”dan alınmıştır.[78] İkinci gö­rüşü esas alırsak zürriyet, insan döl suyundaki zerre (sperma)lerdir.[79]

Bazı müfessiriere göre ifade edilen “sözleşme”, bu zerre/sperma­ların insan vücudunda ilk ortaya çıkışı anında yapılmıştır.[80] Bu sözleş­menin temsili olduğu ileri sürülmüş ve insanın döl suyunda ortaya çı­kan bu zerrelerde, Allah'ın varlığına birliğine ve rabhğına işaretlerin dikilmiş olduğu kastedilmiştir. Buradaki şahadet de, akıl ve basiret yo­luyla gerçekleştirilen ve zihinlerde oluşan bir şahadettir.[81]

Müfessirlerin bir kısmı bu sözleşmenin ilk insan Adem (as)'ın sırtın­dan çıkarılan zürriyetin kastedildiğini söylerlerse de bu yaklaşımın, âye­tin zahirine uyduğu rahatça söylenemez. Zira şayet Adem (as) kastedil­miş olsaydı o zaman “Adem oğullarının sırtlarından” değil de “Adem'in sırtından” denilmesi gerekirdi.[82] Kaldı ki Adem (as)'de bulunan bütün özellikler, her insanda bulunduğu için burada cins olarak “insan”ın kastedildiğini düşünmek daha uygun olur.

Müfessirler âyette ifade edilen sözleşmenin, ezelde mi yoksa insanın yaratılışından kıyamete kadar geçecek süreçte her bir zürriyetin sperma­sının kendi babasının bel kemiğinde yaratıldığı anda mı yapıldığı konu­sunu enine boyuna tartışmıştır. Konumuz bu olmadığı için fazla detaya inmeyeceğiz. Ancak biz bazı müfessirlerin “her babanın bel kemiğinde yaratılan hücre/zerrelerle sözleşmenin yapıldığı ve bu sözleşmenin sözlü değil de, hal ile olduğu” şeklindeki yaklaşımlarını bilimsel gerçeklere da­ha uygun olduğu kanaatini taşıdığımız için sadece o hususa değinmekle yetineceğiz. Ancak şunu hemen belirtelim ki, bilimsel araştırmaların tes­pitine göre insan hücresinde bulunan “gen”, insan neslini muhafaza et­mekte ve fertlerin bütün özelliklerini, insan organizmasının nasıl gelişe­ceğine ve yaşamının ilk anından ölünceye kadar her aşamada ne gibi özellikler göstereceğine dair bilgileri içinde saklamaktadır. [83] Üç milyar in­sanın neslini saklayan ve her birinin niteliklerini; saçının, gözünün ve de­risinin rengini, kemiklerinin uzunluk-kısalığını ve bedenin bütün fiziksel yapısını içinde barındıran [84] bu genlerin hacmi, bir milimetreküpü geç­memekte ve daha açık bir ifade ile milyonlarca insanı temsil eden genler, bir dikiş iğnesinin açtığı deliği ancak doğurabilmektedir.[85] Bu bir harika örneğidir. İnsan aklının kavrayamayacağı bir husustur. Allah Teâlâ'nın, “Sizin nefisleriniz/iç aleminizde mucizeleri (yani: kendi varlığımıza ve gücümüze İşaret eden delillerimizi) göstereceğiz ki Kur'ân'ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun,”[86] şeklinde buyurması, hem buna hem de Kur'ân haberlerinin doğruluğuna işaret teşkil eder.

Görülüyor ki Allah Teâlâ, insan bedeninde öyle organ ve hücreler yaratmış ki, bunlar karşısında insanoğlu, kendi vücudunda aşkın bir gücün etkinliğini kabul etmekte zorluk çekmemektedir. Descartes'in haklı olarak, “Tanrı'nın yaptığını; niçin yaptığını anlamaya aklımın gü­cü yetmediğine şaşmamalıyım ve böylece Tanrı'nın niçin, ne sebeple ve nasıl yaptığını, anlamaya gücümün yetmediği birçok şeyleri belki tecrübe ile gördüğümden dolayı O'nun; yani Tanrı'nın varlığından şüphe etmeye hiçbir hakkım yoktur Zira kendi tabiatımın son derece aciz ve sınırlı ve tersine Tanrı'nın tabiatının büyük, anlaşılmaz, kavra­nılmaz ve sonsuz olduğunu bildiğimden, İlletleri zihnimin anlama gü­cünü aşan sonsuz ve tükenmez şeylere onun gücü yettiğini tanımakta hiçbir güçlük çekmiyorum. [87] Şeklindeki sözleri bunu doğrulamakta­dır. Ünlü Fransız filozofu Emile Boutroux (1845-1921) da, “Şuurlu bir varlık olan insanın yaratılışı yalnız fizik ve fizyolojik kanunların işleme­siyle açıklanamaz.”[88] şeklindeki itirafında haklidir. Zira Allah Teâlâ’nın işlerinin niteliği de zatı gibi kavranılamazdır. Bizim bilgi sınırımızın dışın­dadır. İnsan idraki, Allah'ın zatını kavrayamadığı sürece belki de Al­lah'ın fiillerinin özelliğini de kavrayamayacaktır. Bunların niteliğini anla­maya uğraşmadan kabul etmek zorunda kalacağız. Zira benzeri olmayan bir varlığın zatını ve fiillerinin nasıllıklarını anlama imkanı yoktur.[89]

İnsan bedenindeki bu harika yeteneğe işaret ettikten sonra Al­lah'ın insan zerreleriyle gerçekleştirdiği sözleşmeyi biraz daha açalım.

Allah Teâlâ’nın, insan zürriyetinden aldığı söz, fıtrat sözüdür. Yani Allah insanı, kendisinin tek Rab olduğunu kabule uygun özellikte ya­ratmış ve bu yeteneği onun yaratılışına yerleştirmiştir. Bu tarz yaratılış, onu Allah'ın Rab olduğuna şahit tutma anlamını taşır.[90] Kur'ân'ın ifa­de ettiğine göre şahadet bazen sözle [91] bazen de durum ve halle [92] olabilir. Allah insanı dünyaya getirmeden onun zerreleriyle yaptığı söz­leşme hal iledir. [93] Elmalı'nın ifade ettiği gibi “Yani bu akit, emri, kavli, kelam! mahiyette bir sözleşme değil bir kuvve-i marifetin tekvin-u tekevvünü manasına bir akdi fiili demektir. Kelamuilahta bu gibi temsil­lerin bulunduğu müsellem olduğu gibi bu mana ekseriyetin fehm-i mizacına da muvafıktır.”[94] Demek ki bu sözleşme “kelam-i nefsî (içten konuşma)” ile yapılan bir sözleşmedir.

“Durum ve hal”, konuşan bir beden diİi olarak değerlendirilince burada söz konusu edilen sözleşmenin de hal diİiyle gerçekleştirilen bir sözleşme olduğu kolayca anlaşılır. Zaten sözleşmelerde teklif ve kabulün her zaman sözle olması şart değildir. Asıl sözleşme, iki tara­fın bir maksatta birleşmesidir.[95] Yoksa hakikî anlamıyla bir sözleşme şeklinde düşünmek gerekmez. Müfessir Elmalı'nın dediği gibi “Sanki öyle denilmiş ve öyle cevap verilmiş de bir mukavele yapılmış gibi kıymet-i hukukiyeyi haiz olması lazım gelen kavi bir halkı fıtrat vardır.”[96] Yani insan fıtratı Allah'ı bulma zorunluluğu ile donatılmıştır. Onun özünde bu duygu, düşünce ve algılama mevcuttur. Kendi benliğinde onu duyacaktır. O halde bu sözleşme, yaratıcıyla fıtrat arasında yapılan bir sözleşmedir; yaratılışından itibaren her canlı hücrede mevcuttur. Dolayısıyla her hücre, kendisinde egemen olan Allah'ın Rabfığına şa­hit olmaktadır. İster bu şahitlik hal diliyle isterse söziü dille olsun de­ğişmez.[97] Hemen şunu da hatırlatmak gerekir ki şayet bu sözleşme sözlü olsaydı, Adem (as)'den sonra bu sözleşmeyi yerine getirmeyen kimse bulunmaması lazım gelirdi. Buna göre bu sözleşmenin, içten ko­nuşma şeklinde şuurla ilgili bir sözleşme olduğu daha uygundur. [98] Zira aşağıda sunacağımız çeşitli bilim adamlarının “insanın bedenî yetenekleri”ne dair bilimsel yolla ortaya koydukları olağanüstülük (muci­zeler, söz konusu ilahî sözleşmenin, bu olağanüstülükler ve akıl ara­sında yapılmış olduğu hususunu biraz daha netleştirecektir.

Çocuklar doğarken bazı bilgi ve beceri alanlarında ilerleyebilirle gü­cü/yeteneğini beraberlerinde getirirler. Buna gizli güç denmekte olup, günlük dilde bu güce istidat ve kabiliyet adı verilmektedir. Herkesin gizil güçleri, günlük başarılarından fazladır. Bir insandaki gizil güçler, o kadar çok ve çeşitlidir ki bir hayat süresince bunların hepsinin en son sınırına kadar ulaşılması imkansızdır. Onun için her insanda bu gücün bilinenler­den çok daha çeşitii şeyler öğrenme yeteneği bulunduğu gibi, bugün yapabileceği her şeyde başarısını daha çok ilerletebilme gücü de vardır.[99]

Türe özgü her davranışın gelişiminde, çevredeki değişmeyen et­kenler de önemli olmakla birlikte, davranışın güçlü bir genetik temeli olması lazımdır. Daha açığı her davranışın genetik bir temeli vardır.[100] İnsanların yetenekleri onların kişiliklerinin hem bir parçası hem de on­ların şekillenmesinde önemli bir etkendirler.[101]

İnsan bünyesindeki her bir organın, hangi aşamada ne gibi özel­likler göstereceğine dair bilgiler, kromozomları oluşturan binlerce genden her birinde depolanmıştır.[102] “Gelişmekte olan insanın beden yapısına ve davranışlarına şekil veren irsî (kalıtımsal) faktörlere gen adı verilir. Gen olmadıkça gelişmemiz imkansızdır. Genler ise, normal do­kularla kuşatılmadıkça işlevlerini yerine getiremezler, “[103]

İç çevreden gelen açlık, susuzluk, ağrı vs. gibi uyarıcılarla dış çev­reden gelip duyu organlarını etkileyen ışık, ses, koku ve tat gibi fizik­sel ve kimyasal uyarıcılar, davranışların önemli nedenleri arasındadır.[104]

Uyarıcılar ve açık tepkiler arasında beyinde olagelen birleştirici bazı düşünsel ve bilişsel iç oluşumlar vardır. Bilim henüz bunların iç yüzünü açıklayamamıştır.”[105]

Organizma içinde cereyan eden olaylar hakkında doğrudan doğ­ruya bilgi edinme imkanları henüz sınırlıdır. Bunlar, nesnel olarak incelenebilen, ancak sinir hücrelerinde meydana geldiği söylenen kimyasal ya da elektriksel değişmelerdir. Sinir sistemindeki bu değişikiiklenn özel duyuşlara dönüşümünün nasıl olduğunun cevabı henüz verilememiş­tir.[106] Ancak organizmanın temel ihtiyaçlarından kaynaklanan istek, ar­zu, iştaha, sevinç, sevgi gibi birtakım iç yaşantılar söz konusudur. [107] Çocuk dünyaya gelirken bu duyguları genlerinde taşıyarak gelir. Buna ek olarak çocuk görme, işitme, koklama, tat alma, dokunma, ısı, acı-tatlı gibi duyu organları kendisinde gelişmiş olarak doğar. Çocuk daha doğumundan önceki üçüncü ayına varmadan bütün duyu organları teşekkül eder. Bunlardan bazıları üç ayda fonksiyonlarını yapmaya baş­lar. Dördüncü ayında bedenin bütün alanı, uyarıma tepki yapabilecek duruma gelir. Altıncı ayında refleks faaliyetleri kuvvetlenir.[108]

Doğunca veya doğumundan birkaç hafta sonra bütün duyumlar fonksiyonunu yapar. [109] Çocuk konuşmadan çok önce jest lisanını öğ­renir.[110] Gözleriyle hareket eden bir nesneyi izleyebilir. Özellikle insan yüzüne ilgi gösterir ve ilk iki hafta içinde göz göze bakabilme beceri­sine erişir. Bu beceri bebekle anne-baba açısından türün devamı için gerekli olan iletişim ilişkisinin doğmasına imkan verir. Yeni doğan ço­cukların kulağı çok geniş ses bandına tepkide bulunabilir. Kısa süre içinde “aşina” olduğu sesle, “yabancı” olan sesi ayırt edebilir. Ayrıca sesin geldiği yönü algılayabilme yeteneğini de beraberinde getirdiğin­den başını sesin geldiği yöne çevirerek uygun davranışı gösterebilir.[111]

Bebek, duyu organlarının doğuştan itibaren hemen hemen mü­kemmel bir biçimde işleyişinin yanında kendini besleme konusunda bazı refleksleri de beraberinde getirir. Bunların başında emme refleksi gelir. Memeyi ağzında hisseden çocuk, hemen emmeye başlar. Bu refleks, o kadar güçlüdür ki emecek bir şey bulamayan çocuk, parmağını emer.[112]

Doğumla gelen özellikler üzerine çocuk algılama ve hareketle il­gili yeni beceriler öğrenmeye başlar. Yeni doğmuş çocuklar, gerekli al­gısal süreçlerden bir kısmına sahipse de bir kaç yıl içinde çok hızlı bir gelişim sağlar. [113]Davranışlarının bir kısmı mevcut değilse de organiz­manın yapısında bunlar doğuştan belirmiş bir durumdadır.[114]

Beş duyu organından her biri; saymaca, dil kurma yeteneğine sa­hip olduğu için organlara bağlı çeşitli dil sistemleri meydana getirebi­lir.[115] Örneğin göz dili, koku dili, tat dili, dokunma dili ve kulak dili başlı başına bir sistemdir. İnsanlar, nefsin hoşuna giden bir şeyte kar­şılaştıkları zaman ışıldayan gözleriyle karşısındakine ya neşelendiğinin ya da onayladığının sinyalini verir. Üzerine güzel bir koku süren insan, bu kokuyla yanındakilere bir mesaj gönderdiğinde onlar da, kendile­rindeki yetenek sayesinde bu mesaja bedensel hareketlerle ya olumlu ya da olumsuz cevap verirler. Yine bu yetenek sayesinde ağza acı bir yiyecek alınınca dil olumsuz sinyaller verir. Biz de buna cevap olmak üzere yiyeceği derhal ağzımızdan dışarı atarız. Yine bir şeye dokundu­ğumuz veya bir şeyi dinlediğimiz zaman derhal bedensel bir iletişim so­nucu onlara şöyle veya böyle tavır takınırız.[116]

Beden dili grubuna giren bütün beden hareketleri, yüz ifadeleri, bakış tarzları, yüz rengi değişiklikleri, haykırma, gülme, ses tonunu indirip kaldırma, susma ve çeşitli vurgular, hep bu yetenek sayesinde gerçekleştirilir.[117]

İnsandaki bu yeteneklerin kaynağı üzerine tartışmalar yapılmış ve bazı bilim adamları, bu yetenekler sayesinde gerçekleştirilen davranışlarımıza kaynaklık eden “öğrenme” ve “bellek” vs. gibi temel işlevleri­mizin kökeninde biyolojik yasaları ve evrimi görürler.[118] Bu arada “bi­linci”, maddenin en yüksek düzeyde organize olmuş biçimi olarak ve­rip [119] bütün davranışların kökenini, “evrimsel değişim ve dönüşüm’e bağlamaya çalışarak biyolojik sorunların temelinde “ruh”un bulun­madığını açık ve net bir biçimde ifade ederler. Bir taraftan da “Evrim zincirinde yukarılara doğru çıkıldıkça, öğrenme ve bellek gibi işlevler çok karmaşıklaşmaktadır.” diyerek işi daha da çıkmaza sokarlar.[120]

Cari Gustav Jung'ın şu ifadeleri bu görüşlerin tutarsızlığı konusun­da bize ipuçları vermektedir. Jung'a göre 19. yüzyıl, “maddeci neden­lerin evrenselliği” ile ilgili bir düşünce ortaya attı. Bu düşünceye göre maddeyi ayakta tutan ruhun gücü değildir; tersine ruhu, kendine öz­gü kimyasallığı ile oluşturan maddedir. Bu dönemin düşüncesi, ruha özgü bir cevheri kabul etmez. Onlara göre ruh, doğal olarak madde­den kaynaklanır. Bu sapkın bir düşüncedir. [121] Kur'ân da, bu düşünceyi reddederek insanı, Allah'ın yarattığını,[122] ona kendi ruhundan üflediği­ni [123] ve bu ruhun da Allah'ın işlerinden bir iş olduğunu ifade eder.[124]

Jung, ayrıca bu yüzyılın düşünceleri arasındaki, “ruhun salgı bezi­ne benzediğine, düşüncelerin beyinsel bir salgıdan başka bir şey ol­madığına” dair görüşü de verdikten sonra buna karşı “İşte size ruhsuz ruh bilim!” şeklinde sitemde bulunarak [125] tenkidini özetle şöyle sür­dürür: Fiziğin üstünlüğüne inanış sonucunda ruhsuz bir ruh bilime yani ruhun biyokimyasal etkisinden başka bir şey olmadığı bir psiko­lojiye ulaşılır. Bu düşünceler, ruhun kendi içinde var olan bir özellik değil, temel yapının fiziksel uzantılarının yalın bir ürünüdür. Bu kabul edilirse ne ruh kalır ne de ona bağlı dil, [126] Böylece algı ve bilgilerin zi­hinde duru ve aydınlık olarak izlenme sürecini teşkil eden bilinç diye de bir şey kalmazdı. Halbuki “Bilinç, ruhun kaçınılmaz gerekli bir ko­şuludur. Hatta ruhun ta kendisidir. “[127]

Jung, Eski Yunanistan'da “Kutsal Ruh”a tapıldığını hatırlatarak; bilinç diye ifade ettiği ruhun, zaman açısından yayılma göstermediği­ne, aksi halde zamanın da kutsanabileceğine şu sözleriyle dikkat çe­ker: Eşyanın zihinde izlenme süreci olan bilincin, engin bir yayılma gösterdiği açık. Ancak bu yayılma, sadece mekan ve teori düzeyinde kendini göstermektedir. Zaman açısından böyle bir şey söz konusu değildir. Şayet genel bilinç, zaman açısından da yayılma gösterebilseydi tarihsel duyumumuz bambaşka bir canlılıkta olur ve Yunan fel­sefesi çağında tanrısallığa benzer dönüşümlerin var olduğunu görür­dük. [128] Nitekim başta Aristo olmak üzere bazı Yunan filozofları zama­nın başlangıcı olmadığı yani Allah gibi ezelî olduğu kanaatini taşı­makta ve onu Tanrı'ya eş tutmaktadırlar.[129]

İslam'dan önce Cahiliye Araplarından bazılarının da, zamanı kutsadıklarını “Hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır. Ölürüz ve yaşa­rız. Bizi ancak zaman yok eder. Bu hususta onların hiçbir bilgisi yok­tur. Onlar sadece zanna göre hüküm veriyorlar.”[130] âyetinden öğreni­yoruz.

Bu âyetle söz konusu olan “zaman”, “dehr” sözcüğü İle ifade e-dilmiştir. Bu kelime, dilimizdeki “zaman” kelimesinden farklıdır. Kısa bir an için de, zaman denilebiiirse de “dehr” denilemez. Çünkü dehr, kesintisiz olan uzun zamana verilen ve evrenin var edilişinin başlangı­cından sonuna kadar olan müddetin ismidir.'[131]

Müfessirler, söz konusu âyeti açıklarken bazı Arapların evrende olup biten bütün olayları, zamanın gücüne bağladıklarını ve şiirlerinde zamandan şikâyet ettiklerini ifade ederek [132] bu konuda Peygamberimizden şu hadisi naklederler: “Allah Teâlâ şöyle buyurdu: İnsanoğlu zamana söverek bana eziyet etmektedir. Halbuki ben zaman(ın yaratıcısıy)ım. Her iş benim elimdedir. Geceyi gündüzü ben idare ederim.”[133]

Allah Teâlâ'nın, yukarıdaki hadiste “ene'd-dehrü/ben zamanım” derken, onun sahibi ve yaratıcısı olduğunu [134] başka bir ifade ile zama­na isnad edilen bütün işleri kendisinin yaptığını ifade etmektedir.[135]

Ruhu inkar edenle onu kutsayanlar yanında bazı bilim adamları da, insan davranışlarının kökeninde henüz niteliği ve niceliği tespit edilme­miş olan ruhu görürler [136] ve bunun böyle oluşunu da “bilinenler ara­sında en kolay bilinen bilgi” olarak takdim ederler.[137]

İkinci grup bilim adamlarının ruhun varlığı ve etkinliği konusun­daki görüşlerinin, Kur'ân'ın, ruh hakkında verdiği bilgiye -bu yönüyle yakın- ancak ruhun insana Allah tarafından üflendiği ve onun Al­lah'ın emrinde olduğu konusunda net olmadığı söylenebilir.

Bedendeki tüm eylemlerin kaynağı olan ruhun varlığına inanan bilim adamları, onun mahiyetini ortaya koymanın imkansızlığı hak­kında görüş birliği içindedirler.[138] Ama yine de ruh, herkesin anlamını bildiğini sandığı evrensel bir kavram biçimine bürünmüştür. [139] Bu ba­kımdan ruhun mahiyeti üzerinde tartışma yerine onun faaliyet ve ame­liyelerini tanıyıp bilmek için insan ruhunun okunup incelenmesinde yararın olacağı kanaatindeyiz. Zira beden hareketlerinde sırlarla örtü­lü bir gizil gücün bulunduğu bütün bilim adamlarınca kabul edilmiş­tir. Bu bakımdan biz, Walter Porzig'in, bu güçlere “ruhsal güçler” adı­nı vermesine; bedensel hareketlerin gerçekleştirilmesinde ruhsal olay­larla karşı karşıya kalındığı ve daha açık bir ifade ile ruhsal güçlerin bütün beden hareketlerine katıldığının gözlendiğine dair görüşlerine katılıyoruz. [140] Nitekim günümüzde beynin bütün fonksiyonlarının; görme, işitme, koklama, düşünme vs, gibi eylemlerin gerçek mahiye­tinin bilinememesinin, ruhun bilinmezlikleriyle örtüşmesi, bunun delili sayılabilir. Sadece bu sayılanlarda değil, bilakis her hareket ve davra­nışta bir ruhsal yaşantı söz konusudur. Bu yaşantı, bir olaydan ibaret­tir ki; olay bitince kendisinde ruhsal yaşantı denebilecek hiçbir iz kal­maz. Ama yine de şu ya da bu şekilde ruhsal bir olayın “var olduğu­nu” kabul etmek zorunda kalırız. [141] Ruhsal alanın kendine has bir varoluş biçimi dolayısıyla uzman olmayanların, vücutta olup bitenler hakkında olması gerektiğinden çok az bilgiye sahip oldukları ileri sü­rülür.[142] Ruhsal olan, dolaysız yaşantıda söz konusu olduğundan o ola­ya, ancak olayı yaşayan ulaşabilir. Olayın dışındakilere bilgi dolaylı olarak ulaşır. Bu yüzden ruhsal olan, bilim için çok güç ve hatta aşılmaz bir konudur. [143] Ancak ruh ve beden ilişkisi hakkında ileri sürülen bazı bilgilere başvurarak beden hareketlerinin kaynağı hakkında bilgi sa­hibi olmanın davrantş bilimi açısından önemli olacağı kanaatindeyiz. [144]

 

1.3. Ruh

 

İnsanın, kendisinde suyun da görev aldığı [145] bir çamurdan yaratıl­dığı [146] konusundaki Kur'ân ifadesi, kesin ve nettir. Söz konusu çamu­run, bilinen yapısıyla organik bir hayat düzeyine oradan da gelişerek insan biçimine ait bir diriliğe nasıl ulaştığı hususu; bir sır olma özelliği­ni sürdürmektedir. İnsanın ulaştığı yüksek hayat düzeyinin sırrına onun, canlılar arasındaki farklı ve üstün algılama gücüne, ileri seviyedeki ye­teneklerine gelince bu konudaki teoriler de, hala bocalayıp durmak­tadır. [147] Kur'ân'a göre ise insan, bu yeteneklerini de Allah'ın kendisine üflediği bu ruhtan [148] almaktadır, insan bu ruh sayesinde zaman ve mekan sınırlarını aşarak, kas ve duyu organlarının ötesine geçip ba­zen sınırsız birtakım anlamları kavramasına sebep olacak bazı sırlara ulaşmakta ve yine onun sayesinde niteliklere kavuşmaktadır. [149] Böyle­ce insana ilahî ruhun üflenmesi, ona ilahî özelliklerin yansıması anla­mını taşımakta ve insan bu ruh sayesinde düşünmekte, konuşmakta, duymakta ve görmektedir. [150] Demek oluyor ki ona üflenen bu ruh, onu düşünen bir kalp, işiten bir kulak ve gören bir göz sahibi bir insan yapmakta ve O'nu, diğer caniı varlıklardan ayıran insanî kavrayışa sa­hip kılmaktadır.[151] Kur'ân'da insana, şekil verilip düzeltildikten sonra kendisine ruhun üflenmesinin anılmasından sonra kulak, gözler ve kalplerin verildiğinin ifade edilmesi,[152] bunun delili sayılabilir.

Şu halde insan, mahiyeti henüz keşfedilmemiş olan bu ruh saye­sinde düşünen, şüphe eden, anlayan, kavrayan, doğrulayan ve yalan­layan, kabul eden ve reddeden, hayal kuran, isteyen ve aidanmış ol­mak istemeyen [153]; düşüncelerini hareket ve davranışlarıyla dışa vuran, karşısındakinin hareket ve davranışlarındakİ anlamları sezebilen, evre­ni bir anda aklından geçirip, olaylara ve gelişmelere bakarak birkaç yıl sonra ne olacağını keşfedebilen ve bu olaylardan sakınmak üzere ted­bir alabilen bir varlıktır. İnsan, iyiyi-kötüden bu ruhla ayırır. Canını ve üstün değerlerini korumak için kızgınlık ve nefret; insanı rahatlatacak ve onun ihtiyaçlarını giderecek istek ve arzular hep bu ruhtan do­ğar. [154] Ancak insandaki acı duygusunu duyuran şeylerden kaçmayı, tatlı duygu verenlere doğru da koşmayı telkin eden[155] bu duyumlar, ruh ve bedenin birleşme ve kaynaşmasından doğan belirsiz algılama tarzlarından ibarettir. [156] Buna göre ruh ve beden bir araya gelmeden bedenle ilgili ne bir etki ne de bir tepki söz konusu olabilir. Onlar, acı­ları ve sevinçleri beraber duyarlar. [157]

 

1.4. Ruh-Beden İlişkisi

 

Günlük hayatta insanları değerlendirirken bazen birisinin “algıla­ma yeteneğinin” veya “sezgilerinin” güçlü oluşundan söz ederiz. Ba­zen de bir kişinin yalan söylediğinin “içimize doğduğunu” veya bize öyle geldiğini ifade ederiz. Bu tür duygular, başkalarının sözel olma­yan hareketlerini okumakla elde edilir. Şayet kişinin söyledikleriyle ha­reketleri birbirini tutmuyorsa onun beden dili ile söylediklerinin çelişti­ğini ifade etmekte güçlük çekmeyiz.

Konuyu bir başka açıdan değerlendirirsek bir konuşmacı, dinleyi­cilerini izlerken onların bedenlerinden hareketle onları fark eder ve onlarla ilişki kurar. Mesela algılama yeteneği güçlü olan bir konuşma­cı, kendini dinleyenlerin, sandalyelerinde, kafaları aşağıda, kolları ka­vuşturulmuş olarak oturuyorlarsa onlara ulaşamadığını hisseder. Onlara ulaşmak için de farklı bir yaklaşım içine girmesinin gerektiğini an­lar. Buna karşılık “algılama yeteneğinden yoksun olan birisi ise hiçbir şeyle ilgilenmeden konuşmasını sürdürür ve bitirir.[158]

Beden, algılama, bellek ve düşünme süreçlerini kullanarak kendisi ve çevresi hakkında yeni bilgiler edinir, eski olayları hatırlar; ortaya çı­kan sonuçlan çözer ve gelecekle ilgili planlar hazırlar. [159] Beden, bütün bu eylemlerini ruhla birlikte gerçekleştirir. Bedenin ruhla ilişkisine geç­meden önce bedenin ne anlama geldiğine ve onun niteliklerine bir göz atalım. Onu anlatmaya Kur'ân'ın ruh ve sair şeylerle ilgili verdiği bilgilerin gerçekliğine delil teşkil edecek âyetlerden biriyle söze başla­mak yararlı olacaktır: “Zamanı geldiğinde insana evrenin uçsuz bucaksız ufuklarında ve kendi nefis (ruh ve beden)lerinde mucizelerimizi göstereceğiz ki o (Kur'an)'ın tartışılmaz bir gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması (onlara) yetmez mi?'[160]

Günümüz biliminin verilerine bakılırsa ruh kadar insan bedeni ve bedeni oluşturan hücreler de gizemlidir. Zira “İnsan bedenindeki mil­yarlarca hücrelerden her biri, organizmanın işleyiş planının tamamı anlamına gelen bütün genetik şifreyi barındırır.” Bu şifrelere kalıtım yoluyla sahip olmaktayız. [161] Her hücrede bir hayat ve gizli bir yetenek vardır. Dolayısıyla her hücre, mükemmel özelliklere sahip bir insan varlığını bünyesinde bulundurmaktadır. Müfessir Elmalı'nın bu hücre­ye “büyümeğe namzed (aday) insancık” adını vermesi,[162] ne kadar da uygun düşmektedir.

Beden aslında Arapça bir sözcüktür. Çoğulu “budun” veya “budn”dür. İnsan cesedinin karşılığıdır. Bu sözcük, “büyük” anlamına gelmektedir. İnsan gövdesine beden denmesi bu anlamdan ötürüdür. Zi­ra hücreye oranla beden büyüktür. Örneğin Araplar “recülün bedenün” dediklerinde “büyük adam” demek isterler. [163] Dilimizde ise canlı varlıkla­rın maddî bölümüne beden denmektedir. Öbür adı da “vücut'tur.[164]

Tarih içinde beden denilince, “bir şekille sınırlandırılabilen, bir yerde bulunabilen, başka bütün cisimleri bulunduğu yerden atacak biçimde bir mekan bölümünü doldurabilen, kendiliğinden değil, fakat kendisine dokunan ve kendisini iten başka bir cisim tarafından muhtelif tarzda harekete getirilen, her şey” [165] anlaşılmışta. Hareket etmek, duymak ve düşünmek gibi eylemlerden hiçbiri bedene atfedilmemiştir. Adı geçen eylemler, ruha ait işler olarak kabul edilmiş; ancak beden olmadan duy­manın ve düşünmenin imkansız olacağı kanaatine varılmıştır.[166]

Eski Yunan felsefesinde “Beden, insan ruhunu bu dünyadaki ya­şamı sırasında içinde tutsaklayan canlı varlık [167] şeklinde tanımlanır. Aristoteles, bedeni, “ruhun aygıtı ve etki aracı”; ruhu da “bedenin biçimleyici ilkesi” şeklinde niteler. Descartes ise, bedeni, “ruhun yanı sı­ra insanın başka bir bağımsız kurucu üyesi” olarak görür.[168]

İster göklere tırmanalım isterse yerin dibine kadar inelim kendi­mizin dışına çıkmış olamayız. Ancak kendimiz derken neyi kastetmiş oluruz? Kendimiz bedenimiz mi yoksa ruhumuz mu? Kendimizi belir­lemek için beden ve ruh ikilemi yaşanabilir mi? Yaşadıkça ve ötekilerle iletişim içinde bulundukça insanlar, bedenlerinden ibarettir veya ruhla beden aynı şeylerdir, desek hata mı yapmış oluruz?

Şunu hemen belirtelim ki, Battlı düşünürlerden E. B. Condillac'ın dediği gibi ruh, bedenden ayrı ve başka bir varlıktır. Ruh olmadan be­dende herhangi bir hareket söz konusu olmazken; ruh, bedenin yar­dımı olmadan da birtakım düşüncelere sahip olup bilgiler edinebi­lir.'[169] Bilincin alışılmış verilerine ters düşmekle birlikte; doğası ve anla­mı bakımından bilinç olaylarının aralıksız gelişiminin sınırında yer alan ve ruhsal bir oluşumdan ibaret olan rüyalar bunun delilidir.[170]

Her ne kadar ruh bağımsız olarak bilgi sahibi olabiiiyorsa da onu bedenden bağımsız olarak göz önünde tutmak söz konusu ola­maz.[171] Onun için de ruh ve beden ikilemi yaşanmadığı gibi “İnsan, bedeninden ibarettir.” denildiği zaman ruh ve beden birlikte anlaşıl­mıştır. İkisi arasında görev taksimatına gidilirse, tepki ve davranışlara kaynaklık görevi ruha aittir. Duyuların gerçekleşmesine vesile olan be­dene ise, ruhumuzun dilciliği ve varlığımızın dünyaya açılan kapıcılığı görevi düşer. İçimizdeki bütün duygu, düşünce, heyecan ve isteklerimiz, bedenimiz sayesinde kendilerini ifade ederler.

Bedenle ruh arasındaki en belirgin fark, bedenin bölünür olması­na rağmen ruhun bölünmezliğidir. Ruhun bu bölünmezliğini, kendi nefsimizi gözden geçirdiğimiz zaman; kendimizi, tek ve tam bir varlık olarak idrak ederiz. Örneğin uzuvlarımızdan birisi kopup vücuttan ay­rılsa bununla birlikte ruhtan bir şey kopup ayrılmaz. Duygularımızı ifa­dede ruhun bölümlerinin olduğu söylenemez. Aksine isteme, duyma ve anlama gibi eylemlerde ruh bütün varlığı ile kendini tam olarak kullanır. Duyuların duyduğu acıyı ruh da duyar. Bedendeki sinirler uyarıldığı zaman bunlardaki duyumlar ruhta da iz bırakır. Bir organın duyduğu acının kendisinden atılması ve bunun için gerekenin yapıl­ması için ruh uyarılır. Örneğin su içmeye ihtiyacımız olduğu zaman beyin boğaz sinirlerini harekete geçirir ve bu sinirler boğazda bir ku­ruluk hissettirir. Bu hareketlerle birlikte ruh da, susuzluk duyumunu alır. Zira bu durumda bizim, vücudumuzun sağlığını korumak için su içmeye ihtiyacımızın olduğunu bilmemiz gerekmektedir.[172]

Bedensel her hareketin bir amacı vardır. Zira rastgele bir hareket­te bulunması beden için bir yarar sağlamaz. Bir davranışın hangi doğrultuyu izlemesinin kararını ruh üstlenir. Ancak beden de ruhu et­kiler. Zira zaman içinde durum değiştirmesi, bedene ait bir iştir. Örne­ğin ruh, bedene aya doğru bir yola düşmesini önerse de beden, o im­kanı kendisinde göremedikçe oraya yükselmeye tevessül bile etmez.[173]

Bütün davranış çabalarımız, bizde güven duygusu uyandıracak bir konuma ulaşma amacına yöneliktir. Ruh ve beden bu konuda elbirliği ile çalışırlar. Ruh bir motoru andırır. Bedendeki her depreniş ve her ha­rekette ruhun güttüğü amacın damgasını görürüz. İnsanın her hareke­tinde de bir anlam saklıdır. Örneğin birey gözlerini hareket ettirir, dilini oynatır, yüzündeki kaslarını şöyle veya böyle hareket ettirirse, yüz belli bir ifadeye bürünmüş olur. İşte onu bu anlamlarla donatan ruhtur.[174]

Ruh, haz ve elem duyma, hayal kurma, iyi ve kötü durumlara uyum sağlama yeteneği ile donatılmıştır. Bu bakımdan ruh, bedenin kendini avunup çeşitli tehlikelerden koruyabileceği çevresel koşulları etkileyip değerlendirmeye çalışır. Ayrıca bedende öyle duygular uyandırır ki be­den, bu duyguların gösterdiği doğrultuda eylemde bulunur. Böylece her insanın duyguları, onun yaşama verdiği anlamın veya kendisi için belirlediği amacın damgasını taşır.[175]

Psikologlara göre bazı davranışlarımızın nedenini olay bittikten son­ra anlarız. Bu arada bir dizi birbirine yakın önermelerden başka öner­meleri veya olayları akıl süzgecinden geçirmekle uğraşırız. Böylece maddî nedenlere aşırı önem vererek maddeyi “metafizik” ruhtan da­ha iyi tanıdığımız yanılsamasıyla kendimizi oyalar dururuz. Oysa mad­de bizlere en az ruh kadar yabancıdır. Ruhsal geleceği çeşitli biçimler­de etkileyen, destekleyen ya da köstekleyen içgüdülerin gücüyle son derece etkilenmiş durumdayız. Günümüzde hiç kimse bedenden ba­ğımsız bir ruh varsayımı üzerine bir psikoloji kuramaz. Ancak ruh ve ruhsal evren düşüncesi, kendi başına kapalı bir sistem oluşturur.[176] 1914'te “İnsan Ruhları Tanrı'nın Egemenliğinde midir Değil midir?” adlı inceleme toplantısına katılan analitik psikolojinin kurucularından Cari Gustan Jung (1875-1961)’ın sözü edilen toplantı vesilesi ile “bu toplantıda şaşkına dönen ender kişilerden biri de bendim” [177] şeklindeki ifadesi, ruhun tanrısal bir güç taşıdığını [178] ve esrarengizliğini koruduğu­nu kabul etmenin bir itirafıdır. Bu yaklaşım, Kur'ân'ın “Sana birde ruh hakkında sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin bileceği bir iştir. Onun ilmini kendine özgü kılmıştır. Bu konuda size pek az bilgi verilmiştir.”[179] “Ben onları ne göklerin ve yerin yaradılışına tanık kıldım; ne de kendilerinin yaratılışına; ayrıca (insanları) yoldan çıkaran bu (varlıkları) kendime hiç­bir şekilde yardımcı edinmiş de değilim.”[180] âyetleriyle uyuşmaktadır.

Ruh'un çeşitli dillerdeki anlamlarını veren Jung, sonuçta özetle şunları söyler: İlkellerde de ruh, gözle görülmeyen soluklardan oluş­muş bir beden demektir. Bundan anlaşılıyor ki yaşamın belirtisi sayı­lan soluk alma, hareketin yaratıcı gücüyle eş değerde olan ruhu anlatmaya yaramaktadır. Ruh bir yaşam kaynağı, doğaüstü ama nesnel bir varlık olarak belirmektedir. Var olma nedenini kendi içinde barın­dıran ani bir parıldamadır. Ruh, özgün bir deneyde bu nitelikle ele alı­nır. Sanıldığı gibi öznelin ve keyfe bağlılığın yücelmesiyle değil. Bunlar deneysel açıdan bütünüyle doğrulanmış olan inanışlardır.[181]

Dünyanın en akıllı insanı bile bütün çabalarına rağmen kendini, kapıldığı düşüncelerden kurtarmayı başaramaz. Zira bellek, edilgen bir hayranlıkla katıldığımız en delice düşüncelere açıktır. Hiç bekleme­diğimiz bir durumda değişik düşünüş, heves ve sınırsız hayaller zihni­mizde beliriverir. Bütün bu olgular ruh hakkındaki inanışları doğrula­maktadır.[182] Peki, bu düşünceler akla nereden geliyor? Ta eskiden beri bunların kaynağının ruh olduğu; duyumların ise bedenin tümünden ortaya çıksa bile onun da ruhtan kaynaklandığı ileri sürülmekte ve akıl­da da ruhsal özelliklerin bulunduğu kabul edilmektedir. [183] Beden ve be­dendeki her bir eylem ve eylemi gerçekleştiren yetenekler, güç ve enerji­lerini ruhtan, ruh da gücünü Allah'tan alır. Kur'ân, ruhun ilahî boyutu­na “İnsana belirti bir biçim verip de ruhumdan üflediğim zaman onun önünde yere kapanın.”[184] âyetiyle işaret ediyor.

İnsandaki bütün üstün yeteneklerin kaynağı işte bu ruhtur. Bu ruh, em bedene hayat verir hem de başta akıl olmak üzere bütün organlara fonksiyonlarını icra etme yeteneğini sağlar. Yani akıl onunla düşünür göz onunla görür. Ancak yeryüzünde bunca buluşlar gerçekleştiren insan, ruh denilen bu ince sır karşısında güçsüz kalmış ve Allah'ın Kur'ân'da bildirdiğinin ötesinde henüz ruhun ne olduğunu, nasıl olduğunu, nasıl gelip nasıl gittiğini, nerede olduğunu bilememiştir. Böylece ruh, Allah'ın gizli tuttuğu şeylerden bir tanesidir. İlahî sırlardan biri olan bu ruh, insan bedenine geçici olarak yerleştirilmiştir. Kur'ân'da onun hakkında verilen bilgi ise azdır. Ruh hakkında bilginin az verilişi, insan aklını, kendi kapasi­tesi içerisinde ve algılayabileceği ölçüde çalışmaya yöneltmek ve imkan­sız olan şeylerle enerjisini israf etmekten alıkoymaktır. Bu tavır, Kur'ân'ın, msanlara muhtaç olduğunu vermek ve akıllarının alabilecekleri kadarını bildirmek prensibine uygun düşmektedir. Böylece Kur'ân, aklî enerjinin; yararsız, sonuçsuz ve kendisine ait olmayan alanlarda israfının önüne geçmiş olur.[185] Bütün bunlara rağmen bizim bildiğimiz her şey, ruhsal ni­teliklidir. Fiziksel acının bile ancak ruhsal izdüşümünü algılarız. Algılana­bilen nesneler dünyasını bize aktaran duygularımızın bütün algıları, ruh­sal imgelerdir. Ruhsal imgelerle öylesine çevrilmişiz ki, dışımızda kaîan nesnelerin doğasına ulaşmamız imkansızlaşmaktadır. Böylece bilincine vardığımız her şey, ruhsal araçlardan başka bir şey değildir. Ruhî bir şeyle fizikî bir nesnenin algılanması aynıdır. Aradaki fark, birinin nesneler dün­yasına diğerinin de ruhsal dünyaya ait olmasıdır.[186]

Yukarıda bir davranışın hangi doğrultuyu İzlemesinin kararını ru­hun verdiğini ve her deprenişte ruhun damgasını gördüğümüzü ifade etmiştik. Şimdi beden dili bağlamında “davranışların” niteliklerini psi­kolojik açıdan değerlendirmeye geçebiliriz. [187]

 

2. İNSAN DAVRANIŞLARI

 

2.1. Davranış: Tanımı Ve Güdüleri

 

2.1.1. Davranış

 

Davranış, bütün canlıların belli bir zaman dilimi içinde belirli bir uyarıma karşı olumlu veya olumsuz bütün hareketlerini kapsar. Zira herhangi bir uyanma karşı hiçbir karşılık vermemek de, şu veya bu şe­kilde karşılık vermek kadar anlamlıdır.[188]

Psikolojide, insan organizmasının uyarışlar karşısındaki tepkileri­nin bütününe davranış adı verilmektedir. [189] Buna göre davranış, bire­yin yaptığı her şeydir. [190] “Her davranışın temelinde son derece karma­şık sinirsel süreçler yer alır. Beyinde meydana gelen bu sinirsel süreç­ler, belirli bir düzen izleyip kaslara geçerek gözlenebilen davranışlar halinde dışa yansırlar.”[191]

İnsan davranışlarının önemli etkenleri arasında tam uyanlmışlık hali olan duygu ve heyecanlara [192] değinmeden geçemeyeceğiz. Çün­kü duygu ve heyecanlar nelere erişip nelerden kaçınmaya çalıştığımızı belirleyen yönlendirici ve güdüieyici güçlerdir.[193]

Temel ihtiyaçların karşılanıp karşılanmaması çeşitli duyguların or­taya çıkmasına bağlıdır. Hayatî tehlike geçiren bir insan korku ve kay­gıya kapılır. Sevilmediğini hissedince üzülür. Bir ödülle karşılaşan kim­se de sevinir ve heyecanianır. Buna göre sevgi, nefret, korku, ümit, sevinç, keder, neşe, kuşku ve sıkıntı, günlük konuşma ve davranışlar­da sık sık telaffuz edilen sözcüklerdir.

Duygular ve heyecanlar yaşantımızla birlikte meydana gelir. Hatta bunların, davranışların bir yanı olduğunu söylemek de mümkündür.[194] Bu bakımdan davranışın detayına inmeden önce duygu ve heyecan üzerinde durmada yararın olacağı açıktır. [195]

 

2.1.2. Güdüleri: Duygu Ve Heyecan

 

Bilindiği gibi duygu, belirü nesne, olay veya şeylerin, insanın iç dünyasında uyandırdığı izlenime denir. Heyecan için de buna yakın şöyle bir tanım yapılmıştır: “İçinde bulunulan ortamın algılanmasıyla ortaya çıkan, iç organları harekete geçiren, bedende, davranışta ve bilinçte kendini belirten duygusal süreç”tir, [196] Heyecan dış uyarıcıyla başlar ve bu uyarıcı, kişiyi algılamaya ve düşünmeye götürür. Korkma ve kaçma gibi bir davranışa da yol açabilir.[197] Bu demektir ki günlük yaşamımızdaki ilişkilerde önemli bir görevi de duygu ve heyecanları­mızı ifade eden sözsüz iletişim yüklenir. Yüz ifadelerimiz, bedenimizin duruşu, el-kol hareketlerimiz, sesimizin tonu nasıl bir duygu içinde olduğumuzu ifade eder.[198] Buna göre her türlü hareket tarzımız iç düzenimizi veya düzensizliğimizi yansıtır. Her duygu ve heyecan bi­zimle ilgili bir isteğin veya bir nesnenin durumuyla bağlantılıdır. Bu bağlantı olmadan etkilenmemiz düşünülemez. Bazen duygu ile heye­can karıştırılarak hata yapılmaktadır. Halbuki bunlar farklı şeylerdir. [199] Duygu, duyularımız sayesinde algıladığımız her şeydir. Bu bize dış etkenler ile gelir. Duyular bedenin korunması veya istekleriyle ilgili ol­duğundan beden dengesini bozmazlar. Birbirleriyle çatışmaları da söz konusu değildir. Her birinde istek belirince gereği yapılır. Örneğin İçim­de bir istek belirdiğinde onu yerine getiririm. Üşüdüğümde giyinirim, terlediğimde soyunurum, kötü bir ferdi uzaklaştırırım, rahatsız edici ses karşısında kulaklarımı tıkarım. Beni içten etkileyen şefkat ve sempa­tiyi kelimelerle, jest ve mimiklerle ifade edebilirim. Bu kabul edilince ki­şisel ilişkiler uyum içinde sürer gider. Görüldüğü gibi duygu, insan be­deninin korunmasına ve isteklerinin yerine getirilmesine yönelik be­densel istekten ibarettir.[200]

Heyecan ise, dengeyi bozan bir olay gerçekleştirildiğinde ortaya çıkar. O, organizmada gerginlik yaratır ve davranışların nedenleri ara­sında sayılır. [201] Arzularımız yerine getirilmediği veya tatminsiz olduğu­muz zaman duygular şekil değiştirerek heyecan halini alır. Bunun aksi de olabilir. Örneğin harika bir manzara veya sevgiliyle aniden karşılaş­ma gibi durumlarda ortaya çıkan geçici sevinç duygusu da bir heye­canı ifade eder. [202] Bunu şöyle de ifade edebiliriz: Heyecan, sevinç, korku, kızgınlık, üzüntü, kıskançlık ve sevgi gibi sebeplerle ortaya çı­kan güçlü ve geçici duygu durumundan ibarettir.

Heyecan, bütün bedeni etkiler. Bedeni etkileyince de hem davra­nışlarımızı etkiler hem de onlara yön verir.[203]

Heyecanlar, uzun süre bastmlamayabilir. Her bastırma, bir sıkışma gösterir. Sonuçta ya çıkış yolu arayan bir enerjiye dönüşür, ya da iç organlarımıza yönelerek dokusal hasarlara yol açtığı gibi [204] psikolojik rahatsızlıklara da sebep olabilir. Böyle hallerde yapılacak en önemli iş, heyecanı dindirecek davranışlar içine girerek bedeni rahatlatmaktır. Tıpkı çok hava basılmış bir topun havasını birazcık almak gibi.[205]

Duyguların dışa vurumu, haberleşme ve ilgi kurma açısından bü­yük bir önem taşır. Çünkü tüm iiişkiler, öznel bilgi alışverişine dayanır. Zira hiç kimse, nesnel alanı algılayamaz.[206]

Duyguların farkına varılması, bireyleri olumlu veya olumsuz olarak etkiler. Bu, uyarının bizde uyandırdığı duruma bağlıdır. Biz bu uyarı kar­şısında sevinç veya üzüntü, acı veya tatlı duygularımızı harekete geçire­rek değerlendirme yapar ve bir karara varırız.[207] Ancak değerlendirme­lerde, tecrübeleri bloke etmek, mevcut değerlerle İstenen değerlendir­meleri karşılaştırmak gerekir. Aksi halde değerlendirmelerimizle sadece bedensel armonimizi değil toplumsal ilişkileri de riske atmış oluruz.[208]

Duyularımızın farkına varıp kendi değerlendirmemizi yaptıktan sonra bir şey için ya “iyidir” ya da “kötüdür” veya “güzeldir” yahut “çirkindir” kararını veririz.[209]

Bu tür kararları insanlar, değişik şekillerde verir ve bunlara göre jestler ortaya koyarlar. Bilindiği gibi jest, herhangi bir şeyi açıklamak için genellikle el-kol veya baş ile yapılan içgüdüsel veya iradeli harekete de­nir. [210] “İnsanlar belli bir harekete belli bir oluş veya kılışa saymaca bir değer ve anlam vermek konusunda anlaşabilirler.”[211] Böylece bunların her biri birer işaret olur. Bu bir “sözcük” olabildiği gibi “hareket” de olabilir. İşte sistemieştirilen bu semboller, görüşme, anlaşma ve haberleş­me amacıyla kullanıldığı zaman saymaca dil meydana getirilmiş olur.[212]

Duygu ve heyecanın, davranışların sebepleri arasında sayılabilece­ği ifade edilmişti. Davranışların diğer sebeplerine geçmeden önce in­san organizmasındaki davranışların biyolojik temeline açıklık getirme­de yarar vardır. [213]

 

2.2. İnsan Davranışının Biyolojik Temelleri

 

2.2.1. İnsan Organizması

 

İnsan vücudu, olağanüstü niteliklerle donatılmıştır. O, bir yandan akıllara durgunluk veren bir kimya laboratuvarı diğer taraftan da esra­rengiz şifrelerle donanmış bir genler ağı. Ne insanlardaki parmak izleri­nin farklılığındaki sır, ne de yer küresi büyüklüğündeki bir bilgisayarın fonksiyonunu icra edecek beyindeki perde tamamen aralanabiliyor.

İnsan davranışı ve zihinsel işleyişi, birçok açıdan temelinde biyolo­jik süreçlere ait bilgiler olmaksızın çözülemez. Çevreden haberdar olun­masını ve orayla uyumu, hormon bezleri, sinir sistemi, kaslar ve duyu organları sağlar. Olayları algılamak, duyu organlarının uyaranları nasıl yakaladığına ve bu duyulardan gelen bilgiyi beynin nasıl yorumladığı­na bağlıdır.[214]

İnsan davranışının en önemli özelliklerinden biri, onun çok ne­denli ve karmaşık oluşudur. Her davranışın aitında binlerce sinirsel sü­reç yatar. Bu süreç saniyenin binde biri kadar kısa bir zaman süresi için­de sinir sistemi içerisinde gerçekleşir. Böylece dış dünyadaki ışınsal ener­ji (eşyanın görüntüsü), gözün retinasına iletilir, oradan da diğer görsel sinirler aracılığı ile insan beyninin değişik bölgelerine gönderilerek an­lamlandırılır. Bunun sonucunda uzanıp bardağı alma ve suyu içme davranışı gerçekleşir.[215]

İnsanın vücut organlarının işleyişindeki olağanüstülük [216], onun yaratılışında aşkın bir varlığın olduğunu açıkça hissettirmektedir. [217] İn­sanların beden üzerindeki çalışmaları, bedenin hem ruhî hem de on­daki organların çalışma yöntemlerine yöneliktir. Bir takım yorumlar dı­şında işin ruhî yönüne ulaşılamamaktadır. [218] Kurtubi (v. 671/1273)'nin ifade ettiği gibi insan, bir kanaldan yer içer, onun artıkları iki kanaldan gelir dökülür. İki gözüyle yerden göğe kadar yüzlerce kilometreyi görüş alanı içine alır. İki kulağıyla çeşitli sesleri dinler ve bunları birbirinden ayırarak tanır, insan bu yapısıyla, kendi üzerindeki aşkın bir ya­ratıcıya işaret eder.[219]

İnsan edilgen bir varlık değil; aksine algılayan, uyarıcıları işleyen ve anlamlandıran aktif bir varlıktır. İnsanı diğer canlılardan ayıran taraf da; insanın, gelen uyarıcıları işleyebilme ve anlamlandırabiime yeteneğidir.[220]

İnsan ruhu, her an ışık, renk, elem ve haz gibi duyumlarla karşıla­şır. Bu duyumlar üzerinde düşünmeye başlar ve fikirler edinir. [221] Bunu şöyle de ifade edebiliriz. Dıştaki ve içteki etkenler (açlık, susuzluk gibi güdüler) bizim üzerimizde etkide bulundukça; “algılama”, “hafıza” ve “düşünme” yeteneklerini kullanarak çevre hakkında bilgiler edinir, geçmiş olayları hatırlar, sorunları çözer ve gelecekle ilgili planlar yaparız.[222]

Biyologlar, insanın biyolojik yapısında bir değişiklik olmadığını; on bin sene önceki insanın da aynı sinir sistemine ve aynt öğrenme yete­neğine sahip olduğunu, ancak yaşayış biçimlerinde büyük farklılıkla­rın bulunduğunu tespit etmişlerdir.[223]

İçinde bulunduğumuz uygarlığa ulaşmamızı, asırlar önce gelip ge­çen insanlardan daha zeki ve daha yetenekli olduğumuza değil de da­ha çok şey öğrendiğimize borçluyuz, insanın öğrenme yeteneği, onun yaşayış tarzının sürekli değişmesine imkan verdiğini de biliyoruz.[224]

İnsan bedeni, iki temel parçanın işleyişi ile kurulur. Bunlardan biri “enerji” diğeri de “genetik” bilgilerdir. Enerji, besin maddelerinin par­çalanmasıyla ortaya çıkan kimyasal enerjidir. Fosfat birleşimi içinde bulunan bu enerji, vücut hücrelerinin ihtiyaçları doğrultusunda kulla­nılmak üzere saklanır. Ancak yukarıda da ifade edildiği gibi “bu orga­nik güç kaynağı, kendi İçinde bir mucizedir.'[225]

Bu güç, kalıtım yoluyla anne-babadan çocuğa geçen kromozom­larda saklıdır. Bütün vücut hücreleri 46 kromozomu kapsar. Bunların 23'ü babanın sperminden, diğer 23'ü de annenin yumurta hücresin­den geçer. Bu 46 kromozom 23 çifti oluşturur ve hücre her bölündü­ğünde kendi eşini yaratır.[226]

Her kromozom, gen adı verilen birçok ferdî kalıtım biriminden oluş­muştur. Tek bir gen, genetik bilginin bizzat tarayıcısı olan DNA molekü­lünün parçasıdır. Organizmamızın tüm çalışma bilgileri, milyonlarca hücrenin içinde aynı sıralama ile genetik kodlarla mevcuttur. Bu genetik bilgiler sayesinde bedenimiz kendi kuralları ile büyüme, gelişme ve kişi­lik özellikleri ile bezenmekte ve bunlara göre de ihtiyaçlarımız ve özellik­lerimiz oluşmaktadır. Bu genetik bilgilerin farklılığı, organizmaların ben­zersizliğini sağlamaktadır. [227] Böylece her türün üyeleri ortak bir kalıtımı paylaşmakta ve ancak türün içinde yer alan kalıtımsal değişiklikler, birey­ler arası farklılıklara yol açmaktadır. Zira her insan, türe özgü kalıtımın yanı sıra bireysel kalıtım taşımaktadır. Bireysel kalıtımdaki değişkenlik o kadar yüksektir ki ikizlerin dışında kimse birbirlerinin aynı olmamakta­dır. Hatta, ikizlerde bile parmak izleri dahil çeşitli biyolojik özelliklerine göre birbirinden ayırt edilebilmektedirler.[228]

Davranış için duyu organlarımız sayesinde algıladığımız her şey, o genlerde saklıdır. Organ sahibi bütün canlılar, haber alma sistemleri­nin gelişmesi doğrultusunda yaşamlarını sürdürebilirler. Her haber bir bilgiyi içerir. Ancak biz ihtiyaç duyduğumuzu sandığımız bilgileri ala­rak saklarız. Bu bilgilerin toplanması ve saklanması bizim varoluş sebebimizdir. Zaten duyularla bize ulaşan bütün bilgileri dikkate alma­mız mümkün değildir. Kaldı ki birçoğu bizi ilgilendirmeyebilir de.[229]

Bedenimize dönerek insan vücudunun bir beden dili açısından nasıl çalıştığını, organların birbirlerine nasıl bilgi akışı sağladığını ör­nekleriyle görmeye çalışalım.

Bedendeki uzmanlaşmış alıcı organlar, çevredeki belirli enerji tür­lerine seçici tepkiler gösterirler ve böylece biz duyumsama ve algıla­ma sürecine başlamış oluruz. Örneğin göz, ışık dalga boylarına; ku­lak, ses dalga boylarına; dil, kimyasal enerjiye seçici tepki gösterir. Alı­cı organlar, çok düşük düzeydeki uyarıcı şiddetine tepki de bulunamazlar. Biz duyarlı aletler tarafından ölçülebilen bazı ses dalgalarını duyamayız. Bazı ışık uyarıcıları da o kadar düşük şiddettedir ki, göz tarafından alınmaları imkansızdır. Bir alıcı organın uyaniabildiği en ufak uyarıcı şiddetine “mutlak eşik” adı verilir.[230]

Sürekli olarak uyarılan duyu organı, uyarıcının şiddetinde ve özelli­ğinde bir değişiklik olmazsa, o organ duyarlılığını yitirir. Duyusal eşikte yükselme olursa alıcı organ, gelen uyarıcıya alışır ve tepkide bulunma­maya başlar. Uyarıcıda bir değişiklik söz konusu olursa duyu organı ye­niden tepkide bulunmaya başlar.[231]

Duyusal uyum sebebiyle çevreden gelen belirli uyarıcılara dikkat edilmemeye başlanınca algılama yeteneğinin bütün gücü, çevrede deği­şen ve bilinmesinde yarar olan uyarıcılara ayrılabilmektedir. Duyusal uyum olmasaydı; örneğin iç çamaşırlarının, vücut ısısının ve çevredeki ses­lerin tümünün sürekli farkında olunsaydı, sınıfta sürekli ders dinlemek için dikkat toplanamaz, okunulan kitabı anlamakta güçlük çekilirdi.[232]

İnsan tabiatının gereği, duyusal uyumun yararlı olmadığı yerlerde organizma koruyucu mekanizmalar geliştirmiştir. Örneğin ağrıya uyum yapamıyoruz. Buna bir başka örnek verelim. Elinizi ateşe soksanız onun acısına da uyum sağlayamazsınız. Böylece uyum yapamama sayesinde, kendimize zarar verecek unsurlardan uzak dururuz. Organlar içinde gö­zün, normal şartlar altında görüntüye uyum sağlaması zordur. Zira göz sürekli titreşimler yaparak görüntüyü retinanın farklı yerlerine düşürür. Böylece bazı duyu organlarının uyum yapabilmesi bazılarının da bu uyu­mu yapamaması bireyin, çevredeki tehlikeli durumlardan sakınarak en verimli bir algılama süreci içinde bulunmasını sağlamış olur.[233]

İnsanlar kültür ve uygarlıklarını büyük ölçüde görme ve işitme or­ganı üzerine kurduklarından bu organlara birincil duyu organları adı verilmiştir. Diğer organların bize verdiği duyusal veriler de küçümse­nemez. Ancak bunlar sıklıkla kullanılmadığı için kendileri ikincil duyu organları olarak kabul edilmiştir. [234] Örneğin bir tat duyusu acı, tatlı, ekşi, sıcak, soğuk, sert, yumuşak ve lezzet duyumlarını alarak yiyecek zevkimizi etkiler. Böylece o, yiyecekler hakkında doğru karar vermemi­ze yardımcı olur. Koklama, dokunma, pozisyon ve organik duyumla­rın verdiği bilgilerin de, organizmanın sağlıklı işleyişine katkısı tartışı­lamaz. Kaslar ve eklem yerlerindeki hareket algılayıcı duyu hücreleri, iç çevredeki faaliyetler hakkında bize bilgi verir.[235]

Böylece her canlı, duyu organları aracılığı ile iç ve dış dünyadan gelen uyarımlardan haberdar olur ve onlara karşı gerekli davranışlar­da bulunur. [236] Canlıların tabiat ile ilişkisi yoğunlaştıkça hücreler için­deki dağınık sinir lifleri ihtiyaçlara cevap verebilmek için örgütlenmeye başlar. [237] Her duyu alıcı hücre grubu, genellikle belirli bir tip uyarıcı için özelleşmişlerdir. Böylece her duyu hücresinin tepkide bulunduğu enerji türü farklıdır. Gözdekiler, ışığa; kaslardakiler, mekanik baskı ve hareke­te; ağızdakiler, tada, kimyasal yapıya; kulaklardakiler, sese; burundakiler kokuya seçici tepkide bulunur. Bu duyu organlarının hepsi algıla­yabildikleri sinyalleri sinir sisteminin merkezi olan beyne taşırlar. Beyin bu duyu girdilerini, iç ve dış çevreden gelen uyarımları alır. Bunları, geçmiş yaşantıların ışığında değerlendirerek yeni şartlara göre davra­nışlarımızı düzenlemek üzere bu uyarıları çevresel sinir sistemine bağlı nöronlar aracılığıyla organlara gönderir. Böylece duyum sağlanır ve dış dünyaya karşı davranışlarımızı ayarlarız.[238]

Beyin ve omurilikten meydana gelen merkezî sinir sistemi, insan bedeninin davranış ve işlevlerinin bütününü koordine eder ve sinir sis­teminin bir bütün halinde işlemesini sağlar. Demek oluyor ki, beyinde bağımsız işleyen bir merkez yoktur. Beyin, sinir sistemi ve tüm beden bir bütün olarak çalışır. Ancak her hücre bir davranıştan sorumludur. [239] Bu genel açıklamalardan sonra organlarımıza dönerek onların bi­ze verdiği bilgilerin yaşamamıza nasıi bir yön belirlediğine ve kendi dilleriyle bizlerle nasıl konuştuklarına örneklerle açıklık getirelim: Göz­lerim kapalı olarak bir eve girmek istiyorum. Ancak kapıyı bulamıyo­rum. Gözlerimi açınca onlar, yardımıma yetişerek hem ayaklarımın hem de ellerimin rotasını düzeltiyor. Böylece eve girmeyi başarıyorum. Bütün organlarımız kendi yöntemleriyle dış dünyadan bizi ha­berdar ediyorlar, biz de yaşam için gerekli tedbirleri alıyoruz. Örneğin tat alma organımız, acı ve yakıcı yiyecekleri atmamızı; koku organları­mız, pis kokan çevreden uzaklaşmamızı kendi dilleriyle söylerler. Biz de, bedenimizin korunması için bu direktiflere uyarız. Bütün bunların arkına varmak, bedenimizi hem daha iyi tanımamıza aracı olmakta em de bizi rahatlatarak mutlu etmektedir.

Bedenimiz, dış dünya ile irtibatı duyu organlarımızla sağladığı ve haber alma sistemlerinin çalışması ve gelişmesi doğrultusunda yaşamını sürdürebildiği için bunlar üzerinde kısaca durmanın yararı olacaktır. [240]

 

2.2.2. Duyu Organları

 

2.2.2.1. Dokunma Duyusu

 

Cildiniz, fizikî olarak sıcaklık, soğukluk, basınç, acı ve ağrı duyum­larını alır. Derideki alıcı duyu hücreleri birbirleriyle daima etkileşim için­dedirler. Deri duyumlarının temelinde, tek tek sinirsel hücreler değil, karmaşık ve ilişki içinde olan duyu hücre örüntüleri yatar. [241] Kur'ân bu duyu hücrelerinin deride olduğunu “Şüphesiz âyetlerimizi inkar eden­leri gün gelecek bir ateşe sokacağız, onların derileri pişip acı duymaz hale geldikçe, derilerini başka derilerle değiştiririz ki acıyı duysunlar.”[242] âyetiyle açık bir şekilde ifade etmektedir. Dokunuşların ruhî açıdan da uyarıcı ve rahatlatıcı özelliği de vardır. İnsanlar, dokunma ile karşısın­dakine güven ve sempati duygusu sağlanmış olurlar.[243]

 

2.2.2.2.  Pozisyon Duyusu

 

Bedenin nasıl bir pozisyonda olduğunu bildiren alıcı hücreler var­dır. Hareket ettiğimiz zaman bedenimizin neresinin nasıl hareket ettiği­ni bu duyu hücreleri bildirir. Bu alıcı hücreler olmasaydı bedensel hare­ketimizi koordine etmek zor olurdu. [244] İşin bu yönü bedenin maddî ola­rak işleyişini programlayan yönüdür. Bu sinirsel uyarılar sonucu bir ta­raftan bedenimizin hareketlerinden haberdar olurken diğer taraftan da bedenimizi fizikî olarak hem korumuş hem de işleyişini sağlamış oluruz.

Bir de onun insanî ilişkilerde aldığı pozisyonu; yeni toplumsal du­rum ve konumu vardır. Bununla değişik ortam ve şartlarda aldığı duruş şekli ve tavrını kastediyoruz. Örneğin otururken veya yürürken omuzla­rın geri çekilmesi sizi duygusuz öfkeli, düşüncesiz, kavgacı ve despot gösterebilir. [245] Bedenin diğer anlamlı pozları; oturuş ve yürüyüş şekilleri ve duygusal her türlü hareket buna ilave edilebilir ki bunlar üzerinde daha sonra durulacaktır.[246]

 

2.2.2.3.  Koklama Duyusu

 

İnsan beyninin küçük bir kısmı, koku aima görevine ayrılmıştır. Özel­likle köpek gibi bazı hayvanlarda bu duyu son derece gelişmiştir. Koku duyusu, duygu ve heyecan yaşantımızla sıkı sıkıya ilgilidir.[247]

Koku alma hücreleri, her iki-üç günde sürekli olarak kendilerini yenilerler. Yeni hücreler koku alamaz durumdayken gelişirler, bir süre sonra koku alabilecek duruma gelirler. Üç gün sonra ölerek yerlerini yeni hücrelere bırakırlar.[248]

Bu duyu sayesinde bedenimizi rahatsız eden kokulardan kaçıp; hoşnut edenlere de koşarak bedenin bu konudaki ihtiyaçlarına cevap veririz. Diğer taraftan da etrafımızdaki çeşitli koku ve parfümlerden anlamlı mesajlar alırız.

Burnun, koku alarak bize yardımcı olması dışında -çok hareketli bir organ olmamasına rağmen yine de- beden dili açısından birçok anlamlı davranış gösterecek yeteneğe sahiptir. Pis kokudan rahatsızlı­ğı ifade için burnu buruşturmak bunun örneklerindendir.[249]

 

2.2.2.4. Tat Duyusu

 

Tat alma duyusunun alıcıları, dilin yanlarında, arkasında ve gırtlakta yer alırlar. Bunlar tomurcuklar halindedir. Her tomurcukta 20'den fazla tat ve lezzet alma hücresi vardır. Bu alıcılar bütün tat ve lezzet alma deneyimi­ne katkıda bulunurlar.[250] Hayvanların yiyecek maddelerindeki tercihli davra­nışları onların da farklı tat alma alıcılarına sahip olduğunu gösterir.[251] Ağzı­mız, tat alma yeteneğine sahip hücrelerle donatılmıştır. Dil, hoşlandığı bir tat karşısında damağa yaklaşır; hoşlanmadığımız bir tat karşısında da sağ, sol ve dışarı hareketi ile yiyeceği iter. Dudaklar, hoşlanılan bir tat alındığın­da açılır. Hoşlanılmayan tat karşısında ağız ve baş aynı anda geriye düşer. [252] Bunlar iyi veya kötü tat karşısında bedensel cevaplardır.

Tat alma duyusu, yiyeceklerin tarifinde büyük rol oynadığı gibi canlıları hem zararlı yiyeceklerden uzaklaştırır, hem de onlara verdiği damak zevki ile güzel yiyecek hazırlamalarını sağlar. Bu yapılanlar da tat alma duyusuna cevap teşkil eder. [253]

 

2.2.2.5.  İşitme Duyusu

 

Dışımızda oluşan her türlü uyanlar duyularımız yoluyla toplanır. [254] Sözlü mesajlara işitme duyusu eşlik eder. İşitmeden yoksun olan in­sanlar konuşmayı da gerçekleştiremez.

Konuşma, işitme duyusu üzerine kurulmuştur. Ses duyusu, sıkışan ve gevşeyen hava moleküllerinin yarattığı ses dalgalarının kulaktaki alıcı hücreleri etkilemesiyle oiuşur.[255]

Kulağımız bütün sesleri duyma yeteneğine sahip değildir. İnsan kulağı, yaklaşık 20-20.000 hız arasındaki frekanslı sesleri duyar.[256]

Vücut içinde kalp atışından kan dolaşımına kadar her şeyin sesi vardır. Ancak bunların frekansları düşük olduğu için onları duyamayız. Bunlar, sürekli duyulsaydı dış dünyadaki seslerin algılanmasında güçlük çekilirdi.[257]

Bütün bu durumlar, dinleme sürecinin sadece fizyolojik boyutu olan işitmedir. İşin beden dilini ilgilendiren tarafı ise ses tonudur. Ses tonu duygularımızın en önemli aktarıcısıdır. Mutluluk, hüzün, samimiyet ve tereddüde varıncaya kadar bütün duygular, sesin temposu özelliklen ile aktarılır. Sesin müziği de hayatın ayrı bir gerçeğidir.[258]

 

2.2.2.6. Görme Duyusu

 

Gözümüzün algılayabileceği ışık enerjisi, elektromanyetik dalga değişiminin ufak bir bölümünü oluşturur.

Göz karmaşık fakat son derece mükemmel işleyen bir mekaniz­maya ve bir mum ışığını 35-40 km uzaklıktan görebilen bir duyarlığa sahiptir.[259]

Duygulandığımız veya ilgilendiğimiz zaman göz bebeğimiz ge­nişler. İlgi duyduğumuz nesnelere bakarken de göz bebeğimizin büyü­düğü tespit edilmiştir. Göz merceği uzak ve yakın cisimlerin görüntü­sünü retina üzerine açık ve net olarak düşürebilmek için devamlı uyum yapar. Yakındaki cisimlere bakarken mercek kalınlaşır ve uzaktaki ci­simlere bakarken incelir. Değişik sebeplerden ötürü göz merceği bu yeteneği kaybedebilir.[260]

Bakışlar, insanı olumlu ya da olumsuz olarak ele verir. Onu için in­sanlar gözbebeklerini saklamak için renkli gözlük kullanarak duygula­rını açığa vurmazlar. Bilindiği gibi insanı algılamanın en sağlıklı yolu göz temasıdır.[261]

 

2.2.3. Duyum ve Algılama

 

Çevre ile ilgili bilgilerin, bize duyu organları vasıtasıyla geldiğini yukarıda ifade etmiştik. Bu bilgilerin, bir de algılama süreci vardır.

Duyu organlarımızca taşınan bu bilgiler, örgütlenip yorumlanarak anlamlandırılır. Birbirinden bağımsız bir şekilde oluşan görme, duyma, koklama, tatma, dokunma gibi değişik duyu organlarından gelen du­yusal veriler, algı süreci aracılığıyla anlamlı bir bütüne dönüşür.[262]

Çevremiz sürekli değişim içinde olduğu için organizmamız buna uyum sağlamak zorundadır. Bu uyum, onun programında vardır. Ak­tüel ve anlık bilgiler, hayatın akışı içerisindeki etkenler ve işleyişler, kısa süre içinde hafızada tutulur ve kullanılır. Örneğin otomobilimle bir caddeden geçiyorum. Bu geçiş esnasında, hızımı ayarlayışım, sağa sola dönüşüm, korna çalışım, ışıklarda duruşum ve geçişim için bey­nim bir program hazırlamıyor, O sadece anlık bilgilerle kısa süreli uy­gulamalar kullanıyor.[263] Bu, randevu defterine benzemektedir. Rande­vu defterinde yapılması bitirilen bilgiler, sürekli arkaya not alınır. Kısa süre sonra bu notların işi bitince atılır. Şayet daha sonra kullanılacak bilgi varsa o da, başka yere not edilir. Hareket halinde zihnimizi dai­ma açık tutmak ve bize ulaşan anlık bilgileri anında kullanmak, yaşa­mı sürdürebilmek için bir zorunluluktur. Bu da yetmez. Zira insan, or­ganizmanın ihtiyaç duyduğu maddeleri üretebilmeli ve çevresini, ihtiyaçlarına paralel olarak algılayabilmeiidir.[264]

Çevrenin, ihtiyaçlara göre algılanması, çevre ile iletişimin başlangı­cıdır. Duyu organları, canlı varlığın çevreye açılmış pencereleri gibidir. Bunlar, hem beden içinden hem de dış çevreden gelen etkilerin alıcı organlarıdır. Göz, kuiak, dil, burun ve deri bunların başlıcalarındandır. Görme sisteminde hangi nesnenin algılanacağının tayini, şekil düzeni­ni algılama ve tanıma süreçleri tarafından yapılır. Gördüğümüz nesne­nin elma mı su mu olduğunu bilmeden, bu nesnelerin yenilebilir veya içilebilir olduğunu anlamanın imkanı yoktur. Onun için önce nesnenin ne olduğunu bilmenin gerekliliği önemli bir husustur.[265]

Duyu, alıcı hücrelerin dış çevredeki fiziksel enerjileri yakalayarak sinirsel enerjiye çevirmesi ile oluşur. [266] Böylece çevreden gelen bu etki­lerin duyulabümesi yetisine duyu [267]; duyular aracılığı ile edinilen izle­nime de duyum denir. Algılama da dikkati bir şeye yönelterek o şeyin bilincine varmaktır. Buna göre algı, “duyu verilerini örgütleyip yorum­layarak çevremizdeki nesne ve olaylara anlam verme sürecine verilen addır.”[268] Başka bir ifade ile “algı, çevreden gelen uyarıların toplanma, organize edilme, anlaşılma ve değerlendirilme sürecidir.”[269]

İnsan, dış dünyayı kendi ruhsal değerleri ile anlamlandırıp bunu kendi dışındakilere ifade etmek ihtiyacını duyar. Böylece insan, iletişi­me hazır duruma gelir.[270] Çevremizdeki olay ve nesneleri duyu organ­ları vasıtasıyla algılarız. Nesneleri algılamadan önce onlar üzerinde duyum yoluyla bilgi edinmek gerekir. Dış uyaranlar, duyularımız yo­luyla toplanır. Alıcı organlar, nesne ve oiaylann niteliklerine göre farklı duyusal veriler üretirler. Bu veriler ağırlık, hafiflik, sıcaklık, soğukluk, yumuşaklık, sertlik ve kırmızılık vs. gibi belirtilerdir.[271]

Duyularımız, alıcı hücrelerin dış çevredeki fiziksel enerjileri yakalaya­rak sinirsel enerjiye çevirmesi ile görevlerini yapmış olurlar. Bu sinirsel enerji beyinde işlenir ve bu işlemin sonucunda bir algısal ürün ortaya çıkar.[272] Algı, duyudan farklıdır. Zira algılama anında beyin, bireyin içinde bulunduğu durumdan beklentilerini, geçmiş yaşantılarını, diğer duyu ornanlarından gelen başka duyuları, toplumsal ve kültürel etkenleri hesaba katar. Gelen duyuların seçimi, bazılarının ihmal edilmesi, bazılarının da kuvvetlendirilmesi, arada olan boşlukların doldurulması ve beklentilere qöre adlandırılması bu aşamada yapılır. [273] Duyu organlarının beyine ilet­tikleri duyular basittir. Algılama işi ise son derece karmaşık bir süreçtir. [274] Dış dünyamız, etkileşimlerle doludur, orada olup bitenlerin büyük bir kısmını duyu organlarımız yakalar. Ancak biz burada ihtiyaç duy­duğumuz bilgileri almakla seçici davranırız. [275] İşte bu bilgilerin top­lanması, algılanması, sıralanarak saklanması, ihtiyaç ve ilgi duyduğu­muz yönde hayata ve harekete geçirilmesi, bizim yaşamımızı sürdüre­bilmemizin sebebidir.[276]

Algılama yeteneğimizin birçoğu doğuştan geiir. Bir kısmı da öğ­renmeğe dayalıdır. Ancak bunlar birbirini daima etkiler ve öğrenilen becerileri algılamanın temelinde bu iki süreç beraberce bulunsa da bazen biri bazen de öteki ağırlığını gösterir.[277]

Genel olarak kadınların algılama yeteneğinin, erkeklerden güçlü olduğu kabul edilmiş ve bu “kadın sezgileri” adı verilen bir inanışa yol açmıştır. Kadınların küçük ayrıntıları fark eden bir göze ilaveten be­densel işaretlen yakalamak ve çözmek konusunda doğuştan gelen bir yetenekleri vardır. Erkekler, çoğu kez kadınlara yalan söylemeyi başa­ramazken; birçok kadının hiç anlaşılmadan kocasını aldatabildiği ileri sürülür.[278] Kadınların algılama yeteneğinin erkeklerden güçlü olması­nın sebebi, kadınların çocuk yetiştirmesine ve çocuğun ilk birkaç yılın­da annenin onunla iletişim kurabilmek için beden dilini fazlaca kul­lanmasına bağlıdır.[279] Yeteneklerin çeşitli şekillerde alıştırmalarla geliş­tirildiği dikkate alınırsa, bunu kabulde zorluk çekilmez.

Canlılar, çevreleriyle belirli bir uyanıklık içerisindeyken ilişki kurabilir. Algılama ve algıladıklarımızı yorumlama görevlerini ifa için bu uyanıklığa ihtiyaç vardır. Uyanıklık durumu, duyu organları ile sağlanır, iç ve dıştan gelen uyarımlar, duyu haline çevrilerek bir taraftan bunlanrın duyurulma yolları aranırken, diğer taraftan da bu görevlerin sürdürülebilmesi için canlıların belli bir düzeyde uyanık kalmaları şartlandırılır. Normal uyanıklık dönemlerinde beyin biyoelektrik aktivitelerinin temel ritmini oluştu­ran ve saniyedeki sıklığı 9-10 kadar olan alfa dalgaları, uykunun başla­ması ile birlikte yavaşlar, azalır, giderek bütünü ile kaybolur. [280] Kaba bir tanımıyla beyin ile omuriliğin birleştikleri bölümden, beyin kabuğuna kadar yayılan ve küçük sinir hücrelerinin, birbirleriyle olan çok yoğun ağsı ilişkiler kurması ile oluşan örgütlenme, iç ve dış dünyadan gelen uyarımların ışığında canlının uyanık kalmasını sağladığı sanılmaktadır.[281]

Son 20-30 yıldır merkezî sinir sisteminde ağsı örgüt adı verilen ye­ni bir örgütlenme tespit edilmiştir. İç ve dış ortamdan gelen uyarımlar duyu haline çevrilerek canlıların belirli bir düzeyde uyanık kalmaları sağlanır. Bu da beyindeki, bu ağsı örgüt uyarılarak temin edilir.[282]

Sürekli uyanıklılık başta beyin olmak üzere bütün vücut organları­nın yorulmasına sebep olur. Bu organların görevlerini tam yapabilme­leri için dinlenmeye ihtiyaç duyulur. Böylece uyku olayı devreye girer. Uyku, sağlıklı canlılarda içinde bulundukları gelişme basmağına uy­gun olarak oldukça düzgün bir biçimde bir ruh halinden diğer bir ruh haline geçmeyi sağlayan biyolojik bir ritimdir. [283] Yani uygun ve düzenli aralıklarla tekrarlanan biyolojik bir olaydır.

Uyku, canlının kararlılık halini sürdürebilmesi için gerekli olan be­lirli bir dinlenmeyi amaçlar. Zira uyku halinde çevrenin algılanması ya­vaşlar, dikkatlilik alanı daralır, gözler kapanır ve duyu organlarının ça­lışmalarında genel bir yavaşlama başlar. Kas gerginliklerinde azalma görülür. [284] Sinir hücrelerinde uyarıcıya olan tepkiler azalır (inhibisyon) ve uykuya geçilir.[285]

 

2.3. İnsan Davranışlarının Gelişimi Ve Biçimlenme Süreci

 

2.3.1. Davranışların Sebepleri

 

İnsan, zayıf yaratılışlı,[286] başına gelen sıkıntıda başkasını yardıma çağırma eğilimine sahip[287], ümitsizliğe kapılabilen [288], tez canlı, [289] haya­tın güzel şeylerini isteyip aramaktan usanmayan[290], iyilikten hoşla­nan [291] bir canlı olduğu için daima başkalarına ihtiyaç duyan bir varlık­tır. Diğer canlılardan bir farkı da, düşünür, hatırlar, öğrenir ve ister ol­masıdır. O, su içme, yemek yeme, oturma, kalkma, gözünü kırpma, yüzünü buruşturma, arkaya dönme, yola arkadaşıyla birlikte çıkma, başkaları tarafından kabul görme ve başarılı olma ile ilgili durumlara ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaçları yerine getirmek üzere harekete geçer ve bütün hedeflere ulaşmak için birtakım davranışlarda bulunur. Onu ta­nımak, onun hayattan ne beklediğini ve ne gibi etkiler altında nasıl davrandığını bilmekle mümkün olur. O halde onun davranışlarının ar­kasındaki sebepler nelerdir?

Davranışlarının sebebini bulmak çok kolay değildir. Zira insan hem içten hem de dıştan gelen uyarıcıların karmaşık etkileriyle hare­kete geçmiş olabilir. Örneğin sınavda sürekli başını kaşıyan bir öğren­ci, gerçekten buna ihtiyaç olduğundan mı, sınavda sıkıldığından mı, yoksa her iki sebebin birleşmesinden mi bu davranışta bulunur? Bü­tün bunları tam olarak tespit etmek oldukça zordur.”[292]

Bireyleri bu davranışlara iten sebeplerin ne olduğu konusunu irdele­yen psikologlar, bunlar için birçok sebep tespit etmişlerdir. Onlara göre genelde organizmayı birtakım davranışlara yönelten sebepler; ihtiyaç, ilgi, dürtü, istek, iştiha, arzu, amaç, ideal ve tutku gibi kavramlarla ifade edilir. Bunların hepsine birden güdü denilir. Güdünün İngilizce karşılığı olan “motive”, “hareket etmek” anlamındaki Latince sözcükten gelmektedir. Bu bakımdan güdü, davranışı harekete geçirici olarak düşünülebilir.[293]

Güdü sözcüğü yerine bazen “ihtiyaç” ve “dürtü” kelimeleri de kullanılır. Bunların eş anlamlı olduklarının söylendiği de olur. Halbuki aralarında ufak tefek farklılıklar da vardır.

Bireyin fizyolojik ve psikolojik davranışlarının büyük bir kısmı, var­lığını sürdürmeğe, kendini gerçekleştirmeye yarayacak en elverişli şartlan bulundurma amacını güder. Organizmayı çeşitli davranışlara iten güdüler, farklı ihtiyaçlardan doğar. İhtiyaç sözcüğü, psikolojide insanın gelişimi ve çevresiyle uyumlu bir ilişki kurabilmesi için gereken önemli şartların eksikliği anlamında kullanılır. Organizmada dengenin sağla­nabilmesi için ihtiyaçların giderilmesi gerekir. Onun için de bazı dav­ranışlarda bulunmak zorunluluğu doğar. İşte bu eksikliğin duyulmasına ihtiyaç; eksikliği gidermek için organizmada beliren güce dürtü; organizmanın, ihtiyaç gidermek İçin belli bir yönde etkinlik gösterme eğilimine de güdü denir. Organizmayı belli davranışlara sürükleyen bu içsel olayların bütününe ise güdülenme adı verilir.[294]

Güdülerin sınıflandırılması kolay olmaz. Onun için de bu konuda çeşitli sınıflandırma biçimleri ortaya konulmuştur. Psikologlar arasında yaygın olarak bunların, “fizyolojik güdüler” ve “sosyolojik güdüler” olmak üzere iki bölümde incelendiği görülür.[295]

Beden davranışlarının nereden kaynaklandığı konusuna belli ölçüde açıklık getirebilmek için bunları tek tek ele alarak incelemeye çalışalım. [296]

 

2.3.1.1. Fizyolojik Güdüler

 

Fizyolojik güdüler, yaratılıştan kalıtım yoluyla gelen güdülerdir. Hayvan ve insanlarda ortak olan bu güdüler, onların yaşama, var olma ve beden dokusunun canlı kalabilmesi için gereken ihtiyaçlardan doğarlar. Örneğin; insan acıktığında yiyeceğe ihtiyaç duyar. Bunu gi­dermek için bedende açlık denen bir güç belirir. Bu ihtiyacı gidermek için de, etkinlik eğilimi baş gösterir. Sonuçta gereği yapılır. Bu ve ben­zeri güdüler evrensel güdülerdir. Açlık, susuzluk, lüzumsuz maddele­rin bedenden atılması, dinlenme, uyuma, merak, duyusal uyarılma, cinsellik ve analık gibi güdüler, bunlara örnek olarak gösterilebilir.[297]

Bu güdüler son derece karışıktır. Doğan Cüceloğlu'nun dediği gi­bi “yemek yeme ve onun altında yatan açlık duygusu” gibi son dere­ce basit zannettiğimiz bir davranış bile henüz bütün ayrıntılarıyla an­laşılmış değildir.[298]

Bu fizyolojik güdüler yanında bir de sosyal güdüler vardır. Bunlar diğer insanları da içine alan güdülerdir. [299]

 

2.3.1.2. Sosyal/Psikolojik Güdüler

 

Bu güdüler, güvenlik, sevilme ve itibar gibi öteki insanlarla ilişki­den doğan toplumsal güdülerdir. Bunlar, sonradan öğrenilir, varlığın ve benliğin korunması ile ilgilidirler.

Başka insanlarla ilişki kurmak, sosyal hayatta en önemli uğraşılarımızdandır. Sosyal güdülerin kaynağı bebekliğin ilk günlerine kadar uza­nır. Bu güdüler, yardıma ihtiyaç duyan bütün canlıların yavrularında gö­rülür. Bunlardan birkaçını verelim. [300]

 

A. Sevme Ve Birlikte Olma Güdüsü

 

Sevme ve birlikte olma güdüsü, birbirleriyle yakından ilgilidir. Bun­ların toplumda uyum sağlama açısından önemi çok büyüktür. Bu gü­düler sayesinde çocuk annesine yaklaşarak hem beslenir, hem de çev­reden gelen tehlikelerden korunur. Çocuklar büyüdükçe çevre şartları onların bir taraftan annelerinden kopmalarını; diğer taraftan da hem insanları sevmelerini, hem de onlarla ilişki içerisine girmelerini zorunlu kılmaktadır. Psikologlar, bu durumu sosyal gelişmenin kaçınılmaz ve devamlı bir kuralı olarak takdim ederler.[301] Bu davranışlar, Kur'ân'da ifade edildiği gibi insanın zayıf yaratılma [302] ilkesinin de gereğidir.

Sevme ve birlikte olma güdüsü, organizmanın ihtiyaçlarından ve dokunmanın verdiği rahatlıktan kaynaklanır. [303] Bu güdüler ve on sekiz aylık çocuklarda gözlenen “paylaşma” ve “yardımseverlik” güdüleri, ondaki kalıtım yoluyla gelen yetenekte mevcuttur. [304] Birliktelik güdü­sünün, kısmen merak ve kurcalama kısmen de korkudan kaynaklandı­ğı da ileri sürülmüştür.[305]

 

B. Güvenlik Güdüsü

 

Bu güdü hem sosyal hem de ekonomik güvenlik biçiminde belirir. Bu her iki güvenlik de, gücünü hayatta kalmak ve sağlıklı yaşamak güdüsünden alır.[306]

Sosyal güvenlik, başkaları tarafından sevilmek ve beğenilmek ar­zusu olarak kendini gösterir. Sevilme isteği kuvvetli bir ihtiyaçtır. Eko­nomik güvenlik ise iyi gelire sahip olma arzusu ile tanımlanabilir. Bu güdü insanları çatışmaya sevk eden önemli sebeptir.[307]

 

C. Saygınlık Kazanma Güdüsü

 

Herkes başarılı ve saygın kişi olmak ister. Eksiklik ve küçüklük kay­gısı da insanı rahatsız eder. Onun için psikologlar prestiji de ayrı bir güdü olarak ele alırlar. Bu güdü; küçük yaştaki çocuklarda oyun faali­yetleri sırasında görülür. İleriki yaşlarda başarılı olma ihtiyacı şeklinde gücünü artırarak devam eder.[308]

Birey, başkalarıyla kıyasladığı zaman kendini iyi bir konumda gör­mek ister. Hatta başkalarının ne düşündüğünü hesaba katmadan kendişine saygı duyma ihtiyacını da hissettirir. Saygınlık kazanmak, sosyal onay alma ve kendilik saygısını bulma şeklinde kendini gösterir.[309]

 

D. Özgürlük Güdüsü

 

Özgürlük bir ihtiyaçtır. Bu güdü de insanın yaratılışında mevcuttur. Hiçbir insan küçük yaşlardan itibaren davranışlarının engellemesini iste­mez. Üç beş aylık bebek bile kolları ve bacakları sıkı tutulduğu zaman yüzü kızarır, ağlar ve kurtulmak için bütün gücünü sarf eder.[310]

Her çocuk doğduğu günden beri “kendi başına olma” eğiliminde olması ve 18 yaşını bitirdiği zamanlarda da evden uzak yaşama şart­larını hazırlamaya başlaması, bu güdünün delilidir. Bunu yapamayan genç, arkadaşlarının olumsuz yargısıyla karşı karşıya kalır.[311]

 

E. Yeterli Olma Güdüsü

 

İnsanda yeterli olma güdüsü de yaratılışında vardır. Ünlü psikolog White'a göre insan ya da hayvan organizması, görebildiklerini gör­meye ve yapabildiklerini yapmaya güdülenmiştir. Bunlar bütün yete­neklerini kullanma güdüsüyle yaratılmışlardır. Bu yetenekleri kullan­makla doyum sağlarlar. Görmek ve yapmak onlar için bir ödüldür. Ör­neğin bir çocuk bile ayakta durmak için çaba sarf eder. Bunu başarın­ca da hoşlanır, güler ve bundan bir haz ve doyum sağlar.[312]

 

F. Hazza Ulaşma Ve Elemden Kaçma Güdüsü

 

Hazzın, bir güdünün doyum sağladığında ve hedefe erişildiğinde duyulan his olduğunu yukarıda ifade etmiştik. Bireyin zarar verecek şey­lerden uzaklaşma, organizma için yararlı olanlara yaklaşma eğilimi, ge­niş ölçüde fizyolojik güdülerden kaynaklanır. Ancak zamanla bu güdü­ler, toplumsallaşır. Hazza yönelme ve elemden kaçma eğilimi karmaşık bir hal alır. Sonuçta ileride gerçekleşecek, bir hazza ulaşabilmek için uzun süre sıkıntılı çalışmalara kendimizi verecek duruma gelebiliriz.[313] Zira Kur'ân'da da ifade edildiği üzere hazza ulaştıracak şeylerin önünde güçlükler, sıkıntılı şeylere itecek durumların önünde de, güzellikler saklı olabilir.[314] Haz ve elem güdülerinin karmaşıklığı da buradan kaynaklanır. [315]

 

G. Saldırganlık Güdüsü

 

Bir güdünün engellenmesi, saldırganlık güdüsünün ortaya çıkma­sına sebep olmaktadır. Saldırganlığın kalıtım yoluyla mı yoksa top­lumsal güdülerle mi ortaya çıktığı konusu tartışılmış ve her iki görüş de, taraftar bulmuştur. [316] Ancak bir süt çocuğunda güdülerin engel­lenmesi ve bazı sınırlamaların öfkeye neden oluşu [317], bu güdünün in­san tabiatında olduğu tezini güçlendirmektedir. Freud(1959) ve Lorenz(1996), saldırganlığı kalıtıma görüş açısından ele almışlardır.[318]

Saldırganlık tavrı, daha ileriki yıllarda gelişme, başarı ve üstünlük ihtiyacının doyurulmaması sonucunda ortaya çıkmaktadır. Ayrıca za­rarlı şeylerden korunma ihtiyacının bir belirtisi olarak da görülebilir.[319]

öğrenme ve modeli örnek almanın, saldırganlık üzerinde önemli etkisi vardır. Örneğin televizyonda saldırganlık görüntülerini seyreden çocuklarda saldırganlık davranışlarının arttığı tespit edilmiştir.[320]

 

H. Vicdan/Doğru Ve Yanlış Güdüsü

 

Vicdan, iyilik ve kötülüğü ayırma mefekesidir. Bu melekenin köke­ni hakkında tartışmalar yapılmış; bazıları bu güdünün doğuştan var olduğu görüşünü savunurken bazıları da tecrübe ve gelişme sonu­cunda elde edildiği tezini ortaya atmıştır. Bir kısım bilim adamı da, vicdanla aklı, bir kabul etmiştir.[321]

Sokrat, Jan Jack Roussea ve İngiliz filozoflarından Shaftesburg (1671-1718)'e göre vicdan, Allah'ın insanların kalplerine ilham ettiği bir melekedir. Onlara göre gözle gördüğümüz bir şeyin, siyah veya beyaz olduğunu nasıl anlıyorsak, bizdeki bir güçle bir işin iyi mi kötü mü olduğuna da hemen hükmederiz.[322]

Bazı bilim adamaları da, vicdanın; yani neyin doğru neyin yanlış olduğuna ilişkin ahlakî değerlerin, öğrenme sonucu kazanıldığını ve bunda ahlakî gelişimin etkili olduğunu [323] ileri sürerler.

Kur'ân'a göre ise iyilik ve kötülük duygusu, yaradılışta herkeste mevcuttur. Bunu “Allah, insan benliğini yaratılış amacına uygun ola­rak şekillendirdi ve ona birtakım kabiliyetler vererek iyilik ve kötülük­leri ilham etti.”[324] âyetinden öğreniyoruz. Bu âyeti destekleyen hadis­ler de vardır: “İçini tırmalayan kalbinde çarpıntı husule getiren gönlü­nü bulandıran şeyi bırak.”[325], “İyilik, ahlak güzelliğidir. Kötülük de içini rahatsız eden kalbinde sıkıntı husule getiren ve bir de halkın görmesi­ni ve duymasını istemediğin şeydir.”[326] “İyilik, ruhun kendisine ısındığı kalbin rahatladığı şeydir. Kötülük de ruhun kendisinde ısınmadığı, kal­bin rahatlamayıp huzursuzluk duyduğu şeydir. Her ne kadar bunun aksine hüküm verseler de.”[327] “...doğruluk kalbin ısındığı sükun bul­duğu şeydir. Yalan da gönüle ızdırap ve darlık veren şeydir.[328] hadis­leri de, iyilik ve kötülüğü ayırma yeteneğinin Allah tarafından yaratılışta verildiğini net bir şekilde ifade etmektedirler. [329]

 

2.3.1.3. Fizyolojik Ve Toplumsal Güdülerin Karşılaştırılması

 

Toplumsal güdüler çok karmaşık olduğu için onları tanımak güç­tür. Örneğin kendisini bilime vermiş birisinin gece gündüz onunla uğ­raşıp zevk ve eğlencelerden uzak kalması, ya bilimsel tecessüsten, ya şöhret ve tanınma ihtiyacından ya da zengin olup çoluk çocuğunun geçimini temin etme düşüncesinden kaynaklanabilir.

Analık güdüsü gibi bazı fizyolojik güdüler, başkalarını da ilgilen­dirdiği için sosyal bir nitelik kazanarak sosyal davranışlar biçiminde görünür. Bireyin yaşı ilerledikçe kendisinde toplumsal güdülerin hem sayısı çoğalır, hem de bunların davranışlara olan etkisi artar.[330]

Fizyolojik güdüler, doğuştan itibaren kendisini göstererek canlı varlığın yaşamasını sağlarken; toplumsal güdüler sonradan öğrenilip bireyin benliğini ve sosyal çevresindeki statüsünün ve güvenliğinin ko­runmasını sağlar.

Bütün canlılarda aynı biçimde görülen fiziksel güdüler, ilk yıllarda görülür ve evrenseldir. Toplumsal güdüler İse ileriki yıllarda güç kaza­nır ve toplumdan topluma değişiklik gösterir.

Toplumsal güdüler, fizyolojik güdülerin gelişmesinden meydana gelmekte ve onlar kadar önem arz etmektedir. Örneğin ilk anlarda para, geçimi temin ve açlığı giderme güdüsüyle kazanıldığı halde, daha sonra da bu güdü şöhrete, sosyal statüyü korumaya dönüşebil­mektedir.

Davranışı meydana getiren bu etkenleri verdikten sonra davranı­şın nasıl kazanıldığı ve yitirildiği konusuna geçebiliriz. [331]

 

2.3.2. Davranış Kazanma Ve Yitirme

 

Toplumsal ilişkilerin sağlıklı olarak düzenlenmesi ve sinir sistemi­nin gelişmesine bağlı olarak doğumdan ergenlik çağına doğru davra­nışlarımızın gelişme süreci izlendiğinde, gelişme düzeyinin arttığı ve buna bağlı olarak da daha ayrıntılı algılamalara ve yorumlamalara ge­reksinme zorunluluğu duyulduğu [332] görülür.

Canlılarda toplumsallaşma ihtiyacının yoğunlaşması, gelişme sü­recinin en önemli kilometre taşlarından biridir. Çeşitli sebeplerle top­lum dışında kalan bir canlı toplum arasındayken geliştirdiği yeteneklerini yitirir. Örneğin bir çocuk belli bir yaşa kadar konuşma imkanın­dan mahrum bırakılmış ve ses organları konuşmaya alıştırılmadan ge­lişmişse hekimler, onun konuşma yeteneğini tamamen kaybedeceği kanaatindedir. “Kurt Çocuk-Yaban Çocuk” bunun örneğidir.[333]

Bu davranışları yitirme olayı, topluma ait karşılıklı davranış biçimle­ri için de, söz konusudur. Toplumundan uzaklaşan kişinin oturuş, kal­kış selamlaşma ve diğer davranışlarının tümünde değişiklikler ve eski davranışlarını tamamen kaybetmeler gözlenmektedir. Şunu da belirt­mek gerekir ki dış dünya ve toplumsal uyarılar olmadan sinir sistemi­nin ve beynin gelişmesinin imkansız olduğu görüşünde birleşilmiştir.[334]

İnsanın kendisini hemen her şart ve ortama uydurabileceği [335] göz önünde tutulursa bir şahsın karakterinin, çocukluğunda anne ve ba­basının çocuğa taşıdıkları toplumsal karakterin temel çizgileriyle oluş­tuğu inkar edilemez. [336] Zira bireyin gelişiminde en önemli etken, için­de doğmuş olduğu toplumun değerleri ve yapısıdır.[337]

Çocuk yaşamının ilk dört ya da beş yılında ruhsal birlik ve bütün­lüğünün bilincine vararak; ruhla beden arasındaki ilişkileri kurup çat­maya başlar. Kendisindeki yaratılıştan getirdiği yeteneklerle çevresin­den edindiği izlenimleri bir araya toplayarak üstünlük amacının hiz­metine sunar. Beş yaşının sonunda onun kişiliği billurlaşıp ortaya çı­kar. Onun duygusal eğilimleri ve kendisini bekleyen sorunlara yakla­şım tarzı, yaşama verdiği anlam ve iziediği amaç, söz konusu dönem­de belirlenir. Ancak bunların hepsi sonradan değişebilir. Nasıl ki önce­ki davranışları yaşam görüşüyle nasıl uyum içinde gerçekleşmişse, bunların değişmesi de, yeni yaşam görüşüyle uyum içinde gerçekleş­mesi doğaldır.[338]

Toplumsallık bilinci, ruhî kaynaklı sinir hastalıklarına eğilimden bi­zi koruyacak tek güç olduğu için çocukların toplumsallık bilinciyle donatılması ve onların o yönde cesaretlendirilmesi, yaşıtlarıyla özgürce iliş­ki kurmalarına, toplumsallık duygularını geliştirecek ödevler üzerinde çalışıp oyun oynamalarına izin verilmesi önerilmiş ve toplumsallık bi­lincinin gelişmesinin karşısına çıkarılacak engellerin, ciddi sonuçlar doğuracağına dikkat çekilmiştir. [339] İnsanın tabiata yenik düşmemesi­nin şartı, toplumsallaşmak ve başkalarıyla birlikte yaşamayı başarıp, üretimi birlikte sağlamaktır. [340] Bütün ilişkilerin temeli çocuklukta atılır ve bütün davranışlar da, toplumsallaşmanın ürünüdür.[341]

Toplumsal şartların getirdiği içgüdüsel ve dürtüsel güçler, giderek canlıların davranışlarının özünü oluşturur. Ancak içgüdüsel davranış­lar, çeşitli şartlanmalar sonucu hayat boyu değişip farklılaşma özelliği­ne de sahiptir. [342] Aksi halde insanoğlunun değişik toplumlara uyum sağlaması mümkün olmaz ve toplumların birbiriyle uzlaşmaları im­kansız hale gelirdi.

Her gelişme, bir anlamda davranış kalıplarının sayısının artması an­lamını taşır. Bu imkan canlıya daha değişik davranışlarda bulunma ye­teneğini sağlar, böyiece hayat boyu yeni yeni şartlanmalar, öğrenmeler ve gelişmeler, tarihsel bir süreç içinde sonsuza dek sürer giderler. Sos­yalleşme kavramını sosyal bilimler alanına sokan ilk düşünür E. Durkheim'in: “sosyalleşme sürecinde içten gelen çok güçlü bir farklılaşma ola­yının söz konusu olduğu”na dair tesbitinin anlamı budur. Bu farklılaş­ma aracılığı ile insan, tabiî bir varlık olma durumundan çıkarak diyalog kuran sosyal bir varlık haline geçer. Buradan hareketle sosyalleşmeyi, “Henüz yetişkin halde bulunmayan fertlerin olgun bir topluluk içine girmeleri halidir,” şeklinde tanımlamışlardır. Buna göre bir uyum süreci olan sosyalleşme, genç insanların, yetişkinlerin yarattığı sosyo-kültürel birliğe intikalidir.[343]

Davranışların anlamlandırılmasından ibaret olan beden dili de, sözlü dil gibi gerek ailede, gerekse sosyal çevredeki sosyalleşme süreci içerisinde hem kalıtım yoluyla getirilen, hem de sonradan kazanılıp geliştirilen yetenekler sayesinde öğrenilir.

Beden dilinin öğrenildiği bu sürecin birinci şartı, bireyin kişilik ka­zanarak belli bir çevreye hazırlanması veya başka bir ifade ile bir kim­senin toplum kurallarına göre davranacak biçimde eğitilmesi anla­mındaki toplumsallaşma; ikincisi de davranışların kazanıldığı çevre'dir.

Beden dilinin sözcükleri sayılan davranışların kazanıldığı çevrenin tamamını vermek burada uygun düşmez. Ancak davranışların çevre­deki gelişim ve biçimlenme sürecine örnek teşkil etmesi bakımından çocuğun davranışlarının sadece ailedeki gelişim sürecinin izlenmesi­nin yerinde olacağı kanaatindeyiz.

Davranışların tamamı, toplumsallaşmanın ürünü olduğu için sıra­sıyla toplumsallaşma, toplumsallaşmada ailenin rolü, sosyalleşmenin ilk basamağı olan evlilik, sosyal bir kurum olarak aile ve ailedeki kadın ve erkeğin rolü, toplumsallık ve çocuk, çocuğun anne ve babası ile olan ilişkisi, çocuğun davranışlarının ailedeki gelişim ve biçimlendirme süreci, davranışların bütünleşmiş şekli olan kişilik, karakter, mizaç ve benliğin nasıl oluştuğu konularının öğrenilmesinde yarar vardır.

Bu konuların bilinmesi, hem davranışların değerlendirilmesinde bu kavramların yerli yerinde kullanılmasını sağlayacak, hem bu sayede bi­rey, beden dilinin nasıl öğrenildiğini izleyecek, hem de bu dilin kullanıl­masının bilincine erecektir. Böylece bir taraftan beden dilinin önemi anlaşılacak, diğer taraftan da Kur'ân metninde beden dilinin araç olarak kullanıldığı konusunda oluşacak ikilem ortadan kalkmış olacaktır. [344]

 

3. TOPLUMSALLAŞMA

 

Tabiatta güçlü sayılmayacak türlerin bir araya gelerek yeni güçler edinmeleri ve kendilerine has bir biçimde dışa karşı etkinliklerini sür­dürmeye çalışmaları, canlılar dünyasında hakim olan bir yasadır. İn­sanların da bir araya gelme zorunluluğu buradan kaynaklanır. [345] Zira insan ruhu toplu yaşam koşutlarına göre yapılanmıştır. Bu bakımdan insanın tabiat karşısındaki sınırlı dirence sahip olması, varlığını sürdü­rebilmesi için yardımcı çareye başvurmadan edemez. Örneğin insan, güçlü hayvanların ne kas kuvvetine, ne hızlı koşuşlarına, ne onların keskin dişlerine, ne hassas kulaklarına, ne de keskin gözlerine sahiptir. Onun için insanın beslenme ve yaşam üslubu bu sıkı koruma tedbirlerini gerektirmektedir. İnsanın karşısına dikilen böyle bir yaşam biçimi ve bireyin bu yaşam kavgasında ayakta kalabilmesi, iş bölümünü gerek­tirdiği açıktır. [346] Zaten uygarlık tarihinde toplu halde sürdürülmemiş hiçbir yaşam biçimine rastlanmaz. Kaldı ki insanın toplu yaşama zo­runluluğu, sadece kendisinin tabiata ve olaylara karşı tek başına direnemeyeceğinden değildir. Yaşam koşullarının, evrensel nitelik taşıması ve sosyal bir kökene dayanması da, bunda zorunlu bir etkendir. [347] Ör­neğin yiyecek bir ekmeğin veya giyecek bir kumaşın üretiminden baş­layıp onun kullanılabilir hale getirilmesinin hangi aşamalardan geçtiği ve nice değişik iş ve sanat erbabına ihtiyaç duyduğu izlenirse olay da­ha iyi anlaşılmış olacaktır.

İnsanın, tabiat açısından yetersizliği yani yaratılışındaki kısıtlanmışlık, kendisine güvensizlik duygusu şeklinde aksetmektedir. Bu güveni sağlama kaygısı, onun için daima bir uyarı kaynağı olmakta ve kendisi­ni elinde bulundurduğu dezavantajları gidermek için bir yol aramaya itmektedir. İnsandaki ruhsal organ, kendi dışındakilerle uyum ve gü­venliği sağlama yeteneğini elinde bulundurmaktadır. Onun görevleri, toplumsal zorunluluklara cevap verecek şekilde düzenlenmiştir. Onun için bu organ, toplumsal şartları göz önünde bulundurmak zorunda­dır. Zira ruhsal yetenekler, toplumsal yaşamın damgasını içeren bir te­mel üzerinde gelişip ortaya çıkmakta ve insandaki her düşüncenin toplumun beklentisine cevap verecek bir nitelik taşıması gerekmekte­dir. [348] Çünkü insandaki organik eksiklikleri o, giderecektir. İnsandaki ye­tersizlik duygusu, onda “bir işin ilerisini kestirme ve ona göre davranma” gücünü oluşturmakta; düşünme, hissetme ve duruma göre davranma diyebildiğimiz yetilerin oluşumunu sağlayacaktır.

İnsanlar arası ilişkinin sağlanması, bu ilişkinin güven altına alın­ması ve insan varlığının sürdürülmesi, ancak dili sayesinde gerçekleşir. Dil, ruhsal gelişimin sağlanması açısından da önemlidir. Çünkü man­tıklı düşünme, ancak dilin varlığı ile mümkündür. Dil ise, hem toplu yaşamın ürünüdür, hem de şartıdır. Dii aynı zamanda insanın öteki canlılara karşı üstün özelliğini oluşturan mucizevî bir eserdir, Onsuz toplu yaşam imkanı yoktur. [349] Dil denilince de hem sözlü, hem de sözsüz beden dili birlikte anlaşılmalıdır.

İnsan, daima ilişkilerini toplumsallık duygusu ile sürdürür. Ya da böyle bir izlenim uyandırmaya çalışır. Zira hiç kimse kendini haklı gös­termeden herhangi bir davranışta bulunamaz. Böylece yaşamın; dü­şünmenin ve davranmanın özel bir biçimi doğup ortaya çıkar. Bu da zorunludur. Zira kimse kendisini insan cinsine karşı yükümlülüklerden kurtaracak bir tez ortaya atamaz. Zaten toplumsallık zorunluluğu, ona bu fırsatı vermez.[350]

Toplumsallaşmayı zorunlu kılan sebeplerden biri ve belki de en önemlisi, bilimsel ve teknik gelişmelerin, insan yeteneklerinin geliştiril­mesini ve çeşitli yeteneklere sahip olan insanların iş birliğine gitmele­rini zorlamasıdır. [351] Hangi şartlar altında olursa olsun hiçbir sistemin, hiçbir ferdi üretim dışı bırakması, hoş karşılanamaz. Zira emek, ger­çek anlamını tüm insanî ilişkiler içerisinde bulur. Onun için insanlaş­ma sürecindeki yeni aşamalara imkanlar sağlanarak; kitleler eğitilebilir ve bütün bu kitlelerin, dünyanın yönetimine somut biçimlerde katılımlarıyla insanların yabancılaşması ve intihara gitmesi önlenebilir.

Toplumlarda en önemli sorunlardan biri de, yabancılaşma olgusu ve bu olguya karşı koymama eğilimidir. Yabancılaşma bir kader değil, bilakis belli sosyo-ekonomik biçjmlenmelerdeki dengesizlik ve kendi çı­karları uğruna insanlığı yok etmeye yönelik bilinçsiz davranışların sergilenmesidir. Yabancılaşmaya karşı çıkacak insanın sahip olması gere­ken ahlak ilkesi, sorumluluk duygusudur. Bu sorumluluk, bütün insan­larla bütünleşmeyi amaçlayan sorumluluktur. Bu esas üzerine gelişen düşünce ve hareketler, insanca davranışlar olarak nitelenebilir.[352]

Hayrı, hayır olduğu için yapmak demek, onu Allah namına yap­mak demektir. Bunun karşılığı da Hakk'ın rızasıdır. Halk için yapılan hayır, Allah da karşılığını bulamadığı gibi şahsi menfaat kokusu ile il­letlidir. Bu koku bulunan herhangi bir davranış bireylerin düşüncesini bulandırır. [353] İstek arzu ve şahsî menfaat, aklı sislendirerek ya şaşı ya­par ya da tamamen kör eder. [354] Bu durumda toplumda onulmaz ya­ralar ve herkesi rahatsız eden olumsuzluklar ortaya çıkabilir. İnsanla­rın elleriyle yapıp ettikleri sonucunda karada ve denizlerde çürüme ve bozulma başlar,[355] ekolojikdenge bozulur ve böylece toplumsallaşma olgusu yok olur gider.

Sağlıklı toplumlar, tek bir ruhla hareket edebilen toplumlardır. Bunun teşekkülü, vicdanlarında sosyal ruhun ahlaklaştiğı bireylerin bir araya gelmesiyle mümkündür. Zira sosyal ruh, önce fertte sonra aile­de sonra da toplumun tamamında oluşur[356] ve böylece “Nasıl olursa­nız öyle yönetilirsiniz.” sözünün anlamını buiduğu yapılanma meyda­na gelmiş olur. Bunu şöyle de ifade edebiliriz. Her birey, bir toplulu­ğun tüm vicdanını o toplum teşekkül etmeden önce de taşımalıdır ki sağlıklı toplum teşekkül edebilsin.[357]

İnsan, yaratılışta hem iyiliğe hem de kötülüğe yatkın ve yetenekli kılındığı gibi tabiat olarak da iyiliğin iyiiik, kötülüğün de kötülük oldu­ğunu bilen bir yapıya sahiptir. [358] Ancak insan, varoluşundaki bu ikiye bölünmüşlük karşısında yansız ve edilgin kalamaz. İnsan olduğu için ondan türleri aynı olanlar ve tabiatla bir birlik ve bir bütünlük duygusuna erişebilmek için kendisiyle dış dünya arasındaki ayrılığın nasıl kaldırılacağı sorulur.[359]

İnsanın, kendisini her şart ve ortama uydurabileceği olgusu doğru­dur. Ancak o, üzerine kültürün yazılacağı boş bir metin değildir. Onun tabiatında, mutluluk, ait olma, sevgi ve özgürlük için uğraşma gibi ihti­yaçlar da vardır. [360] Ama özgürlük sınırlı bir özgürlüktür. Bireyin birinci görevi özgürlüğün sınırlarını genişleterek ölüme götüren nedenlere kar­şı yaşama neden oian şartları güçlendirmektir.[361] Doğan Özlem'in bir konferansında “En büyük özgürlük kişinin kendi davranışlarına kota koymasıdır.” (24.5.2002. Van) şeklinde ifade ettiği sözü, özgürlüğün sı­nırını daha iyi belirlemektedir.

İnsan, günahkar olarak doğmaz. Ancak onun iyiliklere de kötü­lüklere de eğilimi vardır. Bu eğilimler bireyden bireye değişir. Bu ba­kımdan kaderimiz, büyük ölçüde eğilimlerimizi biçimlendiren etkenlerce belirlenir. Burada en büyük etken toplumun en ait basamağı oian ai­ledir. Toplum, hem ilerletici hem de geriletici bir işleve sahiptir. İnsan, başkalarıyla işbirliği yaptığı zaman yeteneklerini geliştirir. Böylece in­san, tarihi süreç içinde ya kendini olgunlaştınr veya yıkıcı canlı bir ceset haline sokar. Ancak günümüze kadar birçok toplum, çoğunluğu kullan­mayı hedef edinen azınlığa hizmet etmişlerdir. Onun içinde o azınlık, çoğunluğu aptallaştırma, güçlerini kırma ve gelişmelerini engelleme zo­runda kalmışlardır. Bu yüzden toplumlar, insanlıkla ve insanlık için ge­çerli evrensel kurallarla çatışma eğilimi göstermiştir. Böylece güdümlü toplumlar, güçsüz bir çocuk gibi ya İsa (as) ile birlikte çarmığa geril­miş ya da Cengiz Han, Stalin ve Hitler'le birlikte öldürüp soygunculuk yapmıştır.[362]

İnsanın gelişmesinin, sürekli bir doğuş ve sürekli bir uyanış süreci olagelmiştir. İnsan ırkının en büyük liderleri, bütün toplumları uyku­dan uyandıranlar; insanlığın düşmanları ise, toplumlara uyku ilacı ve­rerek onları uyutanlar olmuştur.

İnsaniık tarihi, gelişim süreci içinde korku verici bir boyuta ulaş­mıştır. İnsan bir taraftan tabiatın bilmecelerini çözebilecek kadar aklı­nı geliştirirken diğer taraftan da yeni bir dünyanın eşiğine adım attı­ğında kendi yaratmış olduğu nesnelerin ve sistemlerin gücüne yenik düşmüştür. Bulduğu yeni bir üretim ve dağıtım metoduyla kendine yeni bir put edinmiş ve böylece kendi kendini nesnelerin kölesi duru­muna düşürmüştür. Böylece insanlar, insanî batkınlığı ve güçsüzlüğü­nü gizlemek için Allah, özgürlük, insanlık ve toplumculuk kavramları­nı boş yere kullanmaktadır.[363]

Her ne kadar kendimizi yok olmaktan kurtaracak olan akıl ve dü­şünce gücünün üzeri çeşitli ideoloji tabakaları ile örtülmüş ise de bu gücün içine girilebileceğine; bizi silahların değii düşüncenin kurtara­cağına inanmak gereklidir. İnsanda umut ve inanç olmadığı sürece aklın etkili olmayacağı açıktır. Ünlü düşünür Goethe'nin, tarihsel dö­nemler arasındaki en büyük ayrımın inanç ve inançsızlık ayırımı oldu­ğu; inancın egemen olduğu dönemlerin parlak, inançsızlığın egemen olduğu dönemlerde ise hiç kimsenin kendisini getirişi olmayan şeyler uğruna feda edemeyeceğini seslendirmekteki haklılığı ortadadır.[364]

Çoğu zaman doğruluğu kabul etmenin bir zeka sorunu değii de bir karakter sorunu olduğu görülür. Karakterin en önemli öğesi, güç­lü olana ve kamuoyunun yanlış buyruklarına baş eğmeyip; “Hayır!” diyebilme yiğitliğidir. Anlamlı bir şekilde “hayır” diyebilme, anlamlı bir tarzda “evet” diyebilme yeteneğinin belirtisidir. “Tanrı'ya “evet” de­mek, Sezar'a “hayır” demektir.”[365]

Doğruya “evet”, eğriye de “hayır” diyebilme bilincini geliştirme, ancak yardımlaşma [366] ve Allah'a karşı sorumluluk bilinci; doğru sözlü kimselerle beraber olma [367] ve dürüstler çevresine girme [368] sonucunda gerçekleştirilebilir.

İnsanın zayıf yaratılışı [369], onu daima birtakım sosyal ve kültürel geleneklerin hakim olduğu bir ortamda yaşamağa iter. Böylece o, toplumsal çevresi ile sürekli etkileşim ve karşılıklı kültür alışverişi halin­dedir. İnsan, sosyal etkileşim yoluyla içinde bulunduğu toplumun kül­türünü benimser. Bu bakımdan insanın kişiliği, içinde yaşadığı toplu­mun gelenek ve göreneklerine göre biçimlenir. İşte bireyin, aralarında yaşadığı toplumun kültür değerlerini kazanmasına toplumsallaşma denir. [370] İnsanın bulunduğu topluma uyabilmesi ve birlikte yaşadığı insanlarla geçinebilmesi, toplumsallaşmaya bağlıdır.

Kültürel değerler ve normlar, toplumsallaşma denilen bir süreç yoluyla kazanılır. Bu kazanım, öğretim ve taklit yoluyla gerçekleşir. Bi­reyler, bir haz ve elem durumuna göre sosyalleşmektedir. Onlar, ken­dilerine haz veren şeyi yapmaya, ceza veren şeyden de sakınmaya de­vam ede ede ortaklaşa paylaştıkları bir karakter oluşur. Buna “sosyal karakter” denir. Bu karakter, toplumdaki bireyleri toplumun istekleri­ne ve normlarına uygun olarak biçimlendirir. Böylece birey, içinde bu­lunduğu toplumun sosyal kalıplarına kendiliğinden uyma davranışı gösterir.[371] Örneğin bir toplumda sosyal normlar vardır. Herkes belli bir biçimde giyinir, kuşanır, belli bir şekilde çocuğunu eğitir. Bireyin bunları nasıl yapacağını düşünmesi bile gerekmez. Toplumun bünye­sine uygun görülen davranış biçimlerini aynen benimser, böylece top­lumun temel kişilik niteliklerini kabul eder.[372]

Her toplum, halkın biyolojik ihtiyaçlarını gidermede kendine özgü birtakım yollar bulmuş ve bir düzen oluşturmuştur. Böylece toplum, bireyin neleri istemesi, neleri yapması, bunları nerede ve ne zaman yapması gerektiğine ilişkin ilke ve ölçüler tespit etmiştir. Öyle ki, bazı hareket ve davranışlar, kendi aralarında özelleşmiştir. Bu tavır ve hare­ketler, başka toplumların anlayamayacağı anlamlarla yüklenmiştir.[373]

Bİr toplumun sosyal yaşayış biçimi, gelenek ve görenekleri, insanla­rın biyolojik ve psikolojik yapılarına ne kadar uygun olursa birbirleriyle uyumları o oranda artar. Bu bakımdan statik/duruk ve ilkel toplumlarda toplumsallaşma o oranda kolay olur. Çünkü davranış biçimleri fazia bir yekun teşkil etmez. Ancak ileri toplumlarda roller fazla olduğundan bu iş o kadar kolay olmaz. Hatta bazen kişiliğini bile koruyamaz. Bu sıkıntı, en çok toplumların ideoloji değiştirdiği dönemlerde yaşanır.

Toplumsallaşmayı hızlandıracak en önemli faktör, kişiler arası iliş­kilerin olumlu yönde gelişmesidir.

Rogers, insanlar arası ilişkilerin olumlu yönde gelişmesi için üç faktörün önemine dikkat çeker. Bunlardan birincisi iletişimde “sevgi” ilkesine yer verilmesi ve insanların kendilerine has nitelikleriyle kabul edilmesidir. İkincisi, karşısındakinin empatik bir anlayışla dinlenmesidir. Bu tür bir anlayış, kendi objektifliğini yitirmeden olayları, karşısın­daki insanın içinde bulunduğu durumu ve onun görüş açısını dikkate alarak değerlendirmesidir. İnsanları en fazla tedirgin eden şey, tenkit edilmeleri olduğundan mümkün olduğu kadar eleştirmekten kaçınıl­ması yararlı olur. Empatik dinlemede insan karşısındakini övmeden, yargılamadan onu olduğu gibi anlamaya çalışır. Bu anlayış insanların birbirlerine yaklaşmalarına yardımcı olur. İnsanî ilişkilerin olumlu yön­de gelişmesine yardımcı olacak üçüncü unsur da “tutarlılık” ilkesidir. Bu ilke, kişilerin kendi içinden geçen duyguların farkında olması, ol­duğu gibi görünmesi ve düşünceleriyle konuşmalarının birbirini tut­ması durumudur. [374] Bu davranışlar, karşılıklı güveni sağlayacağından birtakım hareket ve normların kişiler arasında oturmasını kolaylaştırır. Bütün bu açıklamalar ışığı altında toplumsallaşmayı, “Bireyin, ailesi ve kültürü tarafından belirlendiği şekilde davranmayı ve diğer kişilerle olan ilişkilerinde uyum yapmayı öğrenmesidir.” tarzında tanımlayabiliriz.

İnsanlarla uyum içinde olabilmenin olmazsa olmaz şartı, insanların karşısındakine nasıl davranacağını bilmesidir. Demek oluyor ki toplum­sallaşma bir bakıma insanlara nasıl davranılacağının öğrenilmesidir.

Toplumsallaşma, öğretim ve taklit yoluyla gerçekleşir. Bu süreçte yer alan öğrenme, genellikle farkında olunmadan gerçekleştirilen bir öğrenmedir. Ünlü Antropolog Edward Sapir, bu tür öğrenmenin bi­linçsiz niteliğinden söz eder.[375]Toplumsallaşma süreci olmadan toplumların varlıklarını tutarlı bir biçimde sürdürebilmeleri beklenemez. Bu süreç aileden başlar. Bir çocuk için ilk toplumsallaşma kaynağı, toplumun temel davranış biçimlerini öğreten “aile”dir. Okullar da, toplumsallaşmanın başta gelen kaynaklarından olup temel becerilerin bazıları da burada öğrenilir.[376] Ancak bir ülke ideoloji değiştiriyorsa halkı ile çelişkiler yaşayabilir. Çünkü hem eski alışkanlıkların atılması hem de yenilerinin kazanılması yılları içine alır.[377]

Davranışların kazanılmasında her ne kadar aile ve çevre etkin ise de bunlardan ailenin önemi daha büyük olduğundan toplumsallaş­manın ilk başladığı aile kurumu ve bu kurumun toplumsallaşmadaki rolü üzerinde durmak yararlı olacaktır. Ancak söze, toplumsallaşma­nın ilk basamağı olan evlilik kurumundan başlanacaktır. [378]

 

3.1. Toplumsallaşmada Ailenin Rolü

 

3.1.1. Sosyalleşmenin İlk Basamağı Evlilik

 

Sosyal yükümlülük taşıyan bir kurum olarak evlilik, bir erkekle bir kadının aile kurmak için kanuna uygun olarak birleşmelerinden iba­rettir. Evliliğin gayesi, erkek ve kadının meşru yoldan cinsî taleplerini karşılamak, onların iffetli bir hayat sürebilmeierini temin etmek ve bu yolla çoğalıp neslin devamını sağlamaktır. Bu bakımdan Peygamberi­miz çok doğuran kadınlarla evlenmeyi tavsiye etmiştir.[379] Bu yönüyle evlilik, tarih boyunca cinsî davranışları kontrol altına alan koruyucu bir yapı olmuştur.

İslam, evlilik dışı cinsî tatmini yasak etmiş ve cinsî arzunun tatmi­ni için evlilik müessesesini kurmuştur. [380] Buna göre evlilik, erkek ve ka­dının sosyal statüsünün bir sembolüdür. Yoksa evlilik, geçici cinsî ar­zuları tatmin ve kadını arkadaş edinerek onu emniyet altına almak ol­madığı gibi; kadın, erkeğin eğleneceği bir oyuncak da değildir. Kadın ve erkek iki ayrı cinstir. Bu cinslerden her biri kendine ait fonksiyonu icra etmeğe memurdur. İnsan diğer canlılardan farklıdır. Diğer canlıla­rın neslini sürdürmek için çiftleşmeleri yeterlidir. Erkek ve kadın ise ev­lilikte bir taraftan neslin devamını sağlarken diğer taraftan da uygarlı­ğı gerçekleştirmek için birbirlerine, çocuklarına; çocuklar da anne ve babalarına karşı sorumluluklar yüklenirler. Böylece eşler, sevgi ile ulvî bir işbirliğini sağlayarak, toplumsal hayatın mümkün hale gelmesine yardımcı olacaklar ve ahlaksızlık yolları tıkanmış olacaktır.[381] “Sevgi ve evlilik, eşlerden birinin karşı tarafa bedensel cazibenin, arkadaşlık ve çocuk sahibi olma isteminin dürtüsüyle kendini açığa vuran canı gö­nülden teslimiyettir. Sevgi ve evliliğin, yalnızca iki tarafın değil tüm in­sanlığın mutluluğu için bir işbirliği oluşturduğunu görmek zor değil­dir.[382] Düğünlerdeki sevgi seli bunun delilidir.

Evlilik, sorumluluk isteyen bir iştir. Çünkü toplum, bunun sonu­cundan kendi üyesi olan çocuğu beklemekte ve o çocuğu toplumun ruhuna uygun olarak eğitilmesini istemektedir.

Kur'ân'a göre, çoğalmalarını ve dolayısıyla türün devamını sağla­mak için Allah Teâlâ'nın bütün canlılara; özellikle de insanlara bahşet­tiği cinsî duygu ve onların erkekli ve dişili yaratılışları, insanlık için son derece önemli[383] olağanüstü bir hediyedir. Zira yeryüzü, yetersiz organsal donanımdan dolayı, insanın tek başına yaşamını sürdürmesine müsait değildir. İnsan yaşamının sürdürülmesi için en önemli yol, üre­yip çoğalmak; insanlardaki doğurganlığın ve gücünü yitirmeyen be­densel cazibenin sebebi de, bunu sağlamaktır.[384]

İnsanlarda olduğu gibi bütün canlılardaki bu cinsî arzu, karşı cin­se duyulan bir içgüdü, bir açlık ve bir susuzlukla bağlantı içindedir. Hatta kadın ve erkek arasındaki bağlantı, teoride daha yükseklere erişmektedir. Çünkü onlar birbirleri için bir elbise; bir koruyucu unsur ve bir süs aracı biçiminde bir örtü rolünü üstlenmişlerdir. [385] Böylece evlilik hayatı, eşlere bir taraftan mutluluk, güven ve sevinç dolu bir ortam bahşederken bir taraftan da gündelik işlerin yorgunluk ve stre­sinden sonra rahathk ve iç huzuru sağlar. Zira eşler, birbirleriyle kay­naşsın ve sevgiyle bağlanabilsinler diye aynı cinsten yaratıldığı da ifa­de edilmiştir.[386]

Eşler arasındaki cinsel çekiciliğin fonksiyonları, sayılamayacak ka­dar çoktur. Zevk ve eğlence tutkusu, insan için sonu gelmeyen bir tut­kudur. [387] Ancak gerek insana gerekse hayvana verilmiş olan bir tadım­lık zevk ve lezzet, ağızlara bir parça bal çalarak hedeflenen işi, tatlıya bağlayıp; onun gerçekleştirilmesini sağlamaktır. “Soyun devamını sağ­lama görevi”, gerçekten ağır bir görevdir. Şayet gerek hayvana gerek­se insana bu görevi yapmaya teşvik için çocuğa verilen şeker kabilin­den sayılan bu hediye verilmeseydi, herkes bu görevi benimseyerek üstlenmeyip başkaları üzerine atarlardı. Kaldı ki Allah, eşler arasındaki bu cinsî çekicilikle bırakmayıp; bir de gönüllerine, kendilerini birbirle­rine yaklaştıracak sevgi ve şefkati kodlamıştır. [388] Bu bakımdan ünlü psikolog Adler'in dediği gibi sevgi ve evlilik birbirinden tümüyle ba­ğımsız sorunlar gibi değerlendirilemez. [389] Sevgi her insan için kaçınıl­maz bir olaydır. Onun için bu sevgi ve şefkat sadece cinsel ilişkilere ait olmadığı gibi bu ilişkilerin tekrarlanması için de değildir. Aksine İnsan cinsinin sürekli bir şekilde birbirlerine bağlı kalmalarını, karşılıklı ola­rak birbirleriyle ilgilenmelerini, ruhen ve kalben aralarında sıkı bir ya­kınlığın sağlanmasını temin içindir. Aksi halde insanlar, içlerine nakşe­dilmiş sevgi ve şefkat duygularını sadece cinsel arzulara özgü kılacak olurlarsa diğer bütün insanî ilişkiler son bulur ve hayat felce uğrardı. İnsanların kalplerine sevgi ve şefkatin yaratılıştan getirilmiş bir duygu olduğunun en büyük kanıtı da, bir anne ve babanın veya bir hayva­nın, yavrusuna karşı gösterdiği ilgi ve şefkat veya darda kalmış hiç ta­nımadığı bir insan veya hayvana karşı ani olarak yardımcı olma eğili­midir. Bu eğilim olmasaydı, toplumların geliştirdiği dostça işbirliği tar­zındaki medeniyet hayatının esasları nasıl tesis edilebilirdi. Kaldı ki güçsüz doğan bir yavrunun, yıllarca süren bir bakım ve terbiyeye muhtaç oluşu, anne ve babanın bir ömür boyu birbirlerine sımsıkı bağlanmalarını, birbirlerine yardım etmelerini ve dertleriyle dertlen­melerini zorunlu kılmaktadır. Bütün bunlar, insanın yaratılıştan muh­taç olduğu sevgi ve şefkatin dışında ne ile yapılabilir? Bu sevgi ve şef­katin, cinsel arzulardan veya yaratılıştan gelmiş olması fazla önemli değildir. Önemli olan buna ihtiyaç olduğunun tespiti ve bu ihtiyacın karşılanması için gerekli ortamın sağlanmasıdır.

Sevgi ve şefkat, yardımseverlik duygularının gelişmesine; yardımse­verlik de, insanı sosyalleşmeye mecbur kılar. Sosyalleşmenin ilk şartı ise, evlilik yoluyla insan medeniyetinin çekirdeğini oluşturan bir ailenin kurul­ması ve bu aile içerisinde uygarlığın temel taşı olan çocuğun yetiştirilmesi ve onun sosyalleştirilmesidir. Bu yönüyle aile kurumu, özel ve tüzel bütün kurumların hem temelini teşkil eder, hem de onların üstünde bir kurum­dur. Bu kurumun korunması, cinsel arzuların disipline edilmesine bağlıdır.

İnsandaki cinsel duygu ve bütün arzuların, insanın kalbinin en ücra köşesinden bedenin her tarafına yayılmış bulunduğunu hissedemeyen kimse yoktur. [390] Hangi türden olursa olsun bütün bu arzular, bir taraftan yürekleri parçalarken [391] diğer taraftan da insanın benliğini kötülüğe sürükler. [392] Ancak Allah'ın, insanın bu arzularının karşısına diktiği burhanı,[393] onu frenler, ya da Allah'ın, insanla kalbinin (meyil­leri) araşma girerek müdahale etmesiyle [394] birey bu arzuları dengeler.

Yani, Allah Teâlâ'nın insana yaratılışında yüklediği sorumluluk bilinci (burhanı) [395], onu bu cinsî duyguları nasıl kullanacağı konusunda yönlendirir. Zira Allah cinsel gücü boşa harcattırmak istemez.

Demek oluyor ki insandaki bu kuvvetli duyguyu, olması gerektiği şekliyle kullanma konusunda sayısız sebepler hazırlanmıştır. Bu se­bepler, cinsî eğilimlerin etkisi altında bulunan insanı bireysel ve keyfî hareketlerden uzaklaştırarak onu sosyal kişilik aşamasına ulaştırmayı hedeflemiştir. Zira Allah, cinsî meyilleri ve bu konudaki çekicilik gücü­nü, kadın-erkek arasındaki bağlılık ve yakınlaşmaya sebep kılarak; bu­nun sonucunda sosyal hayatın kurulmasını istemektedir. Demek olu­yor ki kadınla erkek arasındaki meşru ilişkiler, uygarlığın temel problemi olup; burada insanın yeryüzündeki rahat ve huzuru amaç edinil­mekte ve erkekle kadının bağlılıkları iki türle sınırlandırılmaktadır. Bunlardan birincisi, cinsiyet ve şehvetle ilgili olan bağlılıktır. Bu bağlı­lık, sadece insan neslinin korunması gayesini güder. İkinci bağlılık ise, insanî boyuta aittir. Bu da, eşleri hayatta hedefledikleri gayeye erme­leri için işbirliğine götüren bağlılıktır. Demek oluyor ki cinsel istek, er­kekle dişi arasındaki işbirliğinin başarılı kılınması yolunda her ikisi için de sağlanmış önemli ve bağlayıcı bir güç ve araçtır.

Sağlıklı bir toplum hayatı oluşturabilmenin en güzel yolu, cinsel arzuların kontrol altına alınıp disipline edilmesidir. Tarih, maddî zevk­leri hayatın gayesi haline getiren toplumların düşüşlerine şahittir. Bir toplumda müstehcenliğin yayılması, o toplumda ölmekte olan bir medeniyetin görüntüsüdür.

Evlilik, tarih boyunca erkek ve kadının cinsî davranışlarını kontrol altına alan koruyucu bir kurum olarak devam ede gelmiştir. Dünyanın hiçbir yerinde ve hiçbir zaman cinsel duyguların serbest bırakıldığı id­dia edilemez.

Evlilik kurumu, cinsel gücün düzenli kullanılmasını sağlayıp; hem onun kaybını, hem de istismarını önlemiş olur. Böylece evlilik, toplum­sal bir yükümlülük haline gelerek bir taraftan insan neslini korumaya alarak hayatın akışını sağlar; diğer taraftan da cinsî arzunun meşru yoldan tatmin bulmasını temin etmiş olur. Bekarların evlenmeye teşviklerindeki [396] sır da burada yatmaktadır. Dinin bu kurumu kurma se­bebi de, insanların ahlak ve karakter dejenerasyonunun önlenmesidir.

Bilindiği gibi evlilik kurumunu ayakta tutan kurum da, aile kuru­mudur. Bunun yeri de evdir. Erkek nafaka peşinde koşarken evin ko­runmasını İslam kadına bırakmıştır. [397] Ancak ev yönetimi, toplumda gerekli itibarı görmeyince kadının bu işten uzaklaşma eğilimi içine so­kulmasına sebep olunmuş ve ailelerin huzuru kaçırılmıştır.

Ailenin huzursuzluğundaki sebepler arasında sadece erkek otori­tesinin yıkılması ve kadının çalışmaya teşvik edilmesi değil; cinsî ser­bestliği teşvik edici unsurların ön plana alınması da sayılabilir. Bu işin başlangıcını da “kadın-erkek arkadaşlığı” teşkil etmekteydi. Bu arka­daşlık sayesinde bütün ihtiyaçlar karşılanıyor. Artık kimse evlenmeye, yuva kurmaya ve bu vesileyle masraflara girmeye yanaşmıyordu. Bu­nu, eş değiştirmeler ve sonuçta psikolojik bozukluklar ve intihar olay­ları takip etti. Bütün bunlar, temiz duygularla yapılıyordu.[398]

Kız-erkek arkadaşlıkları gitgide genişletildi. Hatta arkadaşlık, evlili­ğin hazırlığı sayıldı. “Sarsılmayacak ailenin temeli bu arkadaşlıklarla sağlanır.”[399] İddialarıyla kız erkek birlikteliği sağlandı. Bu arkadaşlıklar, karşılıklı yararlanmalara dönüştürüldü. Geçim de bahane edilerek, ev­liliğin son derece çetin ve tehlikeli bir iş sayılacağı görüşü ileri atılıp bunun yerini arkadaşlıklar aldı. [400] Daha sonra evlilikte ne yapılıyorsa arkadaşlıkta da bunlar yapılır hale geldi. Artık aile kurmaya ve çocuk edinmeye bu tür malî sorumluluklara girmeye ihtiyaç yoktur denilme­ye başlandı. [401] Bunun sonucu Avrupa'da nüfus azalmaya İslam ülkele­rinde çoğalmaya başladı. Dolayısıyla Avrupa'da çocuk yapmaya teşvik edilip ödüllendirilmeler başlarken İslam ülkelerinde de nüfus planla­maları başlatıldı. Bütün bunlar, çağdaşlaşma ve özgürleşme adı altın­da yapıldı. Ancak olan aileye ve özellikle de evlilik kurumuna oldu. [402]

 

3.1.2. Sosyal Bir Kurum Olarak Aile

 

Aile, toplum düzeninde insanlığın ilk ve temel birimi olup evlilikle kurulan toplumsal bir kurumdur, [403] Aileler, toplumun gelecek kuşakla­rının kendilerinden daha iyi eğitilip terbiye edilmesi ve insanlığın kül­türel mirasının muhafazası, gelişimi ve devamt için daha iyi imkanla­rın verilmesini sağlayan ilk kurumlardır. Medeniyetler, bütün zenginlik ve ilerlemelerini evlilik ve aile kurumlarına borçludurlar. Evlilik olma­saydı aile nasıl kurulacak insanlar bir araya nasıl geleceklerdi? O halde evlilik ve yaratılışlarmdaki erkeklik ve dişilik özelliklerine [404]; hatta tabi­atta çoğalma ve türünü devam ettirme özelliğine sahip olan her şey, bu özelliklerini çift olarak yaratılışlarına ve cinsel duygularına borçlu­durlar. [405] Evliliği teşvik eden unsurlar da, bunlardır.

Kur'ân; ailenin, sağlam temeller üzerine kurulup sarsılmadan ayak­ta durmasının temel şartını evlilikteki nikaha bağlamıştır. Nikah, eşler arasında hem yaklaşabilmeğin hem de güven ve emniyetin; dolayısıyla da mutluluğun, sevginin ve iç huzurun teminatıdır. Zaten Kur'ân, evli­likteki temel şartı, maddî unsurlara değil de kaynaşmayı sağlayan sevgi, şefkat ve ülfete dayandırmaktadır.[406]

Aile kurumunun güçlendirilmesi için evlilik [407] ve iffet [408] teşvik edil­miş, zina ve gayr-i ahlakî hususlar ise yasaklanmıştır. [409] Dünyanın hiç-bir yerinde ve hiçbir zaman diliminde cinsî ve şehevî duyguların tatbi­kinin serbest ve kontrolsüz bırakıldığı görülemez. Ancak bir toplumun yok edilmesi istenildiği zaman bu çirkin yolun teşvik edildiğine tarihin bazı dönemlerinde rastlandığı üzüntü ile söylenebilir.

Aile, akrabalık ilişkisiyle birbirine bağlanan fertlerin bir araya ge­tirdikleri topluluktur. Aileyi meydana getiren fertler çağlara ve bölge­lere göre değişebilir. Genelde bir aile, aüe reisinin başkanlığında eş, çocuk, torun, gelin, damat, dayı, hala, ve teyzelerden oluşur. Çekir­dek aile ise karı-koca ve çocuklardan meydana gelir. Ailedeki hakimi­yet babada ise “ataerkil”, annede ise “anaerkil” aileler olarak adlandı­rılırlar. Ataerkil aile, daha yaygınken diğer aile tiplerine de rastlanır. Birçok toplumda olduğu gibi İslam aiie yapısı da, ataerkildir.[410]

Aile, hem fertlerinin huzur bulduğu bir ortam, hem neslin deva­mına bir vasıta, hem de aiie fertlerini günah sayılan bazı kötülükler­den uzaklaştırmağa bir vesile olduğu için Kur'ân ve hadislerde teşvik edilmiştir. [411] Zira çocuk, toplumun en küçük birimi olan ailede doğar, aile fertleriyle yaşar, dilini ve davranış biçimlerini orada öğrenir.[412]

Çocuğun içinde yaşadığı aile, çocuk için, kendisini ailenin öteki üye­leriyle eşit haklara sahip biri olarak hissettiği ve ailenin öbür üyeleriyle bir paylaşma duygusu içinde bir arada yaşadığını gördüğü en ideal bir ortamdır. Bu ortam, hem ondaki yeteneklerin toplumsal sorumluluk bilinciyle gelişmesinde en büyük etken, hem de ilende daha büyük bir topluluk içerisinde sürdürülecek olan yaşama hazırlayıcı bir durak ola­caktır. [413] Bilindiği gibi çocuğun, oluşumunu tamamlayabilmek için gelişme süreci geçirmesi gerekir. Bu bakımdan çocuk, aylarca ailesine bağlı kalmak zorundadır.[414]

Ailenin amacı, çocuğu eğitip onu toplumun bir parçası ve insanlı­ğın herkesle eşit haklara sahip bir üyesi yapmaktır. Çocukta bu bilin­cin gelişmesi durumunda o, özgüven duygusunu koruyacak, yaşam­sal sorunların karşısına hiç bocalamadan çıkabilecek ve bu sorunlara tüm insanların esenliği doğrultusunda daha ileri noktaya götürecek çözümler bulabilecektir.

Devletin alt birimi olan aile kurumu, bütün değerini, insanlığın meydana getirdiği uygarlığı ortaya koyan insan unsurunun terbiyesi­nin ilk ve en önemli aşamasını üstlenmesinden alır.

Aile kurumu, sevgi ve acıma durumlarının en belirgin olduğu bir ortamda kurulduğundan çocuklar için kurulup geliştirilecek olan hiç­bir kurumun, aile müessesesinin yerini tutamayacağını ispata gerek yoktur. Zira aile kurumu, şefkat, merhamet ve sevgi temeli üzerine kurulmuştur. Bu bakımdan aile dışındaki bir kuruma aile havasını ver­mek mümkün değildir. Zira çocuğu doğuran ve onu meşakkat üstüne meşakkatle karnında taşıyan annesinin[415] birinci derecedeki yerinin ai­le kurumu olması akla daha yatkın gelmektedir.

Aile ortamı, hem dışarıda çalışıp yorulan ve çeşitli streslerle ruhen sıkılmış olan babanın, huzur bulup dinleneceği ve ertesi gün yeniden çalışmaya hazırlanacağı bir kurum; hem de aynı sıkıntılarla eve dönen çocuğun, kendisiyle iç huzuruna kavuşacağı şefkat yüklü annenin bu­lunduğu bir ortamdır.[416] Avrupa'da savaşlarda ailesini yitirmiş çocuk­lar için açmak zorunda kaldıkları yuvalarda bu ortamın sağlanamadı­ğı; aksine buralara alınan çocukların davranış bozukluklarına düşme­lerine ve dünyanın en değerli hazinesi olan çocukların ruhsal yapıları ve insanlığın geleceği bilinmez bir karanlığa itilmiştir. [417] Mahmut Tezcan'ın ifade ettiği gibi büyük kentlerde kadının çalışma yaşamına gir­mesiyle, çocukla ilgilenmesi ve onunla birlikte olma süresi azalmış ve çeşitli vesilelerle kreş ve yuvalara terk edilen çocuklar, anne ve baba sevgisinden mahrum bırakılmıştır. Bu durum, çocukların hem buna­lımlı ve sorunlu kişilik kazanmalarına hem de onların disipline edilme­sinin zorlaşmasına sebep olmuştur.[418]

Yetim ve kimsesiz çocukların, ailenin sıcak ortamından uzaklaştı­rılmasını önlemek için İslam dini, anasız babasız (yetim) çocuklara vasi tayin edilmesini önerir. Vasi, çocuğun en yakın akrabasından tayin edilmeye başlanır. Yoksa onun sorumluluklarını devlet üstlenir. Hakim onlar için adil bir insanı vasi tayin eder. Vasilik, çocuk bulûğa erinceye kadar devam eder.[419]

Kur'ân'a göre yetimler, dinde kardeşler kabul edilerek mallarının korunması, kendilerine güzel muamele yapılması emredilmiştir. [420] Ha­dislerde de aynı tema işlenmiş ve hatta Peygamberimiz (sav); yetimin işlerini üzerine alan kefili överken: “Ben ve yetimi üstlenen cennette şu iki parmak gibiyiz.”[421] buyurmuş ve kocası ölerek tek kalan kadınla­rı da öksüz sayarak onlara da sahip olunmasını ve haklarının gözetil­mesini tavsiye etmiştir.[422]

Anasız, babasız ve vasisiz çocuk, özellikle de velinin kontrolü dı­şında bir erkekle kaçan kız, bakımsız arazide kaybolmuş bir koyuna benzetilir. Rüzgarın onu nereye atacağı belli olmaz. Zira erkeğin arzu­su tatmin olduktan sonra onu, her yerde terk edebilir. Bu tehlikenin bertaraf edilmesi için İslam, kız çocuklarının evliliğinde anne, baba ve vasilere onu gözetip ilgilenme hakkını veriyor. Ancak tercih yine so­nuçta kıza aittir.[423]

 

3.1.3. Ailede Kadın-Erkek İş Bölümü

 

Her insanın üstlenmesi gereken üç sorumluluk vardır. Biri, iş-güç; ikincisi, insan oluşumuz nedeniyle başka insanlarla yaşama zorunlulu­ğu; üçüncüsü de, her insanın iki cinsiyetten birine ait oluşunun kabul edilmesidir. Buna şunu da ilave etmek gerekir; işle ilgili sorunların çö­zümüne yönelik her girişimin, iş bölümü ve çalışmamızla insan soydaşjanmızın esenliğine katkıda bulunma amacı doğrultusunda ger­çekleştirilmesinin gerektiğidir.[424]

Sevgi, şefkat ve uzlaşma temeli üzere akdedilen evlilik [425] sorunu­nun başarılı bir biçimde çözümlenebilmesi; herkesin, iş bölümü kural­larına uygun olarak çalışması, her insanın karşı cinse nasıl yaklaşaca­ğını bilmesi, kendisi için belirlenen cinsellik rolünü iyi oynaması ve in­sanlığın varlığını sürdürebilmesi için üzerine düşen görevi yapmasıyla mümkün olur. İnsan için yukanda ifade edilen üç sorumluluk birbirin­den ayrı düşünülemez. Zira iş ve gücün temini, başkalarıyla yaşama zorunluluğunu akla getirirken; cinsiyetin devreye girmesi de, herkesin kendisi için belirlenen cinsellik rolünü iyi oynaması gerektiği hususu­nu gündeme sokar. Kur'ân'ın ifadesiyle “Erkek, kadın gibi değildir.”[426] Erkek, kadına ait sorumlulukları taşımayacağı gibi kadın da erkeğe ait sorumlulukları yerine getirmekle yükümlü değildir. Daha açığı erkek kadının işini yapamaz, kadın da erkeğin.

Günlük, meslekî ve teknik konuların seçiminde kadının, kendi psi­kolojik, biyolojik ve pratik ihtiyaç ve görevlerine; onun kadınlık rolüyle uzlaşmasını sağlayacak şartların oluşturulmasına; ayrıca erkeğin, ka­dınla arasındaki ilişki sorununu çözümleyecek güce kavuşmasına uy­gun olarak [427] erkekten farklı konuları öğrenmesi gerekecektir. Böyie bir davranış, kadınların fonksiyonel farklılıklarına da uygun düşmekte­dir. Ancak kadın için belirlenen sınırlara tecavüz etmeden, kadının ya­pısına uygun bir şekilde olmak şartsyla arzu ettiği bilim ve sanat da­lında ihtisas sahibi olmasına bir engel yoktur. Ancak erkek gibi olmak, onun ne haklarından ne de görevlerindendir. Şurası unutulmamalı ki, başka işlerle meşgul olup da yorgun argın evine düşen annenin; ne ruhen ne de sinir yapısı itibariyle evine, kocasına ve çocuklarına feda edebileceği zerre kadar bir şeyi kalır. Kaldı ki bir kadın annelik görevi­ni benimseyip kendi doğurduğu çocuğu toplumsal yaşam şartlarının gerektirdiği biçimde eğiterek insanlığın yaşamına katkıda bulunması; onun sıradan işlerle meşgul edilmesiyle kıyaslanabilir mi? Psikologların ifadesine bakılırsa çocukların meslek seçimindeki ilk uyarılan 4-5 yaş­larında annelerinden aldıkları ve bu uyarıların erişkin yaşta sergileye­cekleri etkinlikler için kesin önem taşıdığı açıktır. [428] Çocuğun ilerde hangi mesleğe eğilim göstereceği başından bilinince çocuğun gelişi­mi, daha olağan bir akış izler.[429]

Ruhsal yaşamda egemenliğini sürdüren üç temel unsur vardır. Bunlardan biri sevgi, diğeri iş, bir diğeri de toplumsal ilişkidir. Bu un­surlar, bir taraftan hayat şartlarını hazırlayıp güvence altına alırken di­ğer taraftan da hem toplumsallık duygusunu hem de saygınlık, üs­tünlük ve güçlülük isteğini doyuma kavuşturur.[430]

İnsan ruhunu anlamak istiyorsak bu üç unsurun nitelik ve nicelik açısından birbiriyle ilişkisinin dikkate alınması gerekir. Zira bu unsurlar olmadan zayıf yaratılışlı insanın[431], yaşamını sürdürebilmesi için zo­runlu olan toplumsal yaşam mantığı kavranamadığı gibi iş bölümüne ne ölçüde uyulabileceği hususu da belirginleşemez.

Toplumsal hayatın kurulabilmesi ve ayakta kalabilmesinde en büyük etken, iş bölümü ve her bireyin, kendi yetenekleri doğrultusunda toplum içinde belirli bir yeri doldurması zorunluluğudur. Bu zorunluluk, insan so­yunun varlığını sürdürmesi için de söz konusudur. Bu bakımdan bir insa­nın değeri, toplumsal iş bölümünde kendine düşen yeri ne ölçüde dol­durduğu ile eş değerdir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir husus vardır ki o da, bireyin toplumsal ortak üretim süreci içindeki yerini, yete­neklerin belirlediğinin gözden uzak tutulmamasının gerekliliğidir.[432]

Toplumsal hayatı zedeleyen en önemli sebep, güçlülük eğilimi, başkalarının üzerinde egemenlik kurma arzusu ve ekonomik çıkarlar­dır. Bu etkenler, iş birliğini de önlemektedir.

İş bölümünde sıkıntı doğuran bir husus da, insanların iki ayrı cin­siyete ait olmasıdır. Kadınlar bedensel özellikleri dolayısıyla -tarih boyunca- bazı işlerden uzak tutulmuş, bazı işlerde, bedensel özellikleri açısından daha yararlı olacağı kanaatiyle erkeklere verilmiştir. Ancak iş bölümü ön yargılardan uzak tutulamamıştır.

Her şeyin değerinin para ile ölçüldüğü toplumlarda kadınların ev jşi, parasal girdisi olmadığı için küçümsenmiş ve böylece erkeğin iş bölümüne düşen görevlere toplumda yararlı mantığıyla bakılmış ve bu kanaat kadınlarda da yer etmiştir. Böylece iş bölümünde yatan -kadının ev işleriyle görevlendirilme yönüyle de ev işlerinin önemsiz olduğuna dair de olumsuz- mantık kadına da benimsetilmiş ve erkek­lerin görevlerinin önemli olduğu imajı, onları daima erkeklerin işlerine özendirmiştir.[433]

Tarih boyunca sürdürülen bu imaj, kadınlarda hoşnutsuzluğun sürüp gitmesine sebep olmuş ve kadınla erkeğin ruhsal uyumunda sürekli bir sarsıntı meydana getirmiş; sonuçta her iki tarafta da tatsız bir havanın doğması kaçınılmaz hale gelmiştir. Bu tatsızlık çocuklara da yansıyarak erkek çocuk babaya, kız çocuk da erkek çocuğa özendirilmiştir. Erkek çocuğun doğar doğmaz kız çocuklarından daha büyük bir kıvançla karşılanması, bu ilişkilerdeki olumsuzluğu daha da artır­mış; kız çocuğunu ise doğduğuna pişman etmiştir. Bütün bu olumsuzluklar haklı olmasa da erkeklerin toplumdaki rolünün kadınlarınkinden daha büyük önem taşıdığı sonucuna götürmüştür.

Toplumlarda erkeğin hep ön plana alınması, kadının konumunu daha da belirsizleştirmiştir. Kadının, evlilik nedeniyle çıkıp gideceği, erkek çocuğun ise evde kalıp bütün sorumlulukları üstleneceği dü­şüncesi, kadına ikinci sınıf gözüyle bakılmasında bir başka etken ol­muştur. Halbuki kadının biri bu evden gidiyorsa diğer bir kadın da bu eve gelmektedir. Giden kadın öbür, gelen kadında bu aile kurumunun kurulmasında ve yaşatılmasında en büyük etken olmaktadır. Burada karşılıklı bir görev anlayışı taşınarak her iki kadına da emanet gözüyle bakılıp gidecekleri yerde kadınlık rolünü en üst düzeyde gerçekleştire­bileceği bilgi, beceri ve yeteneklerle donatılacak olsa, her iki ailenin de sağlam temeller üzerine oturması sağlanmış olacaktır. Durumun böyle olması gerekirken ailelerde karşılıklı olarak kadına karşı takınılan olumsuz tavır, her iki aile kurumunu da olumsuz yönde etkileyeceği dikkate alınmamaktadır. Şunu da unutmamak gerekir ki sağlıklı top­lum, sağlıklı ailelerden geçer. Bu bakımdan içinde bulunduğu toplu­mun üyesi olan birey, kendisini bütün ailelerin sağlam temeller üzeri­ne oturtulmasında sorumlu hissetmesi gerekmektedir. Aksi halde in­san neslinin devamını sağlayacak olan sosyalleşme ve toplumsal dü­zeni kurma bir hayai olacaktır. Demek oluyor ki sosyalleşme sürecinde bizim evimiz sizin eviniz, sizin eviniz de bizim evimizdır. Bir ailenin yı­kılması, toplumsallığı sarsacak ve toplumsal düzenin çözülmesinde en büyük etken olacaktır. Belki de bu duruma düşme tehlikesini önle­mek maksadıyla Peygamberimiz (sav), kız çocuklarına değer verip on­lara iyi davranan ve onların yetiştirilmesinde sıkıntılara katlanan kimse ile cehennem arasında bu kız çocuklarının perde olacağını vurgulayarak bu konunun önemine dikkat çekmiştir.[434] Ayrıca insanların en hayırlısı olarak da kendi eşine karşı güzel davranan kimseleri göstererek [435] aile kurumunun sağlıklı yürümesinin buna bağlı olduğunu vurgulamıştır.

Aileler içinde gerçekleştirilen kadın-erkek işbirliği çoğu zaman is­tismar edilerek kadına yardımcı olan erkek çocuğa “kadınsı”, erkeğe yardımcı olan kız çocuğuna da “erkeksi” damgası vurularak bazı ka­rakter özellikleri belirlenir. Halbuki böyle bir değerlendirmeyi haklı kı­lacak hiçbir temel gerçek ortada yoktur. [436] Kabul edelim ki bu sınıfla­mayı haklı kılacak ipuçlarına rastladık. Bunların, doğal gerçekler oldu­ğu söylenebilir mi? Söylenemez. Çünkü bu tür yargılamalar, belirli bir çevre dışına çıkamayan ve yaşam planlan tek yanlı güç yargılarıyla belirlenmiş olan insaniarda ve ailelerde görülür.[437]

Bütün bu zorluklar, kadına kadınlık rolüyle uzlaşmasını sağlaya­cak şartların oluşturulması; erkeğin de kendini ön plana çıkarmadan kadınla kendi arasındaki hassasiyeti korumasıyla aşılacaktır. Bu da eş­lerin eşitliği ilkesiyle yakından ilişkilidir. Her iki taraf öncelikle kendi varlıklarından hoşnut olmakla birlikte karşılıklı olarak şuna inanmaları gerekir: Eşlerden biri, ancak diğeriyle bir anlam taşır. Birinin yokluğu, diğerinin de yokluğu demektir.

İleride kadının aile içindeki rolü başlığı altında bu konu biraz daha açılacaktır. Ancak ünlü psikolog Alfred Adler'in kadın-erkek işbirliği ile ilgili sözleri ufuk açıcı olduğundan öncelikle onları aşağıya aynen alı­yoruz:

“Şu asla unutulmamalıdır ki, aile yaşamına bir yaratıcılık eseri kimliğinin kazandırılmasında kadının oynayacağı rol asla aşılamaz. Ba­baya düşen anneyi tahtından alaşağı etmek değil, onunla el ele verip çalışmaktır. Para işine gelince şunu belirtelim ki, ailenin ekonomik du­rumu eşlerin ortaklaşa çözümleyecekleri bir sorundur, parayı kazanan erkek de olsa bir şey değişmez. Erkek, kendisinin veren; evdekilerin ise alan kişiler olduğu izlenimini asla uyandırmamalıdır Sağlıklı bir evlilikte parayı erkeğin kazanması ailedeki iş bölümünden kaynaklanan bir du­rumdur, yalnızca. Pek çok baba aileyi geçindirecek parayı kendilerinin kazanmasını bir araç gibi kullanıp evdekileri sultası altına almaya kal­kar Ailede saltanata yer yoktur. Taraflarda eşitsizlik duygusunun uyan­masına yol açacak her türlü davranıştan kaçınmak gerekir. Hiçbir baba aklından çıkarmamalıdır ki, uygarlığımız toplumda erkeğe fazlasıyla ay­rıcalıklı bir konum sağlamıştır. Dolayısıyla evlendiğinde belki bir ölçüde eşi, onun, kendisini tahakküm altına alacağından ve üzerinde bir üs­tünlük kurmaya çalışacağından biraz korkup çekinerek bu işe evet de­miştir. Her erkek bilmelidir ki, eşi salt kadın olduğu ve evin geçimine kendisi gibi katkıda bulunmadığı için kendisinden asla aşağı düzeyde olması gerekmez. Kadın, ailenin maddî gereksinmelerinin karşılanma­sına ister para kazanarak katkıda butunsun, ister bulunmasın, aile ya­şamının gerçek bir işbirliği dikkate alınarak düzenlenmesi durumunda parayı kimin kazandığı, paranın kime ait olduğu hiç önem taşımaz.”[438]

 

3.1.4. Sosyal Hayatta Kadının Rolü

 

Çocuğun yaradılış ve gelişim sürecinde erkeğe göre kadına biçi­len rolün birinci derecede olduğunun tartışılamadığı[439] gibi dünya kazançları arasında çocuk gibi bir varlığa sahip olmanın üstünde bir ser­vetin olacağı da düşünülemez. Zira aile kurumunun, devletin ve in­sanlığın meydana getirdiği uygarlığın devamı ancak çocukla sağlanır. Bir müddet çocuk doğumunun durdurulması veya doğum kontrolü sonucu çocukların sayısının azaltılması, hem aile kuşağını oluşturan akrabalık kurumunun, hem devletin hem de uygarlığın yok olması anlamını taşır. Çocuk terbiyesinin ihmali de, aynı sonuca götürür. Ge­lişmiş ülkelerin geri kalmış ülkelerden hem beyin gücü, hem de iş gü­cü göçü almalarının -kanaatimizce- çok sağlıklı olduğu söylenemez. Zira bu durum, hem sanat ve iş alanındaki rekabeti önler, hem geri kalmış ülkelerin ezilmişliğini körükler, hem de bunun sonucu olarak toplumlar arası kin ve nefret duygularının yaygınlaşmasını sağlar. Ge­lişmiş ülkelerde insan gücüne olan ihtiyacın fazlalığı ve buralardaki yabancı düşmanlığı, bunun en büyük delilidir.

İnsanların ayrı kabileler halinde yaratılması, birbirini ezmek, sö­mürmek ve birbirine karşı üstünlük sağlamak için değil, Kur’an'ın ifa­desiyle “te'arüf” içindir. [440] “Arefe” kökünden türemiş olan te'arüf keli­mesi, karşılıklı olarak ve düşünerek birbirini anlamak, kabul etmek, takdir etmek; birbirine hakkı teslim etmek, saygı göstermek, örnek ol­mak, söz hakkı vermek; birbirinin farkında olmak, birbirinden haber­dar olmak ve birbirlerinden bilgi edinmek anlamına gelmektedir.[441]

Demek oluyor ki farklı uygarlıkların bulunması, dünya üzerinde dengenin sağlanması yolunda önemli bir adımdır. Çünkü farklı uygar­lıklar, bir taraftan insanlığın ilerlemesi doğrultusunda rekabeti arttırır­ken birtarafdan da toplumların özgürleşmesini sağlar. Farklı uygarlık­ların oluşabilmesi için de, her toplumun kendi neslini devam ettirmesi ve onu çağdaş uygarlık düzeyine paraiel olarak yetiştirmesi zorunlu­dur. Bu neslin, sağlıklı olarak eğitimi de bütün kurumların üstünde olan aile kurumunda temellendirilir.

Buna göre uygar bir toplumun temel taşı olan çocuğun birinci dereceden yetiştirilip terbiye edildiği aile kurumunda aile içi iş bölümünde kadının, yeni doğan çocuğun eğitim, öğretim ve terbiyesi için yönlendirilmesi kadar tabiî ne olabilir? Durum bu iken, kadına böyle bir rolün verilmesi onun için zulüm ve küçümseme kabul edilmiştir. [442]' Yaşam içindeki bütün görevlerden daha önemli olan bu kutsî görev, kadının hem yaradılışına hem de psikolojik, fizikî ve biyolojik yapısına daha uygun olduğu kanaatindeyiz.

Sosyal gizil gücüyle doğan çocuğa ailenin göstereceği ilgi ve onun­la yapacağı iş birliği, huzur ortamının yaşanmasında en büyük etkendir. Çocuğun sosyal ilgisini arttırmak ve ailedeki düzenini korumak, onun sosyalleşmesinde yapıcı bir yaklaşımdır. Bu bakımdan korunmuş bir aile kurumu içinde, çocuğun isteyerek ve rahat hareket etmesi sağlanıp[443] onun sosyal ilgisi arttırılacak ve böylece çocuğa güzel davranışlar yolu açılacaktır.

Bir toplumda yetenekler, sadece toplumsal sorumluluk bilinciyle geliştirilebilir. Bu anlamda bir toplumsallık duygu ve düşüncesi, ka­dınları kendi biyolojik ve psikolojik yapılarına uygun işlere yönlendire­cek; böylece onlar, dışlanmışlığın ve kendi alanlarında gelişmelerini kı­sıtlayacak engellerin dışına çekilmiş olacaklardır. Şayet bir kadın, evin idaresini herhangi bir eğitim merkeziyle eşdeğerde görerek onun yö­netimine bir sanat gözüyle bakıyor, ilgi ve bütün yeteneklerini bu sa­nat üzerinde yoğunlaştırıp böylece insan soydaşlarının yaşamlarının en önemli kurumu olan aile kurumunu yönettiğine; bununla ailedeki yaşamın önemli bir aşamasını aydınlattığına ve zenginleştirdiğine ina­nırsa ona ait bu işlerin, dünyadaki diğer bütün başarılı işlerden aşağı­da kalmayacak bir iş olduğunu hangi akıl sahibi inkar edebilir?

Bir toplumda kadının aile içinde oynadığı kadınlık ve annelik rolüne gereken önem verilmiyorsa, evlilik hayatındaki bir uyumdan söz edilebi­lir mi?

Bir aile, özellikle de bir kadın, çocuk yetiştirmeye önemsiz bir iş, bir uğraş gözüyle bakıyorsa, çocuklarını ileride kendilerini bekleyen ha­yata verimli bir hazırlıkla donatabilmek için gereken sabrı, gayret ve ti­tizliği, anlayış ve paylaşımı göstermesi kendisinden beklenemez. Zira yanlış oluşmuş toplum karakteri yüzünden kadınlık rolünden hoşnut ol­mayan bir kadının hayattan beklentisi, kendi kişisel üstünlüğünü kanıt­lamakla ifgili uğraşları, kendisiyle çocukları arasında olumlu bir ilişki ku­rup bu ilişkiyi sürdürmekten onu alıkoymaktadır. Böylece çocuğun ama­cının gösterdiği doğrultunun izlenmesi, akla bile gelmediği gibi; çocuk, kişisel amaçlar için uğraşmaya bir engel gibi görülmeye başlanılır.[444]

Bunlar yetmiyormuş gibi bir de evrim bahanesiyle batıda sanayi toplumuna geçişin hedeflendiği sıralarda kadına şunlar söylendi. “Ka­dını yalnızca annelik ve yetişen nesle bakım görevinin çerçevesine hapsetmek, onu küçümsemektir; onun şerefini ayaklar altına almak ve bütün enerjisini kullanmamaktır. Kadın duvarlar arasında hapsedilir ise toplum ilerleyemez.”, “Kadını yalnızca bu görevler çerçevesine hapsetme bencilliğine kapılan kişi, erkeğin kendisidir. Çünkü o kadı­nın kendisine hizmet etmesini, toplumun işlerini de yalnız kendinin üstlenmesini ister. O bakımdan şu andan itibaren kadının bu küçültü­cü duruma karşı devrimci bir tavırla hareket etmesi ve erkeğe haddini bildirmesi..., toplumun işlerine kendisinin de katılması gerektiğini ona kabul ettirmesi icap eder. İşte bütün bunların gerçekleştirilmesinin yo­lu, kadının çalışmasıdır. Çünkü kadın, ancak çalışmakla her alanda tü­müyle erkek gibi olur. O zaman erkek bencilliğinden ve kof gururun­dan vazgeçer ve kadına saygı duymağa başlar. “[445]

Batıda kadın, kocasına hizmet ediyor iddialarıyla kadınlık rolün­den uzaklaştırılıp [446] evde çocukları yetiştirme yerine fabrikada, çeşitli iş yerlerinde, moda evlerinde, pavyonlarda ve barlarda çalıştırılmaya başlandı. [447] Böylece kadın çeşitli iş alanlarına çekilerek kocasıyla eşit duruma sokulmak ve dolayısıyla kurtarılmak istenirken aile kurumu, asıl fonksiyonunu ifadan uzaklaştırılmış oldu. Hatta Avrupa basınında zinanın sosyal bir zaruret olduğu kaleme alınarak evlilik kurumu da yaralandı. [448] İslam ülkelerinde aile kurumu, Batıya oranla biraz daha sağlam kaldığı ileri sürülebilir. Ancak -bazı aileler istisna edilirse- bu­ralarda da kültürel açıdan aile eğitimi ihmal edildiği için yeni yetişen neslin genelde istenilen seviyeye ulaştığı söylenemez.

Anneliğiyle insanlığın yaşamına katkıda bulunan bir kadın, insan­lar arasındaki iş bölümünde çok üstün bir konuma sahiptir. Anne, ço­cuklarının yaşamını paylaşıp onlara iyi insan olma yollarını gösterme­si, onlardaki paylaşma duygusunun kapsamını genişletmesi, onları toplumsal yaşamın gerektirdiği şekilde eğitmesi durumunda paha bi­çilmez bir çalışma ortaya koymuş olacaktır.[449]

Annedeki becerikliliğin sırlarla kaplı bir yönü yoktur. Ondaki her beceri, yıllarca süren bir alıştırma ve bir özveri sonucunda doğup or­taya çıkar. Çocuklar büyüdükçe davranışların şekillenmesinde anne-baba ve diğer çocukların etkileri gitgide artar. Böylece çocuklar taklit yoluyla ailede birçok davranışı öğrenirler. Her davranış gibi anneliğe hazırlık da, yaşamın erken bir döneminde başlar. Bunu, kız çocukları­nın küçük çocuklara karşı davranışlarında gözlemek mümkündür. Ör­neğin onların küçük çocuklara takındıkları sevecenlik tavrı, anneliğe hazırlığın dışa vurumudur.[450]

Çocukların oynadıkları oyunlar, onların eğilimleri konusunda bize yararlı ipuçları vereceği ileri sürülür. Örneğin anneliğe hazırlanan bir kız, bebeklerle oynayarak kendini eğitmeye çalışacaktır. Kızların, an­nelik rolüne hazırlanmaktan duydukları haz ve kıvançtan desteğimizi esirgemeyerek onların eline oyuncak bebekler vermekten çekinmeme­liyiz. Zira bazı kimselerin, kız çocuklarının bebeklerle oynamalarına kendilerini hayattan uzaklaştırdığına inanmaları doğru değildir. Bir kı­zın annelik rolünü oynamasından daha tabiî ne olabilir?[451]

Kadınlardaki analık dürtülerinin kandaki hormonlara bağlı olduğu kabul edilir. Hamileliğin sonuna doğru bu hormonlar, etkinliğini daha da fazla gösterir. Rahimde fetüs (döllenmeden 8 ila 40 hafta arasında­ki devre içinde bulunan insan organizması)'ün varlığı, hipofiz bezinin prolaktin üretimini artırır. Prolaktin de hem yavruyu besleyerek sütü salgılayan meme bezlerini uyarır, hem de annelerde analık davranışla­rına sebep olur. Bunun gibi bebekle birlikte oluş, analık davranışları üzerinde hormonlarla eş değer bir etken kabul edilmiştir.[452]

Becerikli annelere sahip olmak isteniliyorsa kızların anneliğe ha­zırlanacak tarzda eğitilmesi zorunludur. Kız çocuğu gelecekte kendini bekleyen annelik kaderini kabullenerek anneliğe yaratıcı bir etkinlik gözüyle bakabilsin de ileride karşılaşacağı annelik rolünden hem kaç­masın, hem de bu rolden dolayı hayal kırıklığına uğramasın. Ünlü psi­kolog Alfred Adler'in ifade ettiği gibi uygarlığımızda kadının annelik rolü, çoğunlukla ikinci derecede önem taşır. Erkek çocukların hem kendilerinin, hem de hayatta oynayacakları rolün, kız çocuklarından ve onların oynayacakları annelik rolünden üstün tutulması ve ilgilerin bu yönde geliştirilmesi, kızların ileride kendilerini bekleyen annelik görevini sevgiyle karşılamamasında büyük etken olmakta ve onlar, ço­cuk sahibi olma aşamasına gelmeden önce bile söz konusu göreve yan çizme eğilimlerini açığa vurmaktadırlar. Kendilerini hazırlıklı bul­madıkları için ne çocuk isterler ne de çocuğa kavuşacaklarına sevinir­ler. Dolayısıyla çocuk doğurmaya önemli bir etkinlik gözüyle bakmaz­lar. Bu sorun bütün toplumlarda göze çarpmakta ve bunun halli için hiçbir çaba gösterilmemektedir. Bütün insan topluluklarının esenlikleri kadınların anneliğe karşı tutumuna bağlı iken hemen her ülkede ka­dının yaşamdaki bu rolüne gereken önem verilmemektedir. Hatta bu görevin önemi üzerinde bile durulmamaktadır. [453] Sonuçta kadınlar, yaratılışlarına uygun olan birinci derecedeki görevlerinden uzaklaştırı­larak hem erkeklere ait olan işlere yönlendirilmekte hem de ticaret aracı olarak kullanılmaktadırlar. Bunlar yetmiyormuş gibi bir taraftan doğum kontrolü teşvik edilmekte diğer taraftan da erkek çocuğa, er­kekliğinin önemi vurgulanarak erkeklik, bir üstünlük niteliği gibi algılandırılmaktadır. Buna ek olarak bir de erkek çocukların ev işlerine yardımcı olmalarına bile, onların onurlarıyla bağdaşmayan bir iş izlenimi verilmektedir. Bu eğilimin etkisiyle kız çocuklarından bile, erkeklerin yanına kaçarak kadınların yaptığı bütün işlere yüz karası diye ba­kıp hiçbirine el sürmek istemeyenlerin çıktığı görülür.[454] Tabi bütün bunlar, kadının ve onun hayatta kendi yaratılışına uygun rolünün kavratılmamasından kaynaklanmaktadır.

Bu problem, tarih boyunca süregelmiştir. Tarihte kız çocuklarının nazik ve zarif yaratılışları istismar edilmiş ve toplumlar, güçten yana ol­muşlardır. Bu tarihî hatayı dile getiren Kur'ân'ın ifadesine göre diğer toplumlar gibi Araplar da kız çocuğunu aşağılamışlar ve onu katlanıl­ması zorunlu bir yük ve musibet olarak görmüşlerdir. Erkek çocukları hoş karşıladıkları için onları kendilerine, kızları aşağıladıkları halde on­ları da Allah'a isnat etmişlerdir.[455] Hatta kendilerine kız çocuğu müjde­lenince yüzlerinin simsiyah kesildiği, kıyıbucak insanlardan kaçtıkları ve acaba onları yanımızda tutsak mı yoksa toprağa gömsek mi diye dü­şündükleri ve iç çatışma içine girdikleri Kur'ân'da ifade edilir.[456]

Kadın, bir taraftan aşağılanırken diğer taraftan da evin çekilip çevrilmesine ve ev işlerine; kadınların üstesinden geldiği başarılı çalış­malar gözüyle değil de kadınların yaşamaya mahkum olduğu bir çile gözüyle bakılması, bir gelenek haline gelmiştir. Buna bir de bu işin, erkekler tarafından önemsenmemesi eklenirse kadınların kadınlık rolünden kaçmaları ve sık sık birçok şeyde erkekler kadar hak sahibi ol­duklarını ispatlamak için uğraşlarını yadırgamamak lazımdır.[457]

İslam gelmeden önce kadın, dünyanın hemen her yerinde aşağı­lanmış; sanki hiç yokmuş gibi kabul edilmiş ve kadınların hakları er­keklerin merhametine kalmıştı. Kadınlar, batı ülkelerinde sanayi devri­mi (1760-1840)'nden itibaren haklarını savunmaya başlayabildiler. Bu da, kadın evinden, köyünden, tarlasından koparılıp fabrikalarda erke­ğin yarı fiyatına işçi olarak çalıştırmaları sonucuna tepkiden doğdu. Yıllarca süren mücadele ile bugünkü haklarına kavuştular. Hatta kadı­nın milletvekili seçilme isteği de, Avrupa'da kadına erkekten çok az maaş verilmesini önleme fikrinden doğmuştur. [458] Şunu da ilave edeim ki Batı Avrupa'da 17. yüzyılda “Kadının ruhu var mı, yok mu?” tartışmaları bile yapılmıştır.[459]

Kadın gerek İslam'dan önceki, gerekse sonraki süreçte hemen her toplumda bir taraftan ezilmiş, bir taraftan da kendisine verilen “cinsî duy­gu” hem istismar edilerek ona işkence edilmiş, hem de -Kur'ân'ın da “On­lar inasa ibadet ediyorlar.”[460] Şeklinde ifade ettiği gibi- kadına tapılmıştır.

Âyette geçen “inas” (dişiler) tabirini birçok müfessir, “cansızlar” anlamında kullanarak “Onlar putlara tapıyorlar.” şeklinde anlamışlarsa da [461] müfessır Elmalılı, “dişiler” anlamına gelen “inas” kelimesi­nin [462] hakikî anlamında kullanılmasının daha uygun olacağını ileri sü­rerek tarih boyunca kadınlara hem işkence edildiği, hem de zihinlerde kadın hayali yaşatıldığı; böylece onlara tapılmış olduğu tezi üzerinde uzunca durur. Düşünce olarak âyetin zahir anlamına daha uygun gö­rüldüğü ve onun söyledikleri pratik hayatta farkında olunmadan yaşanıldığı için ifadelerini aynen alıyoruz: “Bunların nazarında ilah mefhu­mu mabud tasavvuru her şeyden evvel bir kadın hayalidir. Bundandır ki putların ekserisi inas (dişi) suretinde inas ismındedir.” Örneğin Lat, Menat ve Uzza isimleri dişilere verilen addır.

Araplarda olduğu gibi Yunanlıların çoğu putlarının da dişi olduğu bilinmektedir. Müfessirler “inas” kelimesini putlar diye anlamışlarsa da bu kelimeyi hakikî anlamından uzaklaştırmaya gerek yoktur. Zira “Her hayal bir hakikatin in'ikası(yansıması) olduğundan bu hal inas(dişi)'a incizab (çekilmesi)’ın bir neticesi olarak muhafaza edilmek ve inası manay-ı hakikasıyla mütalaa etmek hem asıldır hem de âyetin ruh-i mazmunu (anlamı)'na daha muvafıktır. Yani müşrik ruhunun gaye-i ma'budi kadındır. Onun nazarında taabbudun en büyük misali, taab-budı nisvandır (Culte de Femme) O bütün zevkini bütün ilhamını ka­dından almak ister. Kadın zevki, onun için azamî lezzet olur. Onun bütün hayatının başında bir kadın hayalı vardır. Ve bundan dolayı her oturduğu yerde, her hürmet edeceği mevkide güzel bir kadın resmi arar. Asnam (put)’ın ve hâlâ ekser asnamın kadının ismiyle tesmiye edil­miş (İsimlendirilmiş) olması da kadın taabbudu (tapma)'nun ruha ha­kim olmasından munbaistir (ileri gelir). Asnam (putlar)’ın mevkii buna remz, bir timsal olmaktan ibarettir.” Ancak, “En çirkin bir kadın en güzel bir puttan daha kıymetli olmak lazım gelirken mabudunu kadın telakki eden müşriklerin elinden hakikî kadınlar öyle bir iptizale dü­şerler ki hürmet şöyle dursun en basit hukukî insaniyeden bile mah­rum edilirler. Davaya bakarsanız kadın her şeydir. Fiiliyata bakarsanız kadın oyuncakların en sefili olmuştur... Bütün zevki taabbudu şehevatta toplayıp hakları hakikatleri hayallere feda ederek kadın hayalleri karşısında hakikî kadınları payimal ederler. “[463]

Kadının kadınlık rolüne göre yetiştirilmemesi; dolayısıyla bu rolün gerektiği gibi işletilmemesi ve buna ek olarak da onun daha çok ka­dınlıkla alakası olmayan işlerle meşgul edilmesi, çocuk terbiyesi ala­nında büyük bir boşluk oluşturmaktadır. Halbuki bir ülkenin geleceği ve onun uygarlık seviyesine ulaşması, tamamen çocukların yetiştirilip yetiştirilmemesiyle yakından ilgilidir.

Yeni doğan bir çocuğun her türlü yardıma olan ihtiyacı ve onun yemesi, içmesi, yürümesi, konuşması, ruhsal, bilişsel ve sosyal geliş­meleri başta olmak üzere bütün yetenek ve donanımlarını çocukluk döneminde kazanacağı dikkate alındığı zaman onu yıllarca takip ede­cek kültürlü bir anneye ihtiyacının ne kadar zorunlu olduğu kendiliğinden ortaya çıkacaktır.

Çocuk, biyolojik doğumundan sonra kendini toplumsal bir çevre olan ailede bulur. Orada onun “sosyo-kültürel doğumu” başlar. Bu ikin­ci doğum, çocuğun topluma kabul edilme sürecidir. Artık onun bütün hayatı, çevresine uyum sağlamakla geçer. [464] Uyum, insanın ruhen ve maddeten çevre şartlarına uymasıdır. Toplumsal çevre açısından uyum ise, genellikle çocuğun sosyal normlara uyumu biçiminde anlaşılmış­tır.[465] Çocuk, gelişme sırasında düşüncesini, anlatım biçimlerini, alışkanlıklarını ve çeşitli davranışlarını belirlerken içinde bulunduğu top­lumun normlarına ve değerlerine uyması söz konusudur. Çocuk, şah­siyetinin oluşmasında, davranış ve tutumlarının şekillenmesinde etkisi büyük olan bütün değerleri toplumun en küçük çekirdeği sayılan ailede karşılar. [466] Ancak çocuk psikolojisinin araştırıcılarının ifade ettiği gi­bi davranış kazanımmda onun bir modele ihtiyacı vardır. Çocuk, bil­meden ve düşünmeden bu modeli taklide koyulur. Çocuk taklit ede­ceği objenin modelini kopya ederken alışmcaya kadar tekrarlamayı sürdürür [467] İşte çocuk için en elverişli model annesidir. Zira çocuğun doğumundan itibaren uzun süre en çok ihtiyaç duyduğu bireyin anne olduğunda kimsenin şüphesi yoktur.

Çocuğun annesiyle kurduğu ilişki, toplumsallaşmanın ilk ve önemli basamağı olarak görüldüğü için önemine binaen biraz da “Toplumsallık ve Çocuk” konusuna eğilmede yarar görüyoruz. [468]

 

3.2. Toplumsallık Ve Çocuk

 

Toplumsallık, organik bir temele de dayanır. İnsan yapısındaki çift cinsiyetlilik ve insan yaşamı gelişiminin, koruyucu bir toplumun varlığı­na ihtiyaç duyuşu, bunun delilidir. Ayrıca hayat şartlarının, insanların birbirinden ayrılmasını değil, aralarında dayanışmayı ve işbölümünü ge­rekli kılışı; örneğin dinlenmek için yükünü sırtından indirmiş bir şahsın, dinlendikten sonra yükünü sırtına kaldıracak bir başka kişiyi beklemesi, güçsüz olarak doğan çocuğun; uzun süre yeme, içme, giyim ve diğer ihtiyaçları için bir başkasının varlığına muhtaç oluşu bunun başka bir delilidir. Bir çocuğun dünyaya gelişi bile, adına evlilik dediğimiz karı ve koca birlikteliğinden oluşan bir topluluğu zorunlu kılmaktadır.

Güçsüz olarak dünyaya gelen çocuk, kendisini dil, din, ahlak, hu­kuk, sanat gibi değerlerin ve çeşitli alışkanlıkların hazır olduğu bir çevre içinde bulur.[469]

Bu çevre, çocuğa bir taraftan bazı istekler sunarken diğer taraf­tan da bu istekleri yerine getirir. Büyük zorluklarla karşı karşıya kalan çocuk, karşılaştığı bu zorluklan giderenlere içgüdüleriyle gülücükler göndermeğe, erişkinler de ona şefkat kanatlarını germeğe başlar. Şa­yet, yakınların çocuğa göstereceği sevecenlik belirli bir ölçünün altın­da kalırsa o çocuk, çevrede akıp giden hayata güvensizlikle bakarak kendini toplumdan soyutlamaya ve görevden kaçmağa eğilim göste­rir. Böylece çocukta sevgi içgüdüsü gelişmeyince o ne sevgiyi tanır, ne de ondan nasıl yararlanacağını bilir. Sevme içgüdüsü aile çevresinde gelişemeyen çocuklarda bu güdü, sonradan ya geliştirilemez ya da bu konuda büyük güçlüklerle karşılaşılır. [470] Bu çocuklar aynı zamanda istek ve duygularını açığa vurmaktan da çekinirler. Sevgiden yararlan­masını bilememeleri, onların davranışları üzerinde etki bırakır. Aşırı sevecenlik de, çocuklarda sınırsız bir sevecenlik içgüdüsünün gelişmesine yol açar. Böylece çocuk bütün dikkatleri kendi üzerine çekerek sevgiyi kaybetmemek ve başkalarının daha çok kendisiyle ilgilenmesini sağlamak amacıyla başvurmadık yol bırakmaz. Onun bu davranışları, sonuçta kendisinin toplumdan soyutlanmasına sebep olabilir.[471] Onun için her türlü aşırılıktan kaçınarak sevgi, saygı ve korkunun dengeîi bir şekilde verilerek çocuktaki ruhsal yapıyı geliştirmek en sağlıklı olanıdır.

Çocuk üzerinde uygulanacak bilinçji eğitim, onu yaşadığı güven­sizlik duygusundan kurtarmak, yaşam için bilgi, beceri ve üstün bir anlayış kazandırmak ve başkalarına karşı ilgiyle donatmak amacını güder. [472] Bir çocuğun ruhsal gelişimi hangi yönü izliyorsa, geliştirdiği karakter özellikleri de aynı yöne yönelecektir. Karakter düz bir çizgi üze­rinde gelişiyorsa çocuğun tutumunda hiçbir bocalama görülmeyecektir. Zira bu çizgide çocuk, güçlüklerle doğrudan yüz yüze gelecek; ikinci tür karakter gelişiminde ise çocuk, hayatta düşman güçlerle karşılaşa­bileceğini; dolayısıyla uyanık olması gerektiğini öğrenecek ve saygınlık ve güçlülük amacını dolambaçlı yollar izleyip kurnazca davranarak ulaş­mak isteyecektir. Bu çocuk, ödevlerine düz çizgi üzerinde yaklaşmaya çalışmayacak, korkak ve çekingen biri olarak başkalarının gözüne baka­mayacaktır.[473]

Çocukluktaki arzu ve kaygılar karakter özelliğine dönüşür.[474] Gü­dülerle, dış dünyadan gelen yasaklamalar arasındaki çelişiklik kıskacı­na düşen çocuk, bu çelişikliğin meydana getirdiği sıkılmalardan ötürü dış dünyaya karşı bir savunma mekanizması kuracaktır. Üst ben (vicdan)ı oluşturmak üzere de “ben”, dış dünyanın insanı doyumsuz bı­rakan nesnelerini iç dünyaya taşıyacaktır. [475] Bu taşınanlar bir taraftan bilinçsizce düşünce halinde bir taraftan da davranışlar halinde hafıza­ya işlenecektir. Bunlardan birincisi, içerik; İkincisi de biçimdir.[476] Çocuk tıpkı büyükler gibi başkalarından daha çok şeye kavuşmayı arzular ve üstün bir konumu ele geçirmeğe çalışır. Gayesi hem güven ve uyumu sağlamak hem de bunları kaybetmemektir.[477]

Görüldüğü gibi kişilik zırhı içine taşınanlar dış kökenlidir, toplumsal­dır. Bunların taşınma sebebi de, ya dış dünyaya karşı kendisini korumak ya toplumun dışına itilmek tehlikesini bertaraf etmek ya da nazdır.[478]

Bireyler, dış dünyadan gelen tehlikelerin yarattığı kaygıyı ortadan kaldırabilmek için de güdülerini bastırmak zorunda kalır. Örneğin in­san acından ölse kimseye saldıramaz. [479] Zira ruhsal organ, işin başın­dan beri toplumsal koşulları göz önünde tutmak zorunda kalmıştır.[480] Duygularını bastırma adı verilen bu davranışları çocuklar, ilk defa aile­den başlayarak toplum içinde kazanırlar. Buna göre çocukta kişilik olu­şumlarının iki hedefi vardır. Biri dış dünyaya diğeri de içgüdüsel gerek­liliklere karşı “ben” zırhını oluşturmaktır. [481] Zaten kişilik, ben'in sürüp giden bir değişimidir, buna katılaşma da denilebilir.[482]

Çocukta karakterin oluşumunda, güçlülük eğilimi yanında top­lumsallık duygusu da önemli rol oynar. Çünkü çocuğun ruhunda ilk beliren duygulardan biri de, saygınlık eğilimidir. Bu eğilim ilişki kurma biçiminde kendini gösterir. [483] Başkalarıyla ilişki kurarak yakınlaşma ih­tiyacı, her toplumda değişik biçimlerde ve derecelerde ortaya çıkar. Bu ihtiyacın temelinde biyolojik bir yön bulunduğu gibi bebeklikten itibaren içinde bulunduğu aile ortamındaki birlikteliğin de etkin oldu­ğu iieri sürülür.[484]

Birlikte olma ihtiyacının, sevecenlik ve korku güdüleriyle ilişkili ol­duğu da söylenir. Buna gerekçe de, insanların daima zor durumlarla karşı karşıya kalmaları gösterilir. Bu güdüler, merak ve kurcalama gü­düsüyle de desteklenir. Çünkü bir çocuğun davranışı için bu güdüler, uyandık görevini üstlenirler. [485] Yaratılışta her insanın, aşağılık duygu­sunun her çeşidi için olağan üstü bir duyarlılığın olması ve ekonomik sebepler de, toplumsallaşma da önemli etken olarak gösterilir. [486] Şu­nu da ifade edelim ki toplumsallık duygusunun boyutları, bir insanın bütün yaşamsal dışavurumlarında kendini göstermektedir.[487]

Başta bütün istekler olmak üzere dini duygu, ilgi, düşünce ve bir­çok davranışın kaynağı fıtrîdir. Yani insanın yaratılışında vardır. Demek oluyor ki çocuk, bu yetenek ve donatılışla dünyaya gelir. Ancak bu ye­tenekler, her toplumda farklı olmak üzere sosyal hayatın ihtiyaç ve gereklerine göre gelişerek kendilerini davranışlar biçiminde dışa vu­rurlar. Daha sonra da bunlar, çocukta silinmez melekeler haline gele­rek [488] onda karakter olurlar. Bilindiği gibi karakter, takınılan ruhsal bir tutum ve insanın çevresine karşı aldığı bir tavırdır. Bu karakter özellik­leri, bir model gibi İnsanın varlığında yaratılıştan değil de sonradan yuvalanırlar.[489] Davranışların çocuğun varlığında yuvalanması, bir sürece bağlıdır. Çocuğun ailedeki gelişim sürecinde onda karakterin oluşumunda anne ve babanın rolü birinci dereceyi işgal eder. [490]

 

3.3. Çocuk Ve Anne-Baba İlişkisi

 

Yaratılış açısından bakıldığında insan yetersiz bir yaratıktır. [491] Yetersiz­lik, insan için sürekli uyarı kaynağı olup onu, devamlı eksikliklerini gider­mek için bir yol aramağa itmiştir. Zira her arayış bir yetersizlik duygusuyla ilgilidir.[492] Örneğin 2 ile 5 yaşları arasındaki çocuğun başı her sıkıştığında annesine başvurması ve onun yardımına ihtiyaç duyması bundandır.[493]

Psikologların ifadesine göre canlılarda dokunma, rahatlık vermekte [494] ve dolayısıyla bir çocuk, annesinin vücuduna değdiği zaman kaygısı azal­maktadır. Zira çocuğun biyolojik sistemi, annesinin biyolojik sistemine doğru uzayıp genişlemektedir. O anda iki canlı varlığın biyolojik enerji alanları, birbirine değmekte ve kan damarlarının genişlemesine sebep ol­maktadır. Kaygıyı azaltıp vücudu rahatlatan da budur. Zira sevilen insa­nın bedenine dokunma, kaygıyı yok ettiği gibi; aynı kişiyle dokusal ilinti­nin, onu yüz üstü bırakılma korkusundan uzaklaştırdığı da ileri sürülür.[495]

Çocuk, dünyaya geldiği andan itibaren annesiyle bağlantı içinde yaşar. Onun bütün hareketlerinin amacı, bu bağlantıyı ayakta tutma­ya yöneliktir. Annenin, çocuğun yaşamı üzerindeki rolü aylarca sürer. Böylece çocuğun ruhundaki toplumsallrk yeteneğinin gelişmesi, bu evrede gerçekleşir ve anne, toplumsal yaşamla çocuk arasındaki ilk köprüyü oluşturur.[496]

Anne ile çocuğun arasındaki ilişki, öylesine içtendir ki çocuktaki herhangi bir karakter özelliğini kalıtıma bağlamanın üstesinden geli­nemez. Çünkü birçok eğilim, çocuğa anne tarafından alıştırılır, be­nimsetilir ve biçimlendirilir. Hatta kalıtımla geçmiş olabileceğini sandı­ğımız eğilimler, geride bırakılabilir. Annenin bu konudaki beceri veya beceriksizliği çocuğun varlığında saklı bulunan bütün yetenekleri etki­ler [497] Düzenli ve etkili anne ve babaların çocuklarının, sosyalleşme ve kurallara uyma eğiliminde oldukları ve dolayısıyla bu çocuklara fazla­ca güvenilebileceği, bunların çekinmeden sorumluluk alabilecekleri, vicdanlı olabilecekleri ve liderlik yeteneklerine sahip olabilecekleri tezi üzerinde durulmuştur.[498]

Çocukta gelişmenin temelini çocukluk dönemi oluşturur. İlk ço­cukluk dönemi, çocuğun geleceği bakımından çok daha önemlidir. Yetişkin kişinin kişilik özellikleri büyük ölçüde bu dönemde oluşur.[499]

Çocuğunu şefkatle izleyen annenin, onu kucağına alması, kuca­ğında dolaştırması, onunla konuşması, onu yıkaması, yedirmesi, içir­mesi ve diğer bütün ihtiyaçlarını gidermesi, anne ile çocuk arasındaki sıkı bağlantının kurulabilmesine önemli katkıda bulunur. Anne, üzeri­ne düşen görevlen yerine getirebilme becerisi doğrultusunda eğitilememişse ya da beceriksiz veya vurdumduymaz birisi ise anne ile ço­cuk arasında tatsızlıklar ve hırçınlıklar yaşanır ve anne daima çocukta kendisine karşı oluşan bir dirençle karşılaşır. Bu durumu yaşamamak için bir annenin çocuğu yatağa yatırımından tutun da banyoya götü­rüşüne varıncaya kadar bütün eylemlerinde, çıkaracağı seslerde ve göstereceği davranışlarda bir beceri ve şefkat havasının esmesi lazım­dır. Bu işlerden her biri, çocuğun annesini sevip-sevmemesi, annesiyle işbirliğine yanaşıp yanaşmaması için bir neden oluşturacaktır.[500]

Canlılar grubunda yeni doğan yavrular annelerinin yanlarında ne kadar uzun süre kalırlarsa ilkel ve basit refleksif davranışlarının, geliş­miş davranışsal hareketlere dönüşme şansı o kadar artar, Ana-çocuk ilişkilerinin uzaması, toplumsallaşma sürecinde bilgi ve beceri açısın­dan çocuğun daha farklı boyutlar ve içerikler kazanmasına neden ola­caktır. Örneğin çocukların annede gördüğü davranış kalıplarını çokça izleyişleri ve hatta bazı davranışları tekrarlayabilmeleri imkanları, ço­cuğun, ilkel ve refleksif davranışlarında niceliksel ve niteliksel değişiklikler yapabilme imkanını verebilir. Toplumsal ihtiyaçların çokluğu ve çeşitliliği, giderek her bir ilkel davranışa çok daha farklı yeni anlamlar yüklemeyi sağlar. Hayat için gerekli bilgi ve davranışların yaşam süreci içerisinde öğrenilmesi, ancak çocukların aile içinde yetişmiş bir anne ile uzun ve yoğun grup içi ilişkiler kurulabilmesi sayesinde olur. Çocu­ğun çevresine uyabilmek için en yararlı bulduğu davranışı kullanaca­ğı, onu diğerlerine tercih edeceği prensibi ileri sürülmüş ve bunlar arasında sürekli olarak kullanacağı şeyler kendisine bakanların duygu­luluğuna bağlı olduğu kabul edilmiştir. İşte çocuk, böyle kendi sosyal çevresini kontrol edip yararlı gördüğü tepkileri kullana kullana bebe­ğin kendisinde şahsiyet denilen yönelişleri gelişir. Bu gelişmenin nasıllığı, hem doğuştan hem de çevreden gelen faktörleri göz önünde tutmakla anlaşılabilir. [501] Şunu açıkça belirtmek gerekir ki, davranışla­rın organlarla ifadesi, gelişme sürecinin her basamağında görülen bir olgudur. [502]Uzun süre hastanelerde tek kalan çocukların konuşma öğ­renmelerinin bile geç kalıp zorlaştığı tespit edilmiştir. Çünkü uyarılmayan sinir sistemi gelişemez. Onun gelişmesi toplumsal yaşama bağlı­dır. [503] Zira her çocuk dünyaya gelirken çeşitli duygu ve deneyecek im­kanları beraberinde getirir. Ancak bunlardan hangilerinin onda ağırlık kazanacağını ve nasıl biçimleneceğini çevre belirler. [504] Çocuk için en önemli çevre de ailedir.

Babanın aile içindeki rolü de annenİnkinden az önemli değildir. Gerçi başlangıçta babanın çocukla ilişkisinin kapsamı fazla geniş ol­mayıp onun çocuk üzerindeki etkisi daha sonraları görülür. [505] Çocuk­ların, ailenin tümünü görüp gözeten, sevgi ve önderliği ile kuşatan bir babayı önlerinde görmek, onlara hayat için en büyük güven orta­mını sağlar. Böylece anne ve babalarından karşılıklı olarak dayanışma, esirgeme, sevgi ve insanı insan yapan hasletleri öğrenir ve kendilerini, düzen ve disiplin içine sokup doğru yol üzerinde tutmayı başarırlar.[506]

Kur'ân'a göre Allah, insana, anne ve babasına karşı iyi davranma­sını emredip; özellikle annenin çocuğu nice acılara katlanarak karnın­da taşıdığına ve bunun akabinde iki yıl da süt emzirmenin sürdüğüne dikkat çekerek ona karşı daha dikkatli olunmasının gerektiğine işaret ettikten sonra [507] babanın da nafakayı temin için görevlendirildiğini ifade eder. [508] Anne ve babanın bu fedakarlıkları ima edilerek çocuklara da, bunlara teşekkür etmelerini emreder.[509] Bunun peşine de çocuğa, anne ve babaya karşı iyi davranmasını; ancak onlar, çocukları bilgisiz­ce Allah'a ortak koşmaya zorlarlarsa buna itaat etmemelerini; bu du­rumda bile onlara bu dünyada iyilikle davranmalarını emreder. [510] Yine Allah, kendisinden başkasına kulluk edilmemesini, anne ve babaya iyi davranılmasını kesin ifadelerle verdikten sonra; (ileride beden dili açısın­dan üzerinde durulacağı gibi) onlardan biri veya her ikisi, çocuğun ya­nında yaşlanırsa onlara kesinlikle “Öf!” bile dememelerini, onları azarlamamalarını, onlara saygılı ve yüceltici sözler söylemelerini; böylece alçak gönüllüce ve acıyıp esirgeyerek kol-kanat germelerini ve “Ey Rabbim! Onların beni küçükken sevgi ve şefkatle besleyip büyüttük­leri gibi sen de onlara merhamet eyle.” şeklinde dua etmelerini [511] ke­sin hatlarıyla emreder. Böylece Allah'ın istediği doğrultuda aile yuvası kurulmuş olup; işlevlik kazanır. Buna göre artık ne çocuk kreşlere ne ete anne ve baba huzur evlerine terk edilerek perişan duruma getirile­cektir. Zaten çocuklarını ezici güçlüklere katlanarak büyük bir itina ile hayata hazırlayan anne ve baba, bunu hak etmemektedirler. Kaldı ki Allah'ın önerdiği sistemde uygunsuzluk yoktur: [512]O, her şeye gerçek özünü ve biçimini veren ve sonra da her şeyi kendi doğasının gerek­tirdiği yola yöneltendir. “[513]

Kur'ân'da olduğu gibi hadislerde de aile düzeni önerilerek ilkeleri belirlenir.[514] Zira ilahî dinlerin gayesi; insanları, işin en doğrusuna ilet­mek ve bu konuda onlara akıllarının almadığı durumlarda yol göste­rerek, onların yaşamlarında düzeni sağlamaktır.[515]

Bütün bunlardan hareketle aile kurumunun, biri çocuklara, diğeri anne-baba ve kardeşlere bir diğeri de akrabalara bakan üç boyutu­nun olduğu ortaya çıkmış olur. Aileyi bir kurum olarak ele alınca işin, her üç yönüne de dikkat çekilmiş olur. Toplumsallaşmada bizi daha çok çocukların şekillenmesi ilgilendirdiğinden anne ve babanın aile­deki rolüne dönüp konuyu biraz daha açalım.

Bir kere şunu ifade edelim ki biz ne zaman çocuk yetiştirmede an­nenin yerini tutabilecek birini bulmak istesek, anne rolünü oynayacak bi­rini arar dururuz. Diyelim ki böyle birini bulduk ve bu bulduğumuz ka­dın çocukla öz evlatlarından biriymiş gibi ilgilendi. Böyle bir ortam sağla­nınca çocukta önemli ölçüde bir iyileşme gözlenmiştir. Ancak bunun bi­le, aile yaşamının yerini alabilecek bir ortamda gerçekleştirildiği gözden kaçmamıştır. [516] Durum böyle olunca en kolay ve en sağlam yol, annenin annelik rolünü oynayacak tarzda yetiştirilmesi ve çocuğun da kendi aile ortamı içinde kendi annesinin eğitimine verilmesidir. Zira hayatta dikiş tutturamayan kişilerin, yetimler ve evlilik dışı ilişkilerden veya bozulmuş evliliklerden geride kalmış yahut da istenmeden dünyaya gelmiş çocuk­lar arasından çıktığı bilinmekte; anne sevgisi ve şefkatinin yerini doldura­cak ikinci bir unsurun zor bulunacağı itiraf edilmektedir.[517]

Babanın çocuk üzerindeki etkisinin sonradan görülmeye başladı­ğını yukarıda ifade etmiştik. Burada şunu ilave etmek gerekir ki, an­nenin çocuğa olan sevgi kapsamının, babayı da içine alacak şekilde ge­nişletilmesi ve böylece ailede yetişen çocuk, anne ve babaya gösterilen sevgide dengesizlik yaşamaması gerekir. Örneğin anneyi gördüğünde babanın, babayı gördüğünde de annenin eksikliğini hissetmemelidir. Şayet bu sevgi kapsamı geniş tutulamaz ve anne ya da baba çocuğa tek başına sahip olmayı ve onu kendine bağlamayı hedef edinirse, çocuktaki toplumsallık duygusunun gelişimi hem büyük ölçüde aksar hem de aile, rekabet ve tartışma ortamına çekilmiş olur. Bu durumda çocuğu, top­lumsallık bilincinin gerektirdiği şekilde eğitmek imkânsız hale gelir.

Çocuğun içinde yaşadığı ilk toplum, anne ve babasından oluşur. Bu bakımdan çocuk, anne ve babası arasındaki evliliğin; toplumsal yaşamın bir ürünü ve okulu olma niteliğini görmelidir. Demek oluyor ki evlilikte, eşler arasındaki esenlik, çocuğun esenliği ve toplumun esenliği birlikte dikkate alınmalıdır. Şayet evlilik, bu üç esenlikten birinde üstüne düşeni yapamıyorsa; aile yaşamının uyum içinde olduğu söylenemez. Buna ek olarak bir de eşler arasında birbirlerine karşı üstünlük sağlama eğilimi baş göstermişse; evlilik, artık bir paylaşım ve hayat arkadaşlığı olmaktan çıkmış olacak ve böylece hem eşler, hem de bunları örnek alan çocuklar arasında sürüp giden bir tartışma başlayacaktır. [518] Halbuki Kur'ân'da ifa­desini bulan evlilik, bir anlamda eşler arasındaki eksiklikleri tamamlayıcı bir etkinliktir. Zira yeryüzündeki her canlı türü, kendi hususiyetlerinin ifa­desi için başka bir şeye bağımlıdır. Dolayısıyla karşı cins diğerindeki bir boşluğu doldurmakta ve bir eksiği kapatmaktadır. “Kadınlar erkeklerin, erkeklerde kadınların örtüleridirler”[519] âyetinin anlamı da, budur.

Evlilikte eşler arasında eşitlilik açısından herhangi bir sıkıntı ya­şanmaması için onlardan her birine Kur'ân'da “zevç” kavramı kulla­nılmıştır. [520] Hatta Kur'ân, bize yeryüzündeki her şeyin çift yaratıldığını ve bunlardan her birinin, kendi türünü sürdürebilmek için kendilerini birbirine yaklaştıran içgüdü gibi bir his taşıdığını ve bu yüzden mi­zaçlarının, kendi türünden bir eşe uygun şekilde oluşturulduğunu söylemektedir. [521] Böylece bu eş, erkeğinin hislerine cesaret ve hız ka­zandıracak; onun kendi türünün korunması için verdiği mücadele er­keğe güç verecek ve ona aktivite kazandıracaktır. Kur'ân, yeryüzünde çift yaratılan her varlığın eşi için de, “zevç” kavramını kullanır.

“Zevç” Arapça bir kelimedir. Bu kelime “bir çift” anlamına geldiği gibi “çifti oluşturan eşlerden biri” anlamına da gelir. Ancak bu sözcük “zevceyn” şeklinde ikil olarak kullanılıp; onu “isneyn” (iki) sayı sıfatı iz­lediği zaman bu sözcük grubu, şüpheye yer bırakmayacak şekilde erkek-dişi iki cinsin birfikte oluşturduğu bir çifti ifade eder. [522] Çift keli­mesi, dilimizde de birbirini tamamlayan iki tekten veya bir erkek ve bir dişiden oluşan iki eş anlamına gelir. [523] “Eş” kelimesi ise, birbirinin aynı olan veya birbirine çok benzeyen iki şeyden; yani karı kocadan veya birlikte yaşayan dişi ve erkek hayvandan her biri anlamına gelir.[524]

Kur'ân'a göre evlilik, sadece türün devamını temin etmek için[525] de­ğil; aynı zamanda her iki çifti, sapıklık ve bozukluklardan korumak ve eşlerde zihinsel bir denge sağlamak içindir.[526] Eşlerin kaynaşmasında bir sorun yaşanmaması için, eşlerin kendi cinslerinden yaratılması bu mak­sada binaendir. [527] Kaynaşma pekişsin diye de eşlerin içine, birbirlerine karşı sevgi ve şefkat duyguları yerleştirilmiştir. [528] Bu bakımdan Kur'ân, evlilikte eşleri birbirine bağlayan en önemli unsurun, yaratılıştan getir­dikleri ve birbirlerine karşı duyacakları “sevgi ve merhametin” olduğunu dile getirir. Bu iki unsurun söz konusu olmadığı evliliklerin mutsuzlukla sonuçlandığı görülür, Kur'ân buna ilaveten eşler arasında onları birbiri­ne yaklaştıran bir de “cinsî duygunun” verildiğini çeşitli vesilelerle anar. “Gerçek şu ki kadın Yusuf'a karşı arzu doluydu o da kadını arzuluyordu. Öyle ki (bu ayartma karşısında) Rabbinin burhanı onun içine doğmamış olsaydı (bu arzuya) yeniliverecekti.”[529] âyeti buna örnek teşkil eder.

Eşler arasındaki görev taksimatı, kadın ve erkekteki fizikî, biyolojik ve psikolojik özelliklere bağlı olduğunu [530], bu görevlerle birbirlerine karşı üstünlük taslayamayacağını açıkça gösterir. Zira erkeğin, kadından daha güçlü ve daha soğukkanlı oluşuyla, ayrıca fizikî ve biyolojik yapısıyla; hem nafaka teminine, hem de ailede liderliğe daha elverişli; kadının da, zarafeti ve duygusallığıyla, hem de fizikî yapı olarak çocuk terbiyesine daha uygun olduğu söylenebilir. Zira iktisadî sorumluluklar ve bunlardan hasıl olan mükellefiyetler, kadına ağır gelebilir. Bundan dolayıdır ki Allah, adalet ve üstün hikmet sahibi olarak bu mesleği erkeklere verir ve “Allah insanlardan bir kısmını diğerlerine (fazilet bakımından değil de doğal ni­telik ve güç açısından,[531] üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler, kadınların koruyucuları ve yöneticileridirler. Onun için iyi kadınlar itaatkardırlar. Allah'ın kendilerini korumasına karşılık giz­liyi (kimse görmese de namuslarını) koruyucudurlar”[532] âyetinde ifade edildiği gibi erkeği, kadının sahip olmadığı tabiî nitelik ve güçler sebebiyle ailenin idarecisi tayin ettiği anlaşılmaktadır.

Baba, ailedeki görevleri bakımından insanlarla olumlu bir diyalog kuracak, çevresinde dostlar edinecek, dolayısıyla da ailesini, toplum­sal yaşamın bir halkası haline getirecektir. Böyle bir baba, toplumsallık işbirliğine gereklilik açısından çocuklarına örnek olacak ve çocuklar üze­rinde bırakacağı etki o denli büyük olacak ki çocuklar, onu ömür boyu kendilerine örnek edineceklerdir.[533]

Ailenin, toplumsal çevre içinde bir birim olduğu ve aile dışında da güvenilecek şahısların bulunabileceği bilinci, çocukların gelişimi ve sosyalleşmesi açısından önemli bir etkendir. Bir ailede en önemli so­run, iş sorunudur. Bir işte başarılı olmanın şartı ise hem o işte çalışa­bilmek için gerekli eğitimin görülmesi, hem de başkalarıyla işbirliği yapacak yeteneğe sahip olunması ve başkaları tarafından sevilmesidir. Başkaları tarafından sevilmenin şartı da, yapılan işin sadece yapan için değil de bütün insanlık için yararlı nitelik taşımasıdır.[534]

Toplumsal yaşamda deneyimler edinmede ve gerek ülkelerinde gerekse dış dünyadaki maddî ve manevî değerleri öğrenmede erkek­lerin etkinlik alanları ve avantajları kadınlara oranla çok daha geniştir.

Bu bakımdan bir babanın eşine ve çocuklarına danışmanlık yapması, onun görevleri arasındadır. Ancak bu danışmanlık yapılırken itirazlara yer bırakmayacak tarzda üstünlük eğilimi göstermeden dostça ve gö­rüşler paylaşılarak yapılmalıdır. Para kazanmayan eş ve çocukların bu konuda çok alıngan olacakları göz önünde tutularak para, evde so­run yapılmamalı ve harcamalarda hiç kimse haksızlığa uğradığı kanı­sına varmamalıdır.[535]

Aile fertleri arasında sevgi eşit bir şekilde dağıtılmalı. Bu konudaki en küçük bir ihmal, -örneğin kendisinin daha az sevildiği hissine kapı­lan şahıslarda- toplumsallık bilincinin gelişmesini geriletilebilir.

Toplumsallık duyguları üzerinde olumsuz etki bırakan bir diğer hu­sus da, çocukların kendi aralarında kuracakları işbirliğinin ihmal edilme­si ve çocuklar arasında eşitsizlik duygusunun belirmesine imkan veril­mesidir. Bir ailede iki çocuğun konumu, yetenek açısından asla birbiri­nin aynı olamaz. Her çocuk, içinde yaşadığı şartlara uyum sağlama çabalarının verilerini kişisel yetenek ve yaşam üslubunda açığa vura­caktır. Yetenekli bir çocuğun, kardeşleri arasında üstünlük peşinde koşma eğilimi, hiçbir zaman son bulmayacak ve her birinde bu konu­daki bir ruhsal açlık sürüp gidecektir. Bazen de kardeşler arasında ye­tenekli çocuğa karşı gizli bir savaş baş gösterecektir. Bunun tipik ör­neğini Kur'ân'da Yusuf kıssasında Yusuf (as)'a karşı kardeşlerinin tu­tumunda görüyoruz. Onlar Yusuf'u öldürmek veya bir kuyuya atarak onu bir kervan aracılığıyla aileden uzaklaştırmak istemişlerdi. [536] Onların iddiaları Yusuf (as)'ın, anne ve babası tarafından daha çok sevilmesiydi. [537] Ancak Kur'ân'ın Yakup (as) diliyle bunlara cevabı ise “Sizi, hayal gücünüz bu kötü sonuca sürükledi.”[538] Şeklinde olmaktadır. Yıl­lar sonra kardeşlerle Yusuf (as), buluşunca, Yusuf (as)'ın onlara bunu cahilliklerinden yapmış olduklarını söylemesi [539], onların da hatalarını iti­rafları ve babalarından Allah'tan af dilemesini istemeleri [540] gösteriyor ki çocuklar arasındaki düşünce ve yargılar, çoğu zaman isabetli olmaya­bilir. Bazen de bu tür kargaşalıklara sebep, anne ve babanın uyum­suzluğu veya çocukiardaki yetenek farkları dikkate alınmadan hepsine aynı davranılması gösterilebilir. Bütün bu zorluklardan kurtulmanın yolu, çocukları daha çok toplumsal işbirliği bilincine sahip olacak şe­kilde yetiştirmek, -Kur'ân'in ifadesiyle- kendileri muhtaç olsalar bile onları, başkalarını kendilerine tercih edebilecek [541] ahlakla donatmak gerekmektedir. Aksi halde kıskançlığın ve hırsın önüne geçilmesi, aşılması zor olan bir iştir. [542]

 

3.4. Çocuğun Davranışlarının Ailedeki Gelişim Süreci

 

Canlı yapı, yoğunlaşmış enerji deposu gibi düşünülebilir. Enerji sistemi gibi canlıların amacı da, varlıklarını ve kararlılıklarını korumak­tır. Yaşam, bu kararlılık durumunun korunmasına bağlı olduğu için canlılardaki temel eğilim, zararlı uyarımlardan kaçmak, ihtiyaç duyu­lanlara doğru da gitmektir. Bu görev, diğer canlılara oranla İnsanlarda daha karmaşıktır.

Bir çocukta davranışların gelişimi, toplumsal ilişkilerin sağlıklı bir biçimde düzenlenmesine ve sinir sisteminin gelişmesine bağlı olarak doğumdan gelişme dönemine doğru izlenebilir. Gelişme ilerledikçe alı­nan tepki ve bunlara karşı verilen cevapların hem niteliği hem de nice­liği değişir. Böylece sinir sisteminde merkezî bir örgütlenmeye doğru gidiş hızlanır.[543]

Sinir sisteminin en küçük birimi, sinir hücresi (nöron)dir. Sinir hücresinin uyarımlara cevap verebilmesi için tepkinin belli bir seviye üzerinde olması gerekir. Uyarım kesilince hücre tekrar kararlılık duru­muna geçer.

Dış dünya ve toplumdan gelen uyarımlar olmadan sinir sistemi­nin ve beynin gelişmesinin imkansızlığı artık belirginlik kazanmıştır.

Bazı en basit davranış birimleri, kalıtsal hareketler oiup, bunlar canlıların sonradan öğrenmesine gerek olmadan cfoğumia birlikte ge­lirler. Bu davranışlar, genelde dış uyarımlara karşı gösterilen otomatik cevaplar nıteliğindedirier. Örneğin yeni doğmuş bir çocuğun meme emerken dudaklarını hareket ettirmesi veya aç yavrunun bir uyarıma doğru ilgi ile başını çevirmesi, doyduktan sonra da bununla artık ilgi­lenmeme hareketi, buna örnek teşkil eder.[544]

İçgüdüsel davranışlar, daha sonra geliştirilecek olan davranışların ilk modellerini oluşturduğu tezi ileri sürülmektedir. Canlının yaşadığı somut şartların nitelik ve niceliği, bu davranışların oluşumunu yeni­den düzenlediği ve bu içgüdüsel güçlerin, giderek canlıların davranış­larının özünü oluşturduğu görülür. Buna göre içgüdüsel davranışlar, çeşitli şartlanmalar iie yaşam boyunca değişerek farklılaşma özelliğine sahiptirler. Bunlar, başlangıçta düzenli aralıklarla tekrarlanan içgüdü­sel hareketler iken; bu hareketler, daha sonra toplumsallaşma ve kül­türel etkilerle bilişsel davranışlara veya kavramlara dönüşeceklerdir.[545] Örneğin herhangi bir eşyayı tutup bırakan veya ona başarısız bir bi­çimde yaklaşmaya çalışan çocuk, daha sonra o eşyayı parmaklarıyla tu­tar hale gelecektir. [546] Bu değişmeler ve öğrenmeler, tarihsel süreç içinde sonsuza kadar sürer gider.

Darwin'in de tanımını yapmakta zorlandığı ve günümüzde de he­nüz tanımı yeterli bir şekilde yapılamamış olan [547] içgüdüsel hareketlerin kavram haline dönüşmesi ise, değişen şartların gelişen beden faaliyetle­rini ifadede güçlük çekmesi ve dolayısıyla çevrenin sürekli değişen istek­lerine cevap verememesi sonucu içgüdüsel hareketlere sesli işaretler ka­tılmaya başlanmıştır.[548] Toplumsallaşma ve üretimin zorlaması sonucun­da da kavram kurma yetenekleri geliştirilerek konuşmaya geçilmiştir.[549]

Davranışlarımızın biyolojik kökenini oluşturan sinir sisteminin ama­cının, canlıların iç ve dış dünya ile kurmaya çalıştıkları uyumu sağlamaları ve çevreye karşı uyumlu bir yaşamı sürdürebilmeleri olduğunu söylemiştik.

Canlıların iç ve dış dünya ile kurmaya çalıştıkları bu değişmez bağlantılara refleks denir. Bilindiği gibi refleks, dıştan gelen bir uya­rım sonucu doğan hareket ve salgı gibi iç tepkilere yol açan irade dışı sinir etkinliğidir. [550] Bu hareket ve etkinük, canlıların iç ve dış uyarımla­ra karşı gösterdiği değişmez cevapları içermektedir. Demek oluyor ki refleks kavramı, doğumla başlayıp ölene kadar sürüp giden uyarım-cevap ilişkisinden ibarettir.[551]

Refleksler, şartlı-şartsız olmak üzere iki kısma ayrılır. Göze gelen bir ışık sonucu gözün daralması, şartsız reflekse örnektir. Bunların sa­yıları sınırlıdır. Bunlar sonradan değişmezler. Şartlı refleksler ise, ya­şam içinden ihtiyaç duyulduğunda meydana gelirler. Bunları canlının dış dünya ile kurduğu ilişkiler belirler. Şartlı reflekslerde beynin görevi, değişik yollardan gelen uyarımları algılamak, değerlendirmek, eski ve yeni bilgilerin ışığında yeniden yorumlayarak onları dış dünyaya yan­sıtmaktır. [552] Beyin hücrelerinin işleyişinde birbirine zıt görev yapan iki önemli süreç bir arada bulunurlar. Bunlardan biri, uyarım (eksitasyon); diğeri de, bastırma (inhibisyon) olayıdır. Dış dünyadan gelen uyarım (tepki)lar, duyu organlarımız aracılığı ile sinir enerjisi haline dönüşüp beyine ulaştıklarında buradaki hücrelerde de o uyarımın nicelik ve ni­teliklerine uygun bir uyarım dalgast oluşturularak dıştan gelen uya­rımlara olumlu ya da olumsuz gerekli cevaplar hazırlanır. [553] Beyin hücrelerinin bastırma görevine gelince o da, hoş olmayan düşünce ve duyguların bastırılıp; bilinçaltına atılarak düşünülmemesidir. [554] Uya­rım ve bastırma görevleri, beyin hücrelerinde devamlı birlikte bulu­nurlar. [555] Bunlar, aynı anda dıştan gelen gerekli bilgilere bir taraftan cevap hazırlarken; diğer taraftan gerekli olmayanları da bilinç altına iterler. İnsanlardaki bu yetenek, onları, hem uyarım dalgalarının sürekli etkisinde kalarak yok olma tehlikesinden kurtarır, hem de beyin ka­buğuna yeni yeni şeyler öğrenme yolunda son derece ekonomik dav­ranma ortamını sağlayarak [556] dinamik dengenin kurulmasında yar­dımcı olur. Böylece canlı, sağlam bir fizyolojik temel üzerindeki nor­mal davranışlarını sürdürebilir. Ancak bazen uyarım ve bastırma dal­gaları arasındaki çatışma şiddetlenerek denge zorlanabilir. Hatta bun­lar, ileri düzeyde çelişkilere dönüşebildiği [557] gibi kişilerin sinir sistemin­de aykırı (paradoksal) düşüncelerin oluşmasına da [558] neden olabilir.

Bir canlının ayakta kalıp hayatını sürdürebilmesi için sürekli olarak uyarılması gerekir. Uyarım alamayan bir canlı, yaşamını ve kararlılık halini sürdüremez. Onun için hangi gelişim düzeyinde olursa olsun canlının, i-çinde yaşadığı ortamdan haberdar olması gerekir ki; bu duruma uyanık­lılık denir. Uyanıklılık halinde bulunan her canlıya gönderilen her uyarım, birbirine ne kadar benzerse benzesin, bu iki uyarım arasındaki sürede si­nir sistemi değişmiş olduğundan algılama da farklı olacaktır. Her canlı, içinde bulunduğu tabiatın bilincindedir. Onu algılar ve yorumlar, canlılar içerisinde insan ise, bilinçli olduğunun da bilincindedir.[559]

Bilincimizin kapsamı, toplumsal örgütlenmemiz ve toplumsal bü­tünleşmemiz ile aynı nicelik ve niteliktedir. İnsanlarda bilincin gelişe­bilmesi için çevreden gelen uyarımların, duyu organlarının dış bölüm­lerine ulaşması, orada bir sinir akımı oluşturması ve bunun da gide­rek, duyu organlarının beyindeki bölümlerinde değerlendirilip cevap-davranış biçiminde dış dünyaya yansıtılması gerekmektedir.[560]

İnsan bilinci ve davranışlarının akışı, toplumsal ilişkilerin tarihi ile paralel yürür. İnsan için en etkili değişim, iş bölümü ve mülkiyetin or­taya çıkmasıyla sağlanır. İş bölümü ve bir yönden bilincin ve insanî ye­teneklerin gelişmesini zorlarken diğer yönden de toplumsal zorunlu­luklar ile insanı bireysel hareketten kurtarmış olur. [561] Aksi halde özel mülkiyet (fetişizm=tapıncakcılık), insanlaşma sürecimizi sürdürmek­ten, yetenek ve duygularımızı bu doğrultuda geliştirmekten bizi alıko­yan önemli bir engel olmaya başlar. [562] Böylece sahip olma şartlanma­sının doğrultusunda insan, sadece yediğini, içtiğini ve giydiğini algıla­yabilen; yani serveti kadar bilinç oluşturabilen bir yaratık olarak orta­ya çıkar. Bu tip insanın kişiliği, toplum içinde iyice yalıtılıp tek başına bırakılır. Bunun sonucu da onun duyu organları basit hayvanî ihtiyaç­lar ile ilgili ve sınırlı bir biçimde geliştirilmeye zorlanır. Böylece o insan beyninin gelişmesi de duraklatılarak [563] toplumsallık duygusu yok edi­lip uygarlıkların önüne engel konulmuş olur. Toplumların bu duruma düşmesini engellemek için Allah, Kur'ân'da malın-mülkün sadece be­lirli şahıslar arasında dolaşan bir devlet olmasını önlemek için miras hakkını koymuş [564] ayrıca servetin insanlar arasında taksimini emret­miş [565] ve kendileri yoksulken bile başkalarını tercih edenler övülmüş­tür. [566] Bununla da kalmayıp, malı biriktirip onu seven; dolayısıyla da, yetime ve yoksula vermeyenler ise verilmiştir. [567] Bununla Kur'ân'da toplumsallaşma önerilmiş; toplumsallaşma da, nitelik ve nicelik bakımından farklı örgütlenmeyi zorunlu kılmış; artık tabiattaki nesnelerin paylaşımında “ben” yerini “biz”, “sen” yerini “siz”; “o” yerini “onlar” kelimeleri almaya başlamıştır. İslam'ın en iyi yaşandığı dönemlerde bu şekilde kullanılan kelime ve kavramların yardımı ile Müslüman tabiat­taki her türlü hakkın aidiyetini ifade “ben” yerine “biz” sözcükleri dü­şünülebilir ve konuşulabilir hale gelmiştir, Tarih boyunca kurulan ve yaşatılan vakıflar bunun delilidir. Böylece her türlü paylaşımı ilgilendi­ren yerlerde, Kur'ân'da “sen” yerine “siz” kavramının kullanılmasının[568] dayanağı da budur.

Kuşkusuz insanlardaki konuşma ve davranışlar da olduğu gibi mi­mik türü haberleşmeler de, tarihî bir süreç içinde gelişen toplumsallaşmanın ürünüdürler. Mimikleri oluşturan elementler ise gözler, göz kapaklan, kaşlar, alın ve kafa derisi, kulaklar ve çeneler, ağız köşeleri, ağzın genel durumu, dudaklar, dişler ve dildir. Kafanın ve bedenin duruşları ve hareketleri, mimiklerin kapsamına sokulmuştur.[569]

Canlıların bütün fonksiyonel gelişimleri gibi mimiksel davranışları­nın da adım adım gelişimi söz konusudur. Mimiksel işaretleşmelerin en bilineni gülümseme ve gülmedir. Bu gibi mimik türlerinin doğum­dan sonra şekillenmeye başladığı sanılmaktadır. Gülümseme, yaşantı­nın iik günlerinde gözler kapalı iken bile ağız ve burun delikleriyle be­lirtildiği tespit edilmiştir. Gülümsemenin çocukta genellikle yüzün bir yarısından başlayıp diğer yarısına geçerek devam ettiği söylenir. Gü­lümsemelerin, bebeklerin, yaşantılarının ilk dönemlerinde çevrelerine gönderdikleri bir tür sinyal olup bununla çevreleriyle bedensel bir iliş­ki kurma çabasında oldukları ileri sürülmüştür.[570]

Bebekler, çeşitli ihtiyaçlarını duyurabilmek için çevreleriyle kurduk­ları ilk diyalogu, mimiksel ve refleksif hareketlerle başlatırlar. Onların mutluluğu ve mutsuzluğu bile bu hareketlerle tespit edilir. Bu hare­ketler, yan uyku hallerinde bile görülen, refleksif kas çekilmeleri olabi­leceği de söylenmiştir.[571]

Çocuklardaki mimiksel işaretleme sistemi, giderek onların açlık, tokluk ve hoşnutsuzluk gibi durumlarını anlatan en önemli haberleş­me aracı olarak çalışmaya başlar. Ancak bu mimiksel işaretlerin he­men hemen bütünü, toplumsal ilişkiler içinde şartlanma yoluyla şekil­lenir. Bunun en büyük delili, çocukların korku, sevinç ve heyecan gibi durumları anlatabilmek için kullandıkları mimiksel davranışların birbi­rine benzer olmasıdır. Işığa, sese ve ısıya karşı tepki, çocuklarda her ne kadar doğuştan ise de -yukarıda da işaret edildiği gibi- toplum için­de gelişen çocukların bunlara karşı tepkiyi aynı mimikierle ifadesi, bu mimiklerde kullanılan işaretlerin toplumsal İlişkilerle şekillendiğini göstermektedir. Toplumdan dışlanmış çocuklardaki yüz ifadelerinin, başkalarından farklı fakat kendi aralarında benzer oluşları da, küçük ta toplum değiştiren çocukların başka davranış kalıplarına geçebi­leceğinin delilidir.[572]

Toplumdan uzaklaştırılmış çocuklar, çok iyi şartlarda yetiştirilse bile, nelişme düzeyleri, normal gelişme çizgisinde olmaktan çok uzaktır. Bu çocuklar, en azından içe kapanıktırlar. Şayet kendilerinde organsal bir problem yoksa bunlardaki tek eksiklik, çevreleriyle yeterli ilişki kuramamış olmalarıdır.[573] Bu çocuklar, hayatlarının ilk anlarından itibaren çevrelerine gönderdikleri mimiksel işaretlere alıcı bulamamışlardır. Bunlarla yeterli toplumsal bağ kurulamadığı, anne ve babalarıyla hemen hiçbir duygusal ilişkileri gelişemediği için mimikleri silinmiş ve yüzlerinin görünümü an­lamlı olmaktan çıkmıştır. Bunlar ne oyun oynayabilirler ne de bazı ritmik hareketler dışında davranışlarda bulunabilirler. Tek başlarına yemek yiye­medikleri gibi ulumaya benzer şeyler dışında konuşamazlar da. [574] Her ne kadar beyinlerinde “konuşma merkezi” varsa da bebeklik döneminde işletilmediği için konuşmanın bütünüyle ortadan kalktığı görülür.[575]

Bütün bunlar gösteriyor ki insan, yaratılışta ne kadar yeteneklere sahip olursa olsun bu yeteneklerinin olumlu yönde gelişmesi, tama­men çevreye bağlı bir olgudur. Yeni doğan çocuk bütün yeteneklerini bu çevrede kazanır. Olumlu şartlar bireyin yeteneklerini son sınırına kadar geliştirebilmesini sağlayabilir. Fakat bu yetenekleri artırmak mümkün değildir. Çocuktaki mevcut yetenekler de içinde annenin bu­lunduğu uygun ortamda gelişmeye başlar. “Her başarılı erkeğin arka­sında güçlü bir kadın bulunur.” darb-ı meselinden hareketle hayatta dikiş tutturamamış kişilerin yaşamı izlenince onun arkasında da göre­vini doğru dürüst yerine getirememiş bir anne ile karşılaşılacağı ileri sürülebilir. Bu anne, başarısız görülen bu çocuğu hayata hazırlıklarla donatmamıştır. Burada sadece anne suçlanamaz. Zira ya o anne yetiştirilememiş ya da -yukarıda ifade edildiği gibi- iş-güç peşinde koşturulduğu için çocuğuyla ilgilenecek zaman ve ortam bulamamıştır.[576]

Halbuki çocuklar geliştikçe hem bilişsel, hem de sosyal ve duygu­sal değişme ve gelişme devam eder. Çocuğun çevresiyle duyusal etki­leşim yapması, bilişsel gelişimin temelinde yatan öğrenme deneyimle­rini oluşturur. Çocuktaki olgunlaşma süreci, kendi başına çocuğun bi­lişsel gelişimini açıklayamaz. Çocuk doğumundan itibaren ilk iki yılın­da zihinsel faaliyetlerde bulunmaya başlar. Hareket ve becerileri sü­ratle gelişir. 2 ile 5 yaşları arasında çocuk, daha önceki bilişsel geliş­meleri pekiştirir. 5-12 yaşları arasında akıl yürütmeye başlar. Çocuğun bilişsel gelişimi yanı sıra ahlaksal düşüncelerinde de değişiklikler göz­lenir. Çocuk, bu yaşlarda “yanlış” ve “doğru” yargılarına ulaşır.[577]

Çocuk, 5-6 yaşlarında aile içi yasaklan ve olumlu davranışları iç-selleştirince kendi bilincinin gelişeceği üst ben (süper ego) çekirdeğini kurmuş olur. Daha sonra başka baskı, davranış ve toplum tarafından dile getirilen yasaklar buna ilave edilerek [578] çocukta bilişsel gelişim hızlandırılır.

Çocuğun bilişsel gelişimine paralel olarak sosyal ve duyusal gelişi­mi de oluşur. Sosyal davranış, çocuğun hayatının ilk yıllarında başlar. Çocuk, annesinin bırakıp gitmeyeceğine ve annesinin kendisine önem verdiğine inanırsa kendisinde güven; aksi durumlarda da güvensizlik duygusu gelişir. Çocuğun annesine bağlanmasını, “öğrenme sonucu” ortaya çıkan bir davranış olarak görürler. Bu bağlılık, 5-10 aylık iken başlar. Annesine karşı gülümser. Yanından ayrılınca da huzursuz olur. Anne, artık onun için sığınılacak bir mekandır. 10-24 ayları arasındaki bir çocuk için her ne kadar akrabaları da, onun yakınlaştığı kimseler arasına girerse de hiçbiri annenin yerini alamaz. Bu yıllarda çocuğun elde etmiş olduğu bağlılık ve güven duygusu, onun kişiliğini ve davranışlarını ömür boyu etkiler. 2-5 yaşları arasında hem bağımsızlaşma hem de arkadaşlık oluşturma becerilerini de kazanmaya başlar. 5-12 yaşlarında da cinsiyetinin ve cinsel rollerin farkına varır. Çocuklar büyüdükçe onlarda oluşan sosyal davranışların büyük bir kısmı, aile için­deki öğrenmeğe ve aile fertleri tarafından sağlanan modellerin örnek alınmasına dayanmaktadır. [579] Çocuğun güçsüzlüğü, bağlanacak ve güven duyacak bir anneye ihtiyacı, bu kadar belirgin ve annelik gü­düleri, annede bütün güdülerden güçlü olduğu ispatlanmışken, ka­dınlık rolünden hoşlanmayan bir kadının nasıl sorunlar yaşadığını kes­tirmek zor değildir. [580] Kaldı ki kadını hayata bağlayan şey de, her an­nenin dünyaya getirdiği çocuklarla ruhunda bir eser yarattığı duygu­sudur. Bu duygu, ona üstünlük duygusunu da kazandırır.[581]

Annelerdeki çocukları koruma güdüsü ve çocuğunun kendisinden bir parça gibi duyumsaması, toplumsal yaşam gereksinimini oluşturur. Durum böyle iken, bazen anne iyi yetiştiremeyecek endişesiyle veya an­nenin başka işleri nedeniyle çocuğu, annelerinin koruyucu ellerinden alıp dadı ya da mürebbiyelere veyahut da kurumların himayesine vermek şaşırtıcıdır. Oysa annelik duygusuyla donatılmış bir annenin, kendi ço­cuğunu eğitmesinin hem daha verimli hem de kolay olacağı agktır. Ye­tim yuvalarında yetiştirilen çocukların, başkalarına ilgi duymamaları do­layısıyla da sosyalleşememeleri bunun en büyük delilidir.[582]

Kur'ân'ın kadına bakışının, onun psikolojik ve biyolojik yapısına daha uygun olduğu görülür. Kur'ân; evlilik, yani aile kurumunun sağ­lam temeller üzerine kurulmasının ön şartına “Size kendi cinsinizden, kendileriyle ısınıp kaynaşacağınız eşler yaratması ve aranıza sevgi ve meveddet koyması Allah'ın varlığını gösteren mucizelerdendir.”[583] âyetiyle işaret ederken bu kurumun, sağlam olabilmesini, “eşlerin aynı cinsten olmasına” ve aralarında şefkat ve sevginin bulunmasına bağlar. Ayrıca kadınla erkeği, birbirilerini tehlikeden koruyan örtü olarak tak­dim eder.[584] Sonuçta kadınlar Kur'ân'da ürün veren verimli bir tarlaya benzetilerek[585] yaratılış gayelerinin, çocuk doğurmak olduğu tespit edi­lir. Doğurdukları çocukları tam iki yıl emzirmeleri gerektiği [586] ve görevlerinin hükm-i ilahîde bu olduğu[587] vurgulanır. Canlılar içinde yavruîuk dönemi en uzun olan varlığın, insan olduğu, onun bebeklik dönemi­nin çok uzun bir süreyi kapsadığı ve insanın diğer canlılara oranla da­ha ağır ve önemli görevlere aday olduğu için uzun yıllar bakıma, terbi­yeye ve sosyal hayata uygun şekillenmeye ihtiyacı vardır. Hayatının ilk basamaklarında birkaç yıl özellikle annenin yardımına ve huzurlu aile ortamına ihtiyaç olduğu için [588] annenin ve çocuğun nafakası, yani yiye­ceği ve giyim kuşamı uygun bir biçimde kendisi için doğurulmuş olan kocaya bir görev olarak yüklenmiş [589] ve böylece aile kurumu oluşturul­muştur. Bu kurum, yeni doğan yavruyu korumayı, gözetmeyi, ruhî ve bedensel açıdan çocuğun yapısını geliştirmeyi sağlayan doğal bir yuva ve insanın bünyesinde köklü olarak bulunan yaratılışa uygun ve gerekli olan bir kurumdur. [590] Bebekler ve belli yaşa gelmiş çocuklar, bu yuva­nın gölgesi ve koruması altında sevgi ve şefkat duygularını tadar ve ha­yatları boyunca kendilerinden ayrılmayacak olan kişiliklerini kazandıra­cak özelliklerini burada elde ederler. Aile yuvasının rehberliği sayesinde çocuk, hayatı anlar ve ailede sağlıklı ilişkiler kurarak sosyalleşir.[591]

Psikologların ifadesine göre çocuklarda sosyal ve duygusal gelişim, doğumundan itibaren ilk beş ayında başlar. Çocuk, kendisine bakan annesiyle özel bir bağlantı kurmaya başlayınca bağlılık dereceli olarak gelişir. [592] Çocukta ilk sosyal davranış, bebeklerin annelerine olan bağlı­lığıdır. [593] Bilişsel gelişmeyi temel alan psikologlar, bağlanmanın teme­linde çocuğun zihinsel gelişmesini görürler. Bilişsel gelişim ise, çocu­ğun sosyal ilişkilerinin temelini oluşturur. [594] Sosyal ilişkilerin en önemli yanı, çocuğa güven sağlayabilmesidir. Anne-babaya karşı güven geliş­tiremeyen çocuklar, ilkokul çağında arkadaşlık kurmakta ve beraber oyun oynamakta zorluk çekerler. Bu bakımdan iyi bir aile ortamında ye­tişen çocuk daha çabuk bilişsel gelişim sağlar.[595]

Çocuk 2-5 yaş arasında özgür olarak hareket etmeye özenir. Ör­neğin giyeceğini kendi seçmek ister. Ayakkabısını kendisi bağlamayı arzu eder. Sokağa çıkıp oynamak ister. Hatta onun istekleri sınırsızla-şır da diyebiliriz. Bu devre de çocuğa bir derece özgürlük tanıyarak is­teklerini yapmasına imkan sağlamak fakat bazı isteklerine karşı çıkıla­rak onun hareketlerini dengelemek gerekir. Zira çocuk, bu devrede bağımlılık davranışından uzaklaşıyor gibi durumlara girer. Ancak sıkış­tığında da annesine koşar. Çünkü tek güvenilecek kaynak annesidir. Eğer anne, çocuğun yanında değilse çocukta bağımlılık duygusu ar­tar ve çevreyi ilginç bulduğu oranda araştırmak üzere sanki annesine hiç ihtiyaç duymuyormuş gibi hareket eder.[596]

Çocuklar büyüdükçe yardımseverlik ve paylaşma davranışlarını anne-babalarını taklit ederek öğrenirler. Görülüyor ki, olumlu sosyal davra­nışların büyük bir kısmı aile içindeki eğitime dayanmaktadır. [597] İyi bir an­ne ve baba ilişkisi ortamı içerisinde yetişen çocuk, temel güven duygusu­nu kazandığı için okulun kendisine sunduğu yeni öğrenme aşamalarını korkmadan karşılar ve başarılı olur. Çocuktaki bu durumlar 5-12 yaş ara­sında gerçekleşir. Onun için çocuğun, doğumundan itibaren sağlıklı bir aile ortamında özellikle annesi tarafından takip edilmesi zorunluluktur.

Çocukların anne ve babalarını taklit ederek davranışlarını kazan­mağa başladıklarını ifade etmiştik. Bu davranışların onlarda biçimlen­mesi bir süreç işidir. Bu sürece bir göz atalım. [598]

 

3.5. Davranışların Biçimlenme Süreci

 

Bireyin yaptığı veya dıştan gözlenebilecek tepkilerin toplamına davranış denildiğini belirtmiştik. Geçmişteki insanla günümüz insanı­nın sinir sistemi ve öğrenme yeteneğinde bir değişiklik olmadığını akıl­da tutmak şartıyla insanların davranışlarına bir göz attığımız zaman ak­la şöyle bir soru gelir. Acaba davranışı belirleyen temel etken nedir?

Her bir davranışın altında yatan binlerce sinirsel süreç, saniyenin binde hatta milyonda biri kadar ufak birimlerle ifade edilebilen kısa bir zaman süresi içinde sinir sisteminde gerçekleştiğini ve insan sinir sistemi­nin çok yönlü ve karmaşık davranışların ortaya çıkmasına sebep olduğu­nu yukarıda vermiştik. Ancak bu davranışların, kişilerin doğuştan getir­dikleri özelliklerle mi yoksa sonradan çevreden öğrenerek kazandığı özelliklerle mi gerçekleştirildiği konusu araştırılarak; kişinin doğuştan ge­tirdiği (kalıtım) davranış özellikleri ile öğrenme sonucu oraya çıkan dav­ranış özellikleri karşılaştırılmış ve şu sonuca varılmıştır: Kalıtım, bireyin te­mel eğilimlerini ve davranışın alt ve üst sınırlarını belirler. Çevrenin sağla­dığı imkanlar da bu alt ve üst sınır arasında davranışın nerede ve ne za­man oluşacağını tespit eder. Çevre şartları değiştikçe bu süreç kendini tekrar eder. Ancak çevrenin zenginliği, fakirliği, destekleyici veya engelle­yici oluşu, bu dağılım içinde zeka bölümünün nerede gerçekleşeceğini tespit eder. Bunu şöyle bir örnekle de açıklayabiliriz. Birey 75 ile 100 ara­sında bir zeka bölümü potansiyeli ile doğmuş olsun. Bu zeka potansiye­li, bireyin kalıtım; (yani çevre etkileriyle köklü olarak değiştirilemediğine inanılan özelliklerin, döllenme sırasında, dişi ve erkeğin kromozomları yoluyla bir kuşaktan ötekine geçen) özellikleriyle belirlenmiştir. İyi çevre şartlan içinde desteklenerek büyütülmüş kişi, 100 civarında bir zeka bö­lümü oluştururken, kötü çevre şartları içinde büyütülmüş kişi 75 civarın­da bir zeka bölümü gerçekleştirebilmiştir.[599] Yalnız fakir koşullu çevrede büyüyen çocukların sonradan zihinsel açıdan gelişip diğer çocuklara ye­tiştikleri; hatta bazen onları geçtikleri gözlenmiştir.[600]

Kişilerin genetik yapılarındaki farklar, davranışlarında da farklılık­lara yol açmaktadır. Türe özgü bir davranışın genetik bir temeli vardır. Ancak genetik gizil güç veya genetik temel, çevre ile etkileşimde bu­lunmadan kendini ifade edemez. Buna göre doğuştan donanım ile edi­nilmiş donanım, davranışı birlikte tayin etmektedir. [601] Yalnız çevresel etmenlerin her insan üzerindeki tesirleri farklı olur. Bu, birçok psikolo­gun kabul ettiği gibi çocukların genetik yapıya bağlı olarak farklı mizaç yapılarıyla doğduklarına dayanmaktadır. Onun için çocuğun mi­zacının türü, onun çevresiyle kurduğu ilişkinin türünü belirler. Böyiece her birey, çevresini ve uyum problemlerini kendi açısından görür, problemini kendine özgü yollarla çözer ve çevreye kendine göre uy­mayı öğrenir”.[602] Bir organizma ancak genetik donanımın elverdiği do­nanımları öğrenebilir. Örneğin bir insana uçma öğretilemez.[603]

İnsan davranışının büyük bir bölümünün de öğrenildiği ve onla­rın, insanın çevresiyle etkileşimi sonucu geliştiği kabul edilir. [604] Örne­ğin çocuk, küçük yaştan itibaren güdülendirme, cezalandırma ve ödüllendirme temel kaynaklarını sağlayan insanlarla etkileşimi sonucu birtakım hem istenen hem de istenmeyen davranışlar öğrenir.[605]

Davranışların oluşumu konusunun detayına geçmeden önce dav­ranışların temel etkenlerinden olan etkileşimin; bundan önce de algı­lamanın çocukta ne zaman başladığına bir göz atalım:

Algılamanın ana karnında başladığı; derisi yumuşacık bir ceninin, annesinin karnında onun kalp atışlarıyla etkileşim içinde bulunduğu ve bunun, çocuğu ilk yönlendirme ve onun duruşunu etkileyen ilk uyarı olduğu tespit edilmiştir. Demek oluyor ki ilk zamanlarda kalp atışı, çocukla anne arasındaki diyalogu sağlayan önemli bir unsurdur. Do­ğumundan sonra da bu deneyler sürdürülüp; ağlayan ve bağıran be­beklere mikrofon sayesinde annesinin kalp atışları dinletildiğinde her birinin bunlara farklı tepki gösterdiği; ilgi ve sevgi ihtiyacı duyan çocukların sakinleştiği; aç yavrunun her hangi bir uyarıma doğru büyük bir ilgi ile başını çevirdiği ve doyduktan sonra bir şeyle ilgilenmediği, fiziksel ihtiyaçları olan, acıkan ya da altını kirletmiş olan çocukların ise, ağlamaya devam ettikleri görülmüştür.[606]

Her annenin kalp atışı farklı olduğundan her bebeğin, kendi an­nesinin kalp atışlarına göre yön çizdiği de bilimsel olarak ortaya konulmuştur. Daha sonra da üzerinde durulacağı gibi dokunma, insan­larda ve diğer canlılarda rahatlatıcı bir eylem olduğundan çok kızmış birisinin sırtını elinizle okşayın ve bir şeyler söyleyin sakinleşecektir. Dokunmanın, rahatlatıcı unsur olduğunu; anne kucağındaki bir çocu­ğun anneye sarılarak sakinleştiğinde de görülmektedir.[607]

Bebek, anne karnında sallanmaya alıştığı için doğumundan sonra da aynı tempo ile sallanmak ister. Anne, çocuğun başını sol kol üzeri­ne alarak göğsüne bitiştirip sallanmaya başlayınca çocuk, hem anne karnında alıştığı kalp atışları, hem de sallanma sonucunda rahatlar. Birçok kimsenin koltuklarda sallanmaları da bu geleneğe dayanır. Sal­lanmanın nefes alışverişinde kolaylık ve rahatlamak için bir avantaj sağladığı da unutulmamalıdır.[608]

Davranışçıların bir teorisine göre bebeğin ağlaması ilgi çekiyor ve annenin onun yanına gitmesine sebep oluyor, ağlama önceleri bir re­aksiyon iken sonraları bir sinyal halini alabiliyor. Zira sesi duyan anne onu kucağına alıp göğsünün sıcaklığı ile rahatlatıyor ve karnını doyu­ruyor. Böylece ağlama bir sinyal oluyor. Çünkü çocuk denemede; an­ne de, sesi duydukça onun yanına gelmektedir. Anne gelmediği tak­dirde çocukların hırçınlaştığı görülmektedir.[609]

Yeni doğmuş çocuk çevreden gelen bilgileri sınırlı olarak algıla­maya başlar. Zira henüz kaslarına hükmetme yeteneğine sahip değil­dir. Ancak bunlar vücut gerilimi olarak algılanır. Bu deneyimler olum­lu ya da olumsuz olarak beyine kaydedilir. Böylece öğrenme mekaniz­ması başlamış olur. Bu tecrübelerin ve tepkilerin tekrarlanması ile algı­lama ve ayırt etme yeteneği gelişmeye devam eder. [610] Bu gelişmede doğuştan gelen yeteneklerle sonradan öğrenilen becerilerin sürekli birbirlerini etkilemelerinin rolü büyüktür.[611]

Genellikle iyi ve kötü değerlendirmeleri, toplumsal ve çevreye bağlı değerler üzerine kurulur. Bedenimizin verdiği tepkiler ise sübjektiftir; bizim edindiğimiz tecrübelere dayanır. [612] Bir kişinin tabiîliği davranışla­rının tutarlı olmasına bağlıdır. Biz şahısları kendilerine özgü özellikleri ile tanırız. Her şahıs genetik bilgileri içinde kişisel özelliklere sahiptir. Ondaki farklı mizaç kendisini diğer insanlardan ayırt eder. Bu mizaç, sabahtan akşama değişmez. Öyle olsaydı kişi, akşamdan sabaha gös­terdiği değişimle sahtecilikle nitelenirdi. [613] Farklı mizaç, davranışların da farklılığı için bir neden olabilir.

Kendimizi başkalarına ifade ederken kullandığımız jest, mimik ve tavırların birçoğu da sonradan kazanılır. Bu kazanım ilk önce aile or­tamında başlar. Böylece davranış şekillen burada öğrenilir. Bunu aile­nin sosyal çevresi takip eder. İş çevresi ve sosyal çevre aracılığı ile insanlar arası davranış normları oluşur. Demek oluyor ki kişinin davra­nışları, sadece kişisel özelliklerden değil çevreden kazandığı davranış normlarından da oluşabilir. Böylece davranış, belirli bir kültür toplulu­ğu özelliği halini alır.[614] Buna göre insanın doğuştan getirdiği refleks­ler dışında sonradan öğrendiği tepkisel davranışları da mevcuttur. Bu ikinci tepkisel davranışlar, önceleri toplumda karşılık konularak yapıl­maya zorlanır; daha sonra da artan ilgi ile ödüllendirilerek kazandırı­lır. Davranışların bu türü ihtiyaçların giderilmesini sağladığından iste­nilene ulaşmak için bu davranışı gerçekleştirmek şart olur.[615]

Aile ortamında, sosyal çevrede ve ulusal kültür çemberinde bu sos­yal davranışa giriş için kendine has metotlarıyla yetiştirme gerekir. Özdeş formların geçerli oiuğu müşterek merkezli insan toplulukları, böylelikle oluşur. İnsan gruplarının oluşabilmesinin bir diğer şartı da, tüm bireyle­rin reaksiyonlarının anlaşılabilmesine bağlıdır.[616] İnsanlar değişik durum ve ortamlarda nasıl tepki verecekleri bilinirse, onlar için pian yapmak daha da kolaylaşır. Planlama, istenen bir davranışın ön hazırlığıdır.[617]

Toplumlarda istenilen davranışı harekete geçirmek için ödül ve cezaya başvurulur. Övgü, sevgi ve açık kabul, bir taraftan davranışa eşlik eder, diğer taraftan da toplumla uyumu sağlar. Dikkat edilme­den, gönülsüz yapılan bir davranışı da suçlama ve ceza takip eder. Bu eylem de, topluluğa has grup çalışmalarını sekteye uğratır.[618]

Çocuklar benzetme ile ailelerinden davranış biçimleri alırlar. Gençler ve yetişkinler ise çevrelerinden alıntı yaparlar. İnanlar çevrelerindeki dün­yanın duygusal tecrübe imkanlarına uyum gösterirler. Onların aktarımla­rını alır ya da karşı koyarak kendi tavırlarını sergilerler.[619]

Genel olarak davranışlarımızı ve görüşlerimizi değiştiririz. Bu, bi­zim gelişmemize bağlı olduğu gibi bizi etkileyen izlenimlerimiz ya da hayranlık duyduğumuz insanlara bağlı olarak gelişir. Onların davranışı bize renk katıyor denilir. Ancak insanlar aynı formda doğmadığı için çevreyi algılamada farklılık gösterirler. Bu sebepledir ki bir ailenin iki çocuğu bile birbirinden tamamen farklı tepki ve değerlendirmelerde bulunabilir. Bu farklılık, aşırı olmamak şartıyla toplum hayatını mono­tonluktan kurtarır.[620]

Bir çocuk güçlü bir deneyimden ve onun yaşatacağı zevkli tecrü­beden vazgeçebilir; Çünkü o, ailesinden çekinmekte ve onun ödülünü hak etmek istemektedir. Bir diğer çocuk âa kendine ait bir deneyimin vereceği hazzı, korkulan cezadan daha üstün tutup farklı deneyimiyle ailesini karşısına almaya hazırdır. Hatta bu davranışının, diğer kardeşi­nin hareketiyle kıyaslanmasına bile tahammül edemez. Aile baskısı, toplumun yetiştirme tarzına ve bazı değerlerin korunmasına bağlı ola­bilir. Bu problemin halli, karşılıklı ikna yolunun seçilmesine bağlıdır.[621]

 

3.6. Davranışlar Nasıl Yorumlanmalı?

 

İnsanla çevresi arasında sürekli bir etkileşim ve hiç kesilmeyen karşılıklı bir alışveriş söz konusudur. Psikolojinin konusunu oluşturan davranışlar ve iç yaşantılar, bu karşılıklı alışverişten meydana gelir. Ör­neğin bir arkadaşınızla karşılaşır selamlaşırsınız. Bu rastlantıdan hoş­lanırsınız. Aklınızdan arkadaşınızın nereye gittiği geçer. İçinizde onunla beraber olmak isteği uyanabilir. Nereye gittiğini sorduğunuzda kahveye gittiğini söyler ve sizi de davet eder. Bu kısa yaşantı raporun­da, düşünsel, duygusal ve sosyal davranışların birbirleriyle ilintili olarak nasıl meydana geldiği görüldüğü gibi çevreden gelen etkilerin na­sıl bazı içsel yaşantılara yol açtığı ve bunların çevreyi veya çevredeki bireyleri nasıl etkiledikleri hissedilir. Ancak insan davranışlarının anlaşılması ve yorumlanması zordur. Zira her davranışı ve yaşantıyı etkile­yen çok çeşitli sebepler vardır.

İnsan davranışının en önemli özelliklerinden birisi, bunların çok sebepli ve karmaşık oluşudur. Bilim, sebep ve sonuç ilişkilerinin tespiti ile elde edilir. Tabiat olaylarında olduğu gibi psikolojik olaylar arasın­da da, çok kararlı ilişkilerin bulunduğu ve belli şartların belli davranış­lara yol açtığı anlaşılmıştır. Ancak psikolojik olaylar arasındaki ilişkiler, her zaman yüzde yüz kesin olmamakla birlikte olaylar arasındaki kıs­mî ilişkilerin tespiti bile, ilerinin daha iyi yorumlanmasını sağlar.[622]

Duyguların, her insanda onun kendi amacına varması için kesin önem taşıyan yönde ve boyutlarda güçlenip geliştiği dikkate alınırsa; insanın, korkusu, neşesi, hoşgörüsü ve bütün davranışları her zaman yaşam amacıyla uyum içindedir. Zaman zaman değişebilen şiddet ve ağırlığı, beklentilerimize ters düşmez.[623]

İnsan, çevresiyle ilişkiyi organlarıyla kurar. Çevreden izlenimleri de, onların sayesinde edinir. İnsanın organlarını kullanım biçimlerine bakarak çevreden hangi izlenimleri almağa hazır olduğu ve çevreden nasıl yararlanmayı düşündüğü konusunda bir yargıya varabiliriz. Ör­neğin bir kişinin söylenen şeyi nasıl dinlediği, bakışlarını nasıl yönlen­dirdiği ve dikkatini çeken şeylerin neler olduğu izlenildiği zaman onun hakkında çok şeyler öğrenebiliriz. Zira beden pozisyonları, her zaman belli anlamların damgasını taşır. Beden pozisyonlarının önem taşıma­sının nedeni de burada yatmaktadır.[624]

Her duygu, belli ölçüde kendini bedensel bir davranışla belli eder. Böylece her insan, heyecanını somut bir biçimde ya konumunda, ya yüzünde, ya da bacaklarının ve dizlerinin titremesinde açığa vurur. Organ­ların kendilerinde de benzeri durumları tespit edebiliriz. Örneğin, yüzün kızarması, benzin sararması, gözlerin büzülüp açılması, saçların diken diken olması, kaşların çatılması vs. Bütün bu değişik davranış biçimleri, beilİ bir ölçüde kalıtımsal nitelik taşıdığı gibi bir yönüyle de çevrede tek­rarlanan davranışlarla şekillenmiş olabilir. Ancak burada önemli olan, duygular ve bunların dışa vurumlarının bize ruhun, olumlu ya da olum­suz gördüğü bir durumda nasıl davranıp tepki verdiğini göstermesidir.[625]

Davranışların sebebini tespit çok kolay değildir. Zira davranışlar üze­rinde dıştan olduğu kadar organizmanın içinden gelen etkenlerin de rolü vardır. Örneğin yolda karşılaştığınız birisinin selam vermeden çekip gittiği görüldüğü zaman bunun sebebini kestirmek kolay değildir. Bu kişi, ya o sırada dalgındır, ya bize daha önceden gücenip-kırılmıştır, ya da utangaç veya kibirlidir. Bu sebeplerin bir veya birkaçından dolayı bi­ze ilgi göstermemiş de olabilir. [626] Bu kişinin davranış sebebini sağlıklı tespit edebilmek için- öncelikle o zatın organizmasının ve biyolojik özel­liklerinin dikkate alınması gerekir. Örneğin birey, çocuk, genç veya yetiş­kin mi? Kadın veya erkek mi? İleri veya geri zekalı mı? İlgi ve yetenekle­rinin boyutu nedir? Gibi sorulara öncelikle cevap bulmak gerekir. Kişinin geçmiş yaşamı İrdelenerek; onun köylü mü şehirli mi oluşu, eğitim du­rumu, daha önce başından bir olayın geçip geçmediği, edinmiş olduğu bilgi ve alışkanlıklarının tespiti de önemlidir. O zatın içsel durumunu bil­mek de gerekir. Örneğin aç mı, tok mu, yorgun mu, sıkıntılı mı veya onu meşgul eden bir başka olay var mı? Bunlara ilaveten bireyin, içinde bulunduğu ortam ve şartlar mı onun davranışlarını belirlemiştir? Bunla­rın biri veya bir kaçı onun davranışına sebep olmuş olabilir.

Demek oluyor ki bir insanın davranışı, ya o kişiye ait özelliklerden ya da içinde bulunduğu şartlardan kaynaklanabilir. [627] Onun için dav­ranışlar, içinde bulunulan durum ve şartlara göre yorumlanırsa [628] da­ha doğru sonuçlara ulaşmak kolaylaşır.

Bir kimsenin davranışıyla ilgili karar verirken, bu davranışın, her gün rastlanan olağan bir davranış mı yoksa ender görülen davranış­lardan biri mi olduğuna da bakılmalıdır. Şayet ender yapılan davranış, birey tarafından istenerek ve sevilerek yapılıyorsa o, bu kişi hakkında daha fazla bilgi verebilir. Davranışın belirlenmesinde kişinin tutarlılığı da önemli rol oynar. Şayet bir kimsenin davranışı olağan değil de tutarlıysa ve değişik durumlarda da kendini gösteriyorsa bu davranışın temelinde bireye özgü bir özellik yattığı kanaatine varılır. Davranış tu­tarsız ve duruma has bir biçimde ortaya çıkıyorsa davranışın temelin­de durumsal şartların bulunduğu düşünülebilir. Şu halde kişi, içerik ve bağlamsal çevre, davranışın tespitinde üç önemli unsurdur. [629] İlk gördüğümüz kişinin ne işle uğraştığını öğrenmek de onun davranışları hakkındaki yorumlarımızı kolaylaştıracaktır. Bir kişiyi iyice tanımaya başlayınca o kişinin, günlük davranışlarındaki değişkenlik derecesi öğ­renilmeye başlanır ve davranıştaki değişme, beklentilerin dışına çıkın­ca, değişik davranış, çevresel şartlara bağlanır.[630]

Davranışların tespitinde bazen hatalı yüklemeler söz konusu olabi­lir. Bu da, kişiyle ya da onun davranışıyla ilgili özellikler bilinmeden veri­len karardan kaynaklanır. Çoğu zaman da davranışın temelinde yatan sebep, genellikle durumsal özelliklerde değil de kişisel özelliklerde ara­nır. Genellikle başkalarına ait davranışları kişisel özelliklere kendi davra­nışlarımızı değerlendirirken de duruma özgü şartlara dayandırırız. Ör­neğin yolda yürüyen birisinin elindeki çöpü yere atmasını onun kişisel özelliklerine yani görgüsüzlüğüne bağlarız. Ama bu hareketi biz yapmışsak suçu duruma has özelliklere yükleriz. Bireyin kendisi ve başkala­rıyla ilgili yüklemeler arasındaki bu fark nereden kaynaklanır?

Psikologlar bu farklılığı, başkalarını dıştan gözlediğimiz gibi ken­dimizi gözleyemediğimize ve kişinin benlik bilincini destekleme ve ko­ruma eğilimine bağlarlar.[631]

Şunu da unutmamak gerekir ki her insan, kendi tabiatına uygun olanı takip eder.[632] Bu özellik, onun kendini ifadesidir. Bilindiği gibi doğal davranış, doğa ile uyum içinde olan ve biyolojik kurallara uy­gunluk gösteren ve alışılan davranışlardır. [633] Kedimizi veya bir başkası­nı gözlem altında tuttuğumuzda, hangi yer ve şartlarda nasıl tepki verdiğimizi görür ve kendimizi yapmacık, abartılı, sahte [634] ya da sami­mi ve dürüst olarak değerlendirebiliriz. Ancak bir şahsın doğallığının; onun sözü ile davranışının özdeş olmasına bağlı olduğunu da unut­mamak lazımdır. [635] Onun için biz her ferdi davranışfarıyla tanırız. Bu­na göre herkes, beden dilinin verdiği bilgi ve ifade şekliyle nasıl algıla­nacağını belirler. Bundan şöyle bir sonuç çıkarabiliriz: Bir kimse amaç­ladığı ve düşündüğü şekilde anlaşılamıyorsa söz ve davranışlarını göz­den geçirmesinde yarar vardır. Herkes, olduğu gibi anlaşılacağını akıl­dan çıkarmaması gerekir.[636]

İnsanlar, alışık olduğumuz bekfentiiere uymadıkları zaman onların davranışlarını, uygunsuz olarak nitelendirebiliriz. Görüşlerin ve davra­nışların gelişmelere bağlı olarak daima değiştiği ve geliştiği dikkate alınmazsa bu değerlendirmeler, rahatsızlığa yol açabilir. Bu bakımdan bu­rada önemli olan sürekli değişimi içimize sindirerek davranışları buna göre okumaktır.[637]

Bedenin dili ve ifade şekliyle verilen bilgi, nasıl anlaşılacağımızı belirler. Kişi amaçladığı şekilde anlaşılamıyorsa kişisel farklılıkları da gözden geçirmeyi unutmamalıdır.

Bu farklılıklar, bir toplum içindeki bireylerde de kendini gösterebilir ve çözümlenemeyecek sorunlar çıkabilir. Onun için farklılıklarla ortaya çıkan şahsa: “Seni anlıyoruz. Herkes gibi sen de bir sonuca ulaşmak isti­yorsun; bir de senin yolunu deneyelim.” mesajı verilirse; bu hareket, karşımızdakini de motive edip bize bütün seçenekleri gözden geçirip yerine oturtmak için cesaret verebilir. Şayet davranışlarımızın farkında isek, başkaları tarafından da kabul görüyorsak, bu bize cesaret verecek ve o zaman çekinmeden karşımızdakine: “Seni çok haklı görüyorum. Ancak fikrine hayır demek zorundayım. Çünkü bu bize bir şey kazandırmaz.” diyebilirsiniz. Karşınızdaki buna alınmayacak ve bir başka fır­satta bir araya gelinebileceğine inanıp rahatlayacaktır. Onun için kapıyı kilitlememek genel prensip olmalıdır. Kendimizi bırakırsak zapt edil­mezi ik meydana gelebilir. Karşımızdakini bastırdığımız zaman da kon­trolsüz patlamalar baş gösterebilir. Bu ikisi de sık karşılaşılan durumdur. Ancak bir şeyin farkında olup iyi algılarsak; bu arada karşınızdakileri de dikkate alırsak daha iyi bir birliktelik ve bir uyum sergileyebiliriz.[638]

Her kültürün, kendine has belirleyici özelliklerinin yarattığı farklılık­lara rağmen; benzerliklerin, daha ağır bastığı görülmüştür. Bu sonuç, beden dili konusunda evrensel bir sistemin varlığını ortaya koymaktadır. Ancak gerek algılama ve gerekse tepki gösterme yeteneği, doğuştan getirilirse bile sonradan kazanılan yeteneklerin de, bu davranışlarda önemli belirleyicilik rolünü üstlendiği göz ardı edilmemelidir. Bu durum­da her iki yetenek, bireylerdeki “kişilik”, “karakter”, “mizaç” ve “benlik” gibi kişiye özgü belirgin özellikleri biçimlendirmektedir. Kişilik, karakter, mizaç ve benlik kavramları her türlü davranışın karşısında hatırlanmak­ta; olumlu veya olumsuz bir yönde bu kavramlar, o davranışların sahip­lerine “karakterli”, “karaktersiz” şeklinde bir etiket olarak yapıştırılmak­tadır. Başka bir ifade ile insanlar, davranışlarıyla ölçülürken “kişilikli”, “kişiliksiz”, “karakterli”, “karaktersiz”, “mizacı iyi veya kötü” ve “benlik sahibi” şeklinde değerlendirmelere sık sık rastlanır.

Bu özellikleri bireyler yaratılıştan mı getirirler yoksa sonradan mı kazanırlar? Bunların değiştirilme imkanı var mıdır? Yoksa bunlar de­ğişmez özellikler midir? Konularına bir göz atmada yarar vardır. Zira böylece hem bu özelliklerin oluşturulmasında önemli adımlar atılmış olacak hem de kişisel değerlendirmelerde karakterli oluş veya karak­tersizlik nitelikleri insanlara rastgele yakıştırılmayacaktır. [639]

 

4. KİŞİLİK, KARAKTER, MİZAÇ VE BENLİK

 

Kişilik denilince hemen herkes ne demek istendiğini anlar. Ancak bir tanım yapılmaya kalkışılınca iş zorlaşır. Zira kişilik tanımları, kişinin diğer kişilerle karşılıklı etkileşim tarzlarına, kişinin kendine atfettiği ve toplumdaki görevine göre üstlendiği roliere dayanılarak yapılır. Onun için de her kişilik tanımı, davranışın farklı türleri üzerinde yoğunlaşır. Tanımlardaki farklılık da buradan kaynaklanır. Her nasıl olursa olsun kişilik, davranışların insanda bütünleşmiş şeklidir. Bunun bazen karak­ter, mizaç ve benlikle eş anlamlı kullanıldığı da olur. Ancak az ya da çok aralarında bazı farkların olduğu ileri sürülür. Şimdi bunları tek tek incelemeye çalışalım. [640]

 

4.1. Kişilik

 

Kişilik, bireyin davranışlarını temsil eden bir kavramdır. Bu davra­nışlar, kişiyi başkalarından ayırır. Onun için kişilik, hem özel ve hem de ayırıcı davranışları kapsar.[641]

İnsan, duygu, düşünce ve inanç gibi değişik yönleri olan karmaşık bir varlıktır. Kişilik, bir şahsın veya şahısların girdikleri davranışlarının yapısal ve dinamik özelliklerini gösterir.[642] Bireye özgü duygu, düşün­ce ve davranışların örgütlenip bütünleşmesi, onun kişiliğini oluşturur. Buna göre kişilik, “bir insanı nesnel ve öznel yanlarıyla diğerlerinden farklı kılan, duygu, düşünce, tutum ve davranış özelliklerinin tümü ve bireyin yapılaşmış bir ilişki biçimi”[643] şeklinde tanımlanabilir.

Kişiliğin tanımındaki bu öğeler, insanın görünüşü, hareketleri, jestleri, mimikleri ve çevreye uyumuyla dışarıya yansır. Bu özellikler, ki­şinin, giyim, kuşam, yürüyüş biçimi, el-kol hareketleri, ses tonu, öfke­lenme ve hoş karşılama gibi bütün davranışlarında kendini gösterir.

Her insanda imkanlar ölçüsünde bazı bilgi ve beceri alanlarında ilerleyebilme yeteneği vardır. Bu yeteneğe gizil güç denir. Bu güce sa­hip olunan bir alanda başarı ise, o alanda çalışma ve gelişme olanak­larını elde edip-edememekle yakından ilgilidir. Yoksa insan, doğar doğmaz kişilik kazanmaz. İnsanın kişiliği, bu gizil gücün, içinde bu­lunduğu toplumun özelliklerine, kültürüne, geleneklerine, göreneklerine ve bütün yaşayış tarzlarına göre kendi bireysel gelişim süreci için­de, eğitim ve öğretimden geçip başkalarıyla toplumsal ilişkiler geliştirilerek biçimlenir. “Kişilik sisteminin merkezi ise, cemiyetin şahıslara e-manet edilmiş bir anlayışı mahiyetinde olan vicdandır.”[644]

 

4.1.1. Kişiliğin Birimleri

 

Bazı psikologlara göre insanın gözlenebilir ve ölçülebilir bütün özel­likleri birtakım iç etmenlerden ileri gelir. Dolayısıyla insanın gerçek kişiliği, iç hayatındaki dinamik güçlerin kendine özgü özellikleri ile açıklanabilir. Ünlü psikolog Sigmund Freud (1856-1939)'un, insan kişiliğinin, “id”, “ego”, “süper ego” olmak üzere birbirini etkileyen üç bölümden meydana geldiğinin ifadesi bunun örneğidir. Ona göre, bunlar, kişili­ğin üç temel birimidir.[645] Şimdi bunları biraz açalım. [646]

 

4.1.1.1. İd/Nefs

 

Kişiliğe ait bir kısım vardır ki o, insanların kalıtımsal dürtü ve ar­zularını içerir. Bu dürtü, tepkinin içgüdüsel seviyesidir. Aynı zamanda kişiliğin çekirdeğini oluşturan bir tabiattır ve davranışlarımızın altında yatan psikolojik enerjinin ana kaynağıdır. Bu, tehditlere karşı bireyi koruma ve yeniden üretme ile ilgilenir. Onun için burası içgüdüler, iç-tepiler, iştihalar, istekler ve ihtiraslar gibi birçok dinamik güçlerin kay­naştığı bir yerdir. [647] Freud bu gücü, istek ve arzu anlamına gelen id sözcüğü ile ifade ederken eskiler bunu “nefis” diye adlandırırlar.[648]

İd veya nefis, zevk ilkesine göre işler ve hiç geciktirilmeden bütün arzularının yerine getirilmesini ister. Sonucu düşünmez. Bu güç, davra­nışlarda birincil süreçtir. Bu süreç, baskın olduğu zaman davranışı, bire­yin düşünme ve akıl yürütme yolu değil, id'in istekleri ve eğiiimieri biçim­lendirir. Şayet id, yegane kişilik birimi olsaydı, insanoğlunun hayvandan farkı kalmazdı. Bireyler id'in etkisiyle hareket edecek olsalar ya bir kavga sonucu öldürülürler ya da ömürlerini hapishanelerde geçirirlerdi.[649]

Psikolojideki bu anlatımlar, Kur'ân'da, “Nefis bütün gücüyle kötülüğü emreder.”[650] Şeklinde ifade edilen nefis fonksiyonuna uygun düş­mektedir.

Nefis, Kur'ân'da bir şeyin kendisi denilen ve ruh ile bedenden olu­şan zata veya bedeni yöneten ruha [651] verilen addır. [652] Din ıstılahında ise şehvet ve gadabın kaynağı olan güce nefis denmiştir.[653]

Yukarıda davranışların en önemli etkenlerinden birisinin iç dürtü­ler olduğu üzerinde durulmuştu. Ancak bu dürtülerin başında gelen “id” veya eski adıyla “nefis” detaylı oiarak ele alınmamıştı. Davranışlar üzerinde önemli bir etken olduğu bilim çevrelerince kabul edilen nefs'e Kur'ân'ın nasıl baktığı ve bunun İslamî literatürde nasıl anlaşıl­dığı hususuna az da olsa açıklık getirmede yarar vardır. [654]

 

İslam Literatüründe Nefs/İd

 

Nefs, Arapça bir kelimedir. Çoğulu nüfustur. Geniş anlamlı olan bu kelime, başta “ruh” olmak üzere bir şeyin bütünü veya kendisi, can, kan, kardeş, yanında, gayb, ayırma işini yapan, aklın kendisi, be­den, bir kimse, yakınlık, göz, büyüklük, azamet, izzet, himmet, bir şe­yin cevheri, özü, ruh ve bedenin toplamı, sıkıntıdan kurtulma, burun­dan ve ağızdan soluk atma, istek, görüş, cur'et gibi anlamlara gelmek­tedir. [655] Bu kelime Kur'ân'da da çok geçer ve Allah'ın zatı [656], putlar [657], ruh [658], kalp, gönül [659] insan bedeni [660], bedenle birlikte ruh [661], insanın cevheri, kişiliği veya benliği [662], insan veya kişi [663], cin [664], cins ve tür [665], akıl [666], ceza [667], gayb [668], soluk alma [669] ve yarışma [670] anlamlarında kullanıl­dığı görülür.

Bilim adamları, nefis ve ruhun ayrı mı yoksa aynı şeyler mi olduğu konusunda tartışmışlardır. Burada bu tartışmalara yer vermeyeceğiz. Sadece genel kabul gören kanaatleri alarak konuyu kişilik üzerinde yoğunlaştırmak istiyoruz.

Nefis ve ruh eş anlamlı isimlerdir. Her ikisi de aynı anlamı ifade eder­ler. Bunlar arasındaki fark zatla ilgili olmayıp; sadece nitelik açısından­dır. [671] Örneğin nefis kötü huyların, ruh da iyi huyların kaynağı ve temsil­cisi kabul edilmişlerdir. Bunlar esasta birdir. Bunu biraz daha açabiliriz. İnsan ruhu veya nefsi hem kötülüğe hem de iyiliğe kabiliyetlidir. Ru­hun kötülüğü temsil eden yönüne nefis, iyiliği temsil eden yönüne de akıl denmiştir. Biz ruh veya nefis dediğimiz zaman aynı şeyleri kastet­miş olacağız.

İnsan, ruh ve bedenden ibarettir. Onu, bedenden bağımsız olarak göz önünde tutmak söz konusu değildir. Ruhun bedendeki durumu güldeki gülsuyuna, kömürdeki ateşe benzer. O, canlılığın kaynağı­dır.[672]

Canlılığın kaynağı olan ruha nefis de denmiştir. Nefs sözcüğü bir şey hakkında o şeyin ya nefisliğinden [673] ya da alınıp verilen nefes anlamın­dan dolayı kullanılır. Ölüm anında nefes bedenden ayrılır. Diriliş anında da bedene döner. Demek ki nefs ve ruh, zatla ilgili değil nitelikle ilgilidir. [674] Kur'ân'da canın, benliğin, iyiliğin ve kötülükten uzaklaşmanın temsil edildiği yerlerde nefis, ruh anlamında kullanılmıştır.[675]

Bu anlamda nefis, insana ait yeme, içme gibi biyolojik ihtiyaçların ve gören, işiten, dokunan, koku ve tat alan, konuşan, düşünen, hayal eden, hatırlayan, isteyen, kızan duyuların kaynağıdır [676]; yani akıl onunla düşünür, göz onunla görür [677], hasılı o, bedeni yönetir. Bütün organlar onun isteklerini dile getirirler. Nefis, hissedilen değil hisseden; algılayan; bedeni, istekleri doğrultusunda hareket ettiren, bedene etki edendir. Beden onunla acı çeker, haz duyar, sevinir, üzülür, kızar, sever, hatırlar ve unutur. Hasılı beden neye kabiliyetli ise bütün yetenek­leri ona ruhtan iner. [678] Allah'ın işleri kendi zatına delil olduğu gibi nefsin işleri de kendi varlığına delalet eder.[679]

Erzurumlu İbrahim Hakkı (1703-1780) nefsi, Nefs-i tabiyye, Nefs-i nebatiyye, Nefs-i Hayvaniyyeve Nefs-i İnsaniyye kısımlarına ayırarak de­taylarına girişip; nefsi, yaptığı görev alanlarına göre isimlendirir. Nefsin bedeni korumaya yönelik duyularına nefs-i tabüyye; bedenin boyutları ile ilgili güçlerine nefs-i nebatiyye; gadap, şehvet, görme, işitme, duy­ma, dokunma, koklama, hayal etme, düşünme gibi duyularına nefs-i hayvaniyye; nefsin, ruhu temsil eden yönüne de nefs-i insaniyye adını verir. Buna nefs-i natıka da denir. Bunun öbür adı ruhtur. Bu ruh Al­lah'ın emriyle hareket eder. [680] Bedendeki bütün organların işini o yürü­tür ve yönetir.[681]

İbrahim Hakkı'ya göre ruhun bedendeki tasarrufu, Allah'ın alem­deki tasarrufu gibidir. Allah'ın evrendeki egemenliğini; bütün eşyayı yönetmesini, bütün canlıları terbiye kanununa uygun olarak tedbirini, İnsanın kendi bedenindeki egemenlik, hüküm ve tasarruf, davranış ve eylemlerle kıyaslamak mümkündür. Allah, evreni nasıl idare ediyorsa, ruh da bedeni öyle idare ediyor. Ruhun bedendeki varlığı nasıl hissediliyorsa, Allah'ın varlığı da evrende öyle hissediliyor. İnsan bedenin­deki ruhî-hayvanî (canlıya ait ruh) evrendeki aki-ı evvel yani Allah menabesindedir. İnsanlardaki hafıza ise, levh-i mahfuzun; bedendeki or­ganlar ve duyular da yer, gök ve yıldızların yerindedir. [682] Yalnız evreni idare eden Allah [683] tektir, her şey ona muhtaçken O'nun, kimseye ihtiyacı yoktur. [684] Canlılardaki ruh ise Allah'ın buyruğu altında hareket eder.[685]

Nefs, bazı yerlerde ruh anlamına alınmakta fakat fısıltı, vesvese ve arzunun söz konusu olduğu yerlerde ise daima heva/istek ve arzu ile eş anlamda kullanılmaktadır.[686] Buna göre nefsin, Kur'ân'da hem in­sanın yeryüzünde hayatının devamı ile ilgili zatın ve canın korunması­nı içine alan yeme, içme, cinsî arzular ve bencillik gibi bütün kalıtıma bağlı isteklerini veya bu isteklerin kaynağını hem insanın hayat içinde oluşturduğu kişiliği [687], hem de insanın kendisini [688] ifade etmek için kullanıldığı görülür.[689]

Bu şöyle de ifade edilebilir:

Nefs, Kur'ân'da bir taraftan hem zatı, hem kişilik ve benliği, hem de istek ve arzuları temsil etmek üzere kullanılırken; diğer taraftan da istekler arasında denge kurularak hem nefsin olgunlaştırması istenir,[690] hem de fıtrî eğilimler dikkate alına­rak bunların bir hak olduğu ve bu hakların kullanılması gerektiği ıs­rarla vurgulanır. Kur'ân'ın ifadesi özetle şöyledir: Kadınlar, çocuklar, altın ve gümüş cinsinden birikmiş hazineler, olgun atlar, sığırlar, arazi­lere yönelik dünyevî zevkler insanoğlu için çekici kılınmıştır. Bütün bu zevkler tadılabilir. Mal, mülk ve çocuklar dünya hayatının süsleridir. Bunları inananlara kimse yasaklamamıştır. İbadetlerde kılık kıyafete çeki düzen verilmesi ve bu arada dünya hayatından payın unutulma­ması gerekmektedir. Bu bakımdan Allah'ın, kulları için yarattığı süsler takınılır, temiz rızklar yiyilir, ancak aşırılıklara kaçarak onlar saçılıp savurulmaz. Allah'ın savurganları sevmediğinden şüphe yoktur.[691]

Hadislerde aynı tema işlenir. Örneğin dünyadan el-etek çekerek gün­düzünü oruç; gecesini de uyanık ve ibadetle geçirip kendisini; yeme, iç­me ve nefsi arzulardan tamamen uzak tutan kimseler için Rasulullah'ın, üzerimizde hem Allah'ın, hem bedenimizin, hem de eşlerimizin hakkının olduğunu; namazı ve orucu da ihmal etmemelerini, ancak bu arada ye­melerini, içmelerini, gece uyumalarını, eşleriyle buluşmalarını; kendisinin de böyle yaptığını ifade eden hadisleri, büyük bir yekun teşkil eder.[692]

Âyet ve hadislere dikkat edilince yasaklananlar dışında iyi ve gü­zel şeylerin dünya hayatında insanlara helal kılındığı; hayatı reddeden çilekeşliğin ve dünyayı terk ederek kendine eziyeti uygun gören eği­limlerin her çeşidinin verildiği görülür. Öyle de olması doğaldır. Zira o zaman yaşamın ve yaşamı sürdürmenin ne anlamı olabilirdi?

Bedenin korunması ve varlığını sürdürebilmesi için onda arzu ve isteklere ait güdülerin bulunması bir zorunluluktur. Bu bakımdan nef­sin arzu ve isteklere eğilimi bedenin ihtiyaçlarından kaynaklanmakta­dır. Örneğin insanın içindeki şehvete karşı aşırı istek olmasaydı haya­tın en zor noktasını teşkil eden neslin devamı ve bekası nasıl sağlana­bilirdi. İçimizdeki aşırı istek, bu zor işin kabulü ve devamlılığı için önemli bir etken olmaktadır.

İstek, arzu ve bütün heveslerin kaynağının nefis olduğunu Kur'ân'daki şu ifadelerden öğreniyoruz: “Nefsim bana hoş gösterdi. İçimde bir şey beni böyle yapmaya itti.”[693] “Nefsi o'nu, kardeşini öldür­meye sürükledi. “[694] “Nefs kötülüğe sürükler.”[695] “Beni suçlamayın nefsinizi suçlayın.”[696] “Nefislerinin arzusuna uyuyorlar.”[697], “Nefsinin kendisi­ne fısıldadıklarını biliriz.”[698] “Nefsinikötü arzularından uzaklaştıran...”.[699]

Ayetlere dikkat edilirse yaratılışta insana şehvetin yanısıra maia, mülke ve servete vs. karşı aşırı istek, arzu ve heveslerin verildiği vurgu­lanmakta ve hayatın bekası için bunların verilmesinde bir zorunluluk bulunduğu; burada problemin, bu güçlerin insana verilmesinde de­ğil, bunların kötüye kullanılmasında olduğu ima edilmektedir.

Fahrettin er-Razi'nin dediği gibi insanın öz cevherinde yani ru­hunda isteğe, sevgiye, öfkeye, şehvet ve gadaba eğilim olmasaydı dıştan gelen telkinlerin onun üzerinde ne etkisi olabilir ve insanın bu güçleri yerli yerinde kullanmadaki mahareti görülmeden onun değeri nasıl anlaşılabilirdi? [700]

Kur'ân'a göre insan nefs (ruh)i; iyiliklere ve kötülüklere eşit derece­de kabiliyetlidir. [701] Birinin diğerine galebesi tali sebeplerle olur.[702] Örne­ğin Adem ile Havva günaha şeytanın telkinleri [703] sonucu gitmiştir. İnsa­nı kötülüklere iten şey, aşırı telkinat, kötü terbiye ve bu ikisinin sonu­cunda edinilen alışkanlıklardır. Yoksa bu, yaratılışın bir gereği değildir. Buna göre insan, iyi ve kötü terbiye sonucu ahlakını belirler. [704] Zira in­san ahlakî zaaflarla olduğu kadar sorumluluk bilinciyle de donatılmıştır. Allah, yaratılışta insana kötülükleri ve ondan korunmasını [705]; başka bir ifade ile kötülükleri ve iyilikleri ona ilham etmiştir. [706] Demek oluyor ki, her nefse iyilik ve kötülük, kâr ve zarar duygusu yaratılışta verilmiştir.[707]

Ünlü müfessir Zamahşeri, “Kadın Yusuf'a karşı arzu doluydu; O da kadını arzuluyordu. Eğer Rabbinin burhanı onun içine doğmamış olsaydı o da bu arzuya yenik düşecekti.[708] Ayetinin tefsirinde her in­sanda bu tür arzuların yaratılışta mevcut olduğuna işaret ederek er­demli insan olmanın şartını, insanın içinde kötü arzuların hiç uyan­mamasına değil de bu arzulara karşı yenik düşmemesine bağlamak­tadır. Ona göre, Yusuf (as)'da şiddetli meyil olmasaydı, kadından sa­kınmasından dolayı Allah, O'nu “Gerçekten o bizim seçkin kullarımızdandı.”[709] Şeklinde övgüye layık görmezdi. Çünkü arzu duyulmayan bir şeyden sakınma kendiliğinden oluşur. Burada zorluk söz konusu değildir. Sabrın büyüklüğü belanın büyükiüğü ile orantılıdır.[710]

Bazı müfessirler, Yusuf (as)'ın, kadına değil de onu tartaklamaya arzu duyduğunu ifade ediyorlarsa da bu yorum, âyetin mantığına uy­gun düşmemektedir. Zira o durumda Allah, Yusuf'u bu meyilden sa­kındığı için değil de kadını dövmediği için övmüş olurdu. Böyle bir mantık, “Kadın dedi ki işte hakkında beni kınadığınız şahıs budur. Ben onun nefsinden murad almak istedim. Fakat o şiddetle sakındı. Andolsun ki eğer o kendisinden istediğimi yapmazsa zindana atılacak ve elbette sürünenlerden olacaktır. (Yusuf): Rabbim! Bana zindan, bunların benden istediklerine boyun eğmekten daha iyidir. Sen onla­rın tuzaklarını benden uzak tutmazsan ben o zaman onların ayartma­larına kapılır ve şaşkın kimselerden olurdum.”[711] Ayetleriyle de çelişir.

İnsandaki bu fıtrî arzu ve istek, hadislerde de işlenmiştir: “Nefis, arzu eder ve istiha duyar...”[712] “İyilik nefsin kendisine ısındığı, kalbin rahatladığı, kötülük de nefsin ısınmadığı, kalbin de huzursuzluk duy­duğu şeydir,”[713], “Kim bir İyiliğe arzu duyar da onu yaparsa..., veya kim bir kötülüğe arzu duyar da onu yapmazsa bunlara karşılık Allah, birer sevap yazar”[714] hadisleri buna örnektir.  

Âyetler ve hadislerdeki bu ifadeler, bir taraftan nefsin, hem iyilik­lere hem de kötülüklere eğilimin kaynağı olduğunu ima ederlerken; diğer taraftan da bu ifadelerle, üstün bir kişilik ve karakter kazanma­nın zorluğuna dikkat çekmektedirler

Kur'ân, kalplerin mühürlemesi [715] ve paslanmasını da [716] ele alarak; kötü alışkanlıklarla kalpleri kirlenenlerin, iyilik yapma özelliklerini ta­mamen kaybedeceklerini ve kötü alışkanlıklarının onlarda ikinci bir ki­şilik ve karakter oluşturacağını bize haber verir.[717]

Nefsin, insan ruhunun istek ve arzu yönünü temsil ettiğini söyle­miştik. Psikologlara göre, nefs (id)in libida [718] denilen biyolojik hayvan­sal yaşam enerjisini, ortamın gereklerine uygun bir biçimde dengele­yip ifade etmesini “ego” adı verilen kişilik birimi sağlar. [719] Nefs, kendi haline bırakılırsa onda haz prensibi egemendir. Biyolojik ihtiyaçlar ise doyum peşindedir.[720]

Nefs (id)in ameliyelerini düzene koyan böylece bedeni tehlikeli sonuçtan koruyan akıldır. Zira İnsanın her çeşit faaliyetinde doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ve güzeli çirkinden ayıran bir güç olarak akıl; ahlakî, siyasî ve estetik değerlen belirlemede en önemli fonksiyonu ic­ra eder. [721] Psikologlar bu güce ego adını verirler. [722]

 

4.1.1.2. Ego /Mantık

 

Türkçe'ye “ben” olarak tercüme edilebilecek olan “ego”, id'i dene­tim altında tutmaya çalışan kişilik birimidir. Bu birim, id'e yöneticilik, sa­vunuculuk ve koruyuculuk görevini üstlenmiştir, O, hayvansal yaşam enerjisini temsil eden id'in, istek, ihtiyaç ve iştihalarını gerçekleştirme yol­larını kontrol altında tutar, Böylece bireyi; hem dış çevreden gelebilecek tehlikelerden korur, hem de insanın başarısını ve güvenilirliğini sağlamaya çalışır. Bunda haz prensibi değil, gerçeklik ilkesi egemendir. Bu iş­levi ile ego, dış çevre ile iç hayatın arabulucusu gibidir.[723]

Bazı psikologlar ego'yu, “akıl yürütücü hareketler halinde kendini ifade eden beyin faaliyeti” olarak değerlendirirler. İd'in ilkel istekleri ne olursa olsun, gerçeklik ilkesine sahip olan ego, gerçekliğin üstün gelmesi için çalışır. [724] Zira ego, akılcı ve pratiktir. İd'e yol gösteren bir danışman gibidir. İyi veya kötü kavramlarıyla hiç ilgilenmez. Duruma uygunsa id'e “haydi yap” der. İşin ahlaksal boyutu onu ilgilendir­mez. [725] Çünkü ahlaksal boyut “süper ego”ya aittir.

Akıl, düşünme, anlama ve kavrama gücünü temsil eden bir cev­herdir. [726] Kur'ân'da “akıl edecek kalpleri olsun”[727] Ayetinde ifade edil­diği gibi akla merkez, kalp gösterilmiştir.

Bütün İslâm bilginlerinin ittifakıyla akıl, insanın her türlü dinî emir ve yasaklara uymakla mükellef tutulmasının temel şartı kabul edilmiş ve akıldan mahrum olanlara hiçbir sorumluluğun yüklenemeyeceği görü­şünde birleşilmiştir. Onları bu kanaate götüren husus Kur'ân'ın bu ko­nudaki tavrıdır. Örneğin Kur'ân'da değişik türevleriyle 49 yerde geçen akıl kelimesi; bunlardan 15inde “Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz?” şeklinde sitem ederken, 11 yerde “Akıllarını kullanmıyorlar.”; 8 yerde “Akıllarını kullanmaları umulur”; 8 yerde “Aklını kullananlar için...”; 2 yerde “Şayet aklınızı kullanırsanız...”; birer yerde de “anladıktan sonra”, “Şayet aklımızı kullanmış obaydık...”; “Ancak bilenler düşünüp anlaya­bilir. “, “Düşündüklerini mi zannediyorsun?” ve “Düşünecek kalpleri olur­du. “ şeklinde geçmekte ve 16 yerde de “akıl sahipleri” veya “Ey akıl sa­hipleri!” kalıplarıyla akıllıların sorumlu tutulduğu ifade edilmektedir.[728]

Kısaca Kur'ân'ın akıl hakkındaki değerlendirilmeleri verdikten sonra biraz da ona filozofların ve İslam alimlerinin nasıl baktıklarını görelim.

Yukarıda da ifade edildiği gibi tekrar belirtelim ki, nereye gidersek gidelim; ister göklere kadar yükselelim isterse yerin dibine inelim kendimizin dışına hiçbir vakit çıkmış olmayız. Onun için de kendi öz düşünüşümüzden başka hiçbir şeyi hiçbir vakit kavrayanlayız.[729]

Kavrayış, şuur, dikkat, anımsama, düşünme, Muhayyile, teem­mül, hafıza ve müdrike/kavramak, ruhun ameliyelerindendir. [730] Bütün bu ameliyelerden biri de, müdrikeyi donatıp onaran akıldır. Şöyle de denilebilir: akıl, ruh ameliyelerini düzene koyma tarzının bilinmesin­den başka bir şey değildir.[731]

Akıl, ruhun bütün ameliyelerinden ortaya çıkar. Zihnimizin, üze­rinde durup çalışabileceği birtakım fikirleri kapsayan bir hakikat, akla uygundur. İyi sevk ve idare edilen ruhun ameliyelerinden ortaya çıkan bir önermeyi yalanlayan bir önerme de akla aykırıdır.[732]

Hayvanlarda da ruhun varlığı kabul edilmiş ancak hayvandaki ru­hun ameliyeleri, kavrayıştan, şuurdan, dikkatten ve anımsamaktan yoksundur. Ruhumuzun hayvan ruhuna olan üstünlüğü işte buradan sezilir. [733] Böylece insanın payına akıl, hayvanların payına da, içgüdü­nün düşmüş olduğunun farkına varılır.[734]

Yukarıda “anlama gücü” (mudrike)nü donatıp onaranın akıl ol­duğunu söylemiştik. Akıl aslında tutmak, bağlanmak, engellemek ve hapsetmek anlamlarında kullanılan Arapça bir kelimedir. [735] Bu kelime, ilmin kabulü için hazırlanmış “güç”e ve bu güçle insanın elde ettiği “bilgi”ye de ad olmuştur [736], Akıl sözcüğü, felsefe ve mantık terimi olarak da “Varlığın hakikatini idrak eden, maddî olmayan, fakat mad­deye tesir eden basit bir cevher; maddeden şekilleri soyutlayarak kav­ram haline getiren ve kavramlar arasında ilişki kurarak önermelerde bulunan, kıyas yapabilen güç” demektir.[737]

Aristo, aklı pasif ve aktif olmak üzere iki kısma ayırır. Pasif akıl, güç ve istidattır. Aktif akıl ise, insanın doğuştan sahip olduğu idrak gücüne yani pasif akla etki ederek bilginin meydana gelmesini sağlayan güce denir. [738] Farabi'ye göre akıl, “bir bakıma nefis veya nefsin bir cüzü ya da herhangi bir gücü veya fonksiyonudur” Buna göre nefisle akıl arasında fark yoktur. İbn Sina, aklı dört kategoride ele alır. Bunlar, bilgi edinmek için nefsin sahip olduğu bir güç ve yetenekten ibaret olan “heyulanı akıl”; bu gücün daha olgunlaşmış hali olan “meleke halindeki akıl”; bilgilerin zihinde şekillenmesi durumu olan “fiil halindeki akıl”; formların soyutlanarak zihinde şekillen­mesi durumunu belirleyen “müstefa akıl”dır. Filozoflar aklı bedene bağımlı sayarak onu nefsin bir gücü ve cüzü şeklinde kabul ediyor ve bunun sonu­cu olarak da onun ölümlü olduğunu söylüyorlardı. İbn-i Rüşd farklı düşü­nüyor ve akİı tamamen manevî bir cevher olarak kabul ediyordu. Ölümlü olan bu akıl değil, müktesep akıldır. [739] Kelamcılardan mutezile, aklı, kesin bil­gi kaynağı kabul ederek; onlardan kimisi, onu, “hakikatin bilinmesini sağla­yan kaynak”; kimisi, “insandaki anlama ve kendini koruma gücü”; kimisi de, “zaman içinde kazanılan ve insana isteyerek iş yapma imkanı veren bil­gilerin tamamı” olarak görürler. Ehl-i sünnete gelince onlar da, akıl için bir tanımda ittifak edememişlerdir. Haris el-Muhasibİ, aklın, cisim, cevher ve araz cinsinden olmayıp iyiyi kötüden ayırt etmesi için Allah tarafından insana doğuştan verilen bir tabiat olduğunu ve onun varlığının ancak fiilleriyle bili­nebileceğini ifade eder. Ahmed b. Hanbel, aklı, insanda doğuştan bir tabiat olarak kabul ederken; İbn Hazm, aklı bir cevher değil, aksine ruhun bir kuvvet-i fiilinden ibaret olan bir araz olarak görür ve insandaki görme, konuş­ma, işitme gibi fonksiyonlarını icra edenin akıl olduğunu ileri sürer. İbn Teymiye, Ahmed İbn Hambel ve İbn Hazm'ın görüşüne katılır. O, aklı, insanın doğru olanı bilip, davranışlarına bu doğrultuda yön vermesini sağlayan bir tabiat ve ruhî bir güç olarak kabul eder. Maturidiyenin bir kolu, aklı, nefes natıka (ruh)nın bir görüntüsü veya onun bir kuvveti saymışlardır. Gazali, kelamcıların aklı çeşitli şekillerde tanımlamalarının sebebi üzerinde durur ve bunu aklın değişik anlamlarda kullanılmasına bağlar. Ona göre akıl, zaruriyatı bilme, tecrübe ile veya insanın tabiatındaki bilgi edinme gücü karşılığında kullanılmıştır. Razi, aklı tabiat olarak kabul ederek Muhasibi ve Ah­med İbn Hambel'in görüşüne katılır. Taftazani de aklı, bilme ve algılama fonksiyonu bulunan bir ruhî güç olarak görür. Ferit Vecdi, aklı, ruhun teza­hürlerinden biri olarak kabul eder. Mustafa Sabrı, akılla kalbi aynı görür. 0-na göre akıl, ruhun bir gücü ve fiili mahiyetinde bir arazdır. Kur'ân'da ise, ruhla beden arasındaki bağlantı noktası olan ve akıl yürütme eylemini ger­çekleştiren kalp zikredilerek ruh kastedilmiştir.[740]

Gerek filozofların gerekse kelamcıların değişik şekiilerdeki görüşle­ri birleştirildiğinde düşünme, kavrama, karar verme, muhakeme yürüt­me, dikkat, hayal kurma ve anlamanın, ruhun ameliyelerinden sayıldı­ğı [741]; bütün hayvanların ruh ve bedenden ibaret olup; içgüdü taşıdığı [742]; insanın ise, -hayvanlardan farklı olarak- ruh ve bedenden teşekkül etme­si yanında; akıl, zihin, şuur, hafıza, muhayyile, teemmül gibi ruh ameli­yelerine sahip olduğu [743]; bütün bunların dışında insana ait bir de nefis ve kalbin bulunduğu, bunların da çoğu yerde ruh yerine kullanıldığı [744]; böylece filozoflar arasında tartışma konusu edilen nefisle ruhtan aynı şeylerin kastedildiği fakat insan ruhunun hem iyiliklere hem de kötü­lüklere eğilimli bulunduğu [745]; ruhun kötülüklere bakan yönünü nefs'in, iyiliklere bakan yönünü de akl'ın temsil ettiği anlaşılmaktadır. Demek oluyor ki, nefis, bütün istek ve arzuların kaynağı; akıl da ruhun bir gücü ve onun ameliyelerini düzene koyup; onları sevk ve idare eden iyiyi kötüden ayırma gücünü taşıyan bir tabiat ve bir vasıtadır. [746] O halde ayırt etme kıyaslama, terkip etme, unsurlarına ayırma, hüküm verme ve muhakemeye dayanan ameliyeler, birbirlerinden doğarlar. Dolayısıyla da bunlar, hayal etme ve hafızanın doğrudan doğruya so­nuçlarıdır. Ruh ameliyelerinin doğuşu işte bunlardan ibarettir.[747]

Bu açıklamalardan sonra şu sonuca varabiliriz. İnsanın bütün is­tek ve arzularının kaynağı olan nefis (id), kendi haline bırakılırsa sahi­bini onulmaz zararlara sokabilir. Onu aklın veya ego'nun kontrolüne vermek lazımdır. Ancak akıl yürütmenin maharetlerini kullanmamızı sağlayan ego/mantık, her zaman çatışan eğilimler arasında anlaşma ve düzeni sağlayamaz. Onun için de kararsız ve etkisiz uyumlar orta­ya çıkabilir. [748] Çünkü ego'nun temel amacı ona hizmet etmektir. Yok­sa onu yüceltmek ve eğitmek çabası yoktur, iyi ve kötü kavramlarıyla da ilgilenmediğinden insanın mutluluğu için ego da yeterli değildir.[749]

Nefsin davranışlarını kontrol eden akıla gelince o, şüphesiz insan için büyük bir mürşittir. Ancak aklın elindeki bilgi, bulgu, veriler mü­kemmel ofmaz ise insanı içinden çıkılmaz hatalara sokabilir. Aklın doğru hüküm verebilmesi için insanın başlangıcı ve varacağı son hak­kında doğru haberlere ulaşması gerekmektedir. Akıl ne geçmişi bilebi­lir, ne de geleceği. O sadece ele geçirdiği malzemeleri değerlendirerek karar verir. [750] Demek oluyor ki mükemmel bir kişilik için akıl veya ego da yeterli değildir. Davranışları iyi veya kötü diye değerlendirecek bir süper ego'ya ihtiyaç vardır. [751]

 

4.1.1.3. Süper Ego/Vicdan

 

Üst ben anlamına gelen Süper ego, kişilik yapısında toplumun temsilcisi ve egonun bir üst gelişmiş basamağıdır. Üst ben, toplumun bir şey hakkında “doğrudur” ve “yanlıştır” kararlarının kaynağını teş­kil eder. [752] Bu bakımdan toplumun inandığı “doğru” ve “yanlış” ka­rarlarının kaynağını teşkil eden kısma üst-ben denir. Bir toplumun vicdanı, o toplumun bireylerinin üst-beninde yer alır. Bu üst-ben, bireyin davranışlarını sürekli süzgeçten geçirerek bireye, “bu yaptığın doğru ya da bu yaptığın yanlış” mesajlarını verir.[753]

Eskilerin vicdan diye adlandırdıkları süper ego, insanın içinde ya­şadığı çevrede mevcut değer yargılarının birtakım yaşantılar sonunda benimsenmesi yoluyla zamania meydana gelir ve davranışları hem kontrol altına alır, hem de sansür eden güçlü bir etken olur. Bu ba­kımdan ego ile süper ego arasında çatışma kaçınılmaz olur.[754]

id, ego ve süper ego'dan birinin diğerinden daha güçlü ya da da­ha zayıf olduğu zaman farklı kişilik türlerinin ortaya çıkması kaçınıl­maz hale gelir.[755]

Burada şu hususu belirtmek gerekir ki Freud, id, ego ve süper ego'yu nefs'ın (ruh) bölümleri olarak takdim eder. Halbuki yukarıda detaylı bir biçimde üzerinde durulduğu gibi Kur'ân, id (nefs), ego (akıl) ve süper ego (vicdan)yu ruhun kendileriyle nitelendiği çeşitli halleri olarak verir.

Bütün bu anlatılanlara bakılırsa kişiliğin, konuşma ve davranma gibi gözlenebilir eylemlerinin gerisinde, içten gelen id, ego ve bunla­rın dıştan görülebilen yönlerini etkileyen süper ego gibi ruha ait dina­mik güçler vardır. Bu güçler, davranışların oluşmasında önemli etken­dirler. Kişilik devamlı olarak içten ve dış çevreden gelen uyarıların etki­si altındadır. Böylece kişilik, doğuştan itibaren hayatın sonuna kadar bir oluşum süresi yaşamaktadır.

Kişilik terimi, belki eski zamanlarda aktörlerin taktığı maskeden gelmektedir. Aktörler, oynadıkları rolün bir fena adam mı yoksa bir kahraman rolü mü olduğunu seyircilere bildirmek üzere maske takar­lardı. [756] Kişilik de, aktörün rolünü belirleyen maske gibi bireyin ruhî yapısını ortaya koyan bir etiket olarak kabul edilebilir.

Kişilik, bir fertte, davranışların, ilgilerin, ruhî ve bedenî duruşların, yetenek ve kabiliyetlerin en karakteristik bütünlemesidir. Kişiliğin olu­şumunda nefis, akıl ve vicdanın etkisi kabul edilmiştir. Ancak bazı bil­ginlere göre ise beden görünüşünüz; iri-ufak, güzel ve çirkin oluşu­nuzun, başkalarının size karşı tepki gösteriş tarzını belirler. Bu da, si­zin onlara karşı nasıl tepki göstereceğinizi tayin eder. Görünüş ve davranışınızdan dolayı başkaları sizden kaçıyor ve izzetinizi yaralıyorsa siz de ya kabuğunuza çekilmek ya da saldırganlık göstermek suretiyle tepkinizi ortaya koyarsınız. Ancak bunun gerçeklik yönü olabilir mi? Biraz da bu konuyu irdeleyelim. [757]

 

4.1.2. Beden Yapıları Ve Kişilik

 

İnsanların fiziksel görünümleri esas alınarak onların karakterleri üzerinde fikir yürütülmüştür.

Bir şahsın dış görünüşü, beden yapısı, boyu poşu, rengi, o insa­nın kendine ve başkalarına karşı olan davranış tarzı üzerinde büyük ölçüde rol oynadığı ileri sürülmüştür, örneğin kısalık, uzunluk; şiş­manlık, zayıflık; güzellik, çirkinlik; saç, göz ve ten rengi, başkalarının insana karşı tepkilerini etkileyen, dolayısıyla öa onun geliştireceği kişi­liğe belli yönler veren niteliklerdir. [758] İri yarı bir insanın, ufak tefek; çe­limsiz bir insana göre daha başka bir kişilik geliştireceği hem akla yat­kın gelmekte hem de insanlarda bu tür eğilimler güçlenmektedir.[759] Ancak haklılık payı var mıdır?

Ta eskiden beri devam ede gelen kanaate göre insanlar, beden ya­pılarına göre tiplere ayrılmışlardır. Dolayısıyla her tipin kendine özgü belirli kişilik özellikleri vardır. Beden yapısı ile kişilik özellikleri arasındaki ilgiyi bulmak üzere birçok araştırma yapılmış ve insanları beden yapıla­rı bakımından birtakım tiplere ayırma çabalarında bulunulmuştur. [760] Beden tipi ile kişilik türü arasında anlamlı bir bağlantı kuramayıp bu tür çalışmaları, terk edenler yanında, bu konuda sağlıklı bilgi alabilmek için çalışmalara devam edilmesi gerektiğine inananlar da vardır.[761]

Eskiler, insanın yüzünden ve dış görünüşünden, iç niteliklerine ve iç hayatına dair hüküm çıkarmayı ifade eden [762] kıyafet ilmi alanında eser­ler vermişlerdir. Erzurumlu İbrahim Hakkı (1703-1780), Marifetname'sinde (1835) bu konuya yer verenler arasındadır.

İbrahim Hakkı'ya göre Allah bedene verdiği şekli ve biçimi, o be­dene sahip olanın iç haline ve tavrına; organlarını da, ahlaktna alamet yapmıştır. Bu sayede insan, bir taraftan kendi biçiminden kendi nite­liklerini öğrenerek ahlakını güzelleştirirken diğer taraftan da dost ve yakınlarının biçimlerine bakarak onların içyapılarını ve ahlaklarını öğ­renip onların içlerinde gizledikleri hallerine muttali olsun. Bu bilgi, onun, ahlakı güzel olanlara yaklaşmasını diğerlerinden de sakınmasını sağla­yacaktır. [763] İbrahim Hakkı, “Herkes kendi şakiles (karakterine göre davranır.”[764], âyetini de bu doğrultu da anlamıştır. Örnek olması bakı­mından onun ifadelerinden bazılarını aynen alalım:

“Boyu uzun olan temiz yürekli ve uzun olur.

Boyu orta olan akıllı ve has huyludur.

Saçı sert olan akılla cesaret bulur.

Benzi kızıldır o olur edib.

Benzi esmer olan akıllıdır...”[765]

Beden tipi ve kişilik arasında ilişki bulmak üzere yapılan çalışmalarıy­la tanınmış iki de iddialı Batılı bilim adamını görüyoruz. Bunlardan biri alman asıllı Kretschmer (v. 1888-1964) diğeri de Sheldon'dur (1954).

Nörolog ve aynı zamanda psİkiyatrist olan Kretschmer, insanları beden yapısına göre üç ana gruba ayırmıştır, bunların her birinin ken­dine göre kişilik özelliklerinin bulunduğunu ileri sürmüştür. [766] Ancak nedenleri üzerinde durmamıştır.[767] Şöyle ki;

1- Uzun-İnce/astenik tip: Bunlar, tipik olarak utangaç ve içe dö­nük mutaassıp, soğukkanlı tiplerdir; zeka bakımından soyut ko­nulara yönelirler, derin düşünürler ve takip fikrine sahiptirler, ira­deleri bazen zayıf, çoğu zaman da sebatlıdır. Sebatları inat sevi­yesine ulaşır. Mizaç bakımından çekingen, alıngan, içe dönük olup yalnızlıktan hoşlanırlar.[768]

2- Gelişmiş Kas yapısına sahip atletik tip: Bu tipler, kalın kemikli, ge­niş omuzlu, kasları güçlü ve iyi gelişmiş olurlar. Bunlar bir kararda kalabilen dengeli bir heyecan ve mizaca sahip insanlardır.[769]

3- Kısa boylu, şişmanca piknik tip: Bunlar, orta boylu yuvarlak, kafası omuzlarına gömülü, kasları yumuşak tiplerdir. Bu tipler, açık kalpli, duyguları ateşli, çabuk değişebilen, erken telaşa kapılan istikrarsız bir heyecana sahip, ancak zekaları pratik sosyal konulara eğilimli, mizaç bakımından dışa dönük, canlı nükteli ve insancıl kişilerdir.[770]

Beden tipleri ile kişilik arasındaki ilgiyi tespit gayesi ile yapılan çalış­maların en ciddisi, Sheldon ve arkadaşları W. H. S. S. Stevens ve W. B. Tucker'in çalışmalarıdır. Bu çalışmalarda da, üç ana tip önerilmiştir.[771]

1- Kısa boylu, kasları gelişmiş, iri yapılı/mezomorf tip: Bu tipler, kaba, gürültülü ve ağır bedensel faaliyetlere ilgi duyan kimselerdir. Bun­lar, kasları iyi gelişmiş, pazıları kuvvetli ve atletik yapıda olup ta­hakküm arzusu, gözü peklilik, katı yüreklilik ve haşinlik özelliği ta­şıyan kimselerdir.[772]

2- İnce-Uzun/efctomorf tip: Sakin, kaygılı, içe dönük, utangaç ve çe­kingen tiplerdir. Bunların sinir sistemi iyi gelişmiştir; pratik zeka bakımından ileri düzeydedirler. Bedeni yoran şeyden hoşlanmaz­lar. İnsanlardan kaçarlar, hislerini dışa vurmazlar. Bilim adamı bu türler arasından çıkar.[773]

3- İri gövdeli, kısa kol ve bacaklı/endomorf tip: Bu tipler, şişman, neşeli, yaşamından memnun, arkadaş canlısı, yemeklere ve beden rahatına düşkün, hislerini saklamayan, erken üzüiüp ağlayan, toleranslı kimselerdir.[774]

Tecrübeye dayanan araştırmalara göre, insan salgı bezleri ve bi­yolojik yapısının, hem beden hem de kişilik üzerine etkilerinin olduğu ve buna göre beden yapısı ile kişilik özellikleri arasında birtakım ilişki­lerin olacağı kabul edilmektedir.[775]

Alfred Adler'e göre, insan tipinin davranış üzerinde etkisi yoktur. Bazı psikologlarca tespit edilen tiplerde organik bir yetersizlik söz ko­nusu değildir. Onun için belli bir psikolojik ekol, bu tür insanları dışa dönük olarak nitelendiriyorsa da nedenini açıklayamıyorlar. Şayet bunlarda bir dışa dönüklük varsa o da, ya vücut yapılarındaki yeter­sizlikten ya da yaşam koşullarının onları bazı davranışlara itmesindendir.[776] Beden tipleri ile kişilik arasında kurulmuş olan ilgiye dair düşün­celer, Kur'ân'ın, bütün insanların bedensel ve zihinsel donanımlar açı­sından en güzel şekilde yaratıldığı [777] haberine de ters düşmektedir.

Kaldı ki bedensel bakımdan dikkati çeken özelliklere sahip insan­lara antipati beslenmiş ve bu kişiler toplumsal işbirliğine elverişli sayıl­mamış ama nedeni araştırılmamıştır. Böylece söz konusu kişilerdeki bedensel engeller aşırı derecede vurgulanmış ve bu kişiler batıl inanış­ların kurbanı olmuşlardır. Halbuki belki de bu insanların, toplumsal iş­birliği eksikliğinin sonucu bazı olumsuz davranışlar kazanmış olabil­meleri ihtimali daha büyüktür.[778]

 

4.2. Karakter

 

Karakter, kişilikle eş anlamda kullanılan bir terimdir. Karakteri kişi­likten ayıran en önemli husus, karakter sözcüğünün, çoğunluk tara­fından ahlaksal özellikleri anlatmak üzere kullanılmış olmasıdır. Ancak şunu ifade edelim ki karakter, kişiliğin bir yanını oluşturur. Böylece ka­rakter, kişiliğin daha çok toplum değerlerince oluşturulmuş şeklidir. Çünkü kişilik, karakteri de içine almak şartıyla, bir insanın kendine has fiziksel ve ruhsal bütün özelliklerini içeren bir terimdir.[779]

Karakter, kişiye özgü ahlakî davranışların bütünü olup; insanın bedensel, duygusal ve zihinsel faaliyetine çevrenin verdiği değerdir. [780] Birçok psikologa göre insanın eylemde bulunma, düşünme ve hisset­me biçimi, sadece akıl tarafından değil de büyük ölçüde onun karak­ter özelliğince de belirlenir.[781]

 

4.2.1. Karakter Ve Kalıtım İlişkisi

 

Bir insanın davranışlarının yöneldiği amaç, o kişinin çocukken dış dün­yadan aldığı izlenimlerin etkisi altında gelişip ortaya çıkar. Bu bakımdan in­sanın karakter özelliklerinin daha süt çocukluğu döneminde kendini belli ettiğini ileri süren araştırmacılara hak vermemek elde değildir. Bundan do­layıdır ki, birçok psikolog, karakteri kalıtıma dayandırır. Karakterin, doğuş­tan getirilen bazı yeteneklere göre oluştuğu görüşü befli ölçüde doğrudur. Ancak Alfred Adler gibi psikologların da ifade ettiği gibi, karakterin insa­na, anne ve babasından kalıtım yoluyla geçtiği görüşü, eğitimcileri güven­le işe sarılmaktan alıkoyacağından bu görüş, toplum için sakıncalı bir nite­liği beraberinde taşır. Bunun bir başka sakıncası da, karakterin insanda do­ğuştan varlığını kabul edersek; buna inanan birçok kimse bunu davranışla­rı için bir özür kabul ederek kendilerini sorumluluktan sıyırmaya çalışacak­lardır. Onun için bunun, eğitimin üstlendiği rolle bağdaşır bir yanı yok­tur. [782] “İnsana uğrunda çaba gösterdiği dışında bir şey verilmeyecek.”[783] âyeti ve “Eylemler/davranışlar onları meydana getiren amaçlara göre değerlendirilecektir. Kişinin hesabına yalnızca bilinçli olarak amaçladığı (eylemler) kaydedilecektir.”[784] Hadisi de davranışlardan ötürü İnsanın, kendini maze­retli sayan bir yaratılışa sahip olmadıklarına delildir.

İnsan için amacın tespitinde en büyük etken uygarlıktır. Uygarlık, insanın önüne dönüp dolaşıp tosladığı duvar gibi dikilir. İnsan, başka­larından daha çok şeye kavuşmayı arzular ve üstün bir konumu ele geçirmeye çalışır. Böylece o, izlemeğe değer gördüğü isteklerinin ger­çekleşeceği umudunu kendisine veren ve gelecek için kendisine gü­vence ve uyum vaat eden bir yol bulabilsin. Her durumda insan, bir taraftan güçlüklerle yüz yüze gelmekten sakınarak onlardan yakasını kurtarmak ister; diğer taraftan da karşısına çıkan görevlerin pekala üstesinden gelebileceğine inanır. Böylece bu doğrultudaki karakter özelliklerini geliştirmek[785] üzere sorumluluk altına girer.[786]

Güçlüklerle yüz yüze gelmek istemeyen birinci insan tipi, kötüm­serlik kapsamına giren karakter özelliklerini kendisinde geliştirecek ci­lan çekingenlik, ürkeklik, içine kapanıklık, güvensizlik gibi duygulara kapılabilir. Böyleleri güçlükleri görünce ya korkuyla gerilere kaçar ya da kendilerine yöneltilen istekleri en azından geçici de olsa yadırga­yan bir insan tipini oluştururlar. İkinci insan tipi de, karşısına çıkan görevlerin pekala üstesinden gelebileceğine inanan ve güvenen bir ki­şinin karakter özelliklerini geliştirir. [787] Her iki tipte de gelişen karakter, yaratılışta kendisinde bulunan iyiliğe ve kötülüğe yatkınlık [788] karakteri­nin üzerine şekillendirilmiş ikinci karakterdir. [789] “Herkes, kendi şakilesi yani karakter yapısına göre davranmaktadır.” [790]âyetinde bu karaktere vurgu yapılmıştır. Bütün bunlar, insan ruhunun tepkilerinin nihai bir kesinliği ve dayatmacılığı içermediğinin bir delilidir.[791]

Karakter denilince bir insanın, birey ve topluluk karşısında aldığı tavır ve takındığı ruhsal tutum anlaşılmaktadır. Buna göre karakter, toplumsal bir kavramdır. [792] Daha açığı karakterden söz edebilmesi için bireyin çevreyle ilişkisi dikkate alınması gerekir.

Yukarıda insan davranışının bir amaç tarafından belirlendiğini söylemiştik, söz konusu amaç, bireyin hem dünya görüşünü, hem hal ve gidişini, hem yaşam modelini etkiler; hem de onun duygu ve dü­şüncelerinin dışavurumda yararlandığı davranışları yönetir. [793] Bununla da kalmayıp karakter bize, kişinin, toplum ve yaşam sorunları karşı­sında nasıl bir tavır takındığının resmini çizer.

Karakterin nasıl oluştuğu hususuna gelince, o, bir taraftan bireyin kalı­tım yoluyla getirdiği yetenekler; bir taraftan da çevreden kazanılmış davra­nışlar sayesinde oluşturulur. Hatta doğuştan getirdiği yeteneklerin, içinde bulunduğu toplumun din, adet, gelenek ve göreneklerine göre şekillenerek karakter adıyla bir model gibi insan varlığında yuvalandığını söylemek daha tutarlı olur. İnsan varlığında yuvalanan bu model, ya yaşam için zorunlu görülen hırs, kıskançlık ve güvensizlik gibi özelliklen temsil eden bir model; ya da sabır, gözü tokluk, hoşgörü ve güven gibi özelliklerin yansıdığı bir mo­deldir. Demek oluyor ki karakteri çevre belirler ve bu karakter, insanın kişiliği ile kaynaşarak onda bir huy olur. Bu huy, aynı toplum üyelerinin genelinde kendini gösterir. Bir ailede, bir ulusta ya da bir ırkta ortak karakter özellikle­rine rastlamamızın nedeni, birinin, diğerinde gördüğü davranışları benim­semesi ve kendisinde başkalanndakİne benzer özellikler geliştirmesi ve böy­lece onlardan aldığı özellikleri kendine mal etmesidir. Öyle davranış biçimle­ri vardır ki, yaşadığımız ortamda yetişen insanlar, o davranışları taklide mec­bur kalırlar. Öğrenme tutkusu buna örnek teşkil edebilir.[794]

Bilindiği gibi kalp, hem kötülüklerin hem de iyiliklerin tasarlanıp ya­pılmasının karar verildiği mekan olarak kabul edilmiştir. Hadislerde bü­tün arzu, istek ve temennilerin kalpten doğduğu [795], kalp temiz tutuldu­ğu zaman bütün bedenin temiz kalacağı [796], bilginin [797], sezginin, kavra­manın [798], kin ve hasedin [799], huzurun [800], inkarın ve tasdikin; [801] merhamet ve sevginin[802], merkezinin kalp olduğu ifade edilmiştir. Peygamberimiz bu kalbin insana temiz olarak verildiğini, insanın onu sonradan kirlettiği­ni şu ifadelerle verir: “Kul, dince suç sayılan bir iş veya davranışta bulun­duğu zaman o davranış o kişinin kalbinde siyah bir nokta, bir leke bıra­kır; eğer hatasından döner, tevbe ederse kalbi yine parlar. Tekrar suça döner ve onu tekrar tekrar işlerse o leke artar ve tümden kalbini kaplar.” Kur'ân'daki “Hayır onların kalpleri yaptıkları kötülükler ile pas tutmuştur” [803], “Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinin üzerinde de perde vardır” [804] Ayetlerinde anlatılmak istenen budur.[805]

Bu âyet ve hadis, bir davranışın huy haline gelmesinde alışkanlığın rolünü çok net bir şekilde açıklamaktadır. İyi ve kötü davranışlar, alış­kanlık yoluyla içinden çıkılamaz ikinci bir huy haline gelirler. Zaten ha­yatın akışı, bu alışkanlıkların kazanılmasından ibarettir. İnsan istek ve arzularının, ilk yaratılışta olmasa bile davranışlardaki payı büyüktür.[806]

Yaşama bakış biçimi, gelenekler, iyi veya kötü örnekler el ele vere­rek iyi veya kötü davranışların, kişilerde karakter haline gelmesini sağ­lar. Bir ailede birden fazla suça yönelik kişiye rastlanması veya bunun aksine o ailede saygınlık eğilimli kişilerin oluşması hep bu alışkanlıkla­rın sonucudur. Böylece her kuşak atalarından bir şeyler öğrenir ve en zorlu zamanlarda bile bu öğrendiklerine bağlı kalırlar.[807]

Karakter oluşumunda, saygınlık eğilimi ve üstünlük amacı, önemli bir etkendir. Bir aile veya toplumda saygınlığı elinde bulunduran kişiler, saygınlık peşinde koşan bir çocuğu veya herhangi bir şahsı kendilerine çekerler. Böylece birey bunlara özenir ve aynı saygınlığı kazanma yolu­na girmeye çalışır. Ancak üstünlük amacı, toplumsal baskının altında seyrettiği için gizlilik içinde gelişir. Bu amaç bazen de dostluk maskesi altında saklanabilir. Ancak insanlar birbirlerini çok iyi bir şekilde tanıyabilse üstünlük duygusu dal budak salıp büyüyemez.[808]

 

4.2.2. Karakter Tipleri Ve Toplumsal Karakter

 

İnsanlar, hiç kimse başkalarının amaçları için araç yapılmadığı za­man eşit sayılırlar. [809] Zeki insanlar dinleyici olanlardır. Bunlar düşünce üretici değil alıcıdırlar. Bir toplum içinde bireyler, kişisel karakter açı­sından farklıdırlar. Karakteri eşit iki kişi bile bulunamayacağı söylene­bilir. Ancak en ince ayırımları dikkate almayacak olursak çeşitli birey gruplarını kabaca temsil eden beili karakter tipleri oluşturulabilir. Bu tipler, alıcı, sömürücü, istif çi, tüketici, üretici karakter örnekleridir. Bi­lindiği gibi alıcı, hiçbir şey üretemeyeceği duygusuna kapılıp her şeyi dışarıda arayan; sömürücü, bazı şeyleri zor kullanarak veya hilekarlıkla elde eden; istifçi, bir malı ileride bulunamayacağı endişesiyle stok eden; tüketici, bitiren, mahveden; üretici de, toplumun varlığı ve gelişmesi için gerekli nesneleri sağlayan tiplerdir. Ancak insan tipleri bunlarla sınırlandırılamayacağı için biz burada önemli iki tipe de dikkat çekmekle yetine­ceğiz. Bunlardan biri, bireysel (estetik) tip; diğeri de sosyal tiptir. Birey­sellik, bireysel tipin doğasının bir parçası olduğu için o, toplumsal ilişki­lerde benmerkezciliğe ve kendisini fazlasıyla önemsemeye eyilimlidir. Bu bakımdan her yer ve zamanda kendisini ön plana çıkarır. Onun ayırt edi­ci özelliği, budur. Sosyal tip ise, hayatta kendisiyle değil, başkalarıyla ve başkalarında yaşayan tiptir. Ruhun aslî dürtüsüne ve dolayımsız hayat yönelimine sevgi ve sempati davranışı hakim olduğu durumlarda sosyal tip ortaya çıkmaya başlar. Bunun temelini de başkalarına yönelik ilgi teş­kil eder ki, biz bu tür ilgiyi hayvanî düzeyde bile görebiliriz.[810]

Belli bir toplum içinde ulusların; toplulukların veya sınıfların ken­dilerine has bir yapısı olduğu gösterilebilirce, karakter sorunu bireyin de ötesinde büyük bir önem kazanır. Bir toplum için tipik olan bu ka­raktere, toplumsal karakter adı verilebilir. Toplumsal karakter, insansal gücün içinde yönlendirildiği bir türe ilişkin şekli temsil eder. Buradan, belli bir toplumda insanların çoğunun güçleri aynı yönde yönlendiril­diğinde dürtülerin eşit olduğu ve ayrıca aynı fikir ve ülküleri alıcı ol­dukları sonucu çıkar. [811] Buna göre toplumsal karakter, belli bir kültür­deki insanların çoğunda bulunacak karakter özelliklerini ifade için kullanılır. Bütün toplumlar, bazı nesnel şartların zorunlu kıldığı belli biçimlerde yapısallaşır ve iş görür. Böylece her toplum, kendi özel ya­pısının çerçevesi içinde iş görerek var olabilir. Bir toplumun içindeki çeşitli sınıf veya gruplar, toplumsal dizgenin gerektirdiği anlamda iş görebilecek tarzda davranmak zorundadırlar. Toplumsal karakter, toplumdaki üyeleri, eylemde bulunmaları gerektiği şekilde eylemde bulunmayı isteyen ve aynı zamanda onları kültürün gereklerine uy­gun eylemde bulunmaktan haz duyan kişiler olarak biçimlendirir.[812]

Çocukların karakteri ise, hem anne-babaların onlara temel çizgilerini ilettikleri toplumsal karakter, hem de bir kültürde geçerli olan çocuk eğitimi yöntemleri doğrultusunda oluşur. Buna göre karakter, kişisel özellik (kalıtım)lerle içinde yaşanılan çevrenin değer yargılarından oluşur. Karakter denilince de genellikle toplumda iyi, güzel, doğru ve olumlu davranış biçimi anlaşılır. [813] Bunların aksi de karaktersizlikle nitelenir.

Alfred Adler'e göre karakter özellikleri, ne verasetle geçen günle­rin ifadesidirler ne de doğuştan gelen birtakım yatkınlıklardır. Onları, özel bir beden yapısını veya bünyeyi yaratabilmek amacı ile kazanıl­mış özellikler olarak görmek lazımdır.[814] Örneğin bir çocuk tembel olarak doğmaz. Hırs, haset, güvensizlik gibi karakter özellikleri, kişiliğin ayrılmaz bir parçası olduğunu kabul etsek bile bunların verasetle geç­tiğine ve değişmez olduğuna inanılamaz. Bunlar hayatın erken yılla­rında kazanılmış olan birtakım özelliklerdir.[815]

Bilimsel araştırmaların sonucuna bakıldığı zaman her türlü davra­nışın normal gelişiminde hem kalıtımın hem de çevrenin etkisi olduğu görülür. [816] Adler'in, karakteri tamamen sonradan kazanılan bir özellik olarak göstermesi, kalıtım yoluyla gelen yeteneklerin ortam ve çevresi­ni bulmadan ortaya çıkamayacağını ifade etmek istemesinden olabilir.

Sonuç olarak şunu ifade edelim ki karakter özelliklerinin, bireyin ha­yat tarzının ve davranış kalıbının dış görünüşünden ibaret olması; bire­yin, çevresine, başka insanlara, içinde yaşadığı topluma ve hayatın ge­reklerine karşı takındığı tutumu anlamamızı mümkün kılmaktadır.[817]

 

4.3. Mizaç

 

Kişilik ile karıştırılan kavramlardan biri de mizaçtır. Bu kelime, Arapça bir kelime olup “bir şeyle karıştırılmış başka bir şey” anlamına gelmektedir.

Birbiriyle kaynaşmış iki şeyden birine de mizaç denir. Aynı kökten gelen “mezzece” kipi, bir bitkinin yeşilken sarardığını ifade için de kullanılır. Arap­ların bir ahlak üzerinde kalmayan kişiye de “recülün mezzacun” demesi, ahlakî değişiklikten ötürü olabilir.[818] Bu kelime, bir deyim olarak da yakın anlamlı iki kelimenin kaynaşmasından meydana gelen bir sözcük olarak ka­rışım, karıştırma, karışma, karıştırılma, kaynaşma, karmakarışık, su karıştırıp yoğurmak, kıvama getirmek gibi değişik anlamlarda kullanılmıştır.[819]

Günümüzde mizaç, bir insanın duygusal ve dinamik hayatının özel­liklerinin tümü olarak kabul edilmektedir. Buna göre mizaç da, karak­ter gibi insan kişiliğinin bir yanını oluşturan; başka bir ifade ile kişili­ğin kalıtım ile ilgili özelliklerini temsil eden; çabuk kızmak, sıkılmak, neşelenmek gibi bireyiere göre değişen görünümlerdir.[820]

Bir insanın mizacı, yani davranış tarzları üzerinde vücut kimyası­nın büyük ölçüde etkisi vardır. Şöyle ki, ruh çökkünlüğü, huysuzluk, çabuk duygulanma, keyifsizlik gibi hallere, bez salgılarının (hormon) yol açtığı tespit edilmiştir. Hasta insanların huysuzluğu buna delil ka­bul edilmiştir. Beden kimyasının mizaç üzerinde etkin oluşuna dair görüş M.Ö. 4. yüzyılda Hipokrat tarafından ileri sürülmüş ve insan vücudundaki egemen sıvıya göre insanlar, “hafif kanlı” ve “asabi” şeklinde tasnife tâbi tutulmuşlardır.[821]

Bu görüşün günümüzde bilimsel bir değeri yok kabuî edilmişse de son yıllarda hormonların kişilik üzerindeki etkileri alanında yapılan araştırmalar; beden kimyasının kişiliği etkileyebileceği fikrinin pek de boş bir hipotez olmadığını göstermiştir. [822] Modern araştırmalar hipofiz, tiroid, adrenaller ve gonadlar gibi kanalsız bez salgılarının, beden yapısı ve davranışları üzerinde etkili olduğunu ortaya çıkarmıştır.[823]

Davranışlardaki farklılık, bu iç salgı bezlerinin farklılığı ve farklı çevrelerdeki etkileşimlerden kaynaklanabildiği de ileri sürülmüştür. [824]

 

4.4. Benlik

 

Benlik, kendi kişiliğimize ilişkin kanılarımız ve kendi kendimizi; “Ben neyim? Ben ne yapabilirim? Benim için neler değerlidir? Hayatta ne istiyorum?” gibi sorular karşılığındaki görüş tarzımızdan oluşur. Örneğin sevimsizim-sevimliyim; ben iyi resim yaparım, iyi konuşurum, başkalarına yardım etmeliyim, her şeyden önce kendimi düşünmeli­yim, doktor, mühendis ve iyi bir ev reisi olmak gibi çeşitli emel ve ide­aller benliğin bir yanını oluşturmaktadır. Şu halde benlik, kişinin kendi gözüyle kendini görmesi ve değerlendirmesidir. Kişiliğin öznel yüzüne benlik bilinci denir. Bu bilinç sürekli olmayıp, birey kendisini düşündü­ğü zaman ortaya çıkar. Bireyin, başka insanlarla olan münasebetlerini, baba, evlat, karı, koca ve vatandaş olma niteliklerini ve diğer insanlar nazarında ne olduğunu düşünmesine ise toplumsal benlik denir.[825]

Psikologlar, benliği, kişiliği etkileyen önemli bir faktör olarak ince­lemeye koyulmuşlardır. Zira bir insanın kendisini ve çevresini algılayış tarzının, onun genel tutumunu ve davranışlarını büyük ölçüde etkile­diği dikkati çekmiştir.

Demek oluyor ki benlik, bireyin yetenekleri, özellikleri, değer yar­gıları, ideal ve isteklerine ilişkin kanaatlerinin bütünüdür. [826] Bazı psi­kologlara göre bir şarta bağlanmayip sevgi içinde büyüyen şahısların kuvvetli ve olumlu benlik nitelikleri geliştireceğine inanırlar. Şarta bağlı sevgi ise, olumsuz benlik bilinci gelişmesine neden olur. Benlik bilinci ile davranış arasındaki çelişki, kaygıya ve olumsuzluğa yol aça­bilir. Birey, benlik bilinci ile davranış arasındaki çelişkiyi görerek davra­nışını gerçekçi bir yöne yönlendirdiği zaman sağlıklı hareket etme imkanını elde etmiş olur ki ruh sağlığı açısından bu çok önemlidir. Buna göre benlik, içimizde kendimizi gözetleyen, yargılayan, değerlendiren ve iç huzurunu temin eden bir özelliğe sahiptir. Benlik bilincinin mey­dana gelmesinde en etkin olay, çocuğun, benliği ahlak edinen bir aile içinde büyümesi, çevresinde bu niteliği taşıyan insanlarla oturup kalkması ve onun başkalarıyla ilgili görüşlerini, kendi duygu ve düşüncele­riyle karşılaştırıp sentezler yapmasıdır.[827]

Duygu, düşünce ve davranışların insanda bütünleşmiş şekline ad olan kişilik, karakter, mizaç ve benlik hakkındaki bu açıklamalardan sonra kişilik, karakter, mizaç ve benliğin dış dünyaya yansımasını sağ­layan ve duygu ve düşünceleri yansıtması açısından sözlü dilden daha da önemli olan beden dili konusuna geçebiliriz.

Beden dili, şu ana kadar bütün detaylarıyla üzerinde durmağa çalıştığımız davranışların daha organize edilmiş şeklidir. Nasıl düşün­celerin dili kelimelerse, duyguların dili de bedenimizdir. Başka bir ifa­de ile bedene ait davranışların tamamıdır. Duygusal iletişimin %90'ı sözsüz olarak beden dili ile gerçekleştirildiği [828] için insanlarla kolay iş­birliği yapmanın ve karşımızdakileri gerçek duygularıyla anlamanın yolu bu dilin iyi bilinmesine bağlıdır. Bu dil, hem söylediklerimizin gücü­nü artıracak hem de bize muhatabımızın içinde neler gizlediğinin ipuç­larını verecektir.

Bedenimizin ifadeleri olarak adlandırdığımız şeyler, aslında içsel yaşantılarımızda. Başka bir deyişle bedenimiz iç dünyamızın dilidir. Buna göre bedene ait her duruş, her hareket, her kaş-göz işareti, ba­kış biçimi, yüz ifadesi, oturma, kalkma ve yürüyüş şekli, ses tonu, biri­sine karşı önü ve arkayı çevirme davranışı gibi bedenle ilgili her türlü hareket, bir kimseye karşı duygu ve düşüncelerimizi ifade eder. Hatta giyim-kuşam, saç, sakal, her türlü makyaj; ağlama, gülme gibi eylem­lerle insanlar başkalarına bir şeyler anlatmak isterler. Bütün bu sayı­lanlar bedenin, duyguları ifade eden dilidir.

Beden dilinin sözcükleri olan davranışları ve bu davranışların bi­çimlendiği sosyal çevreyi tanıyıp bu dilin tanımı ile ilgili bu kısa giriş­ten sonra Kur'ân'da beden diline geçmeden önce bu dilin tarihinden başlayarak bu konuya biraz daha açıklık kazandırmada yarar vardır. [829]

 

2- BEDEN DİLİ

 

1. BEDEN DİLİNİN TARİHİ

 

Beden dilinin tarihi insanın yaratılışı ile başlar. [830] Ancak bu dilin, ya­zı dilinde araç olarak kullanımı ise daha sonra gerçekleştirilmiştir. Be­den dilinin tarihi kadar onun hangi kaynaktan beslendiği de önemli olduğu için söze buradan başlayalım. [831]

 

1.1. Kaynağı

 

Beden diline ait davranışlar, iki farklı kaynaktan gelir. Bunlardan birincisi, kalıtım yoluyla gelen bedendeki hoşlanma, sevinç duyma, acı, üzüntü ve doyumu ifade eden bedensel işaretlerdir. İkincisi ise çevre­den ve kültürden beslenen sinyallerdir. [832] Kültür ve çevreye bağlı olan bedensel sinyaller, çoğu zaman evrenselliğini kaybederek bulundukları çevre ve kültüre bağımlı olarak kalırlar. Bu sinyalleri okuyabilmek, o çev­renin kültürünü öğrenmekle yakından ilgilidir.[833]

İletişim kurduğumuz kişilerle kültürümüzdeki ortak özellikler ne kadar fazla ise beden dilimizi anlamak o kadar kolaylaşır.

Her toplumda farklı biçimde anlamlandırılan jest, mimik ve insan davranışları, iletişimde büyük bir yer işgal eder. Onun için bu dili öğrenmeden “toplumsallaşma” mümkün olamaz. Toplumsallaşma süre­ci olmadan, toplumların tutarlı bir biçimde yaşamlarını sürdürmeleri beklenemez.[834]

Bireylerin iletişimi kolay olduğu kadar da zordur. Zira iletişim, ko­nuşan ve dinleyenin güdü, algı, eğilim ve tutumlarından oluşan insan davranışının karmaşık bir şeklidir. Şahıslar daima uyarıcılar alırlar ve anlam vermek için söylenenlere kod açarlar. Konuşmacı, tutum, algı ve düşüncelerini, sözcüklere ve ses dalgalarına dönüştürüp, bunları bedensel hareketlerle destekleyerek bir girdi oluşturur. Dinleyici de, sözel ifade ve sözel olmayan davranışlarla bu girdiye tepki gösterir. Böylece iletişim sağlanmış olur.[835]

Bireysel davranış, onun kültürel durum ve öğelerini göz önünde bulundurmadan anlaşılamaz.[836] Zira kültür, toplumdaki insanların toplam olarak paylaşılmış yaşam biçimleridir. Onların duygu, düşünce ve hareketlerinden oluşan kalıplarıdır. Buna göre kültür, insan davranış­larının öğrenilen kısmıdır. Bu tanım, kültürel davranışı, doğuştan ge­len içgüdülerden yahut diğer kalıtımsal özelliklerden ayırır.[837]

Beden dili ile ilgili bu kısa girişten sonra beden dilinin iki kaynağı olan “kalıtım” ve “kültür”e bağlı olan davranışları biraz daha açarak örneklendirelim. [838]

 

1.1.1. Kalıtım Yoluyla Gelen Davranışlar

 

Tepki yetenekleri, insan bedeninde yaratılıştan mevcuttur. Beden hoşa giden bir hareket karşısında sevinç; nefret edilen bir şey karşısın­da da tiksinti işaretleri verir. Bu işaretler, bedenin ihtiyaçlarından kay­naklanır. [839] Organizmanın ihtiyacını gidermek için belli bir yönde etkinlik göstermesi eğilimine güdü denir. [840] İşte bu güdüler, organizmayı uyarır ve faaliyete geçirir. Böylece organizmanın davranışını belirli bir amaca doğru yöneltmiş olur. İnsanların davranışlarının temelinde güdülerin yattığı da söylenebilir.[841]

Açlık, susuzluk, korku, sevinç ve kızgınlık durumlarını sergileyen gerek kulağa ve gerekse göze hitab eden tabiî ifadelerde insanlarla hayvanlar ortaktır. Kedi, köpek ve maymun gibi hayvanlar üzerinde yapılan deneylerde bu açıkça görülmüştür.[842]

Organizma, doğanın yaşam koşulları karşısında hayatiyetini ve bütünlüğünü bedensel anlatımlara yansıtarak korumaya yönelmiştir. Bu anlatımlar, gülmek, ağlamak, yüz hatlarının genişlemesi, gözlerin büyüyüp küçülmesi, yüzün kızarması, vücudun titremesi, korku, se­vinç, hüzün, nefret, mutluluk, şiddet ve gerginlik anlarında isteğe bağlı olmadan ortaya çıkan jestlerdir. Bu jestlerin bazısı göze, bazısı kulağa hitap eder. [843] Kızgınlık, hüzün, korku, hayret, öğrenme, mutlu­luk, nefret, şiddet ve gerginlik gibi temel heyecanlar karşısında oluşan tepki mesajları her ırk ve coğrafyaya mensup insanda aynıdır. Temel duygu ve heyecanları yansıtan bu jestlerin kültürden kültüre değişme­diği kanaati hakimdir. [844] Bu duyguların insan bedenini ve onun ihtiyaç­larını karşılamaya yönelik olduğunu yukarıda ifade etmiştik. Bütün bi­lim adamları bu hususta ittifak ettikleri halde bu duyuların kim tara­fından var edildiği hususu üzerinde yeterince durmazlar. Bazıları da bütün bunları tesadüfe bağlar.

Gerek sözlü gerekse beden dili ile istek, duygu ve ihtiyaçlarını ifa­de eden bireyler de, kendilerindeki doğuştan gelen bu gizil ifade gü­cünün nereden kaynaklandığı üzerinde düşünmezler.

Bilim alanında da bu husus, problem olma özelliğini sürdürür­ken; Kur'ân, insana beyanı, yani içindekilerini açıklamayı öğretenin [845] ve her şeye amacına uygun biçimini verip sonra da onlara yol göste­renin; yani onları amaçlarını gerçekleştirmeye yöneltenin [846]; böylece bütün bireylere eşyayı algılama ve onlara tepki gösterme yeteneğini verenin Allah olduğunu ifade eder. [847]

 

1.1.2. Kültüre Bağlı Olarak Geliştirilen Davranışlar

 

Bir toplumun yaşam biçimine veya bir başka ifade ile insan davra­nışının öğrenilen kısmına kültür denir. [848] Herhangi bir toplumdaki in­sanların paylaştıkları yaşam biçimlerine, yani onların duygu, düşünce ve hareketlerinden oluşan kalıplara “özel kültür” denmesi bundandır. Kültür, insanın meydana getirdiği her şeydir. Onun için kültürü insan, insanı da kültür var eder. Bu da, kültürleşme sayesinde gerçekleşir. Kültürleşme ise, bireyin kendi kültürünü oluşturan düşünce, eylem ve duygu biçimlerini özümsemesidir.[849]

Kültür, insan davranışının öğrenilen kısmı olduğu için buna “top­lumsal kalıtım” adı verilir. Bu kalıtım, kuşaktan kuşağa aktarılarak top­lumdaki bireylerin bununla kişiliklerini oluşturmaları sağlanır. Davra­nış, bir toplumun üyelerince kabul edildiği ve devam ettiği zaman o (davranış), kültürün bir parçası haline gelir.[850]

Kızgınlık, hüzün, korku, hayret, iğrenme, mutluluk, şiddet ve ger­ginlik gibi temel heyecanlar dışında her toplumun kendi kültürlerine özgü geliştirdikleri bazı davranış biçimleri vardır ki bir başka toplum ta­rafından bunların kısa sürede anlaşılması ve benimsenmesi kolay görül­memektedir. Zira başka topluma ait olan geleneksel kültür, ödünç alı­narak yaşanamaz. Zaten kültürden oluşan değerler sistemini yitirme, kimlik bunalımına yol açabildiği gibi insanı rencide edecek yanlış anla­malara da götürebilir. Örneğin yakınlarının ölmesinden kaynaklanan hüznü, birçok toplum yüzlerini dökerek; Japonlar ise gülümseyerek ifa­de ederler. Bu geleneği bilmeden onların gerçek duygularını anlamak imkansızdır. Buna bir başka örnek olarak Türklerin birisine saygıyı yere, Amerikalıların ise, gözün içine bakarak ifade etmesini verebiliriz.[851]

Kültüre bağlı olarak geliştirilen baş, göz, kaş, el, kol ve ayak (vs) hareketlerinden ibaret olan jestler, insan iradesine bağlı olarak ger­çekleştirilen jestlerdir. Bunlar, bedenin, bir duyguya veya bir konuya arıklık kazandırmak [852]; ya da insanların istekleri doğrultusundaki an­lamları dile getirmek için kullandıkları jestlerin tamamını içine alır. İs­teğe bağlı olan bu jestlerin bazısı göze, bazısı da kulağa hitap eder. Bu jestler, yerine göre sözlü dile yardımcı olur, yerine göre de onun yerine geçen bedensel yardımcı işaretlerdir.

Sağır ve dil bilmeyen insanlarla anlaşabilmek için yapılan beden hareketlerini; bazı toplumiarda ibadet sayılan sükut orucunu, konuş­maları bozuk olanların ifadelerini tamamlamak için yaptıkları hareket­leri; konuşmaların daha etkili ve daha anlaşılır olabilmesi için yapılan el, kol, baş, göz, kaş ve beden hareketlerini; kabul, ret ve hoş karşıla­mayı ifade eden baş sallama, parmak dikme ve dudakların uzatılması gibi eylemleri; susmayı işaret eden parmakların, dudak üzerine konul­ması hareketini; sırt çevirme, omuz silkme, kafa sallama gibi bütün bedensel hareketleri, göze hitap eden bedensel işaretlere örnek gös­terebiliriz. [853] Yüz ifadeleri, bedenlerimizin duruşu da bunlara dahildir. Kulağa hitab eden jestlere gelince onlar da, konuşma tarzları ve ses tonlarıdır. Bunların hepsi, bir kimseye karşı nasıl duygu içinde olduğu­muzu ifade ederler. [854] Duygulan ifadede bedensel işaretler, sözlü dilden çok daha etkili olduğuna şahit oluyoruz. Şairin:

Bir bakış bir bakışa neler anlatır

Bir bakış bir bakışı saatlerce ağlatır

Beyti buna güzel bir örnektir.[855]

Kulağa hitap eden isteğe bağlı jestlere, kelime olarak kabul edilen Ah! Of! Oh! Hmm!' gibi ünlemleri de katabiliriz. Örneğin bunlardan anlamlı ve vurgulu ifade edilen “îh!”, tiksintinin bedensel ifadesini temsil eder ve diğer anlamlı kelimelerden daha çok etki bırakır. Jestle-nn sözcükle ifadesini Kur'an'da da buluyoruz: “Öf” bunlardandır. Bu kelime, hoşnutsuzluk, sıkıntı ya da tiksinti hallerinde sarfedilen bir ünlem ve çıkarılan bir sestir. Bu sesi çıkaran birisinin, sıkıldığı ve hoş­nutsuzluğu anlaşılır. Bu “ses” Kur'ân'da üç yerde bu anlamda kulla­nılmıştır.[856]

Toplumlara ait bu gibi davranışların biçimlenmesinde bireyin, için­de doğup, büyüyüp, yaşadığı toplumun gelenek, görenek ve alışkan­lıkları kısacası kültürü önemli rol oynar. Her topluma ait kültür, o top­lumda belirli türden davranışları, istenen, uygun ve beğenilen olarak överek onların yerleşmelerini sağlar. Bazılarını da yerer, aşağılar ve za­manla onları söndürür.[857] Dolayısıyla toplum, bu yerilen davranışlardan da uzaklaşır.

Her toplumun kültürü, o toplumun insanlarını, belirli bir sosyal değerler sistemi içinde ya ödüllendirir ya da cezalandırır. Böylece beili değerleri koruyan bir toplum düzeni kurulmuş olur.[858]

İnsanlar arası iletişimde kültür önemli bir faktördür. Bu bakımdan davranışlarla anlaşma oranını, kültürdeki ortaklığın derecesi belirler.[859]

Toplumsal-kültürel uzlaşıma dayanmayan doğal işaretler, “anlam ve kullanım kavramı” dışında tutulur. Örneğin Çince cümleleri nasıl an­latmıyorsak; Çinlilerin el-kol ve bakış işaretlerini de anlayamayız. Zira jestler de, sözler gibi uzlaşıma dayalıdır. [860] Onun için çevreden uzaklaşıp, kültürel farkların arttığı bir başka ortama girildiği zaman, o ortamdaki insanların jestlerini anlamak zorlaşır. İşte ortak kültür burada anlam ka­zanır. Geçmişe ait kültürden kopamamanın nedeni de, budur. Kültürle­rinde ani değişiklikler yapan toplumların son derece bocaladıkları ve birbirlerinin duygu ve düşüncelerini anlamada çok zorluk çektikleri; hatta geçmiş nesille yeni nesil arasında aşılmaz büyük uçurumların meydana geldiği gözlenmektedir. Şayet bir toplum kendi fertleri arasın­da beden diliyle iletişim sağlayamıyorsa sözlü dille iletişim kurarak uz­laşma sağlaması, fazla anlam taşımaz. Zira konuşulanların doğruluğutespit, belli oranda uzlaşıma dayalı el-kol, jest, mimik ve beden ha­reketlerinin, konuşulanlarla uyum sağladığını anlamakla mümkün olur [861] Şunu da unutmamak gerekir ki kişi, girdiği ortamda beden diliyle anlaşma sağlayamadığı ve ilişkide bulunduğu insanların duygu ve dü­şüncelerini onların hareketlerinden okuyup anlayamadığı sürece iç hu­zura kavuşamaz. İşte beden dilinin sözlü dilden farkı ve geçmişe ait kül­türlerin önemi, burada yatmaktadır. Herhangi bir çevrede doğan ço­cuk, o çevreye ait hem sözlü dilin kelimelerini, hem beden diline malze­me olacak hareketleri, hem de bu ikisiyle ilgili ortak kültürü birlikte öğ­renir. Kültür ve iletişimin birbirinden ayrılmazlığının nedeni burada ya­tar. Zaten -ister sözlü isterse sözsüz olsun- dili, onu konuşanların kültü­rel arka planından ve değerlerinden tamamen ayırmak imkansızdır.[862]

Burada bir başka sorun ortaya çıkıyor: O da, kültüre bağlı olan davranışlar üzerinde kalıtımın mı yoksa kültürün mü etkili olduğu hu­susudur. Bu konu da, enine boyuna tartışılmış; bazıları kalıtımın, bazı­ları kültürün, bazıları da her iki etmenin birlikte davranışların oluşu­munda etken olduğu görüşünü benimseyerek gelişmenin, her an kalı­tımla kültür etkileşiminden meydana geldiği tezini ileri sürmüşlerdir.[863]

Bir gelişme sürecinde sonradan oluşan davranış, çevredeki değiş­meler tarafından etkileniyorsa, kültürün; aksi durumda da kalıtımın, o davranışı şekillendirmede önemli rol oynadığı söylenebilir. [864] Ancak davranışın başlangıcı genetik alt yapıya; görüldüğü biçimde ortaya çı­kışı da kültüre dayanmaktadır. Bunu şöyle de ifade etmek mümkün­dür. Kalıtım (doğuştan donanım), davranış için gizli güç sağlamakta; kültür (edinilmiş donanım) de bu gizil gücün gerçekleşip gerçekleşe­meyeceğini tayin etmektedir. [865] Demek oluyor ki davranışın normal gelişimini, kalıtım ile kültür birlikte etkilemektedir.

Kültüre bağlı olan jest ve davranışlar, beden dilinin ikinci kaynağı­nı teşkil ederler. Farklı biçimde olan bu hareketler, her toplumda farklı biçimde anlamlandınlmışlardır. Toplumlar arası beden dilinin farklılığı da, buradan kaynaklanmaktadır.[866]

Bütün bunlara bakılırsa, şu sonuca varılır: Beden davranış veya hareketleri, ya doğuştan getirilir ya da sonradan eğitim yoluyla öğre­nilir. Korku, heyecan, neşe ve istekle ilgili refleksel hareketler doğuş­tan getirildiği halde sonradan kazanılmış davranışlar; jest ve mimikler, millî ve etnik özellikli işaretler, evet-hayır anlamı taşıyanlar, selamlaş­mayı ifade edenler, farkına varmadan insanlar arasında bedenimizle koyduğumuz mesafeler, mevki ve statü ile ilgili olanlar, savunma ve kavga işaretleri, boyun eğme ifadeleri, gözlerle ifade edilen niyet be­lirtileri, tehditçi ve müstehcen beden hareketleri, saç-sakal tıraşı ve giysilerle anlatılanlar, kültüre bağlı işaretlerdir.[867]

Beden dilinin kaynağı kadar onun tarihi gelişimi ve nasıl oluştuğu hususu da önemli olduğu için şimdi bu konudan bahsedelim. [868]

 

1,2. Beden Dilinin Tarihsel Süreci

 

1.2.1. Beden Dili'nin Ortaya Çıkışı

 

Bilim dünyasında dilin, ne zaman ve nasıl başladığına dair bize aktarılan biigüer, varsayımdan ibarettir. Ancak insanlar, baştan itiba­ren tek tek bireyler halinde değil de, daha ilk bakışta diğer bütün canlı topluluklardan ayrı bir topluluk birliği içinde karşımıza çıkmakta­dır. [869] Bu topluluk, konuşmak ve aniamak yeteneğinin ilk şartıdır.

Kur'ân'ın ifadesinde ilk insanın Adem (as) oluşu [870], ondan da eşi Havva'nın yaratılarak birbirleriyle ünsiyet sağlamaları [871] ve böylece iki eşin birlikteliği bu insan topluluğunun nüvesini teşkil etmektedir.

Adem'e dilin Allah tarafından öğretilişinin bildirilmesi [872] de, dil konusundaki muammayı çözebilir. E. B. Condillac'ın ifade ettiği gibi dili, insanlara Allah Teâlâ öğretmişse de, bu dil kısırdı. [873] Daha sonra bu dil, insanda doğuştan bulunan dil yeteneği [874]' üzerine yavaş yavaş geliştirildiğinde görüş birliği vardır. [875] Zira bir annenin, bebeği ile ruhsal hareketler taşıyan ilişkisi düşünüldüğü zaman kullanılması ve an­laşılması açısından beden diline ait sinyallerin bile doğuştan var oldu­ğu hissedilir.[876]

Kur'ân'a göre sözlü dil gibi, beden dili de Allah tarafından öğre­tilmiştir. Bu, insana algılama ve tepki gösterme yeteneğinin verilmesi anlamını taşır.[877]

Beden dilinin insanlar arasında ilk anlaşma aracı olduğu ileri sü­rülür. [878] Bunun böyle olduğuna dair kesin bir bilgiye sahip değiliz. An­cak yeni doğan bir çocuğun annesiyle kurduğu ilişkinin beden diliyle oluşu, bu kanaati güçlendirdiği söylenir. Beden dilinin de sözlü dil gi­bi insanın yaratılışı ile birlikte başladığında ve tarihin başlangıcından beri insanların, duygularını, düşüncelerini, isteklerini, ihtiyaçlarını ve ruhî zenginliklerini bedenlerinin dili aracılığı ile paylaşmış oldukların­da şüphe yoktur. Bu bakımdan iletişim alanında beden dilinin farklı bir yeri ve önemi vardır. Varlığımızın dünyaya açılışının beden diliyle mümkün oluşu; kendimizi, çevremizi ve başkalarını bedenimizle algı­layabilmekte oluşumuz, onun önemini bir kat daha artırmaktadır.

İnsan bedeninin gerek tabiî gerekse kültüre bağlı olarak geliştirdi­ği davranışlarla vermiş olduğu mesajlar, insanlık tarihinin başlangıcın­dan beri insanlarla anlaşma ve duygulan paylaşmada en temel araç­lardan biri olma özelliğini sürdürmüştür.

Kalıtım yoluyla gelen davranışların evrensel oluşu, onlar üzerinde fazla bir söz söyleme imkanından bizi yoksun bırakmaktadır. Ancak kültüre bağlı olarak geliştirilen davranışların, tarihî süreçte oluşumu üzerinde bir şeyler söylenebilir. [879]

 

1.2.2. Beden Dilinin Gelişimi

 

İnsanlar, hatta hayvanlar bile, ta tarihin başlangıcından beri anlaşabilmeleri ve duygularını paylaşabilmeleri için kalıtım yoluyla gelen sinyalleri kullanmışlardır. İnsanlar, hayvanlardan farklı olarak duygu ve düşüncelerini paylaşabilmek ve zorlukları aşabilmek için; anlaşabilme yoluyla birbirlerine yardım sağlayarak bu kalıtım yoluyla geîen sinyal­lere bir de yine kalıtımdan kaynaklanan yetenekler üzere kültüre bağlı olarak geliştirdikleri sinyalleri ilave etmişlerdir. Bu sinyaller, öncelikle duygusal yaşamımızla ilgili mimik [880] ve düşünceye dayanan eylemleri ifade eden jest [881] içerikli davranışlardır. [882] El yordamı ve beden hareket­leriyle bir duyguyu ortaya koymayı başaran insan, bu davranışını yaratılışındaki yeteneğe ve bu yeteneği yaratana borçludur. Zira “Hepimiz hem verasetin hem de çevrenin mahsulüyüz. Genler olmadıkça geliş­memiz imkansızdır.”[883]

Başkaları size, siz de başkalarına tepkide bulunursunuz. Görünüş, davranış, konuşma ve görüşmeler esnasında ifade edilen kanaatler ve takınılan tavırlar, bu tepkilerin göstergesidir.[884] Kökleşmiş sosyal davra­nışlar, birçok insanın görgü ve yaşayışını ifade etmesi bakımından yaptırımlara sahiptir. Topluluğa ayak uydurarak ona uyum sağlamak, birçokları için hem güvenlik duygusu sağlar, hem de güven telkin eden bir “gruba mensubiyet duygusu” verir. [885] Bu bakımdan sıcak bir davra­nış, rahatlatıcı bir duygu İken; soğuk bir davranış da, aksine ürkütücü­dür. İnsanoğlu toplumun değer yargılarını da dikkate alıp kendi arala­rında anlaşmayı sağlayacak ve birbirlerinin duygularını anlayabilecek davranışlar geliştirerek anlaşabilecekleri bir beden dili oluşturmuşlar­dır. [886] Buna göre hayatî faaliyetlerimizin dış görünüşü olan jest, mimik, davranış ve hareketler, tekrarlana tekrarlana sabit ve bütün insanlar arasında müşterek bir tavrın ve dolayısıyla beden dilinin kelimeleri haline gelmiştir. Grameri ve lügati olmamasına rağmen herkes bu keli­meleri kolaylıkla anlar.[887]

Gerek söziü di! gerekse beden dili, yaşamın bütün alanlarında; günlük yaşamın en yakın olaylarında, görenek ve törelerde, inançlar­da ortaya çıkar.[888]

Tavır ve davranışlar, bazı gruplar, hatta şahıslar arasında özelleşir. Örneğin muhtelif dinlerde ve tarikatlarda birtakım hareketler bir ya­bancının anlamayacağı anlamlar ifade ederler. İklim şartları ve mede­niyet tarzları da bazı hareketlere özel manalar verdirir. Böylece bütün insanlar arasında müşterek olan beden diline yapmacık ve varsayımlı jest ve mimikler de karışmış olur. [889] Davranışlar, günlük ihtiyaçlar dışın­da bir terkibe girerek raks denilen sanatı vücuda getirmiştir. [890] Böylece insanlar, bedenlerinin yeteneğini kullanarak sözcükler gibi jest, mimik ve çeşitli bedensel hareketlerini de kavramiaştırarak onlara anlamlar yükleyip bir dil olarak kullanmışlardır.

Kelimeler gibi hareketler de, ilgili olduğu toplumun özel bir zihnî tutumunu yapısında barındırır. Kişiler birbirlerini nasıl algıladıklarını, sü­rekli olarak sözsüz mesaj niteliğini taşıyan hareket ve davranışlar aracılı­ğıyla belirtirler. Fakat bu iradeye bağlı hareket ve davranışlarla verilen mesajlar, kültürden kültüre, bir ortamdan başka bir ortama göre de­ğişiklikler arz eder. Hatta kişilerin yaşına, cinsiyetine, mevkiine ve için­de bulunduğu sosyal ortama uygun olarak değişik el-kol ve beden hareketleri geliştirilir. Böylece hareket ve tavırlar, günlük ihtiyaçları ifa­de etmeyi aşarak, günlük hayatta, raksta, tiyatroda, dinde, edeb ve nezakette vasıta olarak kullanıldığı için kendisine sadece dil değil, edebî dil gözüyle de bakılabilir. Hatta bu folklorik dil, ses ve yazı dilin­den daha etkili kabul edilir.”[891]

Beden dili, anadiline paralel olarak bir yabancı dil gibi çocukluk­tan itibaren farkında olunmadan öğrenilmeye başlanır.

Bir çocuğun gelişimi izlenildiği zaman onun doğal beden dilinin, ailesine uygun bir hale dönüşümü ve çevre beden diline uyumu görü­lebilir. Ancak anne-baba ve kardeşlerin özelliklerine ve çevre şartlarına paralel olarak bu beden dili, kendi içinde bazı farklılıklarla gerçekle­şir. [892] Çocukların genetik yapıya bağlı olarak farklı mizaç yapılarıyla doğdukları kabul edilmektedir. Bu biyolojik bir süreçtir. [893] Türün içinde yer alan kalıtımsal değişiklikler, bireyler arası farklılıklara yol açmakta­dır. [894] Aralarındaki farklılığın bir kısmı da, çevrenin farklı olmasına atfe­dilir. [895] Bu demektir ki her ne kadar bütün çocuklar ortak gelişim dö­nemlerinden geçiyorlarsa da, biyolojik, psikolojik ve toplumsal şartlar­daki farklılıkların sonucu olarak onlar tamamen farklı yönlerde büyü­mektedirler. Somut biçimi içinde her bireysel yaşam akışı, tektir.[896] An­cak çocuk, çocukluktan geçerek sorumluluk başlangıcına doğru bü­yüyüp, biyolojik ve psikolojik açıdan anneden ayrılarak “ben” ve ben olmayan arasındaki ilk ayrımı gerçekleştirip yetişkinliğe geçerken [897] sosyal yaşamı ve sosyalleşmeyi çevresindeki büyüklere bakarak onların davranışlarından öğrenir. Zira nerede ne yapılacağını, hangi ortamda ne tür bir davranışın geçerli olduğunu, çevredeki kişilerin davranışı belirler.[898] Belli bir ortamda büyüyen çocuk, çevresinde görmüş olduğu tutkunlukları yani gönlünü vermiş olduğu davranışları, zamanla kendi öz benliğinin bir parçası yapar. Hayatı boyunca bu tutkunlukları gös­terdiği gibi aynı tutkunlukları olan biriyle birlikteliğini sürdürmek ister. Zira kendini güçsüz hisseden kişi, her şart ve durumda bir taraftan çevresindekilerinin davranışlarını denetlemeye, bir taraftan da bu davranışlara uygun hareket etmeye özen göstererek emniyet ortamı­na girmeye çalışır.[899]

Çocukların yeni bir davranış öğrenmeleri istendiğinde, İşe azdan başlanarak ilerlenir. Ödüllendirmek için işin bitirilmesi beklenmez. İstenilen bu davranışa basamak olacak bütün tepkiler pekiştirilir.[900] Bir taraftan da davranışlar duygusal karışıklığa meydan vermeden tartışı­larak çocuğa yön verilir. Çocuğu işin içine sokmak için de; o, destekle­nir, övülür ve ödüllendirilir.[901]

Kişilik, bireyin kalıtımsal nitelikleri ve içinde bulunduğu sosyal çevrenin etkileşimiyle biçimlendiğine göre, toplumsal değişme süreci­nin, kişilik özelliklerini de belirli oranlarda değiştirdiği ileri sürülmüş­tür.[902] Durum böyle olunca çocuk, bir yandan biyolojik bakımdan geli­şirken, diğer yandan da toplumsallasın Yani içinde bulunduğu toplu­mun değer yargılarını, davranış, konuşma ve giyiniş biçimlerini be­nimseyerek o toplumun bir üyesi haline gelir. [903] Bir çocuğun ilk toplum­sallaşma kaynağı, toplumun temel davranış biçimlerini öğreten ailesidir. Toplumsallaşma, öğretim ve taklit yoluyla öğrenilir.[904]

Çocuk, kendi çevresinde beden dilini geliştirdiği gibi gençler de yaşadıkları ortama göre kendi aralarında daha iyi anlaşabilecekleri bir beden dili geliştirirler. Bu dil, onların sözlü dilden daha iyi anlaşmala­rını sağlar. Onların belirli norm ve kurallara göre geliştirdikleri beden dili ile ifade edilen birçok davranış, anne-baba ve öğretmen tarafın­dan “çirkin davranış” olarak nitelendirilip şikayet konusu yapılabilir. Hatta bu, çoğu zaman gerginliğe ve kuşak çatışmalarına sebebiyet verebilir. Halbuki bu tür değerlendirmeler, onlara ait beden dilini bil­memeden ve yanlış yorumlamaktan kaynaklanır. Bu bakımdan gerek gençler gerekse çeşitli meslek grupları arasındaki beden dilinin doğru yorumlanması büyük önem taşır. [905]

 

1.2.3. Beden Dilinin Yazı Diline Geçişi

 

Yukarıda beden dilinin insanlık tarihinin başlangıcından beri in­sanlarda anlaşma ve duyguları paylaşma aracı olduğunu ifade etmiş­tik. Bunun en büyük delili, Tevrat, İncil, Zebur ve Kur'ân'da ilahî mesajlar sunulurken, bedenin araç olarak kullanılması ve konuşmanın anlamsız olduğu yerde beden dilinin kullanıldığına dair örneklerin bulunmasıdır.

Bilindiği gibi yüzlerimizde görünür hale gelen hisler, konuştuğu­muz veya iletişim içine girdiğimiz kişilere bizim ruhsal durumumuz hakkında bilgi verir ve onlarla iietişİmi devam ettirip ettirmeyeceğimi­zi, söyleneni dinleyip dinlemediğimizi, hatta söyleneni anlayıp anla­madığımızı anlatır. İletişim esnasında çoğunlukla sakin görünmek is­teği ile yüzümüze; yani jest ve mimiklere hakim olmaya çalışırız. An­cak asabi bir ayak sallayışı, bizi ele verir. Zira ayaklarımız kafamızdan uzak olduğu için onları unuturuz. Böylece ayaklar, bedenimizin en gerçekçi organı olur ve yüz ifademiz neyi sinyal verirse versin ayakları­mızın bilinçsiz hareketi gerçek ruh halimizi ortaya koyar.[906]

Mimikler, bir mesaj karşısında duyularla ilgili ipuçları vererek mesaj sahibine, verdiği mesajın nasıl algılandığı konusunda bilgi verip onun durum değerlendirmesine imkan tanır. Kur'ân'da da ifade edildiği gibi birine hoşlanmadığı bir haber verilince yüzü simsiyah kesilirken [907], bir başkası, yapılması gereken önemli bir işe çağrıldığında ya sana baygın­lık geçiren bir kimsenin bakışı gibi bakmağa [908] ya da tembel tembel kalkmaya başlar.[909] Çalışmamızın “Kur'ân'da Beden Dili” bölümünde Çi­zerinde genişçe ele alınacağı üzere Kur'ân'da bunun örnekleri çoktur.

İletişimde mimikler kadar jestler de önemlidir. Zira konuşmacı, jestlerle hem düşüncelerinin içeriğini daha iyi açıklar, hem de düşün­celerini destekler. Konuşurken veya birine emir verirken kişi jestlerle aktifleşir. “Gerçekten de yapılan deneyler sonucunda konuşarak açık­lama yapan deneklere jest yapmaları yasaklandığında bunun kötü so­nuçlar doğurduğu gözlenmiştir. “[910]

Hitap esnasında el-kol ve baş hareketleri veya daha değişik davra­nışlar, düşünce akışını veya bir planın hedefini resmeden hareketlerdir. Bu bakımdan jestlerin, kelimelerden daha fazla anlatım gücünün olduğu ileri sürülür. [911] Bu önemine binaen beden, yazı dilinde de duy­gu ve heyecanların ifadesinde araç olarak kullanılmıştır. İlk kullanıldığı metinler arasında Tevrat, İncil, Zebur ve Kur'ân metinlerini sayabiliriz. Tevrattan başlayarak bunları örneklendirmeye çalışalım. Tevrat'ta bu türlü konuşmanın örnekleri çoktur: “Uydurma peygamber, Suriyelile­rin tam bozgununu haber vermek için demir borazanlarını sallayın­ca”, “Halkın gözü önünde bir çömleği parçalayınca”, “fırata bir kitap atınca” [912], “Allah'ın sandığı önünde boru çalıyorlardı.”[913] Ve “Allah'ın önün­de bütün kuvvetleriyle oynadılar.”, “Sandığın üzerine elini uzatmıştı.”, “Davut'la ihtiyarlar, çul sarınmış olarak yüzüstü düştüler. “[914]

Tevrat'ta ifade edilen bu hareketler vasıtasıyla peygamberler hal­ka Rabbin iradesini bildiriyor ve dolayısıyla bu işaretlerle O'nunla ko­nuşmuş oluyorlardı.[915]

Tevrat'ta, “Kâin (Kabil) çok öfkelendi ve çehresini astı. Ve Rab Kain'e dedi:

“Niçin öfkelendin?” ve “Niçin çehreni astın?” [916] “Ve Rab, her kim onu bulursa, kendisini vurmasın diye Kain üzerine bir nişane koydu.” [917] Gibi ifadelerle beden hareketlerinin de anlamlandırıldığına rastlanır.

İncil'de de beden dilinin kullanıldığına dair metinlere rastlanır. Zekeriyya (as)'ın birkaç gün işaretin dışında konuşmaması, bunun ör­neklerindendir. İncil'e göre olay şöyle cereyan eder: Zekeriya (as) yaşlı­dır; hanımı Elisabet ise hem yaşlıdır, hem de kısırdır. Dolayısıyla onla­rın çocuğu yoktur. Zekeriya (as) Allah'tan çocuk ister. Cebrail, onun çocuğunun olacağına ve adının Yahya konulacağına dair müjde geti­rir. Müjdeyi alan Zekeriya (as) “Ben bunu nasıl bileyim? Çünkü ben yaşlı bir adamım, karım da çok yaşlıdır.” der. Cebrail, ona şunları söy­ler: “İşte dilin tutulacak ve bu şeyler oluncaya kadar söz söyleyemeye­ceksin. Çünkü vaktinde yerine gelecek olan sözlerime inanmadın.”

Bundan sonrası İncil'de şöyle anlatılır: “Halk, Zekeriya'yı bekleşip duru­yor ve mabette gecikmesine şaşıyorlardı. Zekeriya ise çıktığı zaman on­larla konuşamadı. Onlar da mabette bir rüyet gördüğünü anladılar ve Zekeriya onlara işaretler edip dilsiz kaldı... Ne ad konulmasını istersin, diye babasından işaretle sordular. O, bir levha istedi. “Adı Yahya'dır.” di­ye yazdı. Hepsi şaştılar. Onun ağzı hemen açıldı, dili çözüldü.”[918]

Olay, Kur'ân'da aynen anlatılır. Sözü uzatmamak için Kur'ân'ın sa­dece işaretle konuşma ile ilgili âyetlerini buraya alalım: “Zekeriya: Rabbim! (Oğlum olacağına dair) bana bir alamet göster, dedi. Allah bu­yurdu ki: Senin için alamet, insanlara, üç gün işaretten başka söz söyleyememendir.”[919] “Bunun üzerine Zekeriyya mabetten kavminin karşı­sına çıkarak onlara: “Sabah akşam tespihte bulunun” diye işaret etti.[920]

Hareket dili, Yahudilerde konuşulan bir dildi. Peygamberlere ait bu dit, olayı kavrayamayanlar tarafından abes birtakım şeylermiş gibi de­ğerlendirilmeye kalkışılmıştı. B. Wartburthan: “Bir hareketin abesliği, acayip olmasından ve hiçbir şey ifade etmemesinden ileri gelir. İmdi te­emmül ve görenek, peygamberlerin hareketlerini akıllı ve uslu bir du­ruma getiriyordu. Bir hareketin taassuptu olması bakımından, bir ada­mın hiç de teamüle girmeyen birtakım şeyler yapmaktan ve olağanüs­tü bir dil kullanmaktan hoşlanmasını sağlayan bu zeka oyunu gösteril­miştir. Fakat böyle bir taassup, hareketlerin alelade hareketler olduğu, dolayısıyla da sözlerinin kendi ülkelerinin lehçesine uygun bulunduğu ayan beyan olunca artık peygamberlere atfedilemez.”[921] Sözleriyle bu değerlendirmeleri reddetmektedir.

Ünlü bilim adamı E. B. Condillac, bu hareketlerin bir dil olup; bu dilin sözlü dilden daha etkin olduğunu, eserlerin, bu dili, “dans dili” olarak adlandırdıklarını; dolayısıyla Davud (as)'ın, ahit tabutunun karşısın­da dans edişinin de bu dile ait bir davranış biçimi olduğunu ifade eder.[922] Bu dans dili, ruhun bazı durumlarını ve sevincini ifade etmek için kullanılmıştı.[923] Zebur'daki: “Raks ile onun ismine hamd etsinler; ona tef ve cenk terennüm etsinler. Çünkü Rab kendi kavminden razıdır.”[924] “Tef ve raks ile onu hamd edin; sazlar ve borular ile onu hamd edin...”[925] Cümleleri, Rabbin hoşnutluğu sonucu haz ve sevinci ifade etmek için dans dilinin kullanıldığına delil teşkil eder.

Tevrat, İncil ve Zebur'dan verilen bu örnekler, beden dilinin, bu kutsal metinlerde verilen mesajlara araç olarak kullanıldığını ve beden dilinin yazı dilinde ifadesini bulduğunu göstermektedir. Hareketler va­sıtasıyla konuşmaların örnekleri sadece kutsal metinlerde değil, müş­rik olan ilk çağ yazılı metinlerinde de görülür: “İlk kehanetler, Heraklit'in eski bir sözü olan: “Kahini, Delf'de bulunan kırat ne konuşsun ne de sussun, fakat işaretlerle meramını anlatsın” ifadesi, hareketlerle meram anlatmanın eskiden olağan bir tarz olduğuna kesin bir delil ola­rak ileri sürülmüştür.[926]

Kur'ân'a gelince o, beden dilini verdiği mesajlara araç olarak kul­lanmada çok daha ileri seviyededir. Beden dilinin yazı diline geçişine örnek olması bakımından birkaç örnek de Kur'ân'dan verelim.

Beden dilinin Kur'ân'da bir ifade biçimi olarak kullanıldığının en büyük delili, sözlü di! yerine geçen “işaret”; işaretle konuşmak için susmayı ifade eden “savm”; kaş, göz, dudaklar, baş ve ellerle işaret anlamına gelen “remz” kavramlarının Kur'ân'da aynı anlamda kulla­nılmasıdır.[927]

Çalışmamızın 3. bölümünde beden dilinin Kur'ân'da verilen me­sajlara nasıl araç yapıldığı hususu üzerinde uzun uzun durulacaktır. Burada şu kadarını belirtelim ki Kur'ân, konuşmanın anlamsız olduğu yerde beden dilini önerir.[928] Bir mesaj karşısında olumsuz tavır takınan kimsenin, bu tavrını bedensel hareketlerle nasıl ortaya koyduğunu tasvir eder. [929] Kur'ân, ayrıca bir insanın, iyilik [930], istenmeyen bir olay [931] veya bir davranış [932] karşısında bedenin nasıl bir tavır sergilediğini verir. Bunlar dışında duyguların açıklanmasında beden dilini kullanır.[933] Be­den dilinde büyük bir önemi haiz olan “anlatım jestini”[934] ve “sosyal jesti”[935] vermeği de ihmal etmez. [936] Böylece bildirişimdeki verimi artı­rıp, mesajlar karşısındaki sonuçlan belirleyerek tebliğciye muhatabı tanıma konusunda yeni yeni açılımlar sağlar.

Kur'ân'ın, Meryem ve Zekeriya kıssalarında görüldüğü gibi çocuğu­nun nereden olduğu konusunda kavminin sorgulamasında vereceği ce­vapta Meryem'e işaretle konuşmayı önermesi; eşinin yaşlılığı ve kısırlığına rağmen onun -çocuk doğuracağına alamet olsun diye- Zekeriya (as)'a işaretle konuşma dışında konuşamamasını mucize yapması yanında ilk in­san Adem (as) daha hayatta iken iki oğlu arasında geçen öldürme ve cese­di gömme kıssası Kur'ân'da verilirken Allah tarafından bir karganın gön­derilerek ölünün nasıl gömüleceğine dair bedensel tatbikatla bilgi verilme­si, beden dilinin, Kur'ân'da verilen mesaja araç kılındığına önemli bir delil teşkil eder. Olay şöyle anlatılır: “...Nihayet kardeşini öldürdü... Derken kar­deşinin cesedini nasıl gömeceğini göstermek öğretmek [937] için Allah, yeri eşeleyen bir karga gönderdi. (Katil kardeş) yazıklar olsun bana! Şu karga kadarda olamadım ki, kardeşimin cesedini gömeyim.”[938]

Bazı müfessirler ilk insan Adem (as) ve oğullarının Allah ile karşı karşıya ve onun gözetiminde yaşadıklarına bu kıssa ile işaret edildiği­ne ve ölü gömme işinin ilk insana bu şekilde öğretilmesini örnek gös­tererek insanların düşüncelerinin aşama aşama kemale erdirildiğine dikkat çekerler. [939] Hatta ölü gömme eyleminin kargadan kalma bir sünnet olduğunu [940], karganın bu işle görevlendirilmesinin çok önemli bir husus olarak algılanması gerektiğinit [941] ileri sürenler de vardır. Bir başka çalışmamızda da üzerinde durulduğu gibi beden dilinin sergilendiği hayvan dilini öğrenmenin hem gereği hem de imkanına dik­kat çekildiği de söylenebilir. Kur'ân'daki Habil ve Kabil kıssasında be­densel bir dilin kullanılması, bu dilin, ilk insan Adem'den itibaren kul­lanıldığının bir başka delili de sayılabilir.

Kur'ân'da beden diline ait pek çok kavram vardır: “âyet” (alamet, işaret), “şe'air” (sembol, belge), “remz” (kaş, göz, dudak, baş ve el-kol hareketleri, işaret), “vahy” (işaret), “savm” (sükut etme), “eser” (iz), “alamât” (işaretler), “beyan” (söz ve işaretle açıklama) bunlardandır. Yeri geldiğinde bunlar üzerinde durulacaktır.

Kur'ân'da bu kavramlar dışında beden dilinin ifade aracı olan, baş, kaş, göz, alın, yanak, dudak, ağız, yüz, kulak, el-ayak, bacak ve omuz hareketleri; bakış tarzları, ses tonları, oturma, kalkma ve yürü­me şekilleri gibi eylemler anlamlandırılarak mesajlara araç kılınmıştır.

17-18 Mayıs 2001 tarihinde 100. Yıl Üniversitesi İlahiyat Fakülte­sinin, Rektörlükle birlikte düzenlemiş olduğu “Kur'ân ve Dil -Dilbilim ve Hermenötik- Sempozyumu” sunuş konuşmasında da ifade ettiği­miz gibi “Kur'ân ta 7. asırda dil kavramını açık bir biçimde modern teknik terim “dil” manasıyla anlamış [942] ve peygamberlik görevini bu açık düşünce üzerine kurmuştur. [943] Böylece Kur'ân her milletin kendine öz­gü bir dili olduğu gerçeğini kabul ederek işe başlamış [944] ve peygam­berlik görevi ile olan ilgisi [945] bakımından dile büyük önem vermiştir.”

“Kur'ân, dünya halkları, renkleri ve dillerinin farklılığına da dikkat çekerek [946], ortak bir dii olmadan anlaşılmayacağı [947] gerekçesiyle her peygamberin kendi milletinin diliyle gönderildiğine vurguda bulunmuştur.”[948]

“Kur'ân, bu tespitlerinin dışında mesajını sunarken, sözlü dili”[949], beden dilini [950], semiyolojinın konusu olan tabiat işaretlerini” [951] ve sem­bol dilini” [952] araç olarak kullanır.” [953] Ayrıca Kur'ân, 20 asırda farkına va­rılan “ellerin ve ayakların, duygularını açıklayacağı” [954] gerçeğini ta 7. asırda inmeye başladığı günlerde haber verir. [955] Böylece Kur'ân'ın 7. asırda kullandığı dil seviyesini bilim, 20 asırda yakalamaya başlar.

Kur'ân'ın bütün bunları yapışı, kendisinin “mübin” sıfatıyla nite­lemesinden[956] kaynaklanmasındandır. “Mübin” sözcüğü, “beyn” kö­künden ism-i faildir. Bu kelime, kök itibariyle hem ortaya çıkmak, açık seçik olmak, hem de “içte olan bir şeyi açıklamak, ortaya koymak” anlamına gelir. Açıklamak da, söz, yazı, eylem, işaret, hal ve tavır vs. ile olur.[957] Buna göre bu sözcük aslında bir taraftan “ne olduğu açık, kendini beyana kendisi kâfi olan”; bir taraftan da beyan edici, ortaya koyucu, ayırt edici ve maksadını yerine göre ve dilediği gibi anlatan [958] anlamlarını ifade eder.

Kur'ân, kendi ifadesiyle Allah'tan indirilen her şey insanlara açık­lansın diye indirilmiş [959] bir kitaptır. Bu kitabın maksadı, getirdiği ilahî mesajı bütün ayrıntılarıyla insanlara gereği gibi anlatmak ve açıklamak olduğundan; o, gerek “sözlü” gerek “işaret” ve gerekse “beden clili”nin bütün unsurlarını; hatta beden dili sınıfına sokulan ses tonla­rını bile en ince noktasına varıncaya kadar değerlendirmeyi ihmal et­mez. Daha açık bir ifade ile hem bedene ait hem de diğer bütün ileti­şim vasıtalarını ve onlarla ilgili her türlü davranışı, mesajına araç ya­par. Zira Allah, Kur'ân'ı her şeyin açıklayıcısı kılmış, [960] O'nun içine tu­tarsız bir şey koymadığı gibi onda hiçbir şeyi eksik bırakmamıştır.[961]

Kur'ân'ın hiçbir şeyi eksik bırakmamasını tebliğ açısından ele alır­sak, Kur'ân'da hayvanların bile sözlü [962] ve beden dillerinin [963] olduğu­nun vurgulandığı; bu arada hem hayvanların hem de kalem [964], ki­tap [965] ve mektubun açıklamalarda araç kullanıldığı görülür.[966]

Süleyman (as)'ın Hüdhüd kuşuyla Belkıs'a gönderdiği mektupla sunulan mesaj bunun örneğidir. [967] Kur'ân'ı örnek alan Resuluİlah, krallara gönderdiği mektuplarla aynı yöntemi uygulamıştır.[968]

Hz. Peygamber vahiy sayesinde insanların bilmediği birçok şeyi bilmiş [969] ve insanların aralarında ihtilaf ettikleri şeylerle [970] birlikte ken­disine Allah tarafından indirilen her şeyi[971] açıklamakla görevlendiril­miştir. Bu yönüyle Kur'ân'ın muhtevası, sünnette de mevcuttur. Hatta Kur'ân'da olmayan bazı hükümler sünnette bulunmaktadır. [972] Buna göre sünnet, hem kitabı beyan etmektedir, hem de ona ilave hüküm­ler getirmektedir.'[973] O halde sünnet nedir?

En yaygın tanımıyla sünnet, Hz. Peygambere ait söz, eylem ve ik­rar (sükut)lardır. [974] Hz. Peygamber'in sözlerinin bir açıklama olduğun­da şüphe yoktur. Ancak onun ef'ali (eylemleri) bir olay ve bir iş karşı­sında susuşunun bir açıklama olup olmayacağı konusu tartışılmış ve O'nun ibadet ve ahlakla ilgili işleri, davranışları ve sükutu bir açıklama kabul edilmiştir.[975]

Örneğin abdest, namaz, oruç ve hac gibi bedensel hareketlere dayanan ibadetler, onların nasıl yapılacağına dair örnek teşkil etmek­te ve bunların Resuiullah tarafından fiilen öğretildiği nakledilmekte­dir.[976] Peygamberimizin, “Benim nasıl namaz kıldığımı görüyorsanız, siz de öyle kılın.[977], “Hac ibadetlerinizi benden alınız.” [978], “Resulullah'ı gördüm, benim abdest aldığım gibi alıyordu.”[979], “Benden alınız, benden alınız. [980], “Gücünüz yettiği amelleri benden alınız.”[981], “Be­nim de oruçlu olarak cünüplü sabahladığımı söylemedin mi?”[982], “Oruçlu iken öptüğümü ona haber verseydin ya!”[983] Hadislerinde bu, açıkça görülmektedir.

Sözün beyan oluşunda ittifak edilmiş fakat abdest, namaz, oruç ve hac fiillerinin açıkça gerçekleştirilmesi, söz ile haberden daha güç­lü bir açıklama kabul edildiğine dair icmanın bulunduğu nakledilmiş­tir. Hatta Resulullah'tan nakledilen, “Haccın ibadetlerini, benden alı­nız.” gibi sözlerin zan ifade ettiği, haccın bedenen tatbikatının ise bu zannı kaldırdığı ileri sürülmüştür. Daha da ileri gidilerek “Haber, orta­da görülen gibi değildir.” şeklindeki darb-ı meselden hareketle beden­sel ifadenin, sözlü ifadeden daha güçlü olduğu vurgulanmıştır. Bu, “Zeyd”in evde görülmesi, onun evde olduğunu haberden daha sağ­lam bir belgedir.” gibi örnekle de desteklenmiştir.[984]

İletişimde önemli bir hususun altını çizmek gerekir ki, o da, mesaj alıcıya ait ne kadar çok duyu organına ulaşırsa anlatım o ölçüde ba­şarılı olur. Örneğin haber yanında görme, işitme, dokunma ve hatta koku ile ilgili faktörlerin iletişimde yer almasının, mesajın gücünü ar­tırdığında şüphe yoktur. [985] Bu bakımdan bedensel ibadetler de, onların farz olduğuna dair emirler için bir pekiştirme kabul edilerek bu konudaki mesajların güçlendirildiği konusuna dikkat çekilmiştir. [986] Bu­na göre beyan, söz ve söze uygun bir fiil (eylem)le gerçekleştirilmişse bu beyan, hem daha güçlü, hem de beyanın en üst mertebesi kabul edilmiştir. Taharet, oruç, namaz, hac ve benzeri ibadetlerle ilgili tatbi­kat bunun örneğidir. Cibril, namazı bilfiil beyan ile Resulullah(sav)'a, o da, ümmetine aynı yolla öğretmiştir. Böyle duyular yoluyla elde edi­len bilgi, akıl yoluyla naslardan elde edilen bilgiden elbette daha güç­lü ve daha açıktır. [987] Abdest veya hac âyeti ile Resulullah'ın bunları fii­len yerine getirmesi karşılaştırılınca bu, açıkça görülecektir.

Sahabe, Resulullah'ın hal ve hareketlerini titizlikle taklit ediyorlar­dı. Bu taklit sadece ibadette değildi. Hz. Ömer'in Hacerü'l-esved'i öp­tükten sonra “Ey taş! Senin fayda ve zarar vermeyen bir taş olduğunu biliyorum. Resulullah'ın seni öptüğünü görmeseydim, seni öpmezdim.” [988] sözü buna delildir.[989]

Kur'ân'ın ifadesiyle ibadet, muamele ve ahlakta örnek kabul edi­len [990] ve kendisine uyulması emredilen [991] Hz. Peygamberin bütün fiilleri­nin taklidi, yerine göre zorunlu (vücub) yerine göre de serbest bırakılması (ibahe) [992], peygamberin fiillerinin ilahî mesajları açıklamaya araç kılın­dığının ve bu fiillerin bedensel bir ifade biçimi kabul edildiğinin delilidir.

Peygamberimizin hadislerinde beden dilinin kullanıldığına dair örneklere çokça rastlanır.'[993] Resulullah'ın eliyle [994], parmaklarıyla [995], evet, hayır vs anlamında başıyla [996], şahadet parmağıyla [997], iki eliyle [998], elleriyle [999], dönerek [1000], iki parmağıyla [1001] işaret etmesi, değişik hadis ki­taplarında “İmamın hutbede nasıl işaret edeceği [1002], “ihramlının ava işaret edemeyeceği” [1003], “namazda işaret” [1004], “boşanmada ve diğer iş­lerde işaret” [1005], “el ve baş işaretiyle fetva”[1006] adları altında başlıklar açılarak işaretle anlaşılabileceğine dair hadislerin nakledilmesi; işaretle selamın verileceği [1007] “Yahudilerin selamının parmak, Ensarın selamının da el içi işaretiyle olduğu” [1008], “anlaşılan bir İşaretle kadının boşatılabileceği” [1009], “bir kızın evliliği kabulü el ve baş işaretiyle yapabileceği” [1010] ve “farzlarda işaretin caiz olabileceği”ne [1011] dair ifadelere hadis kitap­larında sık sık rastlanması, beden dilinin hadislerde mesajlara araç kı­lındığının açık delilidir.

Peygamberimizin, içinde bulunduğu yıla ait ramazan ayinin 29 gün oluşunu parmaklarıyla işaret etmesi buna örnek verilebilir.[1012]

Peygamberimizin (sav), el-baş işaretleri dışında konuşmanın yeterli olmadığı yerlerde bazı davranışlarla sözlü mesajını tamamladığı görü­lür. Şu olay buna güzel bir örnek teşkil eder: Peygamberimiz hicretin altıncı senesi Mekke'yi ziyarete karar vermişti. Ziyaret kastının dışında bir niyeti olmadığını işaret etmek için de sahabe ile birlikte umre için ihrama girmiş ve kurbanlık için de develer götürmüştü. Silah olarak da sadece yolculuk esnasında taşınması adet edilen kılıçlarını takmışlardı. Sayıları 1400 civarında idi. Ancak onların Mekke'ye girmelerine engel olunmuş, sonuçta Hüdeybiye anlaşması imzalanmıştı. Müslümanlar bu anlaşma metnindeki -kendilerince- olumsuz maddelerden dolayı sokulmuşlardı. Anlaşma sonuçlanınca Resulullah, ashabına kurbanlarını kesip ihramdan çıkmalarını söylemişti. Bunu üç defa tekrar ettiği halde içinde bulundukları şok nedeniyle kimse yerinden kıpırdamamış­tı. Resulullah bundan rahatsız olmuş ve beraberinde bulunan eşi Ümmü Seleme'ye rahatsızlığını hissettirmişti. Bunun üzerine Ümmü Sele­me:

“Artık bir şey söyleme. Kendi kurbanını kes ve ihramdan çıktığını ifade için de traş ol.” demişti. Resulullah bunları yapınca onu gören Müslümanlar da kurbanlarını kesip ihramdan çıkmışlardı.[1013]

Resulullah'a ait “sükut” da, bedensel bir ifade kabul edilmiştir. Şöyle ki, birisi Hz. Peygamberin yanında ve asrında bir iş yapıp da Re­sulullah da, bunu bilip onu hem söz ve hem de fiille reddedecek güce sahip olduğu halde susarsa bu sükut, o işin yapılmasının caiz olduğu­nun delili sayılır, hem de bu bir açıklama biçimi [1014] olarak algılanırdı.

Peygamberimiz fiillerini ve sükutunu ilahî mesaja araç kıldığı gibi O'nun bir işi yaparken terk etmesi de, sahabeye bir mesaj anlamını taşırdı.

Peygamberimiz bazen yaptığı bir işi, farz zannedilir korkusuyla terk ederdi. Böylece onun terki de, o işin farz olmadığına işaret kabul edilirdi. Rasulullah'tan sonra örnek alınan sahabe de aynı yöntemi uygulamıştır.[1015]

Peygamberimize ait fiiller “Ef'alü'r-Resul” başlığı altında usul ki­taplarına taşınarak [1016] bu fiillerin dinle ilgili bir işte delil olup olamaya­cağı tartışılmış ve hangi fiillerinin örnek alınacağı tespite çalışılmıştır.

Bütün bunların sonucunda Resulullah'a ait söz, fiil, takrir (sükut), yazı, işaret ve bir şeyi terk etme ile ilgili davranışlar, birer açıklama yöntemi olarak kabul edilerek bu konu, usul-u fıkıh kitaplarında “el-Beyan” başlığı altında bütün detaylarıyla işlenmiştir.[1017]

Kur'ân'da beden diline fazlaca yer verilmiş olması, bütün jest, mi­mik ve bedensel hareketlerin mesajlarda araç olarak kullanılması; Resulullah'ın da bu metoda uyarak Kur'ân'daki bütün yöntemleri sünnetinde uygulaması; buna ilaveten Kur'ân'ın Resulullah'ı bütün davranışlarıyla u-yulması gereken canlı bir örnek olarak sunup O'na itaati farz kılışı [1018], İs­lam alimlerini bu konuda az ya da çok fikir beyanına zorlamıştır. Özellik­le Kur'ân'da “Allah insana beyanı öğretti.[1019] âyetinde geçen beyan söz­cüğü bu alimlere geniş yorum yapmada etken olmuştur.

Kur'ân'da değişik türevleriyle 527 yerde geçen “beyan” sözcü­ğünü terim olarak ele alıp onu bilim ortamına ilk defa taşıyan İmam Şafii (v.204/819)'dir. [1020] O, beyanı “kapsamlı bir isim”[1021] olarak takdim etmiştir.

İmam Şafii, beyan sözcüğüne geniş bir tanım yapmış fakat içerisini hem tamamen doldurmamış, hem de bu terimi usul ilmi alanına çeke­rek onu Kur'ân'ın, sünnetin ve içtihadın açıklaması ile sınırlamıştır.[1022]

İmam Şafii, her ne kadar beyan sözcüğünü usul alanına çekmişse de işaret (jest ve mimiklerin dinî hükümlerde delil oluşunun vücubu konusunda fakihlerin çoğunluğuna uymuştur. Böylece işaret, gizli ko­nuşma kabul edilmiş [1023] ve kaş, göz, dudak, el ve başla işaretin, söz yerine geçeceği, buna Zekeriya (as)'ın işaretle konuşmasının [1024] delil sayılacağı ileri sürülmüştür.[1025] Hatta konuşulması gereken yerde sus­mak da, İslam Hukukunda bir açıklama unsuru kabul edilmiştir.[1026]

8. asırdan itibaren bedensel işaretlerin bir dil sayılacağı hususu, fıkıhçılar arasında tartışıldığı gibi Kur'ân müfessirleri de Kur'ân'da ge­çen “beyan”, “işaret”, “remz” ve “savm” (sükut) gibi kavramların ve mesaja araç olarak kullanılan organların ve davranışların düe getirildi­ği yerlerde beden dilinin fonksiyonuna işaret ederler. [1027] Ancak İmam Şafii'nin çağdaşı ünlü edebiyatçı Ebu Osman Câhız (v.255/868)'ın, beden dili açısından bunlar arasında yeri farklıdır.

Câhız, İmam Şafii'nin beyan için yaptığı “kapsamlı bir isim” şek­lindeki tanımını alıp ona “İnsana anlam peçesini açan ve gizlilik üze­rindeki her türlü perdeyi kaldıran kapsamlı bir İsimdir. O kadar ki dinleyici o beyanın hakikatine ulaşıp onun ürününe hücum eder. Söyle­yen ve dinleyenin ulaşacağı sonuç, anlatmak ve anlamak olduğu için işaret hangi cinsten olursa olsun değişmez. Bu durumda anlatmaya ne ile ulaşır, anlama hangi şeyle açıktık getirirsen işte beyan odur.”[1028] şeklindeki uzunca yaptığı tanımıyla açıklık getirir.

Görüldüğü gibi Câhiz, beyan sözcüğünü “insanın duygu, düşünce ve maksadını açıklama biçimleri” anlamında bir terim olarak ele alır. Bu terimi, dilbilim alanında ilk defa değerlendiren Câhız [1029], bu alanda “el-Beyan ve't-Tebyin” adlı 2 ciltlik hacimli bir eser ortaya koyar. Bu eser­de bütün boyutlarıyla “Allah'ın insana öğrettiği beyan”ı açıklamaya çalı­şırken, beyanın, söz, eylem, yazı, kitap, mektup, kalem, sayı, işaret, hal, durum ve tavırla yapılabileceğini uzun uzun anlatır.[1030]

Câhız'a göre, insanların gönüllerinde oluşan zihinlerinde şekille­nen, benliklerinde hareketlenen, akıllarına takılan ve düşüncelerinde ortaya çıkan bütün anlamlar, saklı ve örtülüdür. Birey, yakınları ve ar­kadaşlarının içinden geçenleri ve onların ihtiyaçlarını bilemez. Bu ihti­yaçlar, anlam halinde içlerinde saklıdır. Bu anlamlar, beyan araçların­dan biriyle başkalarına ifade edilir ve onlar tarafından karşılığını bulur. Böylece gizli olan açıklanmış; bilinmeyen bilinir olmuş, uzak yaklaş­mış, korkulan şey ülfet edilmiş, bilinmeyenlere ad takılmış, isimlenen şeyler de bilinmiş olur. Anlamlar, işaretlerin doğruluğu ve açıklığı ölçü­sünde ortaya çıkar. Allah'ın övdüğü beyan, gizli anlama yapılan açık işaretlerdir.[1031]

Beden dilinde işaretin, söze yardımcı olup onu tamamlayacağını ve hatta bazen sözden de etkin bir rolü üstlendiğini ileri süren [1032] Câhız, özel durumların ancak işaretle anlaşılabileceğini dile getirir. [1033] İşaret, el-kol, kaş, baş, omuz vs. ile olabileceği gibi havaya kalkan bir kılıç veya bir elbise ile de olur. [1034] Câhız'a göre durum, duruş ve görüntü, sözsüz konuşan bir keyfiyettir. Hatta durum ve görüntü, açıklama araçlarının hepsinin yerine geçen bir işaret durumu olarak da değerlendirilebilir.[1035]

Câhız, yazmış olduğu “el-beyan” isimli eseriyle de yetinmeyip “hayatu'l-heyevan” adlı 10 ciltlik bir eser daha kaleme alarak burada hayvanlarla ilgili tecrübeleri verirken, onların da dilinin olduğunu ve onların dilini anlayabileceğimizi [1036]; işaretle sözcüğün arkadaş oldukla­rı; çoğu zaman işaretin sözcüğe tercümanlık yapıp yazıya ihtiyaç bı­rakmadığı, böylece işaretle ulaşılan anlama ses veya yazı ile ulaşıla­mayacağı tezini ileri sürer. İşaretin önemini kavrayamayanlara sitem­de bulunur ve insanların bu konudaki cahilliklerinin pahalıya mal ol­duğunu şairin şu beytiyle örneklendirir:

“(Kadın) kocasından habersiz göz ucuyla dehşete kapılmış birinin işareti gibi işaret verdi, konuşma­dı. Anladım ki göz açıp kapamak, aşkın “zelil ettiği” bir dosta merha­ba, hoş geldin safalar getirdin, diyordu.”[1037]

Câhız, beden dilinin önemine başka bir delil de, sağırların ve dil­sizlerin İnsanlarla anlaşabilmelerini gösterir.[1038]

Câhız'dan nakledilen bu açıklamalara bakılınca beyan, her türlü anlatma, anlatılma, bildirme, bildirişme, ulaştırma ve her türlü tebliği gerçekleştirme olarak kabul edildiği gibi, anlama, telakki etme, kabul etme ve anlayışı gerçekleştiren her şey İçin kullanılır.[1039]

Câhız'ın, hem dil, hem beden dili, hem işaret dili (semiyoloji) ve hem de hayvanların dilini konu edinen “el-Beyan” ve “Kitabu'l-Heyevan” adlı eserleri göz ardı edilerek, Câhız'dan yaklaşık olarak 1000 yıl sonra Charles Darwin'in kaleme aldığı “İnsan ve Hayvanlarda Duygu­ların İfadesi” adlı eser bu konuda yapılan ilk çalışma olarak takdim edil­mekte ve bu eserin bu konuda yapılan çalışmalara öncülük ettiği ileri sürülmektedir. [1040] Dilbilimci G. W. Hevves de, Darwin'in eserinin bu ko­nuda ilk olduğunu; ancak adı geçen eserde fazla bir şeyin olmadığını ileri sürmüştür.[1041]

Câhız'dan sonra İslamî bilimler alanında Câhız'ın beden dili ile il­gili verdiği bügiler temellendirilerek çalışmaların sürdürülmemesi, be­den diii konusunda ilk eseri Darwin'in verdiğini söyleyenleri haklı kıl­maktadır. Ancak dilbilimci G. W. Hewes'in Darwin'in eserinde “fazla bir şey olmadığına dair sözü dikkate alınarak Câhız'ın hem sözlü ve sözsüz iletişimi konu edinen iki ciltlik “el-Beyan” ve hem de hayvanla­rın yaşam biçimleri, davranışları ve dilleri konusundaki tecrübelerini yansıtan sekiz ciltlik “Kitabu'l-Heyevan” adlı eserleri üzerinde ciddi bir çalışma yapıldığı zaman Câhız'ın ihmal edildiği görülecektir. Bir de Câhız'ın, sözlü dil [1042], işaret dili (semiyoloji) [1043], beden dili [1044] ve hayvan­ların dilleri[1045] konusuna Darvvin'den yaklaşık bin (1000) sene önce el attığına; -aşağıda belirtildiği gibi- Darwin'den sonra da 20. asra ka­dar kayda değer bir çalışmanın hem batıda hem de İslam aleminde yapılmadığı göz önüne alınırsa, bu bilim adına hem İslamî ilimler hem de batı dilleri alanında çalışma yapanlar tarafından Câhız'a yapı­lan ilgisizliğin boyutu daha iyi anlaşılacaktır.

Bütün bunlardan şu sonuca varabiliriz. Beden dili konusunu eser­lerinde teorik olarak ilk defa detaylı bir biçimde ele alanın Câhız, bun­dan yaklaşık bin yıl sonra bu alanda ilk müstakil eser yazanın da Darwin olduğu söylenebilir.

1862'de İngiliz Dil tarihçisi G. P. Morsh'un dilin kaynağının jest­lerde olduğu tezini ileri sürüşü; A. Scheleicher'in “dilin kaynağına inil­mesi gereği” önerisini getirerek konuşmanın ses taklidi ve ağız hare­ketleriyle başladığına dair fikirler ortaya atışı; bazı bilim adamlarının da sağırların iletişiminin, ilk insanların diline model olduğuna, hatta bütün sesli ifadelerin jestlere dayandığını ileri atıp “jest” ve “ağız jest” kuramını ortaya atışları [1046] fakat bunun fazla kabul görmediğine dair görüşlerin serd edilişi [1047], beden dili çalışmaları arasına katılsa bile bunların fazla önemi yoktur.

Batıda beden dili ile ilgili çalışmalara öncülük eden Darwin'in “İn­san ve Hayvanlarda Duyguların İfadesi” kitabını, 1945 senesinde Wolff tarafından kaleme alman “Jestlerin Psikolojisi (The Psychology of Gestures)” adlı eseri takip eder. Bu eserde beden hareketleri ile duygular arasındaki ilişkiler üzerinde durulur. [1048] Aynı yıllarda (1950) Birdvvhistell, beden dilinin -sözel dil gibi- kültürler arasında farklılıklar arz ettiği konusunu işler. 1970'lerde de Julius Fast, kendi dönemine kadar yapılan beden dil çalışmalarını özetlediği “Vücut Dili” kitabını kaleme alır.[1049]

1950'lerden sonra beden dili araştırmaları farklı bir boyut kaza­nıp dilin ötesine gidilerek sözlü olmayan bildirilen yeni bir araştırma alanı olarak seçilmiş; böylece sesin tonunun beden hareketleri ile olan ilgisi araştırılmaya başlanmıştır. [1050] Örneğin birisi vurgulu bir biçimde “ih!” diyecek olsa tiksintinin bedensel işaretlerini de gösterdiğinin farkına varılarak araştırmalar bu yönde yoğunlaştırılmış ve sesin yük­sekliğinin hislerle alakalı olduğu tespit edilmiştir. [1051] Sistematik bir bi­çimde bu tür bağlantılar üzerinde ilk olarak Darwin (1872) durmuş ve bunu yaparken insan ve hayvan davranış şekillerinin ortak kökenini göz önünde tutmuştur.[1052]

Darwin'den itibaren sürdürülen beden dili çalışmaları, 50'li yıllar­dan beri iki terim üzerinde kendini gösterir. Bunlardan birisi, bedene ait bütün eylem ve reaksiyonların tümünü ifade eden “kinesik” (kine-sics) diğeri de bedenin mekandaki konumunu içeren “proksemik” (porxemics)dir. Böylece kinesik, bedensel davranışlarla yapılan iletişi­mi, porksemik de, bedenler arası alanı araştıran bilim dallarına ad ol­muşlardır.[1053]

Bu çalışmalara bir de dil dışı (paralanguage) faktörleri de eklersek iletişimin sözsüz öğeleri üç boyutta ele alınmış ve bu çalışmaların hepsi “Psıko-Fizyolojik Labratuvar Çalışmaları” ve “Kültürler Arası Kar­şılaştırmalı Alan Çalışmaları” adı altında yürütülmeğe başlanmıştır.[1054] Bunlar hakkında kısa bilgi vermede yarar vardır. [1055]

 

1.2.4. Beden Diliyle İlgili Öteki Çalışmalar

 

1.2.4.1. Psiko-Fizyolojik Laboratuvar Çalışmaları

 

Bu çalışmalarda yüz kaslarının aktivitesi ölçülerek yüz ifadeleri ile belirli duygusal yaşantılar arasındaki ilişkiler tanımlanmıştır. Kas faali­yetlerini kağıda kaydetmek için elektromiyografi (EMG) cihazı kullanıl­mıştır. Herhangi özel bir durumun hayal edilmesi ile oluşturulan duy­gunun yüz kaslarına yansıyan elektrik aktivitesi, bu aletle ölçülmüş ve araştırmada farklı kişisel özelliklere sahip kimselerin, benzer duygulan yaşayan kimselerde benzer kas faaliyetleri gözlenmiştir. [1056] Farklı kişilerde bile özel bir duygunun hayal edilmesi sonucu ortaya çıkan duygunun tanımlanması arasında ortaklığın bulunması, duyguların ta­nımlanmasında ortak bir dilin varlığını göstermiştir.[1057]

Toplumsal ve duruma bağlı beklentiler yüzünden yüzdeki ifadele­rin gizlenmesi gibi durumlarda insanın kafasında olup bitenler öğre­nilmek isteğinden dolayı bilim adamları, otonom sinir sisteminde fiz­yolojik göige olayını araştırırken bir taraftan yüz ifadeleri, video ile tes­pit edilmiş, diğer taraftan EMG ile kalp vuruşları ve yüz kaslarının aktiviteleri kaydedilmiştir. Kızgın yüz ifadesinde artan bir kalp frekansına ve cilt ısısına, gülümseme esnasında ise kalp atışlarının yavaşlayışına şahit olunmuştur. En düşük kalp vurum sayısı, duygunun olmadığı an­larda görülmüştür. Bu alandaki çalışmalar devam etmektedir.[1058]

Kas faaliyetlerini kağıda kaydeden EMG cihazı ile bu çalışmaları, 1970'lerde ilk başlatan “Facial Expression, Emotion and Motivation in Nonverbal Behavior” adlı eserin sahibi, C. E. İzard'dır.[1059]

 

1.2.4.2. Kültürler Arası Karşılaştırmalı Alan Çalışmaları

 

Beden dilinin en önemli basamaklarından biri, kişilerin, eşya ve takılarını da kapsayan görünüşleri ve davranışlarının, hem kendileri hem de çevreleri ile ilgili bilgiler içermesidir. Bunu şöyle de ifade ede­biliriz: Bireyler, giyimleri, kuşamları ve davranışlarıyla karşısındakilere işaretlerle devamlı mesaj alışverişi yapmaktadırlar. Dolayısıyla biz de­vamlı olarak işaretlerle çevrilmişiz de diyebiliriz. Bu işaretleri, sembol­ler, benzetme işaretleri ve göstergeler olarak üç gruba ayırabiliriz. [1060]

 

A. Semboller

 

Bunlar anlamlan kesin olarak belirlenmiş olan işaretlere denir. Po­lis ve askeriyede sembol niteliğinde kesin anlam taşıyan el, kol ve baş işaretleri bunlara örnek teşkil eder. Bunların dışında her toplumda an­lamları belirlenmiş ve anlamları bu toplum tarafından öğrenilmesi ge­reken bütün işaretler bu sınıfa girer. Bunlar, anadil ile başlar ve bir ya­bancı dil öğrenirken, büyük zorluklar halinde karşımıza çıkar. Zira her topiumda öğrenilen jestler, o bölge için geçerli olan genel koda aittir. Aynı işaretlerin kültür farkından dolayı farklı anlamlara gelmesi, bun­dandır. Örneğin şahadet parmağı ile başparmağının halka haline ge­tirilmesinden oluşan “okey simgesi”, Alınanlarda müstehcen anla­mında kullanılırken, Fransız için -eğer gülümsüyorsa- “sıfır! İşe yara­maz” anlamına gelir.[1061]

 

B. Benzetme İşaretleri

 

Bu işaretler, bir şeyi resmettiklerinden sembollerden daha kolay anlaşılırlar.

Çoğu zaman bedenimiz ile benzetme işaretlerinden oluşan hare­ketler yaparız. Örneğin birisine pencereyi açması veya içecek bir şeyi getirmesi için yaptığımız işaretler kodlanmış, anlamı kesin işaretler değil, genellikle olayı tasvir eden hareketlerdir. [1062]

 

C. Belirtiler: Göstergeler Alanı

 

Kişisel iletişim yeteneği geliştirmek açısından daha ilgi çeken bu alan, bedende ansızın ortaya çıkan işaretlerdir. Bunlar ya bilinçsizce ansızın veya bilinçli olarak ortaya çıkarlar. Bilinçsiz ortaya çıkanlar, dünyanın her yerindeki insanlar için ortak olan, kızgınlık, korku, şaş­kınlık, üzüntü, nefret ve sevinç gibi hislerimizi gösteren ve evrensel niteliği kazanmış olan yüz ifadeleridir.[1063]

Günlük yaşantılarda kelimeler yerine kullandığımız bilinçli jest ve mimik işaretlerine gelince, değişik kültüre sahip kişiler arasında aynı jestler farklı anlamlara gelebildiği gibi değişik jestler de aynı şeyleri anlatabilirler. Dolayısıyla kültür farklılığı, insanlar arası iletişimde ko­puklukların olmasının nedenini teşkil eder. [1064] Örneğin sorulan bir soruya baş sallayarak verilen cevap, değişik kültürdeki insanlara hem “evet” hem de “hayır” anlamını taşıyabilir. Bu sıkıntı sadece organların hare­ketlerinde değil de kişiler arasında mesafe tutma alışkanlıklarında da kendini gösterir ve bazı problemlerin yaşanmasına; dolayısıyla hislerin zedelenmesine neden olabilir. Örneğin Beyaz Anglo-Amerikalılar, karşılıklı duruşlarında aralarında bir metreden fazla bir alan bırakırken; Yahudi asıllı Amerikalılar, birbirlerine dokunabilecek mesafede durma­yı tercih ederler. Bu bakımdan Beyaz Amerikalı kendisine yaklaşan Yahudiyi saldırgan; Yahudi de, Beyaz Amerikalıyı kendisi reddeden ne­zaketsiz birisi olarak algılar. Bu farklı algılamalar bakışmalarda da tes­pit edilmiştir. Örneğin karşılıklı konuşmalarda bir toplum (zenciler) da gözlerin içine bakma saygısızlık sayılırken bir başka toplum (beyaz Amerikalı)lar bunu kaçma ve boyun eğme olarak değerlendirirler.[1065]

Kültür farklılıklarından doğan bu davranış farklılıkları, çağımızda dikkati çekmiş ve böylece beden dili alanında doğuştan getirilen yete­nek ve davranışlarla bu yetenekler üzerine sonradan kazanılan davra­nışların nasıl oluştuğu konusundaki çalışmalar hız kazanmıştır.

Bu çalışmalar sonucu duygusal ifadelerin aktarılmasında kültürel ortak yüz ifadelerinin varlığı tespit edilmiştir. Bu ifadelerin bazılarının doğuştan gelme olduğu düşüncesini ortaya koyan çalışmalar, 1 940'larda Fuicher, Goodenough ve Thompson adlı araştırmacılar tarafından ilk defa doğuştan görme özürlü olan ve gören bebekler üze­rinde gerçekleştirilmiş ve bu çocukların doğum sonrasındaki ilk aylar­da benzer çevre uyaranlarına karşı aynı tepkileri verdikleri halde ilerle­yen aylarda benzerliklerin azaldığı ve tepkisel özelliklerin değiştiği gö­rülmüştür. Bu davranışlardan bazılarının doğuştan getirildiğinin en büyük delili de, görme özürlü bebeklerin ilk altı hafta içinde gören bebekler gibi gülme tepkisi verişleri gösterilmiştir.[1066]

Kültürler arası ortak veya farklı davranışlarla ilgili bir çalışmayı da Poul Ekman, ABD, Brezilya, Japonya, Yeni Gine ve Borneo gibi ülkeler­de gerçekleştirmiştir. Araştırmalarında yüzdeki duyguları değerlendir­me tekniğini kullanmış ve bu çalışmalar sonucunda “İnsan Yüzündeki Duygu” adlı eserini ortaya koymuştur. Daha sonraki çalışmalara örnek teşkil edecek olan bu eser P. Ekman'ın Psikolog Friesen ve Tomkins'le birlikte geliştirdikleri bu çalışmalar, yüz ifadelen atlası niteliğindedir.[1067]

Ülkemizde de beden dili konusunda bilimsel çalışmalar yapılmış­tır. Modern Psikolojinin önderlerinden Mümtaz Turhan'ın 1938'den 1966'ya kadar sürdürdüğü çalışmaları ile Doğan Cüceloğlu'nun 1968'de yüz ifadelerindeki duygusal anlatımları içeren eserini örnek olarak verebiliriz.[1068]

Bu çalışmalara S. Frey, D. Morris, M. Salisch ve I. Eibl-Eibesfeldt [1069], S. Molcho, A. Pease, K. Cooper, A. Z. Baltaş, O. Schober'in e-serlerini de katabiliriz.

Yukarıda beden dilinin kültürler arası alan çalışması yapıldığı husu­su üzerinde dururken değişik toplumlarda bu dilin kendi kültürlerine bağlı olarak farklı bir biçimde oluştuğuna dikkat çekilmişti. Buna bir toplumun kendi içinde de bazı farklılıkların gözlendiği eklenince karşı­mıza bu farklılığın nereden kaynaklandığı sorunu çıkar. Sırası gelmişken beden dilinin mahiyeti ve çeşitli ayrıntıları konusunu ele alabiliriz. [1070]

 

2. BEDEN DİLİ'NİN MAHİYETİ

 

2.1. Beden Dilinin Tanımı

 

Yolda, işyerinde, sosyal etkinliklerde, televizyonda, etkileşimin ol­duğu her yerde insanlar, ilk karşılaşınca daha söze başlamadan önce birbirlerinin yüzüne ve bedenine bakarak diyaloga başlarlar. Bu bakış ve davranışların olumlu veya olumsuzluğu, görüşme ve karşılaşmanın sonucunu başarı veya başarısızlıkla noktalayabilir. Buna göre beden dili, sözlü dile bir öncül kabul edilebilir. Bedenin dili nedir, diye soru­lacak olursa ona şöyle bir tanım yapmak mümkündür:

“Bedenin dili, insanlar arası ilişkilerde kişilerin diğer insanlarla arala­rına koydukları mesafeleri ve birbirlerine temasları başta olmak üze­re, bedenin duruşu, yön değiştirmesi, başın çevrilmesi, kaş-göz ve yüz ifadeleri, bir bakış, bir tebessüm, bir gülüş, tokalaşma, öpüşme, yum-ruk sıkma, el kaldırma, kol kavuşturma gibi el-kol hareketleri, bacak bacak üstüne atma, bağdaş kurma ve yürüyüşte bacakların kullanılışı, oturma-kalkma şekilleri, ses tonları, -bütün bunlara ek olarak- giyiniş tarzları, saç-sakal, bıyık biçimleri ve makyajlarla, duygu, düşünce, tavır, istek ve ihtiyaçları bildirmeye yarayan anlatım aracıdır.”

Buna göre bedene mal olmuş anlamsız bir hareket ve davranış yok gibidir. Bir olaya veya bir kimseye karşı nasıl bir duygu içinde ol­duğumuzu ifade eden [1071] her davranış, kendi bağlamında anlam yüklü bir sözcük konumundadır.

Bedene ait bu hareketler, yeri geldiğinde daha detaylı bir biçimde incelenecektir. Ancak bu davranışlar arasında “mesafe koyma”nın be­den güvenliği açısından önemi diğer davranışlardan çok daha fazla olduğundan bununla bir örneklendirme yapılırsa konunun daha iyi anlaşılması sağlanmış olacaktır.

Mesafe, insanî ilişkilerde kişilerin birbirlerine karşı verdiği değer konusunda bize bilgi verir. Zira kişinin diğer insanlarla arasına koydu­ğu mesafe; yani uzak veya yakın duruş, onlara karşı olan yakınlıkları ve duyguları ile ilgilidir. Örneğin çok yakın hissettiğimiz kimselere yak­laşır, hatta onları kucaklarız. Hoşlanmadığımız, güvenmediğimiz veya çekindiğimiz kişiler söz konusu olunca onlardan uzaklaşmaya, aramı­za mesafe koymaya ve onlara yakın durmamaya çalışırız. Buna göre mesafe, insanlar arasında yakınlığı, uzaklığı, dostluğu, düşmanlığı, hoşnutluğu veya hoşnutsuzluğu ifade eden bir dildir. Dokunma da bunun gibidir.

Dokunma, bütün canlılarda rahatlık sağlayan bir unsurdur. Örne­ğin bir çocuğa seni seviyorum demektense onun başını şefkatle okşa­mak, onu daha fazla hoşnut eder ve rahatlatır. Bir bebeğin veya bir hayvan yavrusunun annesine sarılması bu rahatlık duygusundan kay­naklanmaktadır.

Kişilerin mahrem alanlarına girmek ne kadar rahatsız ederse, kar­şı cinsten insanların birbirlerine dokunmaları da o kadar rahatsız eder. Bu bakımdan aile üyeleri dışındaki kişilerle kurulan temaslarda insanın dokunmaya karşı tutumunu tespit etmek önemlidir. Böylece dokun­manın da, hoşnutluğu veya hoşnutsuzluğu ifade eden bir dil olduğu­nun tespiti, bizi bütün hareket ve davranışların bedene ait duyguları açıklamada aracı olduğu sonucuna ulaştırmaktadır.

Bedenle ilgili sırt çevirmek, surat asmak, göğüs germek, dudak bükmek, omuz silkmek, çenesini tutmak, diş gıcırdatmak, kollarını açmak, bir yükü omuzlamak, kaş çatmak, ağız bükmek, bel kırmak, baş eğmek, başı dikmek, burun kıvırmak gibi her dilde çokça deyim­lerin bulunuşu, beden dilinin önemini vurgulamaya yetmektedir.[1072]

Şu halde her hareket ve tavır, basit görülseler bile en çok kulianı-'an ifade vasıtalarıdır. Karşılaştığımız insanların her hareketini yorumlarız. Hatta yorumlamaya ihtiyaç duymadan da onların davranış ve hareketlerinin ne ifade ettiğini derhal anlarız. [1073] Yürüyen, koşan, eği- len, oturan, yatan, gülen, ağlayan, elleriyle uğraşan, onları sallayan, başını öne eğen, yukarı diken, rahat ve hazır ol vaziyetine geçen, se­lam duran insanlar, bu hareketleriyle bize bir şeyler söyler.[1074]

Büyük bilgin Câhız (v.255/868), her türlü görüntü, vaziyet, duruş, davranış, tutum, tavır, oluş, bulunuş, şekil, hal, keyfiyet ve durumu, bir çeşit açıklama, ifade ve işaret etme biçimi olarak kabul eder ve bunu “nusbet” (bağıntı-ilgi) sözcüğü ile ifade ederek [1075]; bu davranış­ların, bir anlamla ilişkilerinin olduğunu ima eder. Ona göre her türlü davranış bir ifade biçimi yani bir dildir.[1076]

Bütün bunlara rağmen beden dili maksadı açıklamada yetersiz kalır. Örneğin akıl, fikir, düşünce, sert, yumuşak, beyaz, siyah, soğuk ve sıcak gibi duyumlar, nesnelerin kendilerini değil de nesnelerdeki özellik­leri ifadede kullanılır. Bu sayılanlara işaret yoluyla ulaşmak son derece zojr, hatta bazen imkansız olur. O halde sözlü dil esas, beden dili de bunun yardımcısı olursa iletişim ve anlaşmada bir problem yaşanma­yacağı gibi mükemmel olacağı da söylenebilir. Ancak şunu da belirt­mek gerekir ki, beden dilinin her ne kadar sözlü dile yardımcı olduğu ve tek başına yeterli bir di! olmayacağı doğru ise de sözlü dilin bazı durumlardaki aldatıcılığma fırsat vermeyeceği açısından da beden di­li, sözlü dilin olmazsa olmaz şartıdır. Hatta jestler, mimikler, oturuş, kalkış gibi çeşitli tavırlarla kendini ortaya koyan beden dili, çoğu za­man binlerce kelimeden fazla anlam taşırlar. Bu bakımdan söziü dil, beden diliyle birlikte kullanıldığında bildirişim gerçek anlamını bulur. Bedenin dili, sadece yüz ifadeleri ve beden hareketleri gibi şeyler de­ğildir. Bireyler, saç, sakal, bıyık traşı, her türlü makyaj ve hatta giyiniş şekilleri gibi görünüş ve durumlardaki tercihlerle de birbirlerine bir şeyler söylemektedir.[1077]

Beden dili de sözlü dil gibi sözcükler, cümleler ve noktalama işa­retlerinden oluşur. Her bir hareket, tek bir sözcük gibidir. Sözcükler, cümlede kullanıldığı zaman anlam kazanır. Hareketler de böyledir. Onlar da cümleler halindedirler. Her hareket, hareketler bütünü içeri­sinde bir anlam ifade eder ve doğru anlaşılır. [1078] Ancak bu hareketler, örften örfe, kültürden kültüre değişebilen beden hareketleri olduğu için onları anlamanın bir şartı da, ilgili bulunduğu toplumun kültürü yani örf, adet ve geleneklerinin bilinmesi ve o davranışın kendi bağlamın­da değerlendirilmesidir.[1079]

 

2.2. Beden Dilinin Farklılığı

 

Kültürle iletişim iç içedir. Bu bakımdan davranışlarla gerçekleştiri­len ifade tarzları, her insanda otomatik ve sabit değildir. Bilakis bir ta­raftan kültüre, aileye ve gruba bağımlı diğer taraftan da öğrenilen ki­şisel kurallara göre farklı bir şekilde sergilenir. [1080] Bu itibarla farklı kül­tür grupları ile bir araya geldikçe iletişim mesajlarının ayrıntılarını anlamak için bilgilenmeye ihtiyaç duyulur. İnsanların kültür ilişkilerini ve dünyaya bakışlarını tanımanın önemi burada saklıdır. Bütün davranış biçimleri, ortak kültürle kodlandığı için farklı kültür gruplarıyla anlaş­ma kolay olmaz. [1081] İnsanın kendi kültüründen kopmasının zorluğu da burada yatar. Zira kişiyle onun kültürünün dünyayı algılayış biçimi, bütünlük arzettiğinden; insanın bireysel ihtiyaçlarını ifade biçimi, için­de yaşadığı toplumun değerleri ile etkileşim içindedir. Bütün bunları dikkate alarak iletişimde kültürel farkların önemini göz ardı etmek ha­talı olur.[1082]

Aynı toplumun kendi bireyleri arasındaki davranışların tamamının homojen olduğunu söylemek de doğru olamaz. Çünkü hem sinir sis­temlerinin farklılığı, hem buna bağiı olarak dünyayı algılayış biçimleri hem de yaş farklılıkları ve insanların toplumsal konumları, böyle bir şeye imkan tanımaz. Örneğin bir bebeğin gelişimi izlendiğinde doğu­lundan itibaren ilk altı ayında bütün çocuklarda ortak olduğu tespit edilen cıvıldama davranışlarıyla birlikte [1083] onun tabiî vücut dilinin, ai­leye uygun bir duruma dönüştüğünü ve çocuğun çevre beden diline uyum gösterdiğini görebiliriz. Ancak anne baba ve kardeşlerin özel­liklerine ve çevre şartlarına paralel olarak kendi içinde ufak tefek fark­lılıklarla gerçekleştiği [1084] de gözden kaçmaz.

Bedensel hareketlerden bazılarının ayıp sayılması, bu nedenle be­denin isteklerinden kaçınılması; daha doğrusu bedenin terbiye edil­mesi anlayışı etkisiyle insanlar dikkatlerini bedenlerden uzak tutmuş­lar ve bedenlerine gitgide yabancılaşmışlardır. [1085] Gençlerin de yaşadık­ları ortamlara göre kendilerine ait daha iyi anlaşabilecekleri bir beden dili geliştirmelerinin esası da buraya dayanır. Onların belirli normlara ve kurallara karşı çıkıp baş kaldırmaları, sözlü dilden daha çok beden diliyle kendini ele verir. Bu da, onların kendi aralarında rahat hareket etmelerine rağmen yetişkinlerin yanlarındaki isyankar tavırlarından anlaşılabilmekte ve bu durumlar, çoğu zaman gerginliğe ve kuşak ça­tışmalarına sebep olmaktadır. Bunun altında da beden dilinin bilin­memesi veya yanlış anlaşılması yatmakta ve böylece yanlış anlaşılma büyük bir sorun haline gelmektedir. Örneğin bir gencin elini sallaması ve omuzlarını silkmesi, yaşıtları arasında kayıtsızlık ve isteksizlik olarak algılanırken; anne, baba ve öğretmenleri tarafından saygısızlık veya saldırganlık olarak değerlendirilerek öfkeye kapılmalarına sebep ola­bilmektedir.[1086]

Yanlış anlaşılma, normal karşılanmalıdır. Zira insanların sosyal sta­tüsü, bulunduğu sınıf veya grup içindeki yeri, sosyal çevreye karşı tu­tumları, bireyin kendisini bu grup içinde algılayışı, grubun yapısı ve insanların toplumsal konumları, beden dili kodlarının farklılığını zo­runlu kılmaktadır. [1087] Bütün bireyler iş alanlarında, bürolarında ve sos­yal çevrelerinde belirli beklentileri karşılamak durumundadırlar. Fabri­kada çalışan işçi ve bölüm şefi için farklı tutum gereklidir. Bu, bir eği­tim ve sağlık kesiminde de farklıdır. Bu beklentiler, beden dili normlannı etkilemekte ve farklı kodları yani farklı semboller dizgesini zorunlu kılmaktadır.[1088] Beden dilinin zamanla yabancı dil halini alması da bun­dandır. Hele de toplumlar adet, gelenek ve inanç açısından farklı ise -ya­ratılıştan gelen tabiî davranışlar dışında- beden dillerinin yabancılaşması doğal karşılanır. Bu yabancılaşmış beden dilini öğrendiğimiz ölçüde ken­dimizi daha iyi ifade edebiliriz ve karşınızdakini daha iyi anlama imkanı­nı elde ederiz.[1089]

 

2.3. Beden Dilini Öğrenmenin Önemi

 

Beden dili bizim duygu, düşünce ve içyapımızı aksettirir. Bunun bazen bizim irademiz dışında cereyan ettiği de görülür. Hatta kelime­lerin kontrol altına alındığı gibi beden hareketlerinin kontrol edileme­diği, bunun da olaylara ve durumlara karşı bedenin çok daha fazla tepki verdiğinden kaynaklandığı, gerçek duygu ve düşüncelerin anlaşılmasında kelimelerin değil de bedenin esas alındığı, onun için de beden dilini öğrenmenin son derece yararlı olacağı ve insanları tanı­manın da buna bağlı olduğu söylenebilir.[1090]

Bedenin katılmadığı söylemlerde psikolojik randıman azalır. Katılıp da sözle çeliştiği durumlarda bedenin sözsüz davranışına itibar edilerek söze güven kalmaz.[1091]

Beden dilinin ne kadar önemli bir araç olduğu, duygu, düşünce ve fikirlerin kelimelere dökülmediği durumlarda ve dilinin bilinmediği bir topluluk içinde kalındığı zaman daha iyi anlaşılır. Kaldı ki, açık bir zihin ve dikkatli gözlerle beden dilimizin gönderdiği sinyaller sayesin­de birçok konuşma, çok daha başarılı sonuçlanacak ve bu dilin bilin­mesi, karşımızdaki kişi ile çok daha rahat ve açık bir diyalog içine gi­rilmesine neden olacaktır.

Sözlü dil ile beden dili, iletişimde birbirlerini tamamlayan unsurlardır. Her ne kadar nihai karar söze ait ise de beden dilinin, kendisin­ce ifadesini bulduğu sessiz bir bakışın, başın anlamlı bir biçimde çevrümesinin, bir jestin ve karşı koyan bir tavrın, bin kelimeden çok daha fazla şey anlatabildiği hatırdan çıkarılmamalıdır.

Beden dilimizle verdiğimiz mesajlar, insanlarla anlaşmamızda en te­mel araçlardan biridir. Jest ve mimikler uzak-yakın arkadaşlarımız ve ço­cuklarımızla olan ilişkilerimizde büyük bir yer tutar. İnsan en önce karşı­sındakiyle beden diliyle anlaşmayı bekler.[1092] Bunu şöyle de ifade edebili­riz: İnsanlarla karşılaşırken ilk önce beden dilimizin bir parçası olan du­ruşumuz ve bakışımızla düşüncelerimizi hissettirmeye çalışırız. Onlar da mesajlarını alır, düşünce ve duygularımızı anlarlar. Bu durum, istekleri­mizin karşılanmadığı ve olumsuz bir duyguyu konuşmak istemediğimiz durumlarda daha da belirgindir. Örneğin yakın ilişkide bulunduğumuz birisiyle iletişim kurmak istediğimizde gözümüzün içine bakılmasını ve ne demek istediğimizin anlaşılmasını bekleriz. Bu tür işaretlerden çıkarı­lacak anlamlar, ilişkinin olumlu veya olumsuz yönde gelişmesini belirle­mek açısından büyük önem taşır.

Hasılı, günlük yaşamımızdaki ilişkilerde en önemli görevi, sözlü dil değil de, duygu ve heyecanlarımızı ifade eden beden dilimiz, bir başka ifade ile sözsüz iletişim üstlenir. Yüz ifadelerimiz, bedenimizin duruşu, konuşma tarzımız, ses tonumuz, el-kol hareketlerimiz, bir kimseye karşı hangi duygu içerisinde olduğumuzu ifade eder.[1093]

Söz buraya gelmişken iletişimde beden dilinin konuşma dili içinde­ki oranını belirlemek onun önemini daha da belirgin hale getirecektir. [1094]

 

2.4. İletişimde Beden Dilinin Oranı

 

Beden dilinde söz, ses tonu ve hareketler bir bütün halinde çalı­şır. Beden dilinin, konuşma dilinin ağırlığını teşkil ettiğinde ihtilaf yok­tur. Araştırmacılar, bir milyon üzerinde sözel olmayan işaret ve hare­ket tespit etmişlerdir. [1095] Oranlamada tam bir ittifak olmasa da oranla­rın birbirine yakınlığı bu konudaki test sonuçlarının doğruya yakın ol­duğu izlenimini vermektedir. Bilim adamlarının “beden”, “ses tonu” ve “sözcüklerin iletişime ne kadar katkıda bulunduklarına dair test sonuçları yaklaşık olarak şöyledir:

Beden

%60

%55

%65

%60

Ses tonu

%30

%38

%25

%30

Sözcükler

% 10[1096]

%7

% 10[1097]

% 10[1098]

Görüldüğü gibi beden hareketleri, oran olarak dilde ağırlığını ko­rumaktadır. Konuşmada kullanılan sözcükler, bilgi aktarımı görevini yaparken; sesin yüksekliği, alçalıp yükselme (rezonans)si ve temposu bazen konuşulanların öneminin, bazen de yersizliğinin göstergesi ol­makla birlikte; hem ses tonu, hem de beden hareketleri, kişiler arası tavırlar, hüzün, samimiyet ve tereddütlere dair bütün duyguları akta­rırlar. [1099] Onun için sözünüzü saklayabilirsiniz ama hareketleriniz dai­ma sizi ele verir. Bunu şöyle de ifade edebiliriz: Ses tonu ve beden ha­reketleri konuşulan sözlerin, nasıl yorumlanacağını belirler. [1100] Sesi vü­cuda ilave edersek, beden dilinin etkisi, % 90'a ulaşır. [1101]

 

2.5. Beden Dilinin Anlaşılma Zorluğu

 

Sözlü bir ifade, tabiatı gereği birçok anlam taşıma karakterine sa­hipken; her işaretin bir anlamı bulunduğu, açık ve tek anlamlı olduğu söylenebilir.[1102]

İşaret dilindeki tek anlamlılık bir avantaj gibi görülmekte ise de “bayraklarla işaretlerin veya trafik levhalarının, işaret sistemleri oluşu gibi” dilin de o anlamda bir işaretler sistemi olduğu görüşüne karşı çıkılmıştır. [1103] Bir bakıma bunda haklı olabilirler. Zira dil, sadece işaret­ler sistemi olarak görüldüğü zaman işaretlerin dondurulmuş bir dil olduğu kabul edilmiş olur. Halbuki iki insan bir konu üzerinde anlaşı­yorsa; her ikisinin o konuya şu veya bu şekilde önceden düşünce ba­zında hazır olmaları ve bunun bilinç yaşantısı olarak birinde yansıma­sı, sonra da bu yaşantının diğer şahsa aktarılması gerekir. Aristo ve John Locke bu görüştedirler.[1104] Ama sözcükler, anlamlara işaret eden nesneler olarak değerlendirilerek beden dilindeki işaretlere esas teşkil edilirse bu konuda bir sıkıntı çıkacağı kanaatinde değiliz.

Trafik, kamp, hastane, üniforma, vs. işaretleri tek anlam ifade et­seler bile insan hareket ve davranışları için aynı şeyi söyleyemeyiz. Fi­ziksel özellikler sürekli olmadığı için beden hareketlerinin birkaç anla­mı olabilir. Bu bakımdan hareketleri meydana geldiği bağlama göre değerlendirmek gerekir. [1105] Örneğin kolları ve bacakları sımsıkı kavuş­muş ve çenesi aşağı sarkmış oturan birisinin bu hali bir savunma ha­reketi olabileceği gibi soğuktan üşümüş insanın takındığı bir tavır da olabilir. [1106] “Kafayı kaşımak”, kepek, bit, terleme, kendinden emin olmama, unutkanlık veya yalandan dolayı olabilir. Bunu doğru anlama­nın şartı, bu hareketi diğer hareketlerle beraber yorumlamaktır.[1107]

Bazen beden, öyle sinyaller verir ki hemen farkına varılmaz. Bun­ların farkına varabilmek için bilinçlenmek gerekir. Bedenin tepkisiz kalma yeteneği yoktur. Her insan duruşu ve hareketleri ile çevresine tepkileriyle etki eder. Bu durumda bir de karşı tepki vardır. Her bakım­dan etrafa gönderdiğimiz tepkiye dikkat etmek gerekir.[1108]

İnsan, istek ve karşı koymalardan oluşan karmaşık bir varlıktır. Onun sinir sistemi ve davranışları da karmaşıktır. Zira her davranışın altında ya­tan binlerce sinirsel süreç, saniyenin milyonda biri kadar kısa bir süre içinde sinir sisteminde gerçekleşir. [1109] Bu bakımdan insanı anlamak için onu bir bütün olarak ele almak gerekir. Bu sözler beden dili için de ge­çerlidir. Bedenin tümü bize bir resim çizdiğinden onun hareketlerini bir bütün olarak değerlendirmek ve erken karar vermemeğe özen göster­mek gerekir. Aksi halde büyük bir yanılgı içine düşmüş oluruz. Buna şöyle bir örnekle açıklık getirebiliriz. Karşıdan açık tutumu ve bakışları ile birisi bana doğru geliyor. Neredeyse bana sarılacağını düşünüyorum. Elini bana uzatırken elimi karışlamakta pasif kalıyor. Bu, o insanın bana değer verdiğini, fakat aradaki mesafeyi korumaya özen gösterdiğini ve dokunulmaktan hoşlanmadığını anlatır.[1110] Görüldüğü gibi beden dilinin birden fazla aniamı olabilir. Buna şöyle bir örnek de verebiliriz: Gülümsemek, dostça bir sinyaldir. Çekingen bir İnsanın gülümsemesi, onayla­mak anlamına gelirken; karşıdaki bir rakip için reddetmek anlamını taşır. Aynı adamın reddettiği kişiye gülümsemekle birlikte elini omzuna koy­ması, fikrini değiştirdiği anlamına gelir. Aynı zamanda bu kişinin olduk­ça kurnaz olduğunu da gösterir. Demek ki olayları değerlendirirken bü­tün ayrıntıları dikkate almak gerekir.[1111]

En etkili semboller ve en derin resimler bedenimize aittir. [1112] Bütün duygu, heyecan ve arzular, bu sinyal ve resimlerle ifade edilir. Kendi­mizi ve çevremizi bedenimiz sayesinde algılayabiliriz. Sinir sistemimiz ve duyu organlarımız dış çevreden aldıkları uyanları beyne ulaştırır. Bunlar burada iyi ve kötü olarak sınıflandırılır. Böylece kişi olaylar hak­kında bilgi sahibi olur. [1113]

 

2.6. Beden Dilinin Temel Unsurları

 

2.6.1. Mimik Ve Jestler

 

Başkaları üzerinde sürekli etkisini gösteren sinyaller verdiğimizin farkında mıyız? Etrafa sinyal vermediğimizi söylersek kendimize kapalı bir dünya oluşturarak kendimizi tamamen oyun dışında tutmuş ol­maz mıyız? Değerlerden ve değerlendirmelerden bağımsız bir şahıs düşünülebilir mi?

Bedenimizin dili ile verdiğimiz bilgi, nasıl algılanacağımızı belirler. Bu durumda düşündüğümüz şekilde algılanmıyorsak, davranışlarımızı gözden geçirip düzeltmemiz gerekecektir.[1114] Yüzümüzde beliren hisle­rimiz, konuştuğumuz kişilere bizim ruhsal durumumuz hakkında bilgi vererek, onlarla konuşup konuşmamak istediğimizi, söyleneni anlayıp anlamadığımızı veya konuşulanları onaylayıp onaylamadığımızı anlatır.

Bedenimizden dışa yansıyan -gerek iradeye bağlı gerekse bilinçsiz­ce- bütün bu davranışlar, mimik ve jest adı verilen hareketlerdir. [1115] Mi­mikler, duygu ve düşünceleri belirtecek biçimde yüzde beliren kımılda­malar veya yüz, el-kol hareketleriyle duyguları anlatan davranışlardır. Bir başka ifade ile mimikler, duygusal yaşamımızla ilgilidir. Çoğu zaman iletişim esnasında sakin görünmeye çalışırız. Ancak elimizin, kolumu­zun, bacağımızın veya tenimizin ani bir hareketi bizi ele verir.[1116]

Jest ise konuşma ile yakından ilgilidir. Sağırlar, jestlerle anlaşmak­tadırlar.[1117] Buna göre herhangi bir şeyi açıklamak için genellikle el-kol ve baş ile yapılan içgüdüsel veya iradeli hareketlere de jest adı veril­mektedir. [1118] Konuşma esnasında yapılan ve onu destekleyen el-kol ha­reketleri, jestlerin en belirgin örnekleridir. Bu hareketler, düşünceyi bedensel olarak desteklemekte ve aynı zamanda konuşmacıyı daha aktif hale getirmektedir.[1119] Böylece konuşmacı dinleyiciye sadece sözle değil; kaş, göz, deri, el, kol ve bacaklarla ulaşmış olur.[1120] Bu durumda jest, bir dildir, mimik bir dildir, tebessüm bir dildir, gözyaşı bir dildir, hemen her organ, bir dil görevini üstlenmiştir, [1121] diyebiliriz.

Yukarıda da ifade edildiği gibi insanlar kendilerini anlatımda tabiî ve insan iradesine bağlı olmak üzere iki türlü jest kullanırlar. [1122]

 

2.6.1.1. Jest Çeşitleri

 

A. Tabiî Jestler

 

Tabiî jestler, kendiliğinden gelen ve hiç beklemediğimiz bir anda bizi yakalayan ve bedenin ihtiyaçları ile ilgili refleks olarak ortaya çı­kan hareketlerdir.[1123]

Üzücü, sevindirici ve heyecanlandırdı her türlü tepkiye eşlik eden jestler, bu gruba dahildir. Bunlar herhangi bir kasıt olmadan doğal ola­rak meydana gelir. Bunların doğuştan geldiği söylenebilir. Bağırmak, gülmek, ağlamak, yüz hatlarının genişlemesi ve daralması, gözlerin büyümesi, yumulması ve büzülmesi; yüzün kızarması, mosmor olma­sı, sararması, vücudun titremesi, saçların diken diken olması gibi se­vinç, hüzün korku, tiksinti, ıstırap, utanma, sıkılma anlarında isteğe bağlı olmadan ortaya çıkan jestler buna örnek teşkil eder. [1124] Temel he­yecanları belirten bu yüz ifadelerinin kültürden kültüre değişmediği kanaati psikologlar arasında yaygındır.[1125]

 

B. İradî Jestler

 

Bu jestler baş, kaş, göz, el, kol, ayak, bacak ve bütün bedenin bir konuya açıklık getirmek için yaptığı hareketlerdir.[1126]

İstekler doğrultusundaki jestler -yukarıda da ifade edildiği gibi-kültüre bağlı olarak geliştirilen jestlerdir.

Sözlü iletişimin kurulamadığı veya kurulmak istenmediği zamanlarda beden hareketleri; özellikle de el-kol, baş, kaş-göz İşaretleri, omuz ve ba­cak hareketleri, yüz jestleri, duygu ve düşünce ifade eden bir dil olur. Bu dil, birbirinin dilini bilmeyen yabancılar, sağırlar ve dilsizler ya da konuşa­mayan veya konuşmaktan kaçınanlar [1127] için daha büyük önem kazanır.

Beden dilinin kültürler arası farklılıklarını belirlemeye yöneiik biraraştırma yapılmış, sonuçta her kültürün kendine has belirleyici özelliklerinin meydana getirdiği farklılıklara rağmen kaş, göz ve yüz gibi hareketlerinde benzerliklerin daha ağır bastığı görülmüştür. [1128] Bu sonuç, beden dili diye evrensel bir sistemin varlığını ortaya koymakta­dır. Beden dilindeki benzer ifadeler, korku, kızgınlık, hüzün, nefret, mutluluk, dikkat, ilgi, uyku, gerginlik, şiddet gibi psikolojik durumlar­la ilgilidir. [1129] Bu tür duygular insanın yaratılıştan getirdiği ve organizmanın temel ihtiyaçlarından kaynaklanan, haz ve elem yaşantılarının ve bu yaşantılara bağlı olarak ortaya çıkan duyguların bedendeki işa­retleridir. [1130] Örneğin elleri kalçanın üzerine koymak veya elleri arkada tutmak kendine güven işaretidir.[1131]

İnsan iradesine bağlı olan jestler, duygu ve düşüncelerimizi des­tekleyen ve onları somutlaştıran jestler olup bu jestler üç kısma ayrılır. [1132]

 

a. Anlatım Jestleri

 

Anlatım Jestleri, temel duyguların ifade edilmesine yarayan, mutlu­luk, korku, öfke, hayret, üzüntü ve tiksinti gibi duyguların ifadesinde yüzde sergilenen tavırlardır. Bunlar, insanın varlığını korumaya yönelik eylemlerden kaynaklanırlar. Örneğin kızgınlık anında gözleri ağart­mak [1133] veya korku anında parmakları kulağa tıkamak gibi![1134]

 

b. Sosyal Jestler

 

Sosyal jest, olması gereken ifadeyi yüze yerleştiren harekettir. Bu­na göre; olduğundan daha çok mutlu ve hissedilenden çok daha üzün­tülü olan yüz ifadeleri sosyal bir jesttir. Daha açık bir ifadeyle yüz jest­leri, karşıdakinin haline uygunluk göstererek ona bekleneni veren jestlerdir. Burada maksat, başkalarını hoşnut edecek hareketlerin tak­lidi ile sosyal bir rol oynamaktır. Bir taziye evinde iç dünyamızdan çok farklı duygu halini yansıtmamız, buna güzel bir örnek teşkil eder. Ye­mek esnasında kızgınlığını saklayıp o saatin güzel geçmesini sağlamak için konuşmamaya çalışmak veya birisinin, konuşmasını topluluk içinde daha etkin hale getirmek için el-kol hareketlerini kullanması sosyal bir harekettir.[1135]

 

c. Mimik Jestler

 

Bu jestler, taklit ve tanımlama jestleridir. Bunlar da, dört kısma ayrılır:

a) Tiyatroya özgü jest ve mimikler: Seyircileri hoşnut etmek için artistlerin kullandıkları jestlerdir.

b) Taklit Jestleri: Sosyal jestlerden çok farklıdır. Bir insanın köpe­ğin sesini taklidi buna örnektir.

c) Şematik Jestler: Bu jestle kişi bir durumun en göze çarpan özelliğini eie alıp sadece bununla o bütünü tanımlamasıdır. Ol­mayan bir bardakla su içme hareketi buna örnektir.[1136]

d) Teknik jestler: Polisler ve borsa memurları gibi belirli meslek gruplarının kendi aralarında kullandıkları ve kendilerinden baş­kasının anlamadığı teknik hareketlerdir.[1137]

 

2.6.2. Dokunma Ve Duruş

 

Derimiz; sıcaklık, soğukluk, basınç, acı ve ağrı duyumlarını aldı­ğı [1138] gibi ruhî açıdan haz veren ve rahatlatan duyguları da hisseder. Onun için dokunma bir ihtiyaçtır.

Dokunma, bütün canlılarda huzuru ve iç rahatlığını fısıldayan bir dildir. [1139] Bu bakımdan her doğan yavru annesine yaslanma ihtiyacı duyar ve ilk iş olarak onun memesine sarılır. Yeni doğmuş bir çocu­ğun anneye bağlılığını ölçmek için hayvanlar üzerinde deneyler yapıl­mış ve dokunmanın verdiği rahatlık üzerindeki bu araştırmalar olum­lu sonuç vermiştir. Araştırmaların birinde bir yavru maymun, annesi yerine telden yapılmış bir manken maymun tarafından beslenmiş, beslenme dışındaki bütün zamanını da kumaştan yapılmış bir manken maymunun yanında ona sarılarak geçirmiştir. Bu sonuç, bebeğin anneye bağlılık sebebinin sadece beslenme değil de dokunmanın ver­miş olduğu rahatlama olduğunu ortaya koymuştur.[1140]

Konuşurken elin cepte bulundurulması, geçmişte ayıp kabul edi­lirken; günümüzde bu hareket, rahatlatıcı bir hareket olarak algılan­makta ve muhataba aktif olmanın; rahat bir konuşma yapma isteği­nin sergilendiği sinyali olarak kabui edilmektedir. Eli cebinde konuşan birisi, bununla karşısındakilere: “Benim varlığımın önemini kendiniz için o kadar büyütmeyin, burada sakin sakin dostane bir konuşma yapaca­ğız.” demek istemektedir.[1141]

Birtakım deneyler, dokunmanın kalp hastalıkları riskini azalttığı sonucunu vermiştir. Örneğin biberonla beslenen bir yavru maymun doğumundan itibaren kafese kapatılıp dokunmanın verdiği rahatlığı yaşamaktan mahrum edilince gelişiminde gerilemelerin görüldüğü; hatta erken mikrop kapıp hastalanarak öldüğü tespit edilmiştir.[1142]

Bir başka araştırmada da, yaşamını yalnız sürdüren kalp hastaları­nın, köpek besledikleri takdirde köpekle kurduğu ilişki ve ona dokun­manın verdiği rahatlığın, kalp riskini azalttığı ve onlann ömrünün uza­dığı sonucunu verdiği [1143] ileri sürülmüştür.

Araştırmalar, bedensel temasın, canlıların yaşamında önemli bir rolününün olduğunu[1144] dokunuşların, engellenemeyen uyarılar içerdi­ğini ortaya koymuştur. [1145] Bu bakımdan insanlar dokunmadan kendi­lerini iyi hissedemezler. Dokunmanın kısıtlandığı bir çevrede insanî ilişkilerin olmazsa olmaz şartı olan sıcaklık oluşamaz. İlişki ve haberleşc me, biri rasyonel diğeri de duygusal iki doğru üzerinde gerçekleştirile­bilir. İlişkinin sağlanması için bunlardan birisi yeterli değildir. Birisi ile yetinildiği takdirde duygusal tatmin yolu etkilenir ve aramızdaki sağ­lanacak oian anlaşma zedelenmiş olur. Ancak şunu hemen ilave et­mek gerekir ki her ne kadar insan sosyal bir yaratık ise de; o, ister rasyonel isterse duygusal olsun ilişkilerde bazı sınırları korumaya özen gösterir ve onun özel yakınlığına bazı insanlar girebilir.[1146]

Tokalaşma, birbirini öpme, kucaklaşma, elleri omuza ve sırta koy­ma yahut kolları boyna dolama insanî ilişkilerde sık sık kullanılır. Aile bireyleri arasındaki ilişkilerde okşama, kucaklaşma ve öpme, ilişkileri geliştirir. Bu vesile ile dokunma, hem büyüklere hem de çocuklara gü­ven ortamı meydana getirir. [1147] Ancak yabancı insanlara sadece yar­dım ve şefkat amacıyla dokunabiliriz. Örneğin yolda kalmış yaşlı bir teyzenin veya yaşlı bir erkeğin elinden tutarak karşıdan karşıya geçir­mek, yere düşen bir çocuğu kaldırıp okşamak, hep bu maksatladır. [1148] Onun için bu maksatlı dokunuşlar, bedensel tabulardan uzak; saygı­dan başka anlam taşımayan dokunuşlardır. Bu dokunuşlar, güven duygusu çerçevesinde gerçekleştirilebilir. Aksi halde koruma amaçlı da olsa kolumuzu birisinin omzuna attığımız veya elimizi başına koy­duğumuz zaman en ufak bir yanlış anlama sonucu elimiz veya kolu­muz itilecektir. Zira son derece hassas olan baş, kolay kolay başkaları­na teslim edilemez.[1149] Onun için aile fertlerinin dışındaki şahıslarla ku­rulan İlişkilerde dokunma, çok hassas ölçüler içerisinde kullanılmalı [1150] ve güven sınırını aşmamalıdır.

İnsanlar, birbirine dokunarak güven ve sempati uyandırmayı se­ver; bu maksatla da bedenlerinin bu tür ifade yeteneğini kullanırlar. Bizim toplumda bireyler arasında dostça dokunuşlar ve sarılmalar alı­şıla gelmiştir. Ancak Avrupa'da bu tür hareketler erotik (şehevî) kabul edildiğinden yanlış anlamalara sebep olabilir. [1151] Onun için bu tür dav­ranışlarda toplumlardaki kültür farklılıklarını göz önünde tutmak en doğru olanıdır.

Dokunma, rahatlatıcı bir unsurdur. Örneğin birisiyle tartışan arka­daşımızın yanından geçerken koluna dokunmamız veya sırtını sıvazlamamız onu son derece rahatlatır. [1152] Bu rahatlatıcı durumu tatmak için yaşlı ve yalnız yaşayan insanların sık sık doktora gittikleri tespit edilmiştir. Kendilerini itilmiş hisseden yaşlı kadınlar kuaförlere giderek özlemini duydukları sıcak dokunuşlardan nasiplerini alırlar.[1153]

Doktorlar, bakıcılar ve berberler kolay kolay kimseye izin vermeye­ceğimiz dokunuşlarda bulunurlar. Bu dokunuşları işlevsel olarak algıla­rız ve onlara karşı bir güven ortamı gelişir. Böyle olmazsa mahrem alan­lara girmenin ne tür rahatsızlıklar ve gerginlikler doğuracağı açıktır.[1154]

Bedensel dokunuş, aynı cinsiyetten kimselere, yaşlılara ve çocuk­lara yönelik olarak kullanılabilir. Bu dokunuş, hem onları motive eder hem de onlar üzerindeki etkinliğimizi arttırmış olur. Ancak karşımız­daki kişilerin dokunmaya karşı tutumunu bilmek ve ona göre davran­mak gerekir. Aksi halde rahatsızlık verecek yorumlar ve istenmeyen sonuçlar doğurabilir.

Dokunuşların dışında çeşitli ilişkilerimizde bedenimizin takındığı her türlü pozisyon, anlam yüklü kelimeler gibidir. Örneğin omuzlan geri çekmek, saldırganlığa; eğik ve düşük omuzlar, ezilmişliğe ve gü­vensizliğe; içeri çekilmiş baş ve kısaltılmış boyun, hareketsizliğe; şişiril­miş bir göğüs korkuya vs. işaret eder. [1155] Görülüyor ki değişik ortam ve şartlarda vücudumuzun aldığı her türlü duruş şekli bir tavırdır [1156], an­lam yüklü bir dildir. Öncelikle şunu ifade edelim ki, insanî ilişkilerde bedenin dönük durduğu yön, ağızdan çıkan kelimelerden çok daha önemlidir. Zira kişi hangi tarafa yönelmişse zihinsel ve duygusal ener­jisi o yönedir. [1157] Kur'ân'da, konuşulurken sırtı dönmek, sözü dinleme­menin bedensel ifadesi olarak kabul edilmiştir.[1158] Onun için yönümüzü konuşana karşı çevirmek, onu dinlediğimizin bir işareti olmuş olur. Ahlakî olanı da budur.

Bedenin duruşu, konuya duyulan ilgi ve katılımın işareti sayılır. Kendisine bir şeyler anlattığınız şahsın gözleri başka yerde, bedeni si­ze yarım dönük, ayakları da başka şeylerie meşgulse sizi dinlemedi­ğinden emin olabilirsiniz. Buna bir başka örnek: Bir yöneticinin odası­na girmiş talepte bulunuyorsunuz. Yöneticinin sizi dinlerken göğsü kapıya doğru yönelik ise, sizi nezaketen dinliyor demektir. Bazen de karşılıksız konuşan iki kişinin yanında bulunan üçüncü bir şahıs, za­man zaman kendisi ile konuşulmasına aldanarak grupta kalmayı sür­dürür. Halbuki karşılıklı konuşan diğer iki kişinin beden diline dikkat ederek buradaki konumunu tespit etmesi mümkündür.

Bazı durumlarda önemsiz ve anlamsız gibi gözüken küçük hareketler büyük anlam taşıyabilir. Zira insanlar, arasında bulunan rekabet yüzün­den, onlar üstünlükleri olmasa bile çoğunlukla kendilerini ortaya koymayı denerler ve beden hareketleriyle üçüncü kişiyi konuşma alanının dışında bırakmaya çalışabilirler. Üçüncü şahıs konuşma alanı dışında kalmak iste­miyorsa, karşısındakini omuzu ve dirsekleriyle dışlamayı deneyecektir.[1159]

Görülüyor ki her türlü dokunuş, duruş ve yöneliş, anlam yüklü keli­meler gibi bir dildir [1160] ancak bunların da belli bir sınırı ve tespit edilmiş bir alanı vardır. Buna göre bedenler arasındaki mesafe de, bir dildir. [1161]

 

2.6.3. Alan Belirleme

 

İnsanların birbirlerine dokunmaları, aralarındaki ilişkilerde duruş ve yönelişleri nasıl bir ihtiyaçsa bu ilişkilerde aralarına bir mesafe koy­maları da bir ihtiyaçtır: Onun için gerek yabancı gerekse akraba ilişki­lerinde insanlar, aralarına bir mesafe koyar ve bir alan belirlerler. Kim­se bu alana giremez. İnsanlar daima birbirlerine ihtiyacı olan sosyal varlıklar olmalarına rağmen yine de kendi aralarında bir alanın belir-'enmesine itina gösterir ve bu alanların korunmasına ihtiyaç duyarlar. Bu ihtiyaç, güvenlik ve huzur için bir zorunluluktur. Zira bu, her canlı­da olan bir hayatta kalabilme programıdır.[1162]

Bedenimize uygulanacak istek dışı her hareket, hem bizim hayat­ta katabilme programımızı ihlaf eder, hem de bizi yaralar. Yemek ye­memeye direnen bir çocuğun ağzına kaşığı ile mamasını zorla itmek bunun örneğidir. Halbuki çocuk, bir dişçinin, ağzın hazır olduğunda dolguya açılmasını beklediği gibi zor kullanılmadan yemeğe motive edilerek ikna yoluyla karnı doyurulursa hem onun mahrem alanı ze­delenmemiş, hem de girişim ve teşebbüs gücü yok edilmemiş olur.[1163]

Dar alanlarda insanların, birbirlerine yan durarak geri çekilerek veya yüzünü dönerek; hatta bazen farkına bile varmadan mesafe ko­yarak [1164] birbirlerine geçit vermeleri, bu mahrem alanın korunmasına güzel bir örnek teşkil eder. Bu alana riâyet edilmeden çarparak veya önüne atlayarak geçmeye çalışmak, hele de bu hareket bir bayanla karşı karşıya gelindiğinde yapılan bir hareket olursa bu, koruyucu ve kollayıcı kültürün ihlali anlamını taşır.[1165]

Kişiler arasında ilk tehdit, keşif bakışlarıdır. Bu bakışlarla karşılaş­ması sırasında muhatabın gücü anlaşılır. Bakışlar fazla geldiğinde ta­raflardan biri, gözlerini kaçırır. Boyun eğer ve diğerinin hakimiyetini kabul eder. [1166] Bazen de insanlar, göz göze gelince bir rakip gibi bir­birlerine bakışlarını kilitleyebilirler. Önemli olan bu bakışı kavrayıp hem bakışları kaçırarak hem de geri çekilerek gerginliği önlemektir. Bu tür hareketlerin, hayvanlarda kapışmaya ve ölümle sonuçlanan yaralamalara götürdüğü olur. Onun için insan farkını ortaya koymak sosyal yaşamın gerektirdiği bir unsurdur. Dar bir alanda bacaklarını gererek oturmak veya birilerinin yanından geçerken bir bakışını dahi vermeden yoluna devam etmek, zoraki bir egemenlik unsuru olarak sergileniyorsa; bu da, rahatsız edici bir eylem kabul edilebilir. Ancak bu hareket, bazen de kötü bir gün yaşayan ve canı sıkkın insanlardan sadır olabilir. O zaman bu durumu yukarıdaki gibi değerlendirmek yanlış olur.[1167]

Yabancı ya da tarafsız alanlarda en uygun hareket, bu alanları yan yarıya paylaşmaktır. Birisinin uçakta bir koltuğa eşyasını koyarak oraya yönelen kişiye “Görmüyor musun? Burası benim.” demesi; bir başkası­nın otel odasında dolaplara kendi eşyasını yerleştirmesi, bir diğerinin kafeteryada masayı tümden işgal etmesi, kişilerin sahip olduğu mah­rem alanlara müdahale anlamı taşır. Zira her koruma alanının ihlali, bir meydan okuma gibi algılanabilir. Böylece karşısındaki insanlar, kendile­rini geri çekmek zorunluluğunu hissederler. Dolayısıyla da iletişim güç­leşir. [1168] İnsanların, yanınızda rahat ve huzurlu olmasını sağlayacak en önemli kural, “mesafeli davranma” kuralıdır. İnsanların mahrem alan­larına girmede acele etmemek gerekir. Zira başkalarıyla medeni ilişkile­rimiz yakınlaştıkça yakın bölgelerine girmemize izin verilir.[1169]

Her insan, kendi alanı ihlal edildiğinde sıkıntı çeker ve dikkati da­ğılır. İçgüdüsel davranışı bastırmak da, zordur. [1170] Bu bakımdan herke­sin kendi alanını belirlemede ve bunu korumada dikkatli davranacağı unutulmamalı ve halka açık yerlerde mahrem alan küçük tutulmalıdır.

Bir büyüğün odasına girerken gösterilen saygı, bir altın ve küçü­ğün yanına girerken de gösterilmelidir. Ancak bir üst bir altın kapısını çalmasa bile kendisini bir ses veya belirli adımlarla duyurması en uy­gun olanıdır. Zira her ihlal, karşı kuvvetle, sinirle öfkeyle ve olumsuz duygularla cevap bulur [1171] Kur'ân'ın, başkalarına ait alanlara izinsiz girilemeyeceğine dair uyarılan bu konuda son derece manidardır.[1172]

Akrabaların, birbirleri alanlarına rahat girebilecekleri, onların eş­yalarını kullanabilecekleri ve kendilerini kendi evlerindeymiş gibi hisse­decekleri yanılgısı yaygındır. Bu tür davranışlar, hiç farkına varılmadan büyük facialara sebep olabilir. Örneğin bir kaynana kendi gelininin mutfağında kendi mutfağındaymış gibi hareket eder. Bir müddet sonra darılmalar meydana gelir ve bunun sebebini bir türlü bulamazlar. Halbuki darılma ve alınganlıkların çoğu, bu mahrem alanın sınır­larını aşmaktan kaynaklanmıştır. Otomobille yolda giderken bir başka otomobil sahibinin sağdan sizin önünüze geçmesi sizin de selektör ve korna ile reaksiyon göstermeniz de beden dili sözlüğünde yer alır.[1173]

Birçok insan, kendi bilgi alanına bile kimseyi sokmak istemez. Gi­rildiği durumlarda da rahatsız olur, tepki gösterir ve yaralanır. Bu tür karşılaşmaları engellemek için belirli işaretler ve semboller geliştirilmiştir. Meslekî işaretler, akademik unvanlar ve rütbeler bunun için vardır.[1174]

Farklı kültürlerde mahrem bölge mesafeleri, farklı olur. Bu konu­da bilgi sahibi olmamak yanlış varsayımlarda bulunulmasına yol aça­bilir.

Nüfus yoğunluğunun yüksek olduğu şehirlerde büyüyen insanlar­la kırsal kesimde yaşayanların kişisel alanları eşit değildir. Kırsal kesimdekiler, daha fazia kişisel alana ihtiyaç duyar. Bunlar, ayaklarını yere sağlam basar ve tokalaşabilmek için eğilebildikleri kadar eğilirler. Hal­buki şehirli el sıkışmak için ileri adımını atar ve yaklaşır. Böylece kırsal kesimlerde yetişenlerin bölgesel alanı 100 santimetreye çıkarken şe-hirlilerinki 46 santimetreyi geçmez. Uzak ve tenha bölgelerde yetişen kişilerin kişisel alan ihtiyaçları daha fazla olup altı metreye kadar çıka­bilir. Hatta bu şahısların el sıkışma yerine uzaktan selamlaşmayı tercih ettikleri gözlenir. [1175] Kırsal kesim insanıyla uzak mesafeden el sıkışarak; ıssız bölgede hayatını sürdüren bir çiftçiyle de uzaktan el sallayarak selamlaşma, onlar için daha rahatlatıcı olur. Fazla yaklaşmak, tepkile­rin doğmasına yol açabilir. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi bu bir kül­tür meselesidir. Demek oluyor ki bedenler arasındaki mesafenin bir anlamı vardır. Bu bakımdan kişiler aralarında daima uzak ve yakın ol­mak üzere bir mesafe belirlerler. Bu mesafe bazen yaklaşmanın bazen de uzaklaşmanın sinyallerini verir. Onun için canlılar arasındaki mesa­fe önemli bir unsurdur. Sonuç olarak şunlar söylenebilir;

Gerek canlılarda gerekse insanlarda her birine ait egemenlik alan­ları vardır. Belli bir mesafede duran hayvana yaklaştığınız zaman karar ve bir müddet sonra durur. Bu, birbirine aykırı olan türe ait mesa­feyi gösterir. Aynı cinsten varlıkların da kendi aralarında duruş mesa­feleri vardır. Başkalarıyla aramızda koyduğumuz mesafe onlara karşı duygularımızla ilgili olduğu gibi birbirimize verdiğimiz değeri, yakınlık derecesini ve hatta onlarla olan ilişkilerimiz hakkında bazı durumları belirler. Kendimize çok yakın hissettiğimiz kişilere yaklaşıp onlarla ya­kın temas kurarken, hoşnut olmadığımız şeyler söz konusu olunca da onlarla aramıza mesafe koyarız. Koyduğumuz bu mesafeyi bazen de “Burnumuzun dibine giriyor.” “Ayağımızın altında dolaşma.” gibi söz­lerle hissettiririz.[1176]

Belli bir bölge, bir kişinin sanki vücudunun uzantısıymışçasına kendisi için benimsediği bir alan veya boşluktur. Her birimizin, duvar­larla çevrilmiş evi, yatak odası, makamı, sandalyesi ve hatta vücudu­muzun etrafında belirlenmiş bir boşluktan oluşan ve kendi güvenliği­mizi çevreleyen alanı içeren kendi bölgesi vardır.

Yakınlık - uzaklık kavramları, Kur'ân'da dikkat çekici iki önemli kavramdır. Kur'ân'a göre öncelikle kendisi ile kullan arasında, daha sonra insanlar arasında olan uzaklık ve yakınlıkları Allah belirler. Bun­lar iletişimde birebir ilişkilerde çok önemlidir. Örneğin: “Eğer kullarım sana benim hakkımda sorarlarsa (bilsinler ki) ben çok yakınım; dua ede­nin yakarışına her zaman karşılık veririm: Öyleyse onlar da bana karşı­lık versinler ve bana inansınlar ki, doğru yolu bulabilsinler.”[1177]

Allah, kulları ile kendi arasında sözlü iletişimin bir türü olan dua eyleminin mesafesini yukarıdaki gibi belirierken bazen sırf konuşmak için aradaki mesafeyi iyice yaklaştırır, bazen de uzaktan seslenir. Yakı­na örnek: “Hani o (Musa)ya “Sina Dağı”nın sağ yamacından seslenmiş ve onu gizemsel bir konuşma için (kendimize) yaklaştırmıştık.”[1178] âyeti verilebilir. Uzak mesafeli konuşmaya da: “Biz Musa'ya seslendiğimiz zaman sen Sina Dağı'nın yamacında değildin.”[1179] “Rableri onlar (Adem ile Havva)a (şöyle) seslendi: “Ben sizi o ağaçtan yasaklayıp da, şeytan sizin gerçekten apaçık düşmanınızdır” dememiş miydim?” âyetleri örnek teşkil eder.[1180]

Allah Teâlâ, kullarından bazıları ile kendi arasına tamamen mesafe koyar. Ve alakası olmadığını seslendirir: “Allah'ın, Allah'tan başka tanrı­lık yakıştıranlarla hiçbir bağlantısı yoktur, Onun, elçisinin de (öyle).”[1181]

Allah Teâlâ, insanlar arasındaki yakınlıkları belirlerken de, bir ta­raftan yakın akraba diğer taraftan da inanç kardeşliği kurumlarını te­sis eder. [1182] Fizikî açıdan kimin kime ne kadar yaklaşacağının sınırlarını belirler. Karı-koca için “Onlar sizin için bir elbise gibidirler ve siz de onlar için bir elbise gibisiniz.”[1183] Kuralını koyarken; anne, baba, kar­deş, hala, teyze, torun ve yeğenler sütanne ve süt kardeşi birinci de­recede yakın/akraba kabul edilerek yakınlıkları tescil edifir. Bunların birbirleriyle evlenmeleri de yasaklanır. [1184] Artık bunlar bir ev halkıdır. İç içe oturur kalkarlar. Ancak yatak odalarına ve birbirlerinin evlerine gi­riş izne bağlanmıştır.[1185] Karşılıklı ilişkiler veya karşılıklı konuşmalarda en olumsuz kişilere bile yumuşak bir dille [1186], güzel öğüt ve ilimle [1187]; kendini bilmezlere karşı da cevap vermeme[1188]; yani sükut önerilir. Yen gelince üzerinde durulacağı gibi sükutta bir dildir.

Bireyler arasındaki mesafeler Kur'ân'da böyle beklenirken her toplum kendi bireylen arasındaki mesafeyi inanç örf ve geleneklerine göre belirler. Onun için de belirlenen bu mesafeler, her toplumda farklı farklıdır.

Canlılar arasında mesafe, hayatî önem taşıyan bir unsurdur. Bu ba­kımdan o, farkında olanlar tarafından korunur ve kontrol edilir. Bireyler arasında korunan bu mesafe, hayatî bir konu olduğundan hem yüz yüze ikili ilişkilerde, hem de geniş alan içinde bir toplulukla kurulan ilişkilerde, uzaklık ve yakınlığı bilinçli kullanmanın yararları tartışılamaz, insan toplu­luklarına baktığımız zaman batı ve kuzey toplumlarında mesafe, doğu ve güney toplumlarına kıyasla daha uzaktır. [1189] Ama her durumda insan ve diğer bütün canlılar arasında bir mesafe vardır. Güvenlik açısından bu bir ihtiyaçtır. Önemine binaen bu güvenlik alanları üzerinde duralım. [1190]

 

2.6.3.1. Güvenlik Alanları

 

Yaşam için her canlının çeşitli derecelerde güvenlik alanları vardır. Karşılıklı ilişkilerde bu alanlar son derece önemlidir. İnsanlar ilişkilerini dört bölgede düzenlerler. [1191]

 

A. Yasak Alan

 

Her canlının kendini güvenli hissettiği psikolojik bir korunma ala­nı vardır. Bu alana mahrem alan adı verilir. Bu aîanın istenmeyen kim­seler tarafından aşılması halinde sıkıntı, gerginlik, huzursuzluk ve sal­dırganlık eğiliminde artış gözlenir. Bu alan, hem hayvanlarda hem de insanlarda söz konusudur. Örneğin Afrika'nın uzak bölgelerinde yaşa­yan bir aslan 50 km'lik bir alanı kendi dışkısıyla işaretleyip kişisel alan olarak belirler. [1192] Burası onun egemenlik alanıdır. Bu mesafe, az veya çok diğer hayvanlarda da görülür. Kendilerine biraz fazla yaklaştığınız zaman tepkisini gösterir.

Hayvanlar gibi insanların da yasak bölgeleri vardır. Bu bölgelerin mesafesi, kültürel olarak belirlenmesine rağmen oranların birbirine yakınlığı dikkat çeker. İnsanlarda yasak alanın mesafesi 0-25 veya 15-45 cm kadardır. Bu alana özel duygusal ilişkimiz olan aile fertleri, eş­ler ve az sayıda yakın arkadaşlar alınır.[1193]

Mahrem alan aşıldığı zaman meydana gelen sıkıntı ve gerginlik, bütün canlıların, yaratılıştan getirdiği ortak duygulardır. Bu duygular, bayatın korunmasında önemli etkendirler. [1194]

 

B. Kişisel Alan

 

Bu alan, 30-75 cm veya 25 cm ile 1 metre yahut 46 cm ile 1.22 metre uzaklıktaki bir mesafedir. Bu uzaklık iki arkadaşın konuşurken korudukları ve kendimize yakın hissettiğimiz insanların girebildiği alan­dır. Yukarıda verilen orandan daha fazla yaklaşıldığı zaman rahatsızlık doğuracağı için fazlasına müsaade edilmez. Bu alan, günlük normal insanlar arasında korunulan alandır.[1195]

 

C. Sosyal Alan

 

“Horoz ötmek için alan ister.” gibi sözler, sosyal alana olan ihtiya­ca dikkat çeker. Mesafesi yaklaşık olarak 1.5 ile 2.5 metredir. Bu mesa­fe, çeşitli toplantılarda, yabancılarla ilişkide ve davetlerde korunan alan­dır. Bu tür bir araya gelmelerde kişiler arasında özel yakınlıklar yoksa mesafenin korunmasına özen gösterilir. Aksi halde çeşitli rahatsızlıklar karşılıklı anlamlı bakışmalar ve hoşnutsuzluklar kaçınılmaz olur.[1196]

 

D. Genel Alan

 

Toplumun tüm fertlerine açık olan alandır. Otobüs durakları, tren istasyonları, otel lobileri ve topluma açık salonlar, bu alan grubu içine girer. Buna ortak alan da denir. Genel olarak 3 veya daha fazla metre uzaklığı kapsayan genel alan, ilgi duymadığımız yahut ilişki kurmaya çalışmadığımız yabancılara ayrılmıştır. Topluluklara hitap edildiğinde, durmanın, tercih edildiği rahat mesafe budur. [1197] Bu mesafe, korun­madığı zaman rahatsızlıklar husule gelir ve imkan ölçüsünde farkında olmadan uzaklaşmalar görülür. [1198]

 

2.6.4. Davranışları Doğru Okuma

 

Duygular genellikle belirsiz ve üstü kapalı bir şekilde ortaya çıkar. Onun için kişilerin beden dilinde somutlaşan gerçek duygularını anla­mak duyarlılık gerektirir.[1199]

Beden dilinin de, sözlü dil gibi sözcükler, cümleler ve noktalama işaretlerinden oluştuğunu, bir sözcüğün birden fazla anlama gelip ve diğer sözcüklerle birlikte cümlede kullanıldığında anlaşıldığını, hare­ketlerin de böyle olduğunu söylemiştik. Buna göre, hareket grupları­na bakmadan bir hareketi değerlendirmek yanlış anlamlara yol açabi­lir.[1200] Örneğin durmadan elini ısıran birisini gördüğümüzde bunun bir dizi anlama geldiğini hesaba katmadan o hareketi kendimize kızgınlık hareketi şeklinde algılamış olsak, hata etmiş olabiliriz. Zira elini ısırma bize kızgınlığı ifade ettiği gibi, bir hastalığın, bir servet veya bir yakını kaybetmenin, bir başka şeye kızgınlığın; kinin, tehlikeyi görmenin ya­hut utanılacak bir hareketin işareti olabilir. Bu hareketi doğru oku­mak, hareketlerin bütününe ve onların bağlamına bakmakla müm­kün olur. Onun için hareketler, cümleler halindedirler ve bir şekilde bir kişinin davranış veya duyguları hakkındaki doğruları söylemektedirler. Kur'ân, bu konuda yapılacak bir hatayı önlemek ve ikiyüzlülerin tehli­kesinden sakındırmak için şu düsturu getirir:

“Ey iman edenler sîzden olmayanları yakın dost edinmeyin. Onlar, size fenalık yapmaktan geri durmazlar. Sizin sıkıntıya düşmenizi isterler. Kinleri ağızlarından dökü­lür, sinelerinin gizlediği ise, daha büyüktür. Düşünürseniz biz âyetleri açıkladık. Siz o kimselersiniz ki onları severseniz, onlar ise sizi sevmez­ler. Halbuki siz kitabın hepsine iman edersiniz onlarla karşılaştığınız zaman; “İman ettik.” derler. Baş başa kaldıklarında ise kinlerinden dolayı parmaklarını ısırırlar. Onlara deki: “Kininizden ölün.” Şüphesiz ki Allah, kalplerin özünü çok iyi bilendir”[1201]

Ayetlerde ikiyüzlülerdeki davranışların, yalan söylediği ifade edil­mektedir. Yani hareketleriyle sözlerinin birbirini yalanlamakta ve hare­ketlerin saklandığına dikkat çekilmektedir. Bu durumda yapılacak şey bu tür insanların bütün hareketlerini incelemek olacaktır. Dilleriyle hoşlanılan şeyleri söylemelerine rağmen; bu sözler, sözel olmayan ha­reketlerle uyuşmuyorsa yalan söylendiği açıktır. Şimdi sözel cümleler mi yoksa sözel olmayan hareketler mi doğrudur?

Araştırmalar, sözel olmayan işaretlerin, sözel kanalın en az beş katı daha etkili olduğunu ve ikisi arasında uyuşmazlık olduğu durumlarda, insanların sözel ifadelere aldırmadan sözel olmayan hareketleri dikkate aldıklarını göstermiştir. [1202] Bundaki haklılık payı, beden hare­ketlerinin kendiliğinden meydana gelip kontrol altına alınamayışındandır. İnsanın sosyal çevreye karşı tutumu, beden dili ile anlaşılabildiğinden ötürü, onları iyi anlamak için bu dilin sinyallerinin bilinmesi ve sağlıklı okunmasıyla yakından ilişkilidir.[1203]

Bu tecrübeler, yukarıda vermiş olduğumuz âyetlerle uyuşmaktadır. Bu durumda hareket grupları ve sözel kanallar arasındaki uyuşmanın gözlenmesi beden dilinin doğru yorumlanmasında büyük önem taşı­maktadır. Bu hususa dikkat edilmesi yeterü olmayıp yukarıda ifade edildiği gibi bütün hareketleri meydana geldikleri bağlama göre değerlen­dirmek şarttır. Örneğin sıkılan yumruk, insani koruyan doğal bir silah olduğu gibi gücün evrensel simgesi de olabilir. Ancak her sıkılan yumruk böyle değerlendirilemez. Zira yumruğun, iş hayatında öfke, uyuşmazlık, korku ve endişe anlamında kullanıldığı da olur. [1204] Bu bakımdan durumu doğru değerlendirebilmek için hareket gruplarının hepsini izlemek gere­kir. Sözel dil de, böyledir. Konuşulan söz (kelime veya cümle)ün nerede, ne zaman, hangi ortamda kime, ne maksatla ve hangi münasebetle söylendiği tespit edilmeden onu doğru anlamak zordur.

Demek oluyor ki bedenimizin tepkisiz kalma yeteneği olmadığı gibi içimizdeki bütün kıpırtılar, arzular, duygu ve heyecanlar, bedeni­miz sayesinde kendilerini ifade ederler. [1205] Beden kapalı bir sistemdir. Çoğu zaman onu kontrol etmekten aciz kalırız. [1206] Onun için duygula­rın tespitinde esas olan kelimeler değil, hareketlerdir. Bunun sebebi de Kur'ân'a göre İnsanın zayıf, [1207] hırslı, sabırsız yaratılmasıdır. Başına bir kötülük geldiği zaman sızlanmaya başlar. Bir iyilik ile karşılaşınca da onu bencilce sahiplenip başka insanlardan uzak tutar. Ancak namazda bilinçli olarak Allah'a yönelenler ve namazlarında devamlı ve kararlı olanlar böyle değildir.[1208]

Kur'ân burada insanın tatminsizliğini vurgularken bu tatminsizli­ğin; doğru kullanıldığı takdirde insanı hem bilinçli ruhî gelişmeye, hem de bütün bencillik ve düşkünlüklerden uzaklaşmaya götüreceği­ne dikkat çeker. Zira insanlar, beden hareketleri, konuşma tarzları ve ses tonlarıyla kendilerini ele verirler. Kur'ân buna “Sen onları ses ton­larından mutlaka tanırsın.”[1209] âyetiyle işaret etmektedir.

Âyette “tanırsın” şeklinde tercüme ettiğimiz sözcüğün Kur'ân'da-ki karşılığı “arefe” kökünden türetilmiş “ta'rifenne”dir.

Kur'ân'ın burada “a-r-e-f-e” sözcüğünü kullanması, bu sözcüğün Arapça'da, tanımak, bilmek, seçmek, fark etmek, iyi bilmek, maluma­tı olmak, malumat edinmek, haberi olmak, haberdar olmak ve tecrü­beyle bilmek anlamlarını ifade etmesindendir.[1210]

Bu sözcük, “recülün arifün” şeklinde bir şahsa sıfat yapıldığı za­man o zatın, “işleri anlayan ve ilk anda gördüğü kimseyi tanımamazlıktan gelmeyen”[1211] yani onu işaretlerinden tanıyan birisi olduğu vur­gulanmış olur.

“Arefe” kelimesi, bilmek anlamına gelen “ilm” kelimesinden daha özel bir anlam taşımakta olup, bu kelime, daha çok bir şeyi, tefekkür etmek, onun işaretleri üzerinde düşünmek ve o şeyin niteliklerini öğ­renmek yoluyla tanıma anlamını ifade eder. [1212] Aynı kökten gelen “Ma'rifef'in zıddı inkar, ilmin zıddı da cehalettir. İnsanların Allah'ı bil­meleri, sıfatlarını ve tabiat üzerindeki işaretlerini görerek olduğu için Allah'ı bilmede de “ilim” değil de “arefe” sözcüğü kullanılır. [1213] Al­lah'ın bildiğini ifadede ise, “arefe” fiili kullanılmaz. Zira Allah'ın eşyayı delil ve işaretlerden hareketle bildiğini söylemek caiz değildir. [1214] Allah her şeyi bizzat bilir. “Arefe” fiili, bir şeyi işaretlerini görerek bilme an­lamına geldiği için yerin altında suyun bulunduğunu keşfeden mü­hendise, hastasını birtakım işaretlerden hareketlerle teşhis eden dok­tora, kahine ve insan organlarına bakarak kehânette bulunan falcıya, “arrâf” denmektedir.[1215]

“Arefe” kökünden gelen “a'refe” ve “arrefe” kalıpları “birisine so­nucu bildirip sonra affetmek” bağlamında kullanılır. Bu sözcük, bu kalıplardan biriyle, birine evini öğretmek maksadıyla kullanıldığı za­man “ev” bulunduğu çevre ile tanıtılmış olur.[1216]

Görüldüğü gibi “Arefe” sözcüğü, genel olarak bir şeyi alamet, işa­ret ve niteliklerini görerek tanıma bağlamında kullanılmaktadır. Beden dili de, işaret ve birtakım hareketlerle duygulan anlatan bir dil olduğu için sözü edilen kelimenin, bu gibi yerlerde kullanılması ve dolayısıyla da bizi insan ve eşyanın durumuna ve dış görünüşlerine bakarak an­lamaya ve tanımaya teşvik etmesi son derece manidardır.

Kur'ân, bize insanların içlerinde sakladıkları duygu ve düşüncele­rinin tespit edileceğine dair “Siz onları yüzlerinden, ses tonlarından ve konuşma tarzlarından tanırsınız.”[1217] Gibi ve buna benzer ifadelerle ipuçları verir. Bu ipuçları, hem ses tonlarını, hem beden hareketlerini, jest ve mimiklerini, hem de insan yüzüne akseden renk tonlarını kap­samaktadır. Daha açığı insanların; özellikle de ikiyüzlülerin karakterle­ri, hem yüzlerinden okunur, hem de ses tonları ve konuşma tarzların­dan kendilerini ele verir. Kur'ân'ın ifadesiyle siz de bunları tanırsınız. Yukarıda da ifade edildiği gibi Kur'ân, bu konularda “ilim” sözcüğünü kullanarak “onları bilirsiniz” değil de “arefe” fiilini kullanarak “on­ları tanırsınız” tarzında ifade eder. Zira tanımak, birtakım alamet ve özellikleri öğrenmekle gerçekleşir.

Bir durumla karşı karşıya gelmeden onu arzulamak, çoğu zaman yanıltıcı olabilir. Zira ilk anda o durumun ne getireceği düşünülmeden onun sonucundan hareket edilerek birtakım girişimlerde bulunulabilirnir. Bu da, sonunda rahatsızlık doğurabilir. Bir şeyin yapılıp yapılama­yacağı düşünülmeden o şeyi istemek buna güzel örnek teşkil eder. Bunun örneği Kur'ân'da şöyle verilir;

Allah Teâlâ'nın gazabını son derece celbeden hareket, toplum için­de bir kimsenin, yapmayacağı şeyleri söylemesidir. Bu konuda Müslü­manlardan da hoşgörü göstermemeleri istenir. Müfessirlerin beyanına göre Müslümanlardan bazıları, Peygamberimizden: “Allah'ın kendi katında en sevimli amelin hangisi olduğunu bilmeyi ve onu yapmayı isterdik” şeklinde bir talepleri [1218] ve müminlerden bazılarının cihadın farz olmasını istemeleri [1219] üzerine cihadı farz kılan âyet iner. Cihat âyeti inince, dün cihadı isteyen birçok Müslüman, bundan rahatsızlık du­yar. Bunun üzerine “Ey iman edenler yapmayacağınız şeyi niye söylü­yorsunuz? Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanır.”[1220] âyetleri iner.

Müfessirlerin çoğunun tercih ettiği görüş, budur. Yani Allah'tan gelen bu sitem, önce cihat emrinin verilmesini istemeleri, cihat emri gelince de durumdan hoşlanmayıp; ağır davranmaları üzerinedir. An­cak Kur'ân âyetleri, ferdi olayların boyutlarını aşarak iniş sebebi dışın­da kalan benzer bütün konuları kapsar. Örneğin bu âyet, adak ve ve­rilen her türlü söz ve vaatleri içine alır. Bunların her birini yerine getir­meyi de farz kılar. [1221] Çeşitli vesilelerle “antlaşma yaptığı zaman sözle­rini yerine getirenleri” över [1222] insanlara iyiliği emrettiği halde kendileri yapmayanları, [1223] yasakladığı şeylerin aksini yapanları [1224], yapmayacak­ları şeyleri söyleyenleri[1225] yererek ferdin vicdanını, toplumda yaşayabi­leceği düşüncelerle programlar. O fertler de, içinde yaşadığı topluluk­larla birlikte güven ortamı sağlayan hayat sistemini yerleştirip sosyal düzeni sağlarlar.

Cihatla ilgili bir konuyu açıklayan, savaşla ilgili bir hükmü belir­ten, yani içinde cihat emri geçen bir sure indirilince kalplerinde hasta­lık bulunanların tutundukları dal kopar, saklandıkları gösteriş perdesi yırtılır, içlerindeki zayıflık ve korku, bedenlerinin dışına akseder ve “İç­lerinden bir kesimi Allah'tan korkar gibi, hatta daha şiddetli bir şekil­de korkmaya başlar.”[1226], vücutları titremeye koyulur. Korku ortaya çı­kınca gülünç duruma düşerler ve Kur'ân'ın ifadesiyle “Sana ölüm baygınlığmdaki kimsenin bakışı gibi baktıklarını görürsün. “[1227]

Bu titreme ve bu bakış, zayıflığın sözle anlatılması mümkün ol­mayan bir durumun, bedensel ifadesidir. Bu tasvir, bütün zayıf nefis­ler için şekillendirilmiş bir tasvirdir. Daha açık bir ifadeyle hastalık ka­rakterinin bedendeki ifadesidir.

Korkuları bedenlerine akseden ve gözlerinden okunan Müslü­manlar yanında bir de İslam toplumunda kendilerini saklayan “müna­fıklık/ikiyüzlülük sanatını sağlam bir şekilde yaptıklarına inanan; yap­tıklarının Müslümanlara saklı kalacağını zanneden bir topluluk daha vardır ki bunlara “münafık” adı verilmektedir.

Münafık sözcüğü “en-nefak” kelimesinden türetilmiştir. Nefak, iki yere çıkışı olan bir deliktir. Farenin deliğine de “en-nafaka” denir. Bu deliğin iki çıkışı vardır. Düşmanlarından kaçan fare bu deliklerden bi­rinden girer. Onu kovalayan bu deliğin önünde beklerken öbüründen kaçar kurtulur. İkiyüzlü insanlara “nafak” kökünden türetilmiş olan “münafık” adının verilmesinin sebebi, münafığın da bu fare gibi ha­reket ederek İslam'a girer, bir başka açıdan İslam'dan çıkarak Müslü­manları aldatmak ister. [1228] Böylece kendilerini gizleyeceklerine inanır­lar. Allah Teâlâ, onların bu halini: “Yoksa kalplerinde hastalık olanlar zannederler mi ki Allah onların ahlakî zaaflarını açığa vurmayacak?”[1229] âyetiyle tasvir eder.

Bu âyette, ahlakî zaaf diye tercüme ettiğimiz “Adğan” kelimesi “dağn”ın çoğuludur. “Dağn” sözcüğü kişinin olumsuz eğilimlerini yansıtan “kin, nefret ve düşmanlık” anlamına gelmektedir. [1230] Kalbi bu duygularla hastalıklı olan kimseler, kendilerini saklamaya çalışsalar da bedenleri, kendilerini; yüz ifadeleri, konuşma üslupları ve ses tonları ile ele verir. [1231] Hz. Osman, “Allah içindekilerini saklayan kimselerin sırlarını yüz hatları ve dil üslubundan ortaya çıkarır.”[1232] Şeklinde âyete getirdiği yorumla beden dilinin farkına varmıştır.

Ailah Teâlâ'ya hiçbir şey kapalı değildir. “Çünkü O art niyetli ba­kışların ve yüreklerin gizlediği şeylerin farkındadır.”[1233] âyetinde ifade edildiği gibi kalplerden geçenleri bilir. Şunu unutmamak lazım gelir ki Allah Teâlâ, kalplerin kontrolünü kimseye bırakmamıştır. Onun için kalplerde olup bitenleri sadece Allah bilir. Kalplerin hesaba çekilmesi de Allah'a aittir. İnsanlar ise sadece işin dış yönünü ve görüneni göre­bilir ve bilirler. Ancak kalbe gelen duygular, şu veya bu şekilde insan bedeninde ortaya çıkar. Bunlar, ya jest ve mimiklerde, ya yüze akse­den renk tonlarında, ya el, kol, bacak ve baş hareketlerinde, ya otu­rup kalkma ve yürümede ya da konuşma üslubu ve ses tonlarında kendini gösterir. İslam toplumundan dışlanmayan münafıklar da, bu yolla tanınır. Allah Teâlâ'nın, Peygamberimize ömrünün sonlarına doğru nifak gölgesinde saklananları tanıtması da, bu yolla olmuştur. Enes'in “Allah münafıkları Resulüne işaretlerle tanıtmıştır.”[1234] sözü bu­nu doğrular. Fakat buna rağmen Resuîullah bu münafıkları ne İslam toplumundan dışlamış, ne de Huzeyfe'nin dışında kimseye tanıtmıştı. Ama kendisi ve bilahare de Huzeyfe onların cenaze namazını kılmak­tan kaçınıyorlardı. [1235] Zira Allah'ı inkar edenin cenazesinin kılınmayacağına dair ilahî yasak inmişti.[1236]

Allah Teâlâ'nın, insanları, içlerindekini organlarına aksettirerek ta­nıtması ve bu sebeple onları sınava tâbi tutması doğrularla eğrilerin, samimilerle gayri samimilerin belirlenmesi ve kendilerine ona göre muamele edilmesi içindir. Rahatlık ve sıkıntı, nimet ve yoksulluk, geniş­lik ve darlık, üzüntü ve sevinç, nefislerin cevherini; İnsanın özüne ait bi­linmeyenleri ortaya çıkarmak için sınav aracıdırlar.[1237]

Bilim adamlarına göre beden dili konusunda insanların en fazla merak duydukları husus beden dilinin yalan söyleyip söylememesidir.

Sosyal hayatta, çoğu zaman insan, gerçek duygularını saklamak is­ter. Fakat şöyle ya da böyle kendisini ele verir. Zira bir şahıs, yalan söyle­meye başladığı zaman kalbin vurum sayısı artar.[1238] Beden çeşitli işaretler vermeye başlar. Örneğin yüz kasları harekete geçer, gözbebekleri küçü­lür veya büyür, alın terler, yanaklar kızarır göz kırpmalar hızını artırır, be­den hareketlerinde artış olur. Yalan söyleyen şahsı ele veren en önemli ipucu, kişinin gözlerini, konuştuğu kişiden sık sık kaçırmasıdır.

Bunlar fizyolojik değişikliklerdir. Bunların yanı sıra burunda kaşın­ma duygusu yaşanır. Ağız örtülmeye çalışılır. Yanak oğuşturulur. Gö­zün altı kaşınır, kulak memesi çekilir, saçlarla oynanılır.[1239]

Polis sorgulamalarında suçlu zanlısı ya ortada bir sandalyeye otur­tulur ya da vücut tamamen görülecek şekilde ışıklar altına yerleştirilir. Böylece yalanı tespiti daha kolay gerçekleştirilmiş olur. Profesyonel ya­lancılar yalanlarını saklamak için konuşurken bedenlerini gözden uzak tutmaya çalışırlar.[1240]

Yalan, en fazla yüz hareketlerinden ve konuşma üslubundan anlaşılır. [1241]

 

2.7, Beden Yalan Söyleyebilir mi?

 

“Beden diliyle yalan söylenebilir mi?” sorusuna “Hayır.” cevabı veri­lebilir. Zira ana hareketler, bedenin çok küçük sinyalleri ve söylenen söz­ler arasındaki çelişki, kişiyi derhal ele verir. Bu da, uyuşmayan mesaj alındığında insan beyninde, “hile uyarısı mesajı (tilt)” veren yanılmaz bir sistemin bulunmasındandır. [1242] Bu sistem içinde anlaşılması imkansız olan karmaşık ayarlamalar mevcuttur. Buna karşı bizim yapacağımız bir şey yoktur. [1243] Kaldı ki reaksiyon, beden diiinin kurucu üyelerinden sayıldığı [1244] gibi bu reaksiyonları kontrol altına almak da mümkün değildir.

Örneğin bir şahıs, içtenlik izlenimini veren hareketlerle yalanını kapat­maya çalışırken vücut, kasıtlı yapılan hareketlerden bağımsız işaretler ver­meye başlar. Yalan söylemekteki en büyük zorluk, işte bilinçaltı zihnimizin, sözel yalanımızdan bağımsız olarak hareket etmesidir. Bilinçaltı zihin, yalan esnasında kişinin söylediği ile çelişen sinirsel bir enerji yayar, bu enerji bedenin çelişkili işaretler göndermesini sağlar. Bu da, bize onların yalan söyledikleri hissini uyandırır. Örneğin yalan söyleyen birisi, bu arada vücut hareketlerini bastırmak için son derece çaba sarf etse; yine de yüz kası kı­mıldamalarına göz bebeklerinin büyümesine ve küçülmesine, alın terleme­sine, yanakların kızarmasına ve göz kırpma hareketlerinin hızlanmasına veya en azından bu sayılanlardan bir veya ikisine engel olamayacaktır. [1245] O halde başarılı şekilde yalan söyleyebilmek için bedeni tamamen gözden uzakta tutmaktan başka çare yoktur. Hatta bu da çare değildir. Zira ses to­nundaki değişiklikler ve konuşma üslubu kişiyi yine ele verir.[1246]

Kur'ân bu çok önemli hususa dikkat çekerek; beden dili izlendi­ğinde bu ve benzeri hareket ve işaretlerden kişinin tanınabileceği, duygularının tespit edilebileceği konusunda bize çokça malzeme ve­rir. [1247] Bilindiği gibi duygular, beden dili vasıtasıyla öğrenilir. Beden ha­reketleri okunurken de iki önemli husus dikkat çeker. Bunlardan birin­cisi bedenin verdiği sinyallerle kişinin duyguları tespit edilir. [1248] İkincisi de bedendeki işaretlerden kendisini yaratanın tanınması istenir. [1249] Kur'ân bu işaretlere “âyet” ismini verir. Daha sonra detayı üzerinde durulacak olmasına rağmen giriş bağlamında bu konuda birkaç hu­susa dikkat çekmede yarar vardır. [1250]

 

2.7.1. Bedende İnsanı Tanıtan Sinyaller

 

Bedende insanı tanıtan sinyalleri iki başlık altında verebiliriz. Bun­lardan birincisi beden hareketleri ve organların verdiği sinyaller, ikicisi de konuşma üslubu. [1251]

 

2.7.1.1. Organların Verdiği Sinyaller

 

Bedenimiz, ruhumuzun eldiveni; dilide, kalbimizin sözleridir. İçi­mizdeki tüm heyecan, duygu, arzu ve kıpırdamalar bedenimiz saye­sinde kendilerini ifade ederler.[1252]

Sinyal veren organların başında “yüz” gelir. Gerek insanları tanıma­da gerekse yalanlan örtbas etmede öncelikle yüzümüzü kullanırız.[1253] Yüz kaslarının hareketliliği, onun duygularını yansıtan tepkisi gibidir. Her sevindirici olayla kaslar kalkar gerilir, etkinin kaybolmasıyla da kaslar düşer yüz asılır. İfadesiz yüzlerin meydana getirdiği izlenim soğuk ve duygudan yoksunluk durumudur. Yani ifadesizlik yüzüne aksetmiştir. Hasılı yüz, duyguların yansıdığı bir tablo gibidir. [1254]  Başta yüz olmak üzere bütün organların beden dili açısından verdiği sinyallere dair örnek­lere Kur'ân'da sık sık rastlanır. Bunların detayı üzerinde daha sonra uzunca durulacaktır. Önemine binaen burada sadece yüzle ilgili olan ifa­delerden bir kaçını verelim.

“Kur'ân'da iyi ve kötü insanların yüzlerinden tanınacağı [1255], mutlu yüzlerin neşeden parlayacağı, mutsuz yüzlerin ise acıdan kararaca­ğı [1256], fakirlerin yüzlerinden tanınacağı [1257] iyi ve yararlı işler yapanların yüzlerini ne bir kararma ne de bir aşağılanmanın gölgeleyeceği, kö­tülük yapanların yüzlerinin ise sanki karanlık geceden bir parçaya bürünmüş gibi olacağı [1258], hakkı inkara saplanmış olanlara Kur'ân âyetleri okununca yüzlerdeki inkarcı tavrın hemen belireceği; yani hoşnutsuzluğun yüzlerden okunacağı, [1259] yalan söyleyenlerin yüzleri­nin kararacağı, [1260] secde izlerinin yüzlerde inananlara bir işaret teşkil edeceği, [1261] suçluların yüzlerinden tanınacağı,[1262] inkarcıların yüzlerinin buruşacağı [1263], nimet sevincinin gözlerde belireceği” [1264] şeklinde yüz ifadeleri anlamlandırılmıştır. [1265]

 

2.7.1 2. Ses Tonu Ve Konuşma Üslubunun Verdiği Sinyaller

 

İnsan sesinin heyecan anlarındaki karakteri Herbert Spencer tara­fından ele alınmış ve değişik duygusal şartlar altında sesin önemli ölçü­de yükseklik ve nitelik bakımından değiştiği tezi ortaya konmuştur.[1266]

Beden dilinde “ses”, duyguların en önemli göstergesi olması ne­deniyle üzerinde durmağa değer bir konudur. Ses, duygulan ifade et­tiği gibi yalan söylediğimizi de hemen ele verir. Örneğin ses saniyede 8 ile 14 devir arasında bir hızla titreşir. Bir kişi gerçeği söylediği za­man sesi kontrol eden kaslar rahat ve düzenlidir. Yalan söylediği za­man zorlanmalar olur; tabiî olmayan bazı gerilimler oluşur ve düzen bozulur. Bunu kontrol etme imkanımız da yoktur. Allan Bell, insan kulağı tarafından algılanamayan titremeleri ölçen “Psikolojik Gerilim Ölçer” diye adlandırılan bir alet yapmıştır. Bu alet, titreşim oranından hareketle yalan tespit edebilmektedir.[1267]

Sesin en önemli niteliği onun tonudur. Sözcüklere anlam kazandır­mak için ses tonu değiştirilir. Söyleyiş tarzımızla bazen karşınızdakini kandırabiliriz. [1268] Örneğin, yumuşak ses, başka etkenlere de bağlı,olarak zayıflığın veya güçsüzlüğün ifadesi olarak değerlendirilir. Halbuki saygın insanlar yumuşak ve yavaş tempolu ses kullanınca güçlülüğü, zayıf bir kişi yumuşak ve ağır konuşursa, etkisizliği göstermiş olurlar.[1269]

Ses tonları, söyleniş tarzları ve sözlerin genel doğrultudan saptı­rılması, kişinin samimiyetsizliğini ortaya koyar. [1270] Kur'ân bu konudaki “Sen onları sözlerinin lahninden tanırsın.”[1271] İfadesiyle ikiyüzlü müna­fıkların tanınabileceğine dikkat çeker.

Âyetle geçen “lahn” kelimesi, Arapça da birden fazla sesin yan yana gelerek meydana getirdiği nağme, ezgi, ezgili okuma, şiir ve metin okumada hata etme, başkasının anlamayacağı tarzda konuş­ma, birbirini tutmayan sözler söyleme, doğrudan sapma, bir şey söy­leyip başka bir şey kastetme (ta'riz), imalı konuşma, sözü ağızda geveleme, cidal/kavgalı ve heyecanlı konuşma anlamlarına gelmekte­dir. [1272] Buna göre sen onları (Münafıkları) sözlerinin tarz ve edasından yani üslubundan, sözü ağızlarında gevelemelerinden, yerine göre sö­zü değiştirmelerinden ve ağızlarını bükerek imalı konuşmalarından tanırsın demek olur.[1273] Daha sonra bu konuya tekrar dönülecektir. [1274]

 

2.7.2. Bedende Allah'ın Varlığını İfade Eden İşaretler

 

Beden, kendi diliyle bir taraftan ruhunu taşıdığı kişinin duygu ve düşüncelerini ifade ederken; diğer taraftan da yukarı da ifade ettiği­miz gibi kendisindeki çeşitti organların ve bu organları meydana geti­ren hücrelerin işleyişiyle de, bunların arkasında aşkın bir varlığın bu­lunduğuna işaret etmektedir. Bilindiği gibi her işaret, arkasındaki bir anlama yol göstericidir. Kur'ân'da bu işaretlere âyet ismi verilmekte­dir. Allah Teâlâ, gerek insanın kendisinde gerekse tabiatta yarattığı bu âyetleri yani bu işaretleri aracı kılarak insanlarla konuşur. Allah Teâlâ, insan ve evrendeki insanı acze düşüren olağanüstü olayları (âyet); in­san da, gerek iman, gerekse ibadet gibi beden hareketlerini kullana­rak karşılıklı konuşmayı gerçekleştirirler.[1275]

Allah, bu işaretlerle zatını, yaratıcılığını yahut da şu veya bu sıfa­tını; iyiliğini ve saltanatını gösterir. Bu durumda her tabiat olayı, tabi­at olayı olmaktan çıkıp bir işaret bir sembol niteliği taşır. Kur'ân'a gö­re bütün eşya, Allah'ın âyetleridir. Bunu ancak aklını kullananlar anla­yabilirler. Bu sözsüz âyetlerin en büyük özelliği, herkese gönderilmiş oluşu ve akıl taşıyan herkese hitap etmesidir. Demek oluyor ki, Allah, bu işaretlerle kendi varlığını dile getirir; insan da bu işaretlere bakarak aklıyla Allah'ın varlığını ve gücünü anlar ve kabul eder. İşte bu eylem, kişiyle Allah'ın işaretlerle konuşmasına cevap teşkil eder.[1276]

Böylece yollara dikilen işaretler, yoldan geçenin gözlerini kendile­rine değil de gideceği yöne yönelttiği gibi insan vücudu ve tabiattaki her madde ve her olay da, dikkatleri kendi üzerlerine değil, kendile­rinden ötede olan bir anlama yani onları Yaratana yöneltmiş olur.

Kur'ân'ın, tabiat olayları ve insan bedenindeki işaretleri naşı! değer­lendirdiğine bakalım. Aslında insan bedeni ile tabiattaki işaretler aynı şeyler olup; her ikisi de tek hedefi; yani Allah'ı gösterirler. Bunun Kur'ân'da ifadesi şöyledir: “Zamanı geldiğinde insanlara (evrenin) ufukla­rında ve kendi bedenlerinde işaretlerimizi göstereceğiz ki Kur'ân'ın ger­çek olduğu ortaya çıksın. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?”[1277]

Ayette geçen “ufuklar” kelimesinden insanı çevreleyen dış alem, “kendi bedenleri” ifadesinden de insanın biyolojik ve ruhî yapısı anla­tılmak istenmektedir. İnsan bedeninin karmaşık yapısı ve evrenin dü­zenli işleyişi; bunların tesadüfî olarak geliştiğini varsaymayı imkansız kılmakta ve yine bunların bilinçli bir gücün iradesi ile meydana geldiği sonucunu vermektedir. Bunda şüphe edilecek bir durum söz konusu değildir. Kur'ân'ın: “Yeryüzünde içlerinde hiç şüphe duymadan ina­nanların görebileceği, Allah'ın varlığının işaretleri vardır. Tıpkı kendi bedenlerinizde (O'nun işaretleri bulunduğu) gibi! Bunları görmüyor musunuz?” [1278] Şeklindeki ifadesi, aklını kullananların bunu kavramada güçlük çekmeyeceğini vurgulamaktadır. Yeter ki gerek insan bedenin­de ve gerekse evrendeki işaretlen doğru okumasını bilelim.

SöZ'buraya gelmişken Kur'ân'da bedenin mesajlara araç olarak nasıl kullanıldığı konusuna geçebiliriz. [1279]

 

3. BEDEN DİLİYLE İLETİŞİM

 

Etkileşimde bulunduğumuz her nesne ve her canlı iletişim dünya­mıza girer. Zira etkileşimin olduğu her yerde ileşitim, iletişimin olduğu yerde de etkileşim söz konusudur. Çevremizdeki canlı-cansız her var­lık, iletişimimizde yer alan varlıklardır. Örneğin birisi, duygularını baş­kasına anlatırken ifadelerinde kadehten güle ve aslandan tilkiye kadar bütün nesne ve canlıları kullanır. Daha açığı duygularındaki zenginliği bu nesnelerle göstermeye çalışır.

İletişim topluluk halinde yaşayan hayvanlarda da söz konusu ol­duğundan konunun daha iyi anlaşılabilmesi için olaya genel anlamda bir göz atmada yarar vardır.

İletişim, gerek insanlarda gerekse hayvanlarda beraber yaşayabil­menin ön şartıdır. Hatta iletişim olmadan topluluğun teşekkül etmesi bile düşünülemez. İsteğini, düşüncesini, acısını, sevincini bir başka kişiye aktarmak isteyen ihsandan, yiyeceğinin bulunduğu yeri birbirleri­ne haber veren anlara, belli bazı seslerle tehlikeyi hissettirebilen bazı kuşlara veya yapılacak saldırı karşısında kimyasal madde salgılayarak arkadaşlarını haberdar eden birtakım balıklara kadar pek çok yaratı­ğın, bir iletişim sistemi vardır. Bilindiği gibi iletişim, duygu düşünce veya bilgilerin akİa gelebilecek her türlü söz, jest, mimik, el-kol, baş hareketleriyle başkalarına aktarılması anlamını taşır. [1280] Arılar dans ha­reketleriyle bal özünün kovana uzaklığını, onun miktarını, yönünü öteki arılara bildirebilmekte, karıncalar; örümcekler ve bazı böcek türleri bildirişim sistemleri yardımıyla beslenme ve yaşam için gerekenleri1 el­de edebilmektedirler.

Günlük hayatımızdaki bir ıslığın veya basit bir işaretin bile bir an­lamının bulunduğuna ya da bunların dil sisteminin parçaları olduğu­na şahit oluyoruz. Yoldaki bir işaret, hemen dikkatimizi çekiyor ve onun bize ne demek istediğini incelemeye koyuluyoruz. Kavga eden iki kişiden biri, iki elini birden kaldırmışsa, bundan da onun teslim ol­duğu anlamını çıkarabiliyoruz.

İnsanlar, çeşitli yerlere diktikleri işaretlerle basit bir iletişim ağı ku­rabilmiş ve bazen de renkler bile anlamlandırılarak dil malzemesi ola­rak kullanılmıştır. Örneğin siyah renk, matemi anlatırken; sevgiliye gönderilen kırmızı gül ise, ateşli bir aşkın sembolü olmuştur.

“İnsanın realiteye hakim olma biçimlerinden biri de jestlerdir. “[1281] Herhangi bir şeyi açıklamak için genellikle el, kol, baş, göz, kaş ile yapı­lan içgüdüsel veya iradeli/isteğe bağlı hareketlere jest denildiğini söyle­miştik. Yerinde yapılan ve beğenilen davranışlar da aynı sözcüklerle ifa­de edilir.[1282]

İki tür jest vardır: Biri bir şeye işaret eder, onu gösterir. Diğeri, bir şeyi temsil eder. Mesela sıkılmış bir yumruk, en basit şekliyle yakalama­lın zayıf şeklini temsil eder. [1283] Jestler için, el-kol, baş, göz, dudak ve yüz kaslarından yararlanılır. İnsanlar arasında kullanılan jestler ve çeşitli vücut hareketleri, her toplumda bazı ufak tefek farklılıklar gösterse bile son derece yaygındır. [1284] Hatta bazen sözlü dilden daha kolay, bazen de zorunlu bir anlatım yöntemi olarak uygulanabilir. Zira duyguların ve düşüncelerin kelimelere dökülemediği veya dökülmek istenmediği du­rumlarda bunu çok daha açık olarak hissederiz. [1285] Böyle anlarda bir bakış, başın bir dönüşü, bir mimik, kelimelerden daha fazla anlam taşıyabilir. Hatta çoğu zaman insanlar, kelimeleri, duygu ve düşüncelerin bedenlerindeki tezahürlerini örtmek için kullanabilirler.

İletişim sistemi hakkında bu kısa girişten sonra şimdi iletişimin Mahiyeti ve kısımlarını izaha geçebiliriz. [1286]

 

3.1. İletişimin Mahiyeti: İçyüzü

 

İletişim (haberleşme) sözcüğü, genel olarak karşılıklı bilgi alışverişi anlamına gelmektedir. Bildirişim eylemi, önce bir yöne sonra da geri­ye/ters yöne yapılan iki tane “bildirim” işleminden oluşmuş kabul edilebilir. Bilgi veya başka bir şeyi belli bir amaçla başka bir yere aktar­ma eylemine de, bildirim denir. Böyle olunca taşıt araçlarıyla yapılan “ulaştırma” eylemi, bir çeşit bildirim olmaktadır.[1287] Dilci Özcan Baş­kan, Allah kelam (söz)ının peygamberler vasıtasıyla insanlara ulaştırıl­dığı zaman yine bir bildirişim oluşumuyla karşı karşıya kalındığını ifa­de eder.[1288]

Basit anlamıyla iletişim, iki canlı veya bir canlı ile birçok canlı ara­sındaki aniaşabilirliktir. İletişim, dil ile ilişkili olmasına rağmen onunla eş anlamlı kabul edilmemiştir. Zira iletişim, bir vericiden bir alıcıya ve­ya bir canlıdan diğer bir canlıya amaçlılık doğrultusunda anlamlı ve de karşındakini etkileyen sinyallerden ibarettir.[1289]

Sinyal, Fransızca'dan alınmış olup işaret, alamet, nişan ve sembol anlamlarını taşıyan bir kelimedir. [1290] Sinyaller iki çeşittir: Şayet sinyal, doğal olarak meydana geliyorsa buna işaret; insanlar tarafından üretiliyorsa buna da, sembol adı verilmektedir. Gök gürültüsünün, yağ­mura; köpeğin havlamasının da, onun ısıracağına doğal bir işaret olarak kabul edilir. Bu gibi olaylarda her tür işaretin belli bir anlamı vardır. Bu anlamlarla, uyarıcıların birbirleriyle olan ilişkileri önceden bilinmektedir.[1291]

Sinyallerin insanlar tarafından üretilenlerine sembol denildiğini söylemiştik. İnsanlar, anlamlarla yükledikleri sembolleri iletişimde araç olarak kullanmışlardır. Bu semboller, bir resim, bir ses veya bir işaret olabilir. Sembol, “duyularla ifade edilmeyen bir şeyi belirten somut nesne veya işaret” [1292] anlamını taşıdığına göre “resim”, sembol olarak değerlendirilebilir. Zira bilim adamları yazılı ifadenin yerine yazısız re­simleri sembol olarak tanımlıyorlar: “Yazısız resim, bir nesneyi İşaret ettiği gibi bir olayı da ifade edebilir. Bir bakıma modern bir resim dili. Belki de 20 yüzyılın hiyeroglifi/yazısıdır” [1293] Örneğin bir çadır resmi, kamp yerini; uçak resmi hava alanını; kurukafa, tehlikeyi; makas ile tarak, berberi; telefon ahizesi orada telefon etme fırsatının olduğunu gösteren birer yazı niteliğini taşır.

Resim dili, yerine göre yazı diline oranla büyük avantajlara sahip­tir. Resimlerin ifade ettiklerini yazıya dökecek olursak, etrafımız tabe­lalarla dolup taşar. Mesaj birkaç dilde olup; yazılarda da büyük punto kullanılırsa, bu sıkıntı daha artar. Ayrıca resmin çok daha pratik oldu­ğu açıktır.

Semboller, telefon ahizesi, yatak, fincan gibi herkesin bildiği tabiî şeylerden olabiiir. Bunlar kolaylıkla anlaşılır. Bazıları da trafik işaretleri gibi soyut işaretler olduğundan anlamları düşünülerek çıkarılamaz. Onların ezberlenmesi gerekir. Yazısız resimler, hayata yakın olmalıdır. Zira resim, herkesin rahatlıkla anlayabileceği evrensel bir dildir. [1294] Çünkü her resim bir nesneyi veya canlıyı nitelikleriyle görüntülemekte ve onu tanıtmaktadır.

Yeryüzünde iletişim aracı olarak kullanılan ıslık, davul çalma, el çırpma, el, yüz, göz hareketleri de değişik yörelerde değişik anlamlar­da kullanılan sembollerdir.[1295]

Sinyallerin veya bunların çeşitlerinden sayılan sembollerin, iletişi­me katılanlar tarafından ne anlam ifade ettiklerinin bilinmesi şarttır. Zira sembol, anlamı kesin olarak tanımlanmış işaretlerdir. [1296] Örneğin trafiğe katılacak bir insan, trafik işaretlerini öğrenmekle yükümlüdür, adece bu yetmez, hangi toplum içinde yaşıyorsanız o ülkenin sem­tlerini ve onların taşıdıkları anlamları da bilmeniz gerekir. Çinli bir memura imparatordan ipek iplik gelmişse, bununla kendisinin asıl­ması İstenmektedir. Adı geçen memur, başka bir yoruma sapmadan onu boynuna takar ve kendini asar. Zira bu memur, bu sinyalin sosyal açıdan tespit edilmiş manasına ayarlanmıştır.[1297]

Sembollerle ilgili bir iki hususa dikkat çekmeden geçemeyeceğiz. “Dil kullanma yeteneği, tecrübe ile ilgili bir şeyi sembollere aktarma ve sembolik araç vesilesiyle tecrübeyi paylaşma yeteneği demektir. “[1298] Sembolleri kullanmak ve geçmiş tecrübelerden istifade etmek, insana ait bir olgudur. Hayvanlar, işaretlere cevap vermeği öğrenebilmekte, tiz bir ses gibi bir tehlike işareti, hayvanı kaçmaya ve saklanmaya sevk edebilmektedir. Fakat bir tehlike sembolü, onun için bir anlam taşıma­maktadır. Susanne Lannger, “işaretlerin ilan ettiğini, sembollerin ise hatırlattığını” ifade ederek hayvanların yemek, cinsellik veya tehlikeyi, işa­ret eden sesleri çıkarıp algılayabileceğine; ancak yemeğin mahiyeti üze­rinde düşünüp perhiz yapmanın iyi bir fikir olabildiğine karar veremeyeceğine işaret etmiştir. [1299]

Konuya Kur'ân açısından bakacak olursak iletişim, evrenin ve ev­renin bir parçası olan dünyanın ve canlıların yaratılması ile başlar. Bu iletişim, Allah ile yarattıkları ve yarattıklarının kendi aralarında vuku bulur.

İletişime “Allah-insan”, “Allah-canlılar”, “Allah-cansızlar”, “insan-insan”, “insan-hayvan”, “hayvan-hayvan” iletişimi açısından baktığı­mız zaman iletişim işlemi, hayatın hemen hemen her alanına yeni bir yorum getirebilecek bir geçerlilik kazandıracağı açıktır. İletişim eylemi­nin bu olağanüstü özelliğini ve niteliğini ortaya koymak üzere -aşağı­daki şekilde- çok daha kapsamlı bir tanım yapmak daha doğru ola­caktır:

“Bir gönderici tarafından öte yandaki'bir alıcı üzerinde belli bir etki yaratmak amacıyla, adına “gösterge” denilen anlam yüklü birim­lerden yararlanarak, karşı tarafa belirli bir bildiri ulaştırılması eylemine”[1300] iletişim veya bildirişim denir.

Özcan Başkan'ın dediği gibi[1301] insanlar, dil aracını kullanarak bir­birleriyle konuştukları halde yine de anlaşmakta güçlük çektikleri gö­rülür. Bu demektir ki “bildirişim denilen şey sıradan bir dil kullanımın­dan öte bir şeydir. Halbuki hem Allah ile evren, hem hayvanlar ve bit­kiler dünyasında, hem insanlar arasında ve hem de insan fizyolojisin­de sürekli bir iletişim işlemi dengeli bir durumda gerçekleşmektedir. Buna göre iletişim, insan, dışı ve insan kökenli olmak üzere iki grupta incelenebilir:

1. İnsan dışı iletişim;

2. İnsan kökenli iletişim.

Şimdi bu iletişimin bu iki çeşidini biraz açalım. [1302]

 

3.2. İletişim Çeşitleri

 

Dilbilimci Özcan Başkan, iletişimi, bir başka açıdan tasnife tâbi tutarak onu, “insan-dışı” ve “insan-kökenli iletişim” diye iki yönden ele alıp, insan dışı iletişimi de “organizma dışı” ve “organizma içi” ileti­şim şeklinde iki kısma ayırır.” Organizma dışı” iletişimle, hayvanlarda ve bitkilerdeki iletişimi; “organizma içi” iletişimle de canlı vücudunda­ki genler, hormonlar ve sinirler arasındaki iletişimi verir.[1303]

 

3.2.1. Organizmada İletişim

 

İnsan kökenli iletişimle, canlılar ve cansızlardaki iletişim üzerinde durulacaktır. “Organizma içi” iletişim denilince genler, hormonlar, si­nirlerimiz ve bedenimizdeki iletişim anlaşılır. Bedenimiz, ruhumuzun dilidir. Ruh, duyuların yardımı olmaksızın bilgi edinebilir. Ancak onu bedenden ayrı düşünmek mümkün değildir. Biz ne isek bedenimiz sa­yesinde oyuz. Ruhumuza, ait bütün duygular, heyecanlar, arzular be­denimiz sayesinde kendilerini ifade edebilirler. Böylece bütün bilgileri­mizi duyular vasıtasıyla elde ederiz.[1304]

Derimize ve bedenimizin iç kısımlarına yayılmış sinir hücreleri, bazı görevler yüklenmiştir. Duyu hücreleri adı verilen bu hücreler, görme, işitme, tat alma, koklama, hissetme gibi eylemlerle iç ve dış çev­renin durumu hakkında bize bilgi verirler. Her duyu hücresinin tepkide bulunduğu enerji çeşidi farklıdır: Kimisi ısıya, kimisi basınç ve hare­kete, kimisi ses dalgalarına, kimisi de, kimyasal yapıya seçici tepkide bulunur. Beyin, bu duyu girdiieriyle iç ve dış çevre hakkında bilgi sahi­bi olur.[1305]

İnsanlar, uygarlıkları büyük ölçüde görme ve işitme organları üze­rine kurmuşlardır. Bunlar olmasaydı en önemli aracımız olan dil, gös­terdiği etkinliklerin hiçbirine ulaşamazdı. Diğer duyu organlarımızın da bir an olmadıklarını kabul edecek olsak; sıcağı, soğuğu, yumuşağı, serti, tabiatın kokusunu, yiyeceklerin tadını nereden alacaktık. [1306] De­mek oluyor ki, duyuların olmadığı yerde hayatın hiçbir anlamı yoktur. Ancak herhangi bir duyu kaybedilmeden işin farkına varılamıyor. Bun­dan dolayıdır ki Kur'ân, insanın Allah tarafından yaratılıp; kendisine düşünme yeteneği (kalp), görme ve işitme duyularının verildiğini ha­ber vererek; karşılığında şükredilmediği; yani farkındasızhk konusun­da sitemde bulunur.[1307] Kur'ân'da ayrıca insanın dünyaya bir şey bil­meyen varlık olarak geldiğine, bilgilenmek için kendisine işitme, gör­me organlarının ve düşünme yeteneğinin verildiğine vurgu yapılarak hem bu duyular ve düşünme yeteneğinin önemine hem de bu duyu­ları yaratana şükrün gerekliliğine işaret edilir.[1308]

Allah'ın bize verdiği bu duyularla biz bir taraftan çevreden bilgi toplayıp; bunların, hoş ve nahoş taraflarını tespit ederek dünyaya kar­şı kendi ihtiyaçlarımız doğrultusunda bir tavır belirleriz. [1309] Diğer taraf­tan da hem kendimizi başkalarına iyi anlatır, hem de başkalarını anla­ma imkanını elde etmiş oluruz. Böylece yaşantımızı kendimize ve baş­kalarına anlaşılır kılmak, başkalarını da iyi anlamak beden dilinin işa­retlerinin bilinmesine bağlı olduğunu görürüz.[1310]

İletişime bu genel yaklaşımdan sonra hem organizmanın ihtiyaçlarını karşılama, hem de onu iç (hastalık) ve dış tehlikelerden korumayı amaçla­yan organizma içi iletişim konusuna değinmeden geçemeyeceğiz. [1311]

 

3.2.1.1. Organizma İçi İletişim

 

Organizma içi iletişim denilince vücut içindeki sinir sistemi ve sinir hücrelerinin iletişimi akla gelmektedir.

Organizma içi iletişimi izaha bedende tehlike gibi görünen fakat aslında çok önemli bir haberci olan bir durumu örnek vererek başla­yalım. Organizmanın herhangi bir bölgesinde duyulan acı veya sancı o bölgenin rahatsız olduğunun mesajıdır. Böyle bir ağrının oluşu o böl­genin tedaviye ihtiyacının olduğunu haber vermekte ve oranın tahrip olmasını önlemektedir. Buna göre vücuttaki her ağrı, yararlı bir dildir.

İnsan zekası, yıldızlar alemini kavrayamadığı gibi insan vücudun­daki beyin ve sinir sistemini de henüz tam kavrayamamıştır. Bilimsel tespitlere göre sinir sisteminin bir parçası olan insan beyninde on üç milyardan fazla hücre vardır. [1312] Bunlar birbirlerine her birinin birçok koiu olan liflerle bağlanmıştır. Kendi aralarında birkaç trilyon kere bir­leşmeleri bu lifler sayesinde gerçekleşir. Bu sistem son derece karma­şık olmasına rağmen, bu olağanüstü sinir sistemi tamamen bir bütün olarak çalışır.[1313] Alexis Carrel'in dediği gibi “Makinelerin basitliğine ve hassas aletlere alışan biz gözlemcilere bu, mucizevî ve aşılmaz bir fe­nomen olarak kendini arz ediyor. “[1314]

Biyoloji, fizyoloji ve astronomi ilimleri, Kur'ân'ın “Biz onlara hem dış alemde, hem de kendi iç alemlerinde mucize (âyet)lerimizi göste­receğiz ki, Kur'ân'ın hak olduğu ortaya çıksın.[1315] Ayetiyle haber verdi­ği gerçeklere asırlar sonra ulaşabilmiştir. Aşağıda sunacağımız insan bedeninde gerçekleştirilen bilimsel buluşlar; örneğin İnsan beyninin ve sinir sisteminin işleyişine akıl erdiremeyiş, evrenin yaratılışı ve ilk maddenin henüz çözüiemeyişi, Allah'ın insandaki ve evrendeki muci­zeleridir. Ayrıca evrenin genişlemesi, [1316] başlangıçta bir tek kütleden Meydana gelmiş oian evrenin sonradan merkezî çekim yüzünden büzüşüp muhtelif noktalarda yoğunlaşarak nebula, gaiaksi ve güneş sis­temlerine ve bunlardan da giderek yıldızlara, galaksilere ve onların uydularına ayrılması [1317]; güneş ve ayın yörüngelerinin bulunması [1318] ko­nusunun ilk habercisi de Kur'ân'dır. Kur'ân ifadesinden, O'nun gerçek oluşu iyice anlaşılıncaya kadar insan bedeninde ve ufuklarda bu tür buluşların devam edeceği anlaşılmaktadır.[1319]

“İnsan sinir sistemi, bedenin her yerine yayılmış olan ve her biri­nin birbiriyle ilişkisi bulunan bir elektriksel ve kimyasal iletişim ağı­dır.”[1320] Bu iletişim ağının anlaşılabilmesi için ilk düzeyde sinir hücrele­rinin işleyişine bir göz atmada yarar vardır. [1321]

 

A. Sinir Sistemi

 

Yukarıda tanımını vermiş olduğumuz sinir sistemi bir bütün ola­rak çalıştr. “Merkezî sinir sistemi” ve “çevresel sinir sistemi” olmak üzere de iki kısma ayrılır. [1322]

 

a. Merkep Sınır Sistemi

 

Merkezî sinir sistemi, insan bedeninin bütün görev ve davranışla­rını koordine ederek bunların bütün halinde çalışmalarını sağlar. Bu sistem beyin ve omurilikten oluşur. İnsan sinir sistemindeki nöronların çoğu, bu iki organda bulunur.[1323]

 

aa. Omurilik

 

Omurilik, refleks faaliyetleriyle ilgili giren ve çıkan sinir cereyanla­rını idare eder.[1324]

Omurilik, omurgalılarda beyin ve beyin sapıyla birlikte merkezî si­nir sistemini oluşturan ve soğan ilikten aşağı doğru omurga kanalı boyunca uzanan bir organ olan, beyinle çevre sinir sistemi arasında uyarı ve cevapların aktarılmasını sağlayan sinir liflerinden teşekkül et­miş olup; omurga kemiklerinin oluşturduğu kanal içinde yer alan ka­lınbir kabloyu andırır. Omurilikte, hem beyinden kaslara, hem de kaslardan omurilik ve beyne mesaj götüren sinirler bulunur. Omurilik­ten geçen nöronlar, vücudun çevresinde olup bitenleri beyne iletir,[1325]

Doğumundan sonra çocukta yeni hücreler oluşmaz. Yalnız kendi­sinde bulunan nöronlar, hem gelişir, hem de birbirleriyle iletişim ku­rarlar. Bu gelişme, çocuğa hatasız davranışı sağlar.[1326]

 

ab. Beyin

 

Beyin, omurgalılarda kafatası boşluğunun içinde yer alan ve mer­kez sinir sisteminin ön bölümünü oluşturan, yoğunlaşmış sinir doku­sunun adıdır. Duyular aracılığıyla alınan verileri birleştirip bütünleyerek, bu uyarılara yanıt niteliğindeki hareketleri yöneten, bu nedenle temel içgüdüsel etkinliklerde çok önemli bir rol oynayan beyin, üstün yapılı omurgalılarda aynı zamanda öğrenme merkezidir. Omurgasız­ların beyni, bir dizi sinir kordonunun ön ucunda kümelenmiş sinir hücrelerinden; omurgalıların beyni ise, omuriliğin ön bölümünün iyi­ce genişlemesinden oluşur,

Her hareketin temelinde son derece girift sinirsel süreçler yer alır. Beyinde oluşan sinirsel süreçler, belirli bir çizgi izleyerek kaslara ulaşır ve gözlenebilen davranışlar halinde dışa yansır.

Çevremizdeki olayların; üzerimizdeki giysiden kullandığımız eşyala­ra varıncaya kadar her şey, hatta konuşmanın, görme, işitme gibi du­yusal algıların, duyguianma, düşünme, hatırda tutma, sistemli hare­ketlerde bulunma gibi karmaşık eylemlerin, bilinç ve kilişiği meydana getiren yetilerin ve kullandığımız dilin arkasında hep insan beyni vardır. İnsan beyninin kapasitesini temsil edecek bir bilgisayarın yerküresinden daha büyük olacağı şeklinde bir hesap yapılmıştır. Bu bakımdan O'nun hakkında bildiklerimiz bilmediklerimizin yanında yok gibidir.[1327]

Normal insan beyni üzerinde deneysel araştırma yapmak mümkün değildir. Bu yüzden beynin işleyişi ile ilgili bilgilerimiz, hayvan üzerinde yapılan araştırma bulgularına; bir de trafik kazalarından sonra yapılan beyin ameliyatlarındaki gözlemlere dayanır. Örneğin beyin yaralanma­larında hangi organ fonksiyonunu yitirmiş ise o yaralanan bölge ile ça­lışmayan organ arasında ilgi kurulmaya çalışılır.[1328]

Gözlemler sonucunda beynin sol yarıküresinin, konuşma ve yaz­ma gibi dil davranışlarıyla ilgili olduğu anlaşılmıştır. Bu tespit, trafik kazasında beyni yara alan bir kişinin otopsisi sırasında yapiiabiimiştir. Ancak sağ yarı kürenin konuşma üzerinde bir fonksiyonu yoktur da denilememiş, aksine beynin, bir bütün olarak çalışma eğiliminde ol­duğu kanaatine varılmıştır.[1329] Ancak bazı bölümler, bazı işler için uz­manlaşmış olabilir.

Vücut bile bize son derece karmaşık ve her biri milyonlarca fert­ten teşekkül eden çeşitii hücre ırklarının muazzam bir topluluğu ha­linde görülür. Bu fertler, kendi İmal ettikleri kimyevî maddelerle besin­lerden gelen maddelerden yapılan sıvılar içinde yüzmelerine rağmen bu muazzam kalabalık bir tek varlık gibi hareket etmektedir.[1330]

 

b. Çevresel Sinir Sistemi

 

Çevresel sinir sistemi, duyu organlarını, kasları, iç salgı bezlerini ve iç organları omurilik ve beyinle ilişki haline sokan nöronlardan meydana gelir. Bu nöronlar, merkezî sinir sistemine bilgi getirirler ve burada verilen kararları uygulanmak üzere kaslara sinirsel emirler ola­rak götürürler. [1331] Kısa da olsa sinir sistemi ve bu sistem içindeki hücre içi ve iç salgı bezlerindeki iletişime bir göz atalım. [1332]

 

ba. Sinir Sistemindeki İletişim

 

İnsandaki sinir sistemi, bedenin her yerini sarmış nörün ve glia adı verilen iki tür hücreden oluşur. Vücudu sarmış olan bu sinirlerin her birimi, birbirleriyle ilişki içinde bulunan elektriksel ve kimyasal bir iletişim ağını oluşturur.

Yaklaşık 1,5 kg ağırlığında bulunan beyin, sinir sisteminin bir par­çasıdır ve içinde 13 milyar civarında sinir hücresi bulunmaktadır.

Düşünme, hatırlama, algılama ve öğrenme gibi şuurlu davranış­ları içeren her türlü insan hareketinin temelinde nöron hücresi bulu­nur. Glia hücresinin henüz görevi belirlenmemiş; ancak nöron hücre­lerini desteklediği ileri sürülebilmektedir.[1333]

İnsan, sinir hücrelerinin tamamını bünyesinde bulundurarak dün­yaya gelir. Ölen bir nöron hücresinin yerine yenisi gelmez. Nöronlar, uyarıcının şiddetine göre harekete geçer ve şiddetin durumuna göre de nöronu devreye sokar.

Nöronlar, getirici ve götürücü olmak üzere iki gruptur. Getiriciler, duyu organlarında oluşan fiziksel enerjiyi, sinirsel enerjiye çevirerek beyne taşır. Götürücüler de beyinde oluşan mesajı kaslara ve salgı bezlerine ulaştırırlar. Getiriciler, dünyayı algılamaya, götürücüler de tepkide bulunmaya imkan sağlar. Getiricilerle götürücüler arasındaki bağlantı omurilikten sağlanırsa, uyarıcıya refleks olarak tepkide bulu­nuruz. Böyle bir davranış sürecinde düşünce bulunmaz. Bağlantı be­yin düzeyinde kurulursa hareketler, ifadeye bağlı olarak gerçekleşir.[1334]

Vücudumuzun herhangi bir yerine dokunan bir şeyin acısını du­yuşumuz şöyle gerçekleşir: Ayağımıza batan bir dikenin bilgisi, taşıyıcı hücreler tarafından beyne ulaştırılır ve bu olay orada acı biçiminde al­gılanır. Beynin vereceği ters yöndeki bir mesaj, götürücü sinirler tara­fından ayaktaki kaslara taşınır ve ayağın acı veren şeyden kaçırılması sağlanır. Bu ani hareket, refleks hareketi olarak ansızın ve bilinç dışı bir tarzda gerçekleşir.[1335]

Sinir sisteminin “merkezî sinir sistemi” ve “çevresel sinir sistemi” olarak iki kısma ayrıldığını, merkezî sinir sisteminin beyin ve omurilik­ten oluştuğunu, nöronların en yoğun olduğu bölgenin burası olduğunu, beden davranış ve görevlerinin bu merkez tarafından kontrol edildiğini; çevresel sinir sisteminin ise kasları ve bütün organları, be­yin ve omurilikle ilişki haline sokan nöronlardan teşekkül ettiğini; bunların merkezî sinir sistemine hem dış dünyadan hem de iç organ­lardan haber getirip burada verilen kararlan da uygulanmak üzere kaslara taşıdıklarını ifade etmiştik. Burada nöronlara da bir göz atma­da yarar vardır.

Getirici ve götürücü nöronlar, aynı sinir demeti içinde yer alır. Ge­tirici nöronlarda bir sakatlanma olunca ilgili organda duyum azalır, hatta bozulabilir. Nöronlarda yapısal bozukluk husule gelirse Parkinson hastalığı ve felç olayı gündeme gelir. Çünkü vücut yeni nöronlar üretmez.[1336]

Mide, karaciğer ve kalp gibi organlar, bizim isteğimize bağlı ola­rak hareket etmezler. Damarların hacmi, kalp atışları ve bağırsakların işleyişine etki etmek bizim gücümüzün dışındadır. Bu mahallî sistem­ler; derinin altına, kan damarlarının etrafına ve dokuların içine dağıl­mış sinir hücrelerinin küçük kümelerinden teşekkül ettirilmiştir. İç or­ganlarına otomatizmini veren birçok refleks merkezi vardır. Organ de­ğişikliği durumunda uyum sağlanırsa değiştirilen bu organ ilgili ref­leks merkezi tarafından harekete geçirilir.[1337]

 

bb. Hücre İçi Kalıtımsal Bildirim

 

Biyolojide hücre, canimin bütün özelliklerini taşıyan uygun şart ve or­tamda yaşamını tek başına sürdürme yeteneğine sahip temel yapıdır.[1338]

Hücre içi iletişim, hücre çekirdeği içerisinde bulunan, kromozomlardaki genler aracılığıyla yürütülür. Hücre içinde “kalıtımsal düğüm” denilen bölüm vardır. Burada Guanin, Adenin, Timin ve Stiosin mad­deleri bulunur. Hücre çekirdeğinde bulunan kalıtsal bilgiler, bir taraf­tan hücre içindeki çeşitli noktalara, bir taraftan da hücrelerin parça­lanması sırasında bir başka hücreye aktarılarak; anne ve babadan çocuğa oradan da yeni yeni kuşaklara ulaştırılmaktadır. Kalıtımla ilgili bilgileri taşıyan bu hücreler, bireyin kalıtımsal özelliklerini belirlerler.[1339]

 

c. İç Salgı Bezlerindeki Bildirim

 

Bu bezlerin salgıladığı bazı kimyevî madde/hormonlar, vücut için­deki çeşitli böigelere ulaşarak o organlarda belli etkilerde bulunurlar. Bunlardan en önemlisi sayılan “hipofiz guddesi”, beynin altındaki çok güvenli bir bölgeden tıpkı bir orkestra şefi gibi başka iç salgı bezlerini de belirli hormonlar aracılığıyla yönetmektedir. Bu tür bir iletişim sü­recinde en küçük bir aksamada, bazı anormallik durumları ortaya çık­maktadır.[1340]

 

3.2.1.2. Organizma Dışı İletişim

 

Yukarıda bazı bilim adamlarının organizma dışı iletişimle hayvan ve bitkilerdeki iletişimi kastettiklerini ifade etmiştik. Mukaddes metin­lerden hareketle buna Allah kökenli iletişim de eklenerek bunlar, “Al­lah Kökenli İletişim”, “Hayvan Kökenli İletişim” ve “Bitki Kökenli İleti­şim” şeklinde tasnif edilebilir. [1341]

 

A. Allah Kökenli İletişim

 

Kur'ân'a göre Allah, başta insan olmak üzere bütün canlı ve cansız varlıkları yaratması, erzaklarını verişi ve hayatlarını sona erdirişi, daha da önemlisi, insanlara [1342], hayvanlara [1343] ve yere göğe [1344] vahyedişi açıla­rından her biriyle iletişim halindedir.[1345]

Allah, canlılar içinde özellikle insanla olan iletişiminde biri sözlü, di­ğeri sözsüz olmak üzere iki çeşit haberleşme aracı kullanarak meramını onlara anlatır. Sözlü dil için insan dili, sözsüz dil için de tabiat âyet (işaret)lerini kullanır. İnsan da, sözlü dile karşılık kendi dilini; işaret diline karşılık da vücudunun hareket ve işaretlerini kullanarak meramını anla­tır. Her iki durumda da konuşmayı Allah başlatır. İnsan da, Allah'a ce­vap verme durumunda kalır.[1346]

Kur'ân'a göre Allah, insanla konuşmak istediği zaman hem elçile­ri vasıtasıyla âyetler gönderir, hem de tabiatta âyet (Allah'ın varlığını ve gücünü gösteren âyet ve işaret)ler yaratır. Bu iki âyet arasında fark gözetmez. Sonuçta her ikisi de Allah'ın âyetleridir.

Buna göre vahiy, Allah'ın konuşmasının sadece bir bölümüdür. Diğeri ise bizim yağmur, rüzgar, göğün ve yerin yaratılışı, gecenin ve gündüzün değişmesi gibi tabiat olayları diye adlandırdığımız şeyler­dir. Bunlar basit bir tabiat olayı gibi değerlendirilmeyip, bir işaret, bir sembol kabul edilmelidir. Nasıl ki yola dikilen işaretler, yolcunun göz­lerini bu işaretlerden ileriye yönlendirmekte ise; evrende yer alan her türlü madde de, gözlen kendisinden öte bir istikamete yönlendirmek­te ve bu işaretler akla hitap etmektedir. [1347] Günümüzde önemli bir bi-im dalı sayılan “Gösterge Bilim” (semiyoloji)in konusu olan bu âyetler ve vahiyle gönderilen sözîü âyetlerle Allah'ın konuşması, bir başka ça­lışmada ele alınacağından burada iletişime bir örnek teşkil etsin diye kısaca üzerinde duruldu. [1348]

 

B. Hayvan Kökenli İletişim

 

Hayvanların kendi aralarında anlaşabildikleri, bir dillerinin olduğu tartışılamaz. Yalnız kullandıkları kendilerine has dillen onlara kalıtım yo­luyla geçmekte ve hemen hemen hiç değişmeden içgüdüsel bir biçim­de kullanılmaktadır. Hayvan dillen kendi içinde kapalı bir kutudur.[1349]

Kur'ân'da, hayvanların dillerinin varlığına net bir şekilde işaret edi­lerek Karınca ve Hüdhüd'ün konuşmalarından pasajlar sunulmuş [1350] ve Süleyman (as)'a kuşdilinin öğretildiği ifade edilmiştir.[1351]

Günümüzde hayvanların da bir dilinin olduğu kabul edilmiş ve bu konuda yoğun çalışmalar başlatılmıştır. Bu arada hayvanlara insan dilinin öğretilmesi yolundaki çabalar terk edilerek onların dilinin öğre­nilmesine yöneliş artmıştır. Örneğin maymunların eğitim görseler bile İnsan diline yaklaşan bir bildirişim türüne geçememekte oldukları is­patlanmıştır. [1352] Bu konu da başka bir çalışmada ele alınacaktır. [1353]

 

C. Bitki Kökenli İletişim

 

Erkekli dişili yaratılan bitkilerin de [1354] kendi aralarında; en azından tozlaşma yoluyla iletişim kurdukları bilinmekte ve bu konularda yo­ğun çalışmalar yapılmaktadır. Dilci Özcan Başkan bitkilerdeki iletişimi organizma dışı iletişim grubuna dahil etmiştir.[1355]

 

D. İnsan Kökenli İletişim

 

İnsan kökenli iletişim sözlü ve sözsüz iletişim olmak üzere iki kıs­ma ayrılır. İletişimin en verimli biçimi sözcükleri kullanmak ise de ileti­şimimizin büyük kısmı, sözcüklerin anlamlarına bağlı değildir. Ses yüksekliği, ton ve hız gibi iletişime katkıda bulunan bazı sözel olma­yan etkenler de vardır, İnsanlar ses perdelerini yükseltip alçaltarak ve sözlerinin bazı noktalarını vurgulayarak sözcüklerin, sözcük anlamla­rında bulunmayan duygulan, tavırları, istekleri de dile getirebilirler. Bir insanın konuşması, yüz ifadeleri ve jestlerle desteklendiği zaman söy­lenen sözün, belii ve açık içeriği dışında ek anlamlar da taşır. Hatta bakış tarzı, ne kadar uzun bakıldığı, başın nasıl sallandığı, karşıdaki insanlara bazı şeyler iletir. Konuşmada vurgulamaları belirten el-kol hareketleri, kıpırdamalar, hatta yürüyüş tarzı bile sözel iletişime katkı­da bulunur.

Buna göre insan iletişimi denilince sadece sözlü dil anlaşılmamalıdır. Her türlü anlaşma aracı olan eylem de, iletişim kapsamına girer. Biz bu çalışmamızda yerine göre sözden daha etkin olan beden dili üzerinde duracağız. Ancak şunu da belirtelim ki günlük yaşantımızda yeri olan her türlü işaretin, birer anlamı bulunduğunu; başka bir ifade ile bunların bir iletişim dizgesinin parçaları olduğunu müşahede ede­riz. [1356] Bu bakımdan işaret dili, beden dilinden çok daha kapsamlıdır. Hatta beden diline, işaret dilinin bir bölümü de diyebiliriz. Zira be­den, konuşurken işaretler kullanır. Bu İşaretler, yüz kızarmasından tu­tunuz da, ses tonuna ve ayakları yere vuruşa kadar her türlü hareketi içine alır. Bu hareketler, iletişim esnasında muhatapların duygularını açığa vurduğu için onunla ilgili olumlu ya da olumsuz tavırların belli olmasını sağlar. Böylece ya iletişimin iyi gittiğinin sinyallerini vererek kişileri rahatlatır veya aksini ortaya koyarak durum değerlendirilmesi­ne ve yeni tavır alınmasına yardımcı olur. Bundan dolayıdır ki beden dilinin, sosyal rolleri gösteren bir ayna olduğu kabul edilmiştir.[1357]

İnsan vücudu, karşılıklı ilişkilerde hemen her organıyla dışarıya bazı işaretler verdiği için her insan, beden dilini çok etkili bir şekilde kullanmaktan kendini alıkoyamaz ve hatta kelimeleri kontrol ettiği gi­bi bedeni kontrol edemez. Zira beden, olaylara karşı çok daha açık tepki gösterir. Düşüncelerimizi çoğu zaman kelimelerin arkasında giz­leyebiliriz. Ama beden dilimizi gizlememiz mümkün olamaz. Onun için duygu ve düşüncelerin anlaşılmasında kelimeler değil, beden esas­tır.[1358] Demek ki anlamlar, sadece zihinlerimizde değil, eylemlerimizde de bulunurlar. Max Weber; İnsan hareketlerinin, açık bir metin olarak görülebileceğini ileri sürer. [1359] İnsanların birbiriyle olan tüm etkileşim­leri anlam içeren pratiklerdir. [1360] Buna göre şöyle diyebiliriz: “İnsanın her türlü eyleminin, konuşma eylemi gibi bir bildiri içeriği vardır.”[1361] Ancak iletişimde anlaşmayı kolaylaştıracak bazı prensiplere dikkat et­mek gerekir. [1362]

 

3.3. İletişimin Temel Prensipleri

 

İletişim, bir bilginin, bir kastın, her türlü işaret dizgesinden yarar­lanılarak bir zihinden başka bir zihne veya bir merkezden başka bir merkeze ulaşmasıdır.[1363]

İnsan, hareketlerini, tepkilerini, vücut dilini ve davranışlarını kon­trol eden biyolojik kuralların egemenliği altındadır.[1364] O, sözlerle anla­tılan olaylar dışında duruş, hareket ve davranışlarla anlatılan olaylarla da karşı karşıyadır. Örneğin bir topluluğa hitap eden kimse, karşısın­dakilere ulaşamadığını ve onların konuşulanlara son derece isteksiz olduklarını hissedebilir. Dinleyicilerin ilgisini çekmek, onları kontrol al­tında tutmak ve onlara anlatılanları hissettirebilrnek için dikkat edil­mesi gereken önemli hususlar vardır. Bu hususlar, iletişim kurmak is­tediğimiz tek kişi için de söz konusudur. Bilindiği gibi iletişim, bir in­sanın diğeriyle sadece konuşması değildir. Konuşmanın tek başına ile­tişim olmadığını, dinleyicilerin bizden davranış ve hareketleriyle uzak­laştığını gördüğümüz zaman anlarız. İletişimde dikkate alınması ge­reken hususlardan bazılarını şöylece sıralayabiliriz: [1365]

 

3.3.1. İletişimi Kişiyle Yapmak

 

İletişimde en önemli şart, verici ile alıcıdan her birinin, iletişim hat­tında ortak düşünce ve ortak paylaşım içinde olmalarıdır. [1366] Yoksa fizikî olarak bir arada olmaları bir anlam ifade etmez. O halde alıcı kişi me­saja hazır değilse iletişim tıkanır. Birisiyle iletişim kurarken iletişim kişi­ye değil, kişiyle olur. [1367] Bu, şöyle bir örnekle daha iyi anlaşılabilir. Birisi yaramaz çocuğuna nasihat etmeye başlar. Bu tam bir saat sürer. Bu süreçte konuşan, heyecanla konuşmakta; çocuk da, sakin bir şekilde dinlemektedir. Bir saate yakın bir zaman geçince çocuk aniden:

“Baba!”

“Efendim!”

“Tam 60 sinek öldürdüm,” der.

Bu, baba için tabiî olarak alnına sıkılmış bir kurşundan farksızdır. Meğer çocuk, babasının nasihat ettiği sırada yere tükürmüş üzerine konan sinekleri avlamaktadır.

Bu kişi, bir çocuk değil de büyük bir insan veya insan topluluğu da olabilir. İletişim anında bir tarafın aktif oluşu diğer tarafın ise, bu eyle­mi seyredişi, iletişimin gerçekleşemeyeceğinin ilk belirtisidir. İletişimden söz edilmek için her iki tarafın da ortak platformda ortak paylaşım için­de olmaları gerekir. Bunlardan birisi hattan çıkarsa iletişim sürdürüle­mez. [1368] Şunu da belirtelim ki iletişimde her zaman hata, vericide aran­mamalıdır. Alıcının da hazır olması ve iletişime ihtiyaç duyması gerekir. Kur'ân, iletişimde alıcının da, aldatma içerisinde olabileceği konusun­da şu ifadelerle uyarıda bulunur: “İnsanlar arasında öyleleri vardır ki, bilgisi olmayanları Allah yolundan saptırmak ve onu güiünç duruma düşürmek için (yol gösterici mesajlar üzerinde) kelime oyunu yapmaya kalkışırlar... Böyle birine mesajlarımız aktarıldığında sanki kulaklarında bir sağırlık varmış da onları hiç duymamış gibi küstahça arkasını çevirir. İşte ona (öteki dünyada) acıklı azabı haber ver. “[1369]

 

3.3.2. Başarılı Bir İzlenim Sergilemek

 

“İlk bakışta aşık olma”nın iş hayatındaki karşılığı, ilk izlenimdir. İlk izlenim, 30 saniyede oluşur. Bu süreyi şuurlu olarak kullanmak, karşı­mızdakiler üzerinde istediğimiz izlenimin doğmasına imkan verir.[1370]

Sözsüz iletişimde vücudumuzun konumu, görünümü ve hareketleri son derece önemlidir. Zira ilk algılarımızın oluşturduğu yargının, iletişim biçimimizde ve o kişiye atfettiğimiz değerde önemli rol oynadığı bilinir.

Bazen insanlar, hiç konuşmadan birbirferini izlerken o denli birbirleriy­le anlaşırlar ki; sanki onlar, karşılarındakilere konuşan iki varlık olmaktan öte “hareketleriyle anlaşan bir canlı” oldukları intibasını uyandırabilirler.

Birçok araştırmacı, sözel kanalın, bilgi aktarmada sözel olmayan ka­nalın da kişiler arası tavırların aktarılmasında kullanıldığını, bazı durum­larda da sözel mesajın yerini tuttuğunu; hatta daha etkin olduğunu ileri sürerler. [1371] Örneğin birbirine aşık olmuş iki kişiden biri diğerine öldürücü bir bakış atabilir, karşısındaki de hiç ağzını açmadan mesajını alır.

Toplum arasında darb-ı mesel haline getirilmiş olan “İlk gördü­ğümde vuruldum.”, “İlk görüşte kanım ısındı.”, “Bakışını sevmedim.”, “Duruşundan hiç hoşlanmadım.”, “Ben onu gördüğüm an işe yara­maz olduğunu anlamıştım.” gibi klişeleşmiş sözler, ve değerlendirme­ler, kişiler arasında gelişecek iletişimin temelini teşkil eder.[1372]

Beden dilinin ve bununla ilgili sinyallerin öğrenilmesi ve bilinçli ola­rak uygulanması, insanların birbirlerini iyi tanımalarına, ilişkilerinde da­ha samimi ve etkili olmalarına, dolayısıyla başkalarına karşı hoşgörüleri­ni geliştirmelerine yardımcı olur.[1373]

Başarılı bir izlenim bırakmanın ilk şartı, tutarlı olmaktır. [1374] Yapılan işlerde sözlerin birbirini tutması tutarlılığın ilk belirtisidir. Kur'ân, böy­le tutarsız kimseleri sert bir dille şöyie eleştirir: “Ey iman etmiş olanlar! Neden söyledikleriniz ile yaptıklarınız birbirine uymuyor? Yapmadığı­nız şeyi söylemeniz Allah nazarında en tiksindirici şeydir. “[1375]

İzlenim oluştururken tutarlı olunduğu kadar açık ve net olunmalı­dır. Daha da açığı iki taraflı bir görüntüye sahip olmamak ve kendi varlığımızı ortaya koyarak ayakta durmak gerekir.

Toplumda iyi bir intiba (izlenim) bırakmak en zor işlerden biridir. Hiç kimse, beklenmedik bir eylemden hoşlanmadığı gibi “bunu senden beklemezdim” diye de o harekete karşı tepkisini ortaya koyar. Tutarsız hareketler, vücut kaslarının gerilmesine, kan basıncının artarak çarpıntıların meydana gelmesine sebep olur. Kalbiniz çarpmaya başlar. Vücutta tepkileri oluşur.[1376]

En sevilmez hareketlerden birisi, denetlendiğinin farkına varmaktır. Gerçi tutarlı kişilerin bu tür eyleme karşı fazla sıkıntısı olmaz. Ama yine de rahatsızlık duyar. Yukarıda da ifade edildiği gibi iyi bir izlenim oluştur­manın ilk kuralı tutarlı olmaktır. Tutarsız insanlar daima kontrol altında tutulur. Bu da, hem kontrol edeni hem de diğerini son derece rahatsız eder. Zira tutarsız bir şahsın kişiliği ile uğraşmak da aynı oranda sıkıcıdır.

Her şahıs, kendisinde oluşan tabiat üzere hareket eder. Bu, Kur'ân'da “Herkes kendi şakilesine göre davranmaktadır. Bu durumda kişinin doğru bir yol tuttuğunu en iyi bilen Rabbinizdir.”[1377] Şeklinde ifade edilir.

Ayette geçen “sakile” benzerlik anlamına gelen “eş-şekl” kelime­sinden türetilmiştir. Sakile, adet, huy, görüş, mezhep, niyet, seciyye anlamlarına gelir. [1378] Buna göre herkes kendi mizacına uygun olan yol­da hareket eder. Hisleri doğrultusunda iş yapar. Kişi böyie yapınca doğru yol tutmuş olmaz. Bir davranışın bir fert veya topluluğun hisle­rine uygun oluşu, o davranışın doğruluğunun ölçüsü olamaz. En doğru hareket edeni Allah bilir.[1379]

Kur'ân'da doğruluk örneği olarak takdim edilen Hz. Muhammed [1380], bu dürüstlüğünü, “Emrolunduğun gibi doğru ol!”[1381] emri doğrultusunda hareket etmesinden alır. Hiçbir kimsenin kişilik özelli­ği, yaratılışından iyi veya kötü değildir. Dürüstlüğe ve eğriliğe dair huy, insanlarda belli bir yaşa geldikten sonra oluşur. İnsan yaratılışta, iyilik ve kötülüğe eşit seviyede tutulmuş; ancak iyiliğin iyilik, kötülü­ğünde kötülük olduğu kendisine ilham edilmiştir. [1382] Bundan sonrası kişinin ailesi, çevresi ve eğitimi ile ilgilidir.

Bu bilgiler ışığında herkes kendisini analiz yapabilir. Bunu yapar­ken öncelikle yüzümüzü tahlil etmeliyiz. Acaba normal hali nasıldır? Çatık mı, nötr mü, yoksa mütebessim mi?

İzlenimlerin önemli bir bölümü, tavırlardır. Başkalarına karşı han­gi özelliklerin yansıtıldığı ve bunların neden öyle yapıldığı bulunmaya çalışılmalıdır. Sizin yansıttığınız tutum ve davranışlar bir tarafa; hakkı­nızda yürütülen fikirler, karşınızdaki öyle düşündüğü sürece geçerli ola­cağından sizin hakkınızda söylenenleri dikkate alıp yakın arkadaşları­nızdan adil bir değerlendirme sağlamalısınız. Açık fikirli olunurken sa­vunucu konuma düşülmemelidir.

Gerçekten oynadığınız her rol için ayrı bir kişiliğiniz olabilir. An­cak maksat, başkalarının sizi algılamasını istediğiniz kişiliği geliştirmek olmalıdır. Başkalarını taküttense kendi yetenek özelliklerimizi yükselt­mek sağlıklı olanıdır. Kendimizi aslında olmadığımız gibi göstermeye çalıştığımız zaman bu hemen ortaya çıkar. Eğer değişik bir izlenimini­zin olmasını istiyorsanız, özelliklerinizin mantıklı olmasına dikkat et­meniz gerekir. İyi bir izlenim bırakmanın en önemli kuralı, kendiniz olmanızdır.

Çevrede iyi intiba bırakmanın bir başka kuralı da, hareketlerimizi uyumlu bir hale getirmektir. Bu yönlü hareket, insanlarla uzlaşmayı ve an­laşmayı kolaylaştırıp; bize birbirimizi daha iyi anlama imkanı sağlar. Kaldı ki iletişimin en sağlıklı olanı, birbirimizi anlamak için yapılan iletişimdir. [1383]

 

3.3.3. İletişimi Karşıdakini Anlamak İçin Yapmak

 

İnsanlar, karakter, güç, bilgi, sosyal statü ve servet açısından birbi­rinden farklı yaratılmıştır.[1384] Böylece herkes, kendisinde sonradan oluşan karakter yapısına göre davranabilir. [1385] Buna göre kendimizden farklı bir dünyanın insanını; farklılıklarını görerek ve onu olduğu gibi kabul edip, onun dünyasını iyi kavramaya yönelmeliyiz. Yoksa ilişkiler sırf bilgi alışverişi için kurulursa iletişim sıhhatli olmayabilir. İletişim, bil­giden ayrı unsurları da bünyesinde bulundurmaktır. [1386] Karşıdakini an­lamak bunun en önemlilerindendir. [1387]

 

3.3.4. İletişimde Bütünlük Sağlamak

 

İletişim kurduğunuz insana karşı niyetiniz, sözünüz ve hareketle­riniz, bir bütünlük arz etmelidir. Ağzınızın karşınızdakine konuştuğu anda vücudunuzun ona ne söylediğine dikkat etmelisiniz. [1388] Yani ko­nuşurken bütün beden, konuşulan sözlere eşlik etmelidir. Aksi halde iletişim, şaşı insanın yoî göstermesine döner. Şöyle ki, birisi şaşı bir ada­ma yol sorar. Şaşı da tabiatı gereği elleriyle yolu gösterirken gözleri bir başka yöne bakmaktadır. Yol soran, şaşının gözlerine bakınca, şaşı haklı olarak şunları söyler:

“Beyefendi! Elime bak elime! Gözüme ba­karsan dünyadan çıkarsın.”

Böylece çalışmamızın üçüncü bölümüne gelmiş bulunmaktayız. Burada “Kur'ân'da Beden Dili” konusu işlenecektir. Bu konuyu temellendirebilmek için dile araç olarak kullanılan bedenin, birçok yönüyle tanıtılması gerekliydi. Bu bakımdan buraya kadar verilen bilgilerle ile­tişime temel teşkil eden bedenin yetenekleri, ona ait davranışlar, bu davranışların kaynağı, sebepleri, insan davranışlarının gelişim süreci; bütün bunların sonucunda öğrenilen beden dili, bu dilin tarihsel sü­reci, mahiyeti ve bu dille iletişimin bütün boyutları üzerinde duruldu. Bu bölümde Kur'ân'da geçen vücut organları ve bu organlara ait davranışların anlamlandırılışı, ayrıca beden dili unsurlarından sayılan oturma, kalkma, yürüme vs. ile ilgili davranışlar üzerinde durulacaktır. [1389]

 

3- KUR'ÂN'DA BEDEN DİLİ

 

Beden dilinin, insanlığın tarih sahnesine çıkışı ile birlikte yerine göre sözlü dile eşlik ederek yerine göre de sözlü dil yerinde kullanıla­rak insanlarla anlaşma ve duyguları paylaşmada en temel araç olarak süregelmiş olduğunu ve bunun en büyük delillerinden birinin de; beden'in, Tevrat, İncil, Zebur ve Kur'ân gibi ilahî kitaplarda mesajlara araç olarak kullanıldığını ifade etmiştik.

Baştan sona bir mesaj olma özelliğini taşıyan Kur'ân'ın maksadı, getirdiği ilahî mesajı en iyi bir biçimde anlatmak, açıklamak ve bu mesajlar karşısında İnsanların, gerek sözlü gerekse bedensel işaretler­le cevabî mesajlarını tespit ederek iletişimin en mükemmel şeklini kul­lanıp bildirişimdeki verimi artırmaktır.

Kur'ân, yerine göre ilk muhatapları Arapların ilahî mesaj karşısın­daki davranışlarını baz almakta; yerine göre de kıyamete kadar gele­cek insanların Kur'ân mesajına karşı takınacakları tavırları sergileyerek insan psikolojisini ortaya koymaktadır.

Kur'ân, bu gaye ile konuşmanın anlamsız olduğu yerde hem be­den dilini kullanmış [1390], hem de kullanılmasını önermiştir. [1391] Bunun dışında ilahî mesaj karşısında olumsuz bir insanın bedensel tepkisini [1392]; iyiliğe karşı bedenin olumlu [1393]; istenmeyen bir olay [1394] veya davranış[1395] karşısında da bedenin olumsuz tavrını vermekte, duyguların açıklanmasında be­den dilini kullanmakta [1396] ve yerine göre de “anlatım jesti” [1397] ve “sosyal jesti”[1398] sunarak mesajın en iyi biçimde anlaşılmasını sağlamaktadır.

Bütün bunlara ek olarak da Kur'ân, bedenin duruşu, oturuş şekil­leri, kalkış ve yürüyüş biçimleri, baş, yüz, alın, kaş, göz, ağız, dudak, omuz, sırt, el, kol, bacak ve ayak gibi organların, ilahî mesaj esnasın­daki davranışlarını anlamlandırarak mesajlara araç olarak kullanır. Hatta beden dili sınıfına sokulan ses tonlarının en ince noktalarına varıncaya kadar; susma da dahil bütün iletişim araçlarını kullanır. Şimdi bunları tek tek örnekleriyle birlikte vermeye geçmeden önce işa­ret anlamını taşıyıp beden dili ile ilgisi olan kavramları daha sonra da bu dilde işaretlere araç olan kalp; baş, yüz, kaş, göz, el, ayak vs. gibi organları tek tek ele alarak inceleyeceğiz. [1399]

 

1. KUR'ÂN'DA BEDEN DİLİ İLE İLGİLİ KAVRAMSAL ALAN

 

Yukarıda sinyal'in hem işaret hem de sembol anlamına geldiğini söylemiştik. Kur'ân, sinyalin hem işaret hem de sembol anlamını taşı­yan; beyân, alâmet, eser, şe'âir, âyet, işaret, remz, savm ve vahy kav­ramlarını, işaret anlamını ifade edecek biçimde kullanmıştır. Şimdi bu kavramları tek tek ele alarak ifade ettikleri anlamları vermeğe çalışalım. [1400]

 

1.1. Beyân

 

Bu kelime, byn kökünden türemiştir. Ortaya çıkmak, açık seçik ol­mak ve açıklamak anlamına mastar veya isimdir. İstılahi olarak “içte olan bir şeyi ifade etmek”, “bir şeyi açıklamak” anlamını taşır. Açıkla­mada söz, yazı, iş veya işret vs. ile olur. [1401] Bu anlamlar, “O (Allah), insana beyânı, (maksadını açıklamayı) öğretti.”[1402] âyetiyle temellendirilir. Bu kelime Kur'ân'da değişik türevleriyle 527 yerde geçer.

Beyân kelimesini dil bilim alanında ilk defa ele alan [1403] Cahız (v. 255/868) bu konuda “el-Beyan ve't-Tebyin” adlı eserinde beyan sözcü­ğünün tanımını “sana anlam peçesini aralayan ve gizlilik üzerindeki perdeyi kaldıran kapsamlı bir isimdir” şeklinde bir tanım yaptıktan son­ra, el-baş, kaş, göz işaretini, kılıcı ve elbiseyi havaya kaldırarak işareti; işi ve her türlü görüntü, durum ve tavrı, beyan sözcüğü anlam alanına so­karak beyânfişaret” sözcüğü ile eş değer sayar. Bu arada anlamaya ve anlatmaya kendisi ile ulaşılan her şeyi beyan kabul eder.[1404]

 

1.2. Alâmât

 

Alâmât, alâmetin çoğuludur. İşaretler, izîer, nişanlar anlamına gelir. Aslında alamet, yitik aramak için sahralara dikilen şeye denir. Alem, alâ­met aynı anlamda kullanılmıştır. Yüksek dağa da bu isim verilmiştir.[1405]

“Alâmât” kalıbı Kur'ân'da bir yerde “ve daha nice işaretler (söz ge­lişi) yıldızlar (ki onlar)la da insanlar yollarını bulurlar”[1406] şeklinde geçer.

İmam Şafii, bu âyetten hareketle Allah Teâlâ'nın İnsanlar için bir­çok işaretler yarattığını, Mescit-i Haram'ı da dinine bir nişan olsun di­ye bu maksatla diktiğini, bazı ibadetler için oraya dönmeyi, bazıları için de bizzat oraya varmayı emrettiğini, o yöne dönmenin de bir işaret olduğunu, insanı Ka'beye yönlendiren işaretlerin de akıllarla anlaşıla­bileceğini ifade ederken[1407] Allah'la insanlar arasında işaret diünin bol­ca kullanıldığına dikkat çekmiş olur.

İmam Şafii yine bu âyetteki “alâmât” kavramını biraz daha açarak, dağların, gecenin, gündüzün, rüzgarların, güneşin ayın, yıldızların işa­ret olarak dikildiklerini ifade eder. Bunların, doğdukları battıkları ve buİunduklan yerlerden hareketle yönlerin tayin edilebilmesi, yolların bulu­nabilmesi için dikilen işaretler olarak alır. [1408] Bilindiği gibi insanlar tecrü­beleriyle çeşitli yönlerden esen rüzgarların fayda ve zararlarına işaret ederek onların da zaman zaman bazı işaretler taşıdıklarını seslendirirler. [1409]

 

1.3. Eser, Âsâr

 

“Eser” bir şeyin kalıntısı, iz, alâmet, işaret, nişan, bir şeyin izini sürme, bir şeyde iz bırakma anlamlarına gelir. Çoğulu, “asâr”'dır. Asar, a'lam anlamında da kullanılmıştır. [1410] A'lam, bayraklar, sancaklar, sınır işa­retleri, yüksek dağlar, özel isimler, kabile başkanları, demektir.[1411]

Bu sözcük, Kur'ân'da “eser” şeklinde tekil olarak üç yerde: “yüz­lerindeki secde izinden Müslümanları tanırsın” [1412], “elçinin izinden bir avuç alıp”[1413] “onlar benim peşimdeier”[1414] şeklinde kullanılırken; on beş yerde de çoğul olarak geçer ve genelde “izler”[1415], “işaretler”[1416] “arkalarından”[1417], “geride bıraktıkları iyi kötü izler/intibalar”[1418], “yeryüzünde derin izler” [1419]anlamlarında kullanılır.

Eser, kelimesi “iz” ve “belirti” anlamında kullanılınca geçmişlerin ge­ride bıraktıkları binalar ve eserler, onların güçlü olduklarının, buna rağ­men helak edildiklerinin, güçlerin oniara bir fayda vermediğinin işaretleri sayılmıştır. “Secde izleri” de, imanın, inananların hayat tarzlarındaki gö­rüntüleri ve yansımalarından ibarettir. Yüz, insan kişiliğinin en anlamlı parçası olduğundan Kur'ân'da çoğu kez kişinin “tüm benliği” anlamın­da kullanılmıştır. [1420] Mesela “Yüzünüzü Mescid-i haram'a çeviriniz.”[1421] “Yü­zünü Allah'a kim teslim ederse...”[1422] gibi âyetler bu anlamdadırlar. [1423]

 

1.4. Savm

 

Arapçada genel anlamda bir işten geri durmaya ve onu terk et­meye savm denir. Bu terk; iş, yeme, içme, yürüme veya konuşmada söz konusu olabilir. Bu bakımdan duran ata, sakinleşen rüzgara, su­san adama ve hatta işsiz kimseye, oruçlu denir.[1424]

Kur'ân'da 11 yerde geçen savm kelimesi, Meryem süresinde “sü­kut” anlamında kullanılmıştır.[1425] Adı geçen âyette Hz. Meryem'in “Rabbime oruç adadım.” sözünün hemen peşine “Hiç kimseyle ko­nuşmayacağım.” cümlesinin getirilmesi, bunun delili kabul edilmiş­tir.[1426] Diğer on yerde ise oruç anlamında kullanılmıştır.[1427]

Savm sözcüğü, hadislerde de müdahaleden geri durma anlamın­da kullanılmıştır. Peygamberimizin (sav) “Birisi kendisiyle kavga edip, kötü söz söyleyene ben oruçluyum desin.”[1428] Hadisinde geçen savm ke­limesi, hem fiilî hem de sözlü müdahaleden kaçınmayı emrettiği açık­tır. Bu durumda savm kelimesi, burada geniş anlamıyla kullanılmıştır.

Daha sonra üzerinde durulacak olan “sükut” sözcüğü, dinimiz­de iletişim aracı olarak kabul edilmiştir. Bir şey karşısında susuluyorsa ya o şeyin doğruluğunun ya da karşımızdaki kişinin konuşmasının is­tenildiğinin işareti anlamına gelir. Birincisine detil, Peygamberimizin sükutunun sünnet kabul edilmesi; ikincisine delil de “Allah'ın konuş­ması” konusunda ele alınacağı gibi insanlara içtihat yolunun açılma­sı için Allah'ın bazı konulardaki hükmünü koymaması, yani sükut et­mesidir. [1429]

 

1.5. Remz

 

Remz, dudakla işaret ve ima anlamında kullanılmıştır. [1430] Bu keli­me, Kur'ân'da bir yerde “Çocuğun olacağına işaret, üç gün boyunca yüz işaretleri dışında insanlarla konuşmamandır.”[1431] Şeklinde geçmek­tedir ve işaret dilinin kullanıldığına güzel bir örnektir.

Kurtubî, remz kelimesinin dudaklarla işaret anlamına geldiğini an­cak kaş, göz ve ellerle yapılacak işaretlerde de kullanıldığını söyler.[1432]

 

1.6. İşaret

 

Dilimizde de işaret anlamında kullanılan bu kelime, el, kaş ve gözle ima etmek anlamındadır. İşaret; baş, göz, kaş, el-parmak vs. gi­bi şeyferle yapılacağı gibi, işaret etme ve görüş bildirme anlamına da gelir. [1433] Kur'ân'da bir yerde işaret diline örnek olarak geçmektedir. [1434] Bunun örneği daha sonra verilecektir. [1435]

 

1.7. Vahy

 

Bu kavram üzerinde ilende “Allah'ın Evrenle İletişimi” konusundaki çalışmamızda uzun uzun durulacaktır. Ancak bu kelimenin kullanıldığı anlamlardan biri de işarettir. Meryem süresinde “Zekeriyya mabetten kavminin karşısına çıktı ve onlara akşam sabah Rabbinizin sınırsız yü­celiğini anın diye işaret etti.” [1436] Şeklinde bu anlamda kullanılmıştır.

Ragıb el-İsfahani vahy'in asıl anlamının “hızlı işaret” olduğunu, işa­ret ve tariz yoluyla konuşmayı da kapsamına alacağını söyler.[1437]

 

1.8. Şe'âir/Semboller

 

Şe'air sözcüğü, şa'irenin çoğuludur. Hissetmek, bilmek, düşün­mek anlamlarına gelen “şa'er” mastarından türetilmiş olup, adetler, törenler, işaretler, semboller anlamına geiir.[1438]

“Meşair”, şairin:

Baş, organları/meşair kendisinde yükselendir,

İki göz, iki kulak ona yolu gösterir.

Beytinde olduğu gibi organlar anlamına da gelmektedir.[1439] Aynı kök­ten gelen şiar kelimesi, üstünlük veren, işaret, adet, alâmet, ayırt edi­ci âdet; “şi'âru'l-kavm”, “şi'âru'l-harb” de kavmin ve harbin işareti demektir. Ezheri, (895/980): “Hac için kullanılan alanları ben sadece semboller olarak görüyorum” der. Gerçekten hac sembollerle dolu­dur. Arafat'ta duruş/vakfe, Kabe'nin etrafında dönüş/tavaf, Safa ile Merve arasında koşuş/sa'y, şeytanı taşlama/remy, kesilen kurban, Telbiye, hac ibadetlerinin hepsi; hatta Kabe, Safa, Merve, Arafat, Mina yani hac ibadetinin yerlerinin bütünü sembol olarak kabul edilmiştir.[1440]

Araplar, Safa ile Merve'yi, Allah'ın koyduğu bir semboi olarak ka­bul edip saygı duymuyorlardı. Bunun üzerine şu âyet indi ve Allah'ın koyduğu sembollere saygı duyma sorumluluğunu getirdi [1441] “Ey iman edenler, Allah'ın koyduğu (dinî) sembollere ve kutsal (hac) ayına, süs­lenmiş kurbanlıklara ve Allah'ın rızasını isteyerek Beyt-i Haram'a ko­şanlara karşı saygısızlıkta bulunmayın...”[1442]

Müfessir Fahruddin er-Razi (v. 606/1209)'ye göre, Allah'ın itaati­ne işaret olarak belirlenen vakfe, tavaf, sa'y, remy ve zebh gibi ibadet yerlerine sembol demek caiz görülmüştür. [1443] Örneğin Mekke'ye hediye edilen kurbanlık, sembol olarak isimlendirilmiştir. [1444] Zira o hediye olu­şuna dair birtakım işaretlerle belirlenmiştir.

Müfessirler, “şe'âiru'llah/Allah'ın sembollerinden kastın ne oldu­ğu konusunda ihtilaf etmiştir. Bazıları, “Allah'ın sembollerinden bir sembolün ve insanlara emrettiği farz/görevlerin ihlal edilmemesi” gö­rüşündedir. Buna göre Allah'ın kullarına yüklediği her türlü ibadet, özgün biçimiyle birlikte sembol kabul edilmiş olur. Hasan-ı Basri (v. 110/729), “Şe'airu'llah/Allah'ın sembolleri, O'nun dinidir.” sözüyle aynı görüşü paylaşırız, der. [1445] Biz de, aynı kanaatteyiz. Zira ileride Al­lah'ın kullarıyla konuşması konusunda da ele alınacağı gibi Allah, kullarına birtakım şeyleri yapmayı emreder, onlar da gâh “dua” gibi söz­lü dille, gâh “iman” gibi kalp diliyle, gâh “ibadet” gibi beden dilleriy­le Allah'ın isteğine cevap verirler.

Bazıları da şe'airu'l-lah'dan maksat Allah'ın hac ihramı için koy­duğu yasaklar olduğunu ve bunların ihlal edilmemesini anladılar, İbn Abbas'a göre, Mekke Müşriklerinin beyti tavaf ettiklerini, beytullaha kurbanlık adadıklarını, Allah'ın sembollerine saygı gösterdiklerini ve kurban kestiklerini görünce hacla ilgili bu işlerde Müslümanlar, onlara benzememek için bazf ihlallerde bulundular. Allah Teâlâ, “Allah'ın sembollerini ihlal etmeyin.”[1446] Ayetini indirerek”[1447] hacla ilgili her şeyin Allah'ın sembolü olduğu konusunda uyardı

Kanaatimize göre hacla ilgili belirlenen hem ibadetler hem de iba­det yerlerinin sembol oluşunda şüphe yoktur. Zira: “(O halde) unut­mayın! Safa ve Merve, Allah tarafından konulmuş sembollerdendir... “Mabede gelen birisinin onların arasında gidip gelmesinde bir sakınca yoktur.[1448] âyeti de bu konuda açıktır.

Hz. Hacer'in, Safa ve Merve arasında telaş içinde koşuşturmasının hatırasına, hacıların da, bu iki tepecik arasında hızlı adımlarla yedi kere gidip gelmeleri istenir. İslam'dan önce bazı putların orada dikilmiş ol­masından dolayı, ilk Müslümanlardan bazıları, cahiliye adetini andıran bu görevi yerine getirmede isteksiz davranınca yukarıdaki âyet nazil ol­du. Bu âyet, müminleri uyararak, bu sembolik anma eyleminin, cahiliyyeden çok önceleri konulduğunu haber vererek inananları rahatlattı.[1449]

Allah'ın itaatine işaret eden her şey, Allah'ın koyduğu semboller­dendir. Zira bunların hepsi Allah'a yakınlığı ifade eder. Allah Teâlâ bunlara saygı gösterilmesini şu ifadelerle ister: “İşte bunlar (akılda tu­tulmalıdır) Allah tarafından konulan simge/sembolleri saygıyla göze­ten kimse (bilsin ki bu simgeler gerçek anlamını inananların kalple­rimde Allah'a karşı taşıdıkları sorumluluk bilincinde bulmaktadırlar. Bu (simgeleri gözetmekte gösterilen bilinç ve duyarlılığın) size (O'nun farafından) belirlenmiş bir süreye kadar [1450] yararlı olacaktır; sonra bunda güdülen amacın ve varılan sonucun (tevhid inancını simgeleyen) en eski mescid (olduğunu anlayacaksınız...) Hayvanların kurban edilmesi­ne gelince, biz bunun sizin için Allah tarafından konulmuş simgeler­den biri olarak gördük ki, bunda sizin için nice yararlar vardır.”[1451]

Görüldüğü gibi Allah'ın koyduğu sembole saygı, kalplerin takva­sından sayılmıştır. Müfessirlerin birçoğu, saygı gösterilmesi istenen sembollerin, Allah'ın dininin işaretleri olan bütün ibadetler; özellikle “hacla ilgili ibadetler”le bu ibadet yerlerinin kastedildiğini ifade eder. [1452] Zamahşeride, hac ibadetlerinin kastedildiğini söyler.[1453]

Safa ile Merve arasında koşuşun ibadetle veya herhangi bir şeye sembol olmakla ne alakası olabilir? Bu alakayı belirtmeden önce şunu ifade etmek gerekir ki Safa ile Merve arasında koşmayı dile getiren âyet­ten önceki âyetlerde başa gelen musibetlerden söz edilirken böyle bir durumda Allah'a dönmenin ve sabra sarılmanın gerektiği vurgulanır. [1454] Bunun hemen peşine de Safa ile Merve arasındaki koşunun, Allah'ın sembollerinden biri olduğu ifade edilir. Bundan şunu anlıyoruz: Hz. Ha­cer'in ıssız çölde bırakılışi, onun şiddetli bir sınava tâbi tutuluşu, onun da adı geçen yerde çocuğunun ve kendinin susuzluktan kıvranmasın­dan dolayı o tarafa bu tarafa koşusu ve ilahî takdire sabredişi; sonra da bu sabır karşılığı zemzem suyuna kavuşturuluşu, belaya, sabra ve sabır sonucu mükafata hak kazanmaya örnek gösterilmiştir. Böylece Hz. Hacer'in, bu ıssız çölde tek başına kundaktaki bir çocukla bu sıkıntılara katlanarak Safa ile Merve arasında koşusu, O'nun anısına imanın ve sı­kıntılara göğüs germenin sembolü olarak koyulmuştur,

İbadet oluşu hususuna gelince, Fahruddin Razi'nin dediği gibi bura­da koşmak tek başına bir ibadet sayılmaz. Ama hac bir ibadettir. Bu da onun içinde bir bölüm olduğundan ibadet sayılır. [1455] Kaldı ki bunlar arasında koşuş, Allah'ın emridir. Allah'ın emrettiği bir şeyin ibadet olmasın­dan daha tabiî bir şey ne olabilir? İşaret dili açısından da, Safa ile Merve, burayı her görene ve burada koşana, belaya sabrın mükafatını ve Al­lah'ın, belaya uğrayan kimselere karşılığını vereceğini hatırlatmaktadır. [1456]

 

1.9. Âyet-Âyât-Âyeteyn

 

Âyet sözcüğü, Kur'ân'da tekil olarak (âyet) 86, çoğul kalıbıyla (âyât) 296, ikil kipiyle de 1 olmak üzere yaklaşık olarak 383 yerde geçmek­tedir. İşaret dilinde çok önemli bir kavram olan “âyet”, “eveye” kökündendir. Çoğulu, “ay” ve “âyâ”dır. Bu son şekle delil, şairin “velem yubkı haze'd-dehru min âyâtihi” “Bu çağ, seslerin ve toz toprağın dı­şında bir şey bırakmadı.” beyti getirilmiştir. [1457] Âyet sözcüğü şu anlam­larda kullanılmıştır:

1- Alâmet, işaret, nişan, iz, delil. [1458] Kur'ân'da, altmışa yakın yerde bu anlamlarda kullanıldığı görülür: “Geceyi ve gündüzü delil olarak yarattık.”[1459] Zekeriyya (as)'ın çocuğunun olacağına alamet üç gün işaretle konuşmasıdır.”[1460] Göklerde, yerde, ekin tarlalarında, üzüm bağlarında, bal arısında, her şeyin erkekli dişili çift yaratılmasında, güneşte, ayda, ayın devrelerinde, gece ve gündüzün değiş­mesinde... işaretler, nişanlar vardır”

[1461] âyetleri bunun örneklerin­dendir.

2- Sembol: Mekke'de semboller vardır. İbrahim'in makamı [1462] Safa, Merve [1463] ve kurbanlıklar[1464] bunlardandır.

3- Bir şeyin kendi zatı. Araplarda “âyetu'r reculi/adamın âyeti” deni­lince onun şahsı anlaşılır.[1465]

4- Bir şeyin bütünü. Arap “Harece'l-Kavmü bi ayatihim” sözüyle “Topluluğun hepsi çıktı. Geride kimse kalmadı.” anlamını kas­tetmişlerdir.[1466]

5- İbret, öğüt. [1467] Kur'ân'da otuzdan fazla yerde bu anlamda kullanıl­mıştır. [1468] “Salih'in devesini öldürünce onları azabın yakalaması, Nuh kavminin boğulmasında, kavminin kurtarılmasında, Lut kav­minin helakinde... ibretler vardır” [1469] gibi âyetler buna örnektir. Bi­lindiği gibi ibret, alınan ders, öğüt, şaşılacak şey, bakışların çevril­diği bir asıl, öğüt olması açısından tutulması gereken şey veya ib­ret alınıp; kendisinden dolayı iş yapılan öğüttür.[1470]

6- Mucize [1471] “Her türlü âyeti/mucizeyi getirsen de senin kıblene dön­mezler, “İsrailoğullanna mucize/âyetler geldi inanmadılar.” âyetle­rinde bu anlamda kullanılmıştır. [1472] Ayrıca çamurdan kuşun yaratıl­ması, gökten sofranın inmesi” [1473] vs. gibi olaylar da bu kabildendir. Kur'ân'da otuzun üzerinde yerde âyet, mucize anlamındadır.

7- Belge. “Talut'un hükümdarlığına tabutun gelmesi, Firavun'un bo­ğulduğu haberinin doğruluğunu ispat için cesedinin saklanması, Sebe kavminin haberine, Salih kavminin helakine de evleri belge olarak sunulmuştur.”[1474]

8- Mesaj: “Öğüt alacak bir kavim için âyet/mesajları ayrıntılı olarak açıkladık.”[1475] “O sizi bir tek nefisten (Adem'den) yaratandır. O (her biriniz için yeryüzünde) bir vade ve (ölümünden sonra) bir dinlenme yeri tayin etmiştir. Biz bu mesajları/âyetleri, hakikati kavrayabilecek insanlar için açık ve anlaşılır kılmaktayız.[1476] âyet­lerinde bu anlamda kullanılmıştır.

9- Yüksek bina [1477], tapınak [1478] “Her tepede cehalet eseri (putperestçe) anıtlar, tapınaklar (âyet) mi yükselteceksiniz?”[1479] âyetinde bu an­lamda kullanılmıştır.

10- Kur'ân âyetlerinden bir âyet. Bunlara âyet denmesinin sebebi, bir âyetin diğer bir âyetten ayrıldığına işaret olmasıdır. Ayrıca sanki âyet kendisinden başka bir şeye geçilen bir işarettir. Yol bulmak için yollara dikilen işaretlere de yol göstericilik yönüyle “âyet” de­nir. [1480] Ragıp el-İsfahani'nin(v. 502/1108) dediği gibi [1481] Kur'ân'dan her cümle, bir hükme işaret etmektedir. Bu yönüyle Kur'ân'daki her cümleye âyet denmesi daha makul olabilir.

Kur'ân'da âyet sözcüğü, bu anlamda yaklaşık 34 yerde geçmek­tedir.[1482]

Yukarıda görüldüğü gibi Kur'ân âyet sözcüğünü her ne kadar çeşitli anlamlarda kullanmış ise de netice itibariyle bu anlamların hep­si, “işaret” anlamında odaklaşırlar. Burada dikkatimizi çeken bir diğer husus da Kur'ân âyetlerinden her birine “âyet” denildiği gibi mucize­den tutun da tabiatta meydana gelen rüzgar, yağmur, bulut, gök gü­rültüsü, şimşek, yerin yeşermesi, kuruması, ağaçların meyve vermesi, hayvanların hareketleri, hayatlarını sürdürmeleri ve her türlü eylemle­ri; insanın, göklerin ve yerin yaratılışı; buralarda bulunan güneş ay ve yıldızlar, bunların doğduğu battığı yerler; dağlar, yollar, ırmaklar, de­nizler, denizde yüzen gemi; hasılı Allah tarafından yaratılıp da evren­de yer tutan her şey, âyet sözcüğü ile ifade edilmiştir. Hatta Aliah Teâ-lâ'nın kıble olarak belirlediği Kabe, dinin her türlü işareti, hac ibadet­leri, bu ibadetlerin yerleri, geçmiş toplulukların bıraktığı izler, harabe­ler, bir yerde âyet (işaret) bir yerde alamet (işaret, nişan), bir yerde şe'air (sembol), bir yerde de eser (iz, kalıntı) sözcükleriyle ifade edilmiş ve bunların hepsi Allah ile insan arasındaki iletişime araç kılınmıştır.

Allah insanlarla gerek söz, gerek sembol, gerekse her türlü işaretle iletişim ağı kurmuştur. Allah tarafından yapılan bu sözlü veya sözsüz konuşmaya insanlardan cevap, gâh sözlü, gâh işaret, gâh sükut, gâh bedenle istenmiştir. Bunların detayına bir başka çatışmamızda “Allah’ın Canlılar ve Cansızlarla İletişimi” konusunda girilecektir. [1483]

 

2. KUR'ÂN'DA BEDEN DİLİ: GENEL ÇERÇEVE

 

2.1. Beden: Ruhun Dili

 

Bir ressamın, portresini yapmak istediği kişinin yüz hatlarına, ancak o kişinin kendisinde uyandırdığı duyguları yerleştirdiği gibi, ruhsal ya­şamdaki her olayın da, insanı tanıma sanatını öğrenecek kişi tarafından yaşanması ve kendi iç dünyasına aktarılması gerekir. İnsanı tanıma sa­natını gerçekten öğrenmek isteyenler, insanın değerini kendi yaşantıla­rından ya da başka kişilerin ruhsal sorunlarını paylaşmaktan kaynakla­nan bir yaklaşımla sezip kavrayanlar [1484] ve kendisini önyargıya kaptırma­yanlardır. Toplumsal yaşamda bir insana ilişkin olarak verilecek önyargı­larda hataya daha çok yer vardır. Bu bakımdan insanı tanımak için ön­yargıdan uzaklaşarak onunla ilişki kurup, onu kendilerinin bir parçası saydıkları zaman daha iyi anlarlar. [1485] Böylece bireyde karakteri yansıtan davranışları değerlendirirken hatayı en aza düşürmüş olurlar.

İnsanlar, beden dilleri sayesinde kişiliklerini yansıtmakta ve karak­terlerinin bir resmini oluşturmaktadır. Onlar bu karakterin sadece jest­lerini, el ve kol hareketlerini taklit etmiyorlar; bununla birlikte onun düşüncelerini, hislerini, heyecanlarını da yansıtıyorlar. [1486] Örneğin in­sanların bedenlerinin duruşu ve davranışlarına bakarak biri hakkında “mıymıntı”, “hırçın”, “melenkolik/üzgün”, “sıcakkanlı”, “olgun” ve “ürkek” hükmünü verebiliyoruz. Bütün bunlar, beden dilinin okun­ması sonucu elde edilen verilerdir.

İnsanları doğru anlamak beden dilinin ve beden sinyallerinin bilinme­sine bağlıdır. Bu dili bilmenin avantajları yanında dezavantajları da yok değildir. Örneğin bu bilincin, sosyal bir baskı ve güç olarak kullanılması insanlarda sıkıntı yaratabilir. Ancak insanları daha doğru anlayarak daha çok insanî ilişkiler ve yaklaşımlar için bu dil öğrenilirse, büyük bir şansı ya­kalamakla birlikte yaşantımızı kendimize daha anlaşılır kılmış oluruz.[1487]

Her kuşak ve her meslek grubu, kendi aralarında birtakım beden­sel hareketler geliştirmişlerdir. Bunlardan her birinin değişik kodları vardır. Çoğu zaman bu kodların anlaşılmaması çeşitli önyargılara ve olumsuzlukların yaşanmasına sebep olabilir.[1488]

Yaşam süresince her çevrede beden dili, farkına varılmadan hem öğrenilmekte, hem de kullanılmaktadır. İşin daha da garibi beden di­limiz, kullandığımız kelimelerden çok daha fazlasını anlatabilmekte ve çoğu zamanda kontrol altına alınamamaktadır. Zira beden reaksiyon­larının çoğu kendiliğinden ve ani oluşmaktadır.[1489]

Her insan duruşu ve hareketleri ile hem çevresine tepki verir, hem de onlardan karşı tepki alır. Bu bakımdan etrafa gönderdiğimiz tepki­ye dikkat etmek, karşı tepkilerin olumlu olmasını sağlayacağı açıktır. Kendini beğenmiş olduğunu söylediğimiz bir kimse için bir başkası­nın, onun sempatik ve sevecen olduğunu söylemesi, akla, “Acaba benden mi kaynaklanıyor?” sorusunu getirebilir. Bu bakımdan duruş ve hareketlerimizle ölçülü tavır takınmanın her an iyi sonuç getireceği tartışılamaz. Zira tepkilerimizle kışkırtıcı tavır takınmış olabildiğimiz gibi çoğu zaman tepkilerimizin farkında olmadığımız için karşıdan gelen tepkileri bize karşı bir cevap olarak aigılamayıp karşıdakinin olumsuz davrandığını söyleyebiliyoruz. Kaynağın, biz olduğumuzun farkında bile olamayabiliyoruz. Onun için dışarıya gösterdiğimiz tep­kilere ve reflekslerimize dikkat edersek karşıdan gelen tepkilerin de olumlu olmasını sağlayabiliriz.[1490]

Biz ne isek bedenimiz odur. Beden ruhun eldiveni, dili de, kalbi­mizin sözleridir, içimizdeki bütün duygu, heyecan ve arzular bedeni­mizle kendilerini ifade ederler. O halde bedenimizin çizdiği her tablo, duygu ve düşüncelerimizin dışa vurmuş resimleridir. Bu resimler, biri­siyle karşılaştığımız zaman daha konuşmaya başlamadan yüz ve be­den ekranında duygu ve düşünce yüklü olarak kendini gösterir. De­mek oluyor ki insanlarla karşı karşıya gelindiğinde veya çeşitli şekillerdeki ilişkilerde öncelikle beden dili kullanılır ve beden dili ile, birbirleri­ne anlatmak istedikleri, çözülmeye çalışılır. İnsanlarla anlaşmada be­den dili ile verilen mesajların temel araç oluşu da, bundandır.[1491]

Herkes, karşısındaki tarafından fark edilmeyi ve saygı duyulmayı arzular. [1492] Onun için insanlar, ilk önce beden dilleriyle anlaşılmayı bek­lerler. Hatta hayvanların bile karşı karşıya gelince bakışlarıyla aynı eyle­mi gerçekleştirdiklerine şahit oluruz. Her insan, duruşu ve bakışlarıyla arkadaşlarına, eşine ve çocuklarına düşündüklerini hissettirmeye çalışır. Onlar da çoğunlukla bu mesajı alır. Ancak şunu unutmamak gerekir ki ilişki kurulan kişiler arasındaki kültürde ortak özellikler ne kadar çoksa birbirlerinin beden dilini anlamaları da o kadar kolaylaşır.[1493]

“Ne dediğimi anla” anlamına gelen jest ve mimikler, yakın arka­daş sevgili, eş ve çocuklarımızla olan ilişkilerde önemli bir yer tutar. Bu durum, istediğimizin yapılmadığı ve aynı duyguyu açığa vurmak is­temediğimiz durumlarda daha da belirginleşir. Örneğin yakın ilişki için­de bulunduğumuz kimselerle kurduğumuz iletişimde gözümüzün içi­ne bakılmasını ve ne demek istediğimizin anlaşılmasını bekleriz. Bu tür bakışmalardan çıkarılan anlamlar, ilişkinin olumlu ya da olumsuz yönde gelişmesini belirlemek açısından büyük bir öneme haizdir. [1494] Çeşitli platformda insanların duruş ve bakışlarıyla çevresinden yardım istediği; karşıdakinin de olumlu ya da olumsuz olarak aynı davranışla cevap verdiği, gözden kaçırılmaması gereken bir husustur. Bedensel ibadetlerdeki davranışlara da aynı gözle bakabiliriz. [1495]

 

2.2. Bedensel İbadet

 

2.2.1. Bedensel İbadet: Bedensel Bir Dil

 

İnsan çok defa vücudunun hareket ve işaretlerini kullanarak me­ramını anlatır. [1496] Bu anlamda ibadet olarak ifa edilen namaz, zekat, hac ve kurban esnasında yapılan bütün bedensel hareketler, “ilahî ha­berleşmenin insan tarafındaki karşılığıdır.”[1497] Örneğin temizlenmeden tutunuz da abdestle ilgili bütün eylemler, namaz için namaz kılınacak yere yürümek, ayakta durmak, eğilmek, yere kapanmak, tekrar kalk­mak ve aynı eylemleri tekrar etmek, sonra elleri ve bakışları semaya doğru çevirmek; oruçtan dolayı yememek, içmemek ve bazı insanî ilişkilerden uzak durmak; zekat için parayı ve malı fakirlere vermek, hac için giyim, kuşam, beytullah etrafında dönmek, makam-ı İbrahim'de ve Arafat'ta ayakta durmak (vakfe), Safa ve Merve tepeleri arasında koşmak, Mina'da taş toplayıp şeytanı taşlamak, traş olmak ve kurban kesmek, Allah tarafından gelen sözlü emir ve talimatlara, bedensel ifa­delerle kulların cevabıdır. İbadet maksadıyla yapılan bütün bu davra­nışlar, bedensel konuşmanın sözcükleri ve cümleleridir.

İbadet ve ayinlerdeki bütün bedensel hareketler, insandan Allah'a doğru olan haberleşmenin sözsüz olan şeklidir. Örneğin namaz, şekil bakımından Allah huzurundaki gönül alçaklığının (huşu); zekat, hac, oruç ve kurban Allah'a itaatin bedensel ifadesidir.

Günlük hayatta da çeşitli merasim, açılış ve kutlamalardaki bütün davranışlar, birtakım duygu ve düşüncelerimizi aynı duyguyu paylaşan insanlarla birlikte ifade edişimiz, beden dilinin örneklerindendir.

Oruç ve namaz, bir başka açıdan ele alınacak olursa şunlar da söylenebilir: Orucu sabra alışmanın ve nefsi terbiye etmenin bir aracı olarak düşünmek de mümkündür. Örneğin oruç birtakım tiryakilikle­rin tedavisinde önemli rol oynar. [1498] Buna göre oruç tutan birisi, hem ibadet yapacak, hem de toplumdaki açların durumunu tattıracak mesajı alacaklar. Yoksullara yardıma teşvik, çeşitli arzulardan uzaklaş­ma ve bu alanda terbiye olma kastıyla tutulan oruç, Allah'a itaatin, açlığın ızdırabını öğrenmenin ve gerektiğinde açlığa ve sabra nefsi alıştırmanın bedensel ifadesidir.

Her an Allah'ın yardımına ihtiyacı olan bir kulun Allah'tan de­vamlı yardım istemesi, kendisi için bir ihtiyaçtır. Namaz, Allah'tan is­temeye bir mukaddime olarak düşünülebilir. Allah'ın, “Benden yardı­mı sabır ve namazla isteyin. “'[1499] buyurması, bunu akla getirmektedir.

Elmalılı Hamdi Yazır'ın dediği gibi insan yıkanır, temizlenir, ayıp yerlerini kapatır... Yüzünü kıbleye döndürerek yönünü tayin eder, kal­bini samimi bir düşünce ile doldurur..., büyük bir saygı ile tekbirini alır ve ibadete koyulur, Hak Teâlâ'ya münacat eder, onunla konuşur, Kur'ân okur, dinler... Onun huzurunda hayatın cereyanını, mebdeini, müntehasını arz eder, mütalaa eder; dikilip beklemek, eğilmek, mükerreren kapanmak, yine kalkıp doğrulmak, nihayet oturup dinlen­mek ve akibet selamu selamete ermek... Ruhî, bedenî büyük bir ni-zam-ı intizam ile bir miraç yapar ve hiç şüphesiz bu menazır-ı ulviyye içinde nefisler zahir-i batınlarında zayi etmek üzere bulundukları inti­zamı yeniden temin eylerler ve bütün bunlar ilahî yardımın celbine vasıta olur... Nefisler, itmi'nanlarını artırırlar, kuvvetlendirirler... Ayrıca bir zevk-i saadet ve bir bahtiyarlık duyarlar...[1500] Bütün bu davranışlar, hem Allah önünde tevazünün, hem istemeğe hazır olmanın hem de istemenin, bedensel ifadeleridir. Her talepte bulunan insanın, istekten önce bu tür davranışlarla bağlılığı ifade etmesi, bir şey istemenin tabiatındandır.

Bilindiği gibi raks, horon tepme, sıçrayarak oynama ve dans et­mek anlamlarını ifade eder. İnsan, bu hareketlerle davranışlarına bazı şekiller vermek suretiyle ruhta kuvvetli heyecanlar meydana getirir. Bazı tarikatlarda ve dinlerde görüldüğü gibi vecd hali, bir raks hare­keti ile vücuda gelir. Buna bakılarak birçok dinî ayinin ve ilk tiyatro­nun rakstan doğduğu ileri sürülmüştür. [1501] Çeşitli folklorik oyunların insanı ruhen rahatlattığı ve heyecan verdiği için raks'ın çeşitli dinî ayinlerde ve zikir esnasında varlığı yadsınamaz.

Böylece beden, günlük öznel hayattaki bazı düşüncelerden uzaklaş­tırılarak Allah'tan istemeye uygun hale getirilmekte (adaptasyon); ve düşünce, duygu, güç ve bütün yönelişler o noktada toplanmaktadır (konsantre). Bu yönüyle bedensel ibadetlerin katkısı küçümsenemez. Kaldı ki, cemaatle namaz ve orucun, bireyi nesnelfeştirme ve toplumsal­laştırma yönü de vardır. Zekat ve haccın da bu konuda önemi büyüktür. Zira zekat, fakirlere vermeye nefsi alıştıran ve yoksulların sevgisini kazan­dıran ve bu konuda toplumsallaşmayı ifade eden bedensel bir eylemdir. Hac da, Allah'a itaat etme ve insanlarla kaynaşıp birbirinden haberdar olma ve kısacası sosyalleşme konusunda aynı anlamda bir eylemdir. [1502]

 

2.2.2. İbadetlerin Amacı: Allah'ı Anmak

 

İbadetlerin temel amacı, Allah'ı anmak, O'nu hatırdan çıkarma­mak ve zihinsel olarak daima O'nunla birlikteliği sağlamaktır. Zira Kur'ân'da da ifade edildiği gibi kalplerin rahatlayıp doyum bulması, ancak Allah'ı anmakla olur. [1503] Allah'ı sürekli anmanın ne kadar önem­sendiğini ortaya koymak için birkaç âyet mealini aşağıya alalım:

“Beni anın ki, ben de sizi anayım. “[1504]

“Onlar ki, ayakta dururken, otururken ve uyumak için uzandıkla­rında Allah'ı anarlar. “[1505]

“Allah'ı tayin edilmiş (hac) günlerinde hatırlayın. “[1506]

“Namazı bitirdiğinizde Alllah'ı ayakta iken, otururken, uzanmış halde anın.'[1507]

“Arafat'tan inerken [1508] hac ibadetlerini bitirdiğinizde Allah'ı anın. “[1509]

“Aralıksız Allah'ı anın. “[1510]

“Rabbini hiç durmadan an ve gece gündüz O'nun sınırsız şanını yücelt”[1511]

“Sesini yükseltmeden sabah akşam Rabbini an ve sakın umursa­mazlardan olma.”[1512]

“Unutursan hatırladığın zaman Allah'ı an. “[1513]

“(Gece gündüz) Rabbini an ve kendini O'na ada. “[1514]

“Rabbinin ismini sabah akşam an.”[1515]

“Kimseler (vardır ki) bunları ne ticaret ne de kazanma hırsı, Allah'ı anmaktan, namazda devamlı ve duyarlı olmaktan, arınmak için veril­mesi gerekenleri vermekten alıkoyabilir. “[1516]

“Onlar ki inanmışlar ve Allah'ı anmakla kalpleri huzur ve doyum bulmuştur; çünkü bilin ki kalpler, gerçekte de ancak Allah'ı anarak huzura erişir. “[1517]

“Gerçek şu ki Allah benim, benden başka tanrı yok; o halde (yal­nız) bana kulluk et ve beni anmak için namaza devamlılık ve duyarlılık göster”[1518]

“Ama kim ki beni anmaktan yüz çevirirse bilsin ki onun dar bir hayat alanı olacaktır. “[1519]

“Allah'ı anmak en büyük erdemliliktir. “[1520]

“Kim Rahmanı zikretmekten gafil olursa, yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ederiz. “[1521]

“Böylece Allah'ı unutan bu yüzden Allah'ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir. “[1522]

Bilindiği gibi gerek sözlü gerekse bedensel ibadetlerle Allah'ı te­fekkür, O'nu hatırdan çıkarmama ve devamlı onunla birlikte olma esas­tır. Bu konuda Allah'ın “Kim ki beni anmaktan yüz çevirirse bilsin ki onun dar bir hayat alanı olacaktır” [1523] şeklinde bir tehdidi ve hem de “Muhakkak ki bent yalnızca ben, Allah'ım; Benden başka ilah yoktur. O halde bana kulluk et ve beni anmak ve hatırlamak için namaz kıl.”[1524] Şeklinde de bir emir söz konusudur. Bununla namaz türünde bütün gerçek ibadetlerin hem temel amacının, hem de zihinsel ge­rekçesinin Allah'ı, O'nun birliğini, eşsiz-ortaksız olduğunu anmak ve hatırlamak olduğu belirtiliyor.

Yılın belli ay ve günlerinde farklı vakitlerde yapılması emredilen iba­detler, dünyaya kendini kaptırma ve Allah'ı unutma gibi durumlara müdahale anlamını taşır. Birey hangi ibadete yönelirse yönelsin dünya ve onun içindekilerle alakayı keserek gerek sözlü gerekse beden dili ile Allah'la iletişime başlar. Bu vesileyle O'nu hatırlamaya ve hatırda tut­maya çalışır. Dikkatleri Allah'ta yoğunlaştırmak; düşünceyi, duyguyu ve gücü Allah'ı anma noktasında toplamak (konsantre), bedensel iba­detlerle daha iyi sağlanır. Zira -yukarıda da ifade edildiği gibi- hareket dili, din ve umumi emniyetin sağlanması gibi halkı çok ilgilendiren şeyler hakkında halka sağlıklı bilgi verilmesi için oluşturulmuştur. Bu bakımdan beden dili zihinde daha fazla iz bırakmakta ve hayal etme gücüne daha çok katkıda bulunmaktadır.[1525]

İbadetlerin yapılış gayesi, Allah'ı anmak ve onu hatırlamak olun­ca, ibadetin tam bir teslimiyet, itaat ve Allah'tan başkalarından arın­dırılmış ve samimi bir kalple yapılması gerekmektedir. İbadetlerde ihlas [1526] ve hüşu'nun [1527] şart koşulması, bundandır.

Bilindiği gibi “ihlas” sözcüğü, bir şeye sarılıp bırakmama, sonra da kurtulup selamete ulaşma, bir şeyi saflaştırma, birine ulaşma ve kavuşma, birinin yanına vararak kurtuima, kalbin arındırılması, içten­lik, içten bağlılık, doğruluk, düşkünlük, vefakarlık, sahtecilikten uzak sevgi, gönülden gelen dostluk anlamlarında kullanılır. [1528] Huşu ise Arap­ça da gözü bir yere doğru yönlendirmek, boyun eğmek, itaat etmek, teslim olmak, saygı ile eğilmek ve tevazu anlamlarına gelir. [1529] Bu keli­me, “ses” sözcüğü ile kullanıldığında sesin kısılması [1530], göz ile kulla­nıldığında gözün kederlenmesi [1531] ve ürkekleşip durgunlaşması [1532] an­lamlarını ifade eder.

Bu kelimelerin ifade ettikleri anlamlar dikkate alınırsa, gerek sözlü gerekse bedensel bütün ibadetlerin içtenlikle Allah'ı hatırdan çıkar­mamayı ve ona bağlılığı ifade eden sözlü veya sözsüz dil olduğu ra­hatça anlaşılacaktır.

Gerek insanların birbirleri, gerekse Allah ile insanlar arasındaki ileti­şim araçlarından birinin de beden dili olduğunu ve bu dilin kelimele­rini; jest, mimik, oturuş, kalkış ve duruş gibi beden hareketlerinin teş­kil ettiğini ifade etmiştik. Bu hareketler, ister bedensel ibadetlerde is­terse insanlar arasındaki ilişkilerde kullanılsın, değişmez. Bunlar, her iki alanda da anlam ifade eden, iç dünyamızda olup bitenleri dışa yansı­tan ve kişiliğimizin resmini çizen bir dildir. [1533]

 

2.2.3. Raks-İbadet İlişkisi

 

Raks, Arapça bir kelimedir. Bir çeşit hızlı koşmak, sıçrayıp oynamak yerinde kullanılır. Araplarda “raks eden adam” denilince koşar adım yü­rüyen adam anlaşılır. Yürüyüşünde hızlanan deveye de, “raks ediyor” denilir. Bu kelime, kök itibariyle “yükselmek-inmek” anlamında da kullanılmaktadır. Bu bakımdan bu sözcük, coşup galeyana gelen ve dolup taşan her şey için kullanılır. Örneğin içindeki içeceğin yükselip de taştığı bardağa ve toplu yürüyüş esnasında zaman zaman adımlarını hafif yü­rüyüşten sonra hızlandıran topluluğa da raks ediyor, denilir.[1534]

Latince'de dans sözcüğü ile karşılık bulan bu kelime, daha sonra­ları müzik temposuna uyularak yapılan ve estetik değer taşıyan dü­zenli ve çeşitli vücut hareketlerine ad olmuş [1535] bir çeşit oyundur. Birta­kım hareketlerden meydana gelen bu oyun, genellikle aşk ve heyecan sonucu hazzı ifade için gerçekleştirilen bir oyundur. Her oyunun kö­keninde dinî ayinin bir parçası var kabul edilmiştir. Adnan Saygun'un ifadesiyle, ilk insanda ayinin bir parçası olmayan ve gerçekten amacı bulunmayan bir harekete rastlamak imkansız gibidir. Örneğin musiki bile, hem ölünün ruhunu sakinleştirmek için söylenen bir ağıt, hem de ölüden canlılara gelebilecek zararları önlemeye yönelik bir ayinsel törenin bütünleyici parçası sayılmıştır. Böylece halka ait olan, onun yaşayış düzenini, arzu ve eğilimlerini aksettiren her türlü davranış, folklor kavramı içine sokulmuştur. Buna göre folklor, bir toplumun duygu ve düşüncesinde hissedilenlerin, bir sanat eseri veya bir oyun­da şekillendirilmesidir. Bu folklorik davranışlardaki haz sayesinde, bir toplumu oluşturan bireyler arasındaki ilişkilerin gevşemesi önlenmiş olur. Bilindiği gibi haz, bir güdünün doyumu sağlandığında veya bir hedefe erişildiğinde duyulan histir. [1536] Bireye çok sayıda farklı nesne ve durum haz verir.

Bize haz veren nesne ve durumlar, öğrenilmiş davranışlara bağlı olarak doğduğumuz andan itibaren devamlı değişir. Haz hissinin en açık belirtileri gülümseme ve gülmedir. [1537] Gülme, hoşnutluğun “be­densel ifadesi”dir. Genelde birey, görevini tam ve zamanında yerine getirince veya fiziksel bakımdan rahatlama; ya da dostça yaklaşma ve fiziksel dokunma sonucunda hazza ulaşır. Gülümseme ile başlayan haz, zamanla raks gibi vücut hareketleriyle de ifade edilir.

İnsan, ihtiyaçları dolayısıyla kendisi için zaruret olan bir nesneden mahrum bırakılınca ıstırap çeker. Bu durumdan kurtulmak için de hem haykırır, hem de vücudunun her tarafını harekete geçirir.[1538] Kar­şısındaki insan da onun bu hareketlerine bakarak ne istediğini anlar. İnsanlar bu işaretlerde, aynı anda ötekinin duyduğu duyguların farkı­na varma alışkanlığını edinmişler, sonra da bu işaretleri, içlerinde uya­nan duygulan birbirlerine anlatmak için kulianmışlardir. Bu işaretleri kullanmak, ruh ameliyelerinin faaliyetlerini yavaş yavaş genişletti. Bu faaliyetler, alışkanlık haline gelince de bu işaretler geliştirilip daha senli-benli kullanılmaya başlandı.

Peygamberler de, bazı hareketler vasıtasıyla Rabbin iradesini hal­ka bildiriyordu. Dolayısıyla bu işaretler aracılığıyla Allah'la konuşmuş oluyorlardı. Bazı kimseler, bu hareket dilinin, Yahudilerle konuşmak için ortaklaşa ve elverişli bir tarz olduğunu bilmediklerinden; peygamber­lerin bu hareketlerini boş şeylermiş diye nitelemeye cesaret etmişlerdi. Halbuki bir hareketin abesliği, acib olmasından ve hiçbir şey ifade et­memesinden kaynaklanır. Görenekler, peygamberlerin hareketlerini kabul edilebilir duruma getirmiştir. [1539] Öyle görünüyor ki, hareket dili, bilhassa din ve inzibat (sıkı düzen) gibi halkı çok ilgilendiren şeyler hakkında halka bilgi verilmesi İçin alıkonulmuştu. Bunun sebebi de bu dil, zihinde daha çok iz bırakıyor ve hayal etme gücüne daha fazla etkide bulunuyordu. Hatta hareket dilinin ifadesinde, kısır dillerin yaklaşamadıkları bir hal vardı. Bu dile, dans dili deniliyordu. Davut (as)'ın Ahit Tabutu ve Rabbin önünde [1540] veya çeşitli vesilelerle raks edişi ve bunu yapmaları için başkalarına emredişi bundandı.[1541]

İnsanlar, zevklerini inceleştirdikçe raksa daha da çeşitlilik kazan­dırmış ve daha çok anlam yüklemişlerdir. Adına davranışlar ve adımlar dansı denilen raks, hem düşünceleri anlatmak, hem de sevinci ifade etmek için kullanılmıştır.[1542] Buna göre bu sanatın konusu, hazdı.

Hareket dili, Romalılarda dilin bir bölümüydü. Bu dili, tiyatroda üç bölümde kullanıyorlardı. Bunlar trajedya (ağlatı), komedi (güldürü) ve hicviye (yergi)dir. Onlar bu davranışları insan tabiatında olan dav­ranışlara benzeterek bulmuşlardı. [1543] Komedyacı, ruhunun duydukları­nı ifade etmek için yüzüne ve gözlerine söz geçirmeye çalışıyordu.[1544]

Bilindiği gibi sosyal jestler, olması gereken ifadeyi yüze yerleştiren jestlerdir. Durum gereği olduğundan fazla mutlu veya hissettiğimizden daha çok üzüntülü yüz ifadelerimiz, bu sınıfa dahildir. İnsanları hoşnut edecek jestlerin taklit edilmesi, insanın sosyal rolünü oynama­sından ibarettir. [1545] Burada önemli olan bireyin kendisinden bekleneni vermesidir. Bir düğün merasiminde neşe, cenaze töreninde ise hü­zünlü görünüm hafini yansıtmamız, buna örnektir. Birçok kimse sos­yal jestleri, günlük yaşantılarına aktararak hayatlarını bir tiyatro oyun­cusu gibi yaşarlar. Bu tür insanlar renkli kişilikleri ile dikkat çekerek çevrelerine çok sayıda kişiyi toplamayı başarırlar. Bu, beden dilinin öğ­renilmesi ve onun fonksiyonunun tam icra edilmesi ile sağlanabilir.

Demek oluyor ki insan, sözlü dile eşlik etmek üzere veya tek başı­na beden dilini, insanlarla veya Allah'la iletişim aracı olarak kullandı­ğında; bu dilin, kendisiyle konuşulan zata güven sağladığı ve bu dili kullanana da iç huzuru ve rahatlık verdiği bir gerçektir. Bunun aksinin de olması, mümkündür. Ancak biz olguyu olumlu yönüyle ele alarak beden dilinin ibadet dili olarak kullanılmasındaki bazı yararlara işaret­le konuyu kapatalım.

Oruç zekat ve hac gibi bedensel ibadetlerin, toplumsallaşmayı sağlayan bir dil; abdest ve namaz gibi ibadetlerin de her konuda Al­lah'tan yardım istemeğe bir giriş olarak düşünülebileceğine yukarıda işaret etmiştik.

Bunların bir başka yönü de gerek sözlü dille ifade edilen dua ve istiğfar; gerekse bedenle ifa edilen namaz ve hac gibi ibadetlerin, so­yut bir davranış olmaktan çıkarılıp en uygun bedensel hareketlere dödüştürülerek somutlaştırılması sağlanmış olur.

Böylece hem görevin şeklî belirlenir, hem bu görev bitirildiği zaman onu bitirmenin rahatlı­ğı yaşanır, hem de -raks anlatılırken ifade edildiği gibi- ruhta bazı he­yecanlar yaşanarak ruhsal bazı rahatlamalara erişilir.

Gönüllerin imana açılması, kalplerin oraya doğru hareket ettiril­mesi ve imanın güzel gösterilip ruhların ona karşı iştiyaklı hale getiril­mesi; israfa, sefahate dalmaya ve itaatsizliğe karşı da tiksindirmesin­de[1546] de bedensel ibadetlerin rolü büyüktür. Hele de bunlar toplu ya­pılırsa, bu rol daha da önem kazanır. Zira heyecanın en belirgin şekli toplumsal hareketlerde görülür. [1547]

 

3. KUR'AN'DA ORGANLAR VE BEDENSEL DİLLERİ

 

Bu bölümde bedene ait çeşitli sözsüz iletişim işaretlerinin anlam­lan verilecektir. Yukarıda da ifade edildiği gibi okunabilir hareketler, gruplar halinde olmalıdır. Zira hiçbir hareket tek başına bir anlam ta­şımaz. Biz ne isek bedenimiz sayesinde oyuz. Bedenimiz ruhumuzun eldiveni ve dili de, kalbimizin sözleridir.[1548]

Alıcı organlar, olayların özelliklerine göre farklı duyusal veriler üre­tirler. Bu aşamadan sonra algı süreci başlar. Algı, “duyu verilerini örgütleyip yorumlayarak çevremizdeki nesne ve olaylara anlam verme sürecine verilen addır”[1549]Organlar çevredeki belirli enerji türlerine seçici tepkide bulunurlar. Böylece duyumsama ve algılama sürecine gireriz. Psikologlar, göz, kulak, dil, deri, burun eklemlerindeki kinetik alıcılar ve iç kulakta bulunan alıcılar gibi yedi duyu organından bahse­derler.[1550]

İnsanlar, kültür ve uygarlıklarını büyük ölçüde bu organlardan görme ve işitme organı üzerine kurmuşlardır. Bu iki organın önemin­den dolayı bunlara birincil duyu organları denmiş ve diğer duyu organian da önemli bilgiler vermesine rağmen birinciler gibi sıklıkla kullanılmadıkları için onlara ikincil duyu organları adı verilmiştir.[1551]

Kur'ân, bu duyu organlarından en çok birincil duyu organı olan göz ve kulak üzerinde durur. Ancak bunlara üçüncü ve daha önem­sediği bir organ daha ilave eder ki o da, kalptir. [1552] Kur'ân, bu arada insanın dünyaya bilgisiz geldiğine ve bilgiyi bu göz, kulak ve kalp sa­yesinde öğrendiğine dikkat çeker. [1553] Önemine binaen diğer organla­rın davranışları konusuna geçmeden önce bu üç organın üzerinde durarak; Kur'ân'ın, bu organlara bakışını vermede yararın olacağı ka­naatindeyiz. [1554]

 

3.1. Kalp, Baş, Organları (Göz, Kulak, Yüz, Alın, Kaş) Ve Hareketleri

 

Kur'ân'a göre Allah Teâlâ, insanı ilk önce çamurdan yaratır, sonra onun soyunu, basit bir sıvının özünden sürdürür. Sonra da ona şekil verip düzelterek kendi ruhundan üfler ve bu bedenler için kulaklar, gözler ve gönüller yaratır. Ancak bu nimetlere karşı fazla duyarlı davranılmadığını vurgular. [1555] Bir başka âyette insanın erkeğin spermiyle kadının yumurtasından oluşan karışım (emsac)dan işiten ve gören bir şekilde yaratıldığından söz edilir.[1556]

İnsanın yaratılışı, oyalanma ve eğlenme için değil; denenmek, sorguya çekilmek içindir. “Allah kimin daha güzel davranacağını sına­mak için ölümü ve hayatı yaratmıştır.” [1557] Bu yüzden Allah, insanı verile­ni alabilmesi, istenileni yerine getirebilmesi, eşyayı ve değerleri idrak etmesi, bu değerler arasında seçim yapıp üzerlerinde karar vermesi ve yaptığı seçime göre karşılık görmesi için duyu organlarıyla donatılmış­tır, insan soyunun sürmesini isteyen ilahî iradenin arkasında bir hikmet ve bir maksat vardır. Ortada rastlantı diye bir şey yoktur. Bunun arkasındaki amaç, insan denen bu varlığı sınava tâbi tutmaktır.

İnsanı yaratanın Allah olduğu gerçeği, insan aklını kabule zorla­yan bir gerçektir. Yani insan kendi kendini yaratan değil, yaratılan bir varlıktır. İnsanın dışındaki varlıklar da öyledir. Onlar da, ne kendi ken­dilerini, ne de birbirlerini yaratabilirler. Çünkü o yönüyle bütün varlık­lar, güçsüzdür. Onun için onları yaratanın, daha üstün, daha bilgili ve daha güçlü olması şarttır.

Sadece İnsan değil, her şey; başka bir deyişle her yaratık, varlık ale­minde kendine düşen görevi yerine getirmek için yaratılmış ve bu göre­vi yapmak üzere hazırlanmış, görevini tam bir şekilde yerine getirebile­ceği yetenek ve özelliklerle donatılmıştır. İnsana, kalbin, gözün ve kula­ğın veriliş nedeni de budur. Verilen bu organlar karşılığında da insan­dan görev istenir. Bu görevi seslendiren kavram “şükür” kavramıdır.

Şükür, “iyiliği bilmek ve onu neşretmektir”. Sa'leb ve İbn Side gibi alimler, şükrün ancak davranışlarla yapılabileceği görüşündedirler. Bu konuda genel kanaate göre ise şükür, verilen bir nimete söz, fiil ve kalple karşılık vermektir. Buna göre iyilik yapanı hem di! İle övmek, hem de halis bir niyetle nefsi ona itaatte yormak, şükürdür. [1558] İbadet de, yaratana karşı bir şükür sayılmıştır. Zira Rasulullah (sav)'ın bedeni­ni ibadetle son derece yorduğu seslendirilerek;

“Ya Rasulullah! Geç­miş ve gelecek günahların affedildiği halde sen hala bunu yapar mı­sın?” denildiğinde, O (sav),

“Allah'a daha çok şükreden bir kul olma­yayım mı?[1559] Şeklinde cevap vermiştir.

Kur'ân da, bu gerçeği, Allah'ın insanı donattığı bilgi edinme vası­talarını hatırlatmak amacıyla, “Sizi yaratan, size kulaklar, gözler ve kalpler veren O'dur, ne az şükredersiniz.”[1560] âyetiyle dile getirir.

Kulaklar ve gözler iki büyük mucize oldukları gibi beyin ve Kur'ân'ın, kendisini tanıma ve kavrama gücü olarak takdim ettiği kalp, daha da gizemli ve karmaşık yapılarıyla şaşırtıcı mucizelerden­dirler.[1561]

Kulaklar ve gözlerin olağanüstü özelliklerinden bir kısmı günü­müzde anlaşılmasına rağmen kalp hakkında ise henüz çok az şey bi­linmektedir. Beyne gelince o da son derece gizemlidir. Daha önce de belirttiğimiz gibi onun üzerinde deney yapmak bile mümkün olma­makta ve sadece herhangi bir yaralanma sonucunda fonksiyonunu kaybeden organdan hareketle yaralanan bölgenin, vücudun hangi bölgesini komuta ettiği kısmen anlaşılmaktadır. Kısmen diyoruz, çün­kü sinir sistemi bir bütün o arak çalışmaktadır. Beyin ve kalp, Allah'ın, insan denilen seçkin yaratıkta bulunan bir sırrıdır. Şurasını da hemen belirtelim ki Allah Teâlâ'nın bunları yarattığına dair haberine bilim, henüz delile dayanan bir inkarla karşı çıkamıyor. Zira elinde alternatif bilgisi yoktur. Sadece bu organların nasıi çalıştıklarına dair kısmi bilgi­ler elde edebilmekte fakat bir işitme ve görme olaylarının mahiyeti (iç yüzü) hakkında gerçek bilgiye ulaşamamaktadır.

Kur'ân'a bakınca gözlerin, Allah tarafından idrak edileceği [1562] hatta yine O'nun tarafından “Ey Muhammed” de ki: Söyleyin bana, eğer Al­lah kulağınızı, gözlerinizi alırsa ve kalbinizi mühürlerse Allah'tan başka onu size getirecek kimdir? Bak mucizelerimizi nasıl açıklıyoruz, onlar hâ­lâ yüz çeviriyorlar.”[1563] âyetinde ifade edildiği gibi onları Allah'tan başka­sının yaratamayacağı net bir şekilde ifade edilmektedir. Şüphesiz insan­lara ait beyin, kalp, gözler, kulaklar ve çeşitli duyu organları, evrenle iş birliğini ve yaşamlarını sürdürerek asıl gaye olan Allah'ı tanımak, O'nun bu organlara yüklediği görevi ifa etmek ve evrendeki ilahî varlığın işaret­lerini, izlerini ve sembollerini okuyup kavramak için yaratılmışlardır.

Modern bilimin bu organlar üzerindeki çalışmalarına ve vardıkları sonuçlara bakacak olursak şunları görürüz: Kulak, göz ve kalbin fizikî açıdan nasıl çalıştıkları konusunda teknik bilgilerden öteye geçeme­mektedir. Halbuki kulak bir sesi duyarken olağanüstü eylemlerde bu­lunurken, göz bundan geri kalmaz. Kalbe gelince o bunlardan da esrarengizdir. İşitme duyusu, dışkulakla başlar. Ancak nerede sona erdi­ğini sadece Allah bilir. Bilim, günümüzde işitme ve görme olayının iç yüzünü anlayamamaktadır. Kalp gücünün niceliğini; merkezini, vücu­dun içinde mi, yoksa dışında mı olduğunu bilemiyor. O yüce Allah'ın insandaki bir sırrı ve bir mucizesidir.[1564]

Kur'ân'da, “Kur'ân'ın hak olduğu ortaya çıkıncaya kadar biz, on­lara mucizelerimizi hem dış alemde hem de kendi iç alemlerinde gös­tereceğiz. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?”[1565] buyrulmakla, evrenin ve insan nefislerinin sırlarından bir kısmının açıklanacağı sin­yalini vermektedir. [1566] Bilim, insan ruhuyla ilgili bazı bilgilere ulaştı ama bu bilgiler bedenle ilgili bilgiler düzeyine ulaşamadı.[1567]

Kur'ân indiği dönemde “Size kulak ve gözleri veren kimdir?” [1568] şek­lindeki Cenab-ı Hak'kın sorusuyla karşılaşan kimseler, gözün, kulağın sadece kör ve sağır edilip veya edilmemesi gibi fonksiyonlardan haber­dar idiler. Bu kadariık bilgi, bu soru için o zaman yeterli idi. Daha son­raları insanlar görme ve işitme olayının derinliklerine inmiş, bu iki ciha­zın daha kapsamlı fonksiyonlarını keşfetmiştir; gözün yapısı, nesneleri görme özelliği ya da kulağın yapısı, kısımları ve işitme olayı tek başına bile zihinleri donduracak nitelikte ilginç birer belgedir. Allah Teâlâ'nın “İnsanların kendilerinde mucizeler yaratacağım.[1569]vaadi gerçekleşmiş ve gerçekleşmeye devam etmektedir. Şöyle ki Kur'ân indiğinden itiba­ren on beş asır içinde insanoğlu, insan vücudunun oluşumu ve bileşimi yanında organların fonksiyonlarını belli oranlarda tanıdılar. Daha da birtakım yeteneklere şahit olacaklardır. Bu fonksiyon ve yetenekleri, Al­lah'tan başkasının veremediğini kavrayınca sorun çözülmüş olacaktır. Denilebilir ki, insanların ulaştığı veya daha sonra ulaşacakları bilimsel sonuçların, Allah'ın yaratmasıyla ne ilgisi var? İşte burası önemli! Allah Teâlâ'nın “Size kulak ve gözleri veren kimdir?” derken bu soruya cevap verilmektedir. Yani insandaki her türlü yeteneği yaratan Allah olduğuna göre bu yeteneklerin ortaya koyduğu sonuçla Allah'ın ilgisinin olmadı­ğını söylemeyi akıl kabul eder mi? İnsan doğarken bütün yeteneklerini kendi genlerinde yüklü olarak getirmektedir. İşte işin mucize yönü bu­rasıdır. Bugün bilim, insanda bir hafızanın olduğunu ve onun ameliye­lerini keşfetmiş ancak mahiyeti hakkında henüz bir şey söyleyecek duruma gelmemiştir.[1570] Söyleyeceğe de benzememektedir. “Gözleri [1571] göz­lerin hain bakışını ve kalplerin gizlediklerini Allah bilir.”'[1572]. Bütün bunlar­la şunu demek istiyoruz: insanlar, hangi bilgi seviyesine ulaşırsa ulaşsın­lar; bütün bunlar -insana verilen yetenekten ötürü- Allah'ın yaratmasıyla gerçekleşmiştir. [1573]

 

3.1.1. Kulak, Göz Ve Kalbin Veriliş Sebebi

 

İnsan bu organlarla vardır ve bunlar sayesinde ilim öğrenir, yolu­nu görür, rızkını temin eder, yaratanını tanır ve O'na karşı görevlerini ifa eder. Bu sonuncunun adı da şükürdür. Buna göre bu organların görevlerinden bazılarına bir göz atalım. [1574]

 

3.1.1.1. Şükretmek

 

Allah Teâlâ'nın: “Sizi yaratan, size işitme duyusu, gözler ve kalpler ve­ren O'dur. Ne az şükrediyorsunuz?”[1575] şeklinde sitem edişi ve sonra da, “De ki: Ne dersiniz? Eğer Allah kulaklarınızı sağır, gözlerinizi kör eder, kalplerinizi de mühürlerse bunları size Allah'tan başka hangi Tanrı geri ve­rebilir! Bak, mucizeleri nasıl açıklıyoruz. Onlar hala yüz çeviriyorlar.”[1576] şek­linde tehdidi [1577], bu organların karşılığında şükrün gerekliliğini ima eder.

İnsan, gören gözü, işiten kulağı ve kavrayan kalbinin olduğunun farkındadır. Yine sağırları, dilsizleri, delileri, bayılanları ve ölenleri de görür durur. Peki, kendisinin bu hale sokulmayacağından emin mi? Bunlar gibi yapılırsa bunları kim gen verecek. Allah'tan başkasının ve­remeyeceğini bilmiyor mu? [1578]

 

3.1.1.2. İlim Öğrenmek

 

İnsanın anasından doğarken ilimlerle donanmış olarak doğmadı­ğı bilinen bir olaydır. Bundan sonra edindiği bilgiler kulak, göz, kalp ve diğer organlar sayesinde olduğunu da herkes bilir. Bu Kur'ân'da şöyle ifade edilir. “Allah, sizleri analarınızın karnından çıkardı. Sizler, bir şey bilmiyordunuz. Şükretmeniz için sizlere kulaklar, gözler ve kalpler verdi.”[1579]

Kur'ân, insanın tüm kavrayış yeteneklerini kalp kavramıyla ifade eder. Akıl, göz, kulak ve diğer henüz fonksiyonları tam keşfedilmemiş gizli ilham güçlerinin hepsi bu yeteneklerin içine dahildir. Allah, bu yetenekleri, ilmi öğrenmek, özellikle de Allah'ı tanımak ve ona iman etmek için vermiştir. Şükrün başı da Allah'a imandır. [1580]

 

3.1.1.3. Doğru Yolu Bulmak

 

Allah Teâlâ, insanı bilgi edinme ve doğru yolu seçme gücüyle do­natmıştır. Kalp, göz ve kulak yolun doğrusunu bulmada en büyük amil­dirler. Bunu; “Biz ona iki göz, bir dil, iki dudak vermedik mi? Biz ona ha­yır ve şerri, her iki yolu da göstermedik mi?”[1581] Ayetinden öğreniyoruz.

İnsan ruhuna iyilik ve kötülüğün; hak ve batılın, hidayet ve sapık­lığın özelliklerini kavrama gücünü verenin, ona iyilik ve kötülüğü il­ham edenin, Allah olduğuna dair ifade [1582] Kur'ân'da nettir. Bilindiği gibi ilham yapılan yer kalptir. Kur'ân, ayrıca insanın görücü ve işitici kılınması, ona doğru yolun öğretilmesi [1583] ve buna ilaveten kendisine idrak yeteneklerinin verilmesinin Allah tarafından olduğunu seslendi­rir. Bu bilgilerin sonunu da Allah'ın “... artık kim hakkı görürse faydası/ kendisine, kim de kör olursa zararı kendinedir. Ben üzerinizde bekçi değilim.” [1584] Tehdidi eklenerek bundan sonraki sorumluluklar insana yüklenir.

Allah yukarıda söylenenlerin doğruluğunu pekiştirmek için şu ifa­delerle sitemini sürdürür:

“Onlar hiç yeryüzünde gezip dolaşmazlar mı? Bari bu yolla düşü­necek kalplere, işitecek kulaklara sahip olsalar. Gerçek şudur ki, Göz­ler kör olmaz, ama göğüslerdeki kalpler körelir.”[1585]

Yani yeryüzünde dolaşmazlar mı ki, geçmiş toplulukların durumu­na bakarak ibret alsınlar da iman edip Allah'ın yoluna yönelebilsinler.

Allah, kalplerini ve diğer organlarını kullanmayıp cehennemi hak edenleri de: “Onların kalpleri vardır ama onunla gerçeği anlamazlar, gözleri var ama onlarla hakkı görmezler, kulakları vardır ama onunla hakkı işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir. Hatta daha da sapıktırlar. İşte onlar gafillerin ta kendileridir.”[1586] Sözleriyle yermektedir.

Yukarıda basiretin anlamını, kalpte beliren sezgi, inanç ve insan zekası olarak vermiştik. Ancak basîret, sadece insandaki kavrama ile sı­nırlandırılamaz. Örneğin insan aklını doğru yola çıkaracak ve zekası­nın çalışmasına sebep olacak her türlü delil, tanık, vesika, işaret, bel­ge ve sembole de basîret denmiştir. Zira bunlar insandaki anlama güçlerine destek olmakta ve ileri görüşlülüğü artırarak eşyanın hakikati­ni kavramada kolaylık sağlamaktadırlar. Bu açıdan Kur'ân âyetlerine de, basîret denmiştir. [1587] Evrende dikilen ve adına âyet denen her türlü işa­ret ve sembolde bunlara dahildir. [1588] Bunların dikilmesinden maksat, ibret ve öğüt almayı sağlamaktır. Bu maksatla zaman zaman Kur'ân'da, “İnsanlar devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltil­diğine, dağların nasıl dikildiğine, yeryüzünün nasıl yayıldığına bir bak­mazlar mı?”[1589] Şeklinde sitem edilir. [1590]

 

3.1.1.4. İç Huzura Kavuşmak

 

Etrafında olup bitenieri görüp duyamadığı zaman insanın rahat­sız olacağı açıktır. Bu bakımdan kulak, göz ve kalbin veriliş sebeple­rinden birisi de, olup bitenleri ve güzellikleri seyrederken gerçekleri duyup, görüp ve hissedip rahatlamak, zevklenmek, iç huzuruna ka­vuşmak ve neşelenmektir.

Kur'ân'da bunlara dair de örnekler vardır. Bunlardan bir kaçını buraya alalım.

a- “Sizin için hayvanlardan ayrıca akşamleyin getirirken sabahle­yin salıverirken bir güzellik (bir zevk) vardır.”[1591]

b- “Onlar Allah'tan gelen nimet ve keremin, ecirleri zayi etmeye­ceği müjdesinin sevinci içerisindedirler.”[1592]

c- “Cennette canlarının istediği, gözlerinin lezzet duyduğu şeyler vardır.”[1593]

d- “Yanlarında güzel bakışlarını yalnız onlara tahsis etmiş iri gözlü eşler vardır.”[1594]

e- Kur'ân'da birçok yerde göz aydınlığından [1595] ve yeryüzünde gö­nül açan her türden bitkilerin yetiştirildiğinden söz edilir.[1596]

 

3.1.1.5. Gözetlemek

 

Gözün, kontrol organı olarak da takdim edildiği ifade edilmektedir.[1597]

 

3.1.2. Kulak, Göz Ve Kalbin Sorumluluğu

 

Kur'ân'a göre kulak, gözler ve kalbin yaratılışı, Allah'a ait olduğu gibi onlara sorumluluk yükleyen de O'dur. Bu organlar, bütün beşere verilmiştir. Kafirler her ne kadar basîret ve firasetlerini kullanmasalar bile onlarda da bunlar potansiyel oiarak vardır. Çünkü Allah Teâlâ; “Doğrusu Rabbinizden size basiretler (arılama ve kavrama araçları) ve­rilmiştir. Artık kim hakkı görürse faydası kendisine kim de kör olursa zararı kendinedir. Ben üzerinize bekçi değilim.”[1598] buyururken inanan inanmayan ayırımı yapmadan hitabı genelleştirmiştir. Buradaki körlü­ğe gelince göz körlüğü değit kalp körlüğüdür. Onu da: “Hiç yeryü­zünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı elbette düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lakin göğüsler içindeki kalpler kör olur”[1599] âyetinden öğreniyoruz. Öyle gö­rülüyor ki kalp gözü/basîret kullanılmayınca ne görmenin ne işitme­nin ne de tarihin bir anlamı kalmaktadır.

Allah Teâlâ, bütün duyguları iyi kullanamayanlar için, “Ben üzerini­ze hafız (koruyucu) değilim”[1600] buyurur. “Yani Allah, verdiği basirete, gönderdiği besâire körlük eden sizin gibi nankör kafirlerin, müşriklerin ef'ali ihtiyariyelerinin de hafız ve hamisi değildir. Rakib (gözetleyicisi)dir.”[1601] Bu hususta sorumluluk kendilerine aittir. Herkes istediği gibi hareket eder. Ancak sonuçta verilen güçler kötüye kullanılmışsa cezasını çeker. Âyette “hafız (koruyucu)” kelimesinin kullanılması, anlamlıdır. Ya­ni siz organları kötüye kullanıp onu işlevsiz hale getirirseniz ben bu or­ganı harap olmaktan korumada sorumlu değilim. Bundan dolayıdır ki; Kur'ân'da, insanoğluna görevler yüklenen âyetlerin sonunda “Şüphe­siz Allah sizin için gözetleyicidir. “[1602], “Allah her şeyi gözetler.”[1603] ifadeleri yer alır.

Allah Teâlâ, her ne kadar bir taraftan sorumluluğu insana yüklerse de diğer taraftan bilmediği şeylerin arkasına düşmemesini öğütler. Şöyle ki, “Bilmediğin şeyin arkasına düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp; bunların hepsi ondan sorumludur'.[1604]

Kur'ân burada iki önemli sistem koyuyor. Birincisi, “her olay ve ha­reket konusunda hüküm vermeden önce derinlemesine araştırmak, zan taşıyan ve kuşkuya dayalı teorilere yer bırakmamak”, ikincisi de, “bilimsel güven ortamı meydana getirmek”tir. [1605] Bunlara kalbin dü­rüstlüğünü, Allah'ın kontrolünü ve bu organların sorumluluğunu ek­lerseniz sistem iyice oturur. Kur'ân'da ve hadislerde, ispatlanmamış; zan taşıyan şeylerden kaçınılması; zira bunların bazılarının günah ol­duğu vurgulanmıştır. [1606] Kur'ân ayrıca “İşitmedikleri halde işittik diyen­ler gibi olmayın.”[1607], “Allah gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediği­ni bilir. “[1608] “Erkeklere ve kadınlara söyle gözlerini haramdan korusun­lar. “[1609], “işitmedikleri halde işittik diyenler gibi olmayın. Şüphesiz Allah katında yaratıkların en kötüsü aklını kullanmayan sağırlar ve dilsizler­dir.”[1610] şeklinde kulak, göz ve kalp için ilkeler koyar. Bununla da kalma­yıp birçok âyetin sonunda “Aklınızı kullanmıyor musunuz?”[1611] İfadesi yer alır.

Kur'ân'ın üzerinde durduğu en önemli hususlardan biri de, dur­madan “Hiç körle gören bir olur mu?”[1612] Yahut “Müminle kafirin du­rumu, kör ve sağır ile gören ve işiten kimseler gibidir.”[1613], “Körle gö­ren, karanlıkla aydınlık, gölge ile sıcak bir olmaz. Dirilerle ölülerde bir olmaz. Şüphesiz Allah dilediğine işittirir, sen kabirdekilere işittiremezsin.”[1614] Gibi ifadelerle sitem etmektir.

Yukarıda da ifade edildiği gibi bütün organları sevk ve idare eden, onları iyi veya kötü işleri yapmaya yönlendiren kalp (ruh)'tir. Onun düzgünlüğü, bütün organların doğruluğu, bozukluğu da bütün organların bozukluğu demektir. Bunu Peygamberimiz (sav)'ın, “Beden­de bir et parçası vardır Şayet o doğru olursa bütün beden doğru olur O bozuk olursa bütün beden bozuk olur.”[1615] Hadisinden öğreniyoruz. Bir başka hadis de: “Allah sizin bedenlerinize ve şekillerine bakmaz -eliyle göğsünü işaret ederek- lakin kalplerinize bakar.”[1616] Buyrulmakta ve kalbin beden yanındaki fonksiyonu iyice netleştirmektedir.

Kur'ân'da, birinci derecede kalp sorumlu tutulur: “Allah düşün­meden yapmış olduğunuz yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutmaya­cak, ama kalplerinizin (ihtirasla) arzuladıklarından”[1617] “onların kas­ten/bile bile yöneldiğinden sorumlu tutacaktır”.[1618]

 

3.1.3. Kalbin Dili

 

Kalp, göğüs boşluğunda iki akciğer arasında vücudun her yanın­dan gelen kanı akciğerlere ve oradan gelen temiz kanı da vücuda da­ğıtan organın adıdır. Bir adı da yürektir. [1619] Vücuttaki diğer organları harekete geçiren odur. Tıp ilminin konusu olan kalp budur.

Kalbin ikinci bir anlamı vardır ki o da duygu, düşünce, anlayış, kav­rayış, iyiyi kötüden ayıran duygu/vicdan ve aklî güçlerimizin merkezi veya kaynağı olup; yeri tespit edilemeyen kalptir. Buna nefsi natıka (insan ru­hu) da denilir. [1620] İnsanın asıl hakikati, bu kalptir. Bu kalp, insanın anla­yan, bilen, öğrenen, sevinç ve üzüntü duyan ve sorumlu olan cevheridir. Bütün benliğimiz bundadır. Buna gönül de denir. Sanki kendisine ruhu­muzun gözü de demek uygundur. O zaman basîret bunun bakışı, akıl da bu kalbin ruhu; irade ise, onun gücüdür. Bunu ruhumuzun kendisi zannedenler de olmuştur. Aslında bu konu çok karmaşıktır. Bir şeyler hissedilmekte ancak mahiyeti bilinmemektedir. Örneğin gönlümden geçti, aklımdan geçti, zihnimden geçti denildiğinde aynı anlam kastedi­lir. Ancak şunu belirtmek gerekir ki şöyle veya böyle cismanî kalp ve bedenle ruhanî kalbin bir ilişkisi vardır. Bu şöyle de denilebilir. Cismanî kal­bin, bedendeki durumu ne ise, ruhta da ruhanî kalbin durumunun aynı olduğu düşünülebilir. Akıl ile kalbin ilgisini de akla bırakalım.[1621]

 

Nefs

 

Gazali, nefs için de; “İnsanın hakikati ve kendisi,”[1622] şeklinde bir ta­nım yapar. Nefis, emir ve irade altına girip arzulara karşı koyabilmesi sa­yesinde sükuna kavuştuğu zaman kendisine “mutmain nefis” yani huzur içinde olan, bir sıkıntısı bulunmayan, kendisinin herkesten hoşnut herke­sin de ondan [1623] hoşnut olduğu nefis demektir. Nefis şehvetlere karşı direniyorsa buna “nefs-i levvame”[1624]; şehvet arzularına uyup giderse ona da “nefs-i emmare” denir. [1625] Bu nefis, insana daima kötülükleri emreden yerilmiş bir nefistir. [1626] Nefisle ruh arasındaki ilişki daha önce belirtilmişti. [1627]

 

Akıl/Kalb

 

Akıl; ahmaklık, bönlük ve budalalığın zıddıdır. Arapça olan bu ke­lime hapsetmek, alıkoymak, gözaltına almak, sınırlamak, anlamak, tasavvur etmek, idrak etmek, kestirmek, öğrenmek, kavramak, tah­min etmek ve anlayışlı olmak anlamlarına gelir. Düşünceyi bir şey et­rafında hapsetmeye ve işlerde dayanma, sabr ve sebat etmeye de, a-kıl denmiştir. Akla kalb, kalbe akıl dendiği de olmuştur. Ancak akla, akıl denmesinin sebebi; O, sahibini tehlikelere düşmekten hapsettiği içindir. İyiliği kötülükten ayıran melekeye de akıl denmiştir. Çünkü in­sanı hayvandan ayıran meleke de, budur. Buna göre bütün bunlar­dan eşyanın hakikatini bilmekten ibaret olan akıl kastedilmiştir. Bu durumda akıl kalpte bulunan bir ilim sıfatı demek olur. [1628] Bir de akıl in bkz. Erzurumlu, Marifetnâme denilince, “ilimleri anlayan” manası kastedilir ki bu durumda akıl, kal­bin kendisi demektir.[1629]

Alimlerin çoğu, kalp, ruh, nefis ve akıl kelimelerinin anlamlan hak­kında ihtilaf etmişler ve bunları birbirinin yerlerinde kullanmışlardır. [1630] Bu ihtilaf, adı geçen kavramların aralarındaki çok ince anlam farklılıklarını biimemekten kaynaklanır. Bunların hakikatinin bilgisini Allah'a havale et­mekle birlikte burada kalbi ele alacağız. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Kur'ân'da sorumlu tutulan organlar, kulaklar, gözler ve kalptir.

Akif sözcüğü, bu şekliyle Kur'ân'da geçmez. Genellikle Kur'ân'da aklın fiilsel türevleri geçer. Ancak kalb ile aklın aynı anlamda kullanıl­dığı görülür. Örneğin Kur'ân'da her geçtiği yerde kalbe yüklenen an­lam, insanın, eşyanın hakikatini bununla anlayıp bildiği anlamdır.[1631]

Gazali'ye göre ruhanî kalbin bütün bedenle irtibatı, cismanî kalp vasıtasıyladır. Ona göre, sanki cismanî kalp ruhanî kalbin yeri ve ülkesi ve binitidir. Yahut da burası, tasarruf için onun ilk uğrağıdır.[1632]

Kalb, kendini taşıyan bedeni korumak zorundadır. Bunun korun­ması için faydalı şeyleri teşvik ve tahrik eden şehvete; zararlı unsurları uzaklaştırmaya çağıran gadaba muhtaçtır. Bu iki kuvvetin gereğini el-ayak, göz kulak, dil ve diğer organlar yerine getirir. Ancak bedene ya­rarlı şeyler hakkında bilgi sağlamak için görmek, duymak, dokunmak, koku ve tat almak gibi duyulara ve bütün bu duyuları harekete geçirecek bir güce ihtiyaç vardır ve bu güç, organların tamamına dağılmıştır.[1633]

Bedendeki bütün organlar, kalbin emrinde ve hizmetindedirler. Kalp, bunları istediği yöne yönlendirir ve bunlarda istediği gibi tasar­rufta bulunur. Bu azalar yaratılış gereği kalbe isyan ve itiraz etmeden itaat ederler. Gözün açılma, dilin konuşma ve adımın atılma emri kalp­ten gelir. [1634] Buna göre el-ayak, kaş, göz, deri, burun, kulak, ağız, dil, dudaklar hasılı bedendeki bütün organlar ve bedenin tamamı kalbin dilidir. Kalpteki gerek şehvete gerekse gadaba dair bütün düşünce ve duygular, bu organlarla dışarıya yansır veya daha doğrusu bunlarla ifa­de edilir. Bu organlara, kalbin dili dememizin nedeni de budur.

Burada çok önemli bir husus daha vardır. O da, duygu ve düşün­celerin adı geçen organlarla ifade edilmesi, maksadı tam ifadede ye­terli değildir. Bu duygular vasıtasıyla edinilen bilgilerin, hayal dünya­sında iyice algılanması, hafızaya kaydedilmesi, burada geliştirilmesi ve unutulduğu zaman da hatırlanması gerekir. Örneğin insan bir şeyi gördükten sonra gözlerini kapar ve gördüğü şekli içinde görür ve bu­na hayal denir. Daha sonra bu şekil beyne kaydedilir. Beyinde onu muhafaza eden güce, hafıza adı verilir. Beyin de, muhafaza ettiklerini parçalar, bütünleştirir, üzerinde düşünür ki bu kuvvete de tefekkür denmektedir. Duyularla edinilen bilgilerin yararlı bir biçimde kullanıla­bilmesi için tefekküre son derece ihtiyaç vardır. Bunlar da yetmez. Unut­tuğu bir şeyi yeri geldiğinde hatırlar ve gereğini yapar.[1635]

Allah Teâlâ, hayal, hafıza, tefekkür, hatırlama gibi güçleri yaratmasaydı beyin bu güçlerden yoksun kalır, el, ayak, göz, kaş vs. gibi organlar bir işe yaramadığı [1636] gibi belli oranda kalbin dili tutulmuş olurdu.

Şehvet ve gazap kalbe hem arkadaştır hem de ona yardımcı olur­lar. Ancak bazen aşın bir biçimde kalbe isyan ederek onu baskı altına alıp kendi isteklerine hizmet ettirirler, İşte kalp bu noktada hastalanır. Kalbi hastalıklardan koruyacak olan güçler; ılım, hikmet ve tefekkür­dür. Bunların olmadığı yerde şehvet ve gazap olumsuz yönde gelişir ve kalp asıl fonksiyonunu yitirir ve helak olur. Böylece insan, vücuda faydalı olanları almak, onu zararlı şeylerden korumak için kendisine verilen şehvet ve gazap gibi önemli iki silahı aleyhine çevirir ve bunla­rın oyuncağı olur.[1637]

Bu da yetmeyip Kur'ân'da “Kendi arzu ve özlemlerini tanrı edi­nen, Allah'ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi hiç görmedin mi? Şimdi onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir...”[1638] Ayetiyle ifade edildiği gibi insanın yararı için yaratılan bu organlar, devre dışı bırakılır ve insan bedeni de, asıl fonksiyonunu icra­dan alıkonulmuş olur.

Burada bir hususa daha açıklık getirmek gerekir. Gerek beden ih­tiyacını karşılamayı sağlayan şehvet ve gerekse onu çeşitli tehlikeler­den korumaya yardımcı olan gazap duygusu, hayvanlarda da vardır. Onlar da ihtiyaçlarını gidermek için koşuşturur, tehlikelerden sakınır, bazen de kendilerine saldıranlara gazabın gereğini yerine getirerek saldırırlar. Ancak ilim ve irade denilen iki nitelik vardır ki bunlar sade­ce insan kalbinde bulunur. İnsanı hayvanlardan ayıran nitelikler de, bunlardır.[1639]

Beden, kalbin biniti, kalp de iimin yeridir. [1640]

 

3.1.3.1. Kalp: Güzel Duyguların Merkezi

 

Kalbin güzel duyguların merkezi olduğu konusu hem âyetlerde hem de hadislerde ifadesini bulur. Kalpte bulunan bu güzel duygular dile, dudağa, kaşa, göze, yüze ve bütün vücuda akseder ve beden, bütün organlarıyla bu duyguları üreten kalbe dil görevini yapar. Şim­di Kur'ân ve sünnetten yararlanarak kalpteki duyguların bazılarının verelim;

1- Yumuşaklık[1641]

12- Emanet[1642]

2- Ümit ve Güven[1643]

13- Sebat[1644]

3- Korku[1645]

14- Sevgi[1646]

4- Düşünce[1647]

15- Şükür[1648]

5- Şehvet[1649]

16- Tasdik/Doğrulamak[1650]

6- İman[1651]

17- Takva/Sakınma[1652]

7- Huzur ve 5ükunet[1653]

18- Görmek ve Sezmek”[1654]

8- Bilgi ve Marifet[1655]

19- Sabır[1656]

9- Kavramak[1657]

20- Gadab/ bedene gelecek zararları defetme duygusu[1658]

10- Şefkat ve Merhamet[1659]

21- Ülfet/ kaynaşma dostluk[1660]

11- Arzu ve Temenni[1661]

22- İhlas ve samimiyet[1662]

Kalp gerçeklen anlamak için yaratılmış tek muhataptır. Zira seçme ve iyiyi kötüden ayırma yeri burasıdır. Diğer organlar bunun emrine verilmiştir. Kalbin tek muhatap oluşuna delil, Kur'ân'ın: “Hz. Muhammed'in kalbine indirilmesi [1663] öğüdü, kalp (akıllar)'ı olanlar veya kendilerinde hayır bulunup öğüde kulak veren kimselerin alması [1664], kalple­rin arzularından sorumlu tutulması [1665], kurbanlıkların etleri ve kanları­nın değil de Allah'a takvanın ulaşması [1666], takvanın kalpte olması [1667], kalplerin sınava tâbi tutulması [1668], kalplerde gizlenenlerin kıyamette ortaya konulması [1669], cehennemliklerin, “Şayet kulak vermiş; aklımızı kullanmış olsaydık cehennemlikler arasında olmazdık.”[1670] Şeklinde te­mennisi; aklın, kalpte bulunması, “kulağın da buraya açılan bir pence­re olması [1671] kulak, göz ve kalbin sorumlu tutulması[1672] kulak ve göz, kalble ilişki kurmadan kendilerinden istifade edilememesi, gözlerin hain bakışı ve gönüllerin, sakladıklarından onun sorumlu tutulması

[1673]; böylece kalplerin gizlemesi olmadıkça gözlerin hıyanetinin, söz konu­su olamamasıdır.”  

Bütün bu âyetlerde söz konusu edilen kalp, kulak ve gözün ey­lemlerinde hükmedici olan, şuur ve anlayışların merkezi olan kalp­tir. [1674] Yukarıda naklettiğimiz hadiste de ifade edildiği gibi kalbin sağ­lamlığı, bütün bedenin sağlamlığına; kalbin bozuk olması da, bütün organların bozukluğuna [1675] delalet eder. Kur'ân'da kalbin bozukluğu, “kalp hastalığı” [1676] veya “kalbin mühürlenmesi” [1677] deyimleriyle ifade edilir. Kalp hastalanınca yani “hakikati kavrama yeteneğini” kaybedince bütün organlar kontrolden çıkar ve onların başına gelecek her türlü sıkıntıyı hissedemez o!ur. Bu gösteriyor ki bütün organlar kalbe tâbidir. Zira kalp sevindiği veya üzüldüğü zaman organlar buna göre tavır alır.

Her çocuk doğarken iman ve itikata meyilli ve tertemiz olarak do­ğar. [1678] İyilikler ve kötülükler sonradan alışkanlık yoluyla kazanılır. İlk yaratılışta insanın iradesi söz konusu değildir. Ancak tabiat-ı saniye dediğimiz sonradan kazanılan iyilik ve kötülüklerde ise ilk pay, insana aittir. [1679] Ancak insan ilk yaratılışıyla baş başa bırakılmamış; iki göz bir dil ve iki dudak verilmiş; sonra da ona iki tepe, yani kötülüğün ve iyili­ğin yolu gösterilmiştir. [1680] Böylece insanın yaratılışı hayra da şerre de eşit seviyede yetenekli kılınmıştır. Birinin diğerine galebesi tali sebep­lere bağlıdır. Yaratılışla alakası yoktur. Tamamen terbiye ile ilgili bir olaydır. [1681] İnsan, gücü ölçüsünde hayrı yapmak serden de kaçınmakla sorumlu tutulmuştur. Ayrıca Allah, insana iyilikleri ve kötülükleri il­ham etmiştir. [1682] Bazıları, insanın, bu ikisi arasında istediğini seçmekte hür bırakıldığı şeklinde anlamışlarsa da Elmalı'nın dediği gibi Allah'ın kalbe ilhamının anlamı, “...fücurun fücur, yani nefse zarar, bozukluk; takvanın takva, yani nefsi koruma, iyi olduğunu duyurmak, binaena­leyh fili veya terki fücur ve şer olan işlerden sakınmak, takva ve hayır olan işleri yaparak korunmak lazım geldiğini telkin eylemektedir. “[1683] Biz bunu kendi nefsimizde duyar ve iyi şeylere karşı meyil, kötülüklere karşı da nefret duyduğumuzu biliriz. Bunu Peygamberimiz (sav) de “Hata/suç, kalbin rahatsızlık duyduğu, iyilik ise gönlün hoşnut olduğu ve huzur bulduğu şeydir.”[1684] Sözüyle daha netleştirmektedir.

Kur'ân'da “kalb-i selim” ve “kalb-i münib” diye iki kalpten bahse­dilmektedir. Araplarda: “Zeyd'in malı ve çocuğu var mı?” diye soru­lunca “Onun malı ve çocuğu, kalbinin selametidir.” şeklinde cevap verilir. Maksat, onun çocuğunun ve malının olmadığını, buna karşılık kalbinin selamette olduğunu ifade eder. “Ancak Allah'a kalb-i selim (temiz bir kalp) ile gelenler...”[1685] âyetinde bu anlamda kullanılmış [1686]; yani “lekeden selim ve Allah sevgisinde halis tamamen O'na teslim ol­muş” kalp kastedilmiştir. [1687] Burada kalbin düşük ahlaktan temiz ol­ması demektir. Nasıl ki bedenin sıhhat ve selametiyle; onun, hastalık­lardan uzak ve tabiatının bozulmamış oiduğu, hastalığı ile de bunları kaybettiği ifade edilirse, kalbin selametiyle de onun üstün ahlaklarla donatılmış olduğu ve kötülüklerle kirletilmediği kastedilir. [1688] “Kalb-i munib” de [1689] “Allah'tan başka her şeyi terk edip, Allah'a yönelen kalp” demektir.

Bu âyetlerde, yaratılıştan temiz gelen kalbin korunduğuna işaret vardır. Kalbin korunmaması, onun hastalanması; yani tabiatının bo­zulması demektir. Kalp hastalıkları; onun kötü hafleri diye verilir. Be­dendeki maddî hastalık, ateş, halsizlik- zayıflık gibi belirtilerle kendini gösterdiği gibi kalp de hastalıklarını ahlakî yaşantılarda bazı belirtiler­le kendini ortaya koyar. Bu hastalıkları görelim. [1690]

 

3.1.3.2. Kalbin (Manevî) Hastalıkları

 

Hastalık, Kur'ân'da “maraz” sözcüğü ile ifade edilir. Maraz, sağlık­lı olmanın zıddıdır. Hastalık demektir. Hastalık, sahibinde beliren, onun dengesini bozan ve onu şikâyet eder hale getiren bir durumdur. Esişi zayıf olan rüzgar, solmuş güneş ve zayıf düşen her şey için bu maraz sözcüğü kullanılır. Hiç aydınlık bulunmayan geceye, “hasta gece”; doğrudan sapmış bir kanaate de, “hasta görüş” denir.[1691]

Maraz, şüphe anlamına da gelir. Hastalık kalpte söz konusu olun­ca, insanı, dininde sağlıklı olmaktan çıkaran cehalet, korkaklık, cimri­lik, iki yüzlülük ve şüphecilik gibi her türlü kötü ahlak için kullanılması uygun düşer.[1692]

Maraz'ın bir anlamı da, noksanlıktır. Güçten düşmüş bir bedene “hasta beden” dendiği gibi dinî açıdan eksiklik bulunan kalbe de “has­ta kalp” denir. Gerçeklikten uzaklaşmış bir kalp de bununla nitelenir.[1693]

Her kalp, yaratılışta sağlıklıdır. Hastalık ona sonradan arız olur. Yukarıda iyiliklerin iyiliği, kötülüklerin de kötülüğünün insana Allah tarafından ilham/telkin edildiğini söylemiştik. Kalp, kötülüklerden te­miz tutulmazsa, yaratılıştaki temizliğini koruyamaz ve kötü alışkanlık­larla ikinci bir huy kazanır. Böylece kalp hastalanır ve hakikati idrak görevini yapamaz. Artık ondan güzel ahlak yerine- ateşli hastanın saçmalaması gibi kötü ahlak işaretleri görülmeye başlanır.

Kur'ân'ın, kalp hastalıkları arasında zikrettiği en önemli hastalık, kalp mühürlenmesidir. Kalp mühürlenince artık hakikati idrak için ya­ratılmış olan kalbin, bütün faaliyet ve kabiliyetleri kin ve garazla bo­ğulmuş olur. Artık ona hakikat namına bir şey girmez.

Kalbin mühürlenmesi, “hatm” [1694] ve “tab” [1695] sözcükleriyle ifade edilir. Bu kelimeler, lügatte aynı anlamda kullanılmıştır. Hatm, bitirme, mühürleme, sona erme, kabın içine bir şey sızmaması için ağzını iyice kapama, mühürleme veya bir şeyin üzerini iyice örtme anlamlarına gelir. [1696]Onlar Kur'ân'ı düşünmüyorlar mı yoksa kalpleri kilit mi?” [1697] ve “Hayır onların kalpleri, yaptıkları kötülükler ile pas tutmuştur” [1698] âyetlerinde ifade edilmek istenen anlam budur. “Kalbin mühürlenmesi, kilitlenmesi” veya “pas tutması”, onun bir şey anlamaması, kötülükle­re karşı duyarsızlıkla birlikte onlarda ısrar edilmesi; onun, ahlakî so­rumluluk bilincinden ve Allah'ın hükümlerini anlama yeteneğinden yoksun bırakılmasıdır.[1699]

Bir topluluk, Allah'ın gösterdiği delillerle hidayet yolunu aramayı terk edip bu tür bir arayıştan uzaklaşınca; bu uzaklık, onlar için alışıl­mış bir şey ve bir tabiat olur. Bu durumda onların hali, bir şeyden uzaklaştınlanların haline benzer. [1700] Böylece kalpler kilitlenmiş bir organ olmaktan öteye geçemez ve hakikati kavrama yeteneğini kaybeder; artık mühürlenmiş olur. Peygamberimiz bu durumu şöyle anlatır: “Kul bir günah işleyince o günah/hata, onun kalbinde siyah bir leke olur Eğer sahibi pişman olur, tevbe ve istiğfar ederse kalp yine parlar. Tev­be etmeyip günah tekerrür ederse o leke bir kılıf gibi bütün kalbi kaplar/' Nitekim Allah Teâlâ: “Hayır onların kalpleri, yaptıkları kötü­lükler) ile pas tutmuştur.”[1701] Buyurmaktadır.[1702]

Buna şöyle bir yorum da getirilebilir. Bir kimse bir şey hakkında aleyhte önyargı sahibi olup, bu önyargısını daima sürdürürse, o şeyde ne iyi bir yan görebilir, ne işitebilir ve ne de tarafsız bir biçimde kalbi­ni ona açabilir. İşte bu kapalılık, bu inatlaşma, kişide huy haline gelin­ce artık ondaki kalp, bedendeki bütün organlara istenmeyen ve hoş görülmeyen durumları telkin eder. El, ayak, kaş, göz, alın, ağız ve di­ğer organlar da, kalpten gelen bu kötü duyguları ya söz ya da işaret­lerle ifade ederler.

Fıtrattan gelen temizliğini koruyup geliştiremeyen kalp; imanın, ilmin, anlayışın, doğruluk ve takvanın merkezi olmaktan çıkıp cehalet ve gafletin merkezi haline gelir [1703] ve artık kendisinden hoş görülme­yen durumlar tezahür eder. [1704] Bunları Kur'ân'dan verelim: [1705]

 

3.1.3.3. Hasta Kalbin Duyguları

 

Bu duygular, Kur'ân'da büyük bir yekun teşkil etmekte olduğundan; bunları ifade eden kavramları vermekle yetineceğiz. Ancak şu hususu tekrar edelim ki bütün beden, kalpten gelen bu duyguların ya sözlü ya eylem, ya da işaret dili olacaktır. Örneğin kalpte birisine karşı kin belirmişse, bu kin, ya ağızla kusulur ya alın, kaşlar ve gözlerde işarete dönü­şür, ya da sıkılan yumrukta veya atılan tekmede ifadesini bulur. Kur'ân ve hadislerde anlatılan bu kötü duygulardan bazıları şunlardır.

1-

Kibr/kendini büyük görme[1706]

10-

İnkar/reddetme, tanımama[1707]

19-

Riya/gösteriş[1708]

2-

Ğill/gizli düşmanlık, Bugz[1709]

11-

Hased/ çekememezlik[1710]

20-

Adavet/düşmanlık[1711]

3-

Adğan/kin[1712]

12-

Gadap/kızgınhk[1713]

21-

Buhl/rimrüik[1714]

4-

Hased/çekememezlik[1715]

13-

Küfr/inanmamak[1716]

22-

Dayyık/darhk[1717]

5-

Hamiyyet/taassub[1718]

14-

İsyan/itaatsizlik[1719]

23-

Reyn/pas[1720]

6-

Nifak/ikiyüzlülük[1721]

15-

Fısk/yoldan çıkma, ahlaksızlığa dalma[1722]

24-

Mevt/kalplerin ölmesi[1723]

7-

Kasvet/katılılık[1724]

16-

Zeyğ/doğruluktan ayrılma[1725]

25-

İnsıraf/kalplerin ters dönmesi [1726]

8-

Bağda/nefret[1727]

17-

Şek/şüphe[1728]

 

 

9-

Gayz/öfke[1729]

18-

Fakirlik, açlık korkusu[1730]

 

 

Kalplerin iyi halleri de kötü halleri de organlara yansır. Böylece kalpteki iyi veya kötü düşüncelerin dili, el, yüz, kaş, göz, deri, baş, kol, bacak, sırt (vs) olur. Kalp düşünür, karar verir, organlar da bu ka­rarı gerçekleştirir. Ancak bu organların aldıkları görevleri yapıp yap­mamaları tamamen kalbe bağlıdır. Şayet kulak gerçeklere kapalı, göz hakikati göremiyorsa, sağır ve kör olan kutak ve göz değil kalpler­dir. [1731] Hiç duymamış, görmemiş gibi davranmak kalplerin inkarının ifadesidir. Örneğin savaşa katılmak istemeyen bir insanın, bu kanaatini bakışlarıyla nasıl aksettiğini “...savaştan söz edilince, kalplerinde has­talık olanların ölüm baygınlığı geçiren kimsenin bakışı gibi sana bak­tıklarını görürsün,”[1732] âyetinden öğreniyoruz.

Duyguların kaynağı durumunda olan kalp (ruh)la ilgili bu bilgiler­den sonra ruhun dili konumunda olan organların davranışlarına ve bu davranışların anlamlarına geçebiliriz. Ancak modern bilimde or­ganlara komuta eden nesnenin ruh yerine beyin olduğu ifade edilir. Beynin içinde bulunması nedeniyle baş hareketlerinden başlamanın daha uygun olacağı kanaatiyle söze buradan başlayalım. [1733]

 

3.1.4. Başın Dili

 

Baş, “İnsan veya hayvanlarda beyin, göz, kulak, burun ağız gibi organları kapsayan vücudun üst veya önünde bulunan bölümün adı­dır. Kendisine kafa da denir. [1734] Bu sözcüğün Kur'ân'daki karşılığı “re's” dir. Bu sözcük Kur'ân'da yedi yerde tekil, on bir yerde de çoğul olmak üzere toplam 18 yerde geçer. Bunların on birinde başın kendi­si [1735]; altısında baş hareketleri [1736], birinde de sermaye (ana para = kapi­tal) [1737] ifade edilmektedir.

“Baş” organının bizi ilgilendiren yönü, iletişim aracı olarak kulianı-lan baş hareketleri olduğu için biz işin sadece bu yönünü ele alacağız.

Başın en küçük hareketi bile kişiler arasında ilişkiyi büyük ölçüde etkiler. [1738] Bu bakımdan baş, beden dili açısından çok önemli bir or­gandır. Zira jest ve mimik hareketlerinin en fazla sergilendiği, yüz, kaş, göz, ağız ve dudaklar, baş bölgesine dahildir. Ayrıca bu organla­rın baş hareketlerinde önemli belirleyicilik rolünü üstlendikleri de söy­lenebilir.

Kur'ân modern dilbilimcilerden çok önce baş hareketleriyle ilgili İpuç­ları vermiştir. Ancak Kur'ân'da verilen bilgilerin daha iyi anlaşabiimesi için konuya öncelikle günümüz psikolog ve dilcilerinin değerlendir­meleriyle girelim.

Baş hareketlerinden maksat başın aşağı, yukarı, sağa ve sola yapı­lan hareketleridir. Bu hareketler, insanın iç dünyasının yansıması olan mutluluk, korku, öfke, hayret, üzüntü ve tiksinti [1739] gibi temel duygu­ların ifade edilmesine yarar. [1740] Başın yukarıdan aşağı doğru saüama hareketi genelde “evet”, sağa sola sallama hareketi ise “hayır” anla­mında algılanır.[1741]

Kendisine süt emzirilen veya yemek yedirilen bir çocuğun, yete­rince yiyip içtikten sonra memeyi veya yemeği reddetmek için kafasını yana sallaması; aynı zamanda doğuştan sağır, dilsizlerin de aynı hare­ketlerde bulunması bu hareketlerin, doğuştan gelebileceği teorisini geliştirmiştir.[1742]

Başın genelde aşağı yukarı veya sağa sola sallanmasının “evet” ve “hayır” anlamına geldiğinin ileri sürüldüğünü söylemiştik. Bunlar dı­şındaki baş hareketleri üzerinde çeşitli tespitlere şahit oluyoruz. Örne­ğin baş, yukarıya doğru ise yerine göre üstünlük; yerine göre duyduk­larına karşı nötr bir tavra sahip birisinin tavrı olarak gösterilmektedir. Baş, öne veya aşağı doğru eğilse hem uysallık hem de eleştirici bir tavrın ifadesi olabilir. [1743] Birisine doğru dönükse, ona karşı ilgilenme­nin ve anlaşma belirtisinin göstergesidir. Şayet başınız, iletişim kurma durumunda olduğunuz kişiden başka tarafa dönükse, bu da anlaş­mazlık ve ilgisizlik işareti sayılır.[1744]

Kanaatimize göre baş hareketlen tek başına yukarıda verdiğimiz anlamları ifade etmede yetersiz kalabilir. Onun için bunlara kaş, göz, alın ve yüz ifadelerinin de eklenmesi gerekir. Örneğin başın yana çev­rilmesi ilgisizlik ifadesi olarak gösterilmektedir. Şayet başını yana çevi­ren, bu hareketine tebessümünü ilave ediyorsa bu hareket utanma­nın veya hoşnut olmanın ifadesi de olabilir. Onun için baş hareketleri­ni yüz hareketleriyle beraber değerlendirip ona göre bir karara var­mak daha uygun olabilir. Ama baş ve yüz hareketlerinin, şöyle ya da böyle duyguları ifade ettiğinde şüphe yoktur. Buna göre jest ve mi­mik, düşünce ve duygularımızı destekleyen onları somutlaştıran hareketlerimizdir. Örneğin sohbet sırasında başı sallama göz kırpma gibi hareketler, iletmek istediğimiz bir mesajı içeren jestlerdir.[1745]

Bu açıklamalardan sonra baş hareketlerine ve onların ifade ettik­leri anlamlara Kur'ân'ın bakışını aksettirmeye geçebiliriz.

Baş hareketlerine geçmeden önce başın yansıttığı önemii bir hu­susa dikkat çekmeden edemeyeceğiz.

Bilindiği gibi baş, vücudun en önemli kısmıdır. Örneğin yalanları örtbas edebilmek için vücudun herhangi bir yerinden daha çok yüzü­müzü saklarız. Aynı maksatla gülümsemeler, kafa sallamalar ve göz kırpmalar kullanırız. Ama maalesef yine de yalanları saklayamayız. Yüz işaretlerimiz burada doğruyu söyler onun için yüz işaretlerinin in­celenmesi başlı başına bir sanattır.[1746]

Baş da, yüz gibi zaman zaman olumsuz karşılanan hususların dillendirildiği veya sergilendiği zamanlarda hareketlerini gizleyemeyip değişik hareketlerle olumsuz tavrını ortaya koyar. Hoş karşılanan du­rumlarda da olumlu mesajı verir. Başın, en önemli görevlerinden birisi de ihtiyarlığın sinyallerini vermesidir. Kur'ân'da verilen baş hareketleri­ne buradan başlayabiliriz. [1747]

 

3.1.4.1. İhtiyarlığın Bedensel Dili: Saçın Ağarması Ve Kemiklerin Zayıflaması

 

Saçın başın ağarması ve kemiklerin zayıflaması, ihtiyarlığın be­densel ifadesidir.

“O (Zekeriya) (as) gizli bir sesle; “Rabbine şöyle seslenmişti: Rabbim! Doğrusu artık kemiklerim zayıfladı, saçım başım ağardı. Ama şimdiye kadar ey Rabbim, sana yöneldiğim duada cevapsız bırakıldı­ğım hiç olmadı. Doğrusu ben arkamdan iş başına geçecek olan yakın­larımdan endişe ediyorum. Karım da kısırdır. Tarafından bana bir veli (benim yerime alacak bir yardımcı: bir oğul) ver ki bana varis olsun, fakup hanedanına da varis olsun...”[1748]

Yukarıdaki âyette “saçım başım ağardı” sözü veşte'aie'r-re'su şey-bâ” terkibinin tercümesidir. Bu terkipte geçen “işte'ale” kelimesi “şa'al” kökünden alınmıştır. Şa'al, kısrağın kuyruğunda ve alnındaki beyazlığa denir. Bunun asıl anlamı, tutuşup yanma, parlama alevlen­medir. Saçın başta ağarması, Araplarda “işte'ale'ş-şeybu fi'r-re'sî f iht­iyarlık başta alevlendi” cümlesiyle ifade edilmektedir. Bu söz, “narın utuşması” terkibinden alınmıştır. Saç ve sakaldaki beyaz tüyler aşırı derecede çoğalıp, siyah tüy görülmez olunca “saç başta alevlendi” tabiri kullanılır.[1749]

Zekeriya (as), yaşlılığın bir alev gibi başında tutuştuğundan söz ederken başında hiçbir siyah tüy kalmadığını ifade etmek ister. Başın yaşlılık aleviyle tutuşması, ihtiyarlıktan ve sarsılıp dinçliğini yitirmekten kinayedir”. [1750] Buna göre, “saçların ağarması” ve “kemiklerin zayıflaması” beden dili ile vücudun yaşlandığının ifadesidir. Ayete dikkat edilirse yaşlı-sözlü dil ile ifade edilecek kelimeler yerine organlardaki işaretlerle getirilmiştir. Bu ifade biçimi, sözlü ifadeden daha güçlüdür. Zira Şiilik beden dili aracılığı ile belgelendirilmiştir. Şayet sadece “yaşlandım” demiş olsaydı belki kendisinden belge istenebilir ve bu sözün doğru olup olmadığını tesbit için saça başa bakma ihtiyacı hasıl olurdu. [1751]

 

3.1.4.2. Hoşnutsuzluğun Bedensel İfadesi: Başı Yana Çevirmek

 

Münafikun süresinde, münafıkların niteliğinden bahsedilirken; bir nitelik olarak da, başlarını yana çevirerek hoşnutsuzluk sergilediklerin­den söz edilir. Şöyle ki: “Onlara gelin Allah'ın peygamberi sizin için mağfiret dilesin.” denildiği zaman başlarını çevirirler ve sen onların büyüklük taslayarak uzaklaştıklarını görürsün.”[1752]

Âyette geçen “levvev” kelimesi “leva” dan türemiştir. Bu kelime “leva re'sehu/ başını çevirdi” şeklinde baş için kullanılırsa sözü ve ha­beri saptırmak anlamını ifade eder.[1753]

 

3.1.4.3. Korku Ve Zilletin Bedensel İfadesi: Kafayı Bir Yere Dikmek

 

Bakışları kendilerine dönmeyecek şekilde kafayı bir yere dikmek aşıl­maz korku ve zilletin ifadesidir.

Allah Teâlâ kafirlerin mahşerde azabı gördükleri andaki durumla­rını tasvir ederken şöyle buyurur: “Zihinleri bomboş olarak kendilerine bile dönüp bakamaz durumda gözleri göğe dikilmiş bir vaziyette ko­şarlar.”[1754]

Fahruddin Razi'nin dediği gibi birisi bir belayı gördüğü zaman onu görmemek için kafayı önüne eğer. Bu âyette alışılmışın tam tersine başları yukarıya kalkık [1755]; gözleri, gördükleri korku dolu azap sahnele­rine dikilmiştir. Ne kırpabiliyorlar ne de oradan ayrılabiliyorlar. Bu hal, korkudan gözlerin dışarı fırladığı o günün dehşet ve korkunçluğunu tasvir etmektedir.

Yukardaki âyette geçen “ikna”' sözcüğü “baş” kelimesiyle kulla­nıldığında başın ve bakışın, zillet ve korku içinde kaldırılması anlamını ifade eder. Bu anlamda başm kaldırılması ise, gözlerin ve yüzün se­maya doğru baş tarafına dikilmesidir. [1756] Başlar, bir noktaya dikilince artık kimse kimseye bakamaz. Herkes kendi haline düşmüştür.[1757]

 

3.1.4.4. Red Ve İnkar’ın Bedensel Dili: Kafayı Yukarı Kaldırıp Aşağı İndirmek

 

Kafayı yukarı doğru kaldırıp aşağı indirmek bir şeyi reddetmek ve­ya inkar etmek anlamını ifade eder.

Kur'ân, insanların öldükten sonra dİriftileceklerini haber verince müşrikler, “Bizi tekrar (hayata) kim döndürecek?” dediler. Allah Teâlâ, buna cevaben “De ki: İlk kez yaratan, Bunun üzerine onlar sana (inan­mamış bir tavırla) başlarını kaldırıp indirerek: “Bu ne zaman olacak?” diye sorarlarsa de ki çok yakında.”[1758]

Âyette geçen “neğada” kelimesi, bir şeyden hayrete düşen gibi sallanmak, elem ve ızdırap çekmek anlamlarına gelir. Baş sözcüğü ile birlikte baş sallamaktır. “Kendisine söyleneni anlıyormuş gibi başını sallamaya başladı.” gibi de bu anlamda darb-ı mesel oluşturulmuştur. Ferrâ, bu kelimeye “başı yukarı-aşağı sallamak” anlamını verirken Ebu'l-Heysem de: “bir şeyi inkar için başı sallamak” anlamına geldiğini söy­ler. Âyette bu son anlamlarda kullanılmıştır.[1759] Buna göre kendisine bir şeyler anlatan kişinin, bir şekilde başını sallaması, söylenenleri be­den diliyle inkar anlamını ifade etmektedir. [1760]

 

3.1.4.5. Mahcubiyet Ve Suçluluğun Bedensel İfadesi: Başı Öne Eğmek

 

Neks, sözcüğü Arapça'da “bir şeyi başaşağı çevirmek” anlamına gelir. Bu kelime başla kullanıldığında “başı zillet içerisinde öne eğmek”tir. “Başları üzerine geri döndürüldüler” ifadesi ise “fikirlerinden aydılar” anlamında kullanılmıştır.[1761]

Bu kelime Kur'ân'da üç yerde geçer. Bunlardan birinde, “bir şeyi tersinrne çevirmek”; ikincisinde, “zihinde tepe taklak olmak”, “fikirleri dönmek”; üçüncüsünde ise, “mahcubiyetten başı öne eğmek” anlamındadır. Şimdi bunları tek tek ele alalım.

Allah Teâlâ, Yasin süresinde ihtiyarlığın bir bakıma çocukluğa ye­niden dönüş olduğunu tasvir ederken: “Kime uzun ömür verirsek biz onun gelişmesini tersine çeviririz...” [1762] Buyurur. Bu âyetteki “neks” ke­limesi lügatteki asıl anlamıyla kullanılmıştır.

İkinci âyette “Başları üzerine aşağı döndürüldüler.” [1763] Şeklinde kul­lanılan ifade deyimsel bir ifade olarak değerlendirilip; bunun “fikirden cayma” anlamını ifade ettiği kanaatine varılmıştır. “Neks” sözcüğünün bu âyette bu anlamda kullanıldığına Lisanul-Arab'da da işaret edilmiş­tir. [1764] Olay Kur'ân'a göre özetle şöyle cereyan etmiştir.

“İbrahim(as), kavmine ait putları kırıp büyük putu sağlam bırakır ve baltayı bunun boynuna asar. Kavmi, İbrahim (as)'a bunu “Sen mi yaptın?” sorularına

“Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır, haydi onla­ra sorun; eğer konuşuyorlarsa!” şeklinde cevap verir. Bunun üzerine birbirlerine dönüp:

“Asıl zalim olan sizlermişsiniz.” diyerek cevap verip putlara tapmaktan dolayı mahcubiyetlerini ve haksızlıklarını kabul et­tiler. Ama çok geçmeden eski “düşünce tarzlarına döndüler ve putları müdafaaya kalkıştılar”. [1765] İşte bu dönüşleri, “başları üzerine aşağı dön­dürüldüler” deyimi ile tasvir edildi. Başı aşağı çevirmek veya aşağı dön­dürmek, sözünden dönmenin, beden diliyle ifadesi kabul edilmiştir. İşin başında utanmanın da söz konusu olduğu sezilmektedir.

Üçüncü âyette ise mahşer gününde “Suçluların, Rableri huzurun­da (mahcubiyetlerinden) başlarını öne eğecekleri...”[1766] Anlatılmakta ve başı öne eğmenin suçluluğun bedensel ifadesi olduğuna dikkat çekil­mektedir. Buna göre her suçlu, başını öne eğerken daha konuşmadan suçunu itiraf etmiş olur. [1767]

 

3.1.5. Yüz'ün Dili

 

Yüz, insan bedeninin en önemli organıdır. Onda anlam yüklü binlerce işaret vardır. Bu işaretlerin detayına geçmeden önce yüzün kendisinin en önemli fonksiyonu olan “işaret” yönü üzerinde durmak yerinde olacaktır.

İnsanlar, hatta hayvanlar bile yüzlerinden tanınırlar. Yüzün bir adı da “sima”dır. Arapça da sima kelimesi, “s.v.m.” kökünden alınmış ve alamet işaret anlamında kullanılmıştır, “sima” denilince “kendisiyle hayır ve şerrin tanındığı alamet” anlaşılır. [1768] Belki de insan bu organla tanındığı için yüze, sima denmiştir. Bu kelime, Kur'ân'da altı yerde, “Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları simalarından tanırsın”. [1769] “Araf'ta da herkesi simalarından tanı­yan adamlar vardır”[1770], “Araf ehli simalarından tanıdıkları birtakım adamlara seslenerek derler ki; [1771] “Biz dileseydik münafıkları sana geti­rirdik de sen onları yüzlerinden tanırdın. “[1772], “Onların nişanları, yüz/e­rindeki secde izidir.”[1773], “Suçlular simalarından tanınır.”[1774] Şeklinde geçmektedir. Bunlardan iki âyeti değerlendirelim.

Birinci âyette, durumiarını utangaçlıktan dolayı saklayan fakirle­rin, son âyette de suçluların yüzlerinden tanınacağına dikkat çekilir. Burası çok önemiidir. İnsan yüzünden tanınırken; düşünceleri, duygu­lan ve yaramazlıkları da hiç konuşmaya ihtiyaç duymadan yüzünden okunmaktadır. İnsan, diliyle belki yalan söyleyebilir. Ama yalanı be­dende; özellikle yüzde saklamak imkansız gibi görülmektedir.

Müfessirler, bir fakirin yüzündeki ihtiyaç ve fakirlik izlerinden, aç­lıktan dolayı da yüzlerinin sararmasından veya yüzlerindeki düşkünlük ifadelerinden tanındığını; [1775] suçluların da yüzlerinin kararmasından tanınacaklarını, yalan söyleyenlerin yüzlerinin kapkara olduğunu ifade ederler [1776] ve “...Yüzleri kararanlara: İnanmanızdan sonra kafir mi oldunuz?” [1777] âyetlerini örnek getirirler. [1778] Ebu Hayyan (v. 754/1353) ço­ğunluğun kanaatinin, suçluların yüzlerinin karardığı doğrultusunda olduğunu nakleder.[1779]

Beden dilinin en anlamlı hareketleri yüzdedir. Yüz bütün bedeni temsil eder. İstekler, endişeler, korku ve heyecanlar, ilgi ve irkilmeler, acı ıstıraplar, utanma, tiksinmeler, nefret, öfke, kızgınlık ve neşe gibi bütün duygular onda belirir ve ortaya çıkar. [1780] Hatta bedene verilecek cezalar bile temsili olarak yüze yüklenmiş ve “yüzleri kavurmak”[1781], “yüzükoyun atılmak”[1782], “yüzüstü sürüklenmek”[1783], “yüzü ateş bürü-mek”[1784], “yüzüstü kapanmak”[1785], “yüzükoyun haşr olmak”[1786], “yüzleri silmek/yok etmek”[1787], “yüzü kararmak”[1788], “yüzü ağarmak”[1789] “yüzü­nün saygı ile eğilmesi”[1790] gibi Kur'ân'da ifadesini bulan çokça deyim oluşturulmuştur.

Vech/yüz kelimesi, Kur'ân'da yetmiş iki yerde geçer. Bunlardan otuz dört tanesi “vech” şeklinde tekil, otuz sekizi de “vücûh” kalıbıyla çoğui olarak geçmektedir.

Vech sözcüğü, Arapça'da çehre/yüz, zat, bir şeyin ön tarafı/cephe, yön, makam, evvel, rıza, vs. gibi anlamlara gelir, çoğulu vücûhtur..[1791]

Kur'ân'da duyguların tespitinde yüz ifadelerinin çeşitliliğine ve belirleyiciliğine dair bir hayli ipuçları vardır. Genel anlamda Kur'ân'a göz attığımız zaman bu sözcüğün Kur'ân'da “bir şeyin kendisi; zatı, öz benliği ve varlığı, [1792] Allah'ın rızası, teveccühü [1793], organ olarak çeh­re [1794]mutluluktan dolayı yüz parlaklığı [1795], sıkıntı ve mahcubiyetten yü­zün kararması; simsiyah kesilmesi [1796] yüzlerin, korku ve dehşete kapıl­ması [1797]; saygı ve hicapla eğilmesi [1798], acı ile buruşması [1799], hoşnutsuzlu­ğu, tiksintisi [1800] ve bitkinliği” [1801] gibi anlamlarla ifade edildiği ve kendisi­ne çeşitli duyguların yüklendiği görülür.

Yukarıda işaret edildiği gibi yüz ifadelen, insanın iç dünyasında olu­şan mutluluk, korku, öfke, hayret, üzüntü ve tiksintinin dile getirilme­sinden ibarettir. Bunu şöyle de ifade edebiliriz. Bir insan, kendisine dı­şardan gelen sözlü mesaj veya sözsüz davranışlara karşı cevabını mutluluk ve öfke gibi duyguları sergileyen yüz hareketleriyle verir. Onun yüzüne bakan kişi de mesajını alır. Bu yargıların en güzeli, hoşluk ve nahoştuk boyutları üzerinde verilebilir. Örneğin tiksinti dolu bir heye­canlanmada dudaklar aşağı sarkar. Hoş duygu ve heyecanlanmalarda ise dudaklar yukarı kalkar. Gözler de aynı hareketi sergiler.[1802]

Yüz ifadelerine dair Kur'ân'da ileri seviyede ipuçları vardır. Bunlardan birkaçını verelim. Kur'ân'da “dünyada Allah'tan sakınanların yüz­lerinin ahirette mutlulukla parlayacağı [1803]; kendisine iletilen Allah me­sajından hoşlanmayanın suratının asılacağı ve yüzünde hoşnutsuzluk belirtilerinin görüleceği [1804]; kendilerine kötülük dokunanların, kız ço­cukları müjdesi verilenlerin, Allah'ı yalanlayanların yüzlerinin simsiyah kesileceği; korku ve zillet kaplayacağı [1805]; secdeden dolayı yüzlerin par­layacağı; [1806] mal isteyen birisine verecek bir şeyi olmayanın yüzünün kızaracağı”[1807] ifadeleri, bunun örnekleridir.

Araştırmacılar arasında yüzlerdeki duygu ifadelerinin kültürlere göre değişip değişmediği konusu tartışılmış ve mutluluk, korku, öfke, hayret, üzüntü ve tiksinti gibi temel duygu aktarımında ortak yüz ifa­delerinin kullanıldığı kanaatine varılmıştır.[1808]

İletişimde kullanılan temel davranışların çoğu, dünyanın her ye­rinde aynıdır. İnsanlar mutluyken gülümserler, kızgın veya üzgünken kaşlarını çatarlar. Kafa öne doğru sallanıyorsa bu, her yerde “evet”; iki yana sallama da, “hayır” ya da reddetme anlamındadır. Çocuklar bile kendilerine yemek yedirilirken karınları doyunca başlarını yana doğru çevirirler. Kızgınlık anında “dişleri göstermek”, “dudak bükmek”, teh­dit hareketi, omuz silkme hareketi ise, haberin bulunmadığını ifade eden evrensel hareketlerdir. [1809] Sağır ve körlerin bile bu hareketleri kul­lanmaları ve dünyanın her tarafındaki farklı kültürlere sahip olan in­sanların davranışlarının birliği, bu davranışların doğuştan gelip gel­mediği konusunu gündeme getirmiştir.

Alman bilim adamı Eibl Eibesfeldt ve Fulcher, Goudenough, Thompson adlı araştırmacılar, doğuştan kör ve sağır olan çocuklardaki gülümseme yeteneğinin, benzer çevre uyarılarına aynı tepkilerin gösterilmesinin, öğrenme veya taklit etmeden bağımsız geliştiklerini gözlemleyince bunların doğuştan gelme bir davranış olduğu kanaati­ne vardılar. Bütün çocuklar altıncı haftada mutluluk ifadesi olan gülü­cük işaretlerini vermeye başlarlar. Bunların taklit yoluyla öğrenildiğini söylemek imkansızdır.[1810]

Ekman, Friesen ve Soreven, farklı kültürlerden gelen beş kişinin yüz ifadeleri üzerinde yaptıkları araştırmalarında, Darwin'in, bazı hareketlerin doğuştan geldiğine dair görüşünü destekler bulgulara ulaş­tılar ve davranışların doğuştan gelmesi gerektiği sonucuna vardılar.[1811] Yüz ifadelerini gerçekleştiren; çoğu çift olmak üzere yaklaşık 20 kas grubu bulunmaktadır. Bunların gerilip gevşetilmeleri yüzlerce du­rumu, farklı biçimde ifadeyi mümkün kılmaktadır. Yüz ifadelerinin okun­masının kolay olmasına rağmen kontrol edilmesinin zorluğu; bu ifa­delerin, alın, kaşlar, göz kapakları, gözler, burun, dudaklar, çene ve ten gibi faktörlerden oiuşmasındandır.[1812]

 

3.1.6. Alnın Dili

 

Alın, yüzün kaşlarla saçlar arasındaki bölümünün adıdır. Secde mahalli olması itibariyle de Allah'a yakınlığı ve saygıyı görüntüleyen bir dildir. Secde, Arapça bir kelimedir. Bu kelime, alnı yere koymak ve­ya başı eğerek selamlama anlamına gelmektedir. Bu davranış, Kur'ân'da alnı yere koyuş şekliyle, Allah'a ibadet; başını eğerek se­lamlama şekliyle de, insanların birbirini tazim şekli olarak tesbit edil­miştir. Kur'ân'da “Secde et yaklaş.” emrine cevap, alnın yere konul­masıdır. Alnın yere konulması (secde), Allah'a karşı alçak gönüllülü­ğün, yakınlaşmanın, hayranlığın, saygı ve hürmetin, teslimiyetin, kul­luğun ve af dilemenin bedensel ifadesi sayılmış ve bütün bu duygu­larla alnın yere konulması, Kur'ân'da 14 yerde emredilmiş ve böylece saygı için alnı yere koyuş, somut bir ibadet şekli olarak belirlenmiş­tir.[1813] Bu yönüyle alın, en önemli organdır. Arapça'da karşılığı “cebhe” dir. Kavmin liderine “cebhetu'l-kavm” denildiği gibi, öne çıkmaları yö­nüyle gökteki yıldızlara da “cebhe” adı verilir. [1814] Alın, insan vücudu­nun en değerli niteliği olan şerefini temsil eder. Yukarıda da işaret edildiği gibi alın, Allah'ı beden diliyle selamlayan önemli bir organdır. Vücudun, kazancı, kaderi, değeri veya değersizliği alına yüklenmiş ve bunları ifade için “alın teri ile kazanmak”, “alın yazısı”, “alnı açık yüzü ak”, “alnında kara leke”, “alnının kara yazısı”[1815] gibi deyimler oluş­turulmuştur.

Alın, duygusal durumların en güzel bir şekilde görüntülendiği bir aynadır. Alnın kırıştırılması, diğer yüz özellikleriyle birlikte okundu­ğunda, derin düşünce, gerilim, endişe, korku, şaşkınlık veya ilgiyi dile getirir. [1816] Terleyen bir alın utanmanın veya sinirlenmenin sinyalini ve­rir. Mutluluk, hüzün ve kıskançlık duygulan, alın, kaş arası, ağız çev­resi ve çene kemiği üzerinden şakağa doğru uzanan kas grupları ile tespit edilir.[1817]

Alın, Kur'ân'da çoğul kalıbıyla bir yerde, altın, gümüş veya nakit para yahut da mal biriktirip de bunların zekatını vermeyen; ayrıca on­ları hayırlı ve yararlı işlerde kullanmayanların nasıl cezalandırılacakları münasebetiyle geçer, ifadesi şöyledir; “Bu (toplanıp saklanan altının gümüşün) cehennem ateşinde kızdırılıp onların alınlarının, böğürleri­nin ve sırtlarının damgalanacağı gün, (bu suçlulara) “işte kendiniz için topladığınız hazineler!” denecek “şimdi tadın bakalım, sarılıp sakladı­ğınız hazinelerin (başınıza açtığı belanın) tadını.”[1818]

Âyete dikkat edilirse fakirlere haklarını vermemekten suçlananla­rın cezalandırılacakları, ceza için de “alın”, “yan” ve “sırt'ın” seçildiği görülüyor. Bunun için şöyle bir yorum getirilir. Bir fakir bir şey istemek üzere bir zenginin yanına varınca alnında kızgınlık ve nefret duyguları harekete geçerek anlı kırışır. Fakir biraz daha ısrar ederse yanını dö­ner, biraz daha ısrar edince de arkasını döner ve gider. [1819] Bu organla­rından cezalanacaklar, sadece bu suçtan değil de “Allah'ın mesajı on­lara iletilince, kaşlarını çatıp suratını asan, sonra kibrini yenemeyip sırt çeviren [1820], kendisinden mal istenince aynı tavrı takınan [1821], savaştan kaçan [1822], kendilerine bol zenginlik verilince yanlarını dönen [1823] ve başı­na bela gelince de dua edenler de aynı cezalara maruz kalacaklardır. Zira Allah'ın onlara şu veya bunu emreden bir mesajı geldiğinde be­den dili organlarından buruşturdukları alın, döndükleri “yan” ve “sırf'la cevaplarını vermişlerdir. Bu cezaların hatırlatılması ise, bu tür red hareketlerinden kaçınmalarını sağlamaktır.

Alın, Kur'ân'da, “yüzle beraber zikredilerek secdeden dolayı alında meydana gelen eser ve izlerin, kişinin gerçek Müslümanlığına bir işaret olarak belireceği onların işaretleri, yüzlerindeki secde izleridir”[1824] şeklin­de ifade edilir. [1825]

 

3.1.7. Kaşların Dili

 

Kaşlar, gözlerin üzerinde kemerli birer çizgi oluşturan kısa kılların adıdır. Bunlar da anlam taşımakta; bir yüzü yumuşatmakta veya sert­leştirmektedir. Kaşların hareketi, değişik duygusal durumları yansıtır. Örneğin, şaşkınlık, korku veya bir şeyin farkına varılması esnasında kaşlarımızı yukarı kaldırırken; endişelendiğimiz, ilgilendiğimiz veya kızdığımız zaman ise aşağı indiririz.[1826]

Kaşlar, yüz ifadeleri trafiği içerisinde önemli bir fonksiyon icra ederler. Şayet hoşlanmadığımız veya tiksindiğimiz bir olay esnasında yüzümüz ekşimiş ise kaşlarımızın çatılması bunu daha da sertleştir­mektedir.[1827]

Kaş hareketlerinin anlamları, Kur'ân'da yüz hareketlerini ifade et­mek için konulmuş “beşere” ve “abese” sözcüklerine yüklenen an­lamlar içinde verilmiştir.

“Beşere” acele etmek, hamlık yapmak anlamındadır. Meyvenin hamına, hurmanın koruğu/olgunlaşmamışına “büsür” denir. Bu kelime, yüz ekşitmek, kahretmek anlamına da gelir. [1828] “Abese” sözcüğü ise, yüz ekşitmek, surat asmak, kaşını çatmak anlamını ifade eder.[1829]

Bu sözcüklerin geçtiği âyetleri vererek kendisine okunan Kur'ân âyetlerine karşı inkarcının nasıl hamlık gösterdiğini ve beden diliyle verdiği cevabını görelim: “Mal ve ailesiz, tek olarak yarattığım, sonra da çok çok mal, servet ve etrafında dolaşan oğullar verdiğim, her tür­lü imkanı önüne serdiğim o adamın hakkından gelmeyi sen bana bı­rak! O, hâlâ açgözlülükle imkanlarını daha da artırmama hevesleni­yor. Hiç heveslenmesin! Çünkü o, ayetlerimize karşı bilerek inatla şartlanmıştır. (Bu nedenle) onu acı veren çetin bir yokuşa süreceğim. O (ayetlerimizi nasıl çürüteceğini) düşündü, taşındı, ölçtü, biçti, canı çıkasıca, ne biçim ölçtü biçti! Sonra canı gkasıca tekrar (ölçtü biçti); nasıl ölçtü biçtiyse! Sonra baktı, sonra kaşlarını çattı; suratını astı, en sonunda kibrini yenemeyip sırtını çevirdi ve arkasına bakmadan çekip gitti. Bu Kur'ân, olsa olsa nakledilen bir sihir ve insan sözünden başka bir söz değildir, dedi.”[1830]

 

3.1.8. Gözler

 

Kur'ân'da en çok kullanılan ve kendisine anlam yüklenen organ­lardan biri; belki de en önemlisi, görme organı olan gözlerdir. [1831] Dil dahil bütün organlar, iletişimde bazen gözlerin yanında son derece sönük kalırlar. Örneğin kendisine bir şeyler anlattığınız insanlar, göz­lerini sizden savuşturuyorlarsa onlara konuşmanın ne anlamı olabilir? Gerçi dinleyen, duyan kulaktır. Ama kulağın bu görevi yapıp-yapmadığı haberi de gözden alınır. Göz, sadece kulağı değil, ruhun derinlik­lerindeki duyguların da habercisi oiduğu için organlara ait bütün dav­ranışların olumlu ya da olumsuz oluşlarına dair karar, gözler izlendik­ten sonra verilir. Onun için gözlere “ruhun penceresi” adı verilmiştir. Bu bakımdan içerideki mahremiyetler saklansın diye insanlar gözleri­ne koyu renkli gözlükler takarlar.

Ünlü bilim adamı Câhız (v. 255/868)'ın işaret ettiği gibi göz kırp­ma, göz ucuyla bakma, kaş çatma ve diğer organlarla işaret, şahısla­rın birbirlerinden saklamak istedikleri ve arkadaşın arkadaştan gizledi­ği işlerde en büyük bir destektir. Göz işareti olmasaydı insanlar özel durumlarda anlaşamazlardı. Durum böyle olmasına rağmen insanlar bu konuya eğiimeyi ihmal etmişlerdir. Göz o kadar önemli bir organ­dır ki çoğu zaman konuşma organı olan dile ihtiyaç bırakmaz. Şairin;

“İnsandan insana benzerlik, kalpten kalbe de yol vardır.

Kişi için ağızların konuşmasına ihtiyaç bırakmayacak bir zenginlik gözde­dir.”[1832] Beyti bu potansiyeli diie getirir.

Gözler karşılıklı bakışırken birbirleriyle anlaştıkları da olur. Şairin;

“(Kadının) gözü gözüme bakıyor; fısıltısını ve işaretini veriyordu.

Gö­züm de ona dönecek mesajı işaretiyle gönderiyordu.”[1833] Beyitleri bu­na örnektir. [1834]

 

3.1.8.1. Gözle İlgili Deyimler

 

Kur'ân'da göz organının karşılığında kullanılan sözcük “ayn”, “bakış”inki de, “nazar” dır. “Ayn” sözcüğü, çeşitli kalıplarıyla yakla­şık kırka yakın yerde geçer. “Nazar” kelimesi de, yüz yirmi kadar yer­de geçmektedir. Ayn, görme organı; nazar da, bakma eylemi veya biçimidir.

“Ayn” sözcüğü Araplarda, görme organı, bir şeyin aslı, kendisi, aynısı, tıpkısı, hakikati, seçilmişi, bir topluluğun ileri gelenleri, altın ve kaynak (çeşme) anlamlarında kullanılmıştır. Çoğulu “uyun”, “a'yan”, “a'yün”dur. Araplarda etrafı dolaşıp haber toplayan ca­suslara, gözcü denilir. [1835] Diki İbn Side, gözü, “haber araştırmak için gönderilen şey” [1836] şeklinde tanımlamıştır. “Ayn” kelimesi, Kur'ân'da da göz organı; [1837] neşe kaynağı, [1838] su gözesi, [1839] gözetim, denetim ve koruma, [1840] bir şeyin karşısı, [1841] anlamlarında kullanıldığı görülür.

Canlı organları arasında gözün, çok önemli bir yeri olduğundan­dır ki Kur'ân'da onunla ilgili birçok deyim kullanılmıştır. “Göz bakîsi”,”göz kararı”[1842], “gözü aydın olmak”[1843], “göz değmek”[1844], “göz ucuyla bakmak”[1845], “gözünü ayırmamak”[1846], “gözü dikmek”[1847], “gözü çevir­memek”[1848], “gözü önünde/gözetiminde”[1849], “gözü büyülemek”[1850], “gözün hain bakışı”[1851], “göze az görünmek”[1852], “göz kapalılığı”[1853], “gözü dönmek”[1854], “bakışı kilitlemek”[1855], “göz zevki”[1856] gibi deyimler bunlara örnek teşkil eder.[1857]

Konular ilerledikçe görüleceği gibi Kur'an, -dile ait ifadelerde gözle ilgili deyimlerde görüldüğü gibi- çoğu zaman duygu, düşünce ve durumları deyimlerle ifade eder.

Bilindiği gibi deyim, “belli bir duygu ya da durumu dile getirmek için birden çok sözcüğün bir arada, seyrek olarak da tek bir sözüğün yan anlamında kullanılmasıyla oluşan sözdür.” Deyimler, bir dilin an­latım yollarını, dili konuşan toplumun geçmişini, yaşam biçimini, ge­leneklerini, davranışlarını ve çeşitli özelliklerini belirten önemli ipuçla­rı sağlar. Her dilin deyimlerinin kendine özgü yanları, nitelikleri bu­lunmakla birlikte; diller arasında deyimler açısından benzerlikler, hatta eşlikler vardır. Zira belfi duyguları, kimi durumları anlatmada ayrı ayrı dillerin ortak anlatım yolundan gitmeleri çoğunlukla ortak ben­zetmelerle gerçekleşir ve anlatım açısından paralellikler doğar. Örne­ğin; bir yerde, hemen kalkıp gitmeyi düşünür biçimde huzursuz ve rahatsız olunmayı anlatmak üzere Türkler, “diken üstünde oturmak” derken, Almanlar, aynı şeyi “ein pfahl im fleisch/ etinde kazık” deyi­miyle anlatırlar.[1858]

Kur'an da, dünya dillerinin genel özelliklerini taşıyan bir dil olan Arap diliyle inmiştir. Bu bakımdan Kur'an'ın, duyguların ve bazı du­rumların açıklanmasında deyimleri, bütün dillere paralel olarak kulla­narak ortak bir anlatım ve ortak benzetmeler yolunu seçişi doğaldır. [1859]

 

3.1.8.2. Gözle İlgili Kavramlar

 

1. Nazar/Bakmak

 

Nazar, Arap dilinde bakma, göz atma, düşünme, heiak etme, hay­rete düşme, korucu, heyet, şekil, geciktirme, hayrı umulan şey, bir şe­yin karşılığı ve bir şeyin göz önüne alınıp gereğinin yapılması, anlamla­rına gelir. Bu kelime, daha çok cisimlerle ilgili bakışlarda kullanılır.[1860]

Kur'ân'da da değişik kalıp ve anlamlarıyla 128 yerde geçen bu kelime “inceden inceye düşünme [1861], ihsan ve rahmet [1862], bekleme [1863], mühlet verme, [1864] gözleme, seyretme, [1865] iltifat etme, değer verme [1866] göz atma, [1867] gizli bakma, [1868] bir işte şaşkınlık, [1869] bakma [1870] ve değerlen­dirme [1871] anlamlarında kullanılmıştır.

Kur'ân'da bu sözcükle ilgili “göz ucuyla bakmak” [1872], “ölü bakı­şı”[1873], “göz atmak”[1874], “yüzüne bakamamak”[1875], “birini gözetme”[1876] gibi deyimler de kullanılmıştır. [1877]

 

2.  Rey/Görme, Görüş

 

Re'y kelimesi, bazılarına göre gözle görmek, bazılarına göre de hem gözle, hem de kalple görmek anlamına gelir.[1878] Gözümle gördüm denildiğinde göz organı anlaşılır. İlim ve şüphe, kalple ilgili görüş sınıfı­na girdiğinden uykuda görülene ru'ya adı verilir. Çünkü rü'ya, ruhî bir olaydır. [1879] Bunların dışında adı geçen kelimenin Kur'ân'da genelde “görmek [1880], görüş istemek [1881], rü'ya görmek [1882], bilmek [1883] taaccüb et­mek [1884], iltifat göstermek [1885] ve gösteriş yapmak”[1886] anlamlarında kullanıl­dığı görülür. Yalnız şunu belirtelim ki göz görüşünün, görmeyi, kalp görüşünün de, bilmeyi ifade ettiği özellikle vurgulanır.[1887]

 

3. Basar-Basîret/Görme-Sezme

 

Bu kelime hem göz, hem görme, hem de gözün iyi görmesi anlamını ifade eder. Bu sözcük ayrıca dikkatle bakma (ibsar), gözün düştüğü yer­den haber verme, bilme, düşünme, anlama (tabassur), anlatma (tabsir) [1888], iltifat etme, şahit olma [1889] ve yer katılığı anlamlarında kullanılmıştır.[1890]

Arapça'da insana bilgin anlamında “basîr” dendiği gibi keskin bir görüşe sahip olduğu için köpeğe de basîr denmiştir.[1891]

Basîr sözcüğü, görme fiilleri arasında genelde anlamlara bakış ol­duğu vurgulanmış [1892] ve kalp görüşü, basar kökünden gelen “basîret” sözcüğü ile ifade edilmiştir.

Basîret, önden görüş, seziş, kalbin anlama gücü ve onun görme­si, hatırlaması, bir işin gerçekleşeceğine dair kalpte beliren inanç ve sezgiye denir. İnsan zekasına da basîret dendiği görülmüş, Araplarda “Allah onun basîretini kör etti.” derken “zekasını aldı” anlamında kul­lanılmıştır.[1893]

Elmalılı'nın dediği gibi göze göre basar ne ise kalbe göre de ba­sîret aynıdır. Basar, hem göze hem de görme olayına dendiği gibi ba­sîret de, hem kalp gözüne hem de kalp gözünün görmesine ve sez­mesine denir. Ayrıca delile, şahide, yoi göstericiliğe sebep olan her şeye basîret denir. Çünkü bunlar düşünmeye sebep olur. Basîret, ya­ratılışta herkese verilmiştir. Ancak kafirlerin onu kullanmadığı görülü­yor. Şunu da belirtmek gerekir ki basîrete, basardan geçilir. [1894] “(Doğ­rusu) size Rabbiniz tarafından basiretler (kalp gözü ile görülecek münebbihler, şahitler) geldi. Artık kim kalp gözünü kullanarak iman eder­se kendi lehinedir. Kim de bunu kullanmazsa kendi aleyhinedir.”[1895] âyetinde de işaret edildiği gibi basîret, bilgi etrafında İnsanda gelişen bir melekedir. Buna “Peki yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki, ora­da olup bitenleri kalpleri kavrasın ve kulakları işitsin. Ne var ki, onlar­da kör olan, gözler değil, kör olan göğüslerdeki kalplerdir.[1896] Ayeti de delil teşkil eder.

Basar kelimesi, Kur'ân'da; 135 yerde göz, 12 yerde kalp gözü, 3 yerde aydınlık, 3 yerde açıklık, bir yer de de şahitlik etme anlamına toplam 1 54 yerde geçmektedir. [1897]

 

3.1.8.3. Batıda Göz Dili

 

Göz, hem görme hem vücuttaki duygulan yansıtan ayna görevini yapan hem de dışardan haber toplayan önemli bir organdır.

Göz işaretleri ve insan davranışları üzerindeki uğraşılar, tarih bo­yunca süregelmiştir. Bu davranışlar arasında göz bebeklerinin hareketi son derece önemlidir. Gözler, insanın odak noktasında bulunduğu ve göz hareketleri de bağımsız hareket ettiklerinden dolayı gözlerin, ile­tişim işaretleri arasındaki yeri tartışılamaz. Bunların, diğer organların işaretlerine oranla daha net daha açıklayıcı ve daha doğru bilgi verdi­ği söylenmiştir. Hess'in, “The Teli-Tale Eye” adli eseri bu konuda yazı­lan eserlerin önemlilerindendir.[1898]

İyi veya kötü duygular, nitelikler ve tutkular, bakışlarla da anlatıla-bildiği için göz ve göz hareketleri ile ilgili yüzlerce deyim oluşturul­muştur. [1899] Kişinin tavrı veys ruh hali olumludan olumsuza veya olum­suzdan olumluya geçerken göz bebekleri büyür veya küçülür. Heye­canlı durumlarda bu büyüklük daha da artarken, kızgın ve olumsuz ruh hali, göz bebeklerinin küçülmesine sebep olur. [1900] Bunlar dışında birçok duygu gözlerden okunur. Yani içten geçenler, bakışlardan sezilebildiği gibi değişik bakışlarla da hem insanlar yoldan çıkarılır, hem de istenilen yöne yönlendirilebilirler.

Batılılarda göz işaretlerinin flörtte oldukça fazla kullanıldığı görü­lür. Hatta kadınların fazlaca göz makyajı yapmasının da bundan ol­duğu söylenir. Bunun dışında kağıt oyunlarında, lobilerde ve iş haya­tında göz işaretlerinden birtakım ipuçları elde edilerek muhatapları karşısında başarı şansını artırabildiklerine dair görüşler ileri sürülmek­te, hatta bu ipuçlarını kaptırmaması ve düşüncelerinin gözlerinden okun­maması için iş görüşmeleri sırasında koyu renk gözlük takıldığı bile ifa­de edilmektedir.[1901]

Batılıların, “Biriyle konuşurken gözlerinin içine bakın.”, “Başkala­rıyla pazarlık yaparken “göz bebeklerine bakma” egzersizi yaparak gerçek duygularını göz bebeklerinden öğrenmeye çalışın.” şeklindeki sözleri, yukarıdaki iddiaları doğrular niteliktedir.[1902]

Batıda “sakata bakmama”, toplum kuralı olarak belirlenmiştir. Kısa bir bakıştan sonra gözleri -sakata sezdirmeden- çevirmek insanî bir dav­ranış olarak kabul edilir. Topluluk içinde en kötü bakış, “kişiliğin önemsenmediği bir bakış”tır. Birisine önem verildiği izlenimini vermek için uzun uzun bakmanın ve kızılan birine kızgın kızgın bakışın veya lokantata garsonu izleyenin, çirkin görüldüğü de söylenebilir.[1903]

Özel bakış süresi, toplumdaki bakış süresinden çok farklıdır. Bakış süresi konuşulan insanın yakınlık derecesine göre artar veya eksilir. [1904] Bazılarına göre bakış süresi, toplam zamanın üçte ikisinden daha faz­la ise ya sizi ilginç veya çekici buluyordur ya da size meydan okuyordur. Şayet gözleri büzüşüyorsa, sözel olmayan bir meydan okumada bulunuyor olabilir. Bakış süresi şayet toplam zamanın üçte birinden az ise, bu utangaçlıktan veya çekingenlikten kaynaklanıyor olabilir. Ancak bu bakış sahibine güven duyulmaması normaldir. [1905] Göz tema­sının az oluşu, güçsüzlük ve amaçsızlığı da gösterebilir. Gözünüze bakmayan insanlarla konuştuğunuz olabilir. Bunda iki ihtimal vardır. Birisi; ya aldatılmış olabüirsiniz ya da size saygı duyulmama ihtimali büyüktür. Bakış süreleri çok kısa veya kesik kesik olursa bu kez o insa­nın ya “göz boyacı” ya da “hilekar” biri olduğunu düşünebiliriz.[1906]

Bakışın süresi kadar vücudun hangi bölgesine bakıldığı da önem­lidir. Bu da, görüşmelerin sonucunu etkileyebilir. Bakışlar şayet bir bölgeye yöneltilerek ciddi bir ortam belirleyebilirseniz, karşınızdaki si­zin iş konusunda ciddi olduğunuzu anlar. Bakış, karşıdakinin göz se­viyesinin altına düşerse sosyal ortam oluşur. Bu bakışın adına da sos­yal bakış denir.[1907]

Bakış, gözlere ve çenenin altından vücudun diğer bölgelerine ise bu bakışın adına da mahrem bakış adı verilir. Bu tür bakışlar, bakışla­rın birbirleriyle ilgilendiğinin sinyalini verir.[1908]

İlgi ya da saldırganlık iletmekte kullanılan bakışlara yan bakış adı verilir. Hafif kalkmış kaşlar, bir gülümsemeyle birlikte ise ilgi anlamına gelir. Kaşlar aşağıya dönük, alın çatık ise saldırgan veya eleştirel bir tavır anlamını ifade eder.[1909]

Karşımızdaki konuşmacı, hitap ettiği kişileri devamlı gözle dışarı­da bırakıyorsa, bu rahatsız edici bir olaydır. Konuşmacı bunu ya o topluluktan utanıp çekindiği, ya onlarla ilgilenmediği ya da kendisini o topluluktan üstün gördüğünden ötürüdür. Konuşurken bakışlarıyla topîumu dışarıda bırakan kimse bakışlarını burnunun üzerinden ger­çekleştiriyor ve kafayı da geriye doğru atarak bakışını uzatıyorsa bu­nun kendini toplumdan üstün gördüğü kanaatine varılabilir.[1910]

Göz ilişkileri, sosyal etkileşimde önemli bir mesaj taşır. Bu mesaj, kültürden kültüre, bir sosyal ortamdan diğer bir ortama göre değişir. Örneğin Amerika toplumunda bir gencin, başka bir kişiye saygı ve ilgi göstermesi, o gencin, diğerinin gözünün içine bakmasını gerektirir. Bizim toplumda ise genç, saygı duyduğu kimsenin yanında yere ba­karak saygı ve ilgisini gösterir.[1911]

Dil bilimciler, beden dili ile ilgili organların sadece hareketleri üze­rinde durarak bu hareketlerin, doğuştan mı yoksa sonradan kültür yoluyla mı elde edildiğine dair değerlendirmelerden sonra derhal bu hareketlerin anlamlarını ele alır ar. Bunların yaratılış konusuna hiç gir­mezler. Kur'ân ise bu konuyu bütün boyutlarıyla verir. [1912]

 

3.1.8.4. Gözün Dili

 

Göz dilinin Kur'ân'da çok yönlü olarak ele alındığı görülür. Bun­dan önceki konularda gözlerin yaratılışından, niçin yaratıldığından ve sorumluluklarından ve Batı'da göz hareketlerinin anlamlandırılışından bahsetmiştik. Burada da bir dil olarak gözün, insan içinde beliren duygulan nasıl aksettirdiğini Kur'ân'a göre ele atacağız. Şunu hemen ifade edelim ki insanlar, içlerindekini sözlerin arkasında saklayabilirler. Ancak göz, çoğu zaman bu imkanı elimizden alır. Şairin:

“Gencin gözü, içindekini açığa veriyordu.

Gözü, sakladığını fısıltıyla anlatıyordu”[1913]

Beyti bunu ne kadar gü­zel dile getirmektedir.

Göz, insan içindeki duyguları açığa vururken sevgi ile kin arasın­da ayırım yapmaz. Her ikisini de sızdırır. Bunun ifadesini de Şairin:

“Göz dostuna karşı sevgiyi de kini de açığa vurur.

Göz konuşur. Ağız susar.

Sen kalbin derinliklerindekini açıkça hissedersin.

Görülüyor ki işa­retin değeri sesinkinden çok daha önemlidir”[1914] beytinde görüyoruz.

Kur'ân'da göz dilinin, iyi veya kötü, sevinçli veya kederli, korkulu veya neşeli bütün durumlarına örnekler bulmak mümkündür. Bunlar­dan bir kaçını verelim. [1915]

 

A. Dışlamanın Ve Tedirginliğin Bedensel İfadesi: Gözle Dışarıda Bırakmak

 

Gözler, bir tutumla karşılaşmak istemeyince yana kayar; baş ve gözler göz hizasından kaçırılır.[1916] Bazen göz kapakları kapanarak bir­kaç saniye kapalı kalırlar. Bazen de bakışlar burnun üzerinden uzatı­lır. [1917] Kur'ân bu bakış türünü ölü bakış olarak isimlendirir.

Bazı Müslümanlar, içinde “savaş emri geçen bir sûre indirilmesi­ni” istiyorlardı. İstedikleri gelip kendileri savaşa çağrıldıklarında korku, dehşet ve telaşa kapılmaları bir tarafa, bakışlarıyla nasıl kaçış sahnele­ri sergiledikleri şu âyette ne güzel ifade edilmektedir:

“İman etmiş olanlar: “Keşke bir sûre indirilseydi” derler. İçinde ci­hat emri geçen, hükmü açık bir sûre indirilince de kalplerinde hastalık bulunanların, sana ölüm baygınlığındaki kimsenin bakışı gibi baktıkla­rını görürsün.[1918]

Bu ifade, benzerini dille söylemenin mümkün olmadığı bir ifade biçimidir. Bunu beden dilinin dışında bir başka şekilde ifade etmek mümkün değildir. Bakışla sergilenen bu ifade, aşılmaz bir dereceye ulaş­mış bir korkuyu, zayıflığı, baygınlık sınırına ulaşmış bir bitkinliği tasvir etmektedir. Bundan sonra geriye hayali zorlayan yapmacık hareketler­den başkası kalmamaktadır. Bakışın bu ifadesi, imana ve düzgün fıt­rata tutunamayan bütün zayıf şahsiyetler için çizilmiş bir resim, bir münafıklık ve hastalık karakteridir.[1919]

Savaşa katılmak istemeyen veya zorla katılan insanların karakteri­ni çizen göz ifadelerine “...Onlar savaşa az gelirler. Geldiklerinde de sizden yardımlarını esirgerler. Kalplerine düşman korkusu düştüğü za­man, üzerine ölüm baygınlığı çökmüş bir insan gibi, gözlerini döndü­rerek sana baktıklarını görürsün, korku gittiğinde ise mala düşkün ola­rak iğneli dilleriyle sizi tenkit ederler...”[1920] ayetinde de rastlıyoruz. [1921]

 

B. Korkunun Bedensel İfadesi: Gözlerin Yuvadan Fırlaması

 

Gözlerin yuvadan fırlaması ve onun horluktan aşağı düşmesi, korkunun bedensel ifadesidir.[1922]

Hendek Savaşı'nda Kureyş, Gatafan kabileleri ve Kureyzaoğulları her yönden; alttan üstten Medine'yi sarmıştı. Medineliler müthiş bir korku ve panik içerisine düşmüşlerdi. Müslümanları sarsan ağır sıkın­tıların ve dayanma gücünün üstündeki şiddetli gerilimlerin ifadesi, onların gözlerinde belirmişti. Böylece gözler, sözlü ifadeye ihtiyaç bı­rakmadan içlerindeki korkunun şiddetini ifadeye yetiyordu. O sahne Kur'ân'da şöyle anlatılır: “Ey İman edenler! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Hani, bir zaman size düşman orduları saldırmıştı da, biz onların üzerine bir rüzgar ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah yaptıklarınızı çok iyi görür. O vakit onlar, size yukarı ve aşağı tarafınızdan gelmişlerdi. O zaman gözler, ümitsizlikten dışarı fırlamış, yürekler korkudan ağızlara gelmişti...”[1923]

Bu; korku, sıkıntı ve darlık halini canlandıran bir ifadedir. Bu ifa­de, gözlerin yılgınlığı, yüzlerin buruşması ve kalplerin atışıdır.

Kur'ân'da bunun örneklerine sık sık rastlanır. Örneğin kıyametin kopma anında “gözlerin dona kaldığından veya yuvasından fırlayacağın­dan”[1924]: kabirden kalkarken de: “gözleri horluktan aşağı düşmüş.”[1925] ifa­deleriyle gözlerin, o korkunç sahnelen nasıl tasvir ettiği gözlenmektedir. [1926]

 

C. Hoşnutluğun Ve Mutluluğun Bedensel İfadesi; Gözlerin Işıldaması

 

Gözün tazeliği, parlaklığı bir şeye ışıldayarak yönelmesi, hoşnut­luğun ve mutluluğun bedensel ifadesidir.

Kutlamalarda mutlulukların ifade aracı olarak; göz, bedeni temsil eder.

Kur'ân'da birkaç yerde “göz aydınlığı” terkibi geçmektedir. Bu terkipte yer alan “kurre” kelimesi serinlik anlamına gelir.

Bu kelime “karûr” dan alınmıştır. “Karur” kelimesi, sevinçten do­layı gözden gelen serin gözyaşına verilen addır. Sıkıntılı anlarda da gözden sıcak yaş akar. Göz aydınlığından maksat, gönlün hoşnutluğu ve bakışların hoşnut olunan bir şeye doğru meyletmesidir. Arapça'da gözün neşelendiği her şeye “kurre” denir. [1927] O halde göz tazeliği, parlaklığı ve bir şeye ışıldayarak yönelmesi, hoşnutluğu ifade eden bir dildir. Birisini bu gözle karşılamak, “Seni seviyorum.” demekten daha etkin ve daha zengin bir ifadedir.

Gözlerin neşesi, içteki mutluluğun ve sevincin ifadesi olarak Kur'ân'da altı yerde geçer. Bunlardan ikisi, “Hz. Meryem'in çocuğunun dünyaya gelmesi” [1928] ve “Hz. Musa'nın denize atıldıktan sonra annesine döndürülmesi[1929] vesilesiyle ifade edilmiştir. İki annenin çocuklarına kavuşması esnasında gözlerin nasıl sürurla dolacağı açıktır. Diğerleri de, “Musa (as)'ın Firavun sarayına götürülünce Firavunun karısının neşe­lenmesi [1930], Cennette müminlere gözleri neşelendiren şeylerin saklan­dığı haberinin verilmesi” [1931], bir de çocukların ve eşlerin neşe kaynağı olarak zikredilmesi” [1932] esnasında seslendirilmiştir.

Bakışların sürurla dolması, mutluiuğu ifade de sözden çok daha et­kilidir. Çünkü göz bütün bir bedeni temsil etmektedir. Bedenin mutlulu­ğa iştiraki elbette ki mutluluğu sözle ifadeden çok daha güçlü olacaktır. [1933]

 

D. Utancın, Zayıflığın Ve Aşağılanmışlığın Bedensel İfadesi: Göz Ucuyla Bakmak

 

Göz ucuyla bakmak utancın, zayıflığın ve aşağılanmışlığın beden­sel ifadesidir.[1934]

İnsan, korkunç bir şeyle karşılaşınca korkudan hemen gözlerini kapar. Örneğin öldürüleceğine kesin inanan birisi kılıca bakar ve o kı­lıç, onun gözünü doldurur. Sanki gözünün kapağını kaldırmaya güç yetiremez. [1935] Ama yine de kendini bakmaktan alıkoyamayıp göz ucuy­la o kılıcın kendisine yakın olup olmadığına bakar. Kur'ân'da bu tablo şöyle anlatılır: “Ateşe arz olunurken onların zilletten başlarını öne eğe­rek göz ucuyla gizli gizli baktıklarını göreceksin.”[1936]

Âyette geçen “zillet” sözcüğü aşağılanmışlığı ve zayıflığı ifade et­mektedir. Araplar bu kelimeyi, gözün bir tarafını kapatarak bakması şeklinde anlamlandırmalardır. Bunun tersi keskin bakıştır.[1937]

İnanmayanların artık bu korkunç durumda konuşmaya takatleri kalmamıştır. Boyunları bükük bir halde ateşe atılmaktadırlar. Ateşe atı­lırken de göz ucuyla etrafı kolluyorlar. Fakat utanç ve rezilliklerinden dolayı da gözlerini yukarı kaldıramıyorlar. Ancak göz ucuyla gizli gizli bakıyorlar. Bu durum, aşağılanmışiığı yansıtan somut bir bedensel ifa­de biçimidir. Gözler kapalı veya yarı açık olsa bile korku ve telaştan bütün beden, göz kesilmiştir. Böyle bir halin korkunçluğunun, bu ka­dar doyurucu olarak sözlü dille ifadesi imkansızdır. [1938]

 

E. Aşırı Sevginin Bedensel İfadesi: Bakışı Hiç Ayırmamak

 

Bakışı hiç ayırmamak aşırı sevginin bedensel ifadesidir. [1939] Araplarda “imreetun kasırâtu'd-darfi=bakışını bir yere özgü kıl­mış kadın” denildiği zaman onun kocasından başkasına bakmadığı, ondan başkasına en küçük arzusunun olmadığı, varı-yoğu kocası ol­duğu ve onunla yetindiği anlaşılmaktadır”.[1940]

“Kendisini bir şeye özgü kılma”, Arapçada “kâsirâtûn” sözcüğü ile ifade edilir. Bu kelime Kur'ân'da üç yerde “kasıratu'd-darfi” terkibiyle bir yerde de “maksûretün fı'l-hıyâm” şeklinde geçer. İlk üç âyette geç­tiği şekliyle, “bakışları sadece bir şeye özgü kılmak”; son ifadede de, “otağlar içinde sadece sahiplerine tahsis edilmiş huriler” anlaşılmakta­dır. Önemine binaen bu âyetlerin meallerini tek tek aşağıya alıyorum:

“Yanlarında güzel bakışlarını yalnız onlara tahsis etmiş iri gözlü eşler vardır.”[1941]

“Yanlarında eşlerinden başkasına bakmayan kendilerine yaşıt gü­zeller vardır.[1942]

“Oralarda gözlerini yalnız eşlerine çevirmiş güzeller var ki, bunlar­dan önce onlara ne insan ne de cin dokunmuştur. “[1943]

“Otağların içinde sahiplerine tahsis edilmiş huriler vardır.”[1944]

Ayetlerde, haya, iffet ve sevgiden dolayı bakışlarını kocalarından başkasına çevirtmemekle yani göz diliyle, sevginin ispatı yapılmaktadır. Bu tür bir bakış, sözlü ifadeden, sınırlandırılamayacak kadar güçlüdür.

Zira gözü dışarıda olan birisinin, durmadan yanındakine “Seni seviyo­rum.” demesinin ne anlamı olur. Bu durumda hiç konuşmadan te­bessüm içeren bir bakışı hiç ayırmamak, sevgiyi ifade de “Seni seviyo­rum.” şeklindeki sözlü ifadeden daha samimi ve daha ciddi olacağı şüphesizdir. [1945]

 

F. Ele Geçirme İsteğinin Bedensel İfadesi: Bir Şeye Gözü Dikmek

 

Bir şeye gözü çevirmek veya ona gözü dikmek o şeyi ele geçirme isteğinin bedensel ifadesidir.

Bir şeye göz dikmek, onu ele geçirmek için dönüp dönüp ona bakmaktır. Bu bakışlar, sözsüz ifade olmasına rağmen sanki bakılan şeye “seni istiyorum” “ah keşke benim olsan” veya “seni bir gün ele geçireceğim” sözlü ifadelerinin karşılığıdır. Hatta bu bakışlar, o sözler­den daha ıçtenlikli ve daha güçlü ifadelerdir.

Kur'ân'da iki yerde “la temüddenne ayneyk/ gözlerini uzat­ma/dikme” ifadesi geçmektedir. Bunlardan biri “Sakın onlardan bazı sınıflara verdiğimiz dünya malına göz dikme yani o maldan yana gö­zünü çevirme.”[1946] âyetinde; diğeri de, “Ve sakın, pek çoklarına (sade­ce) onları sınamak için avunsunlar diye verdiğimiz dünya hayatına mahsus şu ya da bu parlaklığa, görkeme gözünü çevirme.[1947] âyetidir.

Ayette geçen “göz”den maksat göz organıdır. Burada “göz dik­me” ifadesinin karşılığında “meddu'n-nazar/bakışı uzatma” ifadesi kullanılmıştır. Âyette geçen “medd” sözcüğü, çekmek, uzatmak an­lamlarında kullanılır. “Meddû'l-basar ile'ş-şey'i/ bir şeye gözü uzat­mak” sözüyle Araplar, bir şeye karşı istekliliği ve göz açlılığını kastederken; Batılılar ise, o şeyin ilginç ve çekici bulunduğunu anlamışlardır. [1948] Bir şeye bakışın uzatılması, onun güzel görülmesi ve temenni edilmesidir. [1949] O halde ona bakış, onun beden diliyle temen­ni edilmesi anlamını ifade eder.

Âyette “dünya malına göz dikme” yasağından maksada gelince, dünya malını şerefli görüp sadece ve daima onunla meşgul olmak ve Al­lah'a karşı ibadet görevlerini terk veya ihmal etmeyi engellemektir.[1950]

 

G. Önemsememenin Bedensel İfadesi: Gözü Bir Şeyden Savuşturmak

 

Gözü bir şeyden savuşturmak o şeyi önemsememenin görmezlik­ten geimenin bedensel ifadesidir.[1951]

İnsan bazen hoşlanmadığı bazen de önemsemediği bir şeyle karşılaştığı zaman gözünü savuşturmak ister. Halkın değimiyle görmemezlikten gelir. Kur'ân, bize göz organının böyle bir eyleminden “Rablerinin rızasını dileyerek sabah akşam O'na ibadet edenlerle bir­likte kendini tut, sabret. Sakın dünya hayatının aldatıcı zinetine kapı­larak gözlerini ashabından savuşturma. Kötülük yapacağını bildiğimiz için kalbini bizi anmaktan uzaklaştırdığımız ve arzularının kölesi ol­muş işi gücü haddi aşmak olan kimseye sakın uyma”[1952] âyetinde söz etmektedir.

Âyette geçen “la ta'du aynâke/gözlerini çevirme” ifadesinde geçen “ta'du” sözcüğü, 'adâ kelimesinden alınmıştır. Bu kelime, “hızlı koşmak”, “gelmek” anlamına gelmektedir. İbnu'l-Esir ise, buna “bir jeyden hızlı bir şekilde dönme ve meyletme” anlamını vermektedir.[1953]

Buna göre, bakışını, görüş alanına girmiş birisinden ani çeviriş ona hiçbir yaklaşma fırsatı tanımamak anlamını ifade eder. Her insanda böyle bir yeteneğin olduğu ve bu yeteneği fıtratından getirdiği bilin­mektedir. İnsanlar bu davranışı değişik niyetlerle sergileyebilirler. Bu­nun en kötüsü küçük düşürme maksadı ile yapılandır.

Âyette hitap Resullullah'adır. Müşriklerin ileri gelenlerinden bazı­ları, Peygamberimize gelerek Bilal ve Selman gibi fakir müslümanlarla oturmaktan sıkıldıklarını, onları uzaklaştırmak şartıyla kendileri için ayrı bir oturum tertip etmesini isterler. Peygamberimiz de, onların iman etmelerine olan düşkünlüğünden ötürü onların önerilerini kabul et­meyi aklından geçirir. Bunun üzerine Allah Teâîâ, Resullullah'a, Rablerinin rızasını dileyerek sabah akşam O'na ibadet edenlerle birlikte ol­masını, dünyanın aldatıcı zinetine kapılarak gözünü ashabından ayır­mamasını, Allah'ı anmaktan uzaklaşmış, arzularının kölesi olmuş ve haddini aşmış kimselere uymamasını emreden bu âyet iner.[1954]

Burada dikkat edilecek husus Resullullah'ın, duygularını bakışları­nı çevirmekle ifade etmesidir. Demek oluyor ki bu tür bir davranış, sözlerle anlatmayı arattırmayacak; hatta ondan daha da etkili olabile­cek bir ifade biçimidir. [1955]

 

Ğ. Samimiyetin Veya Yapmacıklığın Bedensel İfadesi: Gözyaşı

 

Gözyaşı, samimi duygunun veya yapmacıklığın bedensel ifadesidir.[1956]

İnsanlar, sözle ifade edemeyeceği ölçüde etkilendiklerinde, konuşamayıp; duygularını gözlerinden akan yaşla dile getirirler. [1957] Böylece hem içlerini rahatlatırlar hem de duygularını en etkin bir dille ifade etmiş olurlar. Bu etkilenişler, bazen bir gerçeğin farkına varma anında bazen de emeline ulaşma imkanını kaybettiğinde vuku bulabilir. Kur'ân'da buna dair örnekler vardır. Bunlardan birisi, Kur'ân âyetlerini okuyup ondaki maksut manayı anlamanın heyecanını yaşayanın akıt­tığı gözyaşı, diğeri de fakirlikleri yüzünden savaşa katılamamanın sıkıntısından dolayı ağlayanın sel gibi akıttığı yaştır. İfadesi aynen şöyle­dir: “Peygambere indirileni işittikleri zaman, onun hak olduğunu öğ­rendiklerinden dolayı gözlerinin yaşla dolduğunu görürsün...”[1958] “Ci­hada çıkma maksadıyla binek vermen için sana geldikleri vakit: “Sizi taşıyacak bir şey bulamıyorum.” dediğin zaman savaş alet ve edavatı bulamadıklarına üzülüp gözleri yaşla dolu olarak geri dönenlere de sorumluluk yoktur.[1959]

Savaşa katılamadıklarından dolayı ızdıraplarını gözyaşı ile ifade eden bu kişiler, savaş malzemesi ve biniti ele geçiremeyecek kadar fakir olan­lar, hasta, yaşlı ve çocuklardır.[1960]

Âyette yaşın akıtılmasının “fâde” kelimesiyle ifade edilmesi de, an­lamlıdır. Zira bu kelime, bir şeyin dolup taşarak akması anlamındadır. Örneğin taşan bir nehre veya havuza da bu kökten gelen “feyd” ismi verilmiştir. [1961] Buna göre gözlerden akıtılan bu yaşiarın, sel gibi aktığı anlaşıl­maktadır. Müfessir Kurtubi, bu tür bir gözyaşının, durumun ipucunu verdiğini ve zorunlu bir ilim ifade ettiğini söyler. Ancak ender olarak yap­macık hareket olabileceği ihtimaline de dikkat çeker. Sonuncusuna da Yusuf (as) kardeşlerinin babalarına ağlayarak gelmelerini”[1962] örnek verir.[1963]

İbn-i Abbas'ın ifade ettiğine göre birinci âyette, “Peygambere indi­rileni işittikleri zaman onun hak olduğunu öğrendiklerinde dolayı ağlayan” Necaşi ve arkadaşlarıdır. Cafer b. Ebu Talip, Habeşistan'a hicreti anasında Necaşiye Meryem süresini okur. Necaşi kendini tutamayıp sğlar ve şunları söyler: “Vallahi bunlar Allah'ın İncil'de söylediklerinin aynısıdır.”[1964] Necaşi'nin Kur'ân'dan anladığı hakikat de, İncil'de geleceği müjdelenen Ahmed isimli peygamberin gelmiş olduğudur. [1965]

 

H. Denetim Altında Tutmanın Bedensel İfadesi: Gözünün Önünde Olmak

 

Gözünün önünde olmak, denetim altında tutmanın bedensel ifa­desidir.[1966]

Dilimizde “gözünün önünde olmak” deyimi, “sürekli denetimi altın­da olmak, hiç unutmamak olduğu gibi hatırlamak”[1967] anlamını da ifade etmektedir. Bir kontrolör veya çavuş, işçilerin başında duruyor ve de­vamlı onlara bakıyorsa; bu duruş ve bakış, onların kaytarmaması ve işi yanlış yapmamasını sağlama anlamında sözsüz bir ifade biçimidir. Bu bakış, onları koruma anlamına da gelebilir. Örneğin, her hangi bir iş, bir grup polis veya silahlı askerin nezaretinde yapılabiliyorsa bu iş, an­cak onların koruması altında gerçekleştirilebiliyor demektir.

Bu deyim, Kur'ân'da altı yerde geçmektedir. Şimdi bunlara bir göz atarak bir eylemin gerçekleştirilmesinde, “gözünün önünde ol­mak” deyiminin bize nasıl bir ipucu verdiğini görelim.

Nuh (as), kavmi tarafından yalanlanır, aşağılanır ve O'ndan, etra­fında toplanan üç-beş fakir müslümanın kovulması istenir. Nuh (as) öğütlerini artırıp “Ben sizden ücret istemiyorum, benim ücretim an­cak Allah'a aittir. Ben iman edenleri kovacak değilim...” gibi karşılık verince,Onlar Ey Nuh! Bizimle mücadele ettin ve bu mücadelede aşırı gittin. Eğer doğru söyleyenlerden isen tehdit ettiğin o azabı getir.” şeklinde tehdide koyuldular. Allah Teâlâ, Nuh (as) kavminden kimse­nin iman etmeyeceğini O'na haber verip; onların yaptıklarına sabret­mesini, üzülmemesini telkin ederek [1968] şu önemli tarihi olayın gerçek­leşmesi için şöyle emir verir: “Gemiyi gözlerimizin önünde/ kontrolü­müz altında vahyettİğimiz gibi yap. Zalimler hakkında bana dua et­me. Çünkü onlar boğulacaklar.”[1969]

Bu emir, Müminun süresinde de, “Biz Nuh'a şöyle vahyettik: Gö­zümüzün önünde/ murakebemizin altında gemiyi vahyettİğimiz gibi yap. Nihayet emrimiz gelip tandır kaynayınca, her cinsten ikişer çift ve daha önce helak olacakları bildirilenler hariç aileni alıp gemiye koy... Onlar, boğulacaklar.”[1970]

Fahruddin er-Razi, bu âyetlerin tefsirinde önce gemi yapma emri­nin yerine göre farz, yerine göre de ibahe ifade edeceğini tartıştıktan sonra; Allah'ın, göz organlarından münezzeh olduğunu hatırlatarak bunu müfessirlerin: “gözlerimizin önünde” deyiminden: “Bizim seni görüp, senden kötülükleri uzaklaştıran kimsenin korumasına benzer şekilde korumamız altında gemiyi yap” anlamışlardır”[1971]. Burada aörülen şu ki, Allah Teâlâ, bu sözleriyle, kimse seni bu gemiyi yapmaktan engelleyemeyecektir. Geminin nasıl yapılacağını da ben bilirim, sen bizim vahyettiğimiz gibi gemiyi yap. [1972] “Vahyettiğimiz” sözünden, geminin nasıl yapılacağı Allah tarafından vahyedildiği kanaatini vermektedir.[1973]

Kur'ân'da bir başka âyette: “Gemi bizim gözümüzün önünde/ gözetimimizde akıp gidiyordu.” [1974] Buyrularak geminin yapımında kudret elinin olduğu gibi onun denizde yüzmesi ve orada yüzmesine imkan sağlayan fizik kanunları da, O'nun bilgisi ve gücü dahilinde ol­duğuna dikkat çekilmiştir.

Sonuçta Nuh (as)'ın, kurtulması, kavminin de helak oluşu, “gözü­müzün önünde” deyiminden, “Allah'ın koruması” anlamının anlaşılma­sı gerektiğine örnek teşkil eder. Bunun örneğini Peygamberimizde de görüyoruz. Her peygambere olduğu gibi Rasuiullah'a da müşrikler ta­rafından eziyet edilmiş ve Allah tarafından kendisine sabretmesi emre­dilerek korunacağına dair yukarıda geçen “Sen bizim gözetimimiz/hi­mayemiz altındasın.” [1975]ifadeleriyle destek verildiği görülmektedir.

Bu ifadeler, Allah tarafından önemli bir onurlandırma ve sıcak ilgi sezilen bir ifadedir. Bu bedensel ifade, diğer ifadelerden daha güçlü­dür. Zira bir adam çocuğuna: “İşine git sana saldıran olursa ben onla­rı cezalandırırım.” sözünün yanında “Ben bakıyorum seni devamlı şu­radan gözleyeceğim.” deyip çocuğu kontrol altında tutsa elbette ki gözetleme işi/dili sözlü dilden daha etkin olacaktır.

Yukarıdaki deyim Hz. Musa (as) hakkında da kullanılmıştır. Şöyle ki: “Ey Musa sevilmen ve benim gözetimimde yetiştirilmen için sana kendimden sevgi verdim.” [1976] Nitekim Musa (as) Nil'de yüzen tabutun içinden alındığı zaman herkes tarafından sevilmiş; bu sevgi, Musa (as)'ın etrafında koruyucu davranışlar zincirini oluşturmuş ve böylece o, koruma altına alınmıştı.

Bu âyetlerden Allah'ın inananları koruyacağı vaadini kesin anla­makla beraber, “bu eylemin”, kendi aramızda bir dil olarak kullanabi­leceğine dair bifgi almaktayız. Kaldı ki her dilde olduğu gibi bizim dilimizde de bu tür deyimler kullanılmaktadır. [1977]

 

I. Kötü Duruma Düşürmenin, Öfke Ve Kıskançlığın Bedensel İfadesi: Göz Vermek

 

Göz vermek (değdirmek), kötü duruma düşürmenin, ayrıca öfke ve kıskançlığın bedensel ifadesidir.[1978]

Nazar, “Belli kimselerde bulunduğuna inanılan; insanlara özellikle çocuklara, evcil hayvanlara, eve, mala, mülke, hatta cansız nesnelere de zarar veren bakıştaki çarpıcı ve öldürücü güç”[1979] olarak tanımlanır. “Öfkenin bedende bir hükmü olduğu gibi gözlerin de karşılarındakine bakışlarına göre iyi veya kötü bir hükmü vardır. Kimi elektrik gibi doku­nur, çarpar, mıknatıslar, manyetize eder; kimi, meclûb/tutkun olur. Kimi de aldığı teessürle hasedinden bir gayza düşer, türlü türlü suikaste, mekirlere kalkışır ki maddi veya manevi; bunun hangisi olursa hedefine er­diği surette isabet-i ayin, göz değmesi veya nazar tabir olunur”[1980]

Halk arasında çok yaygın olan ve korunmak için de çeşitli tedbir­ler alınan nazar olayı, bazılarınca kabul edilirken bazıları da reddet­mişlerdir.[1981]

Razi, her iki görüşe ihtiyatlı yaklaşırken, olduğuna dair sem'i delil­lerin bulunduğunu ifade ederek Rasulullahın “Göz/değmesi, hak­tır/gerçektir.”[1982] Hadisini delil getirir. [1983] Elmalılı da “Keyfiyeti ne olursa olsun isabet-i ayn vardır. Allah korusun göze batmak tehlikeli bir şey­dir”[1984] sözüyle nazarın olduğunu belirtir. Müfessir Tabatabai de, sihrin bir tür ruhî etki olduğunu ileri sürer ve olamayacağına dair aklî bir delil bulunamayacağını savunur.[1985]

Kur'ân'da, “O inkar edenler, Kur'ân'ı işittikleri zaman, neredeyse seni bakışlarıyla deviriverecek ve gözleriyle yiyeceklerdi.”[1986] âyetini na­zarın olduğuna delil getirirler.

Mekke müşrikleri, Kur'ân'ı ilk işittikleri zaman onun nazmını, an­lamını, belagatının yüksekliğini, Peygamberin ona erişmesini son de­rece kıskandılar ve nerdeyse, O'nu yiyecek gibi bütün bakışlarını O'na çevirip; “Ne senin gibisini, ne de ortaya koyduğun delillerin benzerini gördük?” sözleriyle nazar vermek istemişlerdi.[1987]

Yukarıdaki âyette geçen z-l-k kelimesi, yerinden kaydırmak, başı traş etmek; kısrak için kullanılırsa, günü tamam olmadan yavrusunu düşür­mek ve gadapla bir şeye sert sert bakmak anlamlarına gelir. Ebu İshak der ki: Kafirler şiddetli kinlerinden dolayı Rasulullah'a öyle bakarlardı ki sanki bakışlarıyla O'nu yutacaklardı. Arapta “falan bana bir baktı ki, san­ki onu yiyecekti ve nerdeyse onu delirtecekti” darb-ı meseli meşhurdur. Ferra'nın naklettiğine göre Araplarda şöyle bir adet vardı: birinin canına ve malına zarar vermek istedikleri zaman üç gün aç durup sonra o malın yanına gelip “Allah'a yemin olsun ki, bu mal kadar çok ve güzel bir şey görmedim.” derdi o mal telef olurdu. [1988] Yukarıda belirttiğimiz gibi Rasu­lullah'a da aynı eyiemi gerçekleştirdiler. Ancak Allah, Resulünü korudu.[1989]

Buhari'nin naklettiği bir hadiste Ümmü Seleme'nin rivayetine gö­re Peygamberimiz yüzü sararmış bir kız çocuğu görür ve “Bu kızcağı­za okutunuz, buna nazar değmiş.”[1990] buyurur.

Netice olarak şunu söylemek mümkündür: Ayetteki, “Neredeyse gözleriyle seni helak edeceklerdi.” ifadesinden hareketle kin ve ga­dapla dolu veya çarpıcı ve öldürücü bir güç taşıyan bir bakış, insan bedeni üzerinde sarsıcı bir etki meydana getirdiği açıktır. Böyle bir bakışın, kahredici en ağır sözlerden daha ağır bir beden dili ifadesi olduğu şüphe götürmez bir gerçektir. Örneğin bir celladın suçlu bir sa­nığa ters ters bakışı onu korkudan delirtebilir de öldürebilir de.

Kur'ân'ın bu tür örnekler verişi, insanlar arasında meydana gele­cek bu tür bakışlara karşı tedbir alınmasını sağlamaktır. Buhari'nin Kitabu'l-Tıp da “rukyetu'l-ayn/göz değmesine okumak” ve “el-aynu hakkun/göz değmesi gerçektir”[1991] adları altında birer bab başlığı aça­rak bazı rivayetlerde bulunması da, “nazar”in bir olgu olduğuna ve “rukyetu'l-ayn” tabirinden göz ağrısına değil de “göz değmesi”ne karşı okumak anlaşılmaktadır.[1992]

 

İ. Umutsuzluğun Ve Başarısızlığın Bedensel İfadesi: Göz Bitkinliği

 

İnsan hayatında en önemli nokta, her şeye açık olması ve kendisini mahcup edecek hareketlerden endişesinin bulunmamasıdır. İnsandaki bu seviye, ciddiyet ve titizliğin sonucudur. Kusuru olmayan neden kor­kar. Kur'ân, bu kendine güvenilirlik tablosunu şöyle sergiler: “Yedi gö­ğü bir ahenk içinde yaratan O'dur. Sen Rahman olan Allah'ın yaratışın­da bir düzensizlik göremezsin. Gözünü göğe çevir, bak! Bir aksaklık görebiliyor musun? Sonra gözünü iki defa daha çevir, bak! Göz, um­duğunu bulamadan bitkin ve perişan bir halde sana dönecektir.”[1993]

Denilebilir ki âyet, Allah'ın diğer yarattıklarıyla ilgilidir. Bunun in­sanla ne alakası olabilir? Alakası vardır. Zira burada vurgulanmak iste­nen, bir şeyin nizam ve düzen içinde yapılması, yaratılmasıdır. Bu ko­nuda “Allah'ın ahlakı ile ahlaklanma” kuralını işlettiğimiz zaman yap­tığımız her işte nizamın, düzenin, dürüstlüğün olması ve hesabı veri­lemeyecek bir durumun bulunmaması söz konusu olur. O zaman siz de hem cinslerinize karşı sesli olmasa da durumunuzla meydan oku­yabilirsiniz. Bunun en güzel örneğini peygamberimizin eminlik niteli­ğinde görüyoruz.

Demek oluyor ki, burada bizi ilgilendiren hususlardan birisi, her işte nizam, intizam ve dürüstlük; diğeri de, göz hareketlerindeki an­lamları keşfedebilmek, hareketleri buna göre ayarlamak ve gözümüzü yorgun düşürecek her türlü eylem ve faaliyetlerden gücü oranında kaçınmaktır. Yoksa bir beşerden beş başı mamur ve hiç eğrisi olmayan bir iş beklemek sıkıntı doğurur. Zira kendisi eksik olandan bu bek­lenemez.

Bizi ilgilendiren bir başka; belki de en önemli hususlardan birisi de, bu evreni yaratanın noksanlıklardan uzak ve aşkın olduğunu anla­mak, bir diğeri de yarattığının da kusursuz ve kendi şanına uygun ol­duğunu hissedebilmektir.

Bu kısa ilişkilendirmeden sonra âyette geçen kavramları ele alarak göz hareketleri açısından “gözün bitkinliği ve yorgunluğu”nun ne an­lama geldiğini izaha geçebiliriz.

Âyette üç önemli nokta görülmektedir. Birincisi, işin sağlamlığın­dan dolayı tekrar tekrar bakılması istenerek meydan okunması; ikinci ve üçüncüsü de, gözün, araştırdığı şeyde kusur bulamamadan dolayı kamaşmış ve umduğunu bulamadan bitkin bir şekilde geri dönmüş olmasıdır. Gözün bu olumsuz hareketi, bütün bedensel bir teslimiyeti ifade ettiğinden dolayı, insanın düştüğü bu perişanlığı sözle ifade et­mekten çok daha etkindir.

Burada gözün başarısızlığını ifadede kullanılan “hâsien” ve “hâsir” kelimeleri son derece anlamlıdır. Hâsien, Arap dilinde hiç yaklaş­mamak üzere bir şeyin uzaklaşması anlamına gelir. Köpekleri azarla­yıp tahkir ederek ebedî olarak kovup uzaklaştırmada ve gözün ka­maşması; uyuşup gücünün kaybolması veya aşağılanmasında bu keli­me kullanılır. [1994] “Haşir” kelimesi de, bir erkekten mihferin ve zırhın çı­karılması, bir kadının da yüzünden peçenin sıyrılmasıdır. Bu anlam­dan hareketle bir hayvanı takatten düşürecek mecalsiz hale sokacak kadar sürüp yormaya, bitap düşürmeye de haşir denir. Buna göre, ör­tülü bir şeyin açılıp, sergilenmiş olması ve gözün uzun uzun bir nok­taya bakması sebebiyle yorgun düşürülmesi, manalarına gelir. Bundan başka hasr, elden kaçan bir şeye üzülmek, yorgun, bitkin düşmek anlamlarını da ifade eder. [1995] Böylece aradığını bulamayan bir gözün yorgunluğu ve perişanlığı, bütün bedenin yorgunluğu ve perişanlığını ifade eden bir davranış olarak sunulmuştur. [1996]

 

K. Düşük Ahlakın Ve Ruhî Bozukluğun Bedensel İfadesi: Gözlerin Hain Bakışı

 

Gözlerin hain bakışı, düşük ahlakın ve ruhî bozukluğun bedensel ifadesidir.[1997]

Allah Teâlâ, organların hem dışa akseden eylemlerini hem de in­sanlardan saklanan yönlerini bilir. Hain göz, hıyanetini saklamaya ça­lışır. Ama yine de o, Cenab-ı Hak'tan gizli kalmaz. Sadece kalpler değil, göklerde ve yerdeki zerreler de O'nun bilgisi dışına çıkamaz. Nite­kim Lokman (as), Lokman süresinde bu hususu “Yavrucuğum! Yaptı­ğın iş, (İyilik ve kötülük) bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa ve bu, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa yine de Allah O'nu (senin karşına) getirir. Doğrusu Allah en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.”[1998] Şeklinde dile getirir. Daha önce, kulak, göz ve kalbin sorumlu tutulacağını vermiştik. Sor­guya çeken bir hakimin ilmi, bu dereceye ulaşırsa suçlunun korku şiddetinin ne olacağı kendini gösterir.

Bütün eylemler, kalpte planlanır ve organlarla icra edilir. Bu ey­lemlerin gizli veya açık oluşu, Allah Teâlâ için değişmez. Zira: “Allah gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediklerini bilir.[1999]

Zamahşeri'ye göre âyette geçen “hiyanet”, bakışın sıfatıdır. Bun­dan maksat da şüphecilerin yaptığı gibi helal olmayan bir şeye bakış­ların, hırsızlık yapmasıdır.[2000]

Bakış hırsızlığı, kulak hırsızlığı, kalplerin niyetleri saklama eylemi, insanların üstesinden gelemeyeceği gizli bir düşmanlık eylemidir. Bütün bunlar hıyanet sözcüğü ile dile getirilir. Söz buraya gelmişken gözlerinin hainliğinin ne olduğu üzerinde duralım.

Bakış hainliği konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Olay çok karmaşıktır. Bir bakışın iyi niyetli mi yoksa kötü niyetli mi oiduğu-nu bilmek, -bazı ipuçları elde edilse bile- insanlar için imkansızdır. İbn Abbas'ın dediği gibi bakışlardaki hıyaneti ve kalplerdeki iyi veya kötü düşünceyi sadece Allah bilir.[2001]

İbn Abbas, hain bakışı tanımlarken şunları da söyler: Bir adam kendi topluluğu içerisinde otururken oradan bir bayan geçer. Bu adam, gizlice o bayana bakmaya başlar. Fakat topluluğun sezeceğini hisse­derse hemen başını çevirir. İnsanlarda dalgınlık gördüğü ilk fırsatta yi­ne bakar. İşte Allah, o kişinin, “keşke kadının saklı yerlerini de gör­sem” şeklindeki arzusunu bilir. [2002] Mücahid, “göz hırsızlığı Allah'ın ya­saklarına bakmaktır” derken Tabiünden ileri gelen bazı alimler de, “göz kırpmanın” veya “değişik şekillerdeki göz işaretlerinin”, “gördü­ğü halde görmedim” demenin, “görmediği halde de gördüm” deme­nin bir kadına “ikinci bakışın”, hain bakış olduğunu söylerler.[2003]

Peygamberimiz (sav)'den “anî bakışın” durumu sorulunca derhal gözün çevrilmesini emreder.[2004] “Göz kırpma”yı, Peygamberimiz uygun görmemiştir. Peygamberimize bir gün münafıklardan birini biat için ge­tirirler. Resulullah, biat için elini vermekten kaçınır. Israr edilince isteme­yerek elini uzatır. Sonra sahabe ile başbaşa kalınca

“İçinizde akıllı başlı birisi yok muydu? Görmüyor muydunuz, elimi vermek istemiyordum.” Dediler ki

“Ne bilelim Ya Rasulullah! Keşke gözünüzle işaret etseydiniz.” Peygamberimiz (sav),

“Bir peygambere göz hainliği yakışmaz.” diye­rek[2005] işaretin yersizliğini ifade eder. Hadis-i Şeriften de anlaşıldığı gibi topluluk içinde göz kırpmak hıyanettir. Gözün hiyanet sinyalleri verdiği­ne dair Câhız'ın naklettiği şu beyit güzel bir örnek teşkil eder:

“(Kadın) göz ucuyla kocasının gizli haline dehşet bir işaretle işaret etti ve konuşmadı.”

“Anladım ki göz açıp-kapamak, zelil olmuş bir dosta merhaba! Hoş geldin safalar getirdin diyordu, “[2006]

Bakış deyip geçmeyin zira:

“Bir bakış bir bakışa neler anlatır

“Bir bakış bir bakışı saatlerce ağlatır. “[2007]

 

3.1.9. Ağız, Dil Ve Dudaklar

 

Büyük bir olay veya gelecek olağanüstü büyük ilgi karşısında ağ­zımız ya açılır ya da aşağı yukarı hareket ettirilir. Bir şey söylemek iste­mediğimiz zaman da, ağız kapatılır. Bazen de gerek kendi ağzımızı gerekse karşımızdakinin ağzını elle kapatırız veya parmakları dudak üzerine koyarak sus işareti yaparız. Dudaklar da, hoşlanılan bir şeyi almak İçin açılır. Aksi durumda ise kapanır.[2008]

“Dudak bükmek”, “dudak sarkıtmak/somurtmak”, “dudak ısır­mak”, “dudağının ucuna gelmek” gibi deyimlerle birtakım karakterle­rin, dudaklardan okunduğuna işaret edilmiştir.[2009]

“Dil” sözcüğü de hem sesleri boğumlamaya yarayan organ, hem de insanların düşüncelerini birbirlerine aktarmada araç olarak kullanı­lan dil anlamında kullanılır. Dil, bir yemeği veya istenmeyen bir şeyi temsilen yahut da utanılan durumlarda dışarı atılır.[2010]

Bu önemli üç organın -çoğu mecaz olmak üzere- Kur'ân'da ifade aracı olarak bazı deyimler halinde kullanıldığı görülür. Örneğin “ağ­zıyla hoşnut etmek”[2011], samimi olmadığı halde bazı yaldızlı laflarla muhatabı aldatmaya çalışmanın [2012]; “eli ağıza kapamak”[2013], eli ağza kapayarak veya eliyle ağza işaret ederek konuşturmamanın [2014]; “kin ve düşmanlığın ağızdan dökülmesi”[2015], kalplerdeki kinin [2016]; “ağızda ge­velemek”[2017], açık konuşmamanın ve yalan söylemenin [2018]; “sivri dil kul­lanmak” [2019] ise, ağır ve kırıcı sözlerle incitmenin bedensel ifadeleridir. [2020]

 

3.1.9.1. Ağzın Dili

 

Bilindiği gibi “ağız, yüzde, avurtlarla iki çene arasında ses çıkarma­ya, soluk alıp vermeye ve besinleri almaya yarayan boşluğun” adıdır. [2021] Dudaklar da, “ağzın, dişlerini örten ve dışarıya doğru az veya çok kıvrı­lan üst ve alt kenarlarından her biri”ne [2022]; dil ise, “ağız boşluğunda tat­maya, yutkunmaya, sesleri boğumlamaya yarayan etli, uzun hareketli organın [2023] adıdır. Kur'ân'da ağız sözcüğü karşılığında Arapça bir kelime olan “el-fûh” veya “el-fâh” kelimesi kullanılmıştır. Çoğulu “efvah”tır. “Fan” şeklinde tekil olarak bir [2024], çoğul olarak da on iki yerde [2025] geçer.

Tekil olarak geçtiği bir yerde “Allah'tan başkasından yardım iste­yenler ancak ağzına gelsin diye suya doğru iki avucunu açan kimse gibidir. Halbuki (suyu ağzına götürmedikçe) su onun ağzına girmez. Şu halde kafirlerin duası hedefini şaşırmıştır.”[2026] Ayetinde geçmektedir.

Allah Teâlâ âyette, örneğin; “Allah rahmet etsin” veya “Allah yar­dım etsin” gibi dualarla ağızlarını açan kafirlerin, avuçlarını uzaktan suya açmış ağzına su bekleyen birisinin durumuna benzetmekte ve bu ağızların boşuna yorulduğunu ve bu duaların, onları sapıklık için­de tüketmeyi ifade etmekten başka bir şeye yaramayacağını ve ağzın su bekleyişinin, ona bir şeyin ulaştırmayacağını dile getirir.

Burada uzaktan suya açılmış ellerin getirceği suyun kendisine ula­şacağını bekleyen bir ağzın durumu, Allah'tan başkasından bir şey is­temenin sonuçsuz kalacağının bedensel ifadesi olarak verilmiştir.

Şimdi bir dil olarak ağzın iyi veya kötü, çeşitli hallerdeki düşünce­leri hangi durum ve hareketlerle ifade ettiğini görelim. Ancak burada ağız davranışlarıyla ilgili olarak vermeğe çalışacağımız “ağızla hoşnut etmek”, “eli ağza kapamak”, “ağızdan öfkenin taşması” deyimlerinin, beden diline ait bir ifade biçimi oldukları hususuna açıklık getirmede yarar vardır. Zira bunlar, tepkinin ortaya konulmasında; görüş, duyuş ve anlatıştaki özelliği veya bir anlatış biçimini (üslup) ortaya koymak­tadırlar. Bir anlatış biçimimin de, sözlü dildense beden dili sınıfında düşünülmesi daha uygun olacaktır. [2027]

 

A. Kalp Bozukluğunun Bedensel İfadesi: Davranışı İle Değil de Ağzıyla Birini Hoşnut Etmeye Çalışmak

 

Fasığın, davranışı ile değil de ağzıyla birini hoşnut etmeye çalış­ması, kaib bozukluğunun bedensel ifadesidir.

Kur'ân'da hoşnutluk anlamında kullanılan rıza sözcüğü, sahat (katı, sert, kızgınlık)ın zıddıdır. Hoşnutluk da, kızgınlık da kalbin niteliklerindendir. [2028] “Nasıl olabilir ki! Onlar size galip gelselerdi, sizin hak­kınızda ne ahit ne de anlaşma gözetirlerdi. Onlar sizi ağızlarıyla razı edi­yorlar. Halbuki kalbleri buna karşı çıkıyor. Çünkü onların çoğu, yoldan çıkmışlardır.”[2029] Ayetinde ifade edildiği gibi, kafirler vefakarlıktan, dostluktan bahsederler, tatlı dil gösterirler.[2030] Ancak ilişkilerinde sözle­rinin doğruluğuna en ufak bir belirti görülmez. Bu da gösteriyor ki, konuştuklarına dair kalplerinde bir istek yoktur. Zaten onlar fasıktır.

Arapça'da bir delikten girip; -düşmanı onu orada beklerken- başka bir delikten çıkıp kaçan fareye fasıkcık denir. Dine göre sözü ile işi birbi­rini tutmayana da fasık denmektedir. [2031] Dini kurallara riâyet etmeyen birisinin ağzıyla karşısındakini razı etmeye çalışması, sahte bir dildir. Çün­kü doğruluktan nasibi olmayan bir insanın, sözünün doğru olacağı uzak bir ihtimaldir. O halde kafirlerin dil dökmelerine itibar edilemez.

Büyük bir ihtimalle “ağzıyla birini hoşnut etmek” deyimi, -dili­mizdeki- “birini kandırma ve yanıltma amacıyla duygularını, düşün­celerini olduğundan başka türlü gösterecek biçimde konuşma anla­mına gelen “ağız yapmak” veya dürüst konuşmaktan kaçınma anla­mındaki “ağız yaymak” [2032] deyimlerinin karşılığıdır. Konuşma dilinde kullanılan bu tarz veya üslup, sahtekarlığın ifadesidir. Çünkü bu tarz konuşma, sözlü dilin ötesine giderek sözlü olmayan bildirileri içer­mektedir. Sözlü dil ise, seslerin, ilgili ana dilin kuralları çerçevesinde göndermelerin taşıyıcısı olduğu alandır. [2033] Bundandır ki ses tonunu indirip kaldırarak konuşma ve ağız yapma, bir duygu ifadesi olaca­ğından bu tarz da, beden dili sınıfına sokulmuştur. Zira sesin yüksek­liğinin ve ağzıyla birini hoşnut etmenin, duygularla ilgili bir ifade bi­çimi olduğu açıktır.[2034]

 

B. Konuşturmamanın Bedensel İfadesi: Eli Ağzına Basmak

 

Kur'ân'da geçmiş toplulukların, ellerini peygamberlerinin ağızları­na tıkadığından söz edilir. Dilimizde “sözü ağzına tıkamak” ve “eli ağzına kapamak” karşısındakine konuşma imkanı tanımamanın ifa­desidir. Bu durum Kur'ân'da şöyle anlatılır: “Sizden öncekilerin Nuh, Ad ve Semud kavimlerinin ve onlardan sonrakilerin haberleri size gel-medi mi? Onları Allah'tan başkası bilmez. Peygamberleri kendilerine mucizeler getirdi de onlar ellerini ağızlarına götürdüler ve dediler ki; Biz size gönderileni inkar ettik...”[2035]

Âyetteki zamirlerin kime ait olduğuna dair ihtilaf edilmiştir. Ya kafirler kendi ellerini kendi ağızlarına götürerek sus işareti yaptılar, ya da kendi elleriyle peygamberlerin ellerini peygamberlerin ağızlarına götürerek onlara konuşma fırsatı vermediler. [2036] Hangi ihtimal olursa olsun, netice aynıdır. Maksat, karşısındakini dinlemediğini bedensel olarak ifade etmesi ve susturmasıdır. Araplarda “red” fiiliyle “eli ağza götürmek” ifadesinin olmadığı; ancak “addü'l-eyd/elleri ağza kapa­mak” deyiminin bulunduğu [2037] ki, bunun da, kızgınlığı ifade ettiği nakledilir. Bazılarına göre de, “redde yedehu fi fîhi= elini ağzına tı­kadı”, sükut ettirdi, yani elleriyle ağzına işaret ederek susmayı ima etti [2038] şeklinde kullanılır. Âyette anlatılmak istenen de budur. Bu da, beden dili içinde bir ifade biçimidir. [2039]

 

C. Kalplerdeki Kinin Bedensel İfadesi: Ağızlarından Öfkenin Taşması

 

Yukarıda ifade edildiği gibi bir duygu aktarımı, beden dili alanına girer. Bu bakımdan konuşurken ağızdan öfkenin taşması, bu alana sokulabilir.

Kur'ân'da anlatıldığına göre Medine'de müslümanlarla iç içe ya­şayan bazı münafıklar vardı. Bunlar müslümanlara karşı büyük bir kin ve iliklerine işlemiş bir düşmaniık beslemekteydiler. Bir kısım Müslü­manlar, bu tür Allah düşmanları karşısında aldanıp dostluklarını sür­dürmekte; zaman zaman da onlara bazı sırları açabiimekteydiler. Al­lah Teâlâ, onların müslümanlara karşı durumlarını açıklayarak onlarla alakayı kesmeyi şu âyetle emretti: [2040] “Ey iman edenler! Sizden olma­yan kimseleri sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık etmekten as­la geri durmazlar, hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Gerçekten kin ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerinden) belli olmaktadır. Kalplerinde sakladıkları ise daha büyüktür..”[2041]

Bundan sonra gelen âyetlerde de ifade edildiği gibi, Müslümanlar, onları sevdiği halde onlar müslümanları sevmezler. İnananların yanın­da inançiı görünürler, kendi başlarına kaldıklarında da kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. Müslümanların başına bir bela gel­diğinde sevinir, başarıiı durumlarında da üzülürler. [2042] Onların her türlü hareketlen ve bütün organları, sevgi gösterilerini yalanlar. Çünkü ağız­larından, istihza, yalanlama ve düşmanlık her fırsatta kendini gösterir.

Kurtubi'ye göre Aliah Teâlâ'nın, âyette “dil” yerine “ağız” kelimesi­ni özellikle zikretmesi, onların konuşurken ağızlarının iki tarafının kinle dolması ve inananların sözlerini ağızlarıyla sık sık kesmelerinden dola­yıdır. Yoksa kin, onların gözlerinden de belli olur. [2043] Böylece organla­rından birçoğu, kalpteki kini kendi beden dilleriyle ortaya koyarlar. [2044]

 

3.1.9.2. Dudaklar'in Ve Dil'in Dili

 

Dudaklar, Kur'ân'da bir yerde geçer ve Allah'ın bir nimeti olarak zikredilir.[2045]

Dilden maksat da, konuşma organı olan dildir. Dil ve dudaklar ko­nuşma eyîemine yardımcı olan iki önemli organdır. Görevleri, hem in­sanlardaki duyguların açıklanmasına yardımcı olmak, hem de gerçekleri dile getirmektir. Allah, insanı konuşma yeteneği ile diğer varlıklar­dan üstün kılmış ve onları güçlü bir konuşma organıyla donatmıştır.

Beled suresinde Allah Teâlâ, insandan bahsederken onun, yanlış kanaatlere sahip olduğundan; özellikle kendi üzerinde bir güç olma­dığı zannına kapıldığından; mal, mülk ve servet tüketimiyle öğünüp durduğundan söz eder. [2046] Sonra “Kimsenin kendisini görmediğini mi sanıyor? Biz ona iki göz vermedik mi? Bir dil ve bir çift dudak ve ona (kötülüğün ve iyiliğin) iki yolunu da göstermedik mi?”[2047] Sözleriyle in­sanı insan yapan organ, güç ve yetenekleri kendisinin verdiğini ifade ederek; bu organların kötüye kullanılmamasını ve bunların şükrünün ödenmesinin gerekliliğini vurgular.

Bu organların yaratılış gayesi, hem yaratanını tanımak, hem de O'nu ağızdan düşürmemektir. Konuşma organı, Kur'ân'da Usan sözcüğü ile ifade edilip; bu sözcük, hem konuşma organı hem de konu­şulan dil anlamında kullanılmıştır. Bu kelime Kur'ân'da 25 yerde geç­mektedir. Bunlardan 1 5 tanesi tekii, 10'u da çoğuldur.[2048]

Kur'ân, dillerin kötüye kullanıldığını şu âyetlerle verir: “Dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak “Bu helaldir, şu da haramdır.” demeyin. Çünkü Allah'a karşı yalan uydurmuş oluyorsunuz.”[2049], ahlaken neyin doğru neyin yanlış olduğu konusunda keyfî görüşler ortaya koyma ce­saretini gösteriyorsunuz. Bu da yetmiyor; içinizden bir grup, Peygam­berin eşine iftirada bulunuyor, “Sizde, bu iftirayı dilden dile birbirinize aktarıyor ve hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyi ağızlarınızda gevele­yip duruyorsunuz. Bunun önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Halbuki bu Allah katında büyük bir suçtur.”[2050] kaldı ki “İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen; yazmaya hazır bir melek bulunmasın.”[2051]

Kur'ân diüe ilgili ifadelerde çoğu zaman mecaz dilini kullanır. Ge­nellikle bu mecazlar, mürsel mecaz cinsinden olduğu için bunlar, hem hakikat hem de mecaz aniamda kullanılabilirler. “Dillerin yalan uydur­ması”, “ağızda gevelemek”, “sivri dil kullanmak”, “dil uzatmak” ve “diline dolamak” deyimleri buna örnek teşkil eder. Yukarıda da ifade edildiği gibi deyimlerle anlatım, duygu ifade biçimleri (üslup) olarak değerlendirilerek; bu anlatış biçimleri de beden dili sınıfına sokulabilir. Zira deyim de, genellikle gerçek anlamından az çok ayrı, ilgi çekici bir anlam taşıyan kalıplaşmış anlatımdan ibarettir. [2052]

 

A. Açıkça Söyleyememenin Bedensel İfadesi: Lafı Ağzında Gevelemek

 

Dilimizde “lafı ağzında gevelemek” söylemek istediğini söyleyememek anlamına gelir.[2053] Buna, sözü eğip bükmek de denir. Kur'ân, bu duruma düşen ehl-i kitabı bize şöyle tanıtır: “Ehl-i kitaptan bir grup, okuduklarını kitaptan sanasınız diye kitabı okurken dillerini eğip bükerler. Halbuki okudukları kitaptan değildir. Böylece bile bile Al­lah'a karşı yalan söylerler. “[2054] Aslında bu ahlaksızlık, kitap ehline has bir özellik değil, toplumun her kesiminde rastlanan bir durumdur.

Yukarıda âyette “dili eğip bükmek” veya “gevelemek” diye tercüme ettiğimiz kelimenin aslı “Leva”dır. Bu kelime, söz veya haber için kulla­nıldığı zaman “söylenenin gerçeğe ters düşmesi”, “verilen haberin de olduğu şekilde anlatılamaması” anlamına gelir. [2055] O halde söz dilde ge-veleniyorsa, bu, konuşulanların yalan olduğunu ifade eden bir dil olur.

Dilde gevelemek, bir duygu aktarımı kabul edilerek bu tarz ko­nuşma da beden dili sınıfına dahil edilebilir. [2056]

 

B. İncitmenin, Kin Ve Endişesinin Bedensel İfadesi: Sivri Dil Kullanma

 

Kur'ân'da, inançlı görünüp hallerini gizleyenlerin, iki durum sergi­lemek suretiyle karakterlerini nasıl ortaya koydukları; tehlikeli durum­lardaki acındırıcı halleriyle, rahata kavuştukları andaki kullandıkları iğ­neleyici dilleri şöyle tasvir edilir: “Allah içinizden müminleri muharebe­den alıkoyanları ve yandaşlarına “Bize katılın.” diyenleri çok iyi bilir. Geldiklerinde de çok cimridirler. Yardımlarını sizden esirgerler. Ama sonra bir tehlike ile karşılaşınca ölümün gölgesinde yaşayan birisi gibi gözlerini döndürerek (yardım dilenmek için) sana baktıklarını görür­sün. Tehlike geçince de -iyiliğinizi çekemeyip- mala düşkünlük göstere­rek sivri dilleri ile incitirler. Bu gibi insanlar İman etmiş değillerdir... “.[2057]

Âyette anİatıian tipler, sıkıntılı ve tehlikeli durumlarda felçli insan­lar gibi titrek, korkak, ürkek ve çekingen; yardım istendiği durumda son derece cimri; güven ve rahat ortamında; örneğin ganimet dağıtı­mı [2058] esnasında ise, çok konuşan ve kendini beğenen bir kahraman­dır. Bu son durumlarında seslerini yükselterek, büyüklenip avurtlarını şişirerek sivri bir dille etrafındakileri incitmekten geri kalmazlar.

Âyette geçen “selekûküm bi elsinetin hidâdin/sizi sivri dilleriyle in­citirler” ifadesinde geçen “elsinetin hidadin” terkibindeki “elsine” ke­limesi Lisan'ın çoğuludur. Konuşma organı demektir. “Seiak” kelimesi de eziyet etme, incitme anlamına gelir.[2059] “Sivri dil” deyimi, dilimizde­ki “diliyle sokmak/ağır ve kırıcı sözler söylemek” deyiminin karşılığı­dır [2060] ve bu da bir tür duygu anlatış biçimidir. [2061]

 

C. Hücum Ve Saldırmanın Bedensel İfadesi: Dil Uzatmak

 

Bilindiği gibi Mumtehine süresinde genellikle inananlarla inkarcı­ların ilişkileri eie alınmakta ve bunlar arasındaki çok önemli bir nokta­ya: “Benim de düşmanım sizin de düşmanınız olanlara sevgi göstere­rek, gizli muhabbet besleyerek onları dost edinmeyin. Oysa onlar size gelen gerçeği inkar etmişlerdir. Rabbiniz Allah'a inandığınızdan dolayı Peygamberi de sizi de yurdunuzdan çıkarıyorlar. Ben sizin saklı tuttu­ğunuzu da açığa vurduğunuzu da en iyi bilenim. Sizden kim bunu ya­parsa (onları dost edinirse) doğru yoldan sapmış olur.”[2062] âyetiyle dik­kat çekmekte ve hemen bunun peşine: “Şayet onlar sizi ele geçirirler­se, size düşman kesilecekler, size ellerini ve dillerini kötülükle uzata­caklardır. Zaten inkar edivermenizi istemektedirler.”[2063]

İkinci âyette geçen “bast” kelimesi aslen yayma, uzatma, açma, genişletme anlamına gelmektedir. Bu kelime, mecazen bazen el ile cömertlik; yüz ile neşelenmek [2064], bazen de eüe vurmak ve “diliyle sok­mak”[2065], şiddetle hücuma geçmek, saldırmak [2066] ve kötü söz söylemek anlamında kullanılır. [2067] Konumuz olan “dil uzatmak” deyimi, dilimiz­de de “bir kimse veya bir şey için kötü söz söylemek”[2068] anlamına gel­mekte ve hücum, saldırı ve kötü sözün ifadesi için kullanılmaktadır. [2069]

 

D. Kötülemenin Bedensel İfadesi: Diline Dolamak

 

“Dile dolamak”, “Diline dolamak” veya “diline takmak”, “bir şeyi durmadan her yerde tekrarlamak” ve “bir kimseyi her yerde kötüle­mek” anlamına gelen [2070] bir anlatış biçimidir.

Bu tür bir hareket, hem suç sayılan şeylerin yayılması ve kabuİ gör­mesine yol açar, hem de suçlanan kimseyi aşırı derecede rencide eder. Hatta fayda yerine zarar getirir. Bir de bu dile dolanan şey iftira ise onun zararını hesap etmek son derece imkansızdır.

Bir şeyi “dile dolamak”, Kuran'da Hz. Ayşe'ye yapılan iftiranın ya­yılması münasebetiyle anılmış ve böyle bir hareketin Allah nezdinde çok büyük bir suç olduğu ilan edilerek; bunun, toplumsal bir yara aça­cağına dikkat çekilmiştir. İfadesi aynen şöyledir: “Siz bu iftirayı dilden dile birbirinize aktarıyor; hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyi ağızla­rınızda geveleyip duruyorsunuz. Bunun önemsiz olduğunu sanıyorsu­nuz. Halbuki bu, Allah katında çok büyük (bir suç)tur. Onu duyduğu­nuzda: “Bunu konuşup yaymamız bize yakışmaz. Haşa! Bu çok bü­yük bir iftiradır” demeli değil miydiniz? Eğer inanmış insanlarsanız, Al­lah bir daha buna benzer tutumu tekrarlamaktan sizi sakındırıp uya­rır. Ve Allah âyetleri size açıklıyor. Allah (işin iç yüzünü) çok iyi bilir, hüküm ve hikmet sahibidir. İnsanlar arasında çirkin şeylerin yayılması­nı arzulayan kimseler İçin dünyada da ahirette de çetin bir ceza vardır. Allah bilir siz bilmezsiniz.”[2071]

Âyette geçen “iz telekkavnehü bi elsineti küm”, “siz o iftirayı dile dolamıştınız” cümlesinde geçen “telakkavne” kelimesi, “yüze arız olup ve onu bir tarafa doğru eğen hastalık”anlamında kullanılan “el-lakvetü”den alınmıştır. Bu sözcük, dil için kullanıldığında sözü ağızdan ağ­za dolaştırmak anlamına gelir. [2072] Bir toplumda başıboşluğun ve de­ğerlerin çiğnenip ayaklar altına alınmasının diilendirilmesi anlamına gelen “dile dolama” eylemi, çirkin bir toplumsal dildir. Buna fırsat ta­nımak insanlık ayıbıdır. Toplumun bu çirkin dili susturması toplumsal barış ve iç huzuru için önemli bir görev olur. [2073]

 

3.1.10. Ses, Söz Ve Konuşma

 

Ses, iletişimde sanıldığından çok daha önemlidir, insanlar, ihtiyaçlarını olduğu gibi duygu, düşünce, heyecan, sevgi, kin ve düş­manlıklarım da yüz hareketleri kadar ses tonlarıyla da ifade ederler. [2074] Seste çığlık, korku veya hayreti; inleme, acı ve mutsuzluğu; içini çek­me, üzüntüyü; gülme ise keyifli oiuşu gösterir. Sesin titremesi ve kesikli oluşu, aşın kederliliğin; şiddetli, keskin ve tiz oluşu ise, genellikle öfkeli olmanın işaretidir.”[2075]

Çeşitli duyguların ifadesi olan ses [2076], yalan söylediğimizi de göste­rir. Mucit Allen Bell, Psikolojik Gerilim ölçer (Psychological stress evaluator=PSE) adında bir aygıt yapmıştır. Bu aygıt, seste insan kulağı tarafından algılanmayan titremeleri ölçmektedir. Ses normal olarak saniyede 8 ile 14 devir arasında bir hızla titreşir. İnsan, gerçeği konuş­tuğu zaman sesi kontrol eden kaslar rahat ve düzenlidir. Yaian söyle­yince, yalandan doğan zorlanma, doğal olmayan birtakım gerilimler yaratır ve böylece ses düzeni değişir.[2077]

Sesin çeşitli nitelikleri vardır. En önemlisi tonudur. Sesin tonu, dar veya geniş, inişli veya çıkışlı olabilir. Tonun iyi kullanımı, dinlenme şansını artırırken, aksi de dinlemeyi zorlaştırır. Sözcüklere anlam ka­zandırmak için ses yüksekliğini değiştirmek, anlamı kontrol etmek açı­sından çok yararlıdır. Sesin yüksekliği, bazen duygusal yoğunluğun [2078], bazen doğruluğun, bazen de cehaletin, göstergesi olabilir. Onun için sesin temposunu iyi ayarlamak gerekir. Bazı ses nitelikleri ise, fazla yoruma açıktır. Örneğin yumuşak konuşma, hem etkinliğin, hem za­yıflığın, hem de güçlülüğün ifadesi olabilir. Saygın insanların yumuşak konuşması, güçlülüğe, zayıf yapılı insanlarınki ise yaptırım güçlerinin azlığına delalet eder. [2079] Demek oluyor ki sadece ses, etkinlik için belirleyici değildir. İnsanın bilgi, şahsiyet, ağırlık ve vücut hareketleri bu konuda büyük önem arz etmektedir.

Yüksek ses, dinleyicinin dikkatini çekmek ve konuşmacının konu­ya ilgisini güçlendirmek açısından yararlıdır. Bu, ayrıca konuşmacının yavaş söylediği sözcüklerin etkinliğini de artırır.

Ses, sahip olunan en değerli sözsüz iletişim araçlarından biridir. [2080] İlişkilerde ifade tarzı ve ses trafiği ile ilgili önemli ipuçları vardır. Ko­nuşma üslubu ve ses tonları, insanlar arasında bazen anlaşmayı ko­laylaştıran, bazen saklananları ifşa eden, bazen de tehdit unsuru olup işi çıkmaza sokan ifade biçimidirler.

Ses tonunun, çeşitli duyguların ifadesinde etkinliği gibi bedenin bir bütün olarak gönderdiği sinyallerle, konuşmanın uyum içinde ol­masının, iletişimdeki etkinliği de, tartışılamaz. Sağlıklı bir iletişimde baş, muhataba doğru çevrilir, göz göze bakılır, bedenin üst kısmı öne doğru meyiilenir, ayaklar ve bacaklarda, ilişki içinde bulunulan kişiye doğru yönlendirilerek; onların duruşu da, engel oluşturmaması, hu­zursuzluk ve kaçış izlenimini vermemesi sağlanır.[2081]

İlgi veya ilgisizlik işaretleri olan hareketler, konuşma gruplarında önemli rol oynar. Üç kişi bir arada bulunduğu esnada bunlardan ikisinin birbirine biraz fazla ilgi göstermeleri, üçüncü şahsı sohbetin dışında bı­rakmakla kalmayıp onu rencide edecektir. [2082] Bu bakımdan konuşmacı­ların eşit ölçülerde katılımının sağlanabilmesi için ele geçirilen her fırsat değerlendirilerek kişiler arasında engeller oluşturmamaya ve konuşma­ya dinamiklik kazandırılmaya dikkat edilmelidir. [2083] Elbette ki konuşma üslubu, bedensel hareketlerden daha önemlidir. Ayrıca grupta başta gelen (dominant) kişilerin, konuşmaya katılmaları için özel çaba göster­memeleri ve ayak ayaküstüne atma gibi davranışlarla statü farklarını ortaya koymamaları, grupta rahatlık sağlayabilir.[2084]

Karşılıklı konuşma esnasında ses tonunun iyi ayarlanıp uygun ke­limelerin seçilerek konuşmada ölçülü, yatıştırıcı ve nazik bir dil kulla­nımının da iletişimin başarılı olmasında önemli rol oynayacağı unu­tulmamalıdır. Kur'ân'da bu tür ifade, ruhun huzur bulduğu aklın ve dinin güzel gördüğü anlamına gelen “kavl-i maruf/güzel söz” [2085] deyi­miyle adlandırılır.

Yukarıda duyguların ifadesinde göz ve ağız hareketleriyle ilgili ve­rilen birçok olumsuz davranış “kavl-i marufun dışında kalır. [2086]

 

3.1.10.1. Kur'ân'ın Söz, Konuşma Ve Ses Trafiğini Kontrol Edişi

 

Kur'ân, fayda getirmeyen şeylere sınır koyup insanları daima yararlı işlere yönlendirir. Bu yarar, ister ferdin kendisine, ister başkasına, isterse topluma yönelik olsun değişmez. Boş ve eğlencenin dışında bir özelliği olmayan İş, söz ve düşüncelerden sakındırır, “insanlardan öyiesi var ki, her-hangi bir ilmi delile dayanmadan Allah yolundan saptırmak ve son­ra da onunla alay etmek için “boş lafı” satın alır. İşte onlara rüsvay edici bir azap vardır.”[2087] âyeti bu sakındırmaya örnek teşkil eder.

Ayette geçen “boş laf”, “lehve-l-hadis” terkibinin karşılığıdır. Lehv, Arapça bir kelimedir. “İnsan için önemli olan ve onu ilgilendiren şeylerden meşgul eden her şeye Lehv denir”. Oyun ve oyuncak anla­mını ifade eder.” [2088] “Hadis” de, ister uyanık isterse uyku halinde vahiy ve vahyin dışında insana ulaşan her söze denir. Buna göre “lehve'l-hadis” terkibi, insana yararı olmayan ve onun zamanını öldüren boş sözlerdir. Bu sözün, insana yazı veya başka yolla ulaşmış olması, du­rumu değiştirmez. Müfessir Elmalı'nın dediği gibi “İnsanı oyalayan, işinden alıkoyan sözler, asılsız hikayeler, masallar..., tarih kılıklı efsane­ler, güldürücü lakırdılar, gevezelikler [2089] boş sözün kapsamına girer. Zaten 'Allah katına ancak güzel sözler yükselir.'“[2090]

'“Doğru söz'“, kökü sapasağlam, dallan göğe doğru uzanan gü­zel, diri bir ağaç gibidir ve çirkin bir sözün durumu ise, kökü toprağın üstüne çıkarılmış, bütünüyle kararsız, dayanaksız, çürük bir ağacın durumuna benzer.”[2091]

Kur'ân'ın, sözün güzelini önermesi bir tarafa nerede neyin konu­şulacağını da kontroi altına alır. Örneğin “evlerin arkasında gürültü yapmamayı [2092], fasık birisinin getirdiği haber karşısında itinalı [2093] alay etmemeyi, lakap takmamayı, ayıpiamamayı [2094], insanla­ra [2095]; bu arada yakınlara, yoksullara ve yetimlere [2096] gönül alıcı [2097], gü­zel ve doğru söz söylemeyi[2098], sözün güzeline yönlendirmeyi emre­der. [2099] Zannın çoğunu, kusur araştırmayı, arkadan konuşmayı [2100] yalan ve uydurma söz söylemeyi [2101], yılışarak konuşmayı [2102], kötü sözün açık­ça söylenmesini [2103], dilleri eğip bükmeyi [2104], eli ve diü kötülükle uzatma­yı [2105], içinde olmayanı söylemeyi [2106], arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi [2107], yaldızlı [2108] ve ağır söz [2109] söylemeyi yasaklar. Ağızdan çı­kan her sözün de kayda geçtiğini haber verir. [2110] Firavun ve benzerleri­ne yumuşak [2111]; Aklı ermezlere güzel konuşmayı [2112], cahilleri de cevapsız bırakmayı [2113] emreder. Bunlara ek olarak nazik, yumuşak [2114] ölçü­lü [2115], yüceltici [2116] ve yatıştırıcı [2117] konuşmayı öğütler.

“Allah, yapılmayan şeyleri söylemeyi [2118], arkadan çekiştirmeyi ve ku­sur araştırmayı [2119] yasaklar.” [2120]

 

3.1.10.2. Ses Trafiğinin Hiyerarşisi

 

Kur'ân ses trafiğinde -derecesine göre- özel ve genel olmak üzere hi­yerarşiyi belirler. Olması gerekeni söyleyip bu konuda ahlakî kuralı koyar. [2121]

 

A. Özel Anlamda

 

a- Peygamberin yanında yüksek sesle konuşmayı yasaklar: “Ey iman etmiş olanlar! Sesinizi Peygamberin sesinden daha fazla yükselt­meyin!”, “Birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi onunla ko­nuşmayın yoksa bütün güzel ve iyi işleriniz, siz farkında olmadan boşa gitmiş olur. Bakın, Allah'ın elçisinin huzurunda seslerini kı­sanlar var ya, işte onlar kalpleri, kendisine karşı sorumluluk bilinci ile (doldurularak) Allah tarafından sınananlardır. Onlar için bağış-lanma ve büyük bir mükafat vardır”.[2122]

b- Anne ve babaya karşı yumuşak davranma emredilir. “Rabbin baş­kasına değil yalnızca kendisine kulluk etmenizi ve ana-babaya iyi davranmanızı emretti. Eğer onlardan biri ya da her ikisi senin ya­nında kocarsa, onlara sakın “öf” demeyesin; onları azarlamayasın; onlara saygılı, yüceltici sözler söyleyesin.”[2123]

c- Birbirimizi Ey Ali! Ey Hasan gibi ve yüksek sesle çağırdığımız gibi Peygamber (as)'ın çağrılması yasaklanır.[2124]

d- Bazı alimler, alimlerin yanında da yüksek sesle konuşulmasının uygunsuz olacağı görüşündedirler.[2125]

 

B. Genel Anlamda

 

Allah Teâlâ, bütün davranışlarda ölçülü olmayı emreder; özellikle de ses tonunun yükseltilmemesini ve insanları rahatsız edecek çevre­lerde bağırıp çağırılmamasını emreder.

a- Birincisinin örneğine, Hz. Lokman (as)'ın oğluna öğütünde görü­yoruz: “(Ey Oğlum!) Davranışlarında tabiî ol, sesini alçalt. Unut­ma ki seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.”[2126]

b- Evlerin arkasında gürültü yasaklanır: “Ey Peygamber seni evinin dışından çağıranlar var ya, işte onların çoğu akıllarını kullan­mazlar.”[2127]

Kur'ân'ın ses trafiğinde önemine vurguda bulunduğu birkaç hu­susa değinmeden geçemeyeceğiz.

Yukarıdaki âyetlerin birinde: “sesi Peygamberin sesi üzerine yük­seltmemeği, aksi halde amellerin boşa giderileceği”[2128]; ikincisinde: “seslerini kısanların takva ile sınava çekildiği”[2129]; üçüncüsünde de: “ev­lerin çevresinde bağırarak konuşanların aklı ermez kimseler oldukla­rı”[2130] hususuna değinmiştik. Âyetlere dikkat edilirse ses trafiğinde “e-dep”, “takva” (sakınma) ve “gözetilen hak” gibi üç önemli ilkeye dikkat çekilmektedir. Hiçbir şey ilkesiz ne ayakta durabilir ne de gerçek fonksi­yonunu icra edebilir. Bir beden dili biçimi olarak “ses tonu”nu izaha geçmeden önce buradaki ilkelerin fonksiyonu üzerinde durmada yarar vardır.

Allah'a bağlı olan dünya; Allah'a, Resulüne, insanın kendine ve başkalarına karşı ecfeb'in, takva'run ve hakka rayet'in bulunduğu bir dünyadır. Bu dünya, adı edilen bu üç unsurla ayakta durur. Burada bu üç ilkenin sadece ses trafiğindeki yeri üzerinde durulacaktır. [2131]

 

3.1.10,3, Ses Trafiğinde İlkeler

 

A. Seste Edep

 

Edep sözcüğünün asıl anlamı çağırmaktır. İnsanı güzelliklere ça­ğıran kötülüklerden uzaklaştıran bir nitelik olduğundan dolayı kendi­sine bu isim verilmiştir. [2132] Buna göre edep, iyi terbiye, naziklik, uslu­luk, zariflik [2133] demektir.

Edep, konuşmada söz konusu olunca söz zarifliği ve güzelliği kastedilir. Ses tonunu iyi ayarlamak ve güzel kelimeler seçmek söz gü­zelliğinin olmazsa olmaz şartıdır.

Kur'ân, “Seslerinizi peygamberin sesi üstüne yükseltmeyin. Birbi­rinize bağırdığınız gibi Peygambere yüksek sesle bağırmayın.” [2134] ilke­sini koyar. Bilindiği gibi ilkeler, tek şahıs için konulmaz. Ancak tek şa­hıs baz alınıp genele teşmil edilebilir. Her şeyde olduğu gibi konuşma adabında da Peygamber esas alınmıştır. Birine hürmet ve saygı ilkesi belirlenince, bu saygı ve hürmet yukarıdan aşağıya doğru belirlenmiş­tir. İlim ve takva Allah'tan verilen bir derece sayılarak saygıda bunların sahiplerine öncelik tanınmıştır. Melekler'in Adem'e secdesinin anlamı budur. [2135] Kur'ân'a göre üstünlük, ilim [2136], takva [2137] ve yaptıkları işlerle [2138] belirlenmiştir. Yaşlılık, saygı için; küçüklük de, sevgi için bir nitelik sa­yılmıştır. Peygamberimizin “Büyüklerimize saygı küçüklerimize de sev­gi ve merhamet göstermeyen bizden değildir. “[2139] sözü bunun delilidir.

İşte biz ses trafiğinde bizim için en güzel örnek kılınan [2140] Hz. Pey­gamberi esas alıyoruz. Söze, “O'nun sesinin üstüne seslerinizi yük­seltmeyin.” âyetinin inişine sebep olan olayı vererek başlayalım. Buha-ri de nakledildiğine göre İbn Müleyke şöyle demiştir: Az kalsın iki hayırlı kişi; Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer mahvolacaktı. Beni Temim'den bir heyetin geldiği zaman, bunlar Rasulullah'ın yanında seslerini yükselt­mişlerdi. Onlardan biri, başlarına emir yapması için, Mücaşi oğulların­dan kardeşi Akra b. Habis'i; diğeri de, başka birini önermişti, (ravi bu­nun ismini hatırlamıyor) Hz. Ebubekir, Hz. Ömer'e

“Bana muhalefet etmek istedin.” dedi. O da “Sana muhalefet etmek istemedim.” diye cevap verdi. Bu arada seslerini yükselttiler. Bunun üzerine yukarıdaki âyet nazil oldu. İbn Zubeyr'in naklettiğine göre Hz. Ömer, bu âyetten sonra anlayıncaya kadar hiç konuşmaz Rasulullah'ı dinlerdi.[2141]

“Peygamberin sesi üstüne sesleri yükseltmeme”, ve ona yüksek sesle bağırmama değişik şekillerde anlaşılmıştır.

a- Hakiki anlamda sesin yükseltilmemesi kastedilmiştir. Zira sesin yükseltilmesi saygı ve hürmet azlığına delildir. [2142] Halbuki âyet, Rasulullah'a tazim için sesi alçaltmayı emreder.[2143] Bazı bilginler, alimlerin meclisinde de sesi yükseltmenin hoş karşı­lanmadığı kanaatini taşırlar.[2144] Hatta Ebubekir el-Cassas (v. 370/980)'a göre adı geçen âyetlerin, Peygamberimizi tazim ve Onunla ümmeti arasındaki farkı belirlemek üzere inmiş olmasına rağmen, anne-baba, bilgin, ibadete düşkün, dinin emirlerini ayakta tutan ıslahatçı ve yaşlılar... hakkında da bize terbiyeyi öğ­retmektedir.[2145]

Ebubekir İbnu'l-Arabî (v. 543/980)'ye göre Hz. Peygambere diri iken yapılan hürmet öldükten sonra da devam eder. Onun (sav) bize rivayet edilen sözleri, kelimeleriyle işitilmiş sözleri gibidir. O'nun sözleri bir yerde okunduğu zaman orada bulunanın sesini yükseltmemesi vaciptir. Peygamberin meclisindeymiş gibi dinler, onlardan uzaklaşamaz. Hürmetin devamlılığına: “Kur'ân okun­duğu zaman onu dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin.”[2146] âyeti delildir. Zira Hz. Peygamberin sözü de vahiydendir. Bazı istisnalar olsa bile Kur'ân'a gösterilen hürmet gibi onun sözlerine de hürmet gerekir.[2147]

b- Hz. Peygambere “Ya Muhammed” veya “Ya Ahmet” şeklinde de­ğil de “Ya Nebiyyullah! Ya Resulallah!” şeklinde hitap edilmesi is­tenmektedir. Maksat Hz. Peygamberin ululanmasıdır. Rivayete göre münafıklar, Rasulullah'ın yanında seslerini yükseltiyorlardı ki örnek alınsın da Rasulullah'ın saygınlığı giderilmiş olsun. İşte Müslümanlar münafıklara benzer tarzda seslerini yükseltmekten yasaklandılar.[2148]

Âyette geçen “birbirinize bağırdığınız gibi” kaydından anlaşıldı­ğına göre buradaki yasak, fısıldamaya varacak tarzda açık ko­nuşmayı engelleyen bir yasak değildir. Bu yasak, kendi araların­daki laubali tarzdaki lakaydiliğe ait bir yasaktır. [2149] Zira “Hz. Pey­gamber Müminlere kendi canlarından daha üstündür”.[2150]Ona karşı saygısızlık, amellerinin boşa gitmesinin sebebi sayılmıştır.” [2151] Şöyle ki birisi Hz. Peygamberin yanında laubalilik yapar ve sesini yükseltirse; bu hareket, Peygamberi küçümsemeye hakir görme­ye ve hatta irtidada kadar götürebilir.[2152] Dolayısıyla da âyette ifade edildiği gibi bu tür davrananların amelleri boşa gider. Bazı bilginlere göre “Seslerinizi Peygamberin sesinin üstüne yükseltmeyin”den maksat O'nun yanında çok konuşmayındır. Zira birinin yanında çok konuşmak, karşısındakinin sükut et­mesini gerektirir. Peygambere konuşma fırsatı tanımamak caiz değildir.[2153]

 

B. Seste Takva

 

Bilindiği gibi takva, zarar ve eziyet veren şeylerden, korunma anla­mına gelen “vikaye” mastarından alınmıştır. Takva, korkulan şeylerden nefsi korumak ve korunmaya girmektir.[2154] Buna göre din ıstılahında tak­va: “insanın kendisini Allah'ın vikayesine koyarak ahirette zarar ve elem verecek şeylerden iyice koruması, tabiri aherle seyyiatten tevakki ve ha­senatı iltizam etmesi” demektir. [2155] Daha açığı Allah'a itaat edip hiç isyan etmemek, O'nu daima hatırda tutup unutmamak ve O'na şükredip nankörlüğe düşmemektir”. [2156] Allah Teâlâ, Peygamberimiz (sav)'in yanın­da seslerini kısanların bu hareketini şu ifadelerle takva saymıştır: “Al­lah'ın elçisinin huzurunda seslerini kısanlar, şüphesiz Allah'ın kalplerini takva ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük mükafat yardır.”[2157]

Allah'ın emirlerine ta'zim, takvadan sayıldığı gibi Rasulullah'a ta­zim de, Allah'a olan takvadan sayılmıştır. [2158] Rasulullah'ın sesinin üstü­ne seslerin yükseltilmeme emri gelince sahabeden bazı kimseler büyük telaşa kapıldılar ve Rasulullah'ın yanında konuşmamaya yemin edenler bile oldu. Hz. Ebubekir onlardandır. Hz. Ömer de, artık Rasulullah'ın konuşması bitinceye kadar konuşmamaya başladı. Bunun üzerine yuka­rıdaki âyet indi.[2159]

 

C. Seste Hukuka Riâyet

 

Kur'ân, ses tonundaki ayarlamayı, sadece karşılıklı konuşmalar için değil de sokaklardaki rahatsız edici konuşmalar için de yapar,

Mekke'nin fethinden sonra İslam'a girmek için Medine'ye heyetler gelmeye başladı. Beni Temim heyeti, bunlardan biridir. Gelen insanlar, çölde yaşayan kaba insanlardı. Rasulullah'ın odalarının arkasından “Ya Muhammed! Bizim yanımıza çık!” diye bağırıyorlardı. Bunun üzerine. “(Rasulum) sana odaların arka tarafından bağıranların çoğu aklı ermez kimselerdir.”[2160] âyeti inerek evlerin çevresinde dahi insanları rahatsız edici bağırma ve çağırmaların kendini bilmezlere ait olduğunu ifade eder. [2161] Böylece Kur'ân sokaklardaki ses trafiğine de ölçü koyar.

Konuya beden dili açısından baktığımız zaman konuşmada ses to­nu, beden dili kategorisine girdiği kabul edilmiştir. Buna göre, “Sesini kıs.”[2162] “Seslerinizi Nebinin sesi üstüne yükseltmeyin.”[2163], sözleri tevazua teşvik etmekte; “Odaların arkasından bağıranların çoğu aklı ermezler­dir.”[2164] sözü de, kabalığın, çirkinliğine işaret etmektedir. Aynı zamanda su-i edepten dolayı azarlamadır. “Eğer onlar, sen yanlarına çıkıncaya kadar sabretselerdi, elbette kendileri için daha iyi olurdu...”[2165]

Kurtubi'nin dediği gibi Rasulullah kendisine ait çok önemli işlerin dışında bütün zamanlarını insanlara ayırıyordu. Onu bu durumlarda sıkıştırmak, su-i edepten sayılmıştır.[2166]

Ses tonunun ilkeleri ile ilgili bu açıklamalardan sonra şimdi onla­rın Kur'ân'da ifade ettikleri anlamlara geçebiliriz. [2167]

 

3.1.10.4. Ses Tonlarının Dili

 

Daha önce ses tonlarının, duygu, düşünce, heyecan, sevgi, kin ve düşmanlığı ifade ettiği gibi seste çığlığın, korku ve hayretin; inleme­nin, acı ve mutsuzluğun; içini çekmenin, üzüntünün; gülmenin, keyif­li olmanın; sesin titremesinin, kesikli oluşunun, aşırı kederfiliğin; şid­detli ve tiz oluşunun da, genellikle öfkeli olmanın işareti olduğunu söylemiştik.

Değişik vesile ile değişik varlıklar aracılığıyla ses tonlarının kulla­nıldığına dair Kur'ân'da bazı örneklere rastlarız. Ancak ifadelerin ba­zısının mecazî anlamda kullanıldığı görülür. Şimdi bunlardan bir kaçı­nı verelim. [2168]

 

A. Hedef Saptırmanın Bedensel İfadesi: Yaygara Koparmak

 

Yaygara1, dilimizde gereksiz olarak yüksek sesle bağırıp çağırma anlamına gelmektedir. [2169] Bu sözcüğün Arapçadaki karşılığı “fezz” kö­künden gelen “istifzaz”dır. Bu kelime, “ses” sözcüğü ile kullanıldığın­da, hak ve doğrudan, kaydırmak ve baştan çıkarmak için yaygarayı basmak veya yaygara koparmak anlamına gelir.[2170]

Bu, kelimenin Kur'ân'da bu anlamda “vestefziz... bi savtıke” ter­kibiyle bir yerde: “Şeytan aldatmacası” vesilesiyle: “Onlardan gücü­nün yettiği kimseleri sesin ve çağrınla ayart...”[2171] Yani yaygaranla yol­dan çıkar, saptır şeklinde geçmesi anlamlıdır. Çünkü şeytanın görevi budur. Bu kavram, saptırma rolünü üstlenenler için kullanılabilir. Zira mücadelede ses de kullanılır. Örneğin düşmanı taciz etmek, pusuya düşürmek için naralar atılır. Ortaya çıkınca da saldırılır. [2172] Dikkat edi­lirse bu bağırmanın altında yatan maksat hangi anlamda olursa ol­sun aldatmadır. [2173]

 

B. Acı Ve Mutsuzluğun Bedensel İfadesi: Ah Çekip İnlemek Ve Hıçkırık

 

Ah çekip inlemek, derin bir keder veya özlemle üzüntü belirten kesik sesler çıkarmaktır.[2174]

Kur'ân'da bu tür sesler, cehenneme atılan bedbaht insanların ve fokurdayan cehennemin çıkardıkları sesler tasvir edilirken şöyle zikre­dilir: “Bedbaht olanlar ateştedirler Orada onlar ah çekip inleyeceklerdir.”[2175], “Orada onların payına ah çekip inlemek düşecektir...”[2176], “Ce­hennem ateşi uzak bir mesafeden kendilerini görünce onun öfkelenişini, hıçkırığını (müthiş kaynamasını) ve uğultusunu   işitirler.”[2177] “Ah çekip inlemek” veya “hıçkırığa boğulmak” deyimlerinin âyetlerdeki karşılıkları “şehîk” ve “zefîr” kelimeleridir. Şehîk, nefesi içeri çekmek, “zefîr” de nefesi dışarı vermektir. Tersi anlamında kullanıldıklarını söy­leyenler de vardır. “Zefîr”, ayrıca insan gönlünün gamla dolması anla­mına da gelir. Aslında bu kelimeler, eşeğin anırtısında anırmanın ön­cesinde nefesi içeri çekmeye “zefîr”, dışarı vermeye de “şehîk” den­mektedir. Bu iki sözcük bir arada göğsün kaynaması, inlemesi veya hıçkırığı anlamını ifade ederler.[2178]

 

C. Tevazünün Ve Kibrin İfadesi: Sesi Afçaltmak Ve Yükseltmek

 

Kur'ân, konuşma esnasında sesin, ihtiyacın üzerinde yükseltilme­sini hoş karşılamayıp; bunu bir zorluk ve eziyet kabul eder. Ses tonu­nu ihtiyaç ölçüsünde hatta biraz daha aşağıda tutmayı ise tevazu sa­yar. [2179] Onun için Kur'ân, Lokman (as) diliyle: “Sesini alçalt unutma ki seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.”[2180] Prensibini koyar. Araplar, yüksek sesle konuşmakla öğünür, sesi gür çıkanı aziz, sesi düşük olanı da zelil sayarlardı. Hatta Araplarda kadında yüksek sesin, dış görünüş güzelliklerinden sayılması caiz görülmüştür.[2181]

Bu âyet, hem konuşma esnasında sesi yükseltmenin çirkin kabul edildiğine, hem de insanların karşısında bağırarak konuşmayı terkin, edepten sayıldığına delil kabul edilmiştir. [2182] Demek oluyor ki âyetteki “sesini alçalt” emri, insanlara ses kullanımında orta yoiu önermekte­dir. “Sesi alçaltma” ifadesi, Arapça'da “gaddü's-savt'ın karşılığıdır. Terkipte geçen “gadda” sözcüğü, kendisiyle, yetinilen başkasına ihti­yaç bırakmayan her şey için kullanılır.[2183]

Ses, gerek insanlarda gerekse hayvanlarda ihtiyaçları karşılamak için önemli bir unsurdur. Örneğin koyun meleyerek kuzusunu, inek böğürerek danasını, deve de kendi yavrusunu çağırır. İnsan ise daha farklıdır. Sesini kullanırken aklı ona yol gösterir. Böyiece yüksek sesin, din­leyene eziyet vereceğini, kulakları rahatsız edeceğini bilir.[2184]

Fahruddin Razi yüksek sesin eşek sesine benzetilmesine şöyle bir yorum getirir: Deve gibi bazı hayvanların, yorgunluk ve yükün ağırlı­ğından dolayı ses çıkardığı anlaşılır. Fakat eşek, yükün altında olsa bi­le ses çıkarmazken bazı vakitlerde hiç ihtiyaç yokken anırır ve sesi de hoş karşılanmaz. [2185] Razi, bununla demek istiyor ki sesi ihtiyaçtan fazla yükseltmenin bir yaran yoktur. Artı bir de insanı rahatsız etmektedir. Eşeğin anırması da ihtiyaç dışında ve rahatsız edici olduğu için bunlar birbirine benzetilmiştir. [2186]

 

D. Korku, Sıkıntı Ve Endişenin Bedensel İfadesi: Seslerin Kısılması

 

Kur'ân'da, kıyametin kopması ve insanların hesap vermek üzere mahşere sevk edilişi sahnesi anlatılırken bütün insanları bir sessizliğin kapladığından söz edilir. Bu sessizlik, korku ve endişenin bir türü ve en belirgin ifadesidir. Anlatım aynen şöyledir:

“Sana (kıyamet gününde) dağların ne olacağından soracaklar. O za­man (onlara) de ki; “Rabbim onları taze toprağa çevirip savuracak. Yeri dümdüz ve çıplak bir hale getirecek. (Öyle ki) orada ne bir kıvrık ne de bir tümsek göreceksin. O gün herkes, kendisinden kaçıp kurtulmak kabil olmayan bir davetçi (israfil)nin peşinden gider. Rahmanın heybetinden sesler kısılmıştır. Artık (ayak) hışırtısından [2187] başka bir şey işitemezsin”.[2188]

Âyetlerin son cümlelerinde: “Haşe'ati'l-esvatu lir-Rahmani/Rah-mantn heybetinden sesler kısılmıştır.”[2189] İfadesi geçmektedir, Burada ki “haşe'a” sözcüğü Arapçada “yeryüzüne bir göz attı, gözünü yumdu ve sesini kıstı” anlamında kullanılmaktadır. [2190] Bu kelime çoğunlukla organlardaki boyun eğme ve zillet durumu hakkında kullanılır.[2191]

“Ses” sözcüğü ile kullanıldığı zaman “sesin kısılması” anlamını ifade eder. Zaten Araplarda her kımıldamayan, sessizleşen ve boyun eğen, bu kelime ile tasvir edilir.[2192]

Bu sahnede herkesi Allah'ın heybeti kaplamıştır. Bilindiği gibi heybet, korku ile saygı durumlarını birlikte uyandıran ha [2193], yani yü­celik durumudur. Allah'ın yüceliği bütün mahşeri sarmış, her tarafı dehşet, korku ve sessizlik kaplamıştır. Allah'ın büyüklüğü, bütün ruh­ları derinden sarsmıştır. Sahnede sadece ayak hışırtısı hüküm sürmek­tedir. [2194] İşte seslerin kısılması, etrafa korku, endişe ve telaşın hakim ol­masının sözsüz ifadesidir. Bu durum, mahşer gününe has olmayıp, korku ve telaşın hakim olduğu her ortamda görülür. Sessizlik ve suskunluğun kaplamış olduğu biri görüldüğü zaman onun bu durumun­dan telaşı derhal anlaşılır. Çünkü sessizlik, bunu ifade eden bir dildir. [2195]

 

3.1.11. Islık Çalmak Ve El Çırpmak

 

Islık çalmak, Kur'ân'da “el-mukâ”; el çırpma da, dağdan yankıla­nan ses anlamına gelen “şada” kökünden türetilmiş “et-tasdiye”[2196] sözcükleri ile ifade edilmiştir. [2197] Islık, ya ağızla ya da parmaklan bir ara­ya getirip ağza sokarak çalınır.[2198]

Islık, günümüzde işaret dili içerisinde mutaala edilir. Afrika da ıs­lık ve davulun bir dil olarak kullanıldığı bilinmektedir.[2199]

İslam gelmeden önce Kureyşliler, kadın erkek el tutuşarak Kabe'yi çıplak olarak tavaf ederken ağızlarıyla ıslık çalar ve el çırparlardı. On­lara göre bu davranış, bir tür ibadet biçimiydi. Bu hareketleri dua kar­şılığında yapıyorlar ve bir taraftan da bu hareketlerle Rasulullah'ın na­mazını ihlal ediyorlardı. [2200] Kureyşin, Beytullah etrafında ıslık çalıp el çırpmalarını dua yerine koyduklarını bize Kur'ân şu âyetle haber veri­yor: “Onların Beytullah yanındaki duaları da ıslık çalmak ve el çırp­maktan başka bir şey değildir. (Ey Kafirler!) inkar etmekte olduğunuz şeylerden ötürü şimdi azabı tadın.”[2201]

Kur'ân'ın, ıslık çalmayı ve el çırpmayı olumsuz anİamda kullandığı açıktır. Zira bu iki hareket -ibadet maksadıyla yapılmış olsa bile- Al­lah'ın emrettiği veya belirlediği bir eylem biçimi değildir. Bilakis bun­lar, mukaddes dînden tahrif edilerek gelenek haline getirilmiş Arapla­ra ait hareketlerdir. Kurtubi, tefsirinde bazı sufiierin zikir halindeki raks ve el çırpma hareketlerinin bunlara benzediğini ve bu tür eylem­lerin hoş karşılanmadığını özellikle vurgular.[2202]

“Islık çalma”da, “el çırpma”da, toplumlara ve onların örflerine göre değişik anlamlar ifade etmektedir. Örneğin “ıslık çalma”nın “be­ğenme”[2203]; “el çırpma”nın da, “alkışlama” veya protesto anlamında kullanıldığı, herkes tarafından bilinen evrensel hareketlerdir. Arapların da bu iki hareketi kendilerine göre hem olumlu hem de olumsuz an­lamda kullandıkları anlaşılmaktadır. Bu iki hareketin değişik boyutlar­da kullanılışı günümüzde çok yaygındır. Bunların anlamlarında top­lumlara göre ufak-tefek farklılıklar göze çarpsa da genel anlamda bir­liktelik gözlenir. Alkış örneğinde olduğu gibi!

Olayı dil bilim açısından değerlendirdiğimiz zaman ıslık dili adıyla bir haberleşme sisteminin olduğundan söz edilir. Bu dil, normal ko­nuşma yerine ıslık çalma suretiyle sağlanan bir haberleşme türüdür. Kanarya adalarında, Fransız Prenelerinde ve Meksikada olmak üzere dünyada çok az sayıda yerde kullanılır. Türkiye'de de Giresun'a bağlı Kuşköy'de ve ulaşım zorluğu çekilen bazı köylerde böyle bir dilin kul­lanıldığı tespit edilmiştir. Burada kullanılan “ıslıkça”nın imece için bir­birinden yardım isteme, jandarma ve ormancı gibi memurların geliş­lerini haber verme, yayladan veya kasabadan gelenlerin durumunu sorma gibi sınırlı konularda kullanılır.[2204]

 

3.1.12. Gülme Ve Ağlama

 

Gülme, hoşuna veya tuhaflığına giden olaylar ve durumlar karşı­sında genellikle sesli bir biçimde duyguyu açığa vurmaktır. [2205] Ağlama ise, üzüntü, acı, sevinç, pişmanlık, aldanma vs. etkisiyle gözyaşı dök­mektir.[2206]

Kur'ân, gülme ve ağlama yeteneğini insanlara verenin Allah oldu­ğunu; “(Sizi) güldüren ve ağlatan yalnız O'dur.”[2207] âyetiyie ifade eder. Müfessirlerin ifadesine göre bu âyette gülme ve ağlama sebeplerini yaratanın, Allah olduğuna dikkat çekilmiştir. Gülmeyi celbeden neşe, ağlamayı celbeden de üzüntüdür. İşte bu duyguları insanda var eden de Allah'tır. [2208] Gülme ve ağlama, insandaki neşe ve üzüntüyü beden­sel bir dille ortaya çıkarır.

Kur'ân'a göre Allah insana “ağlama” ve “gülme” özelliği vermiş­tir. Bunlar, anlaşılması güç iki sır gibidir. Bilindiği gibi ağlama ve gül­me olaylarının meydana gelişinde hem psikolojik hem de biyolojik et­kenler vardır. Bu bakımdan bunlar, karmaşık ve değişken ruhsal olay­lardan ibaret olup değişik etkenlerle meydana gelirler. Zira birinin güldüğüne diğeri ağlar. Birinin ağladığına da diğeri güler. Hatta tek insan bile bugün yaptığına gülerken yarın onun açtığı zararları gö­rünce de ağlar.[2209]

Her ne olursa olsun gülme ve ağlama duyguları olmasaydı insan­larla paylaşım olmaz ve hayatın tadı kalmazdı. Zira çocuk açlığını ağ­lamakla, doyduğunu da tebessümle duyurunca hem çocuk hem de onu büyüten anne rahatlamış olur. Bu rahatlama, aynı olayların tekrarıyla büyüklerde de olur ve böylece insanlar, bu duygular yardımıyla bir taraftan ihtiyaçlarını karşılarlar, diğer taraftan da ihtiyaçlarının kar­şılandığının haberini verirler.

Bu iki duygunun kaynağı hakkındaki bu kısa açıklamadan sonra bu duyguları beden diİi açısından değerlendirmeğe geçebiliriz.

Neşeli insanı, yüzüne yansıyan yukarı çekilmiş ağız açısı, hayatın tadını çıkaran tebessümü ve parlayan yüzü ile tanırız. Zira mutluluk ve neşe durumunda gözler huzurlu, yüzün alt tarafındaki hareketler, gözün alt kapağını yukarı iterek etrafa mutluluk saçmaktadır.[2210]

Gülümseme, göz ve ağız kaslarının birlikte ve birbirine paralel ça­lışmasıyla ortaya çıkan bir yüz ifadesidir. Bu olumlu durumda gözler açılmakta ve dudaklar ise bu olumlu durumu yakalamaya hazırlan­maktadır. [2211] Böylece selamlaşma esnasında bilinçli olarak yapılan gü­lümseme, öfke ve aşağılamanın değil, bilakis muhataba karşı sosyal iliş­ki sağlayan olumlu bir tavrın göstergesidir. [2212] Uzun bir bakışma, söy­lenenin emir olduğunu gösterirse de, bazen de buna gülümseme ka­tılarak bu bakışma, ikna sinyaü halini alabilir. [2213] Gülme ise, bireyin neşelenmesinden dolayı yüzün genişlemesi ve dişjerin gözükmesidir. [2214] Gülmeye ses eşlik ederse bu gülme kahkaha olur. [2215] Gülümseme, olum­lu bir ifade biçimi olarak algılanıp selamlaşmanın oluşturucu bir üyesi iken bu arada dişler de görünüyorsa; bu demektir ki, “her ne kadar bende olumlu duygular uyandırıyorsan da senin canını yakabilirim!” İma eden bir işaret olmuştur. Gülümsemenin bu şekilde olumsuz bir tavır olduğu veya içten dürüst olmadığı, diğer duyu organlarının sergiledi­ği duygularla birleştirildiği zaman anlaşılır. Örneğin dudaklar gülerken gözler, gülmediği gibi hem soğuk hem de hareketsiz ve donuk hem de anlaşılmayan bir parlama görünümündedirler.[2216]

Üzüntü ve keder yansıtan bir yüzde kaşların ortası kalkık, alnın ortasında yatay ve dikey çizgiler vardır. Kaşların üzerinde ise çukurlar oluşmuş, göz kapakları aşağı sarkmış, alt kapaklar gevşek, üstler ise gergin, gözler yaşlı, ağız açık, dudaklar gergin; titrek ve aşağıya sarkıtılmıştır. Bütün bu organların ifadelerini etkileyen, ruhî durumlardır.[2217]

Ağlama ise, üzüntü ile birlikte gözyaşının akıtılması halidir.[2218]

Kur'ân'da “gülme” ve “ağlama” sözcüklerinin karşılığında “dahake” ve “beka” kelimeleri kullanılmaktadır. Dahake, gülmek, sevinmek, eğlenmek, gülerek ifade etmek, gülüş ve kahkaha anlamlarını ifade ederken [2219]; “beka” sözcüğü de, ağlamak ve gözyaşı dökmek anlamları­na gelir.[2220]

Araplar, her şeyin olumlu durumuna, onun gülüşü anlamını verir­ler. Örneğin “dahake” sözcüğü, “re'y”(görüş) ile kullanıldığında “açık görüş” anlamını ifade eder. Bulut şimşekle aydınlanınca “bulut güldü”, Yeryüzü bitki ve çiçeklerini çıkarınca da “Yeryüzü güldü.” Denilir.[2221]

Kur'ân'da gülme ya soyut bir neşeyi [2222] ya da soyut bir şaşma [2223] veya alayın [2224] ifade aracı olur.[2225]

Kur'ân'da ağlama sözcüğünün karşılığında kullanılan “beka” sözcü­ğü ise değişik türevleriyle yedi yerde geçmekte; bunlardan hepsinde ağ­lama anlamında kullanılmaktadır. Ağlama Kur'ân'da iki yerde de “göz­yaşı dökme” anlamına gelen “dema'a” sözcüğü ile ifade edilmektedir.

Bu açıklamalardan sonra önce “gülme” daha sonra da “ağlama” eylemlerinin beden dili açısından Kur'ân'da hangi duyguları ifadede araç kılındığı hususuna geçebiliriz. [2226]

 

3.1.12.1. Bir İfade Biçimi Olarak Gülme

 

Gülme, Kur'ân'da mutluluğun, neşenin, şaşmanın, başarının, eğ­lence ve oyunun ifade araa olarak kullanılmıştır. Şimdi bunları tek tek ele alarak inceleyelim. [2227]

 

A. Gülme: Neşe Ve Şaşmanın Bedensel İfadesi

 

Gülme, bir korkudan emin olma veya sevindirici bir haber (müjde) alma esnasında mutluluğun, neşenin veya şaşmanın bedensel ifadesidir.

Bunun örneğini şu âyetlerde görüyoruz: “Andolsun elçilerimiz İb­rahim'e müjde ile geldikleri zaman “Selam” dediler. O da: “Selam” de­di (ve) hemen gecikmeden kızartılmış bir buzağı getirdi. Ellerinin ona uzanmadığını görünce (İbrahim durumdan) hoşlanmadı ve içine bir korku düştü. Dediler ki: “Korkma, biz Lut kavmine gönderildik.” Karısı da ayaktaydı, bunun üzerine güldü. Biz de ona İshak'ı, İshak'ın arka­sından da Yakub'u müjdeledik. (Kadın) “Vay bana!” dedi. “Ben kocamış bir kadın iken ve şu kocam da bir ihtiyar iken doğuracak mıyım? Gerçekten bu şaşırtıcı bir şey!”[2228]

Müfessirlerin ifadesine göre âyetlerden, Hz. İbrahim'in eşi Sara'nın, kendi kavimlerinin helakten kurtulduklarını duyunca sevincini gülerek ifade ettiği anlaşılmaktadır. [2229] Bazı müfessirler, onun gülüşüne gösterilen bu sebebe, Sara'ya çocuğun verileceğine dair müjdeyi de ilave ederler.[2230]

Tevrat'ta ise, Hz. İbrahim'in eşi Sara'nın gülüşü, çocuğunun ola­cağına dair müjdenin verilmesine sevinci ve şaşkınlığının ifadesidir.[2231]

Gülme, iki sebepten hangisinden dolayı olursa olsun beden dili açı­sından her ikisi de, yukarıda ifade edilen gülmeye sebep olabilir. [2232]

 

B. Gülme: Sonucun İyi Olduğunun Bedensel İfadesi

 

Gülme ve ağlama işin sonucunun ya iyi ya da kötü olduğunu be­lirleyen bir ifade biçimi olabilirler.

Kur'ân, yapılan işlerin sonucu hakkında bilgi verirken iyi işlerin gül­mek; kötü işlerin de ağlamakla sonuçlanacağını dile getirir. İlgili âyet şöy­ledir: “Öyle ise kazandıklarının cezası olarak az gülsün çok ağlasınlar.”[2233]

Bu âyet, Tebuk Seferi'ne özür beyan ederek katılmaktan kaçınan münafıklardan söz etmektedir. Onlar, özür beyanı ile savaştan kurtul­dular ve müslümanları aldatmaya çalıştılar. Allah Teâlâ, bu hareketle­rinin kendilerini kurtaramayacağını; bu davranışlarıyla az gülüp çok ağlayacaklarını haber vermektedir. Müfessirlerin beyanına göre “az gülmekten maksat, aldatmaları sonucu dünyada sayılı günlerde gül­meleri, ahirette ise devamlı ağlayacak olmalarıdır.[2234]

Bunun bir örneğine de şu âyette rastlıyoruz: “Fakat siz (kafirler) o (müslüman)ları alay konusu yaptınız; öyle ki, bu, sonunda size Ben (Allah)'ı anmayı unutturdu. Çünkü hep gülüp durdunuz onlara.[2235]

Bu âyetten önceki âyetlerde Aiiah mahşer gününde kafirlerin ko­nuşmasını, yasaklar. [2236] Onun peşine de bu âyette dünyada boşuna güldüklerini haber verir.

Allah Teâlâ, bir başka âyette de, Kur'ân haberlerini tuhaf karşıla­yanları;[2237]Ağlayacağınıza gülüyorsunuz ve eğlenip duruyorsunuz.”[2238] İfadeleriyle tehdit ederken Kur'ân'daki tehdit içeren âyetlerin okundu­ğunda duyarlı olmadıklarına vurguda bulunur.[2239]

Kur'ân, mümin ve kafirlerin ahiretteki durumlarını da canlandıra­rak insana verilen bu duygular aracılığı ile onlara sonucu bildirmekte ve bu sayede sakınmaları için uyarıda bulunmaktadır.

“O gün parlayan, gülen ve sevinen yüzler vardır.”[2240] Bu yüzlerin sa­hipleri, kıyametin korkularını atmış, cennet müjdesini almış ve onun se­vincini yaşayan ve bu yaşantıyı gülüşleriyle ifade eden bahtiyarlardır.[2241]

“O gün, tozlanmış ve karanlık bürümüş yüzler de vardır”[2242]. Bu yüzlerin üzerini kederin tozları kaplamış perişanlığın siyahlığı örtmüştür. [2243] Yüzlerin siyahlığı, bedbahtsızlıklarının bedensel ifadesi olan bu şahıslar: “işte bunlar, kafirler ve facirlerdir.”[2244]

 

C. Gülme: Şaşmanın Bedensel İfadesi

 

Kur'ân'da anlatıldığına göre [2245] Süleyman (as) ordusu, karıncalarla dolu bir vadiye girince karıncalardan biri, “Ey karıncalar! Hemen yuva­larınıza girin ki Süleyman ve ordusu farkında olmadan sizi ezip geçme­sin” diye bağırdı. “Süleyman (as) onun sözünden dolayı gülümsedi...”[2246]

Müfessirler, Süleyman (as)'ın buradaki tebessümünün, ya şaşma­nın [2247] ya da Allah'ın ona gösterdiği bu lütfundan ötürü sevincin ifa­desidir. [2248] Zira o, şu ana kadar rastlamadığı bir olayla karşılaşmıştır. O da karıncanın konuşmasıdır. [2249]

 

D. Gülme: Eğlenme Ve Alay Etmenin Bedensel İfadesi

 

Musa (as), “Onlara (mucizevî) âyetlerimizi getirince bunlara he­men gülüvermişlerdi. “[2250]

Bu âyetten bir önceki âyette Musa (as)'ın Firavun ve kavmine mu­cizelerle gönderdiğinden bahsedilir. Bu mucizelerin sayısı Kur'ân'da dokuz olarak belirlenir.[2251] Musa (as), birbirinden etkin bu mucizeler­den [2252] hangisini getirse derhal alay ederlerdi. Kur'ân onların alaylarını gülme eylemiyle gerçekleştirdiklerini ifade ediyor.[2253]

Buna bir başka örnek de, Kur'ân'ın, kafirlerin müminlerle alay et­melerini anlatmak üzere çizmiş olduğu sahneleri verebiliriz. Bu sah­neler Mekke'de yaşanmış gerçek hayattan alınmış bir kesittir. Ancak bu sahneler çeşitli yerlerde ve çeşitli kuşaklarda tekrarlanagelmiştir.

Günümüz insanları da bu sahneleri izlemektedir. Bu sahneler, bütün şartlarda ve bütün çağlarda kafirlerin müminlere karşı tutumlarının aynı olduğunu anlatan bir tablo olduğundan[2254] bu tabloyu Kur'ân'dan aynen alıyoruz. Bu tablo bize beden dili ile alayın değişik boyutlarını verecektir.

“Bakın kendilerini günaha kaptıranlar, müminlere gülerler ve ne zaman yanlarından geçseler birbirlerine istihzah ile göz kırparlar ve kendileriyle aynı görüşteki insanlara geri döndüklerinde de keyif ve ne­şe ile dönerler ve ne zaman inananları görseler, onlara: “Yazık, bu (insan)lar doğru yoldan sapmış.” derler. Oysa onlara, başkaları (nın inanç­ları) üzerinde gözetleyicilik görevi verilmiş değildir”.

“Hesap günü ise imana ermiş olanlar (geçmişte) hakikati inkar eden­ler(in hali)ne gülecekler: (Çünkü, cennette) sedirlerin üstünde (uzanmış şekilde) bakınıp duracaklar ve (kendi-kendilerine diyecekler): 'Bu inkarcı­lar, yapmaya düşkün oldukları şeyler için mi (böyle) cezalandırılıyor!ar?'“[2255]

Yukarıdaki âyetlere beden dili açısından bakılırsa burada “alay ve istihza” için, gülmek, göz kırpmak, neşeli tavırla dönmek ve koltuklar­da kurulmak gibi eylemler gerçekleştirilirken beden diline ait ağız, göz, bütün beden ve oturma yeri gibi unsurlar kullanılmıştır. [2256]

 

3.1.12.2. Bir İfade Biçimi Olarak Ağlama

 

Kur'ân'da “ağlama” eylemi; korku, tevazu, huşu, üzüntü, tasannu (yapmacıklık) ve heyecan duygularını ifadede araç olarak kullanıldığı görülür. Şimdi bunları tek tek ele alarak inceleyelim. Ancak şunu ifade edelim ki “gülme” gibi “ağlama” duygusunu da Allah yaratmıştır.[2257]

Bu eylem, ya verilen görevlerin yapılamaması veya kötüye kulla­nılması ya da hiç yapılmaması durumunda gerçekleştirilir. [2258] Kur'ân'ın bu konuda vurguladığı çok önemli iki husus vardır. Bunlardan biri, kafayı kuma gömerek eğlenmeyi sürdürüp asıl yapılması gereken kulluk görevlerini yapmadıklarından ötürü [2259] dünyada ağlamayı terk eden­lerin ahirette ağlayacağı hususudur. Kur'ân'da bunun ifadesi şöyledir: “Bundan böyle artık az gülsün onlar, çünkü kazandıklarından ötürü (ahirette) çok ağlayacaklar.”[2260] Peygamberimizin: “Bildiklerimi bilmiş olsaydınız çok ağlar az gülerdiniz. Sonra Allah'a iltica için yollara çı­kardınız.”[2261] Hadisi de bunu vurgulamaktadır.

Kur'ân'ın bu konuda dikkat çektiği ikinci husus da, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle hareket etmeyip azgınlık ve taşkınlıkla hayatlarını sürdüren insanlar öldüğünde onlar üzerine yer ve göğün ağlamayaca­ğı hususudur. Kur'ân'da bunun örneklerinden birini, Firavun ve kavmi­nin denizde boğulmasının sonrasında: “Onlar için ne gök ağladı, ne de yer. Onlara mühlet de verilmedi.”[2262] Şeklindeki ifadede görüyoruz. Bunun anlamı, onların hiçbir değer ifade etmemesini vurgulamaktır.

Araplarda adet, değerli bir insan oiduğu zaman; “Ona yer ve gök ağladı.” derlerdi. Bununla ölenin üzerine ağlamanın gerekliliğine aşırı derecede vurguda bulunurlardı. Önemsiz birisi ölünce de “Ona ne gök ne de yer ağladı.” derlerdi. Bununla da: “Onların ölümünü ne kimse önemsedi ve ne de eksikliklerini hissetti.” [2263] demek isterlerdi.

Bu kısa girişten sonra Kur'ân'da ağlamanın hangi duygulan ifa­dede araç olduğu hususuna geçebiliriz. [2264]

 

A. Ağlama: Allah Korkusu, Allah Sevgisi Ve Tevazünün Bedensel İfadesi

 

“Kur'ân'da, Kur'ân'ın, bütün hakikatleri içinde toplamış olarak top­lumları eğitmek için gönderildiği, “Hz. Peygamberin sadece bir müjdeci ve uyarıcı olup; bu Kur'ân'ı insanlara sindire sindire okusun diye O'nun aralıklarla indirildiği ifade edildikten sonra O'na inanıp inanmamada insanların serbest bırakıldığı vurgulanır.” [2265] “Daha sonra değişik vesilelerle peygamberlere” [2266], “Yahudi ve Hristiyanlardan ilim sahipleri­ne” [2267] bu Kur'ân okunduğu zaman onlar, Kur'ân'ı dinlerler, kalpleri haz­la dolar. Duygularını ifade edecek kelime bulamadıkları[2268] gibi duygu­larını kuşatan coşkuyu dile getirecek ifade de bulamazlar. [2269] “Böylece sözlerin canlandıramadığı o derin hislerini ifade etmek için gözyaşları­nı tutamayıp[2270] ağlayarak yüzüstü secdeye kapanırlar. [2271] Bu Kur'ân, on­ların huşu'unu yani Allah'a teslimiyetini artırmıştır.” [2272] Böylece gözyaşı dökerek ağlayıp yüzü yere kapama davranışı, Allah'tan korkmanın, O'nu sevmenin ve O'na karşı tevazu'un bedensel ifadesi olmuş olur. Bu davranışın ifade ettiği anlamı kelimelere dökmek mümkün olmadı­ğından bu anlam, bedensel dil ile ifade edilmiş ve böylece bütün na-mazlardaki saygı ifadesi, rüku ve secde biçiminde somutlaştırılmıştır. [2273]

 

B. Ağlama: Heyecanın Bedensel İfadesi

 

Kur'ân'da “Biz hristiyanlarız.” diyerek müslümanlara yakınlık du­yan hristiyanlardan söz edilir. [2274] Bunlar Tevrat ve İncil'den öğrendikleri gerçeklere dayanarak Rasulullah'ı tanımada zorluk çekmezler. Kendi­lerine Kur'ân âyetleri okunduğu zaman da bildikleri gerçeklerle karşı­laşmadan dolayı heyecanlarını tutamayarak ağlarlar. Olay Kur'ân'da şöyle anlatılır: “Rasule indirileni duydukları zaman tanış çıktıkları ger­çekten dolayı gözlerinden yaşlar boşandığını görürsün. Derler ki bizi şahit olanlarla beraber yaz”.[2275]

Bu âyetin, Necaşi ve dostları veya Necran Hristiyanları hakkında indiği rivayet edilir. [2276] Bunlara Kur'ân-ı Kerim'den Hz. Meryem ve Hz. İsa ile ilgili âyetler okununca ahir zaman nebisinin geldiğini anlarlar ve bildikleri gerçeklerden dolayı gözleri yaşlarla dolar.[2277] “Bunlar, Hz. Peygamber ümmetinin, kıyamet günü diğer peygamberlerin, kendi ümmetlerine tebliğ ettiklerine şahit getirileceğini [2278] bildikleri için ken­dilerinin de bu “şahitlerden” kılınmaları için dua ederler.”[2279]

Görüldüğü gibi bu hristiyanlar, Kur'ân-ı dinleyince heyecan duy­gularını ağlayarak dile getirirler. Bu psikolojik bir olaydır. Heyecan sözle ifade edilemediği yerde duygu, gözlerden boşanan yaşlarla İfa­de edilir. Böylece İnsan içinde biriken engin ağırlığın etkisinden çıkmış olur.[2280]

 

C. Ağlama: Üzüntünün Bedensel İfadesi

 

Sahabeden bazı kimseler, savaş araç ve gerecinden yoksun olduk­ları için savaşa çıkamaz ve üzüntülerini ağlama ile ifade ederler. Bu da, Kur'ân'da şöyle anlatılır: “savaşa çıkmak maksadıyla sana, kendi­lerine binek sağlaman için baş vurduklarında: “Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum.” dediğin zaman bu yolda harcayacak imkanları olma­dığı için üzüntüden gözleri yaşararak dönüp gidenler de sorumlu tu­tulmayacaklardır.”[2281]

 

D. Ağlama: Yapmacıklığın Bedensel İfadesi

 

Kur'ân'da anlatıldığına göre Yusuf (as)'ın kardeşleri Yusuf'u çeke­medikleri için onu öldürmek istediler. Bu maksatla emellerini gizleye­rek babaları Yakup (as)'dan Yusuf için izin almayı başarıp onu kıra gö­türdüler. Uzun tartışmalardan sonra onu kuyuya attılar. [2282] “Akşamle­yin ağlayıp sızlanarak babalarına gelip “Ey Babamız! Biz yarış yapıyor­duk. Yusuf'u da beklemesi için eşyalarımızın yanına bırakmıştık. Onu kurt yedi. Ne kadar doğru olsak da sen bize inanmazsın.” dediler.”[2283]

Yukarıdaki âyetlere dikkat edilirse bunun yalan olduğunun anlaşı­lacağını kendileri de hissediyor ve “Biz ne kadar doğru olsak da sen bi­ze inanmayacaksın.” demeye mecbur kalıyorlardı. Müfessir Alusi'nin de dediği gibi buradaki ağlama, üzüntüden değil de, zorlamadan kay­naklanan bir ağlamadır. Birçok yalancı, bu tür ağlamaya başvurur.[2284]Alimler, bu âyeti delil getirerek ağlamanın, konuşulanların doğruluğu için bir dayanak olamayacağını savunurlar. Gerekçe olarak da, bu tür ağlamaların tasannu (yapmacık) olabileceğini söylerler. [2285] Demek olu­yor ki ağlama bazen yapmacıklığın göstergesi olabilmektedir. [2286]

 

3.2. Diğer Organlar (El, Ayak, Vücut) Ve Hareketleri

 

3.2.1. El Davranışları

 

El davranışlarını izaha geçmeden önce önemli bir hususa açıklık getirmede yarar vardır.

Bilindiği gibi “el” ve “ayak” hareketlen; yürüyüş, oturuş ve kalkış biçimleri, zengin anlamlarıyla beden dilinde önemli bir yer İşgal eder. Bu önemine binaen bir iletişim aracı olan Kur'ân metninde de bu dav­ranışların anlamlandırılarak sıkça kullanıldığına tanık oluyoruz. Özellik­le de bu davranışlarla ilgili “parmak ısırmak”, “elini çiğnemek”, “eliyle dizini dövmek”, “eli ağza tıkamak”, “eliyle kendini tehlikeye atmak”, “oturma eylemi (grevi)”, “yol kesme”, “oturmaya terk edilme”, “çalım satarak yürüme” vs. şeklinde bir hayli deyimin kullanıldığını ve bu de­yimlerin birçoğunun mürsel mecaz anlamını taşıdığını görüyoruz.

Bilindiği gibi bizzat bedene mal olmuş davranışlar, hakiki anlam­larıyla beden dili sınıfına sokulmaktadır. “Mecaz anlamında kullanı­lan bir davranış da, beden dilinde bir ifade biçimi olarak ele alınabilir mi?” sorusuna öncelikle cevap bulmaya çalışalım. Zira yukarıda da geçtiği gibi, bu bölümden itibaren beden dili ile ilgili sunulacak olan bedensel ifade biçimlerinin birçoğu, kendisinde kinayeye dönüşmüş mürsel mecaz anlamı bulunan ifadeler türündedir. Bu nedenle mürsel mecaz ve kinaye hakkında kısa bir açıklama yapmadan geçemeyeceğiz.

Bir sözün, gerçek manasını düşünmeye arada bir engel bulun­mak şartıyla benzerlik dışında tam bir ilgi yüzünden kendi manası dı­şında kullanılmasına mürsel mecaz denir. [2287] Bu durumda o sözün hem hakikat hem de mecaz anlamı düşünülebilir. Ancak benzerlik dı­şındaki ilgi yüzündendir ki lafza ait gerçek anlamdan önce mecaz manası akla gelir. [2288] Hakiki mananın sabitliği de ortatan kalkmaz.

Demek oluyor ki mürsel mecaz yoluyla başka anlamda kullanılan bir söz, aynı zamanda hakiki anlamını da çağrıştıran bir niteliği kendi­sinde bulundurduğu için o sözü, hakiki anlamında da kullanmada bir sakınca görülmez. [2289] Zira bu durumda o söz, kinayeye dönüşmüştür. Bilindiği gibi kinaye, “gerçek manayı düşünmeye engel olacak bir kari­ne bulunmamak şartıyla, bir sözü gerçek manasına da gelebilmek üze­re onun dışında kullanmak sanatıdır.”[2290] Ancak kinaye, sözün hakiki anlamı yanında mecazî anlam da içermesi hatta asıl geçerli olanın me­cazî anlam olması yönüyle mecazla irtibatlıdır. Örneğin “falan adamın kapısı açıktır” diyerek cömertliğini ifade etmek istediğimiz zatın haki­katte evinin kapısının açık olduğunu düşünmemize bir engel yoktur.[2291]

İbnu'l-Esir, kinayenin diğer sanatlardan ayrılan yönünü belirlerken şöyle der: “Kinayede hem hakikate hem de mecaza götüren yön var­sa, her ikisine de hamledilmesi caizdir.”[2292]

Ali Nihat Tarlan, mürsel mecazı, benzerlik alakası olması şartıyla isti'areye benzetir. [2293] Bazı bilim adamları kinayeyi isti'areden bir cüz sayarak “Her kinaye istiaredir. Ancak her istiare kinaye olamaz.” de­yip [2294] istiarenin daha kapsamlı olduğunu ima ederler. Konuya bura­dan bakılırsa Alil Nihat Tarlan'ın “Mürsel mecazın istiareye dönüştü­ğü” ifadesini kinayeye dönüşü şeklinde anlayabiliriz.

O halde kendisinde kinayeye dönüşmüş mürsel mecaz bulunan bir söz, aynı zamanda hakiki manasını da çağrıştıran bir niteliği de kendisinde taşıdığından bu sözdeki ifade aracı olan dili, beden dili sı­nıfına sokmada bir sakınca olmadığı düşünülebilir.

Bu zorunlu açıklamalardan sonra Kur'ân'da bir duygu ifadesi ola­rak sunulan diğer beden organlarının davranışlarına geçebiliriz. [2295]

 

3.2.1.1. Eller

 

El, vücudun en önemli organlarından biridir. Çoğu zaman meca­zen bütün vücudu temsil için kullanılır. Zaman zaman da el hareketle­ri, çeşitîi anlamları ifadede araç olur. Toplumlarla yerleşmiş olan el-kol hareketlerinin çoğu, örf ve geleneğe göre değişse bile birbirine yakın hareketler olduğu gözlenir. Hatta bu hareketlerin Kur'ân'da verilen ha­reketlerle de uyuştuğu görülür. Bu gösteriyor ki diğer hareketlerde ol­duğu gibi bunların da bazıları yaratılıştan gelmektedir. Yani bu hare­ketlere iten duyguların, benzer olduğu sonucunu vermektedir.

Kur'ân'da yer alan “el” le ilgili davranışları vermeden önce dil bi­limcilerin bu konuyu nasıl değerlendirdiklerine bir göz atalım.

El, beynin düşündüklerini gerçekleştiren ve insanın kendisini ifa­dede kullandığı en duyarlı organlarından biridir. Bir parmağın ucunda bir santimetre karede 6000 sinir hücresi saklanmaktadır. Bu inanıl­maz kapasite, parmak arasındaki bir kıl veya en ufak bir toz zerresini bile derhal algılamaktadır.[2296]

El, son derece hareket çeşitliliğine sahiptir; tutar, dokunur, kavrar, okşar, çarpar, iter, çevirir, vurur, parçalar, saz çalar, ölüm fermanı ya­zar, suda boğulanı tutar çıkarır, yerine göre teslimiyet işareti, yerine göre de şiddet saçan eylem işaretini verebilir. Hasılı el bir dil gibi dur­madan konuşur. Bir taraftan batan dikenin acı haberini verirken diğer taraftan tuttuğu ele hem samimiyet; sevgi, aşk ve hem de ilgisizlik sinyallerini verir. Bu hareketler sayılmayacak kadar çoktur. Şöyle ki, neşe, sevinç, telaş, gadap gibi birçok duygu, ifadesini el-kol ve parmaklarda bulur.

İnsanlardaki parmak izi farklılığının harika oluşu bir tarafa; baş­parmak ve işaret parmağını kontrol eden hücrelerin beyinde kapladığı alan baş ve bütün duyu organlarının kapladığı alana eşit; ayağın kap­ladığı alandan ise on kat fazladır.[2297]

Bir şeyin yumuşaklığını, sertliğini, sıcaklığını, soğukluğunu veya şeklini elimizi o şeye dokundurmakla algılar ve o şey hakkında bilgi edi­niriz. Ayrıca insanlar, kendilerini kelimelerle ifade edemedikleri zaman el işaretleri, iletişime araç olur. Geçmişte iletişimin, e! işaretleriyle ku­rulduğu ileri sürülmektedir. Ancak el işaretlerinin sözlü ifadeyi ta­mamlayıcı ve anlamı pekiştirici etkilere sahip olduğu kesindir. Hatta bazen insanın, anlatmak istediğini bir tek el işaretiyle anlatabildiği de olur.[2298]

Ellerin, üstü, içi, kenarı ve parmaklar olmak üzere dört temel böl­gesi vardır. Bunlar içinde en etkili hareket, parmaklarınkidir. Gel, git, dur, hoşçakal anlamına gelen el hareketleri, anlatımda önemli bir yer tutar.

Avuç içinin gösterilmesi, dostça ve barışçıl bir yaklaşımdır. Birini karşılarken, uğurlarken veya toplulukları selamlarken eller, avuçları dı­şa gelecek şekilde başın üstünde sallanır.[2299]

Elin kenarı ile yapılan işaretler, karate darbeleri gibi çok güçlü oiup hareketlerimize seri anlamlar kazandırır. Kabul edilmeyen fikir, elin dışa doğru savrulması ve yumruğun kenarının masaya vurulması ile ifade edilir. Zaten sıkılan yumruk gücün evrensel simgesi sayılmıştır. Bu hare­ket, iş hayatında öfke, uyuşmazlık, korku ve endişe anlamında da kulla­nıldığı için olumlu anlam taşıdığı nadirdir.[2300]

“El hareketleri, konuşmamıza ritim ve vurgu katarak, düşüncemi­zin duygusal tonunu ortaya koyar.”[2301] Konuşma esnasında ellerin te­mel görevi, konuşma ile bütünleşerek, onun önemli noktalarını vur­gulamaktır.

Toplumlarda el hareketleri kişiden kişiye ve kültürden kültüre fark­lılık gösterir. Konuşma sırasında en çok kullanılan el hareketlerinden biri, duygu ve düşünceler büyük bir hassasiyet ile anlatılmak istendi­ğinde onu temsiien küçük bir cisim parmak ucunda tutuluyor gibi bir davranışta bulunmadır. Kararlılığımızı ve mücadelede ciddiyetimizi göstermek için elle, “hava güçlü bir şekilde kavranır” gibi hareketlere girişilir. Aynı kararlılığın sürdürüldüğü imajını vermek için konuşmacı açık olan avuç içiyle yukarıdan aşağı havaya vurur. Karşıdakini red ifa­desi olarak da, iki el makas gibi kişiden yana doğru açılır. Zaten yum­ruk sıkmak insanı koruyan doğal bir silah gibidir. Her sıkılan yumruk, ister havada tutulsun ister masaya vurulsun, saldırganca bir uyarı anla­mını taşır. Masayı yumruklamak genellikle kabalık ve duygulara hakim olamamanın bir işareti sayılmıştır. Elin sıkılı olduğu sırada işaret par­mağının havaya kalkması konuşmacıya otoriter havası verdirir. Güçsüz insanın bile parmağını bu şekilde kaldırması savunduğu görüş konu­sunda ısrarını gösterir. Konuşmacı, dinleyiciden kendi fikrine katılmala­rını istiyorsa avuç içlerini yukarı doğru açarak konuşmasını sürdürür. Avuç içlerinin aşağı doğru çevrifmesi soğukkanlı bir yaklaşımın; karşıya doğru açılması ise, kendisine yöneltilen eleştirilere karşı çıkılmanın işa­retidir. [2302] Şunu da belirtelim ki konuşma anında elin bu hareketlerine baş, göz ve hatta bütün beden katkıda bulunur.[2303]

Bedenin arkasında ellerin kavuşturulması, üstünlük ve kendine güven hareketidir. Bahçede yürüyen bir okul müdürü, devriye gezen polis ve üst düzey askerî personel arasında bu tür harekete çok rastla­nır. Yüksek stres durumlarında bu hareket, kendinizi rahatlatabildiği gibi size güven ve otorite duygusu da sağlayabilir. El arkada ne kadar yukarı kalkarsa kişinin o kadar kızgınlığını ifade eder. Bu tür bir davra­nış, aynı zamanda kendini kontrol hareketi olarak da kabul edilir. [2304] Elleri kalça üstüne koymak kendine güven işaretidir. Böyle bir durum­da elleri açık veya yumruk haline sokmak bu hareketin daha da güçlü olduğuna delil sayılır.[2305]

Gerginliğin yaşandığı veya insanın kendini güvende hissetmediği durumlarda bu gerginlikleri hafifletmek için insanlar kendi vücutları­nın çeşitli bölgelerine dokunurlar. Örneğin insanın güven ihtiyacının arttığı durumlarda kişi kendini tam kucaklayarak bunu karşılamaya çalışır. Buna göre kollarla bedene sarılmak, elleri cebe, ağıza, şakağa, yanağa temas ettirmek, çeneye dayamak veya saçı okşamak rahatlatı­cı hareketler olarak kabul edilir. [2306] Hatta insanın kendi dışındaki in­sanlara veya nesnelere dokunma alışkanlıkları, insanın güven duygu­sunun belirtisi sayılmıştır. Dokunma hareketi, ayrıca sinirliliği, güven duygusunun eksikliğini, sabırsızlığı veya korkuyu belirten ipuçları da olabilir. [2307] Elleri ovuşturmak ise, insanın olumlu beklentileri ilettiği sö­zel olmayan bir ifade biçimidir.[2308]

El davranışlarının Modern Dil Bilimdeki değerlendirilişine ait bu genel bilgilerden sonra bu organa ait davranışların Kur'ân metninde nasıl anlamlandirıldtğı konusuna geçebiliriz. [2309]

 

3.2.1.2. Kur'ân'da “El” Sözcüğü

 

“El” sözcüğünün Kur'ân'daki karşılığı “yed”dir. Çoğulu “eyd” ge­lir. Bu sözcük Kur'ân'da tekil ve çoğul kalıplarıyla 120 yerde geçmek­tedir.

Eller, gözlerden sonra en karmaşık ve en çok duygu ifade eden bir organdır. [2310] Bu organın çok karmaşık ve çok duygu yüklü bir organ ol­duğu hususu, her dilde bu organa ad olarak takılan farklı sözcüklerde ve kendi örf, adet ve geleneklerine uygun olarak yüklenen farklı anlamlarda da kendini gösterir. Örneğin bu organa dilimizde “el” adı takılmış ve bu sözcüğe mecazî olarak “aracı”, “vasıta”, “sahiplik”, mülkiyet”, “kez”, “defa”, “yönetim”, “baskı” ve “etki” anlamları yüklenmiştir. [2311] Kur'ân dili olan Arapçada da bu organa “yed” sözcüğünün ad olarak verilmiş oldu­ğunu söylemiştik. Arapça olan bu kelimeye mecazî açıdan, “nimet”, “itaat”, “cemaat”, “yağmur”, zulüm engeli”, “teslim olmak”, “rehin­de ipotek”, “baskı” ve bir şeyin “tutulan yer(i)” anlamları verilmiştir. Ayrı­ca Arapçada “yed” sözcüğünden “eyyede” (güçlendirdi, destekledi) ve “yedeytü” (onun yanında el/güç edindim) kalıbında fiil de türetilmiştir.[2312]

“El” ve “yed” sözcüklerine iki farklı dilde yüklenen anlamları vere­rek bu organın fonksiyon zenginliğine işaret etmek istedik. Yoksa bi­zim asıl maksadımız, beden dili açısından bu organın davranışlarının nasıl anlamlandırdığı ve böylece sözlü ifadeye nasıl destek sağlanıp onun güçlendirildiği hususuna açıklık getirmektir.

“Eller, bedenin fizikî fonksiyonunu yerine getirmede ne kadar önemli birer organ iseler, davranışlarıyla da iletişiminde bir o kadar önemlidir. Hatta “el” sözcüğünün her dilde deyimleşmiş şekliyle kullanıldığı yer­ler, kendi anlamında kullanıldığı yerlerden birkaç kat daha fazla oluşu dikkate alınırsa bu organa ait davranışların, iletişimdeki rolü daha netlik kazanır.

Yukarıda da ifade edildiği gibi, deyim, “genellikle gerçek anla­mından az çok ayrı ve ilgi çekici bir anlam taşıyan kalıplaşmış anla­tım”[2313] demektir. El sözcüğünün deyimleşmiş şekillerinin Kur'ân'da da fazlaca kullanılmış olması, bu organın beden dili açısından önemini bir kat daha artırmaktadır.

Başta “el” sözcüğü otmak üzere “oturma”, “kalkma” ve yürüyüş­le ilgili Kur'ân'da ifadesini bulan deyimlerin birçoğu, mürsel, mecaz anlamı taşımakta olan deyimler olduğunu söylemiştik. Bu deyimleri burada bir arada değil de, her bir deyimin, yeri geldiğinde ilgili bu­lunduğu cümle veya bağlam içinde incelenmesi daha yararlı olacaktır. Bu bakımdan el ve davranışlarının Kur'ân'da nasıl anfamlandırıldığı konusuyla açıklamalara başlayabiliriz.

“El” sözcüğü Kur'ân'daki kullanımlarıyla yerine göre kendi anla­mında, yerine göre zatı, yerine göre de eylemi ve gücü temsilen kulla­nıldığı görülür. Şimdi bunlan sırasıyla her birine ait beden dili örnek­leriyle sunmaya çalışalım. [2314]

 

3.2.1.3, Kur'ân'da “El Davranışlarının” Dili

 

A. El'in Kendini Temsil Etmesi

 

El, “kolun bilekten parmak uçlarına kadar olan ve tutmaya veya iş yapmaya yarayan bölümü”ne [2315] denir. Arapçada el karşılığında kulla­nılan “yed” kelimesi de hem el içi, el ayası ve avuç; hem de parmak uçlarından bileğe kadar olan kısma verilen addır.[2316]

Kur'ân'da elin kendi anlamında kullanıldığı yerler az değildir. Bir­kaç yerde Hz. Musa'ya verilen “beyaz el mucizesi”vesilesiyle zikredilir: “Elini koynuna sok da bir başka mucize olarak kusursuz bembeyaz çıksın.”[2317] âyetinde olduğu gibi.

Bu ve benzeri âyetlerde mucize olarak verildiği[2318] ifade edilen el'e, Hz. Musa'nın aklından geçmeyecek görevler yüklenmekte ve O (sav), bu olağanüstü hadise ile göreve hazırlanmaktadır. Böylece el, bir teh­dit unsuru olarak havada sıkılan yumruk misali olağanüstü bir güçle bir taraftan Hz. Musa'ya “Korkma! Metin ol.” dercesine bir güven ve huzur telkin ederken diğer taraftan Firavun ve etrafındakilere korku ve dehşet saçıyordu. Kur'ân'da bazı yerlerde de hayatın akışı içerisinde el'in normal olarak yapması gerekli; “eliyle su içmek”[2319] “elle tut­mak”[2320], “eli uzatmak”[2321] ve “eline bir demet almak”[2322] gibi işleri işlediği durumlarıyla ilgili zikredildiği görülür. El'e dair bu kısa açıklamalardan sonra onun anlamlandırılmış davranışlarına geçebiliriz. [2323]

 

a. Kendini Temsil Etmesi Açsından Bir İfade Aracı Olarak El

 

Eller haberleşmenin, duyguları açıklamanın ve çevre ile aramızdaki ilişkinin baş aracıdır. [2324] Bu önemli aracın Kur'ân'da da duyguların ifade­sinde kullanıldığına tanık oluyoruz. Bunlardan birkaçını örnek olarak aşağıya alalım: [2325]

 

aa. Kinin Bedensel İfadesi: Kızgınlıkla Parmak Uçlarını Kemirmek

 

Bazı durumlarda eller, Kur'ân'da duygulan ve düşünceleri ifade ara­cı olarak sunulur. Örneğin Medine'de müslümanlara komşu olan ki­tap ehli, İslam'a ve müslümanlara karşı içlerinde büyük bir kin ve ilik­lerine işlemiş kötü bir niyet taşıyordu. Bir kısım Müslümanlar ise, bu­na rağmen onlarla dostluklarını sürdürmek ve onları sırdaş edinmek­ten geri durmuyorlardı.

Kur'ân, hem bunların, hem de insanlık devam ettiği müddetçe aynı nitelikleri taşıyacak olan insanların, müslümanlara karşı benzer tavırları takınmaya devam edecekleri ve buna rağmen bazı müslümanların bunlara karşı dostane bir tavır takınacakları konusunda uya­rıda bulunur ve dürüst davranmayan, düşmanlıklarını gizleyen bu kimselerin tuzaklarını boşa çıkarmak için onları, bedenlerine akseden duyguları aracılığıyla müslümanlara şöyle tanıtır:

“Ey iman edenler! Kendi dışınızdakileri sırdaş edinmeyin. Çünkü on­lar size fenalık etmekten asla geri durmazlar. Hep sıkıntıya düşmemizi is­terler. Gerçekten kin ve düşmanlıkları, ağızlarından (dökülen sözlerden) belli olmaktadır. Kalplerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Eder düşünüp anlıyorsanız, âyetlerimiz (mucizelerimiz)i size açıklamış bu­lunuyoruz. İşte siz öyle kimselersiniz ki, onlar sizi sevmedikleri halde siz onları seversiniz Siz bütün kitaplara inanırsınız, onlar ise sizinle karşılaştık­larında inandık,” derler kendi başlarına kaldıklarında da, size olan kinle­rinden dolayı parmaklarının uçlarını kemirirler. De ki: “Kininizden (kahrolup) ölün.” Şüphesiz Allah, kalplerin içindekilerini hakkıyla bilendir.”[2326]

Kur'ân, bu âyetlerdeki “parmakların ucunu kemirmek” deyimiyle, kafirlerin iç duygularını; arzu, istek ve düşüncelerini organlardaki tepki­leriyle tespit etmekte ve dünyevî kazancı elden kaçırma korkusuyla kin­lerini saklayan ikiyüzlü kimselerin, beden dilleriyle bu kini ifade ettikleri­ne dikkat çekerek beden dilinin iyi okunması konusunda müslümanlara uyarıda bulunur. Kur'ân'a göre bu tipler, Müslümanların güçlü olduğu zaman onları alkışlamakta, ancak Müslümanlardan ayrı kaldıklarında kinlerinden dolayı parmaklarını ısırmaktadırlar. Demek oluyor ki kinle parmaklan ısırmak, kötü niyetin bedensel ifadesidir. Araplar birinin kız­gınlığını anlatırken: “Parmaklarını ısırarak yedi bitirdi. Artık nerdeyse bi­leklerini ısırıyor.” Derler. [2327] Isırmak, bir şeyi gerçekleştirmeye güç yetiremeyenin; kininin şiddetini ifade eden bir davranıştan ibarettir.[2328]

 

ab. Pişmanlığın Bedensel İfadesi: Elleri Isırmak

 

Parmak uçlarını ısırmak, değiştirilmesine güç yetiremediği bir şeyle karşılaşıp güçsüzlük içinde kalan bir kızgının işi olduğu gibi, bir şeyi elinden kaçırmak üzere olan bir insanın, telaş, üzüntü, pişmanlık, umut­suzluk ve kederi de “ellerini ısırma” eylemi ile ifade edilir. [2329] Bu durum Kur'ân'da şöyle anlatılır: “Kıyamet günü, kafir için pek çetin bir gün­dür. O gün zalim kimse (pişmanlıktan) ellerini ısırıp şöyle der: “Keşke o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Yazık bana! Keşke falancayı (Peygamberyolundan gitmeyi engelleyeni) dost edinmeseydim.”[2330]

Âyette ifade edildiği gibi “elleri ısırmak”, deyimi, pişmanlığın be­densel ifadesi anlamını taşımaktadır. [2331]

 

ac. Karşıdakini Dinlememenin Bedensel İfadesi: Ellerini Ağzına Tıkamak

 

Arap dilinde “Ellerini ağızlarına koymak” deyimi değişik şekillerde anlaşılmıştır. Bu deyimi bazıları, “kendilerine emredilenleri terk etmek, teslim olmamak”; bazıları, “yalanlamak, sözü eliyle karşıdakinin ağzı­na tıkamak”; bazıları da: “kendi elini kendi ağzına götürerek karşısın­dakinin konuşmasını kesmeye çalışmak”[2332] şeklinde anlamışlardır.

Benzeri ifade, Kur'ân'da “Sizden önce gelen, Nuh, Ad ve Semud kavimlerinin ve onlardan sonra gelip sayılarını Allah'tan başkasının bilmediği diğer milletlerin haberleri size gelmedi mi? Peygamberleri onlara, mucizelerle geldiler. Fakat “onlar ellerini ağızlarına götürerek” şöyle dediler. Biz sizin getirdiklerinize inanmıyoruz. Bizi davet ettiğiniz şeyden de, şüphe ve kaygı içindeyiz”[2333] şeklinde geçmektedir.

Tefsirciler âyette geçen bu deyimi, yukarıda ifade edildiği gibi anlamış­lardır. Onlara göre, ya ellerini ağızlarına götürerek peygamberlere, susma­larını işaret ettiler, ya kendi ellerini peygamberlerin ağızlarına kapayıp söz­lerini reddettiler ya da Peygamberlerin ellerini aldılar Peygamberlerin ağız­larına götürerek sözlerini kestiler. Bunlardan en yakışıksız olanı kendi elleri­ni peygamberlerinin ağızlarına tıkayarak onların sözlerini kesmektir.[2334]

Buna göre kendisine bir şeyler anlatanın konuştuklarını reddet­mek için “eli ağzına kapamak”, karşıdakini sözle inkar etmeden daha kaba ve daha alçakça bir reddediş biçimidir. [2335]

 

ad. Pişmanlığın Bedensel İfadesi: Dizlerini Dövmek

 

Araplar, son derece pişman olup; pişmanlığını ellerini ısırarak İfade eden birisini tasvir için “elleri üzerine düşürüldü” deyimini kullanırlar.[2336]

Kur'ân'da “Yoldan çıktıklarını fark ederek ellerini dizlerine vurup da, doğrusu Rabbimiz acıyıp da bağışlamazsa, biz gerçekten ziyana uğramış kimselerden olacağız.”[2337] Ayetindeki “ellerini dizlerine vur­mak” deyimi, “elleri üzerine düşürüldü” deyiminin Türkçe'deki karşılı­ğıdır. Çünkü Araplar “ellerini ısırarak” pişmanlıklarını kinaye yoluyla anlatmak için adı edilen deyimi kullanırlar.[2338]

Başarısızlığa uğrayan ve bir şey yapamayacak duruma düşen kimse­nin pişmanlığından dizlerini dövdüğü herkes tarafından bilinecek kadar yaygın olduğundan “eliyle dizini döver” gibi deyim oluşturuîmuştur. Dili­mizde, bu kimseler için “eli böğründe kaldı” deyimi de kullanılmıştır. [2339] Yukarıda geçen âyetteki deyime dikkat edilirse onun bu deyimde ifade edilen anlamı da içerdiği görülür. Zira Araplar, pişmanlığı ifade için dizle­rini dövüp, ellerini ısırdıkları gibi çenelerini ellerinin içine de alırlar. [2340] As­lında pişmanlık kalpte meydana gelen bir duygudur. Ancak bu duygu yukarıda ifade edilen davranışlarla dile getirilmiştir. [2341]

 

B. El'in Gücü Temsil Etmesi

 

Yukarıda “el” sözcüğünün, nimet, ihsan, güç ve kuvvet anlamında kullanıldığını söylemiştik. Aslına bakılırsa nimet yapılan ihsanın adıdır. “El-yed”e ihsan anlamının yüklenmesi, verme eyleminin onunla gerçekleştirilmesinden ötürüdür. [2342] Araplar mecazî mürsel yoluyla “el”i ni­met anlamında kullanarak “Li fülanin aleyye yedün= Bende falana ait nimet vardır” deyimi oluşturmuşlardır. [2343] İki elin gücü temsil ettiği de ileri sürülmüştür. [2344] Dilimizde de “bir elin nesi iki elin sesi var” darb-ı meseli, bu anlamdadır. Ayrıca yed, birbirine güç ve destek veren anla­mında da kullanılmıştır. Bu anlam, Araplarda “Onlar başkalarına karşı bir el (yed=güç) gibidir.” darb-ı meşeliyle ifade edilmiştir.[2345]

Güç ve kuvvet anlamına geien “Yed” sözcüğünün kökünden “ey-yede” kalıbında fiil olarak kullanıldığını söylemiştik. Örneğin Araplar, “Eyyedehu'l-lahu” dediği zaman “Allah onu güçlendirdi.” anlamını kasdederler. Ayrıca “ve ma li bi fülanin yedani” sözleriyle de “Benim için falana karşı iki el (güç) yoktur.” demek isterler. Kur'ân'da “Gökleri el­ler (yaratıcı güç)le inşa eden ve onu genişleten biziz.”[2346] âyetinde ge­çen “eller” de güç anlamındadır.[2347]

Müfessirler, bu âyetteki “yed” sözcüğüne güç anlamını şairin:

“Üstün olan şeye arkanı daya

Senin için iki elin güç yetiremeyeceği şey yoktur”

beytini delil getirerek vermişlerdir. [2348] Yed kelimesi, “Müslümanlar baş­kalarına karşı bir el gibidirler.”[2349] Hadisinde de güç anlamında kullanıl­dığı görülür. Burada müslümanların işlerinin ve sözlerinin bir olduğu ve birbirlerini güçlendirdikleri anlamı kastedilmektedir.[2350]

Kur'ân'da “(Ey Muhammed!) Eller sahip (kuvvetl)i ve basiret (akıll)ı kullarımız İbrahim, İshak ve Yakup'u da an.” [2351] Ayetinde de yed (el), güç ve kuvveti temsil etmektedir.[2352]

“El” sözcüğü, güçle birükte, zenginlik, mülk, itaat, cemaat, yağ­mur, zulmün engeli, teslim olmak; boyun eğmek, anlamlarına kulla­nıldığı ifade edilmişti. Bununla birlikte Araplar, “Elini koy” sözüyle ye­mek yemeyi; “Ellerinin üzerine düşürüldü” deyimiyle de pişmanlığı ifa­de etmektedirler. [2353] Demek oluyor ki “el ele vermek” gücü; “ellerinin üzerine düşürülmek” de pişmanlığı ifade etmektedir. El, ipotekte ke­fildir. Azarlayan birisine “Bu elim senin içindir.” sözü, güven ifade eder.

Bu konuda darb-ı meseller de mevcuttur: “Aldığı şey, ele aittir.”, “Elim böylece sana ipotektir.” yani sana garanti ediyorum.[2354]

Bu açıklamalardan sonra güç ve kuvvet anlamı ifade etmesi açısın­dan “el” organını bir ifade aracı olarak değerlendirmeye geçebiliriz. [2355]

 

a. Güç Açsından Bir İfade Biçimi Olarak El

 

El hareketlerinin en önemlilerinden birisi el-sıkışmadır. Dilimizdeki “el sıkışma” veya “tokalaşma”nın Arapçadaki karşılığı “müsafaha”dır. Bu kelime “sahv” kökünden gelir. Asıl anlamı bir şeyin “yanı” veya “kenarı” olmakla birlikte; bu kelime, “yed (el)” ile beraber kullanıldı­ğında “bir elin içint diğer elin içine vurmak” anlamını ifade eder. Za­ten Arapçadaki “musafaha” kelimesinden, yüz yüze gelmek, bir elin içini diğerinin içine koyarak tokalaşma anlaşılır. [2356] El sıkışma, hadisler­de de musafaha sözcüğüyle ifade edilir. [2357] “Sahf” sözcüğü, affetme ve bağışlama anlamında da kullanılır. Ancak bu kelime, “af” sözcü­ğünden anlam itibariyle daha kapsamlıdır. Zira bu kelimede afla bir­likte ayıplama, başa kakma ve darılmanın terk edilmesi [2358] anlamları da vardır. Örneğin aynı kökten gelen “es-saffuh” Allah Teâlâ'nın sıfatlarındandır. Affetmek, kulun hatalarını görmemek, cezalandırmamak anlamındadır.[2359]

“Safh” kelimesi, çeşitli türevleriyle Kur'ân'da “hataları bağışla­ma”[2360] “aldırış etmeme”[2361], “güzellikle muamele etmek”[2362], “feragat etme, vazgeçme”[2363], “yapılanlara katlanıp, cezalandırmama”[2364], “ku­surları görmeme”[2365] anlamlarında kullanılmıştır. Dikkat edilirse bu an­lamların hepsi, “suçluya karşı iyi davranma” paydasında birleşmektedirler. Buna göre el sıkışma, bu anlamlardan her birinin bedensel ifa­desi olabilir.

Kur'ân, el sıkışma eyleminden, Hudeybiye'de müslümanların, Hz. Osman'ın ölüm haberi üzerine bir ağaç altında toplanarak düşman karşısında ölünceye kadar savaşacaklarına dair Peygamberimizle biat-ieşmeleri münasebetiyle bahseder. “Bey'at” -bilindiği gibi- alışveriş ve birine itaat etmeyi kabul ettiğine işaret olmak üzere “el sıkışma”ya denir. [2366] İlgili âyet şöyledir: “Muhakkak ki sana biat edenler, ancak Al­lah 'a biat etmektedirler. Allah’ın eli onların eli üzerindedir...”[2367]

Tokalaşma eylemi, hadislerde hem “b-a-y-e'a” hem de yukarıda anılan “musafaha” sözcükleriyle ifade edilir. Ancak bu konudaki âyet [2368] ve hadisler dikkatle incelendiği zaman bu sözcüklerden “baye'a” da­ha çok Müslüman olmak ve emirleri yapıp yasaklardan kaçmak üzere yapılan sözleşmelerde ve alışverişlerdeki tokalaşmalarda [2369]; “musafa­ha” sözcüğü ise, -hadislerde görüldüğü gibi- daha çok selamlaşma esnasındaki el sıkışmalar için kullanılır ve tokalaşma anlamındaki mu­safaha Peygamberimiz ve sahabe tarafından çok önemsenirdi. Örne­ğin peygamberimiz ve sahabe birbirleriyle karşılaştıkları zaman musa­faha ederler, ellerini hemen çekmezler; hatta selamlaşmanın el sıkış­ma ile tamamlanacağını kabul ederlerdi. [2370] Yalnız Rasulullah kadınlar­la sözlü selamlaşmanın dışında musafaha yapmadığı gibi [2371] onlaria biatleşirken de ellerini tutmayıp sözlü olarak biat alırdı.[2372]

El sıkışma, sözleşme ve selamlaşmada çok önemli bir eylem olup; o hem ticarî alışverişin ve barışın kabulünün; hem de karşılıklı selamlaşmada esenlik dilemenin bedensel ifadesi ise de onun olumsuzluklarda da kullanıldığı çoktur. Bu konuya da dikkat çekmeden geçmeyeceğiz.

İlk karşılaşılan insanlarla et sıkışmak, genel kabul gören bir adetse de bunu kimin başlatacağının ayrı bir önemi vardır. El sıkışmanın bir tür hoş geldin işareti olduğunu düşünsek bile bu işi sizin başlatmanız çoğu zaman akıllıca bir hareket olmayabilir. Onun için bunu yapma­dan önce karşımızdaki tarafından istenip istenmediğimizin kontrolü­nü yapmak en uygun olanıdır. Kaldı ki bu şahıs tanımadığımız birisi de olabilir. Bu durumda zamanlamayı iyi yapmanın, yerinde bir iş ola­cağı kanaatindeyiz. Zira eliniz havada kalabilir.

El sıkışma eyleminin ne kadar devam ettiği veya edeceği ise, iki kişi arasındaki yakınlığa bağlıdır. Birisi tarafından sergilenecek en ufak bir gevşeklik karşıdakini rahatsız edebilir.

El sıkışmanın, bazen üstünlük ve ilgisizlik mesajları verdiği de olur. Karşıdakini etkilemek maksadıyla güç denemesi yapanların el sıkmaları, elini sıktıkları kişide olumsuz bir duygunun yaşanmasına sebep olabilir.

Tokalaşmada gergin kol uzatma, saldırgan tipler tarafından kulla­nılır. Amaç, karşıdakini mahrem bölgenin dışında tutarak bu bölgenin korunmasını sağlamaktır. Parmak ucundan tutularak yapılan tokalaş­ma da, gergin kol uzatma gibidir. Güven eksikliği anlamını taşıyabilir. Tokalaşmanın en çirkini de, çok az el sıkış biçimi olan ve “ölü balık el sıkışı” diye isimlendirilen tokalaşmadır. Tokalaşmalar içinde en itici olanı budur. Hele el soğuk ve terli ise iticiliği bir kat daha artar. Bu tür hare­ketler, zayıf karakter göstergesi olarak algılanır. Şaşırtıcı olanı da ölü ba­lık el sıkışını kullanan çoğu kimsenin, bunun farkında olmamasıdır.[2373]

El sıkışma davranışı Kur'ân'da ise, birlik ve beraberliğin simgesi ola­rak kullanıldığına şahit düşüyoruz. [2374]

 

aa. Birlik-Beraberlik Samimiyet Ve Birbirine Destek Olmanın, Güç Vermenin Bedensel İfadesi: El Sıkışmak

 

El sıkışma, el hareketlerinin en önemlilerinden olduğunu yukarıda belirtmiştik. Bilindiği gibi gerek el sıkışma gerekse kucaklaşma, samimi duyguların beden diliyle anlatım biçimidir. “El sıkışma, sarılmanın yumuşatılmış şeklidir” [2375] de diyebiliriz.

Beden dilinin farkında olmayan insanlar bile elini sıktıkları kişiyle il­gili bazı şeyler düşünürler. Bu bakımdan el sıkışma biçimi, çoğu zaman insanın kişiliğini ortaya koyan [2376] bir eylem olma özelliğini kazanır.

Tokalaşma, genellikle karşımızdaki kişiye duyulan içtenlik, güven veya hislerin derinliğini ve sıcaklığını belirtmek için yapılır. Bu duygu­larla yapılan tokalaşma, bazen iki el kullanılarak gerçekleştirilir. [2377] Zira “iki elin” güç ve kuvveti temsil ettiği dikkate alınırsa, iki elle tokalaş­manın, ne anlama geleceği daha iyi anlaşılacaktır.

Kur'ân'da, birlik, beraberlik ve büyük bir güç sembolü olarak toka­laşmaya örnek, Hudeybiye'de ağaç altında yapılan biatleşme esnasın­daki tokalaşmadır. Allah bu biatleşmeyi, kendisiyle yapılan bir biatleşme kabul etmiştir. Olay Kur'ân'da şöyle anlatılır: “(Ey Muhammedi) Şüphe­siz ki sana biat edenler, ancak Allah'a biat etmektedirler. Allah'ın eli, onların eli üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine boz­muş olur. Kim de Allah ile olan ahdine vefa gösterirse Allah ona büyük mükafat verecektir.”[2378] “Andolsun ki ağacın altında sana biat ederlerken Allah o müminlerden razı olmuştur. Kalplerinde olanı bilmiş, onlara gü­ven duygusu vermiş ve onları pek yakın bir fetihle ödüllendirmiştir.”[2379]

Allah'ın elinin, müslümanların elleri üzerinde olmasını müfessirler, onların, Allah'ın koruması altına alındığı ve Allah'ın kudret ve yar­dımının, onların arkasında olduğu şeklinde anlamışlardır. [2380] Bu âyet­teki “Allah'ın eli cemaatin üzerindedir.”[2381] hadisindeki “Allah'ın eli” deyimi, onun korumasından kinayedir.[2382]

 

ab. Zilletin Kahrın Ve Müslümanların Gücünü İtirafın Bedensel İfadesi: Eliyle Cizye Vermek

 

Kur'ân'da “Kitap ehli yani Yahudi ve Hıristiyanlardan Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Rasulünün haram saydığını haram saymayan ve hak dini kendine din edinmeyen kimselerle boyun eğip kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.”[2383] Emri yer almakta olan âyette mürsel mecaz vardır.[2384]

Âyette geçen yed/el sözcüğü, birkaç şekilde anlaşılmıştır. Bunlar­dan doğruya en yakın olanı, onun zillet ve karşıdakinin gücünü itiraf etmek şeklinde olanıdır. Arapçada “el-yedu li fülanin ala fuian” denil­diği zaman “geçerli buyruk, kahır ve üstünlük” anlaşılır. “Boyun eğip kendi elleriyle cizye vermek” teslim olmak ve zilletle karşıdakinin üs­tünlüğünü kabul etmek anlamına gelmektedir. [2385] Buna göre âyette geçen “eliyle” veya “elden” vermek, direnmeden, isteyerek, boyun eğe­rek vermek anlamında kullanılmıştır. O halde eliyle cizye vermek; yenilginin, karşıdakinin gücünü kabul etmenin bedensel ifadesidir.[2386]

Burada akla şöyle bir soru gelebilir. Bu durum, dinde zorlama anla­mına gelmez mi? Hayır gelmez. Çünkü İslam'ın hedefi, bütün engelleri kaldırarak insanları hak dinin dışındaki uydurma dinlerin pençesinden kurtarıp herkese seçme özgürlüğü sağlamaktır. Kaldı ki alınan bu cizye devlete verilen vergi mesabesindedir. Bu durumda cizye, karşıdakine baş kaldırılmayacağına dair teminat sağlayabilir. Ayrıca cizye veren, ma­lının, canının, namusunun ve diğer dokunulmaz haklarının savunulma­sı için yapılacak masraflara katkı anlamını taşır. Bir de cizye veren birisi çalışamayacak duruma gelince onun geçimini “Beytu'l-Mal” karşılar. Zaten “fakir olup bir yerden geliri olmayandan cizye düşer. Zenginler için de, bu fakirin cizyesini ödeme mükellefiyeti yoktur”.[2387]

 

C. El'in Zâtı Ve Yetkiyi Temsil Etmesi

 

El, güç ve kuvveti temsil ettiği gibi bütün bedeni de temsil eder. Kur'ân'da bunun örnekleri çoktur. Mesela “Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın.”[2388] Yani “Kendi kendinizi tehlikeye bırakmayın.” Yi­ne “Ebu Lehebin iki eli kurusun. Kurudu da.”[2389] âyetinde “iki el”, hem gücü hem de bütün vücudu temsil etmektedir. Buna göre kendisi he­lak oldu demektir. Her iki âyette de cüz (eller) zikredilmiş, kül (zât) kastedilmiştir. [2390] Ayrıca “el”in, salahiyet ve yetkiyi temsil konumunda kullanıldığı da görülür. [2391] Dolayısıyla her iki ifadedeki bu davranışları beden dili sınıfına sokarak şöylece örneklendirebiliriz: [2392]

 

Kişinin Kendi Eliyle Kendini Tehlikeye Atmasının Eylemsel İfadesi: Allah Yolunda Harcamaları Durdurmak

 

Dostların karşısında avuç içleri önde olma şartıyla elleri yukarı kal­dırıp sallama, selamlamayı ve dosta karşı coşkuyu ifade ederken; düş­man karşısında elleri havaya kaldırmak teslim olmanın bedensel işare­ti sayılmıştır. Burada eller, bütün bedenin teslimini temsil etmektedir.

Kur'ân'da, Allah yolunda harcama yapmaktan geri durmak, yani her an kendini müdafaa hazırlığı içinde olmamak, insanın kendi eliyle canını tehlikeye atması anlamına gelecek bir eylem olduğu vurgulanır. Eller vücudu temsil ettiğinden bu eylem, elier aracılığıyla anlatılır: “Al­lah yolunda harcayın; Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Her türlü hareketinizde dürüst davranın, çünkü Allah dürüstleri se­ver.”[2393] âyetinin tefsirinde müfessir Taberî şu yorumu getirir: Araplar bir işten dolayı teslim olan için: “Falan elini kaptırdırıverdi.” derler. Ya­ni boyun eğdi. “Ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın.” [2394] Yani helake boyun eğmeyin, canınızı krize atarsınız da helak olursunuz. [2395] Burada”eller”le, canlar kastedilmiştir. Cüz/el söylenmiş bütün canlar kastedil­miştir. Buna göre eli tehlikeye atmakla canı tehlikeye atmak; yani tes­lim olmak, yakayı ele vermek kastedilmiştir. Zira savaşta teslim oİan, silahıru eliyle atar.[2396]

Demek oluyor ki Allah yolunda yapılması gereken harcamaları yapmamak canı tehlikeye atmanın ifadesidir.

Bilindiği gibi deyim, “Genellikle gerçek anlamından az çok ayrı, ilgi çekici bir anlam taşıyan kalıplaşmış anlatım [2397] demektir. Kur'ân'da “el”'in veya “eller”in, zatı/kişiyi, kimseyi, nüfuzu, mülkiyeti, yetkiyi [2398] ve iki el arası/ön, önüne, önünde, önünden, önce, önceden gibi mekan ve zamanı [2399] temsil eden deyim olarak kullanıldığına sık sık rastlanır. Ancak bizim konumuz daha çok ellerin fizikî eylemleri ve bu eylemlerin ifade ettikleri anlamlar olduğu için biraz da bunun üzerinde duralım. [2400]

 

D. El'in Eylemi Temsil Etmesi

 

Eller kullanım (tasarruf) da asıl olduğu ve işler kendileriyle görül­düğü [2401] için işler, ellere nispet edilmiştir. [2402] Nitekim konuşma ağızla gerçekleştirildiği [2403] için sözün de ağza nispet edildiği görülür. [2404] Hatta bir işi terk etmek, “el çekmek” deyimiyle ifade edilir. Örneğin İslam'ın ilk dönemlerinde müsiümanların savaşa elverişli olmadıkları bir sırada “Ellerinizi çekiniz. Sakın savaşa sebebiyet vermeyiniz.”[2405] Şeklinde bir ifadeye rastlamaktayız. El çekme'nin, Kur'ân'da, savaşı terk etme veya savaştan vazgeçme anlamında kullanıldığı çoktur.[2406]

Bu anlamda Kur'ân'da “eli bağlı”[2407], “eli sıkı”[2408], cimrilik yapan; “eli geniş”[2409], cömertlik yapan; “el uzatmak”, “eli varmak”, “el kaldır­mak”[2410], saldırmak; “eli gitmemek”[2411], bir işi kendine yakıştırmayarak yapmamak [2412]; “elinin kazancı”[2413] ve “ellerinin takdim ettiği”[2414] gibi deyimler kullanılmıştır.

Her dilde olduğu gibi arap dilinde de işlerin organlara nispet edil­diği yaygındır. Araplar, kendisiyle ayıplanacak bir iş yapan kimse için, “Ellerinin, ayaklarının veya ağzının cezasını çekiyor.” derler. Hatta Zeccâc'ın dediği gibi kınanmak istenen birisi için: “Bu ellerinin ettiğini çekiyor.” denir. Adamın yaptığı işle ellerinin herhangi bir alakası da olmayabilir. Bu da, ellerin, tasarrufta asıl olmasından kaynaklanır.[2415]

Kur'ân da, Arap dili ve üslubu üzere indiği için aynı üslubu kul­lanmış ve beden dili ile anlatımını, eylemleri organlara nispet ederek vermiştir. Örneğin teknolojik gelişmelerin sonucu ekolojikdengenin bozulması, atıklarla bitkilerin ve canlıların yok olması, uyuşturucu ve yersiz ilaç kullanımı ile insan bedeninde ortaya çıkan her türlü genetik bozuklukların meydana gelmesi, cinsî sapıklık ve ahlaksızlıklar sonucu sosyal hayatın dejenere olması olaylarının suçu, ellere nispet edilerek Kur'ân'da şöyle verilmiştir: “İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri sonucunda karada ve denizlerde çürüme ve bozulma başladı. Bu şe­kilde Allah belki (doğru yola) geri dönerler diye yaptıklarının bazı (kö­tü) sonuçlarını onlara (dünyada) tattıracaktır.”[2416]

Âyette “insanların kendi elleriyle yapıp ettikleri”yle insanın yaptığı yol kesme gibi her türlü kötülük kastedilmiştir.[2417]

Beden dili sınıfına sokarak değerlendirdiğimiz elle ilgili bu deyim­leri verdikten sonra şimdi ellerin eylemi ve bu eylemlerin ifade ettiği anlamları şöylece örneklendirebiliriz:

 

Cezalandırmanın En Anlamlı Ve En Acı Şekli Beden Dilinde İfadesini Bulan Kendi Evlerini “Kendi Elleriyle Yıktırma”dır.

 

Peygamberimiz (sav) Uhut Savaşı'ndan sonra sahabeden ileri ge­len bazı kişileri alarak Nadiroğulları mahallesine gider. Medine'ye hicre­tinin ilk günlerinde bunlarla yaptığı vatandaşlık anlaşması gereği, öldü­rülen iki kişinin diyetine ortak olmalarını ister. Bunlar bir taraftan Rasullullah'ı güler yüzle karşılarken diğer taraftan da O'na suikast hazırlarlar. Rasulullah, Yahudilerden birinin evine dayanmış dururken Yahudilerden biri, evin damına çıkarak tepesine taş atmak ister. Rasulullah vahiyle ha­berdar edilir ve Medine'ye doğru yürür ve tehlikeyi atlatır.[2418]

Rasulullah'a karşı hazırlanan tuzak Nadir oğulları mahallesinde planlanınca, onlarla yapılan sözleşmeyi bozmak: “Eğer bir kavmin iha­netinden korkarsan sen de aynı şekilde sözleşmelerini bozarak üzerleri­ne at. Şüphesiz ki Allah ihanet edenleri sevmez.”[2419] Ayeti gereğince hak olur. Bunun üzerine Rasulullah, Nadir oğulları mahallesini kuşatır. Ma­hallenin etrafı muhkem surlarla kapiıdır. Kuşatma, birkaç gün sürer. Na-diroğuliarı, münafıkların vaat ettiği yardımı alamayınca umutları kesilir. Bu arada Allah Teâlâ, onların kalplerine korku salar. Rasulullah da, taşı­yabileceği mallan yanlarına almak suretiyle bütün mahalleyi 3 veya 10 gün içinde terk etmelerini emreder. Herkes kendilerine verilen izin gere­ğince bir devenin taşıyabileceği mal ve eşyayı alarak Şam ve Hayber ta­rafına giderler. Hatta müslümanların eline geçmesin diye kendi evlerini, kendi elleriyle harabe haline getirirler. Bir taraftan da Müslümanlar, on­lara ait surları ve evleri yıkarlar. Nadir oğulları hakkında inen [2420] âyette olay şöyle anlatılır: “Kitap ehlinden inkar edenleri, ilk sürgünde yurtla­rından çıkaran O'dur. Siz onların çıkacaklarını sanmamıştınız. Onlar da kalelerinin, kendilerini Allah'tan koruyacağını sanmışlardı. Ama Allah'ın azabı hiç beklemedikleri bir yerden onları yakalayıverdi. Allah onların kalplerine şiddetli bir korku saldı da evlerini bizzat kendi elleriyle ve mü­minlerin elleriyle yıkıyorlardı. Ey akıl sahipleri! Bundan ibret alın.”[2421]

Âyette geçen “tahrip” kelimesi, bozmak, yıkmak anlamınadır. [2422] Al­lah Teâlâ, Onların kalbine, evlerini Müslümanlara bırakmama fikrini ve içlerinde açılan yaraların ağzını kapamak duygusuyla da evlerinden söktükleri ağaçlara ihtiyaç düşüncesini attı. Onlar da, farkında olmadan -güya- tatmin için evlerini yıkmaya başladılar. Böylece evlerinin Müslü­manlara kalmamasını sağlamakla hasretlerini gidermiş olacaklardı. Hal­buki Allah Teâlâ, onların köklerinin kesilmesini, evleri ve yurtlarına ait iz­lerin bırakılmamasını murat etmişti. Onlar bunun farkında değillerdi. [2423] Buna sebep de “Allah ve Rasulüne karşı gelmeleri” gösterilmiştir.[2424]

Ayete dikkat edilirse birisine verilecek en anlamlı ve en acı ceza, kendilerini koruyacaklarına inandıkları evlerinin kendi elleriyle yıktırılmasıdır. Beden dilinde ifadesini bulan bu eylemin açtığı yarayı sözlü dille ifade etmek mümkün değildir. [2425]

 

3.2.2. Oturma-Kalkma-Yürüme

 

Kollar ve bacaklar, çoğu zaman aynı tarzda tutularak benzer ritim­de hareket ettirilir. [2426] Ancak bazen de hem kollarda hem de bacaklar­da engeller oluşabildiği gibi oturma ve kalkma biçimleri de, İnsanlararası ilişkilerde olumlu veya olumsuz davranışlar olarak değerlendirile­rek; bu davranışlar, insanların birbirlerine yaklaşmalarına ya da birbirle­rinden uzaklaşmalarına sebep olan unsurlar olarak algılanabilirler. Do­layısıyla kendilerine yaklaşmak isteyen insanlara ya kucak açılmış ya da fırsat tanınmamış olunabilir. Şu halde muhatapla ilişki içine girmeden önce genel bakışlar biraz daha keskinleştirilerek adı edilen davranışla­rın iyi okunması, daha rahat hareket etme imkanı sağlar.

Yukarıda da ifade edildiği gibi söz konusu ofan davranışlar, be­densel bir ifade biçimi olarak insanlık tarihi ile başlayıp zaman zaman sözlü dile eşlik etmiş, zaman zaman da bu dile ihtiyaç bırakmayacak şekilde hem onun yerini doldurmuş, hem de ondan çok daha etkin bir dil olma özelliğini sürdürmüştür. Ancak sözlü dilde kullanılan kav­ramlar ve beden dilinde ifadesini bulan bu davranışlar, önceleri hakiki anlamlarında kullanılırken, daha sonra mecazî anlamda da kullanıl­maya başlanmıştır. Böylece yerine göre hakikat yerine göre de mecazî anİamlar kullanılırken; bazen de, bu kavram ve davranışlar, kinaye yoluyla hem hakikat hem de mecazî anlamda kullanılarak ifade, anlam açısından zenginleştirilmiştir. Daha önce birçok kavram ve davranışın hem hakikat hem de mecazî anlamda kullanılabileceği üzerinde du­rulmuş ve gerekçeleri açıklanmıştı. Bundan sonra vereceğimiz, “otur­ma”, “kalkma”, “yürüme” ile ilgili davranışlarda da aynı durum söz konusudur. Her ne kadar bazı davranışlarda ilk bakışta mecazî mana anlaşılsa da hakiki mananın anlaşılmasına bir engel görülmediği için adı geçen davranışlar, mecaz ve hakikat ayrımına gidilmeden bunların her ikisini de akla getirecek bir tarzda verilmeye çalışılmıştır.

Bütün davranışlar gibi oturma, kalkma ve yürüme ile ilgili davra­nışların da, sözlü dille birlikte başladığı, beden hareketlerinin çoğu­nun sonradan kazanıldığı ve bunlarda, toplum yaşamına giren geçici yeniliklerin ve bu yeniliklere gösterilen toplumsal beğenilerin etkin ol­duğu görüşü hakimdir.[2427]

Beğeni veya tepki gibi bazı duyguların ifadesi olarak alışılan bu davranışlar, daha sonra hangi duygudan dolayı yapıldığı da dikkate alı­narak her toplumda kendi kültür yapılarına uygun olarak anlamlandırı­lırlar. Bu bakımdan bu anlamlandırma toplumdan topluma, kültürden kültüre farklılık arzedebilir. Örneğin Türk kültüründe bir büyük geldiği zaman hemen ayağa kalkılır ve toplanılır. Zira böyle bir ortamda otur­ma, saygısızlık sayılır. Halbuki bir Amerikalıya göre bu hareket, rahatsız edici bir olay olarak algılanır. Onun için de Amerikalı öğreci hocasını oturarak; Türk öğrencisi de, kalkarak karşılar. [2428] Demek oluyor ki, yerine göre oturmak ve kalkmak, kültürden kültüre, ortamdan ortama deği­şiklik gösterse bile, bunlar, kişilerle nasıl iiişki kurmak istediğimizi belir­ten mesajlarla doludur. Karşılıklı etkileşim içinde olan şahıslar, birbirleri­ni nasıl algıladıklarını sürekli olarak bu mesajlar aracılığı ile ortaya ko­yarlar.

Baş, göz, el, koİ, bacak hareketleri ve oturuş, kalkış, yürüyüş biçimle­ri ile ilgilenme ve davranışları bilinçli olarak okuyup anlamlandırma; daha değişik bir deyişle, adı geçen davranışların farkına varma, yeni olmuştur. Halbuki bu davranışların, çok sayıda anlam taşıyıp kişinin iç dünyası ile il­gili değerli ipuçları yansıtarak gelmesi, insanlık tarihinin başına kadar uzanmaktadır. Bu kısa girişten sonra “oturuş”, “kalkış” ve “yürüyüş” ile ilgili davranışları tek tek eİe alarak konuyu biraz daha açabiliriz. [2429]

 

3.2.2.1. Oturma

 

Oturma eylemi, oturulan alan ve oturma biçimleri açısından anlamlandırılmıştır.

Oturmak için seçilen yerler ve oturan kişiler arasındaki mesafe, hem sözsüz bilgilerle dolu, hem de etrafa çok önemli işaretler verir­ler. [2430] Örneğin oturulan yerin yüksekliği, oturan kimsenin gücünü gös­terir. [2431] Hatta bir grup içinde oturan kişinin çevresinde, diğerlerinden daha fazla boş alan bırakılmış ise bu, birkaç anlama gelebilir. Şayet bu boş bırakılan alan saygı ile dolduruluyorsa o kişinin, diğerlerinden da­ha seviyeli ve daha güçlülüğüne; bu boşluk, yapmacık bir tavırla dol­duruluyorsa o şahsın, gruba yeni katılmış olabileceğine veya o zatın dışlandığına yahut da o kişinin tarafsız kalma isteğine işaret olabilir.[2432]

İnsanların oturma biçimleri, mevki belirtisi olarak kullanıldığı gi­bi [2433] onların kişilik özellikleri ve iç dünyaları ile ilgili olarak önemli sin­yaller verdiği de olur. Örneğin birisi, oturduğu yerde arkasına yaslanarak bütün alanı kaplıyorsa bu, onun, durumundan memnun olduğu ve bulunduğu yerden uzun süre kalkmayacağının izlenimini verir. Kol­tuğun ucuna oturmuşsa bu da onun hemen kalkıp gideceğinin veya misafire hizmete hazır olmasının yahut sıkılmanın ya da güvensizliğin işareti olabilir. [2434] Aksine girdikleri salonda ev sahibine yakın bir yer se­çip rahat oturanların, özgüvenleri yüksek ve hoşnut kimseler oldukları gözlenir.[2435]

İnsanların işbirliğinin ve olumlu duygularının en mükemmel oldu­ğunun göstergesi, onların yan yana. oturmalarıdır. Örneğin bir baba­nın evladına öğüt, bir öğretmenin de öğrencisine ders verirken veya yeni işe girmiş bir memura işin nasıl yapılacağı gösterilirken, birlikte çalışabilmek için yan yana oturulur.[2436]

Karşılıklı göz göze oturma ise, ilginin tamamen birbirlerine yönle-tildiğini gösterir. Bu konsantre olunmuş ilgi, herhangi bir konuya has kılınabileceği gibi tamamen duygusal [2437] ve hatta bazen iç rahatlığı ve sevgiyi paylaşmanın sonucu da olabilir. Bu tür bir paylaşım, hoş olma­yan bir duygu ve düşünceden arınmış olmayı gerektirir. [2438] Zira olum­suz duyguların insanları birbirinden uzaklaştıracağı açıktır.

Aynı seviyede oturmanın da bir anlamı vardır. Örneğin bir toplan­tı salonunda aynı düzeydeki şef koltuklarının birbirine yakınlığı, kolay kontak kurmaya ve güven duygusuna neden olur. Bu bakımdan aynı konumdaki insanlar, toplantıda protokol yerlerinden uzak kalarak bir­birlerine yakın oturmayı tercih ederler. Bu sayede hem emniyet sağ­larlar, hem de sıcaklık ve bağlılık hislerini kanıtlarlar.[2439]

Bacak bacak üstüne atarak oturma, alışkanlık veya bir dinlenme şekli olarak algılanacağı gibi savunucu bir tutumun veya artmış bir iç gerginliğin ya da soğuktan korunmanın işareti de olabilir. [2440] Demek oluyor ki, bacak bacak üstüne atma bile, kişinin, iç dünyasıyla ilgili çok önemli ipuçları veren anlamlar taşıdığı söylenebilir.[2441]

İnsanlar, kendilerini korumasız hissettiklerinden sırtları kapıya dö­nük oturmaktan hoşlanmazlar. Bu bakımdan kendilerini güvenli his­setmek isteyenlere, sırtlarını duvara yüzlerini de kapıya dönerek otur­maları tavsiye edilir.[2442]

Oturuş biçimlerinin değerlendirildiğine dair ipuçlarına Kur'ân'da da rastlanır. Bu da çok doğaldır. Zira Kur'ân, insana bir taraftan mesaj verir­ken, diğer taraftan da insanın, mesaj karşısındaki davranışlarındaki duy­gularını tespit edip sonucu ortaya koyarak aldanmaları önlemiş olur.

Kur'ân oturuş şekillerine de ölçü getirir. Bunlarla ilgili bazı davra­nışları överken bazılarını da yerer. Bu arada bunları anlamlandırarak ile­tişimde verimliliğe katkıda bulunur.

Bilindiği gibi Kur'ân'ın gayesi, insanları yolun doğrusuna ilet­mek [2443], onları kötülüklerden arındırmak [2444] ve ebedî hayat mutluluğu­na erdirmektir. Bununla da kalmayıp insanın, fıtrattan getirdiği temiz­liği koruyabilmesi için onun oturuş şekillerini anlamlandırıp bir taraf­tan onlarla ilgili yargılar koyarken, öte yandan bazı oturuş biçimlerini yasaklar, bazılarını da mutluluğun ifadesi olarak sunar. [2445]

 

A. Kur'ân'da Oturma

 

Kur'ân'da “oturma” eylemi, “ka'ade” sözcüğü ile ifade edilmiştir. Bu kelime, Arap dilinde bazen de “uzaklaşma” anlamında kullanıl­mıştır. [2446] Kur'ân'da da bunun örneklerine çokça rastlanır. Örneğin ha­yız, nifas ve şevhetten kesilmiş ve bunlardan uzaklaşmış kadınlara “otur­muş kadınlar” [2447] denildiği gibi savaşa katılmayanlar da “oturanlar” [2448] sözcüğü ile ifade edilmiştir.

“Oturma” sözcüğünün, ilişkisi yokmuş gibi görünen “uzaklaşma” anlamını nereden kazandığına açıklık getirmede yarar vardır. Bilindiği gibi “Kelimeler, Kur'ân'da birbirinden ayrı, yalın halde bulunmazlar. Her birinin ötekiyle yakın bir ilişkisi vardır. Bu kelimeler, somut anlamlarını birbiriyle olan bu ilişkiden alırlar.”[2449] Konuyu biraz daha açacak olursak, her kelimenin, sürekli kullanıldığı bir anlam vardır. Buna izutsu'nun ifa­desiyle “esas mana”; kelimenin bir de, “kökünden gelmeyen fakat için­de bulunduğu münasebet sisteminden doğan” ve “sistemdeki diğer kelimelerle olan münasebetinden kazandığı bir anlam” daha vardır ki, buna da, “izafi anlam” denir. Bu anlam, esas anlamından çok daha önemlidir. [2450] Buna göre “oturma” anlamına gelen “ka'ade” kelimesini semantik açıdan ele aldığımız zaman, onun bulunduğu ortamda veya bulunduğu kelimeler grubu içinde yeni yeni anlamlar kazandığını görü­rüz. Böylece bu kelime, yerine göre “uzaklaşma”, yerine göre “pusu kurma”, yerine göre “vakar /ağırbaşlılık”, yerine göre “gözetleme” ve “kendi başına terkedilme”, yerine göre de “neşe ve mutluluğun ifade biçimleri” olarak takdir edilir. Şimdi bunları örneklendirelim. [2451]

 

B. Bir İfade Biçimi Olarak “Oturma”

 

a. Mecliste Konuşulanlara Katılmanın Bedensel İfadesi: Tepki Göstermeden Oturma

 

Mekke'de müşrikler, müslümanları Kabe'ye yaklaştırmıyor. Bura­larda Kur'ân hakkında ileri geri konuşuyor ve Kur'ân'la alay ediyorlar­dı. [2452] Allah Teâlâ, onlarla oturmayı Mekke'de inen şu âyetle yasakla­dı. [2453] “Âyetlerimiz hakkında ileri geri konuşmaya dalanları gördüğün­de onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan uzak dur. Eğer şey­tan sana unutturursa hatırladıktan sonra artık o zalimler topluluğu içinde oturma (uzaklaş).”[2454]

Müslümanlar, Mekke'den Medine'ye gelince de Kur'ân'la alay eden münafıklar ve yahudiferle oturup kalkıyorlardı. Bu arada yahudiler za­man zaman Kur'ân'la alay etmekten geri durmuyorlardı. Bunun üze­rine de şu âyet indi ve: “Allah size Kur'ân'da 'Allah'ın âyetlerimin inkar ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman başka bir söze geçmedikleri müddetçe o kafirlerle oturmayın. Aksi halde siz de onlar gibi olursu­nuz.”[2455] Şeklinde hüküm getirdi.[2456]

Ayette “oturmayın” şeklinde emrin olumsuz gelişi ve bu eylemin, işitmek, istihza, küfür ve zulüm kelimeleriyle kullanılışı, hem başka söze geçmedikçe münafık ve kafirlerle oturmanın yasaklanışını; hem o meclis­ten hem de adı geçen insan gruplarından uzaklaşmayı ifade etmektedir. Uzaklaşılmayınca da zalimlerle eş değer olunacağı vurgulanmaktadır.[2457]

Müfessir Kasımi (v. 1914/1332), müşrik ve münafıklara muhalefe­tin, meclisi terketmekle gösterilebileceğini; sadece kalb veya yüz ifa­deleriyle muhalefetin yetmeyeceğini ifade eder. Uzaklaşmaya sebep de, “âyetler hakkında ileri geri konuşulmasının bilinmesini” gösterir. Buna da, âyetlerde “görme” ve “duyma” fiillerinin kullanılmasının işa­ret ettiğini söyier.[2458]

İslam bilginleri, bu tür meclislerde tepki göstermeden oturmanın onları onaylamak anlamını ifade edeceğinden o meclisi terketmemenin, kişiyi inkara kadar götürebileceğini; o meclisi terketmenin ise, tepkinin eylemsel ifadesi olduğunu ilen sürerler.[2459] Buna göre bir mec­lisi terketme eylemi, muhalefet ve tepkinin bedensel ifadesidir. [2460]

 

b. Uzaklaşmanın Bedensel İfadesi: Oturma Eylemi

 

Kur'ân'da hayız, nifas ve şehvetten uzaklaşan kadınlara “oturmuş kadınlar”[2461] denildiği gibi savaşa katılmayanlara da “oturanlar” [2462] is­minin kullanıldığını yukarıda bir vesile ile vermiştik.

Arap dilinde “oturma” eylemi, “oturmuş kadınlar” [2463] şeklinde yaşlı kadına nitelik olarak verilirken bu sıfat erkek için kullanılmaz.[2464]

Savaştan uzaklaşan insanlar için de “oturma” eylemi, Kur'ân'da “özürsüz olarak oturanlarla Allah yolunda malıyla canıyla cihad edenler bir değildir.”[2465], “(Evlerde) oturup da kardeşlerine bize uysaydınız yani savaşa gitmeseydiniz öldürülmezdiniz.”[2466], “Ey Musa, sen ve Rabbin gidin, sava­şın, biz burada oturacağız.”[2467], “Allah Rasulü ile savaşa çıkmayıp geri ka­lanlar, oturmaları ile sevindiler.”[2468], “Düşmana karşı benimle beraber asla savaşmayacaksınız. Geri kalan (kadın ve çocuk)larla beraber oturun.”[2469], “Allah'a inanın, cihad edenlerle beraber cihad edin diye bir sure indirildi­ğinde onlardan servet sahibi olanlar, senden izin istediler ve: “Bizi bırak (evlerinde) oturanlarla beraber oturalım.” dediler.”[2470] İfadeleriyle geçer.

Görüldüğü gibi “oturma” eylemi, hem savaştan kaçmanın, hem de evde oturan çocuk ve kadınların haline benzetme ile aşağılamanın bedensel ifadesi kabul edilmiştir. [2471]

 

c. Yol Kesmenin Bedensel İfadesi: Tehdit Ederek Yolda Oturma

 

Şuayb (as)'ın kavminden inanmayanlar, inanan güçsüz kimseleri inançlarından çevirmek için onların her geçtiği yere pusu kurarak onları dövüyor, korkutuyor ve elbiselerini alıyorlardı. Mal ve elbiselerini verme­yenleri ölümle korkutuyorlardı. Olay Kur'ân'da şöyle anlatılır; “İnanan herkesi tehditle Allah'ın yolundan dönmeye zorlayarak ve Allah'ın yolu­nu eğri göstermeye çalışarak her yolun kıyısında pusuya yatmayın.”[2472]

Ayette “her yolun kıyısında pusuya yatmayın” sözünden hakiki an­lamda yol kesmenin kastedildiği şeklinde anlayanlar yanında [2473] mecazî anlamda doğruya götüren her yolun kötülendiği şeklinde anlayanlar da olmuştur. Zamahşeri ve Razı bu kanaattedir. [2474] Bu iki müfessir, şeytanın: “Ben de gidip senin doğru yolunun üzerinde oturacağım/pusu kuraca­ğım.” [2475] Sözünü de benzer şekilde yorumlamakta, yukarıdaki âyette kafir­lerin aksi propagandanın; aşağıdaki âyette de şeytanın vesvese iie insanla­rı doğru yoldan uzaklaştırmaya çalıştıklarının kastedildiğini ileri sürerler. [2476] Her nasıl olursa olsun “tehditle yolun üstüne oturmak” yol kesmenin, insanları haktan uzaklaştırmanın, Allah yolundan fizikî olarak veya propaganda ile psikolojik olarak döndürmeye çalışmanın bedensel ifadesidir. [2477]

 

d. Gözetleme Ve Geçit Vermeme, Dikkatle Bakma Ve Casusluk Etmenin Bedensel İfadesi: Geçit-Başlarında Oturup Bekleme Ve Dinlenme Yerlerine Oturma

 

Birinci cümledeki deyim, ifadesini, “Haram aylar sona erince müş­rikleri bulduğunuz yerde öldürün, yakalayın onları hapsedin ve onları her gözetleme yerinde oturup bekleyin..,”[2478] âyetinde bulmaktadır.

Bu âyette emredilenler savaş halinde yapılması gerekenlerdir. Bu­rada geçen “mersad” kelimesi, “düşmanın görülebileceği, hareketleri­nin kontrol edilebileceği ve onların uğrama ihtimallerinin olacağı her yer” anlamına gelir. [2479] Oturma (mak'ad) sözcüğü, “mersad” kelime­siyle kullanıldığında “yöneldikleri ve gizlenebilecekleri her yerde yaka­layabilmek için pusu kurmak anlamını ifade eder.[2480]

İkinci deyim, cinlerin sözünden yapılan bir alıntıdır. Kur'ân'da cin­lerin, melekler topluluğu ile bağlantı kurdukları, bunlar arasında cere­yan eden yeryüzündeki varlıklarla ilgili konuşmalardan çalıntılar yapma girişiminde bulundukları, onlardan çaldıkları sırları falcı ve bilgin dost­larına aktarmaya çalıştıklarına işaret edilmiştir. İlgili âyetler şöyledir:

“Doğrusu biz (cinler), göğü yokladık, fakat onu sert bekçilerle, alev hüzmeleriyle doldurulmuş bulduk. Halbuki (daha önce) biz onun bazı kısımlarında haber dinlemek için oturacak yerler bulup oturuyor­duk. Şimdi kim dinlemek isterse, kendisini gözetleyen bir alev demeti buluyor”[2481]

Gerek birinci âyette ifadesini bulan “birini yakalamak için bekle­me”, gerekse ikinci âyetteki “haber çalmak için bir yerde oturup bek­leme” şeklindeki deyimler, ister “birini yakalamak için pusu kurmak”, isterse “konuşulanlardan çalıntı yapmak için bir yerde oturmak” anla­mında kullanılsın; birinci durum, düşmana geçit vermemenin; ikinci durum ise söz hırsızlığının bedensel ifadesidir. Şu veya bu maksatla kapıların önünde veya arkasında saklanmak da aynı anlamdadır. [2482]

 

e. Dışlanmışlığın Ve Çaresizliğin Bedensel İfadesi: Oturmaya Terkedilme

 

Kur'ân'da İnsanın, yanlıziığa terkedilmesine sebep olacak olaylara dikkat çekilmiş ve bu duruma düşmekten sakındınimıştır. Bunlardan en önemlisi, Allah'a ortak koşmayı yasaklayan ve sonucuna karşı uya­ran bir direktiftir: “Ey insanoğlu! Sakın Allah'la beraber bir başka tanrı edinme. Aksi takdirde kınanmış ve yalnız başına bırakılmış olarak otu­rup kalırsın.”[2483]

Âyette geçen “hezûl” kelimesi, sütün dokunmasından dolayı ayak­ta durmaya gücü olmayan hayvan için kullanıldığı gibi yaşlılık, zayıflık ve sarhoşluğun etkisiyle ayak bağı kesilmiş, ayakta duramayan İnsan hakkında da kullanılır. [2484] Âyette tevhid inancından sapan kimsenin durumu, bu kelime ile tasvir edilmektedir. Allah'ın yardımından mah­rum kalan kişi, Allah'ın dışında ne kadar yardımcıları olursa olsun kı­nanmış ve tek başına bırakılmış kabul edilir. “Oturup kalırsın.” ifadesi, dışlanmış ve çaresiz kalmış kimsenin durumunu çok güzel bir şekilde tasvir etmektedir. [2485] Buna göre çaresizin oturuşu, hareketsizliğin, donukluğun ve yalnızlığa terkedilmişliğin, beden diliyle canlandırmışıdır. Bu duruma düşmüş birisinin halini dil ile tasvir etmektense, onun pe­rişan halini görmek ve perişantığını bedeninden okumak, insan ru­hunda çok daha derin izler bırakacağı tartışılamaz. Onun için Kur'ân, olayı beden diliyle vermiştir.

Yukarıdaki deyimden ilk bakışta mecaz manası anlaşılıyorsa da, hakikat manasının anlaşılmasına da engel yoktur. Zira bir insanın yal­nızlığa itilmesi, hem fizikî hem de psikolojik olabilir.

Kur'ân'da bu konuya bir başka örnek de, malında son derece cimrilik yapanla malını saçıp savuran kimse verilmiştir. Bilindiği gibi İs­lam, her şeyde dengeyi esas alır. Bu konuda geri kalma da aşırı gitme de, dengeyi bozar. Buna dair örnek bir benzetme, Kur'ân'da şöyfe an­latılır; “Ne elleri boynuna bağlayıp kilitli tut, ne de sonuna kadar aç(ıp varını yoğunu otaya dök). Böyle yaparsan, kınanmış ve güçten kesil­miş olarak oturup kalırsın. “[2486]

Ayette “ellerin boyuna bağlanması” cimrilik; “ellerin sonuna ka­dar açılması” da, savurganlık anlamını ifade eden iki mecazî deyimdir. Burada her iki durum da kınanmış ve halsiz düşmüş bir kimsenin du­rumuna benzetilmektedir. Ayette geçen “melûm” sözcüğü, kınanma­yı haketmiş anlamındadır. [2487] “Hasîr” sözcüğü ise, Arapça'da koşturu­larak bitkin hale getirilmiş, yürümekten kesilmiş hayvan için kullanılır. Bu kelime, mesafe çok uzadığından dolayı görmekten kesilen göz için de kullanılır. [2488] Cimri ile savurgan, yüremekten kesilmiş güçsüz hay­vana benzetilmektedir. Cimri olan kimse, cimriliği; savurgan da, israfı yüzünden halsiz düşer ve sosyal hayatta yol alamaz ve olduğu yerde kalır. [2489] Bu şekilde hareket kabiliyetini kaybeden insan, Kur'ân'da “güçten kesilerek oturup kalmış” deyimi ile tanımlanırken beden dili eylemi ile ifade edilmiştir.

Bu ifade biçimleri, mecazî ifadelerdir. Ancak hakikat anlamında kul­lanılmalarına da engel olmayan bu davranışlar, âyetlerde nitelenen insanların ruh hallerinin bedenlerindeki göstergeleri olarak da kabul edile­bilir. Zira bu âyetlerde isti'are sanatı söz konusudur.[2490] Yukarıda kinaye­nin istiareden bir cüz sayıldığı ve kinayenin hem hakikat hem de mecaz anlamında kullanılabileceği verilmişti. “Elleri boyuna dolamak” deyimi, cimriliği ifadede “elleri sıkı” deyiminden daha mübalağa ifade ettiği gibi bu davranış, aynı zamanda elleri, vermekten engelleyen bir eylem biçimi olarak da algılanıp [2491] hakiki anlamda da kullanılabildiği söylenebilir.

Burada söz konusu olan “oturup kalma” deyimi için de aynı şey­ler söylenebilir. Zira bu deyim, güç ve takattan kesilerek yere yıkılıp kalma, kendisinde iş yapacak güç bulamama anlamında kullanılmıştır. O halde burada “oturup kalma”, güçsüzlüğün, kınanmışlığın ve çare­sizliğin [2492] bedensel ifadesidir. [2493]

 

f. Mutluluk Ve Neşenin Bedensel İfadesi: Karşılıklı Göz Göze Oturma

 

Karşılıklı göz göze oturma, ilgi ve alakanın tamamen birbirlerine çevrildiği anlamını taşır. Bu şekilde duygu ve düşüncenin bir noktada toplanması, herhangi bir konudan olabileceği gibi duygusal da olabi­lir. Birbirini sevenlerde bunun anlamı, ruhsal rahatlamanın bir sonucu olarak kendini bırakma olabilir.[2494]

Mutluluk içindeki bir oturuşta, oturulan yerin ve giysilerin payının oldu­ğu da unutulmamalıdır. Oturma salonlarının konforlu duruma getirilmesi ve oturuma katılanların kıymetli giysilerle buraya gelmesinin anlamı bu olsa gerektir. Demek oluyor ki, rahat oturuş, iç huzuru eşliğinde konforlu bir sa­londa değerli giysilerle gerçekleştirilen bir oturumda sağlanabilir.

Allah'a karşı sorumluluk bilinci (takva) taşıyan insanların kıyamet günündeki mutlulukları tasvir edilirken; onların nahoş duygu ve dü­şüncelerden arındırılacağı, birbirleriyle kardeş olarak mutluluk tahtları üzerinde karşı karşıya oturacaklarından söz edilir. [2495] Ayrıca “oturdukla­rı yerlerin emin yerler olduğu, bu yerlerin bahçelerde ve pınar başlarında bulunduğu, ipek ve altın giysilerle birbirlerine yaklaşacaktan [2496], yumuşak divanlarda [2497] altın işlemeli mutluluk tahtlarında birbirlerine sevgi ile bakışarak uzanacakları da vurgulanır.”[2498]

Âyetlere dikkat edilirse mutluluk ve neşenin, sözlü dille tasvirin­den aciz kalındığı bir noktada duyguları anlatımda çok daha etkin olan beden dili, bütün öğeleri ve mutluluğu celbedecek bütün unsurlarıyla devreye sokularak anlatım tablolaştırılmıştır.

İfade edildiği gibi “gülme, insanın hoşnut olduğunu, iç dengesinin yaşamı sürdürmeye uygun bir uyum içerisinde bulunduğunu ortaya ko­yan ve karşısında bulunanları bu mutluluğa ortak olmaya davet eden bir jest ve mimiktir.”[2499] Yukarıdaki âyetlerde ifadesini bulan “mutluluk tahtlarında birbirlerine sevgi ile bakışarak kurulma”[2500] sözünde, mutlu­luğun ifadesi olan gülmeye eş değer davranışlar sergilenirken üç önemli unsurdan söz edilir. Biri, kalplerden kinin atılması, ikincisi mutluluk taht­larında karşı karşıya oturma, üçüncüsü de değerli giysilerle bezenmektir. Bunların hepsi, sevinci ifade etmenin bedensel ifadeleridir.

Bazı yorumcular, âyetlerde geçen ve dilimize “neşe” diye tercüme edilen “şerir” sözcüğünü neşelenmek için hazırlanmış oturma meclisleri olarak anlamlandırırlar. [2501] Arapça olan bu sözcük, yaslanılarak otu­rulan koltuk veya tahtlar anlamına da kullanıldığı gibi yücelik ya da mutluluk makamı (tahtı) anlamında kullanılmıştır. Bu anlamda kulla­nıldığına delil de yukarıdaki âyetler gösterilmiştir.[2502]

Mutluluk tahtının, beden dili açısından mevki belirtisi, karşılıklı otur­manın da, mutluluğun ifadesi anlamını taşıdığını söyleyebiliriz. [2503]

 

3.2.2.2. Bir İfade Biçimi Olarak Ayağa Kalkma

 

Davranışlar arasında ayağa kalkma eylemi, biri saygı diğeri de, çağ­rılan bir şeye ilgi gösterip göstermeme göstergesi olmak üzere iki açı­dan ele alınabilir. Ancak ayağa kaikma davranışının her toplumda saygı göstergesi olduğu söylenemez. Örneğin Türk toplumunda birisi için bu davranışı göstermek, saygı ifadesi sayılırken; bu davranış, Amerikanlılar­da ise saygı gösterme davranışı değil de Amerikan ordusu içinde eği­timde olan bir erin yapacağı türden bir davranış olarak algılanan [2504] bir disiplin sorunu olarak ele alınır. Demek oluyor ki bu davranışın algılanışı bu yönüyle kültürden kültüre, toplumdan topluma değişmektedir.

Bu davranışın, İslam'ın temel kaynaklarından sünnette saygı belir­tisi olarak değerlendirildiğine şahit oluyoruz. Örneğin Rasulullah ve sahabe cenaze geçerken ayağa kalkarlardı. [2505] Cenazenin hangi dine sahip olduğuna da bakılmazdı. Zira bir gün Rasulullah yoldan geçen bir cenaze için ayağa kalkınca kendisine o cenazenin yahudi cenazesi olduğu söylendi. Bunun üzerine Rasulullah: “Cenaze gördüğünüzde ayağa kalkınız.” diyerek ayrım gözetilmeyeceğini ifade etmiş ve hatta “O bir can değil mi?” diye de çıkışmıştır.[2506]

Rasulullah: “Efendiniz Sa'd'e ayağa kalkınız” [2507] şeklinde hürmet için ayağa kalkmayı teşvik ettiği ve kendisinin de saygı ve şefkatten ötürü ayağa kalktığı olmuştur. [2508] Yalnız Farslar ve Rumların krallarına -bir ilaha tapınmayı çağrıştıran- kalkış gibi katkmayı yasaklamıştır.[2509]

Kur'ân'da ise ayağa kalkma biçimi, verilen emirlere karşı ilgi veya ilgisizlik sorunu olarak ele alınmıştır. Ancak emre karşı ilgi ifadesi ola­rak kabul edilen ayağa kalkma davranışının, hadislerde ifadesini bu­lan saygıyı da içinde barındırdığı gözden ırak tutulamaz. Biz burada biraz da her alandaki emir ve isteklerde ölçü alınabilecek ayağa kalkış biçiminin bu yönü üzerinde duralım. [2510]

 

A. Kur'ân'da Bir İfade Biçimi Olarak Ayağa Kalkma Eylemi

 

Kur'ân'da, Allah münafıkları (ikiyüzlüleri) tanıtırken onların oturup kalkarken sergiledikleri davranışlara dikkat çeker. Örneğin bunların bazısı, savaşa çağrıldıklarında isteksizliklerinin ilk belirtisi olarak kalkıp sa­vuşmak için Peygamberden izin isterler. [2511] Bazısı da herkes savaş hazır­lığı yaparken -Kur'ân'ın ifadesiyle- onlarda hiçbir hareket görülmez. [2512] Kur'ân: “Eğer bunlar savaşa çıkmak isteselerdi, onun için hazırlık yapar­lardı.” [2513] şeklindeki açıklamasıyla onları deşifre eder. Demek oluyor ki, bir işe çağrı anında hareketsiz olup onun için bir hazırlık yapmıyorsa, onun bu hareketi, gönülsüzlüğünün en belirgin ifadesi sayılır.[2514] Bir işe gitmek için kalkarken -hazırlık yapmamaları bir tarafa- gönülsüz davnanır ve bahane ararlar. Kur'ân bunu da: “Fakat Allah onların (savaşa) kal­kışlarını beğenmedi. Bu yüzden onları yerlerinde durdurdu ve kendileri­ne “Peki (sizler de) evlerinizde (öteki) oturanlarla beraber oturun, denil­di.”[2515] Beraber oturacakları kimseler, kadıniar, çocuklar ve hastalardır. Bunların savaştan alıkonulmasının yararı, Kur'ân'da şöyle açıklanır; “Eğer onlar sizinle beraber savaşa çıkmış olsalardı ancak bozgunculuk çıkarır. Sizi birbirinize düşürmek için aranıza fitne sokarlardı. İçinizde onları dinleyenler de vardır. Allah zalimleri gayet iyi bilir.”[2516]

Tereddütlü insanlar, savaş safları arasına zaaf sokar. Onun için böyle kişiler, ordu için daima büyük bir tehlikedir. Şayet münafıklar savaşa çıksalardı, Müslümanlar bunlardan güç kazanamayacakları gi­bi aralarında daha çok ikilik, anarşi ve korku yayılabilirdi. Bu durumda bazı Müslümanlar da bunlara kapılabilir ve genel bir çözülme söz ko­nusu olabilirdi. Bundan dolayı Allah, onları savaştan alıkoydu.[2517]

Kur'ân burada beden diliyle ilgili çok önemli bir davranışa dikkat çekmekte ve bu tür davranışların iyi okunmasını öğretmektedir. Bu dav­ranış, “bir işe gönülsüz kalkış”tır. Böyle davranan birisi, yapılacak işin sonuçsuz kalmasına en büyük neden olabilir. Zira bu kişi bu olumsuz tavrıyla kalmayacak, isteksizliğinin haklılığını müdafaaya kalkışacak ve çalışanlar arasında bozgunculuk çıkaracaktır. Onun için toplu girişilen bir işte gönülsüzlerin dışarıda bırakılması, sonuç için en güzel bir ted­birdir. Kur'ân'ın bize anlatmak istediğinin de bu olduğu düşünülebilir.

Ayağa kalkma eyleminin olumsuz biçimine bir başka örnek de münafıkların namaza kalkışları gösterilebilir: Bu kalkış, namaza karşı sıcak duygu taşımayan ve dolayısıyla da tıpkı ağır bir yük altında infe-yen insanlar gibi isteksiz ve tembel bir şekilde kalkıştır. Bunu da şu âyet­ten öğreniyoruz: “Şüphesiz münafıklar Allah'a oyun etmeye kalkışı­yorlar, halbuki Allah onların oyunlarını başlarına çevirmektedir. Onlar namaza kalktıkları zaman üşenerek tembel tembel kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar. Allah'ı pek az anarlar.”[2518]

Yukarıdaki âyette münafıklara ait sergilenen “tembel tembel kalkış görüntüsü”, bu insanların kalplerindeki inançsızlığın dile getirilmesi biçi­midir. Daha önce de belirttiğimiz gibi sözlü diiin arkasına saklanmak ve dolayısıyla yalan söylemek, çok zor bir iş olmamasına rağmen; beden dilinin yalan söylemesi imkansız gibidir. Zira yalancı bir kimsenin ağzı sussa bile ya rengi kızarır ya gözleri telaşa kapılır, ya alnı terler ya da di­ğer organlarından biri, şöyle veya böyle anormal hareketler sergileyerek iç dünyasındaki olumsuzlukların organlarına yansımasına ve bu olum­suz sinyallerin bedenden ve hareketlerden okunmasına engel olamaz.

Âyette münafıkların tanınmasına sebep olacak bir başka eylem biçimi de, “Allah'ı az anmaları”dır. Bilindiği gibi birisinin ardından en­der söz etmek, hoşnutsuzluğun ve zorakiliğin bir başka biçimidir. Çünkü insan, sevdiğini dilinden düşürmez.

İkiyüzlü insanları, davranış biçimlerinden öğrenmek isteyenlerin Kur'ân'daki münafıklarla ilgili âyetleri okuması kendileriyle münafıklar arasına nasıl bir sınır koyacağına dair ipuçları elde etmesine katkıda bulunacaktır. [2519]

 

3.2.2.3. Bir İfade Biçimi Olarak Yürüme Eylemi

 

Yürüme, bir sebebe dayanarak yapılan bilinçli bir harekettir. Bu­nunla ya bir hedefe gidiyoruz ya da birileriyle yüzyüze gelmekten kaçıyoruz. Bu bakımdan insan daima, sağlam bir zeminden bir başka zemine geçmek ister. Ancak bunu yaparken her adımın bir risk oldu­ğunu akıldan çıkarmaması gerekir. Bunu şöyle de ifade edebiliriz: Duygu ve heyecanlar yürüyüşe yansır ve o yürüyüş, sahibine ait duy­gu ve düşünceleri ifade eden bir dil olur. Ancak bu davranışları de­ğerlendirirken beden davranışlarının hepsini birden dikkate almak ge­rekir. Her bir organ için bağımsız bir davranış yok gibidir. Ancak D. Mornis'in dediği gibi çoğu zaman ayakların bilinçsiz hareketi gerçek ruh halini ortaya koyabilir.[2520]

En ideal yürüyüş biçimi, önüne bakarak yürümedir. Buna karşılık başları ve boyunları bağımsız hareket halinde olanlar, herşeye ilgi du­yan ve devamlı bilgi toplayan tiplerdir. Başı öne eğik olanlar dikkatli­dirler. Bunlar, tam zamanında başlarını çevirip sinsice gözlediği yöne bakarlar. Tavırları da, sanki hiçbir şey olmamış gibi bir tavırdır.[2521]

Dikkatli insanlar, yürürken daima bakışlarını kendinden ileri bir yöne çevirir ve zemini kontrol etmeden adım atmazlar. Bunlar düşün­celerini geçmişte bırakmaya eğilimlidirler.

Serbest yürüyüşün en ideal şekli, ayak tabanının yerde düzenli ara­lıklarla yuvarlanmasıdır. Bu tür yürüyüşten uzaklaşacak her sapma, bir duyguyu ifadedir. [2522] Örneğin yürürken ileri itilmiş göğüs, hırsı; geri çekilen ise, isteksizliği gösterir.[2523]

Demek oluyor ki, ayak hareketlerinin özellik taşıyan bir şekli de, yü­rüyüş biçimidir. Bireyler yürüyüşlerinde bazen olgunluk örneklen, utan­gaçlık tavırları, bazen çekingenlik ve ürkeklik; bazen de saldırganlık ve tahrik anlamına gelebilecek hareketlerde bulunabilirler. Hatta bazen ayak ve bacak hareketleriyle içlerindekini saklamaya çalıştıkları da olur. Bu davranışları en iyi okuyanların, sözsüz iletişim uzmanlarının oldu­ğu bilinmektedir.[2524]

“Yüksek topuklu ve yüksek tabanlı ayakkabı giyen kadın ve erkek­ler, yürüyüşlerinde ne yaptıklarının bilincinde olmalıdırlar.”[2525] Bunlar, adımlarını hızlı atamadıkları gibi topuklarını ve kalçalarını doğal ol­mayan biçimde hareket etmeye zorlarlar. Zira “yüksek topuklarla nor­mal yürüme imkanı yoktur”[2526] da denilebilir.

Şu halde her davranış gibi yürüyüş de, kişiliği ve kişilikte kökleş­miş duyguları yansıtır. Örneğin -Kur'ân'da ifade edildiği gibi- “böbür­lenerek veya çalım satarak yürüme, kendini bilmezliğin ve cahilli­ğin [2527]; yürüyüşte tâbi olmak, tevazu ve olgunluğun [2528]; utana utana yürüme, edep ve hayanın [2529]; gizli ziynetlerin açığa çıkması için ayak­larını yere vurarak yürüme, tahrik ve teşvikin” [2530] bedensel ifadesidir. Şimdi bu ve benzeri yürüyüş biçimlerini tek tek ele alarak ifade ettik­leri anlamları vermeye çalışalım. [2531]

 

A. Kur'ân'da Bir İfade Biçimi Olarak Yürüme Eylemi

 

Kur'ân, bir taraftan yürüme eylemine ölçü getirirken, diğer taraf­tan da yürüme biçimlerini değişik şekillerde anlamlandırır.

Kur'ân, yürümeğe getirdiği ölçüye, Lokman (as)'ın oğluna tavsiye­leri münasebetiyle hem de sosyal hayatı ayakta tutacak: “Geçim endi­şesinden dolayı çocukları öldürmeyin, bu bir suçtur; zinaya yaklaşma­yın, zira o rezilliktir, kötü bir yoldur.”, “Allah'ın öldürmesini yasakladığı cana haklı bir sebep olmadıkça kıymayın.”, “Yetim büyüyünceye kadar onun malına güzel bakın. Malına yaklaşmayın”, “Verdiğiniz sözü yeri­ne getirin.”; “Ölçüyü tartıyı doğru ve tam yapın.”[2532] İlkelerini verirken temas eder. Hatta bu konuya temas etmeden önce insanların günü­müzde tesis etmeye çalıştıkları “bilimsel güven” ortamını oluşturmak için bir sistem kurar. Bu sistemin kuralını, “Bilmediğin bir şeyin ardına düşme. Çünkü kıyamet gününde kulak, göz ve kalp, işte bütün bunlar, yaptıklarından sorumludur.”[2533] Şeklinde verir. Sonra da boş yere büyüklenmenin çirkinliğini ifade ederek Allah'ın kötü olan her şeyden şöyle açıklar: “Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çün­kü sen elbette yeri yaramazsın, boyca da dağlara ulaşamazsın. Bunlar­dan kötülükleri sebebiyle yasaklananlar, Rabbinizin sevmediği husus­lardır. Bunlar, Rabbinin sana vahyettiği hikmetlerdendir.”[2534]

Cahilliğin, içi boşluğun, kofluğun ve büyüklenmenin, bedende Çalım satarak yürüme biçiminde şekillendiğine dikkat çeken bu âyet, bu tür yürüyüşe yasak koyarak bireyleri birbiriden nefret ettirecek in­san bedenindeki bu çirkin görüntüyü ortatan kaldırmak ister.

Bu kısa girişten sonra Kur'ân'ın yürüme biçimlerine yüklediği anlamlarla birlikte yürüyüş şekillerini, yukarıda mealini sunduğumuz âyet­ten çıkaracağımız şu hükümle vermeye başlayabiliriz. [2535]

 

a. İçi Boşluğun, Kofluğun Ve Cahilliğin Bedensel İfadesi: Kasılarak Yürüme

 

Burada “kasılarak yürüme” şeklinde tercümesini sunduğumuz ifa­denin âyetteki karşılığı, “merah” sözcüğüdür. Bu sözcük, ölçüyü taşır­mak derecesinde neşelenmek anlamında kullanılmıştır. Bu kelimenin, kibirlenme ve böbürlenme anlamında kullanıldığı da olur. Yukarıdaki âyette bu anlamdadır. [2536] Dilimizde bu kelimenin karşılığı “çalım satmak” yanı kurulup büyüklük taslamak ve kasılmaktır.[2537]

İnsan, Allah bilincinden uzaklaşınca ulaştığı zenginlik, otorite, kuvvet ve güzellik, cehaletle de birleşince böbürlenme duygusuna kapılır. Halbuki kişi, kendisindeki bu niteliklerin Allah tarafından verildi­ğinin farkında olsa böyle bir tavır alamaz. Zira âyette belirtildiği üzere kişi, ne kadar güçlü ve zengin olursa olsun, bu cirmiyle ne yeri yarabilir ne de dağlara ulaşabilir? Hatta şu darb-ı meselde ifade edildiği gi­bi, “ateş olsa cirmi kadar yer yakar.”[2538]

Kur'ân, insanları alçak gönüllülüğe çağırır. Alçak gönüllülük, Al­lah'a ve insanlara karşı takınılması gereken psikolojik ve sosyal bir saygı ve sevginin gereğidir. Bu saygıyı, kendini biimez cahillerden baş­kası terkedemez. Kaldı ki, bu tür insanları ne Allah ne de insanlar se­ver. [2539] Buna göre çalım satarak yürüme kendini bilmezliğin, cahilliğin ve içi boşiuluğun bedensel ifadesidir.

Kur'ân, çalım satarak yürüme eylemine Lokman suresinde Lokman'ın oğluna vasiyeti münasebetiyle: “İnsanlardan yüz çevirerek bö­bürlenme. Yeryüzünde kibirlenerek yürüme. Şüphesiz Allah büyüklük taslayan ve övünen hiç kimseyi sevmez.”[2540] şeklinde vurguda bulunur.

Ayette “yüz çevirme” şeklinde tercümesini verdiğimiz ifadenin karşılığı, Arapça'da “sa'r” kelimesiyle anlatılır. Bu kelime, kibirden do-İayı yüzü veya boynu bir tarafa çevirmek anlamındadır. Devenin bir hastalıktan dolayı boynunu bir tarafa bükmesi de, bu kelime ile ifade edilir. Kur'ân, yüz çevirme eyleminin çirkinliğini duyurmak için bu keli­meyi seçmiştir. Bu kelime, Kur'ân'da kullanıldığı “tas'îr” kalıbıyla “sırt çe­viriyormuş gibi kibirden dolayı hafife alarak insanlardan bakışını uzaklaş­tırıp yanağı çevirmek” anlamını ifade eder.[2541]

Yüzünü çevirip, çalım satarak yürüme eylemleri, çoğunlukla beraber sergilendiğinden dolayı Kur'ân'da bu iki çirkin hareket peşpeşe getirilmiş­tir. Bu tür bir hareket, insanları küçük görme ve hafife almanın bedensel ifadesidir. Bu ifade “ben büyüğüm” şeklindeki sözlü ifadeden daha etkili­dir. Zira karşıdaki insanı bütün bedenle aşağılama anlamına gelir. [2542]

 

b. Tevazu Ve Olgunluğun Bedensel İfadesi: Yürüyüşte Tabiî Olmak

 

Allah Teâlâ kibirle yürüyüşü yasaklarken onun yerine “yürüyüşün­de tabiî olmayı” [2543] emrediyor. “Tabiî ol” sözünün âyetteki karşılığı, “ıksıd” dır. Bu kelime “kasd” kökünden türetilmiştir.

“Kasd”, “yolun doğruluğu” ve “yürüyüşün rahatlığı” için kullanıldığı gibi “adalet” anlamında da kullanılır. Aslında “kasd” sözcüğü, hangi eylemle birlikte getirilirse o eylemde aşırılığın zıddı olan orta yolun tutulması anlaşılır. Bu da “aşırı gitme ile geri kalmanın arasıdır. “Yürü­yüşte tabiî olmak”tan kasıt, yürüyüşünde ne böbürlenerek, kibirlenerek, çalım satarak enerjini tüket, ne de pintileş demektir. [2544] Yani şöyle veya böyle zorlanmadan; eğilip bükülmeden, böbürlenmeden yürü. Bu tür yürüyüşte, tevazuun, ağır başlılığın ve tabiî olmanın; yapmacık hareket­lerden kaçınmanın bedenle ifadesidir. Ancak Furkan süresi 63. âyet, “ta­biî yürüyüşe” açıklık getirmektedir. Şöyle ki; “Rahmanın kulları, tevazu ve vakar ile yürürler. Cahilller kendilerine laf atıp sataştıkları zaman aldır­madan selametle/(esenlikle) kalın deyip geçerler.”[2545]

Bu âyete göre yolda yürüyen bir şahsın olgunluğunun göstergesi, onun, etraftan gelen lüzumsuz söz ve olumsuz davranışlara aldırma­dan onlara; “esenlikle kalın” diyerek çok farklı ve olumlu davranması­dır. Buna göre: [2546]

 

c. Olgunluğun Bedensel İfadesi: Tevazu Ve Vakarla Yürümek

 

“Her davranış gibi yürüyüş de, kişiliği ve kişilikte kökleşmiş duy­guları yansıtır.” [2547] “Rahmanın kulları tevazu ve vakarla yürürler.”[2548] Ayetinde geçen “Rahman” sözcüğü, Allah'ın isimlerindendir. “Tevazu” ve “vakar” kelimeleri ise, Arapçadaki “hevn” kelimesinin tercümesidir.

“Hevn” veya “nün” kelimesi, hem horluk, hakirlik, basitlik, hafiflik, aşağılık ve zelillik [2549]; hem de nezaket, vakar, ağırbaşlılık, sekinet, karar­lılık, rıfk, yumuşaklık anlamlarına gelir. “Rahmanın kulları yeryüzünde tevazu ve vakarla yürürler.”[2550] âyetinde son anlamlarda kullanılmış­tır. [2551] Buna göre “Rahmana kulluk eden kimselerin gidişleri, arz üzerin­de yürüyüşleri ve tarz-ı hareketleri mulayimanedir. Cebbarane, mağrurane, kibirli, saygısız, kaba ve haşin değil, sekinet ve vakar ile mütevaziane, edibane, nazik ve yumuşak yürürler.”[2552] Onların yürüyüşlerinde zorlanma ve yapmacıklık, büyüklenme ve böbürlenme, başlarını dikme ve omuzlarını silkme yoktur. Yürüyüşlerinde vakar ve sükunet hakimdir. Bazıları, vakarla yürüyüşü, salih kullara atfederek başları önlerine eğik, omuzları yanlarına düşük, bedenleri yalpa yapar tarzda ölü gibi yürü­mek şeklinde aniamışlarsa da bunun aslı yoktur. Çünkü pintiliğin takva ile bir ilgisi olamaz. [2553] Zira Rasulullah (sav) “sekinet ve vakarı” öğütlemiştir.[2554]

Kurtubi, tevazu ve vakarın sadece “yürüme”ye nitelik olmasının yetmeyeceğini buna Allah bilinci ve korkusunu da eklemenin gereklili­ğini ifade ederek'“Nice vakarla ve yavaş yavaş yürüyen var ki, o, Atlas kurdudur.”[2555] der. “Atlas”, siyaha çalan bir renkteki kurdun adıdır ve o, kurtların en pisidir.”[2556] Buna göre vakar içerisinde yürüyen birisinin diğer işleri bozuksa bu yürüyüş, tevazu için yeterli bir gösterge ola­maz. Halk arasında “Onun tevazusu kibrindendir.” sözüyle nitelenen insanlar bunlar olsa gerektir. [2557]

 

d. Edep Ve Hayanın Bedensel İfadesi: Utana Utana Yürümek

 

Kur'ân'a gre, Firavun, Mısır'da zorbalığa kalkışmış, kendisinden başka güç tanımaz olmuştu. İktidar gücünü kaybetmemek için gele­bilecek tehlikelere karşı uyanık ve hazırlıklı davranıyordu. Kendisinin ilahlığına inanmayan İsrailoğullarını, tahtı ve egemenliği için bir tehdit unsuru gördüğünden onların erkeklerinin sayısı artmasın diye doğan erkek çocuklarını öldürtüyor, kız çocuklarını ise sağ bırakıyordu. Allah Teâlâ, böyle bir ortamda daha süt emerken Hz. Musa'yı Firavun'un sa­rayına attı. Firavun'un hanımı ve Mısırlıların kalbine attığı sevgi ile onu korudu. Gençliğini Firavun'un sarayında geçiren Hz. Musa'ya ilim ve hikmet verildi. Halkın habersiz olduğuı bir gün çarşıya inen Hz. Musa, İsrailoğullarından birisinin, Firavun taraftarlarından biriyle kavga ettiğini gördü, israilli, Hz. Musa'dan yardım istedi. Hz. Musa, arabulurken kar­şıdaki adama bir tokat atınca adam cansız olarak yere yığıldı. Ertesi gün İsrailliyi başka bir kipti ile kavga ettiğini gören Hz. Musa, bu kıptiye de vurmak istedi. Ancak Kıpti:

“Dün bir adamı öldürdüğün gibi beni de öl­dürmek mi istiyorsun?!” diye çıkışınca Hz. Musa vurmaktan vazgeçti. Böylece onun adam öldürdüğü anlaşılınca hakkında ölüm kararı alındı. Hz. Musa korku ve telaş içinde Medyen'e kaçtı. Medyen girişinde in­sanların bir kuyudan koyunlarına su içirdiklerini ancak sahipsiz iki kız çocuğunun kenarda beklediklerini gördü. Onlara acıdı ve koyunlarını sulamalarına yardımcı oldu. Sonra bir gölgeye çekildi ve “Rabbim! Göndereceğin her hayra muhtacım.” diye dua etmeye başladı.”[2558]

“Biraz sonra (o iki kızdan) biri utana utana yürüyerek Musa'ya geldi ve

“hayvanlarımızı sulamana karşılık ücret ödemek için babam seni çağırıyor” dedi. Bunun üzerine Musa, kızların babasına varıp ba­şından geçenleri anlattığında o:

“Korkma, artık o zalim halkın elinden kurtuldun. ” dedi .”[2559]

Ayette geçen “yürüme” fiilinin, istifa için olan “ila” harf-i cerri ile kullanılması, utanmanın binit gibi oluşunu ifade etmek içindir. [2560] Zira istila “ulüv” mastarından türetilmiştir. Yükselme, üste çıkma ve üstün gelme anlamlarını taşımaktadır. [2561] Buna göre kız, yabancı bir erkeğin yanına giderek konuşma ve onunla karşı karşıya gelme zorunda kaldı­ğı için kendisinin biniti olan yani ondan hiç ayrılmayan utanma duy­gusuyla utana utana ona geldi.[2562] Temiz ve iffetli bir kız erkeklerle karşılaştığında nasıl bir tavır takınılması gerekirse onu yaptı. Yürüyü­şünde ne bir kırıtma ne gösteriş ne de erkekleri tahrik edecek bir dav­ranış vardı. Bu hareket, kızın sağlam bir fıtrata; aynı zamanda saf ve temiz duygulara sahip olduğunun ifadesidir. Terbiyeli bir kız, yaratılışı gereği erkeklerle karşılaştığı ve onlarla konuştuğu zaman utanır.[2563]

Bu utanma, onun duygularının saf ve temizliğinin beden diliyle anlatılmasıdır. [2564]

 

e. Ayartma Ve Baştan Çıkarmanın Bedensel İfadesi: Kırıtarak Çalımlı Yürümek

 

Kur'ân, edep ve hayayı önerip överken; sırf tahrik ve teşvik için gü­zellikleri ve süs eşyalarını sergileyen bir duygu ile gezinmeyi yasaklar. Zi­ra “kadınların kırıtarak çalımlı yürümeleri”, baştan çıkarma ve ayartma­nın bedensel ifadesidir.

Allah Teâlâ, Hz. Peygamberin hanımları şahsında bütün inanan kadınlara: “Evlerinizde oturun önceki cahiliye devri kadınlarının açılıp saçılması gibi cazibenizi sergilemeyin, namazı kılın, zekatı verin. Al­lah'a ve Rasulüne itaat edin. Ey Ehli Beyt! Ailah sizden sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.”[2565]

Ayette “oturun” şeklinde tercüme edilen kelimenin karşılığı “vaka­ra” kelimesinden alındığı ileri sürülen “karne-oturun” sözcüğüdür. Bu sözcük, ağırbaşlılık ve kararlılık anlamını taşımaktadır. [2566] Buna göre ev­den ayrılmamaları demek değildir. O halde bu yasaklama, öncelikle ihti­yaç dışı çıkışlar için olabildiği [2567] gibi ağırbaşlı davranmayıp hareketiyle başkalarını tahrik edenler için de olabilir. Zira âyette geçen “teberrüc” kelimesi, Arap dilinde: “bir kadının süslerini ve güzelliklerini erkeklere açması, yeniliklerini ortaya çıkarması, hatta bir kadının karşısındakini baştan çıkaran yani ayartan bakışması” anlamlarına gelmektedir.[2568]

Buna göre “evinizde oturun” yani ağır başlı hareket edin, kadınlık vakarınızı koruyun ve ihtiyaç halinde dışarı çıktığınızda da kendini bil­mezler gibi gezişinizle, bakışınızla tahrik unsuru olmayın demektir. Nitekim dilimizde de bu tür deyimler mevcuttur. Örneğin “evinin ka­dını olmak” yani “evine, kocasına bağlı ve bunlarla ilgili işleri başarır nitelikte olmak”[2569] deyimi meşhurdur. Demek oluyor ki kadınlık güzelliklerini süfli arzular uğruna sergilemek ahlakî yozlaşmanın ve du­yarsızlığın bedensel ifadesidir.

İslam temiz bir toplum kurmayı hedef edinir. Orada her an istek­ler tahrik edilemez. Zira daimi tahrik eylemleri, kanmayan bir şehvet azgınlığı ile sonuçlanır. Kasıtlı bir bakış, tahrik edici bir davranış, hayvanî arzuyu kamçılamakta; sinir ve iradenin dizginini elden çıkarmak­tan başka bir şey yapmamaktadır.[2570]

İslamın, temiz bir toplum kurmada kullandığı araçlardan biri de, iki cins arasındaki derin olan fıtrî arzunun sağlam ve tabiî gücünde bırakılarak onun tahriklerden uzak tutulup yerinde ve temiz olarak kullanılmasını sağlamaktır.[2571] Bu, maksada binaen Kur'ân, mümin ka­dınları kapalı zinetlerini açığa vuracak, şehvet duygularını teşvik ede­cek ve uyuyan hisleri uyandıracak hareketlerden; “Gizledikleri süslerini başkalarına bildirmek için ayaklarını da yere vurmasınlar.”[2572] Şeklinde sakınmalarını emretmektedir. [2573]

 

f. Tahrik Ve Teşvikin Bedensel İfadesi: Ayakları Yere Vurarak Yürümek

 

Zinet, kendisiyle süslenilen her şeyi içine alan kapsamlı bir isim­dir. [2574] Zinetin yaratılış güzellikleri mi yoksa insanların süslendiği şeyler mi olduğu hususunda ihtilaf edilmiştir. Ancak “Görünmesinde sakın­ca olmayan yerleri dışında cazibe ve güzelliklerini açığa vurmasınlar ve bunun için başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar.”[2575] âyeti de­lil getirilerek zinetin her ikisini de içine aldığı görüşü benimsenmiş­tir. [2576] Hatta Razi: “Doğru olanı yaratılış güzelliklerinin de zinete dahil olmasıdır.” şeklinde görüşünü bundan yana ortaya koymuştur.[2577]

Taberî'ye göre kadınlar ayaklarına bilezik takar ve gezerken erkek­lerin dikkatini çekmek için ayaklarını yere vurur ve ses çıkarırlardı. Bunun üzerine bu âyet indi ve gizliliklerin açığa vurulması için ayakları yere vurma yasaklandı. [2578] Zeccac'a göre, ayaklar yere vurularak çıkarı­lan sesi duymak, zinetlerin açığa çıkarılmasından şehveti daha da tahrik eder.[2579]

Şüphesiz şu veya bu şekilde şehvet duygularının dürtülmesi dinen de ahlaken de hoş görülemez. Kadın takılarının çıkardığı sesten ve süründüğü kokudan uzaktan uzağa etkilenen, şehevî duyguları kaba­ran ve kendilerini frenleyemez duruma gelen pek çok kişinin olacağı inkar edilemez. Buna göre süsler ortaya çıksın diye ayakları yere vur­ma eylemi ve bu doğrultudaki bazı yürüyüş şekillen, ahlakî dejeneras­yonun açık göstergesi olmakla birlikte; bu tür davranışlar cinsel arzu­lar yönünde teşvik ve tahrikin bedensel ifadeleridir. [2580]

 

Sonuç

 

Kur'ân'a göre Allah, yarattığı her şeyi kendi içinde tutarlı kılmak­ta ve yerine getirmekle yükümlü olduğu fonksiyonlara uygun nitelik­lerle donatmakta; böylece onu ilk başta yaradılışında varoluşun ge­reklerine uygun hale getirmektedir.

Yaratıklar içinde insan, farklı bir konuma sahiptir. Kur'ân ifadesiy­le o, yaratılış amacının gerçekleştirildiği fonksiyonlara tekabül eden bütün olumlu, maddî ve zihinsel niteliklerle donatılmıştır. İnsanın en önemli yeteneklerinden biri de, “sezgisel yeteneğedir. Bu yetenek, Kur'ân'da fıtrat sözcüğü ile ifade edilir.

Her canlı gibi insan fıtratı da, büyük imkanların gizli olduğu bir potansiyel barındırır. İnsan ruhunun derinliği, kuşatıcılığı, zihinde şe­killendirme (tasavvur) gücü, fıtratında gizlenmiştir. Onun eğilim ve yatkınlıklarını saymak mümkün değildir.

Bütün insanlar aynı fizyolojik özellikleri taşır. Bu bakımdan hiçbir doktor, kendi ırkından gelen insanlara uyguladığı yöntemleri diğer in­sanlara uygulamakta tereddüt etmez. İnsanın, ruhsal açıdan da aynı tabiata sahip oldukları kabul edilir. Değişik kültürlerin sanatını, tiyat­rolarını anlayabildiklerine, kendilerini İnsan kılan, birbirlerini bilmeleri­ne ve sevmelerine yol açan aynı temel çizgileri paylaştıklarına şahit olu­şumuz, bunun delilidir.

Biyologlar ve psikologlar, insanların biyolojik yapısında bir deği­şiklik olmadığını on bin sene önceki insanın da aynı sinir sistemine ve aynı öğrenme yeteneğine sahip olduğunu; ancak yaşayış biçimlerinde büyük farklılıkların bulunduğunu tespit etmişlerdir. İçinde bulundu­ğumuz uygarlığa ulaşmamızı, asırlar önce gelip geçen insanlardan daha zeki olduğumuza değil de daha çok şey öğrendiğimize; geçmiş­lerin küftür birikimi üzerinde bulunuşumuza borçluyuz.

İnsanı tanıma, ona olması gerektiği şekilde davranma ve aklının alacağı tarzda hitap etmenin; insana, hayatın akışında önemli katkıda bulunacağı açıktır. Bu nedenle insanın davranışlarını biyolojik temelden başlayarak tanımaya çalıştık. Zira insan ancak davranışlarıyla tanınır.

İnsan vücudu, olağanüstü niteliklerle donatılmıştır. O bir yandan akıllara durgunluk veren bir kimya laboratuvarı diğer taraftan da es­rarengiz şifrelerle donanmış bir genler ağıdır.

İnsan davranışı ve zihinsel işleyişi birçok açıdan temelinde biyolo­jik süreçlere ait bilgiler olmaksızın çözülemez. Çevreden haberdar olun­masını ve orayla uyumu, hormon bezleri, sinir sistemi, kaslar ve duyu organları sağlar. Olayları algılamak, duyu organlarının, uyaranları na­sıl yakaladığına ve bu duyulardan gelen bilgiyi beynin nasıl yorumla­dığına bağlıdır.

Her davranışın altında binlerce sinirsel süreç yatar. Bu süreç sani­yenin binde, hatta milyonda biri kadar kısa bir zaman süreci içinde si­nir sisteminde gerçekleşir.

İnsan edilgen bir varlık değil; aksine algılayan, uyarıcıları işleyen ve anlamlandıran aktif bir varlıktır. İnsanı diğer canlılardan ayıran ta­raf da, insanın gelen uyarıcıları işleyebilme ve anlamlandırabilme ye­teneğidir.

İnsan ruhu her an ışık, renk, elem ve haz gibi duyumlarla karşıla­şır. Bu duyumlar üzerinde düşünmeğe başlar ve fikirler edinir. Bunu şöyle de ifade edebiliriz. Üşümek, yanmak, açlık ve susuzluk gibi dış­taki ve içteki etkenler, bizim üzerimizde etkide bulundukça; “algıla­ma”, “hafıza” ve “düşünme” yeteneklerini kullanarak çevre hakkında bilgiler edinir, geçmiş olayları hatırlar, sorunları çözer ve gelecekle ilgi­li planlar yaparız.

Bedendeki uzmanlaşmış alıcı organlar, çevredeki belirli enerji tür­lerine seçici tepkiler gösterirler ve böylece biz duyumsama ve algıla­ma sürecine girmiş oluruz. Örneğin göz, ışık dalga boylarına; kulak ses dalgalarına; dil kimyasal enerjiye vb. seçici tepki gösterir. Böylece bir tat duyusu, acı, tatlı, ekşi, sıcak, soğuk, sert, yumuşak... ve lezzet duyumlarını alarak yiyecek zevkimizi etkiler. Dolayısıyla o yiyecekler hakkında doğru karar vermemize yardımcı olur. Diğer duyu organları gibi kaslar ve eklem yerlerindeki hareket algılayıcı duyu hücreleri, iç çevredeki faaliyetler hakkında bize bilgi verir. Böylece her canlı duyu organlan aracılığı ile iç ve dış dünyadan gelen uyarımlardan haberdar olur ve onlara karşı gerekli davranışlarda bulunur. Örneğin gözlerimiz bize önümüzde çukurun olduğunu; tat organımız, ağzı yakıcı şeyleri atmamızı; koku organımız, pis kokan çevreden uzaklaşmamızı bize haber verirler. Biz de bedenimizin korunması için onların direktiflerine uyarız.

Bireyin, fizyolojik ve psikolojik davranışlarının büyük bir kısmı, varlığını sürdürmeğe kendini gerçekleştirmeğe yarayacak en elverişli şartları bulundurma amacını güder. Organizmayı çeşitli davranışlara iten güdüler, farklı ihtiyaçlardan doğar. Organizmayı belli davranışlara sü­rükleyen bu içsel olayların bütününe “güdülenme” adı verilir.

İnsanda biri fizyolojik diğeri de psikolojik olmak üzere iki türlü güdü vardır. Birinci güdüler, her canlıda mevcut olup bunlar, onların varolma ve beden dokusunun canlı kalabilmesi için gereken ihtiyaç­lardan doğan açlık, susuzluk, uyku, cinsellik ve analık gibi güdülerdir. Psikolojik güdüler ise, sevme, birlikte olma, güvenlik ve saygınlık ka­zanma, özgürlük ve yeterli olma, hazza ulaşma elemden kaçma, sal­dırganlık, doğru ve yanlış (vicdan) güdüleridir.

Bu güdüler sayesinde çocuk, annesine yaklaşarak hem beslenir hem de çevreden gelen tehlikelerden korunur. Dolayısıyla da bu gü­düler çocuğun annesini sevmesini ve daima onunla ilişki içerisine gir­mesini zorunlu kılar.

Canlılar içinde yeni doğan yavrular, annelerinin yanlarında ne ka­dar uzun süre kalırlarsa ilkel ve basit refleksif davranışlarının gelişmiş davranışsal hareketlere dönüşme şansı o kadar artar. Ana çocuk ilişki­lerinin uzaması, toplumsallaşma sürecinde bilgi ve beceri açısından çocukların daha farklı boyutlar ve içerikler kazanmasına neden ola­caktır. Örneğin çocukların annede gördüğü davranış kalıplarını çokça izleyişleri ve hatta bu davranışları tekrarlayabilmeieri imkanları, çocuk­ların ilkel ve refleksif davranışlarda niceliksel ve niteliksel değişiklikler yapabilme imkanı verebilir. Toplumsal ihtiyaçların çokluğu ve çeşitliliği giderek her bir ilkel davranışa çok daha farklı anlamlar yüklemeyi sağ­lar. Hayat için gerekli bilgi ve davranışların yaşam süreci içerisinde öğ­renilmesi, ancak çocukların aile içinde yetişmiş bir anne ile uzun ve yoğun grup içi ilişkiler kurabilmesi sayesinde olur. Davranışların or­ganlarda ifadesi, gelişme sürecinin her basamağında görülen bir olgudur. Uzun süre hastahanelerde tek kalıp veya toplumdan uzakla­şan çocukların, konuşma özelliklerinde bile geç kalıp konuşmanın zorlaştığı; hatta imkansız hale geldiği tespit edilmiştir. Hatta toplum dışında kalan bir canlı, toplum arasında iken geliştirdiği yeteneklerini yitirir. Böylece toplumdan uzaklaşan kişinin, oturuş, kalkış, selamlaş­ma ve diğer davranışlarını tamamen kaybetmeler gözlenir. Çocuk üze­rinde uygulanacak bilinçli eğitim, onu yaşadığı güvensizlik duygusun­dan kurtarmak, ona yaşam için bilgi, beceri ve üstün bir anlayış ka­zandırmak ve başkalarına karşı ilgiyle donatmak amacını güder. Bir çocuğun ruhsal gelişimi hangi yönü izliyorsa, geliştirdiği kişilik, karak­ter, mizaç ve benlik özelliklen de aynı yöne yönelecektir. Karakter, düz bir çizgi üzerinde gelişiyorsa, çocuğun tutumunda hiçbir bocalama görülmez. Zira bu çizgide çocuk, güçlüklerle doğrudan yüz yüze gel­mektedir. İkinci tür karakter gelişiminde ise, çocuk, hayatta düşman güçlerle karşılaşabileceğini, dolayısıyla uyanık olması gerektiğini öğ­renmiştir. Saygınlık ve güçlülük amacına dolambaçlı yollar izleyip; kurnazca davranarak ulaşmak ister. Bu çocuk, ödevlerine düz çizgi üze­rinde yaklaşmaya çalışmayacak; korkak ve çekingen biri olarak başka­larının gözüne bakamayacaktır.

Kişilik ve karakter özelliklerini tamamlayan genç, artık kazanılan davranışların bütününden ibaret olan beden dilini öğrenmiştir. Zira kişilik, hem bireyin davranışlarını temsil eden bir kavram hem de dav­ranışların insanda bütünleşmiş şeklidir.

Buna göre beden dili şu ana kadar bütün detaylarıyla üzerinde durmağa çalıştığımız davranışların daha da organize edilmiş şeklidir. Nasıl düşüncelerin dili, kelimelerse; duyguların dili de bedenimizdir.

Duygusal iletişimin %90'ı sözsüz olarak beden dili ile gerçekleştirilir. Bu dil, hem söylediklerimizin gücünü artıracak, hem konuşmanın sa­kıncalı olduğu yerde devreye girecek, hem de bize muhatabımızın için­de neler gizlediğinin ipuçlarını verecektir.

Bedenimizin ifadeleri diye adlandırdığımız şeyler, aslında içsel yaşantılarımızdır. Başka bir deyişle bedenimiz, iç dünyamızın dilidir. Buna göre bedene ait her duruş, her hareket, her kaş-göz işareti, bakış bi­çimleri, yüz ifadeleri; oturma, kalkma ve yürüyüş şekillen, ses tonları, birisine karşı önü veya arkayı çevirme davranışları gibi bedenle ilgili her türlü davranış, bir kimseye karşı duygu ve düşüncelerimizi ifade eder. Hatta giyim, kuşam, saç, sakal ve her türlü makyaj; ağlama ve gülme gibi eylemlerle insanlar başkalarına bir şeyler anlatmak ister­ler. Bütün bu anlatılanlar, bedenin duyguiarı ifade eden dilidir.

Beden dilinin iki kaynağı vardır. Biri kalıtım diğeri de kültür. Kor­ku, neşe, tiksinti ve isteklerle ilgili refleksel hareketler doğuştan geti­rildiği halde, jest ve mimikler, millî ve etnik özellikli işaretler, evet ve hayır anlamı taşıyanlar, selamlaşmayı ifade edenler, farkına varmadan veya bilinçli olarak insanlar arasına koyduğumuz mesafeler, mevki ve statü ile ilgili olanlar, savunma ve korku işaretleri, boyun eğme ifadeleri, gözlerle ifade edilen niyet belirtileri, tehditçi ve müstehcen be­den hareketleri; saç, sakal ve giysilerle anlatılanlar, kültüre bağlı ola­rak sonradan gelişmiş davranışlardır.

Beden dili, sözlü dille birlikte; insanın yaratılışıyla anadiline para­lel olarak bir yabancı dil gibi çocukluktan itibaren farkında olmadan öğrenilir. Tarihin başlangıcından beri insanların; duygularını, düşünce­lerini, isteklerini, ihtiyaçlarını ve tarihî zenginliklerini bedenlerinin dili aracılığı ile paylaşmış olduklarında şüphe yoktur. Onun için beden di­linin iletişimde farklı bir yeri ve önemi vardır. Varlığımızın dünyaya açılı­şının beden diliyle mümkün oluşu; kendimizi çevremizi ve başkalarını beden diliyle algılayabilmekte oluşumuz, onun önemini bir kat daha artırmaktadır.

Kur'ân'a göre dil [2581]gibi beden dili de [2582]Allah tarafından öğretilmiştir.

Beden dilinin tarihi, insanın yaratıiışıyla başlar. Ancak bu dilin ya­zı dilinde duyguların açıklanmasında araç olarak kullanımı ise, insanlı­ğın yazıya geçişinden sonra başlamıştır. İnsanlık tarihinde yazının geç başlaması, bu dilin edebiyata geçişini geciktirmiştir.

Beden dilinin insanlık tarihi ile başladığına birinci delil, bu dilin insan davranışlarında kendisini görüntülemesi; ikinci delili de, Tev­rat, İncil, Zebur ve Kur'ân'da ilahî mesajlar sunulurken ilahî mesajlar karşısındaki tutum ve davranışların anlatılmasında bedenin araç ola­rak kullanılmasıdır.

Davranışların, kelimelerden daha fazla anlatım gücünün olduğu ileri sürülür. Onların bu önemine binaen beden, yazi dilinde de duygu ve heyecanların ifadesinde araç olarak kullanılmıştır. İlk kullanıldığı metinler arasında, Tevrat, İncil, Zebur ve Kur'ân metinleri sayılabilir.

Tevrat, İncil ve Zebur'daki bu davranışlarla Peygamberler, halka, Rabbin iradesini bildiriyor ve dolayısıyla bu işaretlerle Allah'la konuş­muş oluyorlardı. Hareket dili, Yahudi'lerde konuşulan bir dildi. Onlara göre sözlü dilden daha etkin olan bu dil, Tevrat ve İncil'de dans dili ola­rak adlandırılırdı. Davud (as)'ın, tabutun karşısında dans edişi, bu dil­den sayıldı. Dans dili, ruhun bazı durumlarını ve sevincini ifade etmek için kullanılırdı. Beden dilinin, kutsal kitaplar dışında ilk çağ yazılı me­tinlerinde de kullanıldığı rivayet edilir.

Kur'ân'a gelince o, Allah'tan gelen her şey, insanlara açıklansın diye indirilmiş bir kitaptır. Bu kitabın maksadı, getirdiği ilahî mesajı bütün ayrıntılarıyla insanlara gereği gibi anlatmak ve açıklamak oldu­ğundan o gerek sözlü, gerek işaret ve gerekse beden dilinin bütün unsurlarını; hatta beden dili sınıfına sokulan ses tonlarını bile, en ince noktasına varıncaya kadar açıklamada araç kılmayı ihmal etmez.

Kur'ân'ın ifadesiyle; ibadet, muamele ve ahlakta örnek kabul edilen ve kendisine uyulması emredilen Hz. Peygamberin bütün fiillerinin taklidinin, yerine göre zorunlu (vücub) yerine göre de serbest bırakıl­ması (ibahe), peygamberin fiillerinin ilahî mesajları açıklamaya araç kılındığının ve bedensel bir ifade biçimi kabul edildiğinin delilidir.

Peygamberin hadislerinde beden dilinin kullanıldığına dair örnek­lere çokça rastlanır. Resulullah'ın eliyle, parmaklarıyla, evet ve hayır anlamında başıyla, şehadet parmağıyla, iki eli ve iki parmağıyla veya dönerek işaret etmesi; değişik hadis kitaplarında; “ihramlının ava işa­ret edemiyeceği”, “imamın hutbede nasıl işaret edeceği”, “namazda işaret”, “boşanmada ve diğer işlerde işaret;” “el ve baş işaretiyle anşılabileceğine dair hadislerin nakledilmesi; işaretle selamın verileceği, Yahudilerin selamının parmak, Ensar'ın selamının el içi işaretiyle olduğu, anlaşılan bir işaretle kadının boşatılabileceği, bir kızın evliliği ka­bulü el ve baş işaretiyle yapabileceği ve farzlarda işaretin olabileceği­ne dair ifadeiere hadis kitaplarında rastlanması, beden dilinin, hadislerde de mesajları açıklamada araç olarak kullanıldığını gösterir.

Peygamberimizin, fiillerini ve sükutunu, ilahî mesajları açıklamaya araç kıldığı gibi; O, bir işi terk etmesini de, bir tür açıklama biçimi ola­rak empoze etmişti.

Bütün bunların sonucunda Resulullah'a ait söz, fiil, sükut (takrir), yazı, işaret, bir şeyi terk etme ile ilgili davranışlar, birer açıklama yön­temi olarak kabul edilerek; bu konu usul-i fıkıh kitaplarında “el-beyan” başlığı altında bütün detaylarıyla işlenmiştir.

Kur'ân'da beden diline fazla yer verilmiş olması, bütün jest, mi­mik ve bedensel hareketlerin mesajlarda araç olarak kullanılması; Rasulullah'ın da bu metoda uyarak Kur'ân'daki bütün açıklama yöntemlerini sünnetinde uygulaması; buna ilaveten Kur'ân'ın, Rasulullah'ı bütün davranışlarıyla uyulması gereken canlı bir örnek olarak su­nup O'na itaati farz kılışı, İslam afimlerini de bu konuda az veya çok fikir beyanına zorlamıştır. Böylece 8. asırdan itibaren bedensel hare­ketlerin bir dil sayılacağı hususu, fıkıhçılar arasında tartışıldığı gibi, Kur'ân müfessirleri de, Kur'ân'da geçen beden dili ile ilgili beyan, işaret, remz, vahy, savm vs. gibi kavramların ve duygulan açıklamaya araç kılı­nan beden davranışlarının dile getirildiği yerferde beden dilinin fonk­siyonuna dikkat çekerler. Ancak İmam Şafii ve Cahız'ın beden dili ko­nusundaki açıklamalarının bunlar arasında yeri doldurulamaz. Ca­hız'ın, “el-Beyan ve't-Tebyin” ve “Kitabu'l-Hayavan” adlı eserleri bu konuyu ele alma açısından büyük önemi haizdirler.

Cahızdan yaklaşık bin yıl sonra Darwin, “İnsan ve Hayvanlarda Duyguların ifadesi” adlı eserinde fazla bir şey olmamasına rağmen bu konuya değinmiş; ondan sonra da 20. asra kadar bu konuda önemli bir çalışma yapılmamıştır.

Görüldüğü gibi beden dili, başta Kur'ân ve Sünnet olmak üzere İslamî literatürde gerekli itibarı görmüş; ancak bu dilin, Kur'ân'da kullanılış seviyesi, onun dışında hiçbir eserde tutturulamamıştır. Zira Kur'ân'a beden dili açısından bakıldığı zaman onun bu dili, konuş­manın anlamsız olduğu yerde önerdiğine, bedenin, sözlü bir mesaj, bir davranış, bir iş ve bir olay karşısındaki tavrını cevabî mesajlar şek­linde sunduğuna ve böylece bildirimdeki verimi artırıp sonucu belir­meyi amaç edindiğine şahit olunur.

Kur'ân, yerine göre ilk muhatapları Arapların ilahî mesaj karşısın­daki davranışlarını baz alır; yerine göre de kıyamete kadar gelecek in­sanların Kur'ân mesajına karşı takınacakları tavırları sergileyerek insan psikolojisinin ortak yönlerini ortaya koyar.

Kur'ân, bu gaye ile konuşmanın anlamsız olduğu yerde beden di­lini önerir.[2583] Bir mesaj karşısın­da olumsuz tavır takınan kimsenin, bu tavrını bedensel hareketlerle nasıl ortaya koyduğunu tasvir eder.[2584] Ayrıca Kur'ân bir insanın iyilik [2585]istenmeyen bir olay [2586]veya bir davranış [2587]karşısında bedenin nasıl bir tavır sergilediğini verir. Bunlar dışında duyguların açık­lanmasında beden dilini kullanır.[2588] Beden dilinde büyük bir önemi haiz olan “anlatım jestini” [2589]ve “sosyal jesti” ver­meyi de [2590]ihmal etmez. Böylece bildirişimdeki verimi artırıp, mesajlar karşısındaki tavırları belirleyerek tebiiğciye, muhatabı tanıma konusunda yeni yeni açılımlar sağlar.

Kur'ân'da beden diline ait pek çok kavram vardır. Âyet (alamet, işa­ret), şe'âir (sembol, belge), remz (kaş, göz, dudak, baş, el-kol hare­ketleri, işaret), vahy (işaret), savm (sukut etme), eser (iz), alamet (işa­retler), beyan (sözü işaretle açıklama) gibi kavramlar bunlardandır.

Kur'ân'da bu kavramlar dışında beden dilinin ifade aracı olan baş, yüz, göz, kaş, alın, yanak, dudak, ağız, kulak, el, ayak, bacak ve omuz hareketleri, bakış tarzları, ses tonları, oturma, kalkma ve yürü­me şekilleri gibi eylemler, anlamlandırılarak mesajlara araç kılınmıştır.

İletişimde önemli bir hususun altını çizmek gerekir ki, o da; me­saj, alıcıya ait ne kadar çok duyu organına ulaşırsa, anlatım o ölçüde başarılı olur. Örneğin haberle birlikte görme, işitme, dokunma ve hat­ta koku ile ilgili faktörlerin iletişimde yer almasının, mesajın gücünü arttırdığında şüphe yoktur. Kur'ân'ın bir inkarcının inkara ait duygula­rını verirken; sözlü dile ihtiyaç bırakmayacak daha etkin bir şekilde birkaç organ davranışlarıyla inkarcının tavrını ortaya koyusuna şu âyet bir örnektir: “Bakınız mesajlarımız hakikati inkara saplanmış olan biri­sine açıklandığında, o, düşündü, taşındı, ölçtü biçti! Canı gkasıca na­sıl ölçtü biçti ise! Sonra baktı. Sonra kaşlarını çattı. Yüzünü ekşitti. En sonunda kibrini yenemeyip sırtını çevirdi de, “Bu Kur'ân olsa olsa nak­ledilen bir sihirdir. Bu insan sözünden başka bir şey değildir” dedi.” [2591]

Burada görüldüğü gibi Kur'ân, verdiği sözlü mesajla birlikte mesa­ja muhatap olan şahısların mesaj karşısındaki tepkilerini; onun organla­rındaki davranışlarında tespit ederek verir. Böylece hem mesajdaki ve­rim artırılır hem de mesajın muhataptaki görüntüleri yankılanarak so­nuç belirlenir. Bunlara dair örnekler sayılamayacak kadar çoktur. Birkaçı­nı daha vererek konunun biraz daha netleşmesini sağlayabiliriz.

İnsan organları içerisinde baş, beden dili açısından çok önemli bir organdır. Ona ait en küçük hareket bile kişiler arasındaki ilişkileri bü­yük ölçüde etkiler. [2592]Zira jest ve mimik hareket­lerinin en fazla sergilendiği yüz, kaş, göz, alın, ağız ve dudaklar baş bölgesinde bulunur. Ayrıca bu organların, baş hareketlerinde önemli belirleyicilik rolünü üstlendikleri de söylenebilir.

Baş sözcüğünün Kur'ân'daki karşılığı “re's”dir. Bu sözcük yedi yerde tekil, on bir yerde de çoğul olmak üzere 18 yerde geçmektedir. Bunlardan on birinde başın kendisi; altısında baş hareketleri, birisinde de sermaye (ana para -kapital) ifade edilmektedir. Baş organının bizi ilgilendiren yanı iletişim aracı olarak kullanılan baş hareketleri olduğu için biz işin sadece bu yönünü verelim.

Kur'ân'a göre saçın başın ağarması ve kemiklerin zayıflaması, ih­tiyarlığın [2593]başı yana çevirmek, hoşnutsuzluğun;[2594] bakışları kendine dönmeyecek şekilde başı bir yere dikmek, aşılmaz korku ve zilletin [2595]başı geriye doğru kaldırıp aşağı indirmek, bir şeyi inkar veya reddetmenin [2596]başı öne eğmek mahcubiyet ve suçluluğun [2597]bedensel ifadesidir.

İnsanlar hatta hayvanlar bile yüzlerinden tanınırlar. Kuran'da, “yüz” sima sözcüğü ile ifade edilir. Sima kelimesi “svm” kökünden tü­retilmiş olup, alamet ve işaret anlamında kullanılmıştır. Belki de İnsan bu organfa tanındığı için Kur'ân'da kendisine sima denmiştir.

Beden dilinin en anlamlı hareketleri yüzdedir. Yüz bütün bedeni temsil eder. İstekler, endişeler, korku ve heyecanlar, ilgi ve irkilmeler, acı ve ızdırablar, utanma ve tiksinmeler, nefret, öfke, kızgınlık, neşe ve bütün duygular onda belirir. Hatta bedene verilecek cezafar bile tem­sili olarak yüz'e yüklenmiş ve bu konuda, “yüzleri kavurmak”, “yüzüs­tü atılmak”, “yüzüstü sürüklenmek” gibi Kur'ân'da birçok deyim oluş­turulmuştur.

Kur'ân'a göre yüzün gülmesi, sevinç ve mutluluğun [2598]yüzün kararıp simsiyah kesilmesi, sıkın­tı ve mahcubiyetin [2599]yüzlerin dehşete kapılması, korkunun [2600]saygı ve hicapla eğilmesi, utanmanın [2601]acı ile buruşma­sı, korku ve dehşetin [2602]yüzlerin olumsuzluğu, inkarın [2603]bedensel ifadesidir.

Kur'ân'da göz dilinin, iyi veya kötü, sevinçli veya kederli, korkulu veya neşeli bütün durumlarına örnekler bulmak mümkündür. Örne­ğin gözle dışarıda bırakmak, dışlamanın ve tedirginliğin [2604]gözlerin yuvadan fırlaması veya horluktan aşağı düşmesi, kor­kunun [2605]gözün ışıldaması, hoşnutluğun ve mutlulu­ğun [2606]göz ucuyla bakmak, utancın, za­yıflığın ve aşağılanmışlığın [2607]bakışı hiç ayırmamak, aşırı sevginin [2608]bir şeye gözü dikmek, onu ele geçirmek istemenin [2609]gözü bir şeyden savuşturmak gör­mezlikten gelmenin, o şeyi önemsememenin [2610]gözyaşı samimi duygunun veya yapmacıklığın [2611]gö­zün önünde olmak, denetimi altında tutmanın [2612]göz vermek (değdirmek) kötü duruma düşürmenin ayrıca öfke ve kıskanç­lığın [2613]göz bitkinliği umutsuzluğun ve başarısızlığın [2614]gözlerin hain bakışı, düşük ahlakın ve ruhî bozukluğun [2615]bedensel ifadesi olarak takdim edilmiştir.

Kur'ân'da, ağız, dil ve dudaklar, el ve ayaklara ait davranışlar, ses tonu, ıslık çalmak, el çırpmak, gülme, ağlama ve oturma, kalkma, yü­rüme biçimleri de bir duyguyu ifade biçimi olarak sunulmuştur. [2616]

 

Bibliyografya

 

1- Acar, Nilüfer Voltan, Çocukla İletişim, M. E. B. Yayınları İstanbul 1998 (Çocuk).

2- Adler, Alfred, İnsanı Tanıma Sanatı, tere. Kamuran Şipal, 8. baskı, İstanbul, 2001 (İnsan).

3- Adler, Alfred, Yaşamın Anlam ve Amacı, tere. Kamuran Şipal, 5. Baskı, İst. 2000 (Yaşam).

4- Ahmed b. Hanbel, Müsned, Çağrı Yay., İstanbul, 1992 (Müsned).

5- Akalın, Mehmet, Modern Linguistiğe Giriş, İzmir, 1983 (Linguistik)

6- Akarsu, Bedia, Felsefe Terimleri Sözlüğü, 6. Baskı, Ankara, 1987 (Felsefe).

7- Akarsu, Bedia, Wilhelm won Humboldt'da Dil-Kültür Bağlantısı, İstanbul, 1984 (Dil-Kültür)

8- Aksan, Doğan, Her Yönüyle Dil, Ankara, 1998 (Dil).

9- Akyüz, Hüseyin, Eğitim Sosyolojisinin Temel Kavram ve Alanları Üzerine Bir Araştırma, 3. baskı, (MEB), istanbul, 2001 (Sosyoloji).

10- Akseki, Ahmet Hamdi, İslâm, 2. Baskı, İst. 1966 (İslâm).

11- Âlûsî, Şihâbuddin, Ruhu'l-Me'ânî, Beyrut, ts(Rûh).

12- Arkonaç, Sibel Ayşen, Psikoloji Zihin Süreçleri Bilimi, 2. baskı, İstanbul, 1998 (Psikoloji).

13- Askerî, Ebu Hilal, el-Furûku'l-Lugavıyye, thk. Hüsamuddin el-Kudsî, Daru'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut, ts. (Furük).

14- Aşkar, Muhammed Süleyman, Efâlü'r-ResÛl ve Delâietühâ Alâ Ahmedi'ş-Şeıfa, 2. baskı, Beyrut, 1988 (Ef'âl).

15- Aydın, Mehmet Akif, “Aile”, DİA, İst. 1989 ('Aile”).

16- Baltaş, Zuhal-Acar, Bedenin Dili, 17. Basım, ist. 1998 (Bedenin Dili).

17- Başkan, Özcan, Bildirişim, İnsan Dili ve Ötesi, 1. baskı, İstanbul, 1988 (Bildiri­şim).

18- Başkan, Özcan, Lenguistik Metodu, İstanbul, 1967 (Lİnguistik).

19- Baymur, Feriha, Genel Psikoloji, II. Baskı, İst. 1994 (Psikoloji).

20- Bekrî, Şeyh Emin, el-Belâgatu'f-Araiyye fî Sevbiha'l-Cedîd: İlmu'l-Beyân, 3. baskı, Beyrut, 1990 (Belagat).

21- Berki, Ali Himmet, Açıklamalı Mecelle, İstanbul, 1990 (Mecelle).

22- Beydâvî, Nasiruddin, Envâru't-Tenzîl ve Esrâru't-Te'vil, 2. baskı, Mısır, 1968/1388 (Envâr).

23- Bikâ'î, Burhanuddin İbrahim b. Ömer, Nazmud-Durer fî Tenasübi'l-Ayati ve's-Süver, 1. baskı, Haydarabad, 1969/1984 (Nazm).

24- Bilgegil, Kaya, Edebiyat Bilgi ve Teorileri, Ankara, 1980 (Edebiyat).

25- Boer, T. J. De, “Zaman”, İslâm Ansiklopedisi (MEB), 1. Baskı, İst. 1986 (“Za­man”).

26- Bolay, Süleyman Hayrı, “Akıl”, DİA, ist. 1989 (“Akıl”).

27- Boutroux, Emile, Tabiat Kanunlarının Zorunluluğu Hakkında, tere. Ziya Ülken, MEB Basımevi, İstanbul, 1998 (Tabiat).

28- Buhârî, Muhammed b. İsmail, Sahîh, Çağrı Yay., İstanbul, 1992 (Buhârî).

29- Câbirî, Muhammed Abid, Bünyetü'l-Akli'l-Arabî, 1. baskı, Rabat, 1986 (Bün­ye).

30- Câhız, Ebû Osman, el-Beyân ve't-Tebyin, thk. A. M. Harun, 5. baskı, Kahire, 1985/1405 (Beyân).

31- Câhız, Ebû Osman, Hayatu'l-Heyevân, thk. A. M. Harun, Beyrut, 1988/1408 (Heyevân).

32- Cârim, Mustafa Ali, el-Belağatu'l-Vâdıhâ, Mısır, 1959 (Belagat).

33- Carrel, Alexis, İnsan Denen Meçhul, tere. Refik Özdek, 2. baskı, M. Sait Mat­baası, İstanbul, 1973 (İnsan).

34- Cassâs, Ebubekr, Ahmed, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1. Baskı Beyrut, 1320 (Ahkâm).

35- Cole, Luella, Morgan, John J: B., Çocukluk ve Gençlik Psikolojisi, (çev. B. Ha­lim Vassaf), MEB, İstanbul, 2001 (Psikoloji).

36- Condillac, E. B., İnsan Bilgileri Üzerine Deneme, tere. M. Katırcıoğlu, M. E. B., İst. 1992 (İnsan).

37- Condon, John, C, Kelimelerin Büyülü Dünyası, çev. Murat Çiftkaya, İnsan Ya­yınları, İstanbul, 1995 (Kelimeler).

38- Cooper, Ken, Sözsüz İletişim, Tere. Tunç Yalkı, ist. 1989 (Sözsüz).

39- Cüceloğlu, Doğan, İçimizdeki Çocuk, 16. baskı, istanbul, 1997 (Çocuk).

40- Cüceloğlu, Doğan, İnsan ve Davranışı, 9. Baskı, İst. 1999 (insan).

41- Cürcânî, Abdulkahir, Esrâru'l-Belagati fîilmi'l-Beyân, thk. M. Reşid, Rıza, Bey­rut, 1992 (Esrar).

42- Dârimî, Ebû Muhammed Abdullah, Sünen, Çağrı Yay, İstanbul, 1992. (Dârimî).

43- Descartes, İlk Felsefe üzerine Metafizik Düşünceler, tere. Mehmet Karasan, is­tanbul, 1998 (Metafizik).

44- Develioğlu, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, ys., 1986 (Lügat).

45- Dihlevî, Şah Veliyyullah, Hüccetullahi'l-Baliğa, 1. Baskı, Beyrut, 1990/1410 (Hüccet).

46- Dilaçar, Agop, Dil, Diller ve Dilcilik, TDK. Ankara, 1968 (Dil).

47- Dilemre, Saim Ali, Genel Dilbilgisi, istanbul, 1939 (Dilbilgisi).

48- Ebû Dâvûd, Süleyman b. Esas, Sünen, Çağrı Yay, istanbul, 1992 (Ebû Dâvûd).

49- Ebû Hayyân, Muhammed b. Yûsuf, Bahru'l-Muhît, 2. Baskı, Beyrut 1990/1410 (Bahr).

50- Ebul-Bekâ, Eyyub b. Musa Hüseyni, el-Külliyât, thk. Adnan Derviş Muham­med el-Mısrî, 2. Baskı, Beyrut, 1413/1993 (Külliyât).

51- Elmalılı, Muhammed Hamdi, Hak Dînî Kur'ân Dili, 2. Baskı, İst., 1971 (Hak Dî­nî).

52- Er, İzzet, Sosyal Gelişme ve İnsan, 3. Baskı, İstanbul, 1999 (Sosyal).

53- Eren, Hasan ve Arkadaşları, Türkçe Sözlük, Yeni Baskı, TDK Yay., Ankara, 1988 (Türkçe Sözlük).

54- Erzurumlu, İbrahim Hakkı, Marifetnâme, istanbul, 1981 (Mahfetnâme).

55- Esed, Muhammed, Kur'ân Mesajı, tere. C. Koytak, A. Ertürk, 5. Baskı İstan­bul, 1999 (Mesaj).

56- Fromm, Erich, Yeni Bir İnsan Yeni Bir Toplum, Tere. Necla Arat, 9. Baskı İst., 2001 (İnsan).

57- Garett, Henry E., Psikolojiye Giriş, tere. Fevzi Ertem, Remzi Öncül, Maarif Ba­sımevi, İst., 1955 (Psikoloji).

58- Gazâlî, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed, el-Mustasfâ min İlmi'l-Usûl, 1. baskı, Mısır, 1322/1324 (Mustasfâ).

59- Gazâlî, Ebû Hamid, Muhammed b. Muhammed, İhyâu Ulûmid-Din, Kahire, ts. (İhya).

60- Göka, Erol ve arkadaşları, Önce Söz Vardı, 1. Baskı, Ankara, 1996 (Söz).

61- Haglund, Karln, “Sembollerle Haberleşme”, İnsan ve Kainat, sayı: 60, Ağus­tos 1990 (Sembol).

62- Harun, Abdüsselâm, Tehzîbu Sîreti İbn Hişâm, 3. baskı, Kahire, 1976/1396 (Tehzîb).

63- Hâşimî, Ahmed, Cevâhirul-Belağa, Beyrut, ts. (Cevahir).

64- Haydar, Ali, Düreru'l-Hükkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, 3. baskı, İstanbul, 1930 (Dürer).

65- Hewes, G. W., Language Origin Theories, ABD, 1977 (Language).

66- Hulî, el-Behî, Âdem, Felsefetü Takvîmi'l- İnşân ve Hilâfetini, 3. Baskı, Kahire, 1974/1394 (Âdem).

67- Izutsu, Toshihiko, Kur'ân'da Allah ve İnsan, tere. S. Ateş, Ankara, 1975 (Al­lah).

68- İbn Arabî, Ebubekr Muhammed b. Abdullah, Ahkamu'l-Kur'ân, thk. Ali Muhammed el-Buhârî, Beyrut, 1972 (Ahkâm).

69- İbn Haldun, Mukaddime, 4. baskı, Lübnan, 1990 (Mukaddime).

70- İbn Hazm, Ebû Muhammed Ali b. Ahmed ez-Zâhirî, el-İhkâm fi Usûli'l-Ahkâm, 1. baskı, Beyrut, 1985/1405 (İhkâm).

71- İbn Kayyim, el-Cevziyye, Kitabu'r-Rûh, tere. (Şaban Haklı), İz Yayıncılık, İst. 1993 (Rûh).

72- İbn Kesîr, Ebu'l-Fidâ İsmail b. Kesîr, Tefsîru'l-Kur'ânil-Azîm, Beyrut, 1969/1388 (Tefsîr).

73- İbn Kesîr, Ebu'l-Fidâ, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 1. baskı, Beyrut, 1966 (Bidâye).

74- İbn Mâce, Muhammed b. Yezid, Sünen, Çağrı Yay, İstanbul, 1992 (İbn Mâce).

75- İbn Manzûr, Muhammed b. Mükerrem, Lisânü'l-Arab, Beyrut, ts. (Lisân).

76- İbnTeymiye, Takiyyuddin, Mecmu'u'l-Fetevâ, (Mecmu).

77- Jung, Carl Gustov, İnsan Ruhuna Yöneliş, tere. E. Büyûkinal, 4. Baskı, İstan­bul, 2001 (İnsan Ruhu).

78- Kaplan, Yaşar, Kültür ve Dil, 9. baskı, İstanbul, 1996 (Kültür).

79- Kara, Necati, “Bir Bildirişim Dizgesi Olarak Beden Dili -Kur'ân Örneği-”, Kur'ân ve Dil -Dilbilim ve Hermenötik- Sempozyumu, Erzurum, 2001 (“Beden Dili”).

80- Kara, Necati, “Sunuş Konuşması”, Kur'ân ve Dil -Dilbilim ve Hermenötik-Sempozyumu, Erzurum, 2001 (Sunuş).

81- Kara, Necati, Kur'ân-Sünnet Bütünlüğü, 2. baskı, İstanbul, 1999 (Bütünlük).

82- Kâsimî, Muhammed Cemaluddin, Mehâsinu't-Te'vil, thk. M. Fuad Abdulbaki, 1. baskı, Mısır, 1957/1376 (Mehâsin).

83- Kaya, Murat, “Aristo”, DİA, İst. 1991 (“Aristo”).

84- Kayaalp, İsa, İletişim ve Dil, Ankara, 1988 (İletişim).

85- Kitab-ı Mukaddes, İst. 1972 (Kıtab-ı Mukaddes)

86- Kneller, F. George, Kültür, Kişilik ve Eğitim, çev. M. Tezcan, isimli kitaptan: Ankara Üniv. Eğitim Fak. Dergisi, cilt: 10, sayı: 1-4, Ankara, 1978 (Kültür).

87- Köknel, Özcan, Kişilik, İst. 1982 (Kişilik).

88- Kurnaz, Cemal, “Mecâz'dan Hakîkat'e”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Der­gisi, V/7 2 1991 (Mecaz).

89- Kurtubî, Muhammed b. Ahmed, el-Câmi li Ahkâmi'l-Kur'ân, Beyrut, 1952 (Cami').

90- Kutub, Muhammed, Çağdaş Fikir Akımları, tere. M. Beşir Eryarsoy, 2. baskı, İşaretYay, İstanbul, 1989 (Akımlar).

91- Kutub, Seyyıd, Fi Zilâli'l-Kur'ân, 17. Baskı, Beyrut, 1992/1412 (Fi Zilâl).

92- Külekçi, Numan, Edebi Sanatlar, 2. Baskı, Ankara, 1999 (Sanatlar).

93- Locke, J., Essay Concerning Human Understanding, Ken, 1890 (Essay).

94- Mâlik b. Enes, el-Muvatta, Çağrı Yay., İstanbul, 1992 (Muvatta).

95- Mevdûdî, Ebu'l-Âlâ, Tefhîmu'l-Kur'ân, terc. Muhammed Han Kayanı ve arka­daşları, 2. Baskı, ist. 1996 (Tefhîm).

96- Miras, Kâmil, Tecrîd-i Sarîh Tercüme ve Şerhi, 2. Baskı, Ankara, 1972 (Tecrîd).

97- Molcho, Samy, Beden Dili, tere. E. Tülin Batur, İstanbul, 2000 (Beden Dili).

98- Morgan, C. T, Psikolojiye Giriş, tere. H. Arıca ve arkadaşları, 12. Baskı, İst. 1998 (Psikoloji).

99- Mounin, Georgon, La Linguistuque Etidions Seqhers, Paris, 1987 (Linguistique).

100- Muhâsibî, Haris, Şerefü'l-Akl, Beyrut 1406/1986 (Akl).

101- Munn, Norman, L, Psikoloji, İnsan İntibakının Esasları, tere. NahitTendar, 4. Baskı, İstanbul 1968 (Psikoloji).

102- Müslim, Müslim b. Haccac, Sahih, Çağrı Yay, İstanbul, 1992 (Müslim).

103- Nesâî, Ebû Abdirrahmân, Sünen, Çağrı Yay., İstanbul, 1992 (Nesâî).

104- Onur, Bekir, Gelişim Psikolojisi, Ankara, 1986 (Gelişim).

105- Pakalın, M. Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, MEB., İstan­bul, 1993 (Deyimler).

106- Pease, Allan, Beden Dili, tere. Yeşim Özben, 2. Basım İst., 1977 (Beden Dili).

107- Porzıg, Walter, Dil Denen Mucize, terc. Vural Ülkü, TDK., Ankara, 1995 (Dil).

108- Pressey, Sindey L., Robinson, Francis P, Psikoloji ve Yeni Eğitim, (tere. Hasan Tan), MEB, İstanbul, 1991 (Psikoloji).

109- Râgıb el-isfehânî, el-Müfredât fî Garîbul-Kur'ân, el-Cize, 1970 (Müfredat).

110- Râzî, Fahruddın, el-Mahsûl fî İlmi Usûli'l-Fıkh, 1. baskı, Beyrut, 1988/1408 (Mahsûl).

111- Râzî, Fahruddin, Kitabun Nefs veV-Rûh ve Şerhu Kuvâhumâ, thk. Muham­med Sağır Hasan el-Ma'sumî, İslâmabad, 1990 (Nefs).

112- Râzî, Fahruddin, Mefâtihul-Gayb, Beyrut, 1990 (Mefâtih).

113- Reiche, Wlhelm, Kişilik Çözümlemesi, tere. Berhan Onaran, 3. Baskı, İst. 1997 (Kişilik).

114- Rıza, Reşit, el-Menâr, ys., 1931 (Menâr).

115- Sami, Şemsettin, Resimli Kamusi Fransevi, 4. baskı, Mihran Matbaası, İstan­bul 1905/1352 (Kamus).

116- Schober, Otto, Beden Dili, tere. Sueda Özbent, 4. baskı, İstanbul, 1999 (Be­den Dili).

117- Soykan, Ömer Naci, Felsefe ve Dil, İstanbul, 1995 (Felsefe).

118- Spranger, Eduard, İnsan Tipleri Bir Kişilik Psikolojisi, tere. Ahmet Aydoğan, iz Yayıncılık, İst., 2001 (insan).

119- Şâfi'î, Muhammed b. İdris, er-Risâle, thk. M. S. Geylânî, 1. baskı, Kahire, 1969/1388 (Risale).

120- Şâtibî, İbrahim b. Musa, el-Muvâfâkât li Usûli'ş-Şerfa, thk. Abdullah Draz, Beyrut, ts. (Muvafakat).

121- Şiblî, Mevlana, Asr-ı Sâadet, tere. Ö. Rıza Doğrul, İstanbul, 1921/1346 (Asr-ı Saadet).

122- Tabâtabâî, Muhammed Hüseyin, el-Mîzân fî Tefsîri'l-Kur'ân, Kum, 1392 (Mîzân).

123- Taberî, Ebû Cafer Muhammed b. Cerîr, Câmi'u'l-Beyân an Te'vîli Âyi'l-Kur'ân, Beyrut, 1988/1408 (Cami').

124- Tarlan, Ali Nihat, Edebiyat Meseleleri, İstanbul, 1981 (Edebiyat).

125- Teber, Serol, Davranışlarımızın Kökeni, 9. Baskı İst. 2000 (Davranış).

126- Terzioğlu, E. Ahmet, “Türk Folkloru İçinde” Halk Oyunları Oynayanların Psiko-Sosyal Özellikleri ve Oyunların Şahsiyet Gelişimine Etkisi, MEB, İstanbul, 2000 (Folklor).

127- Tezcan, Mahmut, Kültür ve Kişilik (Psikoloji Antropoloji), Bilim Yay., Ankara, 1987 (Kültür).

128- Tîbî, Şerafuddin Hüseyin b. Muhammed, Kitabu't-Tibyân fi İlmi'l-Me'ânîl ve'l-Bedî' ve'l-Beyân, thk. Hai Atiye, 1. Baskı, Beyrut, 1987 (Tibyan).

129- Tirmizî, Muhammed b. İsa, Sünen, Çağrı Yay., İstanbul, 1992 (Tirmizî).

130- Türkkan, Reha Oğuz, “Beden Dili”, Eğitim-Bilim Dergisi, 3. sayı, Mayıs 2000 (“Beden Dili”).

131- Ukberî, Ebu'l-Bekâ Abdullah b. Hüseyin, el-Meşûfu'l-Mu'cem fi Tertfbi'l-İslâh âlâ Hurûfi'l-Mu'cem, thk. Yâsîn, Muhammed Sevvaş, Mekke 1982/1403 (Meşûf).

132- Vakî Ali b. Abdülvehhab, İlmu'l-Luğa, Mısır, 1957 (İlm).

133- Wehr, Hans, Mu'cemü'l-Lugati'l-Arabîyyeti'l-Mu'asıra, 3. Baskı, Ofset, Lüb­nan, 1980 (Mu'cem).

134- Wensinck, A. J., el-Mu'cemu'l-Müfehres li Elfazi'l-Hadisi'n-Nebevi, tere. Fuad Abdülbaki, İstanbul, 1988 (Mu'cem).

135- Yavuz, Kerim, Çoculcta Dînî Duygu ve Düşüncenin Gelişmesi, Ankara, 1983 (Çocuk).

136- Yavuz, Yusuf Şevki, “Akıl”, DİA, İstanbul, 1989 (“Akıl”).

137- Zamahşerî, Muhammed b. Ömer, el-Keşşâf 'an Hakâiku't-Tenzîl ve Uyûni'l-Akâvil, 1. Baskı, Daru'l-Fıkr, 1983/1403 (Keşşaf). [2617]

 

 

 

 

 



[1] Fussilet: 41/53.

[2] İsra: 17/88

[3] Teber, Davranış, s. 214-216.

[4] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 17-21.

[5] Furkân: 25/2.

[6] Tâhâ: 20/50.

[7] Fazla bilgi için bkz. Kurtubî, Muhammed b. Ahmed, el-Câmi li Ahkâmi'l-Kur'ân, Beyrut, 1952, VI (c. 11)204-205.

[8] A'lâ: 87/2-3.

[9] Şems: 91/7.

[10] Bkz. İbn Manzûr, Muhammed b. Mükerrem, Usânü'l-Arab, Beyrut, ts., V[/233-35

[11] İbn Manzûr, Usfin, XIV/411-415

[12] Esed,  Muhammed,  Kur'ân Mesajı, tere. C.  Koytak, A. Ertürk, 5. Baskı, İstanbul,  1999, 111/1273-74.

[13] Tîr: 95/4

[14] Ebul-Bekâ, Eyyub b. Musa Hüseyni, el-Külliyât, thk. Adnan Derviş Muhammed el- Mısrî, 2. Baskı, Beyrut, 1413/1993, s. 697.

[15] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 23-25.

[16] Râğıb el-İsfehânî, el-Müfredât fi Garîbul-Kur'ân, el-Cize, 1970, s. 575; İbn Manzûr, Lisân, V/55-56.

[17] İbn Manzûr, Lisân, V/56.

[18] İbn Manzûr, Lisan, V/56.

[19] En'âm: 6/14, Yûsuf: 12/101,

[20] İbn Manzûr, Lisân, a.y.

[21] İbn Manzûr, Lisân, a.y. 

[22] Rûm: 30/30.

[23] Buhârî, Muhammed b. İsmail, Sahîh, Çağrı Yay., İstanbul, 1992, Cenâiz, 93; Kader, 3; Ta'bir, 48; Müslim, Müslim b. Haccac, Sahih, Çağrı Yay., İstanbul,

1992, Kader, 25, 26; Nesâî, Ebû Abdirrahmân, Sünen, Çağrı Yay., İstanbul, 1992, Cenâiz, 60.

[24] İbn Manzûr, Lisân, V/57.

[25] İbn Manzûr, Lisân, V/58

[26] Râğıb, Müfredat, s. 575.

[27] Elmalılı, Muhammed Hamdi, Hak Dînî Kur'ân Dili, 2. Baskı, ist. 1971, VI/3824.

[28] İsrâ: 17/11.

[29] Enbiyâ: 21/27.

[30] Bkz. Râzî, Fahruddin, Mefâtihul-Gayb, Beyrut, 1990, X (c. 20) 164

[31] Bkz. Me'âric: 70/19

[32] İbn Manzûr, Lisân, IX/203-207; Krş.: Eren, Hasan ve Arkadaşları, Türkçe Sözlük, Yeni Baskı, TDK Yay., Ankara, 1988, 11/1666.

[33] Bkz. İbn Manzûr, Lisân, a.y.

[34] İbn Manzûr, Lisân, Vlll/374-75;47

[35] Esed, Mesaj, 1-11/87-88

[36] Râzî, Mefâtih, X(c. 20) 164.

[37] Tabâtabâî, Muhammed Hüseyin, el-Mizân fîTefsîri'l-Kur'ân, Kum, 1392, VI fc. 13) 50

[38] Esed, Mesaj, 1/141 (37 nolu dipnot)

[39] Nisa: 4/29.

[40] Me'âric: 70/19-21

[41] Hûd: 11/9-10; İsrâ, 17/83

[42] Elmalılı, Hak Dînî, IV/2768; V/3196; VIII/5357

[43] Râzî, Mefâtih IX (c. 17) 198.

[44] Râzî, Mefâtih IX (c. 17) 199.

[45] Esed, Mesaj, I/423 (16. ve 17. dipnot); 111/1188 (9. dipnot)

[46] Fromm, Erich, Yeni Bir İnsan Yeni Bir Toplum, Tere. Necla Arat, 9. Baskı İst, 2001. s. 35.

[47] Fromm, İnsan, s. 36-37.

[48] Adler, Alfred, İnsanı Tanıma Sanatı, tere. Kamuran Şipal, 8. baskı, İstanbul, 2001, s. 36.

[49] Jung, Cari Gustov, İnsan Ruhuna Yöneliş, tere. E. Büyükinal, 4. Baskı, İstanbul, 2001, s. 26-27

[50] Adler, İnsan, s. 38.

[51] Adler, insan, s. 39-40.

[52] Bkz. Fromm, İnsan, s. 157-159.

[53] Bkz. Adler, İnsan, s. 45.

[54] Jung, İnsan Ruhu, s. 22-23.

[55] Jung, İnsan Ruhu, s. 23.

[56] Jung, jnsan Ruhu, s. 27.

[57] Jung, İnsan Ruhu, s 27.

[58] Jung, İnsan Ruhu, s. 30.

[59] Jung, İnsan Ruhu, s. 33-34.

[60] Porzıg, Walter, Dil Denen Mucize, tere. Vural Ülkü, TDK., Ankara, 1995, s. 181-182.

[61] Bkz. Jung, İnsan Ruhu, s. 40-44.

[62] Jung, İnsan Ruhu, 3. 44; Krş.: Kitab-ı Mukaddes, İst. 1972, Tekvîn, 1/20-31; 2/1-17.

[63] Bkz. Nisa: 4/59, 65; Bakara: 2/213-253; Nahl: 16/64.

[64] Jung, İnsan Ruhu, s. 45.

[65] Bkz. Jung, İnsan Ruhu, s. 46

[66] Bkz. Bakara: 2/216.

[67] Adler, İnsan, s. 22.

[68] Bkz. Buhârî, Cenâiz, 2; Müslim, Selâm, 4-6; İbn Mâce, Muhammed b. Yezid, Sünen, Çağrı Yay., İstanbul, 1992, Cenâiz, 1.

[69] Bkz. Buhârî, Edeb, 57; Müslim, Birr, 23; Ebû Dâvûd, Süleyman b. Esas, Sünen, Çağrı Yay., İs­tanbul, 1992, Edeb, 47; Tirmizî, Muhammed b, isa, Sünen, Çağrı Yay., İstanbul, 1992, Birr, 21,

[70] Bkz, Buhârî, İmân, 6; Tirmizî, Tefsir, sûre 38/2, 4; Ebû Dâvûd, Et'ime, 39.

[71] Bkz. Buhârî, Edeb, 57, 58; Müslim, Birr, 24, 34; Ebû Dâvûd, Edeb; Tirmizî, Edeb, 24.

[72] Bkz. Hucurât: 49/11, 12. Buhârî, Vesâyâ, 8; Müslim, Birr, 28; Tirmizî, Birr, 56.

[73] Bkz. Buhârî, Edeb, 13; Tirmizî, Birr, 10; Müslim, Birr, 16.

[74] Bkz. Buhârî, Edeb, 80; Müslim, Cihâd, 5; Ebû Dâvûd, Edeb, 17.

[75] Bkz. A'râf: 7/199; Bakara, 2/109; Âl-i İmrân: 3/134; Tirmizî, Menâkıb, 58.

[76] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 25-34.

[77] A'râf: 7/172

[78] İbn Manzûr, Lisan, IV/304

[79] Elmalılı, Hak Dînî, IV/2328

[80] Zamahşerî, Muhammed b. Ömer, el-Keşşâf 'an Hakâiku't-Tenzîl ve Uyûni'l-Akâvil, 1. Baskı, Daru'1-Fıkr, 1983/1403, 11/129; Râzî, Mefâtih, VIII (c. 15) 55; Elmalılı, Hak Dînî, a.y.

[81] Zamahşerî, Keşşaf, a.y. ; Elmalılı, Hak Dînî, a.y.

[82] Bkz.: Râzî, Mefâtih, Vlll (c. 15) 55; Kurtubî, Cami', IV fc. 7), 317.

[83] Cüceloğlu, Doğan, İnsan ve Davranışı, 9. Baskı, ist. 1999, s. 90

[84] Cüceloğlu, İnsan, s. 89-90; Morgan, C. T., Psikolojiye Giriş. tere. H. Arıca ve arkadaşları, 12. Baskı, İst. 1998, s. 35.

[85] Kutub, Seyyid, Fî Zilâli'l-Kur'ân, 17. Baskı, Beyrut, 1992/1412, 111/1392-93

[86] Fussilet: 41/53

[87] Descartes, İlk Felsefe üzerine Metafizik Düşünceler tere. Mehmet Karasan, İstanbul, 1998. s. 206-7

[88] Boutroux, Emile, Tabiat Kanunlarının Zorunluluğu Hakkında, tere. Zıya Ülken, MEB Basıme­vi, İstanbul, 1998, s. 11 6.

[89] Kutub, FiZilâl, III/1393

[90] İbn Kesîr, Ebu'l-Fidâ İsmail b. Kesîr, Tefsîru'l-Kur'ânil-Azîm, Beyrut, 1969/1388, H/264.

[91] Bkz. En'âm: 6/130.

[92] Bkz. Tevbe: 9/17.

[93] İbn Kesîr, Tefsîr, a. y; Tabâtabât, Mîzân, IV (c 8), 308, 310, 318-19.

[94] Elmalılı, Hak Dînî, IV/2325.

[95] Elmalılı, Hak Dînî, IV/2327

[96] Elmalılı, Hak Dînî, IV/2325

[97] Kutub, FiZilâl, 111/1395.

[98] Elmalılı, Hak Dînî, IV/2327.

[99] Baymur, Feriha, Genel Psikoloji, II. Baskı, İst. 1994, s. 227.

[100] Morgan, Psikoloji, s. 30-31, Garett, Henry E., Psikolojiye Giriş, tere. F. Ertem, R. Öncül, Ma­arif Basımevi, ist. 1955, s. 18; Munn, Norman, L, Psikoloji İnsan İntibakının Esasları, tere. NahitTendar, 4. Baskı, İstanbul 1968, 1/109-110.

[101] Morgan, Psikoloji, s. 319

[102] Cuceloğlu, İnsan, s. 90; Arkonaç, Sibel Ayşen, Psikoloji, Zihin Süreçleri Bilimi, 2. Baskı, ist. 1998, s. 59.

[103] Garett, Psikoloji, s. 18; Munn, Zihin, 1/117.

[104] Baymur, Psikoloji, s. 27-28.

[105] Bkz. Baymur, Psikoloji, s. 28.

[106] Baymur, Psikoloji, s. 28-29.

[107] Baymur, Psikoloji, s. 29

[108] Munn, Norman L, Psikoloji İnsan İntibakının Esasları, tere. Nahit Tendar, 2. Baskı MEB. ist. 1967, 1/95-96

[109] Munn, İnsan, s 99

[110] Munn, İnsan, s. 104

[111] Bkz. Morgan, Psikoloji, s. 53-54; Cuceloğlu, İnsan, s. 342; Acar, Nilüfer Voltan, Çocukla İletişim, M. E. B. Yayınları İstanbul 1998, s. 43-62.

[112] Bkz. Morgan, Psikoloji, a,y. ; Cüceloğlu, İnsan, a.y.

[113] Bkz. Morgan, Psikoloji, s. 55; Cüceloğlu, İnsan, s. 342-346; Acar, Çocuk, s. 63-64.

[114] Munn, İnsan, II/32.

[115] Dilaçar, Agop, Dil, Diller ve Düdük, TDK. Ankara, 1968, s. 3.

[116] Türkçe Sözlük, s. 3.

[117] Dilaçar, Dil, s. 4.

[118] Bkz. Teber, Serol, Davranışlarımızın Kökeni, 9. Baskı İst. 2000, 1/214.

[119] Bkz. Teber, Davranış, s. 270.

[120] Bkz. Teber, Davranış, s. 214-216.

[121] Jung, İnsan Ruhu, s. 21.

[122] Bkz. Rahman: 55/2.

[123] Hicr: 15/29; Sâd: 28/72.

[124] Bkz. İsrâ: 17/85.

[125] Bkz. Jung, İnsan Ruhu, a.y.

[126] Jung, İnsan Ruhu, s. 23-24.

[127] Bkz. Jung, İnsan Ruhu, s. 24.

[128] Bkz. Jung, İnsan Ruhu, s. 22.

[129] Boer, T J. De, "Zaman", İslâm Ansiklopedisi (MEB), 1. Baskı, İst. 1986, XIII/460-461; Kaya, Murat, "Aristo", DİA, İst, 1991, 111/376.

[130] Câsiye: 45/24

[131] Râğıb, Müfredat, s. 24; İbn Manzûr, Lisân, IV/293.

[132] Zamahşerî, Kesşâf, 111/512-513; Râzî, Mefâtih, XIV (c. 27) 271; Kurtubî, Câmİ', VIII (c. 16)171.

[133] Buharı, Tefsîr, Sûre, 45/1; Tevhîd, 35; Müslim, Elfâz, 2, 3; Ebû Dâvûd, Edeb, 1 69; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Çağrı Yay., İstanbul, 1992, K/482; III/70, 374.

[134] Miras, Kâmil, Tecrîd-i Sarîh Tercüme ve Şerhi, 2, Baskı, Ankara, 1972, Xl/1 79-180.

[135] Râğıb, Müfredat, s. 249; Kurtubî, Cami', a.y. ; Miras, Tecrîd, Xl/180.

[136] Bkz. Descartes, Metafizik, s. 1 51-166; Boutroux, Tabiat, s. 102-137; Condillac, E. B., İnsan Bilgilen Üzerine Deneme, tere. M. Katırcıoğlu, M.E.B., İst. 1992, s. 17-124.

[137] Descartes, Metafizik, s, 166

[138] Bkz. Condillsc, İnsan, s. 2; Jung, İnsan Ruhu, s. 22

[139] Jung, insan Ruhu, a.y.

[140] Porzig, Dil, s. 120

[141] Porzig, Dil, s. 125

[142] Bkz. Porzig, Dil, s. 120

[143] Porzig, Dil, a.y.

[144] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 34-44.

[145] Bkz. Mü'minûn: 23/12

[146] Bkz. Secde: 32/8

[147] Kutub, Fî Zilâl, IV/2138

[148] Bkz. Hicr: 15/29.

[149] Kutub, R Zilâl, IV/2139; el-Hulî, el-Behî, Adem, Felsefetü TakVîmi'l- İnsan ve Hilâfetini, 3. Baskı, Kahire, 1974/1394, s. 22-23, 33.

[150] Mevdûdî, Ebu'l-Âlâ, Tefhîmu'l-Kur'ân, tere. Muhammed Han Kayanı ve arkadaşları, 2. Bas­kı, ist. 1996, 11/571; Behî, Adem, s. 33

[151] Kutub, R Zilâl, V/2810; Mevdûdî, Tefhîm, IV/357.

[152] Secde: 32/9

[153] Descartes, Metafizik, s. 157-166.

[154] Behî, Âdem, s. 32-40.

[155] Bkz. Fussilet: 41/49; Şûra: 42/48; Me'âric: 70/19-21.

[156] Descartes, Metafizik, 5, 250.

[157] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 44-46.

[158] Peese, Allan, Beden Dili, tere. Yeşim Özben, 2. Basım ist, 1977, s. 11

[159] Cüceloğlu, İnsan, s. 29.

[160] Fussilet: 41/53.

[161] Baltaş, Zuhal-Acar, Bedenin Dili, s. 17. Basım, İst. 1998, s 23. Fazla bilgi için bkz. Arkonaç, Psikoloji, s. 59-63; Cüceloğlu, insan, s. 88-94.

[162] Bkz. Elmalılı, Hak Dînî, IV/2328.

[163] Râğıb, Müfredat, s. 51; Ukberî, Ebu'l-Bekâ Abdullah b. Hüseyin, el-Mesufu'l-Mu'cem fiTertîbi'l-İslâhâlâ Hurufi'l-Mu'cem, thk. Yâsîn, Muhammed Sevvaş,  Mekke 1982/1403, I/95-96; İbn Manzûr, Lisân, XIII/47-48.

[164] Türkçe Sözlük, 1/162.

[165] Descartes, Metafizik, s. 156.

[166] Descartes, Metafizik, s. 155-157.

[167] Akarsu, Bedia, Felsefe Terimleri Sözlüğü, 6. Baskı, Ankara, 1987, s. 29.

[168] Akarsu, Felsefe, a.y.

[169] Condillac, İnsan, s. 23.

[170] Fazla bilgi için bkz. Adler, İnsan, s. 76, 122-132; Jung, İnsan Ruhu, s. 1 57-200; Teber, Dav­ranış, s. 223-240.

[171] Bkz. Condillac, insan, s, 21-23

[172] Bkz. Descartes, Metafizik, 5. 250-260

[173] Adler, Alfred, Yaşamın Anlam ve Amacı, tere. Kamuran Sipal, 5. Baskı, İst. 2000, s. 25

[174] Adler, Yaşam, s. 32

[175] Adler, Yaşam, s. 32-33

[176] Jung, İnsan Ruhu,s.23

[177] Jung, İnsan Ruhu,s. 24-25

[178] Jung, İnsan Ruhu,s. 31;Porzig, Dil, s. 181-182

[179] İsra: 17/85

[180] Kehf: 18/51

[181] Jung, insan Ruhu, s. 26-27

[182] Jung, İnsan Ruhu, s 27

[183] Behî, Adem, s. 54.

[184] Hicr: 15/29

[185] Kutub, Fi Zilâl, IV/2249; Behî, Âdem, s. 33

[186] Jung, İnsan Ruhu, s. 34

[187] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 46-52.

[188] Teber, Davranış, s. 257

[189] Bkz. Akarsu, Felsefe, s. 48; Cüceloğlu, İnsan, s.

[190] Acar, Çocuk, s. 160.

[191] Cüceloğlu, İnsan, s. 26

[192] Morgan, Psikoloji, s. 213

[193] Morgan, Psikoloji, a.y.

[194] Bkz. Baymur, Psikoloji, s. 78-80.

[195] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 52-53.

[196] Cüceloğlu, İnsan, s. 264; Soykan, Ömer Naci, Felsefe ve Dil, İstanbul, 1995, s.

[197] Cüceloğlu, İnsan, a.y.

[198] Cüceloğlu, İnsan, s. 272

[199] Molcho, Samy, Beden Dili, tere. E. Tülin Bat ur, İstanbul, 2000, s. 61

[200] Molcho, Beden Dili, s. 62

[201] Baymur, Psikoloji, s. 78

[202] Molcho, Beden DİÜ, s. 62-63

[203] Bkz. Arkonaç, Psikoloji, s. 267

[204] Arkonaç, Psikoloji, s. 280; Baymur, Psikoloji, s. 80

[205] Molcho, Beden Dili, s. 63-64

[206] Moicho, Beden Dili, a.y.

[207] Molcho, Beden Dili, a.y.

[208] Molcho, Beden Dili, s. 67-68

[209] Molcho, Beden Dili, s. 64

[210] Türkçe Sözlük, 1/744

[211] Dilaçar, Dil, s. 3

[212] Dilaçar, Dil, a.y.

[213] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 53-55.

[214] Arkonaç, Psikoloji, s. 28.

[215] Bkz. Baymur, Psikoloji, s. 25; Cüceloğlu, İnsan, s, 53.

[216] Bkz. Fussilet: 41/53.

[217] Bkz. Râzî, Mefâtih, XIV (c, 27) s. 140; Ebû Hayyân, Muhammed b. Yûsuf, Bahru'l-Muhît, 2. Baskı, Beyrut 1990/1410, VII/505; Tabâtabâî, Mîzân, IX (c. 17), 404.

[218] Kutub, Fî Zilal, V/3131.

[219] Kurtubî, Câmi', VIII (c. 15), 375.

[220] Cüceloğlu, insan, s. 29.

[221] Candıllac, İnsan, s. 18.

[222] Cüceloğlu, İnsan, a.y.

[223] Bkz. Cüceloğlu, İnsan, s. 139.

[224] Cüceloğlu, İnsan, a.y.

[225] Molcho, Beden Dili, s. 27-28.

[226] Arkonaç, Psikoloji, s. 59,

[227] Arkonaç, Psikoloji, a.y. ; Molcho, Beden Dili, s. 28.

[228] Morgan, Psikoloji, s. 34; Arkonaç, Psikoloji, s. 62.

[229] Molcho, Beden Dili, s. 36.

[230] Morgan, Psikoloji, s. 146-47; Cüceloğlu, İnsan, s. 99; Arkonaç, Psikoloji, s. 67.

[231] Cüceloğlu, İnsan, s. 101.

[232] Cüceloğlu, İnsan, s. 102; Morgan, Psikoloji, s. 247.

[233] Cüceloğlu, İnsan, s. 102, Arkonaç, Psikoloji, s. 71

[234] Cuceloğlu, İnsan, s. 103

[235] Cuceloğlu, İnsan, a.y. ; Morgan, Psikoloji, s. 52-53

[236] Teber, Davranış, s. 113.

[237] Teber, Davranış, s. 108.

[238] Cuceloğlu, İnsan, s. 63, 103; Teber, Davranış, s. 81, 258.

[239] Cüceioğlu, jnsan, s. 65; Baymur, Psikoloji, s. 29-30; Teber, Davranış, s. 271

[240] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 56-61.

[241] Cuceloğlu, İnsan, 5. 104; Morgan, Psikoloji, s. 260-261

[242] Nisa: 4/56.

[243] Molcho, Beden Dili, s. 210

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 61-62.

[244] Cüceloğlu, insan, s. 104

[245] Cooper, Ken, Sözsüz İletişim, Tere. Tunç Yalkı, İst. 1989, s. 117-118. Fazla bilgi için bkz. Molcho, Beden Dili, s. 91-100

[246] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 62.

[247] Cüceloğlu, İnsan s. 106; Arkonaç,, Psikoloji, s. 82

[248] Cüceloğlu, insan, a.y.

[249]Molcho, Beden Dili, s. 163.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 62-63.

[250] Cüceloğlu, insan, s. 106; Arkonaç, Psikoloji, s. 83

[251] Cüceloğlu, İnsan, a.y.

[252] Molcho, Beden Dili, s. 1 52-1 53

[253] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 63.

[254] Bslîaş, Bedenin Dili, s. 27

[255] Cüceloğlu, İnsan, s. 108

[256] Cüceloğlu, İnsan, s. 109; Baymur, Psikoloji, s. 112-113.

[257] Cüceloğlu, İnsan, s. 112

[258] Baltaş, Bedenin Dili, s. 31

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 63-64.

[259] Cüceloğlu, İnsan, s. 113

[260] Cüceloğlu, İnsan, s. 114

[261] Molcho, Beden Dili, s. 137-38

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 64-65.

[262] Morgan, Psikoloji, s. 65-66

[263] Molcho, Beden Dili, s. 38

[264] Moicho, Beden Dili, s. 38

[265] Arkonaç, Psikoloji, s. 84

[266] Cüceloğlu, İnsan, s. 118; Baltaş, Bedenin DİIİ, s. 27

[267] Baymur, Psikoloji, s. 104

[268] Cüceloğlu, İnsan, s. 98; Morgan, Psikoloji, s. 265

[269] Baltaş, Bedenin Dili, a.y.

[270] Baltaş, Bedenin Dili, s. 26

[271] Cüceloğlu, İnsan, s. 98

[272] Baltaş, Beden Dili, s. 27, Cüceloğlu, İnsan, s. 118

[273] Cüceloğlu, İnsan, s. 119.

[274] Cüceloğlu, İnsan, a.y

[275] Cüceioğtu, İnsan, s. 121; Molcho, Beden Dili, s. 37

[276] Molcho, Beden Dili, a.y.

[277] Cüceloğlu, insan, s. 136; Pease, Beden DİIİ, s. 12-13

[278] Pease, Beden Dili, s. 11-12

[279] Pease, Beden Dili, s. 12

[280] Teber, Davranış, s. 231

[281] Teber, Davranış, s. 229

[282] Teber, Davranış, a.y.

[283] Teber, Davranış, s. 227 (olayların düzenli aralıklarla tekrarlanmalarıdır)

[284] Teber, Davranış, s. 228

[285] Teber, Davranış,, s. 238. Fazla bilgi için bkz. Morgan, Psikoloji, s. 214-226.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 65-68.

[286] Bkz. Nisa: 4/28

[287] Bkz. Yûnus: 10/12; Zümer: 39/8, 49; Fussilet: 41/51

[288] Bkz. Hûd, 1 1/9

[289] Bkz. İsrâ: 17/11; Enbiyâ: 21/37

[290] Bkz. Fussilet: 41/49

[291] Bkz. Şûra: 42/48; Fecr: 89/15

[292] Bkz. Morgan, Psikoloji, s, 190-199; Cüceloğlu, İnsan, s. 229-231; Arkonaç, Psikoloji, s. 241-249; Baymur, Psikoloji, s. 67-70

[293] Morgan, Psikoloji, s. 190; Arkorıaç Psikoloji, s. 241

[294] Morgan, Psikoloji, a.y. ; Arkonaç., Psikoloji, s. 25; Baymur, Psikoloji, s. 69.

[295] Bkz. Morgan, Psikoloji, s. 1 90-1 99; Cüceloğlu, İnsan, s. 229-231; Arkonaç, Psikoloji, s. 241-249; Baymur, Psikoloji, 5. 67-70.

[296] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 69-70.

[297] Bkz. Fromm, İnsan s. 47-50; Morgan, Psikoloji, s. 199-204; Cüceloğlu, İnsan, s. 238-248; Baymur, Psikoloji, s. 70; Arkonaç, Psikoloji, s. 249-264.

[298] Cüceloğlu, İnsan, s. 240

[299] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 70-71.

[300] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 71.

[301] Morgan, Psikoloji, s. 65-205; Baymur, Psikoloji, s. 71

[302] Bkz. Nisa: 4/28.

[303] Morgan, Psikoloji, s. 69.

[304] Bkz. Morgan, Psikoloji, s. 66-67; Arkonaç, Psikoloji, s. 265-66.

[305] Bkz. Morgan, Psikoloji, s. 205.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 71-72.

[306] Baymur, Psikoloji, s. 71.

[307] Baymur, Psikoloji, a.y.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 72.

[308] Baymur, Psikoloji, s. 72.

[309] Morgan, Psikoloji, s. 206-6-207; Cüceloğlu, İnsan, s. 251.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 72-73.

[310] Baymur, Psikoloji, s. 71.

[311] Bkz. Cüceloğlu, İnsan, s. 152.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 73.

[312] Bkz. Morgan, Psikoloji, s. 204.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 73.

[313] Baymur, Psikoloji, s. 73.

[314] Bkz. Bakara: 2/216.

[315] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 73-74.

[316] Bkz. Morgan, Psikoloji, s. 391.

[317] Morgan, Psikoloji, s. 230.

[318] Morgan, Psikoloji, s. 391.

[319] Baymur, Psikoloji, s. 73.

[320] Morgan, Psikoloji, s. 70-71.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 74.

[321] Akseki, Ahmet Harndi, İslâm, 2. Baskı, ist. 1966, s. 109.

[322] Akseki, İslâm, s. 109,

[323] Morgan, Psikoloji, s. 71-72.

[324] Şems: 91/7-8; Beled: 90/10.

[325] Ahmed, V/252, 256, 382.

[326] Tirmizî, Zühd, 52; Müslim, Birr, 14, 15; Dârimî, Ebû Muhammed Abdullah, Sünen, Çağrı Yay., İstanbul, 1992, Rikâk, 73; Ahmed, IV/173.

[327] Dârimî, Büyü, 3; Ahmed, IV/194.

[328] Tirmizi, Kıyamet, 60; Ahmed, I/200.

[329] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 74-75.

[330] Baymur, Psikoloji, s. 73-74.

[331] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 75-76.

[332] Teber, Davranış, s. 68.

[333] Teber, Davranış, s. 42.

[334] Teber, Davranış, s. 81.

[335] Bkz. Fromm, İnsan, s. 91

[336] Fromm, İnsan, s. 92.

[337] Fromm, İnsan, s. 90.

[338] Adler, Yaşam, s. 37-38.

[339] Adler, Yaşam, s. 25.

[340] Teber, Davranış, s. 277.

[341] Teber, Davranış, 5. 272.

[342] Teber, Davranış, s. 82.

[343] Teber, Davranış, s. 83; Akyuz, Hüseyin, Eğitim Sosyolojisinin Temel Kavram ve Alanları Üze­rine Bir Araştırma, 3. baskı, (MEB), İstanbul, 2001, s. 210-213.

[344] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 76-79.

[345] Bkz. İbn Haldun, Mukaddime, 4. baskı, Lübnan, 1990, s. 429-30.

[346] Bkz. Adler, İnsan, s. 47.

[347] Adler, İnsan, s. 46.

[348] Adler, İnsan, s. 48-49.

[349] Adler, İnsan, s. 49.

[350] Bkz. Adler, İnsan, s. 179.

[351] Bkz. Teber, Davranış, s. 290.

[352] Teber, Davranış, s. 290.

[353] Elmalılı, Hak Dînî, I/85-86.

[354] Hak Dînî, I/88.

[355] Bkz. Rûm: 30/41.

[356] Elmalılı, Hak Dînî, 1/110.

[357] Vicdan hakkında bilgi için bkz. Akseki, İslâm, s. 104-123.

[358] Bkz. Beled: 90/10; Şems: 91/8; Tirmizî, Kıyamet, 60; Ahmed, 1/200; Darimî, Buyu, 3.

[359] Fromm, İnsan, s. 183.

[360] Fromm, İnsan, s. 91

[361] Fromm, İnsan, s. 184.

[362] Bkz. Fromm, İnsan, s. 186.

[363] Fromm, İnsan, s. 187.

[364] Fromm, İnsan, s. 188.

[365] Fromm, İnsan, s. 189.

[366] Bkz. Mâide: 5/2.

[367] Bkz. Tevbe: 9/11 9.

[368] Bkz. Buhâri, Enbiyâ, 54; Müslim, Tevbe, 46, 47; İbn Mâce, Diyat, 2; Ahmed, III/20, 42

[369] Bkz. Nisa: 4/28,

[370] Bkz. Baymur, Psikoloji, s. 272.

[371] Bkz. Morgan, Psikoloji, s. 390; Baymur, Psikoloji, s. 273; Arkonaç, Psikoloji, s. 348; Tezcan, Mahmut, Kültür ve Kişilik (Psikoloji Antropoloji), Bilim Yay., Ankara, 1987, s. 92.

[372] Cuceloğlu, İnsan, s. 546.

[373] Baymur, Psikoloji, s. 274; Kaplan, Yaşar, Kültür ve Dil, 9. baskı, İstanbul, 1996, 5, 125.

[374] Baymur, Psikoloji, s. 278,

[375] Bkz. Morgan, Psikoloji, s. 390.

[376] Morgan, Psikoloji, a.y.; Akyüz, Sosyoloji, s. 219.

[377] Bkz. İbn Haldun, Mukaddime, s. 380-406.

[378] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 79-87.

[379] Bkz. Ebû Dâvûd, Nikâh, 3; İbn Mâce, Nikâh, 1; Ahmed, VI/217

[380] Bkz. İbn Mâce, Nikâh, 1; Ahmed, V/162; Tirmizî, Nikâh, 1.

[381] Bkz. Buhârî, Savm, 10; Nikâh, 2, 3, 19; Müslim, Nikâh, 1, 3; Ebû Dâvûd, Nikâh, 1, 3; İbn Mâce, Nikâh, 1; Nesâî, Siyam, 43; Dârimî, Nikâh, 3; Ahmed, I/378, VI/217

[382] Adler, Yaşam, s. 263-64; Onur, Bekir, Gelişim Psikolojisi, Ankara, 1986, s. 82

[383] Bkz. Nahl: 16/72; Şûra: 42/11.

[384] Adler, Yaşam, s. 264

[385] Bkz. Bakara: 2/187; Âl-i İmrân: 3/14

[386] Bkz. A'râf: 7/189, Rûm: 30/21

[387] Bkz. Fecr: 89/20; Me'âric: 70/19; Ahzâb: 33/72

[388] Bkz. Rûm: 30/21

[389] Adler, Yaşam, s. 264

[390] Bkz. Yûsuf: 12/24; Buhar", Tevhîd, 35; Müslim, İmân, 203

[391] Bkz. Yûsuf: 12/30

[392] Bkz. Yûsuf: 12/53

[393] Bkz. Yusuf: 12/24

[394] Bkz. Enfâl: 8/24

[395] Zamahşerî, Keşşaf, 11/311-312

[396] Bkz. Nûr: 24/32-33

[397] Bkz. Ahzâb: 33/32-34; Nisa: 4/34; Ayrıca bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56; Tirmizî, Tefsîr, Sûre, 9/2; Redâ, 11; İbn Mâce, Menâsik, 84; Nikâh, 13; Dârimî, Menâsik, 24; Ahmed, V/73

[398] Bkz. Kutub, Muhammed, Çağdaş Fikir Akımları, tere. M. Beşir Eryarsoy, 2. baskı, İşaret Yay., İstanbul, 1989, s. 261-265.

[399] Kutub, Akımlar, s. 241

[400] Adler, İnsan, s. 159

[401] Kutub, Akımlar, s, 242-43, Fazla bilgi için bkz. Adler, İnsan, s. 159-160

[402] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 87-93.

[403] Onur, Gelişim, s. 75; Aile hakkında geniş bilgi için bkz, Onur, Gelişim, s. 75-86; Akyüz, Sos­yoloji, s. 234.

[404] Bkz. Rûm: 30/21; Fâtır: 35/11; Şûra: 42/11; Araf: 7/189; Nahl: 16/72

[405] Bkz. Zuhruf: 43/12;Yâsîn: 36/36; Ra'd: 13/19; Şûra: 42/11; Tâhâ: 20/53; Bakara: 2/187

[406] Bkz. Rûm: 30/21; Ayrıca bkz. Buhârî, Şirket, 7; Müslim, Tefsîr, 6; Ebû Dâvûd  Nikâh   12

[407] Bkz. Nûr: 24/32; Nisa: 4/3.

[408] Bkz. Nûr: 24/33

[409] Bkz. Furkân: 25/68; Nûr: 24/30-31; Ahzâb: 33/32, 59

[410] Aydın, Mehmet Akif, "Aile", DİA, ist. 1989, 11/196, 199

[411] Bkz. Nisa: 4/3, 25; İbn Mâce, Nikâh, 1.

[412] Yavuz, Kerim, Çocukta Dînî Duygu ve Düşüncenin Gelişmesi, Ankara, 1983, s. 26

[413] Adler, Yaşam, s. 260; Cole, Luella, Morgan, John J: B., Çocukluk ve Gençlik Psikolojisi, (çev. B. Halim Vassaf), MEB, İstanbul, 2001, s. 227.

[414] Bkz. Yavuz, Çocuk, a.y.

[415] Bkz. Lokman: 31/14

[416] Bkz. Kutub, Atomlar, s. 258

[417] Bkz. Kutub, Fi Zilâl, I/236

[418] Tezcan, Kültür, s. 56-37

[419] Bkz. Cassâs, Ebubekr, Ahmed, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1. Baskı Beyrut, 1320, 1/330-32; İbn Arabî, Ebubekr Muhammed b. Abdullah, Ahkâmu'l-Kur'ân, thk. Ali Muhammed el-Buhârî, Beyrut, 1972, 1/154-55, 319-326; Kurtubî, Cami', II (c. 3)62; III (c. 5)34; Elmalılı, Hak Dînî, II/768-69, 1280

[420] Bkz. Bakara: 2/220; Nisa: 4/6

[421] Bkz. Buhârî, Talak, 25; Edeb, 25; Müslim, Zühd, 42; Ebû Dâvûd, Edeb, 1 23; Tırmizî, Birr, 14; Mâlik b. Enes, ei-Muvatta, Çağrı Yay, İstanbul, 1992, Sa'r, 5; Ahmed, II/375

[422] Bkz. Ebû Dâvûd, Nikâh, 23, 25; Tirmizî, Nikâh, 18; Nesâî, Nikâh, 31; Dârimî, Nikâh, 12; İbn Mâce, Edeb, 6; Ahmed, 1/261; H/429

[423] Bkz. Buhârî, Nikâh, 41; Tirmizî, Nikâh, 3; İbni Mâce, Nikâh, 12; Dârimî, Nikâh, 14; Ahmed, I/264

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 93-96.

[424] Bkz. Adler, Yaşam, s. 239-240; Akyüz, Sosyoloji, s. 234.

[425] Bkz. Rûm: 30/20-21; A'râf: 7/189

[426] Âl-i İmrân: 3/36.

[427] Adler, İnsan, s. 1 60.

[428] Adler, İnsan, s. 241-242.

[429] Adler, İnsan, s. 242.

[430] Adler, İnsan, s. 135.

[431] Bkz. Nisa: 4/28.

[432] Bkz. Nisa,: 4/58.

[433] Bkz. Adler, İnsan, s. 137-1 38; Onur, Gelişim, s. 94.

[434] Bkz. Buhârî, Zekât, 10;Edeb, 18; Müslim, Birr, 147, 148; Tirmizi, Birr, 13; Ahmed, VI/22,88,166.

[435] Bkz. İbn Mâce, Nikâh, 50; Dârimî, Nikâh, 55.

[436] Bkz. Adler, İnsan, s. 141.

[437] Bkz. Adler, İnsan, a.y.

[438] Adler, Yasam, s. 138.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 96-101.

[439] Bkz. Bakara: 2/223, 233.

[440] Bkz. Hucurât: 49/13.

[441] Bkz. Râğıb, Müfredat, s. 495-496; İbn Manzûr, lisân, IX/236-243; Wehr, Hans, Mu'cemü'l-Lugati'l-Arabîyyeti'l-Mu'asıra, 3. Baskı, Ofset, Lübnan, 1980, s. 605

[442] Bkz. Kutub, Akımlar, s. 252

[443] Acar, Çocuk, s. 145-146,

[444] Adler, Yaşam, s. 126.

[445] Kutub, Akımlar, s. 237, 238.

[446] Adler, İnsan, s. 159-160.

[447] Adler, İnsan, s. 196-255-258; fazla bilgi için bkz. Adler, İnsan, s. 148-158.

[448] Kutub, Akımlar, s. 196.

[449] Adler, Yaşam, s. 241.

[450] Adler, Yaşam, s. 124.

[451] Adler, Yaşam, s. 245.

[452] Bkz. Morgan, Psikoloji, s. 201-202

[453] Adler, Yaşam, s. 124-125; Fazla bilgi için bkz. Adler, İnsan, s  142-143.

[454] Adler, İnsan: 5. 142-143.

[455] Bkz. Nahl: 16/57; Saffât: 37/149; Zuhruf: 43/16-18; Necm: 53/21-22.

[456] Bkz. Nahl: 16/58-59; Zuhruf: 43/17-18.

[457] Adler, Yaşam, s. 126.

[458] Bkz. Kutub, Akımlar, s. 187-284; Adler, Yaşam, s. 145.

[459] Kutub, Akımlar, s. 210

[460] Nisa: 4/117.

[461] Bkz. Zamahşerî, Keşşaf, I/564; Kurtubî, Cami', III (c. 5) 387, Ebû Hayyân, Bahr, U/352-354, Tabatabâi, Mizân, III (c. 5), 83-84.

[462] İtan Manzûr, Lisân, 11/112.

[463] Elmalılı, Hak Dînî, 111/1469-1470.

[464] Yavuz, Çocuk, s. 21.

[465] Yavuz, Çocuk, s. 144-145.

[466] Yavuz, Çocuk, s. 21; Akyüz, Sosyoloji, s. 218-19.

[467] Yavuz, Çocuk, s. 148; Akyüz, Sosyoloji, s. 218-19.

[468] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 101-110.

[469] Yavuz, Çocuk, s. 105.

[470] Bkz., Adler, İnsan, s. 57.

[471] Bkz. Adler, İnsan, s. 59-60.

[472] Adler, İnsan, s, 90.

[473] Adler, İnsan, s. 182-183.

[474] Reıche, Wilhelm, Kişilik Çözümlemesi, tere Berhan Onaran, 3. Baskı İst. 1997 s 200

[475] Reiche, Kişilik, s. 178.

[476] Reiche, Kişilik, s. 203.

[477] Adler, İnsan, s. 42.

[478] Reiche, Kişilik, s. 179-180.

[479] Reiche, Kişilik, ay.

[480] Adler, İnsan, s. 49.

[481] Reiche, Kişilik, s. 232.

[482] Reiche, Kişilik, s. 165.

[483] Adler, İnsan, s. 177; Morgan, Psikoloji, s. 205-207.

[484] Cüceloğlu, İnsan, s. 255.

[485] Morgan, Psikoloji, s. 205.

[486] Adler, İnsan, s. 181.

[487] Adler, İnsan, s. 181.

[488] Yavuz, Çocuk, s. 110.

[489] Adler, İnsan, s. 181.

[490] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 110-114.

[491] Bkz. Nisa: 4/28.

[492] Adler, İnsan, s. 50.

[493] Cüceloğlu, İnsan, s. 357.

[494] Bkz. Baltaş, Bedenin Dili, s. 118.

[495] Reiche, Kişilik, s. 240-241; Morgan, Psikoloji, s. 66-68.

[496] Adler, Yaşam, s. 123; Akyüz, Sosyoloji, s. 215-217.

[497] Acar, Çocuk, s. 89.

[498] Acar, Çocuk, s. 89.

[499] Bkz. Yavuz, Çocuk, s. 27.

[500] Bkz. Yavuz, Çocuk, s. 27.

[501] Bkz. Teber, Davranış, $ 13?; Cole-Morgan, Psikoloji, s. 380-96.

[502] Teber, Davranış, s. 143.

[503] Teber, Davranış, s. 166.

[504] Morgan, Psikoloji, s. 43; Yavuz, Çocuk, s. 27; Cuceloğlu, İnsan, s.88.

[505] Adler, Yaşam, s. 135.

[506] Kutub, Akımlar, s. 259.

[507] Bkz. Lokman: 31/14.

[508] Bkz. Bakara: 2/233.

[509] Bkz. Lokman: 31/14; Ahkâf: 46/15.

[510] Bkz. Lokman: 31/15.

[511] Bkz. İsrâ: 17/23-24; Ahkâf: 46/17.

[512] Bkz. Mülk: 67/3.

[513] Bkz. Tâhâ: 20/50.

[514] Bkz. Buhârî, Edeb, 3, 6; Cihâd, 138; Müslim, Birr, 1, 9; Ebû Dâvûd, Cihâd, 3, 130; Tirmizî, De'avât, 100; İbn Mâce, Edeb, 1; Ahıned, V/3.

[515] Bkz. Bakara: 2/198, 213; A’la: 87/3; Beled: 90/10; En'âm: 6/87; Isrâ: 17/9; Cin: 72/2; Şu'arâ: 26/78; Zuhruf: 43/27; Hac: 22/54; Rûm: 30/53.

[516] Adler, Yaşam, s. 134.

[517] Adler, Yaşam, s. 135.

[518] Adler, Yaşam, s. 136-137.

[519] Bakara: 2/187.

[520] Rûm: 30/21.

[521] Bkz. Yâsîn: 36/36; Ra'd: 13/3; Zâriyât: 51/49.

[522] Râğıb, Müfredat, s. 316; İbn Manzûr, Lisân, 11/291

[523] Türkçe Sözlük, I/308.

[524] Türkçe Sözlük, f/470.

[525] Bkz. Nahl: 16/72.

[526] Bkz. Bakara: 2/187.

[527] Bkz. Rûm: 30/21; A'râf: 7/189.

[528] Bkz. Rûm: 30/21.

[529] Yûsuf: 12/24.

[530] Bkz. Adler, İnsan, s. 160.

[531] Mevdûdî, Tefhîm, 1/357.

[532] Nisa: 4/34.

[533] Adler, Yaşam, s. 139.

[534] Adler, Yaşam, s. 140-141.

[535] Bkz. Adler, Yaşam, s. 142-145.

[536] Bkz. Yûsuf: 12/7-18.

[537] Bkz. Yûsuf: 12/8.

[538] Bkz. Yusuf: 12/18, 83.

[539] Bkz. Yûsuf: 12/89.

[540] Bkz. Yûsuf: 12/91-91, 97-98.

[541] Bkz. Haşr: 59/9.

[542] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 114-123.

[543] Teber, Davranış, s. 67-68.

[544] Teber, Davranış, s. 84.

[545] Teber, Davranış, s. 82-83.

[546] Morgan, Psikoloji, s. 53.

[547] Bkz. Teber, Davranış, s. 87.

[548] Teber, Davranış, s. 170.

[549] Bkz. Teber, Davranış, s. 178; Ayrıca bkz. Condillac, İnsan, s 205-207; Kaplan, Kültür, s. 125-126.

[550] Teber, Davranış, s. 242.

[551] Teber, Davranış, a.y.

[552] Teber, Davranış, s. 243.

[553] Teber, Davranış, s. 244.

[554] Cüceloğlu, İnsan, s. 577.

[555] Teber, Davranış, s. 244.

[556] Teber, Davranış, s. 245.

[557] Teber, Davranış, s. 247.

[558] Teber, Davranış, s. 250.

[559] Teber, Davranış, 3. 261.

[560] Teber, Davranış, s. 262.

[561] Teber, Davranış, s. 262-263.

[562] Teber, Davranış, s. 263.

[563] Teber, Davranış, a.y.

[564] Bkz. Nisa: 4/7, 33; Bakara: 2/180, 215

[565] Bkz. Haşr: 59/7; Nahl: 16/90; Bakara: 2/83

[566] Bkz. Haşr: 59/9; İnsan: 76/8-9; Nisa: 4/36; İsrâ: 17/26.

[567] Hümeze: 104/2-3; Fecr: 89/17-20; Mâ'ûn: 107/2-3, 7.

[568] Örnek için bkz. Bakara: 2/83, 200, 201; Al-i İmrân: 3/194; Kehf: 18/10; Nisa: 4/2, 4.

[569] Bkz. Teber, Davranış, s. 156.

[570] Teber, Davranış, s. 162-163.

[571] Teber, Davranış, s. 163.

[572] Bkz. Morgan, Psikoloji, s. 81-91; Cüceloğlu, İnsan, s. 141-156.

[573] Teber, Davranış, a.y.

[574] Teber, Davranış, s. 165.

[575] Teber, Davranış, s. 166.

[576] Adler, Yaşam, s, 126-127; Bkz. Pressey, Sindey L, Robinson, Francis R, Psikoloji ve Yeni Eği­tim, (tere. Hasan Tan), MEB, İstanbul, 1991, 1/100-103.

[577] Morgan, Psikoloji, s. 60-65; Cüceloğiu, İnsan, s. 346-353; Pressey-Robinson, Psikoloji, s 277-278.

[578] Fromm, İnsan, s, 42.

[579] Cuceloğlu, İnsan, s. 355-362; Morgan, Psikoloji, s. 65-70.

[580] Adler, Yaşam, s. 127.

[581] Adler, Yasam, a.y.

[582] Adler, Yaşam, s. 134.

[583] Rûm: 30/21.

[584] Bakara: 2/187.

[585] Bakara: 2/223.

[586] Bakara: 2/233.

[587] Elmalılı, Hak Dînî, II/796.

[588] Kutub, Fi Zilâl, I/235.

[589] Bakara: 2/233.

[590] Kutub, Fi Zilâl, a.y.

[591] Kutub, Fi Zilâl, a.y.

[592] Cüceloğlu, İnsan, s. 355.

[593] Morgan, Psikoloji, s. 65.

[594] Cüceloğlu, İnsan, s. 356.

[595] Cüceloğlu, İnsan, s. 357.

[596] Morgan, Psikoloji, s. 69; Cüceloğlu, insan, s. 357-358.

[597] Morgan, Psikoloji, a.y. ; Cüceloğlu, İnsan 5, 358

[598] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 123-133.

[599] Cüceloğlu, İnsan, s. 88; Morgan, Psikoloji, s. 44-45; Pressey-Robinson, Psikoloji, I/92-4.

[600] Morgan, Psikoloji, a.y.

[601] Morgan, Psikoloji, s. 31; Arkonaç Psikoloji, s. 59.

[602] Cüceloğlu, insan, s. 335; Baymur, Psikoloji, s. 218.

[603] Morgan, Psikoloji, s. 79.

[604] Acar, Çocuk, 5. 159; (Bandura, 1963, Kurumbaltz, 1972, Kurumbaltz ve Thoresen, 1969; Skinner, 1953-1 972'den); Cüceloğlu, İnsan, s. 154,

[605] Acar, Çocuk, a.y. ; Cüceloğlu, İnsan, s  155.

[606] Molcho, Beden Dili, s. 40-41; Teber, Davranış, s. 84.

[607] Molcho, Beden Dili, a.y.

[608] Molcho, Beden Dili, s. 42.

[609] Molcho, Beden Dili, s. 44.

[610] Molcho, Beden Diii, s. 44-45.

[611] Cüceloğlu, İnsan, s. 136; Morgan, Psikoloji, s. 43.

[612] Molcho, Beden Dili, s. 46.

[613] Molcho, Beden Dili, s. 74.

[614] Molcho, Beden Dili, s. 78; Cüceloğlu, İnsan, 5. 154.

[615] Molcho, Beden Dili, s. 79; Cüceloğlu, İnsan, s. 1 55.

[616] Molcho, Beden Dili, a.y

[617] Molcho, Beden Dili, s. 80.

[618] Mokho, Beden Dili, s. 80; Cüceloğlu, İnsan, s. 154.

[619] Molcho, Beden Dili, s. 82.

[620] Molcho, Beden Dili, s. 83.

[621] Molcho, Beden Dili, a.y.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 133-138.

[622] Bkz. Baymur, Psikoloji, s. 14, 25, 27; Arkonaç Psikoloji, s. 452.

[623] Adier, Yaşam, s. 34-35.

[624] Adler, Yaşam, s. 38.

[625] Adler, Yaşam, s. 45.

[626] Bkz. Baymur, Psikoloji, s. 27; Arkonaç, Psikoloji, s. 432.

[627] Cüceloğlu, İnsan s. 515-16; Arkonaç, Psikoloji, s. 452.

[628] Morgan, Psikoloji, 3. 231.

[629] Arkonaç, Psikoloji, s. 453; Cüceloğlu, İnsan s. 519.

[630] Arkonaç, Psikoloji, s. 440.

[631] Bkz. Arkonaç. Psikoloji, s. 455-58; Cüceloğlu, İnsan, s. 517-519.

[632] Bkz. İsrâ: 17/84.

[633] Molcho, Beden Dili, s. 72.

[634] Molcho, Beden Dili, s. 73.

[635] Bkz. Sâf: 61/2.

[636] Molcho, Beden Dili, s. 74.

[637] Molcho, Beden Dili, 3. 75.

[638] Molcho, Beden Dili, s. 85.                               

[639] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 138-143.

[640] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 143-144.

[641] Morgan, Psikoloji, s. 311.

[642] Arkonaç, Psikoloji, s. 379.

[643] Tezcan, Kültür, s. 17; Baymur, Psikoloji, s. 253; Cüceloğlu, İnsan, s. 404.

[644] Bkz. Baymur, Psikoloji, s. 227; Morgan, Psikoloji, 319-323; Terzioğlu, E. Ahmet, "Türk Folk­loru İçinde" Halk Oyunları Oynayanların Psiko-Sosyal Özellikleri ve Oyunların Şahsiyet Gelişi­mine Etkisi, MEB, İstanbul, 2000, s. 31.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 144-145.

[645] Cüceloğlu, İnsan, s. 407; Baymur, Psikoloji, s. 254; Arkonaç, Psikoloji, s. 386.

[646] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 145.

[647] Cüceloğlu, insan, a.y. ; Baymur, Psikoloji, a.y. ; Arkonaç, Psikoloji, a.y.

[648] Cüceloğlu, İnsan, 3. 408.

[649] Cüceloğlu, İnsan, s. 408.

[650] Yûsuf,: 12/53.

[651] Bkz. Bakara: 2/155; Zümer: 39/42; Fecr: 89/27; Şems: 91/7.

[652] İbn Manzûr, Lisân, VI/233; Elmalılı, Hak Dînî, 1/222; VI/4127; VIII/5814, 5856.

[653] Elmalılı, Hak Dînî, I/223.

[654] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 145-146.

[655] Bkz. İbn Manzûr, Lisân, VI/233-240; Ebu'l-Bekâ, Külliyât, s. 897-98.

[656] Bkz. Tâhâ: 20/41; En'âm: 6/12, 54; Âl-i İmrân: 3/28.

[657] Bkz. Nur: 24/3.

[658] Bkz. Kıyâme: 75/2; Şems: 91/7-8; Fecr: 89/27-28.

[659] Bkz. Bakara: 2/87, 109; Neml: 27/14; Yûsuf: 2/77; Tâhâ: 20/67.

[660] Bkz. Yûsuf: 12/26-30-32-51.

[661] Bkz. Al-i-İmrân: 3/25, 61; En'âm: 6/151; Zumer: 39/42; İnfitâr: 82/19.

[662] Bkz. Yûsuf: 12/53; Mâide: 5/30; İbrahim: 14/22; Kâf: 50/16; Bakara: 2/130; Tâhâ: 20/91.

[663] Bkz. Bakara: 2/48; Lokman: 31/28; 34; Zâriyât: 51/21.

[664] Bkz. Mûddessir, 74/38; Lokman, 31/34.

[665] Bkz. Tevbe: 9/128; Rûm: 30/28; A'râf: 7/189; Nahl: 16/72; Şûra: 46/11.

[666] Bkz. En'âm: 6/60.

[667] Âl-i İmrân: 3/28.

[668] Bkz. Mâide: 5/116.

[669] Bkz. Tekvîr: 8/18.

[670] Bkz. Muttaffifîn: 83/26.

[671] İbn Kayyim, el-Cevziyye, Krtabu'r-Ruh, tere. (Şaban Haklı), İz Yayıncılık, ist. 1993, s. 237, 279-80.

[672] İbn Kayyim, Ruh, s. 237-38, Dihlevî, Şâh Veliyyullah, Hüccetullahi'l-Baliğa, 1. Baskı, Beyrut, 1990/1410, I/67; Condillac, İnsan, s. 23.

[673] Bkz. Âl-i İmrân: 3/61; Yûsuf: 12/54; Zâriyât: 51/21.

[674] İbn Kayyım, Ruh, s. 280.

[675] Bkz. En'âm: 6/93; Kâf: 50/16; Teğâbun: 64/16; Nâzi'ât: 79/40.

[676] Er, İzzet, Sosyal Gelişme ve İnsan, 3. Baskı, İstanbul, 1999, s. 133.

[677] Râzî, Fahruddin, Kitabun Nefs ve'r-Ruh ve Şerhu Kuvâhumâ, thk. Muhammed Sağır Hasan el-Ma'sumî, İslâmabad, 1990, s. 29-33.

[678] Dihlevî, Hüccet, a.y.

[679] İbn Kayyım, Ruh, s. 274; Erzurumlu, İbrahim Hakkı, Marifetnâme, İstanbul, 1981, s. 223

[680] İsrâ: 17/85.

[681] Erzurumlu, Marifetnâme, a.y.

[682] Bkz. A'râf: 7/54; Neml: 27/64; Fâtır: 35/3; Tâhâ: 20/50; Secde: 32/5.

[683] Bkz. A'râf: 7/54; Neml: 27/64; Fâtır: 35/3; Tâhâ: 20/50; Secde: 32/5.

[684] İhlâs: 112/1-2.

[685] Bkz. İsrâ: 17/85.

[686] Er, Sosyal, s. 133.

[687] Bkz. Nisa: 4/128; Zuhruf: 43/71; Kâf: 50/16; Yûsuf: 12/18-30; Mâide: 5/30; Nâzi'ât: 79/42; Necm: 53/23; Tâha: 20/96.

[688] Bkz. Âl-i İmrân: 3/61; Yûsuf: 12/53; Zâriyât: 51/21.

[689] Er, Sosyal, s. 133. 135; Nefs kavramı hakkında geniş bilgi için bkz. Ögke, Ahmed, Kur'ân'da Nefs Kavramı, insan Yayınları, İstanbul, 1997.

[690] Bkz. Fecr: 89/27; Mâide: 5/32; Nâzi'ât: 79/40; Kehf: 18/28.

[691] Bkz. Âl-i İmrân: 3/14; A'râf: 7/31-32; Kehf: 18/46; Tâhâ: 20/81; Kasas: 28/77.

[692] Bkz. Buhârî, Savm, 51, 54, 55; Teheccüd, 20; Nikâh, 89; Edeb, 84/86; Müslim, Siyam, 186, 187; Ebû Dâvûd, Tatavvu 27; Savm, 56; Tirmizî, Savm, 44, Rıda, 11; Zühd, 64; Nesâî, Sıyâm, 76; İbn Mâce, Nikâh, 3; Dârimî, Nikâh, 3; Ahmed, VI/26S.

[693] Bkz. Tâhâ: 20/96; Yûsuf: 12/18.

[694] Bkz. Mâide: 5/30.

[695] Bkz. Yûsuf: 12/53.

[696] Bkz. İbrahim: 14/22.

[697] Bkz. Necm: 53/23.

[698] Bkz. Kâf: 50/16.

[699] Bkz. Nâzi'ât: 79/40.

[700] Râzî, Mefâtih, X (t, 19) 114.

[701] Bkz. Beled: 90/10.

[702] Elmalılı, Hak Dînî, Vlll/5839.

[703] Bkz. Bakara: 2/36.

[704] Elmalılı, Hak Dînî, Vlll/5839; 1/214-15.

[705] Elmalılı, Hak Dînî, VIII/5847.

[706] Şems: 91/8.

[707] Elmalılı, Hak Dînî, VIII/5858.

[708] Yûsuf: 12/24.

[709] Yûsuf: 12/24.

[710]Zamahşerî, Keşşaf, 11/311.

[711] Yûsuf: 12/32-33.

[712] Bkz. Buhârî, Kader, 9; Müslim, Kader, 20; Ebû Dâvûd, Nikâh, 43.

[713] Müslim, Birr, 14, 15;Tırmizî, Zühd, 52; Dârimî, Büyü, 2; Ahmed, IV/182, 194.

[714] Buhârî, Rikâk, 31; Müslim, İmân, 202; Tirmizî, Tefsir, Sûre, 6; Dârimî, Rikâk, 70; Ahmed, I/279.

[715] Bakara: 2/7.

[716] Muttaffifin: 83/14.

[717] Fazla bilgi için bkz. Elmalılı, Hak Dînî, 1/214-216; VII/5658-55.

[718] Libida: Freud'ın kişilik kuramına göre id'de bulunan ve tüm davranışları guduleyen cinsel enerji (Cüceloğlu, İnsan, s. 582).

[719] Fromm, İnsan, s. 39; Cüceloğlu, İnsan, s. 408.

[720] Baymur, Psikoloji, s. 254.

[721] Bilgi için bkz. Bolay, Süleyman Hayri, "Akıl", DİA, ist. 1989, H/238.

[722] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 146-153.

[723] Baymur, Psikoloji, s. 254.

[724] Arkonaç, Psikoloji, s. 386.

[725] Cüceloğlu, İnsan, s. 408.

[726] Ebu'l Beka, Külliyât, s. 67.

[727] Hac: 22/46.

[728] Örnek için Bkz. Bakara: 2/179-197-269; Sâd: 38/43.

[729] Condıllac, İnsan, s. 17.

[730] Condıllac, İnsan, s. 18, 34-110.

[731] Condıllac, İnsan, s. 111.

[732] Condıllac, İnsan, s  114.

[733] Condıllac, insan, s. 68.

[734] Condıllac, İnsan, s. 112.

[735] Bkz. Râğıb, Müfredat, s. 511; İbn Manzûr, Lisân, XI/458-59.

[736] Râğıb, Müfredat, a.y.

[737] Bolay, "Akıl", II/238.

[738] Bolay, "Akıl", 11/239.

[739] Bolay, "Akıl", 11/240-242.

[740] Bkz. Yavuz, Yusuf Şevki, "Akıl", DİA, İstanbul, 1989, II/242-245.

[741] Bkz. Condıllac, İnsan, s. 46, 111-113, 123.

[742] Condıllac, İnsan, s. 64-68.

[743] Bilgi için bkz. Condıllac, İnsan, s. 34-1 23.

[744] Bkz Yavuz, "Akıl", II/242-245; Er, Sosyal, s. 133.

[745] Bkz. Şems: 91/7-8.

[746] Bkz. Condıllac, insan s.  110; Yavuz, "Akıl", s. 243; Muhâsibî, Haris, Şerefü'l-Akl, Beyrut 1406/1986 s. 17; İbn Teymıye, Takiyyuddin, Mecmu'u Fetevâ, VII/24, 539; IX/271, 286-288'den; Er, Sosyal, s. 134.

[747] Bkz. Condıllac, insan, s. 123.

[748] Arkonaç, Psikoloji, s. 386.

[749] Cüceloğlu, İnsan, s. 408.

[750] Akseki, İslâm, s. S0.

[751] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 153-158.

[752] Cüceloğlu, İnsan, a.y., Arkonaç, Psikoloji, s. 386; Baymur, Psikoloji; s. 254.

[753] Cüceloğlu, İnsan, a.y.

[754] Baymur; Psikoloji, a.y.

[755] Cjceioğlü, İnsan, s. 405.

[756] Munn, Psikoloji, II/393-395;  arrett, Psikoloji, s 225.

[757] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 158-160.

[758] Garrett, Psikoloji, s. 241; Baymur, Psikoloji, s. 256.

[759] Baymur, Psikoloji, a.y.

[760] Garrett, Psikoloji, a.y. ; Baymur, Psikoloji, a.y.

[761] Bkz. Cüceloğlu, İnsan, s. 417; Munn, İnsan, İt/420.

[762] Devetioğlu, Ferit, Osmanlı ca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, ys., 1986, s. 619-620.

[763] Bkz. Erzurumlu, Marifetnâme, s. 210-211.

[764] İsrâ: 17/84.

[765] Erzurumlu, Marifetnâme, s. 211-214.

[766] Munn, Psikoloji, 11/418.

[767] Adler, Yaşam, s. 48.

[768] Garrett, Psikoloji, s. 241; Baymur, Psikoloji, s. 256.

[769] Garrett, Psikoloji, a.y. ; Baymur, Psikoloji, a.y.

[770] Garrett, Psikoloji, a.y. Baymur, Psikoloji, a,y.

[771] Munn, Psikoloji, 11/41 S; Garrett, Psikoloji, s. 241; Cüceloğlu, İnsan, s. 417; Baymur, Psikoloji, s. 257

[772] Garett, Psikoloji, s. 242; Cüceloğlu, İnsan, a.y., Baymur, Psikoloji, a.y.

[773] Garett, Psikoloji, a.y. Cüceloğlu, İnsan, a.y., Baymur, Psikoloji, a.y,

[774] Cüceloğlu, İnsan, a.y., Garett, Psikoloji, a.y. Baymur, Psikoloji, a.y. Munn, İnsan, a.y.

[775] Garett, Psikoloji, a.y.

[776] Adler, Yaşam, s. 48-49.

[777] Bkz. Tın: 95/4.

[778] Adler, Yaşam, s. 49.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 160-163.

[779] Bkz. Baymur, Psikoloji, s. 252; Terzioğlu, Folklor, s. 41.

[780] Fromm, İnsan, s. 81;Tezcan, Kültür, s. 18; (Köknel, Özcan, Kişilik, İst. 1982, s. 22'den).

[781] Bkz. Fromm, İnsan, s. 83-84.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 163.

[782] Adler, İnsan, s. 41.

[783] Necm: 53/39.

[784] Buhârî, BecTu'l-Vahy, 1; Itk, 6; Menâkıbu'l-Ensâr, 45; Talak, 11; imân, 23; Hıyel, 1; Müslim, imâre, 155; Ebû Dâvûd, Talak, 11; Nesâî, Taharet, 59; Talak, 24; İmân, 19; İbn Mâce, Zühd, 26.

[785] Adler, İnsan, s. 42.

[786] Bkz. Ahzâb: 33/72.

[787] Adler, İnsan, s. 42-43.

[788] Bkz. Beled: 9/10; Şems: 91/8.

[789] Fazla bilgi için Bkz. Elmalılı, Hak Dînî, 1/214-15.

[790] İsra: 17/84.

[791] Adler, insan, s. 42.

[792] Adier, İnsan, s. 173.

[793] Adler, İnsan, a y.

[794] Adler, İnsan, s, 175.

[795] Bkz, Müslim, Kader, 21; Ahmed, II/343.

[796] Bkz, Buhârî, İmân, 39; Müslim, Murâkat, 107; İbn Mâce, Filen, 14, 35; Dârimî, Büyü; 1, Ah­med, IV/27.

[797] Bkz. Buhârî, İmân, 13; Ahmed, H/177.

[798] Bkz. Müslim, İmân, 284; Tirmizî, Edeb, 76; Tefsir, Sûre 53/6; Ahmed, 11/177, 403.

[799] Bkz. Tirmizî, Fiten, 26; Nesâî, Cihâd, 8.

[800] Ahmed, IV/194, III/28.

[801] Bkz. Buhârî, İmân, 15; Edeb, 18; Rıkâk, 51; Müslim, imân, 302; Ahmed, H/256; Müslim, İmân, 200.

[802] Bkz. Buhârî, Cenâiz, 33, İmân, 9; Müslim, Cenâiz, 17; Birr, 158; Nesâî, Cenâiz, 22.

[803] Muttaffifin: 83/14.

[804] Bakara: 2/7.

[805] Müslim, İmân, 231, Tirmizî, Sûre 83/1; Muvatta, Kelâm, 18; Ahmed, V/386; İbn Mâce, Zühd, 29.

[806] Elmalılı, Hak Dînî, 1/214-15,

[807] Adler, İnsan, s. 176.

[808] Adler, İnsan, s. 176.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 164-167.

[809] Fromm, İnsan, s. 84.

[810] Bkz. Fromm, İnsan, s. 84-87. Bkz. Spranger, Eduard, İnsan Tipleri, ftrc, Ahmed Akdoğan), iz Yayıncılık, ist., 20001, s. 210, 229-231.

[811] Fromm, İnsan, s. 87.

[812] Fromm, İnsan, s. 88.

[813] Tezcan, Kültür, s. 19 (Köknel, Kişilik, s. 23'den)

[814] Adler, İnsan, s, 173-174; Tezcan, Kültür, a.y.

[815] Adler, İnsan, s. 175; Tezcan, Kültür, a.y.

[816] Bkz. Morgan, Psikoloji, s. 44; Baymur, Psikoloji, s. 222, Cüceloğlu, İnsan, s. 136; Arkonaç, Psikoloji, s. 59.

[817] Adler, İnsan, s. 175; Tezcan, Kültür, s. 175; Tezcan, Kültür, s. 19.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 167-169.

[818] İbn Manzûr, Lisân, 11/366-67.

[819] Wehr, Mu'cem, s. 906.

[820] Baymur, Psikoloji, s. 252; Tezcan, Kültür, s. 18; Terzioğlu, Folklor, s. 38-40.

[821] Baymur, Psikoloji, s. 252-53.

[822] Baymur, Psikoloji, s. 253.

[823] Baymur, Psikoloji, ay; Fazla Bilgi için Bkz. Cüceloğlu, İnsan, s. 84-87.

[824] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 169-170.

[825] Baymur, Psikoloji, s. 264; Tezcan, Kültür, s. 20; Fazla bilgi için Bkz. Cüceloğlu, İnsan, s. 427-432; Terzioğlu, Folklor, s. 43-44.

[826] Baymur, Psikoloji, s. 264-65; Tezcan, Kültür, s. 20.

[827] Cüceloğlu, İnsan, s. 432; terzıoğlu, Folklor, s. 44-45.

[828] Bkz. Baltaş, Bedenin Dili, s. 159.

[829] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 171-172.

[830] Dilemre, Sai'm Ali, Genel Dilbilgisi, İstanbul, 1939, s LVII,

[831] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 173.

[832] Baltaş, Bedenin Dili, s. 30.

[833] Baltaş, Bedenin Dili, s. 30.

[834] Morgan, Psikoloji, s. 390; Baymur, Psikoloji, s. 272.

[835] Acar, Çocuk, s. 93.

[836] Tezcan, Kültür, s. 10.

[837] Tezcan, Kültür, s. 21-22.

[838] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 173-174.

[839] Baltaş, Bedenin Dili, s. 30, 38.

[840] Baymur, Psikoloji, s. 69; Cüceloğlu, İnsan, s. 229.

[841] Cüceloğlu, İnsan, 5. 230; Baymur, Psikoloji, s. 69.

[842] Vakî Ah b. Abdülvehhab, İlmu'l-Luğa, Mısır, 1957, s. 79-80.

[843] Vakî, İlm, s. 74-75.

[844] Cüceloğlu, İnsan, s. 270; Arkonaç, Psikoloji, s. 276; Baymur, Psikoloji, s. 70-71; Baltaş, Bedenin Dili, s. 25.

[845] Bkz. Rahman: 55/4.

[846] Bkz. Tâhâ: 20/49-50.

[847] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 174-176.

[848] Tezcan, Kültür s. 21 (Kneller, F. George, Kültür, Kişilik ve Eğitim, çev. M. Tezcan, isimli kitap­tan: Ankara Üniv. Eğitim Fak. Dergisi, cilt: 10, say:: 1-4, Ankara, 1978, s. 4-5.

[849] Tezcan, Kültür, s. 21 (Kneller, Kültür, s. 42'den).

[850] Tezcan, Kültür, s. 23.

[851] Cüceloğlu, İnsan, s. 271-72; Baltaş, Bedenin Dili, s. 26; Türkkan, Reha Oğuz, "Beden Dili", Eğitim-Bılım Dergisi, 3. sayı, Mayıs 2000, s. 23.

[852] Baltaş. Bedenin Dili, s. 39.

[853] Vakî, İlm, s. 75-77.

[854] Cüceloğlu, İnsan, s. 272.

[855] Cüceloğlu, İnsan, s. 272.

[856] Schober, Otto, Beden Dili (tere. Sueda Özbent), 4. baskı, İstanbul, 1999, s. 27-28. Bkz. İbn Manzûr, Lisân, lX/6-7; İsrâ: 17/23; Enbiyâ: 21/67; Ahkâf: 45/17.

[857] Cüceloğlu, İnsan, s. 154.

[858] Cüceloğlu, İnsan, s. 155.

[859] Baltaş, Bedenin Dili, s. 22.

[860] Soykan, Felsefe, s. 86.

[861] Soykan, Felsefe, s. 86.

[862] Condon, John, C, Kelimelerin Büyülü Dünyası, çev. Murat Çftkaya, insan Yayınları, İstanbul, 1995, s. 56.

[863] Bkz. Baymur, Psikoloji, s. 220-23; Arkonaç, Psikoloji, s. 59; Morgan, Psikoloji, s. 44.

[864] Morgan, Psikoloji, s. 44.

[865] Morgan, Psikoloji, s. 42-43.

[866] Baltaş, Bedenin Dili, s. 30.

[867] Bkz. Türkkan, "Beden Dili", s. 23.

[868] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 176-180.

[869] Porzig, Dil, s. 66.

[870] Bkz. Secde: 32/7; Bakara: 2/31.

[871] Bkz. A'râf: 7/189; Nisa: 4/1; Zümer: 39/6.

[872] Bkz. Bakara: 2/31; Rahman: 55/4; Kitab-ı Mukaddes, İstanbul, 1972, Tekvîn, 11/19-20.

[873] Condillac, İnsan, s. 201, 1 nolu dipnot.

[874] Porzıg, Dil, s. 57.

[875] Porzıg, Dil, s. 52.

[876] Bkz. Porzıg, Dil, 57.

[877] Bkz. Rahman: 55/4; Tâhâ: 20/49-50.

[878] Baltaş, Acar, Bedenin Dili, s. 11.

[879] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 180-181.

[880] Schober, Beden Dili, s. 39; Krş. Türkçe Sözlük, 11/1027.

[881] Schober, Beden Dili, s. 63; Krş. Türkçe Lügat, I/744.

[882] Malcho, Beden Dili, s. 68; Kaplan, Kültür, 5. 125.

[883] Munn, Psikoloji, 1/121.

[884] Garrett, Psikoloji s.247

[885] Garett, Psikoloji, s. 250.

[886] Molcho, Beden Dili, s. 69-70.

[887] Kaplan, Kültür, 5. 125,

[888] Akarsu, Bedia, Wilhelm won Humboldt'da Dil-Kültür Bağlantısı, İstanbul, 1984, s. 79-80.

[889] Kaplan, Kültür, s. 225.

[890] Kaplan, Kültür, s. 225.

[891] Cüceloğlu, İnsan, s. 274; Akarsu, Dil-Kültür, s. 80; Kaplan, Kültür, s. 126.

[892] Bkz. Molcha, Beden Dili, s. 11-12.

[893] Cüceloğlu, İnsan, s. 335.

[894] Morgan, Psikoloji, s. 34.

[895] Munn, Psikoloji, 1/117.

[896] Onur, Gelişim, s. 46.

[897] Onur, Gelişim, s. 48.

[898] Cüceloğlu, Doğan, İçimizdeki Çocuk, 16. baskı, İstanbul, 1997, s. 155.

[899] Cüceloğlu, Çocuk, s. 156.

[900] Acar, Çocuk, s. 166.

[901] Acar, Çocuk, s. 87.

[902] Tezcan, Kültür, s. 98

[903] Baymur, Psikoloji, s. 272.

[904] Morgan, Psikoloji, 5. 390.

[905] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 182-185.

[906] Bkz. Schober, Beden Din, s. 38-9.

[907] Bkz. Nahl: 16/58; Zuhruf: 43/17.

[908] Bkz. Muhammed: 47/20.

[909] Bkz. Nisa: 4/142; Tevbe: 9/54.

[910] Bkz. Schober, Beden Dili, s. 63-64.

[911] Schober, Beden Dili, s. 66-67.

[912] Condillac, İnsan, s. 208.

[913] Kitab-i Mukaddes, Tarihler, 15/24.

[914] Kitab-ı Mukaddes, Tarihler, 13/8, 10; 21/16.

[915] Condillac, İnsan, s. 208.

[916] Kitab-ı Mukaddes, Tekvîn, 4/5-6.

[917] Kitab-ı Mukaddes, Tekvîn, 4/15.

[918] Bkz. Kitab-ı Mukaddes, Luka, 1/5-24, 57-67.

[919] Al-i İmrân: 3/41; Meryem: 19/10.

[920] Meryem: 19/11.

[921] Condillac, İnsan, s. 209.

[922] Condillac, insan, s. 210.

[923] Condillac, İnsan, s. 210.

[924] Kitab-ı Mukaddes, Mezmurlar, 149/3-4.

[925] Kitab-ı Mukaddes, Mezmurlar, 150/4-6; Dâvûd (as)'ın raks edişi ile ilgili olarak bkz. I. Tarih­ler, 13/8, 10; 15/16, 24; 16/5, 6; İkinci Samuel, 6/3-6, 16, 21.

[926] Condillac, insan, 3. 209.

[927] Bkz. Kara, Necati, "Bir Bildirişim Dizgesi Olarak Beden Dili -Kur'ân Örneği-", Kur'ân ve Dil-Dilbi­lim ve Hermenötik- Sempozyumu, Erzurum, 2001, s. 428.

[928] Bkz. Âl-i İmrân: 3/45-48; Meryem: 19/1730; Tafsilat için bkz. Kara, "Beden Dili", s. 435.

[929] Bkz. Müddessir: 74/18-25; Tafsilat için bkz. Kara, "Beden Dili", s. 436-437.

[930] Bkz. Muttaffifin: 83/24; Rûm: 30/48.

[931] Bkz. Zuhruf: 43/17.

[932] Bkz. Abese: 80/1-6.

[933] Bkz. Bakara: 2/19.

[934] Bkz. Bakara: 2/19.

[935] Bkz. Bakara: 2/273.

[936] Bilgi için bkz. Kara, "Beden Dili", s. 438-439.

[937] Râzî, Mefâtih, VI (c. 11) s. 214.

[938] Mâide: 5/30-31.

[939] Tabâtabâî, Mîzân, III (c. 5), s. 324-25.

[940] Taberî,  Ebû Cafer Muhammed b. Cerîr,  Câmi'u'l-Beyân an Te'vil li Âyi'l-Kur'ân, Beyrut, 1988/1408, lll(c. 6) s. 196-7; Kurtubî, Cimi', III (c. 6), 143.

[941] Câhız, Ebû Osman, Hayatu'l-Heyevân, thk. A. M. Harun, Beyrut, 1988/1408, 111/411.

[942] Bkz. Mâide: 5/78; Kasas: 28/34; Duhân: 44/58; Beled: 90/9; Kıyâme: 75/16; Tâhâ: 20/27; Şu'arâ: 26/13; Nahl: 16/116; Nur: 24/15; Âl-i İmrân: 3/78; Nisa: 4/46; Feth: 48/11; Mümtehine: 60/2.

[943] Bkz. İbrahim: 14/4; Nahl: 16/103; Meryem: 19/97; Duhân: 44/58.

[944] Bkz. İbrahim: 14/4; Şu'arâ: 26/195; Ahkâf: 46/12.

[945] Bkz. Meryem: 19/97; Ahkâf: 46/12.

[946] Bkz. Rûm: 30/22.

[947] Bkz. Kehf: 18/92.

[948] Bkz. İbrahim: 14/4.

[949] Bkz. Müzzemmil: 73/5; Zümer: 39/18-23-55; Fussilet: 41/33; Hakka: 69/41-42; Bakara: 2/252.

[950] Bkz. Âl-i İmrân: 3/41; Meryem: 19/25-26.

[951] Bkz. Bakara: 2/164; İsrâ: 17/12-101; Nahl: 16/11-13-65-67-69; Feth: 48/29.

[952] Bkz. Bakara: 2/158; Mâide: 5/2; Hac: 22/32, 36.

[953] Kara, "Sunuş Konuşması", Kur'ân ve Dil -Dilbilim ve Hermenötik- Sempozyumu, s. XIII.

[954] Schober, Beden Dili, s. 39.

[955] Bkz. Nûr: 24/24.

[956] Bkz. Yûsuf: 12/2; Yâsîn: 36/69; Hicr: 15/1.

[957] Râğıb, Müfredat, s. 70; İbn Manzûr, Lisân, XIII/67; Ebu'l-Bekâ, Külliyât, s. 230.

[958] Elmalılı, Hak Dînî, IV/2842.

[959] Bkz. Nahl: 16/44.

[960] Bkz. Nahl: 16/89.

[961] Bkz. Kehf: 18/1; En'âm: 6/38.

[962] Bkz. Neml: 27/18.

[963] Bkz. Mâide: 5/31.

[964] Bkz. Alak, 96/4; Kalem, 68/1.

[965] Bkz. Meryem: 19/41-51; Zümer: 39/41.

[966] Bkz. Câhız, Ebû Osman, el-Beyânve't-Tebyin, thk. A. M. Harun, 5. baskı, Kahire, 1985/1405, I/79-80; Câhız, Heyevân, I/48-50, 96-98.

[967] Bkz. Neml: 27/20-28.

[968] Bkz. Buhârî, Mağazi, 28.

[969] Bkz. A'râf: 7/62.

[970] Bkz.Mâide: 5/67; Nahl: 16/44.

[971] Bkz. Nahl: 16/64.

[972] Bkz. Şâfi'î, Muhammed b. İdris, er-Risâle, thk. M. S. Geylânî, 1. baskı, Kahire, 1969/1388, s. 21-23; Şâtibî, İbrahim b. Musa, el-Muvâfâkât İi Usûli'ş-Şerfa, thk. Abdullah Draz, Beyrut, K IV/11-20.

[973] Şâfi'î, Risale, s. 16; Şâtibî, Muvafakat, IV/6.

[974] Âmidî, Ebu'l-Hasan Ali b. Ali, el-İhkâm fî Usuli'l-Ahkâm, Beyrut, ts., 1/145; Şâtibî, Muvâfâkât, IV/5.

[975] Bkz. Razı, Fahruddin, el-Mahsul fî İlmi Usuli'l-Fikh, 1. baskı, Beyrut, 1988/1408, 1/501-518; Âmidî, İhkâm, 1/148-160; Şâtibî, Muvafakat, 111/229.

[976] Âmidî, İhkâm, II/25.

[977] Buhârî, Ezan, 18; Edeb, 27; Dârimî, Salât, 42; Ahmed, IV/53.

[978] Nesâî, Menâsik, 220; Müslim, Hac, 310; Ebû Dâvûd, Menâsik, 77.

[979] Buhârî, Vüdû, 28.

[980] Müslim, Hudûd, 12, 13; Ebû Dâvûd, Hudûd, 23; Tirmizî, Hudûd, 8,

[981] Buhârî, Savm, 53; Müslim, Müsafirin, 220; Sıyâm, 177.

[982] Muvatta, Sıyâm, 9.

[983] Muvatta, Sıyâm, 9.

[984] Bkz. Râzî, Mahsûl, 1/508-509; Âmidî, İhkâm, 11/25-26.

[985] Bkz. Baltaş, Bedenin Dili, s. 29.

[986] Bkz. Âmidî, İhkâm, H/27-28; Şâtibî, Muvafakat, II/236-237.

[987] Bkz. Şâtibî, Muvafakat, IH/231.

[988] Buhârî, Hac, 66; Müslim, Hac, 250; Nesâî, Menâsik, 148; Muvatta, Hac, 115.

[989] Bkz. Râzî, Mahsûl, 1/504-505; Âmidî, İhkâm, 1/152-161. Fazla bilgi için bkz. Kara, Necati, Kur'ân-Sünnet Bütünlüğü, 2. baskı, İstanbul, 1999, s. 216-220.

[990] Bkz, Ahzâb: 33/21.

[991] Bkz. A'râf: 7/158; En'âm: 6/155; Nûr: 24/63.

[992] Bkz. Râzî, Mahsûl, 1/511-518; Âmidî, ihkâm, 1/148-161.

[993] Bkz. Wensinck, A. J., el-Mu'cemu'l-Müfehres li Elfazi'l-Hadisi'n-Nebevi, tere. Fuad Abdülbaki, İstanbul, 1988, 111/209-211.

[994] Bkz. Buhârî, Cuma, 37; Sulh, 1, 14; Müslim, Cuma, 14; Hac, 8; Sıyârn, 52; Nesâî, Sehv, 69.

[995] Bkz. Müslim, Siyam, 16; Nesâî, Dehâya, 7; İbn Mâce, İkâme, 27.

[996] Bkz. Buhârî, İlim, 24; Talak, 24; Vüdû, 37; Nesâî, Kâsâme, 27; Müslim, Küsûf, 11; Kâsâme, 15; İbn Mâce, Diyat, 24; Muvatta, Küsûf, 4.

[997] Bkz. Müslim, Zühd, 42; Ebû Dâvûd, Salât, 115; Nesâî, Sehv, 30; Dârimî, Salât, 83.

[998] Bkz. Buhârî, Gusl, 4; Ezan, 91.

[999] Bkz. Müslim, Salât, 121; Nesâî, Sehv, 72.

[1000] Bkz. Buhârî, Tevhîd, 37; Müslim, Birr, 32.

[1001] Bkz. Müslim, Zühd, 33; Nesâî, Sehv, 35; İbn Mâce, ikâme, 27.

[1002] Bkz. Dârimî, Salât, 201.

[1003] Bkz. Buhârî, Sayd, 5.

[1004] Bkz. Buhârî, Sehv, 9; Ebû Dâvûd, Salât, 170; Tirmizî, Salât, 124.

[1005] Bkz. Buhârî, Talak, 24; Nesâî, Talak, 23.

[1006] Bkz. Buhârî, İlim, 24.

[1007] Bkz. Ebû Dâvûd, Salât, 166; Tirmizî, Salât, 154; Nesâî, Sehv, 6.

[1008] Bkz. Tirmizî, İsti'zan, 7.

[1009] Bkz. Nesâî, Talak, 23; Buhârî, Talak, 24.

[1010] Bkz. Buhârî, İlim, 24.

[1011] Bkz. Buhârî, Talak, 25.

[1012] Bkz. Râzî, Mahsûl, 1/473; Şevkânî, Muhammed b. Ali, İrşâdu'l-FuhÛl ila Tahkîki'l-Hak min İl-mİ'1-UsuI, Mısır, ts., s. 173; Kara, Bütünlük, s. 267-68.

[1013] Âmidî, İhkâm, 1/152; Geniş bilgi için bkz. Buhârî, Muhsar, 1, 3, 4; Sulh, 7; Meğazi, 43; Ne­sâî, Menâsik, 102; Dârimî, Menâsik, 57; Harun, Abdüsselâm, TehZîbu Sîrett İbn Hişâm, 3. baskı, Kahire, 1976/1396, s. 249-259; İbn Kesîr, Ebu'l-Fidâ, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 1. baskı, Beyrut, 1966, IV/176; Şiblî, Mevlana, Asr-l Sadet, tere. Ö. Rıza Doğrul, İstanbul, 1921/1345, 1/421-428, Başka örnekler için bkz. Kara, Bütünlük, 5. 216-220.

[1014] Râzî, Mahsûl, 1/473; Âmidî, İhkâm, 1/161-162; Şâtibî, Muvafakat, IH/230.

[1015] Râzî, Mahsûl, f/473-4; Bkz. Şâtibî, Muvafakat, 111/240-241; Şevkânî, İrşâd, s. 173; Aşkar, Muhammed Süleyman, Efalü'r-Resul ve Delaletüha Ala Ahmedi'ş-Şeria, 2. baskı, Beyrut, 1988, I/89.

[1016] Bkz. İbn Hazm, Ebû Muhammed Ali b. Ahmed ez-Zâhirî, el-İhkâm fî Usûli'i-Ahkâm, 1. bas­kı, Beyrut, 1985/1405, I/458-474; Razı, Mahsûl, 1/501-518; Âmidî, İhkâm, 1/148*161; Şev­kânî, İrşâd, s. 35-42; Kara, Bütünlük, s, 202-209.

[1017] Bkz. Şâfi'î, Risale, s. 15-33; Gazâlî, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed,

el-Mustasfâ min Ilmi'l-Usûl, 1. baskı, Mısır, 1322/1324, I/364-367; Râzî, Mahsûl, I/472-5OO; Âmidî, İhkâm, I-I/24-47; Şâtibî, Muvafakat, III/229-256; Kara, Bütünlük, s. 266-270.

[1018] Bkz. Ahzâb: 33/21, 36; Nisa: 4/59, 65, 69; Enfal: 8/20.

[1019] Rahman: 55/4.

[1020] Câbirî, Muhammed Abid, Bünyetü'i-Akli'l-Arabî, 1. baskı, Rabat, 1986, s. 9.

[1021] Şâfi'î, Risale, s. 15.

[1022] Bilgi için bkz. Şâfi'î, Risale, s. 15-24.

[1023] Bkz. Râzî, Mefâtih, IV (c. 8) 45.

[1024] Bkz. Âl-i İmrân: 3/42; Meryem: 19/10.

[1025] Râzî, Mahsûl, I/473; Ebû Hayyân, Bahr, II/452-53; Kurtubî, Cami', II (c, 4) 81.

[1026] Bkz. İbn Hazm, İhkâm, i/80; Âmidî, İhkâm, I/145; II/25; Fazla bilgi için bkz, Haydar, Ali, Düreru'l-Hükkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, 3. baskı, İstanbul, 1930, s. 144; Berki, Ali Himmet, Açıklamalı Mecelle, İstanbul, 1990, s. 25 (madde: 67); Kara, "Beden Dili", s. 429.

[1027] Bkz. Taberî, Cami', III (c. 3) 259-261; IX (c. 16) 75; Zamahşerî, Keşşaf, I/429; Beydâvî, Nasi-ruddin, Envâru't-Tenzîl ve Esrâru't-Te'vil, 2. baskı, Mısır, 1968/1388, 1/159; Rıza, Reşit, el-Menâr, ys., 1931, IH/299; Tabâtabâî, Mîzân, 111/179.

[1028] Câhız, Beyân, 1/76.

[1029] Câbirî, Bünye, s. 16, 20.

[1030] Câhız, Beyân, I/7-76; Câhız, Heyevân, I/48-50, 96/98.

[1031] Câhız, Beyân, I/75.

[1032] Câhız, Beyân, f/76-77.

[1033] Câhız, Beyân, I/78; Câhız, Heyevân, J/50.

[1034] Câhız, Beyân, I/77.

[1035] Câhız, Beyân, 1/81-82. Bu konuda geniş bilgi için bkz. Kara, "Beden Dili", s. 419-538.

[1036] Câhız, Heyevân, I/32; IV/7-8; V/419, 538.

[1037] Câhız, Beyân, 1/78-79.

[1038] Câhız, Heyevân, 1/78-79.

[1039] Câbirî, Bünye, s. 9-10.

[1040] Bkz. Pease, Beden Dili, s. 10; Baltaş, Bedenin Dili, s. 46.

[1041] Bkz. Hevves, G. W., Language Origin Theories, ABD, 1977, s. 20.

[1042] Bkz. Câhız, Beyân, I/7-8, 11-12, 75-79.

[1043] Bkz. Câhız, Beyân, I/77-79, 81-82; Câhız, Heyevân.. 1/34-35,

[1044] Bkz. Câhız, Beyân, 1/77-78.

[1045] Bkz. Câhız, Beyân, 1/32; IV/32; IV/7-8; V/419, 518.

[1046] Hewes, Language, s. 21-22.

[1047] Hewes, Language, s. 48.

[1048] Baltaş, Bedenin Dili, s. 46.

[1049] Bilgi için bkz. Beden Dili, s. 431-32.

[1050] Bkz. Schober, Beden Dili, s. 27,

[1051] Schober, Beden Dili, s. 27,

[1052] Schober, Beden Dili, s. 28

[1053] Schober, Beden Dili, s. 87-88; Baltaş, Beden Dili, s. 46; Cooper, Sözsüz, s. 27.

[1054] Baltaş, Beden Dili, s. 46; Schober, Beden Dili, s. 37, 163.

[1055] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 185-203.

[1056] Baltaş, Bedenin Dili, s. 48.

[1057] Batîaş, Bedenin Dili, s. 48.

[1058] Bkz. Schober, Bedenin Dili, s. 34-37; Balîaş, Bedenin Dili, s. 48-49.

[1059] Bkz. Baltaş, Bedenin Dili, s. 48.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 204.

[1060] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 204-205.

[1061] Bkz. Schober, Beden Dili, s. 15-18.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 205.

[1062] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 205.

[1063] Schober, Beden Dili, s, 21.

[1064] Schober, Beden Dili, s. 163.

[1065] Bkz. Schober, Beden Dili, s. 167-168.

[1066] Bkz. Baltaş, Bedenin Dili, 5. 47.

[1067] Bkz. Baltaş, Bedenin Dili, s. 46-7; Schober, Beden Dili, s. 36, 42, 45-57.

[1068] Bkz. Baltaş, Bedenîn Dili, s. 47.

[1069] Bkz. Schober, Beden Dili, s. 35, 36-37, 39-40, 46.

[1070] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 205-207.

[1071] Bkz. Malcho, Beden Dili, s. 11-24; Baltag, Bedenin Dili, s. 11-15; Cücelioğlu, İnsan, s. 272-273; Pease, Beden Dili, 13-22; Cooper, Sözsüz, s. 97-132; Mounin, Georgon, La Ünquistu-que Etidions Seqhers, Paris, 1987, s. 36; Morgan, Psikoloji, s. 177-178.

[1072] Cooper, Sözsüz, s. 27.

[1073] Kaplan, Kültür, s. 125.

[1074] Kaplan, Kültür, s. 125.

[1075] Bkz. Câhız, Beyân, 1/81.

[1076] Câhız, Beyân, 1/76-81.

[1077] Türkkan, "Beden Dili", s. 23; Molcho, Beden Dili, s. 264; Aksan, Doğan, Her Yönüyle Dil, An­kara, 1998, 1/44.

[1078] Pease, Beden Dili, s. 17.

[1079] Bkz, Baltaş, Beden Dili, s. 23.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 208-211.

[1080] Bkz. Schober, Beden Dili, s. 34.

[1081] Bkz. Baltaş, Beden Dili, s. 23.

[1082] Baltaş, Beden Dili, s. 24.

[1083] Cüceloğlu, İnsan, s. 209.

[1084] Molcho, Beden Dili, s. 11-12; Baltaş, Bedenin Dili, s. 12.

[1085] Baltaş, Bedenin Dili, s. 11.

[1086] Molcho, Beden Dili, s. 12; Baltaş, Bedenin Dili, s. 13.

[1087] Molcho, Beden Dili, s. 12; Baltaş, Bedenin Dili, s. 13.

[1088] Molcho, Beden Dili, s. 12-13.

[1089] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 211-213.

[1090] Molcho, Beden Dili, s. 14.

[1091] Kayaalp, İsa, İletişim ve Dil, Ankara, 1998, s. 115.

[1092] Baltaş, Bedenin Dili, s. 22.

[1093] Cüceloğlu, İnsan, s. 272.

[1094] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 213-214.

[1095] Pease, Beden Dili, s. 10.

[1096] Baltaş, Bedenin Dili, s. 31.

[1097] Pease, Beden Dili, s. 10.

[1098] Cooper, Sözsüz, s. 21.

[1099] Pease, Beden Dili, s. 10; Baltaş, Bedenin Dili, s. 31.

[1100] Cüceloğlu, İnsan, s. 275.

[1101] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 214-215.

[1102] Porzıg, Dil, I/77.

[1103] Porzıg, Dil, I/77.

[1104] Porzıg, Dil, 1/78 (J. Locke, Essay Concerning Human Understanding, Ken, 1890'dan naklen).

[1105] Cooper, Sözsüz, s. 65; Molcho, Beden Dili, s. 21.

[1106] Pease, Beden Dili, s. 19.

[1107] Pease, Beden Dili, s. 17.

[1108] Molcho, Beden Dili, s. 20.

[1109] Cüceloğlu, İnsan, s. 52.

[1110] Molcho, Beden Dili, s. 21.

[1111] Molcho, Beden Dili, s. 21.

[1112] Molcho, Beden Dili, s. 27.

[1113] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 215-217.

[1114] Molcho, Beden Dili, s. 74.

[1115] Baltaş, Bedenin Dili, s. 37.

[1116] Bkz. Schober, Beden Dili, s. 39, 53.

[1117] Schober, Beden Dili, s. 63.

[1118] Türkçe Sözlük, I/744.

[1119] Schober, Beden Dili, 3. 64-65.

[1120] Schober, Beden Dili, s. 66.

[1121] Mounin, Linguistique, s. 36.

[1122] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 217-218.

[1123] Bkz. Baltaş, Bedenin Dili, s. 38.

[1124] Vaki, İlm, s. 74-75. (Dumas, Traite de Psychologic, 1. baskı, s. 606-733'den naklen).

[1125] Baltaş, Bedenin Dili, s. 26; Cüceloğlu, İnsan, s, 270.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 219.

[1126] Baltaş, Bedenin Dili, s. 39.

[1127] Bkz. Âl-i İmrân: 3/41; Meryem: 19/10, 26.

[1128] Baltaş, Bedenin Dili, s. 26; Cooper, Sözsüz, s. 141.

[1129] Baltaş, Bedenin Düi, s. 26.

[1130] Baltaş, Bedenin Dili, s. 30.

[1131] Cooper, Sözsüz, s. 140-141.

[1132] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 219-220.

[1133] Baltaş, Bedenin Dili, s. 41; Fazla bilgi için bkz. Cooper, Sözsüz, s. 125, 143.

[1134] Bakara: 2/19.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 220.

[1135] Baltaş, Bedenin Dili, s. 41; Örnek için bkz. Bakara: 2/273.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 220-221.

[1136] Baltaş, Bedenin Dili, s. 41-42.

[1137] Baltaş, Bedenin Dili, s. 44.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 221.

[1138] Cüceloğlu, İnsan, s. 104.

[1139] Bkz. Schober, Beden Dili, s. 69.

[1140] Baltaş, Bedenin Dili, s. 118.

[1141] Molcho, Beden Dili, s. 208-209.

[1142] Baltaş, Bedenin Dili, a.y.

[1143] Baltaş, Bedenin Dili, a.y.

[1144] Baltaş, Bedenin Dili, s. 118.

[1145] Molcho, Beden Dili. s. 213.

[1146] Molcho, Bedenin Dili, s. 215.

[1147] Baltaş, Bedenin Dili, a.y.

[1148] Molcho, Beden Dili, s. 209.

[1149] Molcho, Beden Dili, s. 219.

[1150] Baltaş, Beden Dili, s, 119.

[1151] Molcho, Beden Dili s. 210.

[1152] Baltaş, Bedenin Dili, a.y.

[1153] Molcho, Bedenin Dili, s. 213-214.

[1154] Baltaş, Beden Dili, s. 119.

[1155] Cooper, Sözsüz, s. 117-118; Molcho, Beden Dili, s. 91-98.

[1156] Cooper, Sözsüz, s. 117.

[1157] Baltaş, Bedenin Dili, s. 120.

[1158] Bkz. İsrâ: 17/46.

[1159] Baltaş, Bedenin Dili, s. 126.

[1160] Fazla bilgi için bkz. Molcho, Bedenin Dili, s. 91-98; Cooper, Sözsüz, s. 117-119; Pease, Beden Dili, s. 39-151.

[1161] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 221-225.

[1162] Molcho, Beden Dili, s. 216; Scrober, Beden Dili, s. 89.

[1163] Molcho, Beden Dili, s. 217/18.

[1164] Türkkan, Beden Dili, s. 23.

[1165] Baltaş, Bedenin Dili, s. 117-118.

[1166] Molcho, Beden Dili s. 218; Scrober, Beden Dili, s. 90.

[1167] Molcho, Bedenin Dili, s, 221; Pease, Beden Dili, s. 29; 5crober, Beden Dili, s. 90-91

[1168] Molcho, Beden Dili s. 224; Pease, Beden Dili, s. 31; Cooper, Sözsüz, s. 35.

[1169] Pease, Beden Dili, 3. 27.

[1170] Molcho, Beden Dili s a.y.

[1171] Molcho, Bedenin Dili, s. 228.

[1172] Bkz. Nûr: 24/27-28; Ahzâb: 33/53.

[1173] Molcho, Beden Dili s. 236.

[1174] Molcho, Beden Dili,, ay; Pease, Bedenin Dili, 3. 37.

[1175] Pease, Bedenin Dili, s. 34-35.

[1176] Cooper, Sözsüz, 28; Pease, Beden Dili, 25; Baltaş, Bedenin Dili, 113.

[1177] Bakara: 2/186.

[1178] Meryem: 19/52.

[1179] Kasas: 28/46,

[1180] A'râf: 7/22.

[1181] Tevbe: 9/3.

[1182] Hucurât: 49/10.

[1183] Bakara: 2/187.

[1184] Bkz. Nisa: 4/23.

[1185] Nûr: 24/58, 61.

[1186] Tâhâ: 20/44.

[1187] Nahl: 16/125.

[1188] Furkân: 25/63.

[1189] Baltaş, Bedenin Dili, s. 113; Cüceloğlu, insan, 273.

[1190] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 225-231.

[1191] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 231.

[1192] Pease, Beden Dili, s. 26.

[1193] Cooper, Sözsüz, s. 28; Pease, Beden Dilİ, s. 26; Baltaş, Bedenin Dili, s. 114; Cüceloğlu, İnsan 274; Schober, Beden Dili, s. 88.

[1194] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 231.

[1195] Cooper, Sözsüz, s, 30; Pease, Beden Dili, 27; Baltaş, Bedenin Dili, s. 116.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 232.

[1196] Cooper, Sözsüz, s. 31; Pease, Beden DİN, 27; Baltaş, Bedenin Dili, 116. Cüceloğiu, insan a.y.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 232.

[1197] Cooper, Sözsüz, ay; Pease, Beden Difİ, a.y. ; Baltaş, Bedenin Dili, a.y. Cüceloğlu, İnsan a y. Schober, Beden Dili, s. 88.

[1198] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 232.

[1199] Baltaş, Bedenin Dili, s. 159; Fazla bilgi için bkz. Schober, Beden Dili, s.

39.

[1200] Pease, Beden Dili, s. 17.

[1201] Âl-i İmrân: 3/118-119.

[1202] Pease, Beden Dili, s. 18.

[1203] Molcho, Beden Dili, s. 13-17.

[1204] Cooper, Sözsüz, s. 120; Baltaş, Bedenin Dili, s. 64-65.

[1205] Molcho, Beden Dili s. 27.

[1206] Molcho, Beden Diti, s. 33.

[1207] Bkz. Nisa: 4/28.

[1208] Bkz. Me'âric: 70/19-23.

[1209] Muhammed: 47/30.

[1210] Wehr, Mu'cem, s. 604.

[1211] İbn. Manzûr, Lisân, IX/236.

[1212] Askerî, Ebu Hilal, el-Furûku'l-Lugaviyye, thk. Hüsamuddin el-Kudsî, Daru'l-Kütübi'l-ilmiyye, Beyrut, ts., s. 62-63; Râğıb, Müfredat, s. 495; İbn. Manzûr, Lisân, IX/237.

[1213] bn. Manzûr, Lisân, ay; Râğıb, Müfredat, s. 596.

[1214] Askerî, Furuk, a.y.

[1215] İbn Manzûr, Lisân, lX/236.

[1216] İbn Manzûr, Lisân, lX/236.

[1217] Muhammed: 47/30.

[1218] Taberî, Cami', XIV (c.28)83-84.

[1219] İbn Kesîr, Tefsîr, IV/357-58.

[1220] Saf: 61/2-3.

[1221] Kurtubî, Cami'.

[1222] Bkz. Bakara: 2/177; Meryem: 19/54.

[1223] Bkz. Bakara: 2/44.

[1224] Bkz. Hûd: 11/88.

[1225] Bkz. Saf: 61/2-3.

[1226] Nisa: 4/77.

[1227] Muhammed: 47/20.

[1228] İbn Manzûr, Lisan, X/358-59

[1229] Muhammed: 47/29.

[1230] İbn Manzûr, Lisân, XII/255.

[1231] Bkz. Muhammed: 47/30.

[1232] İbn Kesîr, Tefsîr, IV/180.

[1233] Ğâfir: 40/19.

[1234] Kurtubî, Cami', VIII (c. 16) 253.

[1235] Bkz. Kurtubî, Cami', IV (c. 8) 218; İbn Kesîr, Tefsîr, II/378-80.

[1236] Bkz. Tevbe: 9/84.

[1237] Bkz. Bakara,: 2/155.

[1238] Schober, Beden Dili, s. 37.

[1239] Pease, Beden Dili, s. 23-24; Balta;, Bedenin Dili, s. 143-45.

[1240] Pease, Beden Dili, s. 24.

[1241] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 232-240.

[1242] Pease, Beden Dili, s. 22.

[1243] Molcho, Beden Dili, 5. 33.

[1244] Molcho, Beden Dili, s. 47.

[1245] Pease, Beden Dili, s. 23; Fazla bilgi için bkz. Molcho, Beden Dili 14-47; Schober, Beden Dili, s. 39.

[1246] Fazla bilgi için bkz. Schober, Beden Dili, s. 28-29.

[1247] Bkz. Bakara: 2/187; Nisa: 4/23; Nûr: 24/27-31; Tâhâ: 20/44; Nahl: 16/25; Furkân: 25/63; Meryem: 19/52; Kasas: 28/46; A'râf: 7/22; Tevbe: 9/3; Hucurât: 49/10.

[1248] Molcho, Beden Dili, s. 27.

[1249] Bkz. Fussilet: 41/53.

[1250] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 240-241.

[1251] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 242.

[1252] Molcho, Beden Dili, a.y. ; Schober, Beden Dili, s. 38-39.

[1253] Pease, Beden Dili, s. 22.

[1254] Molcho, Beden Dili s. 135-136.

[1255] Bkz. A'râf, 7/46, 48.

[1256] Bkz. Âl-i İmrân: 3/106-107; Kiyâme: 75/22- 24; Abese: 80/38-40; Ğâşiye: 88/2- 8.

[1257] Bkz. Bakara: 2/273.

[1258] Bkz. Yûnus: 10/26-27.

[1259] Bkz. Hac: 22/72.

[1260] Bkz. Zümer: 39/40.

[1261] Bkz. Fetih: 48/29.

[1262] Bkz. Rahman: 55/41.

[1263] Bkz. Bkz. Mülk: 67/27.

[1264] Bkz. Muttaffifîn: 83/24.

[1265] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 242-243.

[1266] Schober, Beden Dili, s. 28.

[1267] Bkz. Cooper, Sözsüz, s. 210.

[1268] Cooper, Sözsüz, s. 217; Schober, Beden Dili, z. 29.

[1269] Cooper, Sözsüz, s. 221

[1270] Kutub, Fi Zilâl, VI/3298.

[1271] Muhammed: 47/30.

[1272] İbnManzûr, Lisân XIII/379-382.

[1273] Kurtubî, Cami', VIII (c. 16) 252-53; Elmalılı, Hak Dînî, VI/4396.

[1274] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 243-244.

[1275] Izutsu, Toshihiko, Kur'ân'da Ailah ve İnsan, tere. S. Ateş, Ankara, 1975, s. 126.

[1276] Izutsu, Allah, s. 127.

[1277] Fussilet: 41/53.

[1278] Zâriyât: 51/20-21; ayrıca bkz. Neml: 27/93.

[1279] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 244-246.

[1280] Baltaş, Beden Dili, 5. 19.

[1281] Porzig, Dil, I/120.

[1282] Türkçe Sözlük, I/744.

[1283] Porzig, Dil, I/120.

[1284] Aksan, Dil, 1/44 

[1285] Baltaş, Beden Dili. s. 12

[1286] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 246-247.

[1287] Başkan, Özcan, Bildirişim, İnsan Dili ve Ötesi, 1. baskı, İstanbul, 1988, s. 17.

[1288] Başkan, Bildirişim, s. 17.

[1289] Morgan, Psikoloji, s. 167; Akalın, Mehmet, Modern Linguistiğe Giriş, izmir, 1983, s. 9; Baş­kan, Bildirişim, s. 17.

[1290] Sami, Şemsettin, Resimli Kamusi Fransevi, 4. baskı, Mihran Matbaası, İstanbul, 1905/1352, s. 2002.

[1291] Morgan, Psikoloji, s. 167.

[1292] Türkçe Sözlük, s. 1278; Baymur, Psikoloji, s. 193.

[1293] Haglund, Karin, "Sembollerle Haberleşme", İnsan ve Kainat, sayı: 60, Ağustos 1 990, s. 64.

[1294] Haglund, "Sembol", s. 66-67.

[1295] Morgan, Psikoloji, s. 167.

[1296] Schober, Beden Dili, s. 15.

[1297] Akalın, Linguistik, s. 16.

[1298] Condon, Kelimeler, s. 21.

[1299] Condon, Kelimeler, s. 23.

[1300] Başkan, Bildirişim, s. 17.

[1301] Başkan, Bildirişim, s. 14.

[1302] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 248-251.

[1303] Başkan, Bildirişim, s. 39.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 251.

[1304] Molcho, Beden Dili,s. 27.

[1305] Cüceloğiu, İnsan, s. 103.

[1306] Cüceloğiu, İnsan, s. 103.

[1307] Bkz. Secde: 32/9; Mülk: 67/23.

[1308] Bkz. Nahl: 16/78.

[1309] Baltaş, Bedenin Dili, s. 11-12.

[1310] Molcho, Beden Dili, s. 17.

[1311] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 251-252.

[1312] Cüceioğlu, İnsan, s. 54.

[1313] Cüceloğiu, İnsan, s. 64.

[1314] Carrel, Alexis, İnsan Denen Meçhul, tere. Refik Özdek, 2. baskı, M. Sait Matbaası, İstanbul, 1973, s. 119,

[1315] Fussilet: 41/53.

[1316] Bkz. Zâriyât: 51/47.

[1317] Bkz. Enbiyâ: 21/30.

[1318] Bkz. Yâsîn: 36/38.

[1319] Kutub, Fi Zilâl, V/3130-31.

[1320] Cüceloğlu, İnsan, s. 54.

[1321] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 253-254.

[1322] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 254.

[1323] Munn, İnsan I/65; Cüceloğlu, İnsan, s. 65; Baymur, Psikoloji, s. 29-30; Arkonaç, Psikoloji, s. 37.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 254.

[1324] Munn, İnsan, I/65.

[1325] Cüceloğlu, İnsan, s. 66-7; Arkonaç, Psikoloji, s. 49.

[1326] Cüceloğlu, İnsan, s. 67.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 254-255.

[1327] Cüceloğlu, İnsan, 67; Baymur, Psikoloji, s. 35-6.

[1328] Cüceloğlu, İnsan, s. 26.

[1329] Carrel, İnsan, 122; Arkonaç, Psikoloji, s. 44-5; Cüceloğlu, İnsan, s.81-24.

[1330] Carrel, İnsan, s. 127; Cüceloğlu, İnsan, s. 83

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 255-256.

[1331] Cüceloğlu, İnsan, s. 65.

[1332] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 256.

[1333] Cüceloğlu, İnsan, s. 54.

[1334] Cüceloğlu, İnsan, s. 63. Fazla bilgi için bkz. Arkonaç, Psikoloji, s. 28-36.

[1335] Başkan, Bildirişim, s. 41.

[1336] Cüceloğlu, İnsan, s. 65; Arkonaç., Psikoloji, s. 34-5.

[1337] Carlle, İnsan, s. 127.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 256-258.

[1338] Arkonaç, Psikoloji, s.59-60; Başkan, Bildirişim, s.41; Cüceloğlu, İnsan, s. 88-9,

[1339] Arkonaç Psikoloji, s.59-60; Başkan, Bildirişim, s. 41; Cüceloğlu, İnsan, s.88-9.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 258-259.

[1340] Başkan, Bildirişim, s.41; Cüceloğlu, İnsan, s. 84-6; Baymur, Psikoloji, s. 36.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 259.

[1341] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 259.

[1342] Bkz. Meryem: 19/11; Mâide: 5/111; Nisa: 4/163.

[1343] Bkz. Nahl: 16/68.

[1344] Bkz. Fussilet: 41/12; Zelzele: 99/5

[1345] Izutsu, Allah, 5. 126.

[1346] Izutsu, Allah, a.y.

[1347] Izutsu, Allah, s. 127.

[1348] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 259-260.

[1349] Bkz. Başkan, Bildirişim, s. 39.

[1350] Bkz. Neml: 27/18-19-22-29.

[1351] Bkz. Neml: 27-16.

[1352] Bk2. Başkan, Bildirişim, s. 40.

[1353] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 260-261.

[1354] Bkz. Tâhâ: 20/53; Yâsîn: 36/36.

[1355] Bkz. Başkan, Bildirişim, s. 39.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 261.

[1356] Aksan, Dil, 1/43.

[1357] Baltaş, Bedenin Dili, s. 13.

[1358] Balta;, Bedenin Dili, a.y.

[1359] Göka, Erol ve arkadaşları, Önce Söz Vardı, 1. Baskı, Ankara, 1996, s. 75.

[1360] Göka ve ark.. Söz, s. 24.

[1361] Göka ve ark., Söz, s. 78

[1362] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 261-262.

[1363] Kayaalp, İletişim, s. 107.

[1364] Pease, Beden Dili, s. 11.

[1365] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 263.

[1366] Kayaalp, İletişim, s. 99.

[1367] Cooper, Sözsüz, s. 14; Baltaş, Bedenin Dili, s. 20.

[1368] Bal taş, Bedenin Dili, 5. 21.

[1369] Lokman: 31/6-7.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 263-264.

[1370] Baltaş, Bedenin Dili, s. 7, 130.

[1371] pease, Beden Dili, s. 10

[1372] Baltaş, Bedenin Dili, s. 20.

[1373] Batlaş Bedenin Dili, s. 8.

[1374] Cooper, Sözsüz, s. 244-45.

[1375] Saf: 61/2-3.

[1376] Cooper, Sözsüz, s. 244.

[1377] İsra: 17/84.

[1378] İbn Manzûr, Lisân, XI/356-357.

[1379] Elmalılı, Hak Dînî, V/3196.

[1380] Bkz. Ahzâb. 33/21.

[1381] Hûd: 11/112; Şûra: 42/15.

[1382] Bkz. Beled: 90/11; Şems: 91/8.

[1383] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 264-267.

[1384] Bkz. En'âm: 6/165.

[1385] Bkz. İsrâ: 17/84.

[1386] Cooper, Sözsüz, s. 14; Baltaş, Bedenin Dili, 3. 20.

[1387] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 267.

[1388] Cooper, Sözsüz, s. 16; Baltaş, Bedenin Dili, 21; Kayaalp, İletişim, s. 115.

[1389] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 268.

[1390] Bkz. Âl-i İmrân:  3/38-41; Meryem: 19/8-11; Kars. Kitab-ı Mukaddes, Luka, 1/20,22-23,62-64.

[1391] Bkz. Âl-i İmrân: 3/45-48; Meryem: 19/17-30.

[1392] Bkz. Müddessir: 74/18-25.

[1393] Bkz. Rûm: 30/48; Muttaffıfîn: 83/24.

[1394] Bkz. Zuhruf: 43/17,

[1395] Bkz. Abese: 80/1-6.

[1396] Bkz. Ahzâb: 13/19; Muhammed: 47/20.

[1397] Bkz. Bakara: 2/19

[1398] Bkz. Bakara: 2/273.

[1399] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 269-270.

[1400] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 270.

[1401] İbn Manzûr, Lisân, XIII/67; Ebu'l-Bekâ, Külliyât, s. 230.

[1402] Rahman: 55/4.

[1403] Câbirî, Bünye, s. 16, 20.

[1404] Bkz. Câhız, Beyân, 1/76-78.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 270-271.

[1405] İbn Manzûr, Lisân, XII/419-420.

[1406] Şâfi't, Risale, s. 24.

[1407] Nahl: 16/16.

[1408] Şâfi'î, Risale, s. 17.

[1409] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 271-272.

[1410] İbn Manzûr, Lisan, IV/5-6.

[1411] İbn Manzûr, Lisan, Xll/419-420.

[1412] Fetih: 48/29.

[1413] Tâhâ: 20/96

[1414] Tâhâ: 20/84.

[1415] Mâide: 5/46

[1416] Rûm: 30/50.

[1417] Kehf: 18/6; Hadîd: 57/27.

[1418] Yâsîn: 36/12

[1419] Ğâfir: 40/21

[1420] Esed, Mesaj, 111/1052, 45. nolu dipnot.

[1421] Bakara: 2/144, 150.

[1422] Bakara: 2/112.

[1423] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 272.

[1424] Râğıb, Müfredat, s. 428-29; İbn Manzûr, Lisân, XII/350-51.

[1425] Meryem: 19/26.

[1426] Râğıb, Müfredat, 429; İbn Manzûr, Lisân, XII/35O.

[1427] Bakara, 2/183, 187, 196; Nisa, 4/92; Mâıde, 5/89, 95; Mücadele, 58/4; Ahzâb, 33/35.

[1428] Buhârî, Savm, 3; Müslim, Siyam, 12; Ebû Dâvûd, Savm, 29; Nesâî, Savm, 43.

[1429] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 273.

[1430] Râğıb, Müfredat, s. 296; İbn Manzûr, Lisân, V/356.

[1431] Âl-i İmrân: 3/41.

[1432] Kurtubi, Cami, II, (c.4)80.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 273-274.

[1433] İbn Manzur, Lisan, IV/436-37

[1434] Meryem: 19/29.

[1435] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 274.

[1436] Meryem: 19/11.

[1437] Ragıb, Müfredat, s. 809.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 274.

[1438] İbn Manzur, Lisan, IV/409-415.

[1439] İbn Manzur, Lisan, IV/413.

[1440] İbn Manzur, Lisan, a.y.

[1441] Razi, Mefatih, VI (c. 11)130

[1442] Mide: 5/2

[1443] Razi, Mefatih, a.y.

[1444] Hac: 22/36.

[1445] Razi, Mefatih, VI (c.11) 130.

[1446] Mâide: 5/2.

[1447] Râzî, Mefâtih, a.y.

[1448] Bakara: 2/158.

[1449] Detayı için bkz. Müslim, Hac: 259-264; İbn Kesîr, Tefsîr, 1/198-199.

[1450] Hayatınızın sonuna kadar (Beydâvî, Envâr, 11/91).

[1451] Hac: 22/32-33-36 (Esed, Mesaj, II/676-7).

[1452] Bkz. Râzî, Mefâtih, XII (c. 23) 33; Beydâvî, Envâr, 91; Kurtubî, Cami', VI (c. 12), 56; Ebû Hayyân, Bahr, VI/366.

[1453] Zamahşerî, Keşşaf, 111/13.

[1454] Bkz, Bakara: 2/154-156,

[1455] Râzî, Mefâtih, II (c. 4) 175.

[1456] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 274-278.

[1457] İbn Manzûr, Lisân, XIV/61.

[1458] İbn Manzûr, Lisân, XIV/61-62; Râğıb, Müfredat, s. 40,

[1459] İsrâ: 17/12.

[1460] Âl-i İmrân: 3/41.

[1461] Bkz. Yûnus: 10/92; Yûsuf: 12/105; Nahl: 16/11-13-67-69; Şu'arâ: 26/7-8; Yûnus:10/5-6.

[1462] Âl-i İmrân: 3/97.

[1463] Bakara: 2/158.

[1464] Hac: 22/36.

[1465] İbn Manzûr, Lisân, XIV/61.

[1466] İbn Manzûr, Lisân, XIV/62.

[1467] İbn Manzûr, Lisân, XIV/61.

[1468] Bkz. Yûsuf: 12/7; Şu'arâ: 26/65-67; Neml: 27/50-51; İbrahim: 14/5.

[1469] Şu'arâ: 26/158; Furkân: 25/37; Ankebut: 29/15; Hicr: 15/75, 77.

[1470] İbn Manzûr, Lisân, IV/531.

[1471] Râğıb, Müfredat, s. 41.

[1472] Bakara. 2/145; Araf: 7/133-134.

[1473] Âl-i İmrân: 3/49; Mâide: 5/114.

[1474] Bakara: 2/48; Yûnus: 10/92; Sebe: 34/15; Neml: 27/50-51.

[1475] En'âm: 6/65-97-126.

[1476] En'âm: 6/98.

[1477] Râğıb, Müfredat, s. 40, Razı, Mefâtih, XII (c. 24) 157; Kurtubî, Cami', VII (c. 13) 123.

[1478] Esed, Mesaj, II/752 (56 nolu dipnot)

[1479] Şu'arâ: 26/128.

[1480] İbn Manzûr, Lisân, XIV/61

[1481] Râğıb, Müfredat, s. 40; Ebu'l-Bekâ, Külliyât, s. 219,

[1482] Bkz. Bakara: 2/61-98-106, 118; Âl-İ İmrân: 3/4-7-19.

[1483] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 278-281.

[1484] Adler, İnsan, s. 26.

[1485] Fromm, İnsan, s. 157.

[1486] Malcho, Beden Dili, s. 17.

[1487] Malcho, Beden Dili, s. 17.

[1488] Bkz. Baltaş, Bedenin Dili, s. 12.

[1489] Malcho, Beden Dili, s. 14.

[1490] Malcho, Beden Dili, s. 20-21.

[1491] Baltaş, Bedenin Dili, s. 22.

[1492] Malcho, Beden Dili, s. 24.

[1493] Baltaş, Bedenin Dili, s. 24,

[1494] Baltaş, Bedenin Dili, 5. 24.

[1495] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 281-283.

[1496] Izutsu, Allah, s. 126.

[1497] Izutsu, Allah, s. 139.

[1498] Bkz. Elmalılı, Hak Dînî, 1/341.

[1499] Bakara: 2/45,

[1500] Elmalılı, Hak Dînî, 1/341.

[1501] Kaplan, Kültür, s. 125-126; Terzioğlu, Folklor, s. 21, 22-23.

[1502] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 284-286.

[1503] Ra'd: 13/28.

[1504] Bakara: 2/152.

[1505] Âl-i İmrân: 3/191.

[1506] Bakara: 2/203.

[1507] Nisa: 4/103.

[1508] Bakara: 2/198.

[1509] Bakara: 2/200.

[1510] Enfâl: 8/45.

[1511] Âl-i İmrân: 3/41.

[1512] A'râf: 7/205.

[1513] Kehf: 18/24.

[1514] Müzzemmil: 73/8.

[1515] İnsan: 76/25.

[1516] Nûr: 24/37.

[1517] Ra'd: 13/28.

[1518] Tâhâ: 20/14

[1519] Tâhâ: 20/124.

[1520] Ankebut: 29/36.

[1521] Zuhruf: 43/36.

[1522] Haşr: 59/19.

[1523] Tâhâ: 20/124.

[1524] Tâhâ: 20/124.

[1525] Bkz. Condillac, İnsan, 5. 210.

[1526] Bkz. Şu'arâ: 26/85; A'râf: 7/29; Ankebut: 29/65; Yûnus: 0/22; Beyine: 98/5.

[1527] Bkz. Bakara: 2/45; Âl-i İmrân: 3/199; Enbiyâ: 21/90; Mü'minûn: 23/2.

[1528] İbn Manzûr, Lisân, VII/26-29; Pakalın, M. Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlü­ğü, MEB., İstanbul, 1993, II/38; Wehr, Mu'cem, s. 255.

[1529] İbn Manzûr, Lisan, VNI/71-72; Pakalın, Deyimler, I/859; Wehr, Mu'cem, s. 238.

[1530] Tâhâ: 20/108.

[1531] Kamer: 54/7.

[1532] Kalem: 68/43.

[1533] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 286-289.

[1534] İbn Manzûr, Lisan, VII/42-43.

[1535] Pakalın, Deyimler, 111/8; Türkçe Sözlük, 1/338; Terzioğlu, Folklor, s. 22-23.

[1536] Morgan, Psikoloji, s. 226; Fazla bilgi için bkz. Terzioğlu, Folklor, 5. 18-21.

[1537] Morgan, Psikoloji, s. 226.

[1538] Condillac, İnsan, s. 203.

[1539] Condillac, İnsan, s, 208-9.

[1540] Condillac, İnsan, s. 210; Krş. Kitab-ı Mukaddes, II Samuef, 6/5, 16, 21.

[1541] Bkz. Jotab-ı Mukaddes, Mezmurlar, 149/3; 150/4.

[1542] Condillac, İnsan, s. 210.

[1543] Condillac, İnsan, s. 239.

[1544] Condillac, İnsan, s. 243.

[1545] Baltaş, Bedenin Dili, s. 41

[1546] Bkz. Hucurât: 49/7. Fazla bilgi için bkz. Kutub, Fi Zilâl, VI/3342.

[1547] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 289-293.

[1548] Molcho, Beden Dili, s, 27; Baltaş, Bedenin Dili, s. 11.

[1549] Cüceloğlu, İnsan, s. 98.

[1550] Cüceloğlu, İnsan, s. 99.

[1551] Cüceloğlu, İnsan, s. 103.

[1552] Bkz. Mülk, 67/23; Mü'minûn, 23/78; Secde, 32/9.

[1553] Bkz. Nahl: 16/78; Hac: 22/46.

[1554] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 293-294.

[1555] Secde: 32/7; Mümınun: 23/12.

[1556] İnsan: 76/2.

[1557] Mülk: 67/2.

[1558] İbn Manzûr, Lisân, IV/423-24.

[1559] Buhârî, Teheccüd, 6; Tefsîr Süre, 48; Müslim, Münafıkîn, 79-81; Tirmızî, Salât, 187; Nesâî, Kıyamu'l-Leyl, 17.

[1560] Mülk: 67/23.

[1561] Kutub, Fi Zilâl, VI/3645.

[1562] En’am: 6/103.

[1563] En'âm: 6/46.

[1564] Elmalılı, Hak Dînî, Ih/2016; Kutub, Fi Zilâl, VI/3645-46.

[1565] Fussılet: 41/53,

[1566] Kutub, Fi Zilâl,  V/3130,

[1567] Kütub, Fi Zilâl,  V/3131,

[1568] Yûnus: 10/31.

[1569] Fussilet: 4;/53; Zâriyât: 51/21.

[1570] Fazla bilgi için bkz. Condıllac, İnsan, s. 45-64.

[1571] En'âm: 6/103.

[1572] Ğâfir: 40/19.

[1573] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 294-298.

[1574] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 298.

[1575] Mülk: 67/23; Muminun: 23/78, Secde: 32/9

[1576] En'âm: 6/46.

[1577] Ayrıca bkz. Yâsin: 36/9, 66; Bakara: 2/7, 20; Nahl: 16/108; Kamer: 54/37; Me'âric: 70/44; Muhammed: 47/23; En'âm: 6/109-110.

[1578] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 298-299.

[1579] Nahl: 16/78.

[1580] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 299.

[1581] Beled: 90/8-10.

[1582] Bkz. Şems: 91/8.

[1583] Bkz. İnsan: 76/2-3.

[1584] Bkz. En'âm: 6/104.

[1585] Hac: 22/46.

[1586] A'râf: 7/179.

[1587] Bkz. A'râf: 7/203.

[1588] Elmalılt, Hak Dînî, III/2017-18.

[1589] Ğâşiye: 88/17-20.

[1590] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 299-300.

[1591] Nahl: 16/6.

[1592] Âl-i İmrân: 3/170-171.

[1593] Bkz. Zuhruf: 43/71; Fussilet: 41/31; Enbıya: 21/102; Nahl:16/57; Sebe: 34/54.

[1594] Bkz. Saffât:37/48.

[1595] Bkz. Kasas: 28/9, 13; Meryem: 19/26; Tâhâ: 20/40; Furkân: 25/74.

[1596] Bkz. Kâf: 50/7.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 301.

[1597] Bkz. Hûd: 11/37; Mü'minun: 23/27; Tûr: 52/48; Kamer: 54/14.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 301.

[1598] En'âm: 6/104.

[1599] Hac: 22/46.

[1600] En'âm: 6/104.

[1601] Elmalılı, Hak Dînî, IV/2019.

[1602] Nisa: 4/1.

[1603] Ahzâb: 33/52.

[1604] İsrâ: 17/36.

[1605] Kutub, Fi Zilâl, IV/2227.

[1606] Bkz. Hucurât: 49/12, Buhârî, Vesaya, 18; Müslim, Birr, 28; Tirınizî, Birr, 56; Muvatta, Husmül-Halk, 15.

[1607] Enfâl: 8/21.

[1608] Ğâfir: 40/19.

[1609] Nur: 24/30-31.

[1610] Enfâl: 8/21-22.

[1611] Bakara: 2/44, 76; Âl-i İmrân: 3/65; En'âm: 6/32; A'râf: 7/1 69.

[1612] En’am: 6/50; Ra'd, 13/16.

[1613] Hûd: 11/24.

[1614] Fâtır: 35/19-22.

[1615] Buhârî, ilim, 39; Müslim, Musakat, 107; İbn Mâce, Fiten, 14; Dârimî Büyü 1; Ahmed IV/27.

[1616] Müslim, Bir; 32, 33; İbn Mâce, Zühd 9; Ahmed, II/285.

[1617] Bakara: 2/225; Ayrıca bkz. Isra: 17/36; Bakara: 2/283.

[1618] Ahzâb: 33/5.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 301-304.

[1619] Gazâlî, Ebû Hamid, Mubammed b. Muharnmed, İhyâ-u Ulûmid-Din, Kahire, ts. III/3; Krş. Türkçe Sözlük, 11/771.

[1620] Elmalı, Hak Dînî, i/210; Erzurumlu, Marifetnâme, s. 202-203

[1621] Elmalılı, Hak Dînî, 1/211; Kalbe gelen düşünceler hak. bilgi me, s. 347-349.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 304-305.

[1622] Gazâlî. İhya, IH/180; Elmalın, Hak Dînî, VIII/5856

[1623] Bkz. Fecr: 89/27-28.

[1624] Bkz. Kıyâme: 75/2.

[1625] Gazâlî, İhya, III/4; Fazla bilgi için Bkz. Erzurumlu, Marifetnâme, s. 203-204.

[1626] Bkz. Yûsuf: 12/53.

[1627] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 305.

[1628] Bkz: On Manzûr, Lisân, XI/458-59; Wehr, Mu'cem, s. 630; Gazâlî, ihya, III/4; Erzurumlu, Ma­rifetnâme, s. 207; Elmalılı. Hak Dînî, 1/566-68.

[1629] Gszâlî, İhya, a.y. ; İbn Manzûr, Lisân, ay.

[1630] Gazâlî, İhya, III/5.

[1631] Gazâlî, İhya, a.y. Kars. Araf: 7/179.

[1632] Gazâlî, ihya, III/5; Erzurumlu, Marifetnâme, s. 167.

[1633] Gazâlî, İhya, İli/6; Erzurumlu, Marifetnâme, s. 202-203.

[1634] Gazan, ihya, III/5; Erzurumlu, Marifetnâme. ay.

[1635] Gazâlî, İhya, IH/6; Erzurumlu, Marifetnâme, s. "67.

[1636] Gazâlî, jhyâ. ay; Erzurumlu, Marifetnâme, s. 223.

[1637] Gazâlî, İhya. a.y. , Akıl, zihin, muhayyile, teemmül, hafıza hakkında geniş bilgi için bkz. Condıllac, insan, s. 46-124.

[1638] Câsiye: 45/23. 23

[1639] Gazâlî İhya, III/7-8.

[1640] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 305-308.

[1641] Zümer: 39/23; Şems: 91/60.

[1642] Müslim, Kader, 21; Ahmed, II/329, 343.

[1643] Fetih: 48/4-18.

[1644] Buhârî, Rikâk, 35; Müslim, İmân, 230; Tirmizî, Fiten, 17; İbn Mâce, Fitin, 27; Ahmed, V/383.

[1645] Sebe: 34/23; Haşr: 59/2; Hac: 22/35; Enfâl: 8/2; Ahzâb: 33/26.

[1646] Hûd: 11/120; Buhârî, imân, 3; Tevhîd, 2; Tirmizî, Nüzür, 13; Nesâî, İmân, 1, 2; İbn Mâce, Keffaret, 1; Muvatta, Nüzur, 15.

[1647] A'râf: 7/179; Hac: 22/46; Muhammed: 47/24.

[1648] Tür: 49/7; Ahmed, II/325; Müslim, Birr, 158.

[1649] Âl-i İmrân: 3/14.

[1650] Ahzâb: 33/8; Buhârî, İlim, 49; Tirmizî, Fezailu'l-Cihat, 19; İbn Mâce, Cihâd, 15; Ahmed, IV/16; V/413.

[1651] 58/22 Buhârî Tevhîd, 32, Tirmizî, Cehennem 10; Nesâî, İmân, 18; İbn Mâce, Mukaddime, 9; Ahmed, 11/256; Müslim,, imân, 148, 200; Ebû Dâvûd, Libâs 26; Tirmizî, Birr, 61.

[1652] Tûr: 49/3; Hac: 22/32; İbn Mâce, Zühd, 30; Ahmed, V/71, 160.

[1653] Hac: 22/54; R’ad: 13/28; Ahmed, II/28, 29. IV, 94, 228, Tırmizî, De'avat, 68, 114; Müslim, De'avat 73, Ebû Dâvûd, Vitr, 32; Nesâî, isti'are, 2, 13, 18, İbn Mâce, Mukaddime, 23;

[1654] En'âm, 6/104; 22/46; Müslim, İmân, 284; Tirmizî, Tefsîr, Süre, 53/6; Ahmed, 1/222.

[1655] En’am: 6/25; Buhârî, İmân, 13.

[1656] Bakara: 2/250; Tirmizî, Zühd, 60.

[1657] Buhârî, İlim, 37, Müslim, Zühd 78; Nesâî Taharet, 107; İbn Mâce, Hudûd, 36; H/16; Müslim, Lukata, 16; Tirmizî, Edeb 76; Ahmed, II/403, II, 77.

[1658] A'râf: 7/150, 154; Tirmizî, Fitin, 26.

[1659] Hadid: 57/27; Buhârî, Edeb, 18; Tirmizî, De'avat, 30; Buhârî, Cenâiz, 33; imân, 9; Müslim, Cenâiz, 11; Nesâî, Cenâiz 22; Ahmed, II/204, 206.

[1660] Enfâl: 8/63; Al-i İmran: 3/103; Ebû Dâvûd, Salât, 93, 178; Ahmed, III/104; IV/276.

[1661] Ahmed, IV/278.

[1662] A’râf: 7/29; Buhârî, İlim, 33; Ahmed, V/147; Müslim, Salât, 12.

[1663] Bakara: 2/97; Şu'arâ: 26/193-94.

[1664] Kâf: 50/37.

[1665] Bakara: 2/225.

[1666] Hac: 22/37.

[1667] Râzî, Mefâtih, XII (c. 24) 166.

[1668] Hucurât: 49/3.

[1669] Âdiyât: 100/10.

[1670] Mülk: 67/10.

[1671] Râzî, Mefâtih a.y.

[1672] İsrâ: 17/36.

[1673] Ğâfir: 40/19.

[1674] Tabâtabâî, MîZân, VIII (c. 15) 317.

[1675] Buhârî, ilim, 39.

[1676] Bakara: 2/10.

[1677] Bakara. 2/7.

[1678] Buhârî, Cenâiz, 92; Ebû Dâvûd, Sünnet, 17; Tirmizî, Kader, 5; Muvatta, Cenâiz, 52.

[1679] Elmalıl'ı, Hak Dînî, 1/215.

[1680] Beled: 90/8-10.

[1681] Elmalılı, Hak Dînî, VIII/5839.

[1682] Şems: 91/8.

[1683] Elmalılı, Hak Dînî, Vlll/5858.

[1684] Ahmed: IV/194/228.

[1685] Şu'arâ: 26/89.

[1686] Râzî, Mefâtih, XII (c. 24)150.

[1687] Elmalılı, Hak Dînî, VI/40/60

[1688] Râzî, Mefâtih, XII (t 24) 151.

[1689] Kaaf: 50/33.

[1690] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 308-312.

[1691] Râğıb, Müfredat, s. 707; İbn Marızûr, Lisan, VII/231.

[1692] Râğıb, Müfredat, a.y. ; İbn Manzûr, Lisân, VII/232.

[1693] İbn. Manzûr, Lisân, a.y.

[1694] Bakara: 2/7.

[1695] Münâfikûn, 63/3.

[1696] İbn. Manzûr, Lisân, XI1/1 63-165.

[1697] Muhammed: 47/24.

[1698] Muttaffıfîn: 83/14.

[1699] İbn, Manzûr, Lisan, XII/463.

[1700] Râzî, Mefâtih, I (c. 2) 56.

[1701] Muttaffifîn: 83/14.

[1702] Tirmizî, Tefsîr süre, 83/1; İbn Mâce, Zühd, 29; Muvatta, Kelam, 18; Ahmed  ü/297

[1703] Râzî, Mefâtih, XII (c. 24) 167.

[1704] "Kalbin kötü Halleri" için Bkz. Gazâlî, İhya, V/21-22.

[1705] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 312-314.

[1706] Mümin: 40/35; Müslim, İmân, 147; Ebû Dâvûd, Libâs 26; İbn Mâce, Zühd, 16; Ahmed, II/164.

[1707] Nahl: 16/22; Müslim, imân, 63; Ebû Dâvûd, Sünnet, 27.

[1708] Bakara: 2/264.

[1709] Haşr: 59/10.

[1710] Nesâî, Cihâd, 8.

[1711] Âl-i İmrân: 3/118.

[1712] Muhammed: 47/29.

[1713] Tirmizî, Fiten, 26.

[1714] Ahmed, II/256.

[1715] Nisa: 4/54.

[1716] Nahl: 16/104; Hucurât: 49/7.

[1717] En'âm: 6/125.

[1718] Fetih: 48/26.

[1719] Hucurât: 49/7

[1720] Muttaffifîn: 83/14

[1721] Tevbe: 9/77; Bakara: 2/10.

[1722] Hucurât: 49/7

[1723] En'âm: 6/36, 122.

[1724] Bakara: 2/74; Mâide: 5/13; En'âm: 6/43.

[1725] Âl-i İmrân: 3/7-8.

[1726] Tevbe: 9/127.

[1727] Âl-i İmrân: 3/118.

[1728] Tevbe: 9/45, 110.

[1729] Tevbe: 9/15.

[1730] Bakara: 2/1.5,

[1731] Hac: 22/37.

[1732] Muhammed: 47/20.

[1733] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 314-316.

[1734] Türkçe Sözlük, 1/147.

[1735] Bkz. Bakara: 2/196; Mâide: 5/6; Yûsuf: 12/36-41; A'râf: 7/150; Fetih: 48/27; Tâhâ: 20/94; Hac: 22/19; Saffât: 37/65; Duhân: 44/48.

[1736] İbrahim: 14/43; İsrâ: 17/51; Meryem. 19/4; Enbiyâ: 21/65; Secde: 32/12, Munafıkun: 63/5.

[1737] Bakara: 2/279.

[1738] Schober, Beden Dili, s. 61.

[1739] Baltaş, Bedenin Dili, s. 39-47.

[1740] Baltaş, Bedenin Dili, s. 50.

[1741] Baltaş, Bedenin Dili, s. 51.

[1742] Pease, Beden Difi, s. 105.

[1743] Bkz. Cooper, Sözsüz, s. 97-98; Pease, Beden Dili, s. 105-107; Schober, Beden Dili, s. 61-62.

[1744] Bkz. Cooper, Sözsüz, ay; Pease, Beden Dili, a.y.

[1745] Baltaş, Bedenin Dili, s. 37.

[1746] Bkz. Pease, Beden Dili, 22-23 (Robert L. VViteside'nin "Yüz Dili" Kitabından)

[1747] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 316-318.

[1748] Meryem:1 9/4-6.

[1749] İbn Manzûr, Lisân, XI/353-54.

[1750] Kutub, Fi Zilâl, IV, 2302.

[1751] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 319.

[1752] Munafıkun: 63/5.

[1753] İbn Manzûr, Lisân, XV/263-64.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 320.

[1754] İbrahim: 14/43.

[1755] Râzî, Mefâtih, X (c. 19) 144.

[1756] İbn Manzûr, Lisân, VII/299.

[1757] Kurtubî, Cami', V (c. 9) 377.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 320.

[1758] İsra: 17/51.

[1759] Bkz. İbn Manzur, Lisan, VII/238-39;

[1760] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 321.

[1761] Ragıb, Müfredat, s. 771; İbn Manzûr, Lisân, VI/241.

[1762] Yâsîn: 36/68.

[1763] Enbiyâ: 21/65.

[1764] İbn Manzûr, Lisân, a.y.

[1765] Bkz. Enbiyâ: 21/57-65.

[1766] Secde: 32/12.

[1767] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 321-322.

[1768] İbn Manzûr, Lisan Xll/312; Râğıb, Müfredat, s. 365.

[1769] Bakara: 2/273.

[1770] Araf: 7/46.

[1771] A'râf: 7/48.

[1772] Muhammed: 47/30.

[1773] Fetih: 48/29.

[1774] Rahman: 55/41.

[1775] Razî, Mefâtih, IV (c. 7) 87; Kurtubî, Cami', II (c. 3) 342.

[1776] Zümer: 39/.

[1777] Al-i İmrân: 3/106.

[1778] Râzî, Mefâtih, XII (c. 29) 120; Kurtubî, Câmİ', IX (c. 17) 175.

[1779] Ebû Hayyân, Bahr, VIII/196.

[1780] Bkz. Schober, Beden Dili, s. 38-41.

[1781] Kehf: 18/29.

[1782] Furkân: 25/34; Neml: 27/90.

[1783] Kamer: 54/48.

[1784] İbrahim: 14/50.

[1785] Mülk: 67/22.

[1786] İsrâ: 17/97.

[1787] Nisa: 4/47.

[1788] Yûnus: 10/27-28.

[1789] Âl-i İmrân: 3/106.

[1790] Tahâ: 20/111.

[1791] Râğıb, Müfredat, s. 807-8; İbn Manzûr, Lisân, XIII/554-558.

[1792] Bakara: 2/112-115; Rahman: 55/27; Kasas: 28/88; Rûm: 30/30-43; Nisa: 4/125, Hac: 22/11; Lokman: 31/22; Zümer: 39/24; Âl-i İmrân: 3/20; En'âm: 6/79, A'râf: 7/29; İsrâ: 17/7; Ahzâb: 33/66; Fetih: 48/29.

[1793] Bakara: 2/272; Rûm: 30/38-39; Yûsuf: 12/9; Ra'd: 13/22; İnsan: 76/9.

[1794] Bakara: 144, 149-50-177; Yûsuf: 12/96; Nisa: 4/43; Mâide: 5/6; Enfâl: 8/50, Muhammed: 47/27.

[1795] Âl-i İmrân: 3/106-7; Ankebût: 75/22-23; Abese: 80/38-39, Gafir: 40/42; Ğaşiye: 88/8; Muttaffifîn: 83/24.

[1796] Âl-i İmrân: 106; Yûnus: 10/26-27, Nahl: 16/58; Zümer: 39/60; Zuhruf: 43/17; Kıyamet: 75/24-25.

[1797] Ğâşiye: 88/2.

[1798] Tâhâ: 20/111.

[1799] Mülk. 67/27.

[1800] Hac: 22/72.

[1801] Bakara: 2/273.

[1802] Morgan, Psikoloji, s. 233.

[1803] İnsan: 76/10-11; Muttaffifîn: 83/24; Kıyamet: 75/22; Abese: 80/38-39.

[1804] Hac: 22/72; Muddessir: 74/22-23.

[1805] Hac: 22/11; Zuhruf. 43/17; Zümer: 39/60; Mülk: 67/27; Ğâşiye: 88/2; Yunus: 10/27; Nahl: 16/58.

[1806] Fetih: 48/29.

[1807] İsrâ: 17/28.

[1808] Baltaş, Bedenin Dili, s. 46-47; Schober, Beden Dili, s. 34-35.

[1809] Pease, Beden Dili, s. 13-14.

[1810] Pease, Beden Dili, s. 12; Baltaş, Bedenin Dili, 5. 47, Âl-i İmrân: 3/2; Yûnus: 10/27; Nahl: 16/58.

[1811] Pease, Beden Dili, a.y.

[1812] Cooper, Sözsüz, s. 103.       

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 322-327.                                                                                              

[1813] İbn Manzûr, Lisân, III/204-206. Alak, 96/19; Yusuf, 12/100. Bkz. Bakara: 2/34 A’raf: 7/206; Ra'd: 13/15; Nahl: 16/89; İsra. 17/107; Meryem: 19/58; Hacc: 22/18; Furkan: 25/60, 27/25; Secde: 32/15; Sâd. 38/24; Fussilet: 41/37; Necm: 53/63; İnşikak: 84/21.

[1814] İbn Manzûr, Lisân, Vlll/483; Râğıb, Müfredat, s. 120.

[1815] Türkçe Sözlük, 1/51.

[1816] Cooper, Sözsüz, s. 103; Schober, Beden Dili, 5. 21.

[1817] Baltaş, Bedenin Dili, s. 48.

[1818] Tevbe: 9/35.

[1819] Râzî, Mefâtih, VIII (c. 16) 50; Kurtubî, Cami', IV fc. 8) 129.

[1820] Müddessir: 74/16-23; Nâzi'ât: 79/22; İsrâ: 17/46.

[1821] Me'âric: 70/17-18.

[1822] Al-i İmrân: 3/111.

[1823] Kurtubî, Cami', VIII (e, 16) 293.

[1824] Fetih: 48/29.

[1825] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 327-329.

[1826] Cooper, Sözsüz, s. 104; Schober, Beden Dili, s. 41.

[1827] Bkz. Schober, Beden Dili, s. 45-46.

[1828] Râğıb, Müfredat, s. 60; İbn Manzûr, Lisân, IV/57-58.

[1829] Râğıb, Müfredat, s, 480; İbn Manzûr, Lisan, VI/128-29.

[1830] Müddessir: 74/11-25.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 329-330.

[1831] Kara, "Beden Dili", s. 439.

[1832] Câhız, Beyân, 1/78.

[1833] Câhız, Beyân, a.y.

[1834] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 330-331.

[1835] İbn Manzûr, Lisân, Xlll/301, 305-305; Râğıb, Müfredat, 5. 521-30

[1836] İbn Manzûr, Lisan, XIN/301; Râğıb, Müfredat, s, 530.

[1837] Âl-i İmrân: 3/13; Mâide: 5/45; Yûsuf: 12/84; Beled: 30/8.

[1838] Kasas:28/9; Meryem: 19/26; Tâhâ: 20/40; Kasas,: 28/13.

[1839] Bakara: 2/60; A'râf: 7/160; İnsan: 86/6, 18; Kasas: 54/12.

[1840] Tâhâ: 20/39; Hûd: 11/37; Mü'minûn: 23/37; Tûr: 52/48.

[1841] Enbiyâ: 21/61.

[1842] Âl-i İmran: 3/13.

[1843] Kasas: 28/9-13; Meryem: 19/26; Tâhâ: 20/40.

[1844] Kalem: 68/51.

[1845] Şûra, 42/45.

[1846] Kehf, 28/18.

[1847] Tâhâ, 20/131.

[1848] Hicr 15/88.

[1849] Tâhâ, 20/39; Hûd, 11/373; Tûr, 52/48; Kamer, 54/14.

[1850] A'râf, 7/116.

[1851] Ğâfir, 40/19.

[1852] Enfâl, 8/44.

[1853] Kahf: 18/101.

[1854] Ahzab: 33/19.

[1855] Saffât: 37/48.

[1856] Zuhruf: 43/71.

[1857] Kara, "Beden Dili", s. 439-440.

[1858] Fazla bilgi için bkz. Aksan, Dil, 111/35-37.

[1859] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 331-333.

[1860] İbn Manzûr, Lisan, V/21 5-220; Râğıb, Müfredat, s. 758-59.

[1861] Yûnus: 10/101; Ğâşiye: 88/17; Saffât: 37/88; A'râf: 7/185.

[1862] Âl-i İmrân: 3/77; Müslim, Birr, 32; İbn Mâce, Zühd, 9; Ahmed

[1863] Hadîd: 57/13; Zuhruf: 43/66; Yûnus: 10/14; Neml: 27/17.

[1864] A'râf: 7/14; Hicr: 15/36; Sâd: 38/79.

[1865] Bakara: 2/50-55; Vâkı'a: 56/84.

[1866] Bakara: 2/46-104; Âl-i İmrân: 3/77.

[1867] Saffât: 37/88.

[1868] Şûra: 42/45.

[1869] Bakara: 2/55.

[1870] Tevbe,: 9/127; Muddessir: 74/21; Bakara: 2/259; A'râf: 7/143.

[1871] A'râf: 7/129; Neml: 27/27; Hac: 22/15; Kehf: 18/19.

[1872] Şûra: 42/45.

[1873] Muhammed: 47/20.

[1874] Saffât: 37/88.

[1875] Âl-i İmrân: 3/77.

[1876] Bakara: 2/104.

[1877] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 333-334.

[1878] İbn Manzûr, Lisân, XIV/291.

[1879] İbn Manzûr, Lisân, XIV/295-97.

[1880] Bkz. En'âm: 6/86-88; Yusuf: 12/24, 28; A'râf: 28/11,

[1881] En'âm, 6/46, 47; Yûnus, 10/50, 59; Hûd, 11/28, 63, 88.

[1882] Yûsuf: 12/5-43-100; İsrâ: 17/60; Saffât: 37/105; Fetih: 48/27.

[1883] Nisa: 4/44.

[1884] Bakara: 2/243.

[1885] Nisa:4/105.

[1886] Bakara.2/264; Nisa: 4/38-142; Enfâl: 8/47.

[1887] İbn Manzûr, Lisan, XIV/301.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 334.

[1888] Tâhâ: 20/96.

[1889] Kıyâme: 75/14.

[1890] İbn Manzûr, Lisân, IV/64-66.

[1891] İbn Manzûr, Lisan, IV/65-66

[1892] İbn Manzûr, Lisân, V/218.

[1893] Râğıb, Müfredat, s. 63; İbn Manzûr, Lisan, IV/65.

[1894] Elmalılı, Hak Dînî, 111/2018.

[1895] En'âm: 6/104 (Elmalılı, Hak Dînî, ILI/2013-19'dan)

[1896] Hac: 22/46.

[1897] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 334-335.

[1898] Pease, Beden Dili, s. 118.

[1899] Bkz. Türkçe Sözlük, s. 568-573.

[1900] Pease, Beden Dili, ay; Schober, Beden Dili, s. 56-57.

[1901] Pease, Beden Dili, s  118-19; Cooper, Sözsüz, s. 106.

[1902] Pease, Beden Dili, s. 119.

[1903] Cooper, Sözsüz, 106-107; Schober, Beden Dili, s. 56.

[1904] Cooper, Sözsüz, s. 107; Schober, Beden Dili, s. 54-55.

[1905] Pease, Beden Dili, s. 120; Schober, Beden Dilİ, s, 53.

[1906] Cooper, Sözsüz, 5. 108; Schober, Beden Dili, s. 53.

[1907] Pease, Beden Dili, s. 121.

[1908] Pease, Beden Dili, s. 121.

[1909] Pease, Beden Dili, s. 121

[1910] Pease, Beden Dili, s. 123: Schober, Beden Dili, s. 56-57.

[1911] Cüceloğlu, İnsan, s. 272.

[1912] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 336-338.

[1913] Câhız, Beyân, 1/79.

[1914] Câhız, Beyân, a.y.

[1915] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 338-339.

[1916] Molcho, Beden Dili, 5. 147; Schober, Beden Dili, s. 56.

[1917] Pease, Beden Dili, s. 123.

[1918] Muhammed: 47/20.

[1919] Kutub, Fi Zilâl, Vl/3296.

[1920] Ahzâb: 33/19.

[1921] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 339-340.

[1922] Kara, "Beden Dili", s. 440.

[1923] Ahzâb: 33/10.

[1924] Enbiyâ:21/97.

[1925] Me'âric: 70/4; Kamer: 54/7.

[1926] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 340-341.

[1927] İbn Manzûr, Lisân, V/86-87.

[1928] Meryem: 19/26.

[1929] Tâhâ: 20/40; Kasas: 28/13.

[1930] Kasas: 28/9.

[1931] Secde: 32/17; Zuhruf: 43/71.

[1932] Furkân: 25/74.

[1933] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 341-342.

[1934] Kara, "Beden Dili", s. 440.

[1935] Râzî, Mefâtih, XIV (c. 27), 182.

[1936] Şûra: 42/45.

[1937] Kurtubî, Cami', VIII (c. 8), 45.

[1938] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 342-343.

[1939] Kara, "Beden Dili", s. 440.

[1940] İbn Manzûr, Lisân, V/98-99; Kurtubî, Câmi', VIII (c. 15), 80.

[1941] Saffât: 37/48.

[1942] Saf: 38/52.

[1943] Rahman: 55/56.

[1944] Rahman: 55/72.

[1945] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 343-344.

[1946] Hicr: 15/88.

[1947] Tâhâ. 20/131.

[1948] İbn Manzûr, Lisan, IH/396-97; karşılaştırınız: Schober, s. 53.

[1949] Râzi, Mefâtih, X (c 19), 215.

[1950] Kurtubî, Cami', V (c. 10), 56; Râzî, Mefâtih, XI (c. 22), 135.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 344-345.

[1951] Kara, "Beden Dili", s. 440.

[1952] Kehf: 18/28.

[1953] İbn Manzûr, Lisan, XV/34.

[1954] Râzî, Mefâtih, XI (c. 21), 116; Kurtubî, Cami', V (c. 10), 390.

[1955] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 345-346.

[1956] Kara, "Beden Dili", s. 440.

[1957] Kutub, Fi Zilâl, II/962.

[1958] Mâide: 5/83.

[1959] Tevbe: 9/92.

[1960] Râzî, Mefâtih, VIII (c. 16), 162.

[1961] İbn Manzûr, Lisan, VII/210-11.

[1962] Yûsuf: 12/16.

[1963] Kurtubî, Cami', IV (c. 8)229.

[1964] İbn Kesîr, Tefsîr, II/85; Râzî, Mefâtih, VI/72.

[1965] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 346-347.

[1966] Kara, "Beden Dili", s. 440.

[1967] Türkçe Sözlük, I/573.

[1968] Bkz. Hûd: 11/25-36.

[1969] Hûd: 11/37.

[1970] Müminun: 23/27.

[1971] Râzî, Mefâtih, IX (c. 17) 231.

[1972] Razı, Mefâtih, a.y.

[1973] Râzi, Mefâtih, a.y.

[1974] Kamer: 54/14.

[1975] Tur: 52/48.

[1976] Taha: 20/39.

[1977] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 347-350.

[1978] Kara, Beden Dili, s. 440.

[1979] Türkçe Sözlük, ü/1074.

[1980] Elmalınlı, Hak Dînî, VIII/5305.

[1981] Râzî, Mefâtih, XV (c. 30) 100; Kuftubî, Cami', IX (c. 18) 255; Elmalılı, Hak Dînî, a.y.

[1982] Buhâri, Tıb, 36; Libâs, 86; Müslim, Selâm, 41, 42; Ebû Dâvûd Tıb, 15; Tirmızi, Tıb, 19; Muvatta, Ayn, 1; Ahmed, 1/274, 294.

[1983] Râzî, Mefâtih, a.y.

[1984] Elmalılı, Hak Dînî, a.y.

[1985] Tabâtabâî, Mîzân, X (c. 19) 388.

[1986] Kalem: 68/51.

[1987] Kurtubî, Cami', IX (c. 18) 254; Elmalılı, Hak Dînî, /5305; Tabâtabâî, Mîzân, X (c. 19), 255.

[1988] İbn Manzûr, Lisân, X/144-45.

[1989] Râzî, Mefâtih, XV (c 30) 100; Kurtubî, Cami', IX (c. 18).

[1990] Buhârî, Tıb, 35; Müslim, Selâm, 58.

[1991] Buhârî, Tıb, 35, 36; Ttrmizî, Tıb, 17; İbn Mâce, Tıb, 12; Müslim, Tıb, 42.

[1992] Miras, Tecrid, XII/90.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 350-352.

[1993] Mülk: 67/4.

[1994] İbn Manzûr, Lisân, I/65.

[1995] İbn Manzûr, Lisan, IV/187-190.

[1996] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 352-354.

[1997] Kara, Beden Dili; s. 440.

[1998] Lokman: 31/16.

[1999] Mü'min: 40/19.

[2000] Zamahşerî, Keşşaf, III/421.

[2001] İbn Kesir, Tefsîr, IV/75.

[2002] Kurtubî, Cami', VIII (c. 15), 303.

[2003] Kurtubî, Cami', a.y.

[2004] Müslim, Edeb, 45; Tirmizî, Edeb, 28; Ebû Dâvûd, Nikâh, 43; Ahmed, IV, 258.

[2005] Ebû Dâvûd, Cihâd, 117; Hudûd, 1.

[2006] Câhız, Beyân, 11/79.

[2007] Cüceloğlu, İnsan, s. 272.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 354-356.

[2008] Molcho, Beden Dili, s. 152-53; Shcober, Beden Dili, s. 49.

[2009] Cooper, Sözsüz, s. 109.

[2010] Schober, Beden Dili, s. 49-50.

[2011] Tevbe: 9/8.

[2012] Râzî, Mefâtih, VIll (c. 15), 239.

[2013] İbrahim: 14/9.

[2014] Râğıb, Müfredat, s. 28; İbn Manzûr, Lisan, VII/188.

[2015] Âl-i İmrân: 3/118.

[2016] Kurtubî, Cami', III (C. : 4) 180-181.

[2017] Nahl: 16/116,

[2018] İbn Manzûr, Lisan, XV/263.

[2019] Ahzâb: 33/19.

[2020] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 356-357.

[2021] Türkçe Sözlük, I/24.

[2022] Türkçe Sözlük, I/409.

[2023] Türkçe Sözlük, I/374.

[2024] Ra'd: 13/14.

[2025] Nûr: 24/15; Ahzâb: 33/4; Âl-i İmrân: 3/118-167; Mâide, 5/4; Tevbe: 9/8-30-32; İbrahim: 14/5; Kehf: 18/5; Yâsîn: 36/65; Saff: 61/8.

[2026] Ra'd: 13/14.

[2027] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 357-358.

[2028] İbn Manzûr, Lisan, XIV/323.

[2029] Tevbe: 9/8.

[2030] Râzî, Mefâtih, VIII (c. 15), 239.

[2031] Râğıb, Müfredat, s. 572.

[2032] Heyet, Türkçe Sözlük, 1/24-25.

[2033] Schober, Beden Dili, s. 27.

[2034] Schober, Beden Dili, s. 28-9.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 358-359.

[2035] İbrahim: 14/9.

[2036] Kurtubî, Câmi', V (c. 9), 345.

[2037] Râğıb, Müfredat, s. 28; İbn Manzûr, Lisân, VI1/1SS.

[2038] Râğ(b, Müfredat, a.y. ; Kurtubî, Cami', V (c. 9) 345-6.

[2039] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 359-360.

[2040] İbn Kesîr, Tefsîr, 1/398.

[2041] Âl-i İmrân: 3/118.

[2042] Al-i İmrân: 3/119-120.

[2043] Kurtubî, Cami', II (c. 4) 180-181.

[2044] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 360-361.

[2045] Bkz. Beled: 90/9.

[2046] Bkz. Beled: 90/5-7.

[2047] Beled: 90/8-10.

[2048] Başka örnek için Bkz. Mâide, 5/78; İbrahim: 14/4; Meryem: 19/97; Ahzâb: 33/19; Rûm: 30/15; Nahl: 16/62.

[2049] Nahl: 16/116.

[2050] Nûr: 24/15.

[2051] Kâf: 50/18.

[2052] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 361-362.

[2053] Bkz Türkçe Sözlük, H/336.

[2054] Âl-i İmrân: 3/78; Ayrıca Bkz. Nisa: 4/46; Nahl: 16/116.

[2055] İbn Manzûr, Lisân, XV/263.

[2056] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 362-363.

[2057] Ahzâb: 33/18-19.

[2058] Kurtubî, Cami', VII (c. 14) 154.

[2059] İbn Manzûr, Lisan, XIII/385-86.

[2060] Türkçe Sözlük, I/376.

[2061] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 363-364.

[2062] Mumtehine: 60/1.

[2063] Mumtehine: 60/2.

[2064] Râğıb, Müfredat, s. 60-61; İbn Manzûr, Lisân, VII/269-270.

[2065] Türkçe Sözlük, i/376.

[2066] Râğıb, Müfredat, a.y.

[2067] Kurtubî, Cami', IX, (c. 18), 55.

[2068] Türkçe Sözlük, I/374.

[2069] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 364.

[2070] Türkçe Sözlük, 1/375-76.

[2071] Nûr: 24/15-19.

[2072] İbn Manzûr, lisân, XV/253-256.

[2073] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 365.

[2074] Morgan, Psikoloji, s. 23; Schober, Beden Dili, s. 28-29.

[2075] Morgan, Psikoloji, a.y.

[2076] Schober, Beden Dili, s. 29.

[2077] Cooper, Sözsüz, s. 210.

[2078] Schober, Beden Dili, s. 28-29.

[2079] Cooper, Sözsüz, s. 216-221.

[2080] Cooper, Sözsüz, s. 227.

[2081] Schober, Beden Dili, s. 78-79.

[2082] Schober, Beden Dili, s. 82.

[2083] Bkz. Schober, Beden Dili, s. 85-87.

[2084] Bkz. Schober, Beden Dili, s. 86-87.

[2085] Zamahşerî, Keşşaf, I/500.

[2086] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 366-368.

[2087] Lokman: 31/6.

[2088] Râğıb, Müfredat s. 688; İbn Manzûr, Lisân, XV/259; Ebu'l-Bekâ, Külliyât, s. 778, 799.

[2089] İbn Manzûr, Lisan, XV/259; Elmalılı, Hak Dînî, VI/3838.

[2090] Fâtır: 35/15.

[2091] İbrahim: 14/24, 26.

[2092] Hucurât: 49/4.

[2093] Hucurât: 49/6.

[2094] Hucurât: 49/11; Tevbe: 9/58, 79.

[2095] Bakara: 2/83.

[2096] Bkz. Nisâ: 4/8.

[2097] Bkz. İsrâ: 17/28.

[2098] Bkz. Ahzâb: 33/70.

[2099] Bkz. Hac: 22/24.

[2100] Bkz. Hucurât: 49/12.

[2101] Bkz. Hakka: 69/44-45; Hac: 22/30.

[2102] Bkz. Ahzâb: 33/32.

[2103] Bkz. Nisa: 4/148.

[2104] Bkz. Âl-i İmrân: 3/78.

[2105] Bkz. Mumtehine: 60/2.

[2106] Fetih: 48/11.

[2107] Bkz. Hümeze: 104/1.

[2108] Bkz. En'âm: 6/112-113.

[2109] Bkz. İsrâ: 17/40.

[2110] Bkz. Kâf: 50/18.

[2111] Bkz. Tâhâ. 20/44.

[2112] Bkz. Nisâ: 4/5.

[2113] Bkz. Furkân: 25/63.

[2114] Bkz. Nisa: 4/5; Tâhâ: 20/44.

[2115] Bkz. Nisa: 4/9.

[2116] Bkz. İsrâ: 17/23.

[2117] Bkz. İsrâ: 17/40.

[2118] Sâf: 61/2-3.

[2119] Hucurât: 49/12.

[2120] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 368-370.

[2121] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 370.

[2122] Hucurât: 49/2-3.

[2123] İsrâ: 20/23.

[2124] Bkz. Zamahşerî, Keşşaf, IH/79; Krş. Nûr: 24/63; Âlûsî, Şihâbuddin, Ruhu'i-Me'ânî, Beyrut, ts. XXVI/137.

[2125] Bkz. Âlûsî, Ruh, XXVI/137.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 370-371.

[2126] Lokman: 31/19.

[2127] Hucurât: 49/4.

[2128] Hucurât: 49/2.

[2129] Hucurât: 49/3

[2130] Hucurât: 49/5.

[2131] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 371.

[2132] İbn Manzûr, Lisan, 1/206.

[2133] Develioğlu, Lügat, s. 241.

[2134] Hucurât: 49/2.

[2135] Bkz. Bakara: 2/31-33.

[2136] Yûsuf: 12/76.

[2137] Hucurât: 49/13.

[2138] En'âm: 6/132.

[2139] Tirmizı, Birr, 15; Ebû Dâvûd, Edeb, 58; Ahmed, 1/257.

[2140] Ahzâb: 33/21.

[2141] Buhârî, Tefsir, Sûre, 49/1; Tirrnizî, Tefsir, Sûre, 49/1.

[2142] Razı, Mefâtih, XIV (c. 28} 112.

[2143] Kurtubî, Cami', VIII (c. 16), 306.

[2144] Kurtubî, Cami', VIII (c. 16), 307.

[2145] Cassâs, Ahkâm, 1II/397-98.

[2146] A'râf: 7/204.

[2147] İbn Arabi, Ahkâm, IV/1715; Kurtubî, Cami', VIII (c. 16), 306.

[2148] Kurtubî, Cami', VIII (c. 16), 306.

[2149] Kurtubî, Câmi', a.y.

[2150] Bkz. Hucurât: 49/2.

[2151] Ahzâb: 33/6.

[2152] Râzî, Mefatih, XIV fc. 28) 114.

[2153] Râzî, Mefâtih, XIV (r. 28) 112-11 3.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 372-374.

[2154] Râğıb, Müfredat, s. 833; İbn Manzûr, Lisân, XV/403.

[2155] Elmalılı, Hak Dînî, 1/169.

[2156] Elmalılı, Hak Dînî, 11/1152.

[2157] Hucurât: 49/3.

[2158] Râzî, Mefâtih, XIV (c. 28) 115.

[2159] Buhârî, Tefsîr, 49/1; Tirmizî, Tefsîr, 49/1.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 374-375.

[2160] Hucurât: 49/4.

[2161] Buhârî, Tefsir, 49/1.

[2162] Lokman: 31/19.

[2163] Hucurât: 49/2.

[2164] Hucurât: 49/4.

[2165] Hucurât: 49/5.

[2166] Kurtubî, Cami', VIII (c. 16) 310.

[2167] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 375-376.

[2168] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 376.

[2169] Türkçe Sözlük, 11/1605.

[2170] İbn Manzûr, Lisan, V/391.

[2171] İsrâ: 17/64.

[2172] Kutub, Seyyid, RZilâl, IV/2239.

[2173] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 377.

[2174] Türkçe Sözlük, I/28, 709.

[2175] Hûd: 11/106.

[2176] Enbiyâ: 21/100.

[2177] Furkân: 25/12; Mülk: 67/7.

[2178] İbn Manzûr, Lisan, X/191; IV/324.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 377-378.

[2179] Kurtubî, Cami', VII (c. 14), 71.

[2180] Lokman: 31/19.

[2181] Bkz. İbn Manzûr, Lisân, IV/149-150; Kurtubî, Cami', VII (c. 14), 72.

[2182] Kurtubî, Cami', a.y.

[2183] İbn Manzûr, Üsân, VI1/197.

[2184] Râzî, Mefâtih, XIII (c. 25), 151-52.

[2185] Râzî, Mefâtih, XIII (c. 25) 151-52.

[2186] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 378-379.

[2187] Elmalılı, Hak Dînî, V/3333.

[2188] Tâhâ: 20/105-108.

[2189] Tâhâ: 20/108.

[2190] İbn Manzûr, Lisân, VIII/71.

[2191] Râğıb, Müfredat, s. 213; İbn Manzûr, Lisân, a.y.

[2192] İbn Manzûr, Lisân, a.y.

[2193] Türkçe Sözlük, I/638.

[2194] Kurtubî, Cami', VI (c. 12), 247.

[2195] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 379-380.

[2196] Râğıb, Müfredat, s. 7 1 6; İbn Manzûr, Lisân, XIV/454-55.

[2197] Bkz. Enfâl: 8/35.

[2198] Râğıb, Müfredat, s. 411; İbn Manzûr, Lisân, XV/2S9.

[2199] Dilaçar, Dil, s. 4.

[2200] Bkz. Zamahşerî, Keşşaf, II/156; Râzî, Mefâtih, VIII (c. 15) 164-165; Kurtubî, Cimi', IV (c. 7) 400; İbn Kesîr, Tefsîr, 11/156-157.

[2201] Enfâl: 8/35.

[2202] Kurtubî, Cami', a.y.

[2203] Cooper, Sözsüz, s. 213.

[2204] Başkan, Özcan, Lengüistik Metodu, İstanbul, 1967, s. 141-143.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 380-381.

[2205] Türkçe Sözlük, 1/581.

[2206] Türkçe Sözlük, 1/27.

[2207] Necm: 53/43.

[2208] Kurtubî, Cami', IX (c. 17), 116.

[2209] Kutub, Fi Zilâl, VI, 3415-16.

[2210] Molcho, Beden Diii, s. 157; Schober, Beden Dili, s. 44.

[2211] Molcho, Beden Dili, a.y.

[2212] Schober, Beden Dili, s. 45.

[2213] Schober, Beden Dili, s. 53.

[2214] Râğıb, Müfredat, s. 435

[2215] Türkçe Sözlük, 1/761.

[2216] Molcho, Beden Dili, s. 157.

[2217] Schober, Beden Dili, s. 43; Molcho, Beden Dili, a.y.

[2218] Râğıb, Müfredat, s. 75,

[2219] İbn Manzûr, Lisân, XIV/82; Wehr, Mu’cem, s. 535.

[2220] Wehr, Mu'cem, s. 70.

[2221] İbn Manzûr, Lisân, X/459, 461.

[2222] Bkz. Abese: 80/39; Neml: 27/19; Tevbe: 9/82.

[2223] Bkz. Neml: 53/43; Hûd: 11/71.

[2224] Bkz. Muttaffiffn: 83/29-34.

[2225] Râğıb, Müfredat, s. 435; İbn Manzûr, Lisan, X/460-61.

[2226] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 382-384.

[2227] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 384.

[2228] Hûd: 11/69-72.

[2229] Zamahşerî, Kesşâf, II/281; Ebû Hayyân, Bahr, V/242-43, Mevdûdî, Tefhîm, 11/410.

[2230] Ebû Hayyân, Bahr, V/243-44.

[2231] Tafsilat için bkz. Tevrat, Çıkış, 18/6-15.

[2232] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 385.

[2233] Tevbe: 9/82.

[2234] Ebû Hayyân, Bahr, V, 80.

[2235] Mü'minûn: 23/110.

[2236] Bkz. Mü'minûn: 23/108.

[2237] Bkz. Necm: 53/59.

[2238] Necm: 53/60-61.

[2239] Bilgi için bkz. Kurtubî, Cami', IX (c. 17) 122.

[2240] Abese: 80/38-39.

[2241] Kutub, Fi Zilâl, VI/3834.

[2242] Abese: 80/40-41.

[2243] Kutub, Fi Zilâl, VI/3834-35.

[2244] Abese: 80/42.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 385-387.

[2245] Bkz. Neml: 27/18.

[2246] Neml: 27/19.

[2247] Râzî, Mefâtih, XII (c. 24), 188; Kurtubî, Cami', VII (c. 13), 171.

[2248] Râzî, Mefâtih a.y.

[2249] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 387.

[2250] Zuhruf: 43/47.

[2251] Bkz. İsrâ: 17/103.

[2252] Bkz. Zuhruf: 43/48.

[2253] Bkz. Kurtubî, Cami', VIII (c 16), 97.

[2254] Bkz. Kutub, Fi Zilâl, VI/3860-61.

[2255] Muttaffifîn: 83/29-36.

[2256] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 387-388.

[2257] Bkz. Necm: 53/43.

[2258] Bkz. Tevbe: 9/82,

[2259] Örneğin Tebuk seferine çıkmamışlardı (Bkz. Tevbe: 9/81)

[2260] Necm: 53/60.

[2261] Buhârî, Kusuf, 3; Tefsîr, Sûre, 5; Nikâh, 107; Rıkat, 27; İmân, 3; Müslim, Salât, 112; Küsûf, 1; Fedail, 134; Nesâî, Sehv, 102; Küsûf, 11; Tirmizî, Zühd, 9; İbn. Mâce, Zühd, 19; Dârimî, Rikâk, 26; Muvatta, Küsûf, 1; Ahmed, 11/257.

[2262] Duhân: 44/29.

[2263] Kurtubî, Cami', VIII (c. 16), 139-140.

[2264] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 388-389.

[2265] Bkz. İsrâ: 17/105-107.

[2266] Bkz. Meryem: 19/58.

[2267] Bkz. İsrâ: 17/107-109.

[2268] Kutub, Fi Zilâl, IV/2254.

[2269] Kutub, Fi Zilâl, IV/2314.

[2270] Bkz. Meryem: 19/58.

[2271] Bkz. İsrâ: 17/109.

[2272] Bkz. İsrâ: 17/107-109.

[2273] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 389-390.

[2274] Bkz. Mâide: 5/82.

[2275] Mâide: 5/83.

[2276] Kurtubî, Cami', III (c. 6), 255; İbn Kesîr, TefSîr, II/86; Rıza, Reşit, Menâr, VI1/12.

[2277] Zamahşerî. Keşşaf, 1/638-39; Elmalılı, Hak Dînî, 111/1795.

[2278] Bkz. Bakara: 2/143.

[2279] Bkz. Mâide: 5/83.

[2280] Kutub, Fi Zilâl, I/962.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 390-391.

[2281] Tevbe: 9/92.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 391.

[2282] Bkz. Yûsuf: 12/7-15.

[2283] Yûsuf: 12/16-17.

[2284] Âlûsî, Ruh, Xll/199.

[2285] Bkz. Kurtubî, Cami', V (c. 10), 145.

[2286] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 391-392.

[2287] Cürcânî, Abdulkahir, Esrâru'l-Belagati fî ilmi'l-Beyân, thk. M. Reşid, Rıza, Beyrut, 1992, s. 437; Tîbî, Şerafuddin Hüseyin b. Muhammed, Kİtabu't-Tİbyân fî İlmi'l-Me'ânîi ve'l-BedT ve'l-Beyân, thk. Hai Atiyye Matare'l-Hılali, 1, Baskı, Beyrut, 1987, s. 218; Hâşjmî, Ahmed, Cevâhirul-Belağa, Beyrut, ts. S. 292; Cârim, Mustafa Ali, el-Belagatu'l-Vâdıhâ, Mısır, 1959 s. 110; BÜgegil, Kaya, Edebiyat Bilgi ve Teorileri, Ankara, 198. s. 169.

[2288] Bilgegil, Edebiyat, a.y.

[2289] Örnek için Bkz. Kurnaz, Cemal, Mecaz'dan Hakikat'e, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergi­si, V/72 (1991) s. 309-313.

[2290] Tîbî, Tıbyân, s. 261; Hâşimî, Cevahir, s. 346; Bilgegil, Edebiyat, s. 175; Mecazın hakikat an­lamında da kullanılacağına dair örnekler için bkz. Tartan, Ali Nihat, Edebiyat Meseleleri, İstanbul, 1981, s. 181-182.

[2291] Külekçi, Numan, Edebi Sanatlar, 2. Baskı, Ankara, 1999, s. 58-59.

[2292] Bekrî, Şeyh Emin, el-Belagatu'l-Araiyye fî Sevbiha'l-Cedid: İlmil'l-Beyân, 3. baskı, Beyrut, 1990, 11/164.

[2293] Tarlan, Edebiyat, s. 153.

[2294] Bekrî, Belagat, H/166.

[2295] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 392-394.

[2296] Molcho, Beden Diii, s. 164; Baltaş, Bedenin Dili, s. 53.

[2297] Molcho, Beden Dili, s. 165; Baltaş, Bedenin Dili, s. 54.

[2298] Baltaş, Beden Dili, s. 55.

[2299] Cooper, Sözsüz, s. 119

[2300] Cooper, Sözsüz, s. 120.

[2301] Baltaş, Bedenin Dili, s. 61.

[2302] Baltaş, Bedenin Dili, s. 62-68; Pease, Beden Dili, s. 42. 1

[2303] Baltaş, Bedenin Dili, s. 68.

[2304] Pease, Beden Dili, s. 59-60; Baltaş, Bedenin Dili, s. 71-72; Cooper, Sözsüz, s. 141.

[2305] Cooper, Sözsüz, s. 140.

[2306] Baltaş, Bedenin Dili, s. 75-77; Cooper, Sözsüz, s. 135.

[2307] Cooper, Sözsüz, s. 138.

[2308] Pease, Beden Dili, s. 53.

[2309] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 394-397.

[2310] Molcho, Beden Dili, s. 163.

[2311] Türkçe Sözlük, I/442.

[2312] İbn Manzûr, Lisan, XV/419-426.

[2313] Türkçe Sözlük, I/368.

[2314] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 397-399.

[2315] Türkçe Sözlük, 1/442.

[2316] İbn. Manzûr, Lisan, XV/41 9.

[2317] Tâhâ: 20/22.

[2318] Bkz. A'râf: 7/108; Neml: 27/12; Kasas: 28/32.

[2319] Bkz. Bakara: 2/249.

[2320] Bkz. A'râf: 7/195.

[2321] Bkz. Nûr: 24/40.

[2322] Bkz. Sâd: 38/44.

[2323] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 399-400.

[2324] Molcho, Beden Dili, s. 166.

[2325] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 400.

[2326] Âl-i İmrân: 3/118-119.

[2327] Kurtubî, Cami', II (c. 4) 182; Krş.: İbn Manzûr, Lisân, XV/424.

[2328] Kurtubî, Cami', a.y.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 400-401.

[2329] Kurtubî, Cami', ay: Krş. : İbn Manzûr, Üsân, a.y.

[2330] Furkân: 25/26-27.

[2331] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 401-402.

[2332] İbn Manzûr, Lisân, XV/424.

[2333] İbrahim: 14/9.

[2334] Bkz. Kurtubî, Cami', V (c. 9), 354; Ebû Hayyân, Bahr, V/408-9.

[2335] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 402.

[2336] Tîbî, Tibyan, s. 263; İbn Manzûr, Lisân, XV/423; Krş.: Türkçe Sözlük, I/387.

[2337] A’raf: 7/149.

[2338] Tîbî, Tİbyân, a.y.

[2339] Bkz. Türkçe Sözlük, I/445.

[2340] Kurtubî, Cami', IV (c. 7), 286; Ebû Hayyân, Bahr, IV/393.

[2341] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 402-403.

[2342] İbn Manzûr, Lisan, XV/421.

[2343] Hâşimî, Cevahir, s. 293.

[2344] İbn Manzûr, Lisân, XV/422.

[2345] İbn Manzûr, Lisân, a.y.

[2346] Zâriyât: 51/47.

[2347] İbn Manzûr, Lisan, XV/422; Krş.; Zâriyât, 51/47; Bu âyet (51/47) aynı zamanda Modern bilimin tes­pit ettiği "evrenin genişlemesi" anlayışının ön habercisidir. (Esed, Mesaj, 111/1071, 30 nolu dipnot).

[2348] Bkz. Kurtubî, Cimi', IX (c. 17), 52; Krş. : İbn Manzûr, Lisân, a.y.

[2349] Bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd, 147; Diyât 11; Nesâî, Kâsâme, 9, 13; İbn Mâce, Diyât, 31; Ahmed, 1/122.

[2350] İbn Manzûr, Lisân, a.y.

[2351] Sâd: 38/45.

[2352] İbn Manzûr, Lisân, XV/423.

[2353] Tîbî, Tıbyân, s. 263; İbn Manzûr, Lisân, XV/423; Krş.: A'râf: 7/149.

[2354] İbn Manzûr, Lisân, a.y.

[2355] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 403-405.

[2356] İbn Manzûr, Lisân, 11/512-514; Ebu'l-Bekâ, Külliyât, s. 28.

[2357] Bkz, Buharı, isti'zan, 27; Tirmizî, İsti'zan, 31; Ebû Dâvûd, Edeb, 146; İbn Mâce, Taharet, 80.

[2358] Râğıb, Müfredat, s. 416-17; İbn Manzûr, Lisân, 11/515.

[2359] Ebu'l-Bekâ, Külliyât, s. 562-66.

[2360] Bakara: 2/109; Buhârî, Edeb, 115; İsti'zan, 20; Tefsir, Sûre, 48/3; Müslim, Cihâd, 116; Tirmi­zî, Birr, 69; Ahmed, VI/174.

[2361] Mâide: 5/13.

[2362] Hicr: 15/85.

[2363] Nûr: 24/22.

[2364] Zuhruf: 43/89.

[2365] Teğabun: 64/14.

[2366] İbn Manzûr, Lisân, VIII/26.

[2367] Feth: 48/10, 18.

[2368] Bkz. Tevbe: 9/111; Mumtehine: 60/12; Bakara: 2/282.

[2369] Örnekler için bkz. Buharı, imân, 43; Cihâd, 110; Ahkâm, 43, 45, 47; Diyat, 22; Müslim, imân, 97; Hacc, 489; Kâsâme, 10; Nesâî, Beyat, 6, 22; Ebû Dâvûd, imâre, 25; Edeb, 59; Me-lahim, 35; Muvatta, Zekat, 49; Dârimî, Buyu, 9,

[2370] Bkz. Buharı, isti'zan, 27, 28; Mağazi, 79; Müslim, Tevbe, 53; Ebû Dâvûd, Cihâd, 16; Edeb, 143, 146; Tirmizî, Kıyâme, 46; isti'zan, 31; İbn Mâce, Taharet, 80; Dârimî, Vücud, 108; Ah-med, 111/212, V/163, 250, 417.

[2371] Bkz. Nesâî, Beyat, 18; İbn Mâce, Cihâd, 43; Muvatta, Bey'at, 3; Ahmed VI/305, 357.

[2372] Bkz. Buhârî, Talak, 20; Sürüt, 1; Ahkâm, 49; Müslim, imâre, 88; Nesâî, Cenâiz, 15; İbn Mâce, Cihâd, 43; Ahmed, 111/197; Vl/27, 367.

[2373] Bkz. Molcho, Beden Dili, s. 249-251; Baltaş, Bedenin Dili, s. 86-87; Pease, Beden Dili, s. 47-51.

[2374] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 405-407.

[2375] Cooper, Sözsüz, s. 131.

[2376] Baltaş, Bedenin Dili, s. 83.

[2377] Pease, Beden Dili, s. 51; Baltaş, Bedenin Dili, s. 84

[2378] Feth: 48/10.

[2379] Feth: 48/18.

[2380] Kurtubî, Cami', VIII (c. 16) 267-68.

[2381] Tirmizî, Fıten, 7; Nesâî, Tahrim, 6,

[2382] İbn Manzûr, Lisân, XV/422.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 407-408.

[2383] Tevbe: 9/29.

[2384] Tîbî, Tıbyân, s. 221.

[2385] Tîbî, a.g.e., a.y. ; İbn Manzûr, Lisân, XV/424; Krş.: Tevbe: 9/29.

[2386] Bkz. Zamahşerî, Keşşaf, ü/184; Tîbî, Tıbyân, a.y.

[2387] Zamahşerî, Keşşaf, II/185; Kurtubî, Cami', IV (c. 8) 115.

Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 409.

[2388] Bakara: 2/195.

[2389] Leheb, 111/1.

[2390] Taberî, Cami', II (c. 2) 205; Zamahşerî, Keşşaf, I/343; IV/296; Kurtubî, Cami', I (c. 2) 363; X (c. 20) 235-36; Âlûsî, Ruh, II/78, XXX/260.

[2391] Bkz. Yâsîn: 36/71; Sâd: 38/75.

[2392] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 410.

[2393] Bakara: 2/195.

[2394] Bakara: 2/195.

[2395] Taberî, Cami', I (c. 2), 205.

[2396] Kurtubî, Cami', ! (c. 2) 363,

[2397] Türkçe Sözlük, I/368.

[2398] Bkz. Bakara: 2/237; Âl-i İmrân: 3/26, 73; Nisa: 4/91; Enfâl: 8/70; Tevbe: 9/14-52; Mûminun: 23/88; Rûm: 30/41; Sâd: 38/75; Yâsîn: 36/83; Fetih: 48/24; Hadîd: 57/29; Mülk: 67/1.

[2399] Bkz. Bakara: 2/95-97-255; Al'i İmran: 3/3-182; Yûsuf: 1 2/111, A'râf: 7/57; Ra'd: 13/11; Furkân, 25/48; Sebe: 34/2-31-46; Yûnus: 10/37; Mâide: 5/46-48; Hac: 22/10; Mücadele: 58/12-13, Fussilet: 41/42; Hucurât: 49/1.

[2400] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 410-411.

[2401] Rûm: 30/41.

[2402] Râğıb, Müfredat, s. 846; İbn Manzûr, Lisân, XV/425.

[2403] Tevbe: 9/30.

[2404] Râğıb, Müfredat, a.y.

[2405] Nisa: 4/77.

[2406] Bkz. Nisa. 4/77- 84-91; Mâide: 5/11-110; Fetih: 48/20-24.

[2407] Mâide: 5/64; İsrâ: 17/29.

[2408] Tevbe: 9/67; İsrâ: 17/29.

[2409] Mâide. 5/64; İsrâ: 17/29.

[2410] Mâide: 5/28.

[2411] Hûd: 11/70.

[2412] Türkçe Sözlük, 1/445.

[2413] Rûm: 30/41; Bakara: 2/79; Şu'arâ: 42/30; Yâsîn: 36/45.

[2414] Hac: 22/10; Kehf: 18/57; Nebe: 78/40.

[2415] İbn Manzûr, Lisan, XV/425.

[2416] Rûm: 30/41.

[2417] Zamahşerî, Keşşaf, III/224; Kurtubı, Cami', VII (c. 14), 41.

[2418] Bkz. Harun, Tehzib, s. 202-206.

[2419] Enfâl: 8/5S.

[2420] Buhârî, Tefsir, sûre, 59/1.

[2421] Haşr: 59/2.

[2422] İbn Manzûr, Lisân, 1/347.

[2423] Zamahşerî, Keşşaf, IV/80; Kurtubî, Cami, IX (c. 18)= 4.

[2424] Bkz. Haşr: 59/4.

[2425] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 411-414.

[2426] Schober, Beden Dili, s. 79.

[2427] Baltaş., Bedenin Dili, 5. 95.

[2428] Cüceloğlu, İnsan, s. 273-4.

[2429] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 414-416.

[2430] Cooper, Sözsüz, s. 51; Battaş, Bedenin Dili, s. 112.

[2431] Molcho, Beden Dili, s. 111-12.

[2432] Molcho, Beden Dili, s. 112.

[2433] Cooper, Sözsüz, s. 51.

[2434] Molcho, Beden Dili, s. 11 9; Baltaş, Bedenin Dili, s. 99; Schober, Beden Dili, s. 85.

[2435] Baltaş, Bedenin Dili, s. 105.

[2436] Cooper, Sözsüz, s. 52; Baltaş, Bedenîn Dili s. 108.

[2437] Molcho, Beden Dili, s. 114.

[2438] Bkz. Hıcr: 15/47; A'râf: 7/43; Haşr: 57/10.

[2439] Molcho, Beden Dili, s. 11 2-113.

[2440] Baltaş, Bedenin Dili, s. 95-6; Pease, Beden Dili, s. 91-2.

[2441] Baltaş, Bedenin Dili a.y.

[2442] Cooper, Sözsüz, s. 54-55.

[2443] İsrâ: 17/9.

[2444] Bakara: 2/129; Âl-i İmrân. 3/164; Cuma: 62/2.

[2445] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 416-418.

[2446] Nûr: 24/60.

[2447] Nisa: 4/95.

[2448] Fazla bilgi için bkz. İbn Manzûr, Lisan, 111/357-61.

[2449] Izutsu, Allah, s. 15.

[2450] Izutsu, Allah, s. 21-22.

[2451] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 418-419.

[2452] Bkz. Kurtubî, Cami', IV (c. 7), 12; Kâsimî, Muhammecl Cemaluddin, Mehâsinu't-Te'vil, thk. M. Fuad Abdulbaki, 1. baskı, Mısır, 1957/1376, V/1612.

[2453] Kâsimî, Mehâsin, a.y.

[2454] En'âm: 6/68.

[2455] Nisa: 4/140.

[2456] Kurtubî, Cami', III/417, Kâsimî, Mehâsin, a.y.

[2457] Bkz. Nisa: 4/540

[2458] Kâsimî, Mehâsin, V/1612.

[2459] Bkz. Kurtubî, Cami'.. III (c, 5), 12-14; Kâsimî, Mehâsin, V/1612-13.

[2460] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 419-420.

[2461] Nûr: 24/60.

[2462] Nisa: 4/95.

[2463] Nûr: 24/60.

[2464] İbn Manzûr, Lisan, 111/361.

[2465] Nisa: 4/95.

[2466] Âl-i İmrân: 3/168.

[2467] Mâide: 5/24.

[2468] Tevbe: 9/81.

[2469] Tevbe: 9/83

[2470] Tevbe: 9/86.

[2471] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 420-421.

[2472] Araf: 7/86.

[2473] Razî, Mefâtih, VII (c. 14), 182; Kurtubî, Cami', IV (c. 7) 249; İbn Kesîr, Tefsîr, 11/231-2; Kasimî, Mehâsin, VII/2812.

[2474] Zamahşerî, Keşşaf, II/94; Râzî, Mefâtih, a.y. 

[2475] A'râf: 7/16.

[2476] Skz. Zamahşerî, Keşşaf, N/70, 94; Râzî, Mefâtih, VI1/ (c. 14),41,182

[2477] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 421-422.

[2478] Tevbe: 9/5.

[2479] İbn Manzûr, Lisân, III/178.

[2480] İbn Manzûr, Lisân, a.y.

[2481] Bkz. Cin: 72/8-9.

[2482] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 422-423.

[2483] İsrâ: 17/22.

[2484] İbn Manzûr, Lisân, Xl/202.

[2485] Kutub, Fi Zilâl, IV/2220.

[2486] Isrâ: 17/29.

[2487] İbn Manzûr, Lisan, XII/557.

[2488] İbn Manzûr, Lisân, IV/188.

[2489] Kutub, Fi Zilâl, IV/2223.

[2490] Ebû Hayyân, Bahr, VI/31.

[2491] Ebû Hayyân, Bahr, a.y.

[2492] Bkz. İsrâ: 17/29.

[2493] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 423-425.

[2494] Molcho, Beden Dili, s. 114.

[2495] Bkz. Hicr: 15/47.

[2496] Bkz, Duhân: 44/51-3.

[2497] Bkz. Kehf: 18/31.

[2498] Bkz. Vâkı'a: 56/15-6; Saffât: 37/44.

[2499] Baltaş, Beden Dili, s, 39.

[2500] Bkz. Vâkı'a: 56/15-6; Saffât: 37/44.

[2501] Bkz. Râzî, Mefâtih, X (c. 19) 197.

[2502] Bkz. İbn Manzûr, Lisân, IV/361.

[2503] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 425-426.

[2504] Bkz. Cüceloğlu, İnsan, s. 273.

[2505] Bkz. Buhârî, Cenâiz, 47, 48; Nesâî, Cenâiz, 45, 46, 47; Ebû Dâvûd, Cenâiz, 43; Tirmizî, Cenâiz, 52; İbn Mâce, Cenâiz, 35.

[2506] Buhârî, Cenâiz, 50.

[2507] Ebû Dâvûd, Edeb, 143, 144.

[2508] Bkz., Ebû Dâvûd, Edeb, 144.

[2509] Bkz., Ebû Dâvûd, Edeb, 151, 152.

[2510] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 426-427.

[2511] Tevbe: 9/45.

[2512] Tevbe: 9/38.

[2513] Tevbe: 9/46.

[2514] Râzî, Mefâtih, VIII (c 16), 80.

[2515] Tevbe: 9/46.

[2516] Tevbe: 7/47.

[2517] Kutub, Fi Zilâl,  111/1663.

[2518] Nisa: 4/142.

[2519] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 427-429.

[2520] Molcho, Beden Dili, s. 101; Schober, Beden Dili, s. 39.

[2521] Molcho, Beden Dili, s. 102.

[2522] Malcho, Beden Dili, s. 107.

[2523] Molcho, Beden Dili, s. 104.

[2524] Bkz. Cooper, Sözsüz, s. 122; Molcho, Beden Dili, s. 107-108.

[2525] Cooper, Sözsüz, a.y.

[2526] Cooper, Sözsüz, a.y.

[2527] Bkz. İsrâ: 17/37; Lokman: 31/18.

[2528] Bkz. Lokman: 31/19; Furkân: 25/65.

[2529] Bkz. Kasas. 28/25.

[2530] Bkz. Nûr: 24/31.

[2531] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 429-431.

[2532] İsrâ. 17/31-35.

[2533] İsrâ.17/36.

[2534] İsrâ: 17/36-39.

[2535] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 431-432.

[2536] Bkz. İbn Manzûr, üsân, II/591.

[2537] Bkz. Türkçe Sözlük, 1/272.

[2538] Türkçe Sözlük, a.y.

[2539] Kutub, Fi Zilâl,  IV/2228.

[2540] Lokman, 31/18.

[2541] İbn Manzûr, Lisân, IV/456.

[2542] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 432-433.

[2543] Lokman: 31/19

[2544] İbn Manzûr, Lisân, III/353.

[2545] Furkân: 25/65.

[2546] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 433-434.

[2547] Kutub, Fi Zilâl,  V/2577.

[2548] Furkân: 25/65.

[2549] Bkz. Fussilet: 41/17; Rûm: 30/27; Ahkâf: 46/20; En'âm,: 6/93.

[2550] Furkân: 25/65.

[2551] İbn Manzûr, Lisân, Xlll/438-39.

[2552] Elmalılı, Hak Dînî, V/3611.

[2553] Kutub, Fi Zilâl,  a.y.

[2554] Bkz. Buhârî, Hac, 94; İmân, 43; Ezan, 21; Müslim, Hac, 268; Ebû Dâvûd, Menâsik, 63; Tirmizî, Hac, 54; Nesâî, Menâsik, 3; Dârimî, Salât, 59; Ahmed, 1/211.

[2555] Kurtubi, Cami', VII (c. 13), 69.

[2556] Kurtubî, Cami', a y. (2 nolu dipnot).

[2557] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 434-435.

[2558] Kasas: 28/4-24.

[2559] Kasas: 28/25.

[2560] Bikâ'î, Burhanuddin ibrahim b. Ömer, Nazmud-DurerfîTenasübi'l-Ayati ve's-Süver, 1. bas­kı, Haydarabad, 1969/1 984, XIV/268.

[2561] İbn Manzûr, Lisan, XV/85, 87.

[2562] Bikâ'î, Nazm, a.y.

[2563] Kutub, Fi Zilâl, V/2686-87.

[2564] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 435-437.

[2565] Ahzâb: 33/33.

[2566] İbn Manzûr, Lisan, V/290.

[2567] İbn Kesîr, Tefsîr, III482.

[2568] İbn Manzûr, Lisân, 11/212.

[2569] Türkçe Sözlük, I/478.

[2570] Kutub, Fi Zilâl, IV/2511.

[2571] Kutub, Fi Zilâl,  a.y.

[2572] Nûr: 24/31.

[2573] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 347-438.

[2574] İbn Manzûr, Lisân, XNl/200.

[2575] Nûr: 24/31.

[2576] Râzî, Mefâtİh, XII (c. 24) 206; Kurtubî, Câmi', VI (c. 12), 229-30.

[2577] Râzî, Mefâtih a.y.

[2578] Tabeâ Cami', X (c. 18), 124; Kurtubî, Cami', VI (c. 12), 238.

[2579] Kurtubî, Cami', a.y.

[2580] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 438-439.

[2581] Bakara: 2/31.

[2582] Rahman: 55/4, Taha: 20/49-50.

[2583] Ali İmran: 3/45-48; Meryem: 19/17-30.

[2584] Muddessir: 74/ 18-25.

[2585] Mutaffifin: 83/24; Rum: 30/48.

[2586] Zuhruf: 43/17.

[2587] Abese: 80/1-6.

[2588] Nahl: 16/58.

[2589] Bakara: 2/19.

[2590] Bakara: 2/273.

[2591] Muddessir: 74/18-25.

[2592] Schober, Beden, s.61.

[2593] Bkz. Meryem: 19/4-6)

[2594] Bkz. Munafikun: 63/5

[2595] Bkz. İbrahim: 14/43.

[2596] Bkz. İsra: 7/51.

[2597] Bkz. En­biya: 21/57-65; Secde: 32/12.

[2598] Al-i İmran: 3/106-7; Ankebut: 29/22-23.

[2599] Bkz. Al-i İmran: 3/106; Yunus: 10/26; Zuhruf: 43/17.

[2600] Bkz. Gaşiye: 88/2.

[2601] Taha: 20/111.

[2602] Mülk: 67/27.

[2603] Bkz. Hac: 22/72.

[2604] Ahzab: 33/19.

[2605] Ahzab: 33/10.

[2606] Meryem: 19/26; Taha: 20/40.

[2607] Şura: 42/45.

[2608] Saffat: 37/48.

[2609] Hicr: 1 5/88; Taha: 20/131.

[2610] Kehf, 18/28.

[2611] Maide. 5/83; Tevbe. 9/92.

[2612] Hud: 11/25-26.

[2613] Kalem: 68/51.

[2614] Mülk: 67/4.

[2615] Mümin: 40/19.

[2616] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 441-451.

[2617] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 453-459.