2.1. Davranış: Tanımı Ve Güdüleri
2.1.2. Güdüleri: Duygu Ve Heyecan
2.2. İnsan Davranışının Biyolojik Temelleri
2.3. İnsan Davranışlarının Gelişimi Ve Biçimlenme Süreci
2.3.1. Davranışların Sebepleri
2.3.1.2. Sosyal/Psikolojik Güdüler
A. Sevme Ve Birlikte Olma Güdüsü
F. Hazza Ulaşma Ve Elemden Kaçma Güdüsü
H. Vicdan/Doğru Ve Yanlış Güdüsü
2.3.1.3. Fizyolojik Ve Toplumsal Güdülerin Karşılaştırılması
2.3.2. Davranış Kazanma Ve Yitirme
3.1. Toplumsallaşmada Ailenin Rolü
3.1.1. Sosyalleşmenin İlk Basamağı Evlilik
3.1.2. Sosyal Bir Kurum Olarak Aile
3.1.3. Ailede Kadın-Erkek İş Bölümü
3.1.4. Sosyal Hayatta Kadının Rolü
3.3. Çocuk Ve Anne-Baba İlişkisi
3.4. Çocuğun Davranışlarının Ailedeki Gelişim Süreci
3.5. Davranışların Biçimlenme Süreci
3.6. Davranışlar Nasıl Yorumlanmalı?
4. KİŞİLİK, KARAKTER, MİZAÇ VE BENLİK
4.1.2. Beden Yapıları Ve Kişilik
4.2.1. Karakter Ve Kalıtım İlişkisi
4.2.2. Karakter Tipleri Ve Toplumsal Karakter
1.1.1. Kalıtım Yoluyla Gelen Davranışlar
1.1.2. Kültüre Bağlı Olarak Geliştirilen Davranışlar
1,2. Beden Dilinin Tarihsel Süreci
1.2.1. Beden Dili'nin Ortaya Çıkışı
1.2.3. Beden Dilinin Yazı Diline Geçişi
1.2.4. Beden Diliyle İlgili Öteki Çalışmalar
1.2.4.1. Psiko-Fizyolojik Laboratuvar Çalışmaları
1.2.4.2. Kültürler Arası Karşılaştırmalı Alan Çalışmaları
C. Belirtiler: Göstergeler Alanı
2.3. Beden Dilini Öğrenmenin Önemi
2.4. İletişimde Beden Dilinin Oranı
2.5. Beden Dilinin Anlaşılma Zorluğu
2.6. Beden Dilinin Temel Unsurları
2.6.4. Davranışları Doğru Okuma
2.7, Beden Yalan Söyleyebilir mi?
2.7.1. Bedende İnsanı Tanıtan Sinyaller
2.7.1.1. Organların Verdiği Sinyaller
2.7.1 2. Ses Tonu Ve Konuşma Üslubunun Verdiği Sinyaller
2.7.2. Bedende Allah'ın Varlığını İfade Eden İşaretler
3.1. İletişimin Mahiyeti: İçyüzü
3.2.1.1. Organizma İçi İletişim
ba. Sinir Sistemindeki İletişim
bb. Hücre İçi Kalıtımsal Bildirim
c. İç Salgı Bezlerindeki Bildirim
3.2.1.2. Organizma Dışı İletişim
3.3. İletişimin Temel Prensipleri
3.3.1. İletişimi Kişiyle Yapmak
3.3.2. Başarılı Bir İzlenim Sergilemek
3.3.3. İletişimi Karşıdakini Anlamak İçin Yapmak
3.3.4. İletişimde Bütünlük Sağlamak
1. KUR'ÂN'DA BEDEN DİLİ İLE İLGİLİ KAVRAMSAL ALAN
2. KUR'ÂN'DA BEDEN DİLİ: GENEL ÇERÇEVE
2.2.1. Bedensel İbadet: Bedensel Bir Dil
2.2.2. İbadetlerin Amacı: Allah'ı Anmak
3. KUR'AN'DA ORGANLAR VE BEDENSEL DİLLERİ
3.1. Kalp, Baş, Organları (Göz, Kulak, Yüz, Alın, Kaş) Ve Hareketleri
3.1.1. Kulak, Göz Ve Kalbin Veriliş Sebebi
3.1.2. Kulak, Göz Ve Kalbin Sorumluluğu
3.1.3.1. Kalp: Güzel Duyguların Merkezi
3.1.3.2. Kalbin (Manevî) Hastalıkları
3.1.3.3. Hasta Kalbin Duyguları
3.1.4.1. İhtiyarlığın Bedensel Dili: Saçın Ağarması Ve Kemiklerin Zayıflaması
3.1.4.2. Hoşnutsuzluğun Bedensel İfadesi: Başı Yana Çevirmek
3.1.4.3. Korku Ve Zilletin Bedensel İfadesi: Kafayı Bir Yere Dikmek
3.1.4.4. Red Ve İnkar’ın Bedensel Dili: Kafayı Yukarı Kaldırıp Aşağı İndirmek
3.1.4.5. Mahcubiyet Ve Suçluluğun Bedensel İfadesi: Başı Öne Eğmek
3.1.8.1. Gözle İlgili Deyimler
3.1.8.2. Gözle İlgili Kavramlar
A. Dışlamanın Ve Tedirginliğin Bedensel İfadesi: Gözle Dışarıda Bırakmak
B. Korkunun Bedensel İfadesi: Gözlerin Yuvadan Fırlaması
C. Hoşnutluğun Ve Mutluluğun Bedensel İfadesi; Gözlerin Işıldaması
D. Utancın, Zayıflığın Ve Aşağılanmışlığın Bedensel İfadesi: Göz Ucuyla Bakmak
E. Aşırı Sevginin Bedensel İfadesi: Bakışı Hiç Ayırmamak
F. Ele Geçirme İsteğinin Bedensel İfadesi: Bir Şeye Gözü Dikmek
G. Önemsememenin Bedensel İfadesi: Gözü Bir Şeyden Savuşturmak
Ğ. Samimiyetin Veya Yapmacıklığın Bedensel İfadesi: Gözyaşı
H. Denetim Altında Tutmanın Bedensel İfadesi: Gözünün Önünde Olmak
I. Kötü Duruma Düşürmenin, Öfke Ve Kıskançlığın Bedensel İfadesi: Göz Vermek
İ. Umutsuzluğun Ve Başarısızlığın Bedensel İfadesi: Göz Bitkinliği
K. Düşük Ahlakın Ve Ruhî Bozukluğun Bedensel İfadesi: Gözlerin Hain Bakışı
A. Kalp Bozukluğunun Bedensel İfadesi: Davranışı İle Değil de Ağzıyla Birini Hoşnut Etmeye Çalışmak
B. Konuşturmamanın Bedensel İfadesi: Eli Ağzına Basmak
C. Kalplerdeki Kinin Bedensel İfadesi: Ağızlarından Öfkenin Taşması
3.1.9.2. Dudaklar'in Ve Dil'in Dili
A. Açıkça Söyleyememenin Bedensel İfadesi: Lafı Ağzında Gevelemek
B. İncitmenin, Kin Ve Endişesinin Bedensel İfadesi: Sivri Dil Kullanma
C. Hücum Ve Saldırmanın Bedensel İfadesi: Dil Uzatmak
D. Kötülemenin Bedensel İfadesi: Diline Dolamak
3.1.10.1. Kur'ân'ın Söz, Konuşma Ve Ses Trafiğini Kontrol Edişi
3.1.10.2. Ses Trafiğinin Hiyerarşisi
3.1.10,3, Ses Trafiğinde İlkeler
A. Hedef Saptırmanın Bedensel İfadesi: Yaygara Koparmak
B. Acı Ve Mutsuzluğun Bedensel İfadesi: Ah Çekip İnlemek Ve Hıçkırık
C. Tevazünün Ve Kibrin İfadesi: Sesi Afçaltmak Ve Yükseltmek
D. Korku, Sıkıntı Ve Endişenin Bedensel İfadesi: Seslerin Kısılması
3.1.11. Islık Çalmak Ve El Çırpmak
3.1.12.1. Bir İfade Biçimi Olarak Gülme
A. Gülme: Neşe Ve Şaşmanın Bedensel İfadesi
B. Gülme: Sonucun İyi Olduğunun Bedensel İfadesi
C. Gülme: Şaşmanın Bedensel İfadesi
D. Gülme: Eğlenme Ve Alay Etmenin Bedensel İfadesi
3.1.12.2. Bir İfade Biçimi Olarak Ağlama
A. Ağlama: Allah Korkusu, Allah Sevgisi Ve Tevazünün Bedensel İfadesi
B. Ağlama: Heyecanın Bedensel İfadesi
C. Ağlama: Üzüntünün Bedensel İfadesi
D. Ağlama: Yapmacıklığın Bedensel İfadesi
3.2. Diğer Organlar (El, Ayak, Vücut) Ve Hareketleri
3.2.1.2. Kur'ân'da “El” Sözcüğü
3.2.1.3, Kur'ân'da “El Davranışlarının” Dili
A. El'in Kendini Temsil Etmesi
a. Kendini Temsil Etmesi Açsından Bir İfade Aracı Olarak El
aa. Kinin Bedensel İfadesi: Kızgınlıkla Parmak Uçlarını Kemirmek
ab. Pişmanlığın Bedensel İfadesi: Elleri Isırmak
ac. Karşıdakini Dinlememenin Bedensel İfadesi: Ellerini Ağzına Tıkamak
ad. Pişmanlığın Bedensel İfadesi: Dizlerini Dövmek
a. Güç Açsından Bir İfade Biçimi Olarak El
ab. Zilletin Kahrın Ve Müslümanların Gücünü İtirafın Bedensel İfadesi: Eliyle Cizye Vermek
C. El'in Zâtı Ve Yetkiyi Temsil Etmesi
B. Bir İfade Biçimi Olarak “Oturma”
a. Mecliste Konuşulanlara Katılmanın Bedensel İfadesi: Tepki Göstermeden Oturma
b. Uzaklaşmanın Bedensel İfadesi: Oturma Eylemi
c. Yol Kesmenin Bedensel İfadesi: Tehdit Ederek Yolda Oturma
e. Dışlanmışlığın Ve Çaresizliğin Bedensel İfadesi: Oturmaya Terkedilme
f. Mutluluk Ve Neşenin Bedensel İfadesi: Karşılıklı Göz Göze Oturma
3.2.2.2. Bir İfade Biçimi Olarak Ayağa Kalkma
A. Kur'ân'da Bir İfade Biçimi Olarak Ayağa Kalkma Eylemi
3.2.2.3. Bir İfade Biçimi Olarak Yürüme Eylemi
A. Kur'ân'da Bir İfade Biçimi Olarak Yürüme Eylemi
a. İçi Boşluğun, Kofluğun Ve Cahilliğin Bedensel İfadesi: Kasılarak Yürüme
b. Tevazu Ve Olgunluğun Bedensel İfadesi: Yürüyüşte Tabiî Olmak
c. Olgunluğun Bedensel İfadesi: Tevazu Ve Vakarla Yürümek
d. Edep Ve Hayanın Bedensel İfadesi: Utana Utana Yürümek
e. Ayartma Ve Baştan Çıkarmanın Bedensel İfadesi: Kırıtarak Çalımlı Yürümek
f. Tahrik Ve Teşvikin Bedensel İfadesi: Ayakları Yere Vurarak Yürümek
İnsanların duygu, düşünce, istek, ihtiyaç ve ruhsal zenginliklerini paylaşmada kullandıkları dil, beden dilidir. Bu dil, insanın yaratılışı ile sözlü dille birlikte başlamış ve bunlar, günümüze kadar birbirlerine eşlik ederek gelmişlerdir. Bu birlikteliklerini insanlık tarihi boyunca da sürdüreceklerdir. Beden dili farklı bir dildir. Sözlü dil, bir maksadı açıklamak için ağız ve gırtlak organıyla ses aygıtını kullanırken; beden dili, duyguları açıklamada hem bütün bedeni hem de bedenin içinde bulunduğu ortamı kullanır.
Beden dili, insanlararası ilişkilerde, kişiler arasına konulan mesafeden tutunuz da bedene ait her türlü duruş, yöneliş; baş, göz ve kaş işaretleri; yüz ifadeleri, bakış tarzları, gülüş ve ağlayışlar; el kol ve bacak hareketleri; oturma, kalkma ve yürüme biçimleri, oturma yerleri, ses tonları, dil çıkarma, arkaya ve yana dönme hareketleri; kucaklaşma, tokalaşma ve öpüşme davranışları, giyim, kuşam, saç, sakal veya bunları traş etme şekilleri ve her türlü makyaj gibi bedene mal olmuş bütün hareketlerdir. Bunlarla verdiğimiz mesajlar, insanlarla anlaşmamızda en temel araçlardır. Bu bakımdan duygu, düşünce ve tavırları yansıtma konusunda beden dili, sözlü dilden daha büyük bir rolü üstlenir. Bedenin verdiği bu mesajlar, insan üzerinde edinilen ilk izlenim anında son derece önemlidir.
Beden dilini birçok yönüyle ele alan bu çalışma, iş hayatında, söyleşilerde, gündelik hayatta ve insanlararası ilişkilerde, insanların davranışları ile ilgili anlayışı geliştirmeyi amaçlamaktadır. Bu bakımdan beden dili ile ilgili işaretlerin öğrenilmesi ve bunların bilinçli olarak uygulanması, insanların daha iyi tanınmasına, ilişkilerde daha etkili olmasına, diğer insanlara karşı anlayış ve hoşgörülerin geliştirilmesine yardımcı olacaktır.
İleride örneklerde görüleceği gibi ilahî mesaj olan Tevrat, İncil, Zebur ve Kur'ân, beden dilinin incelik ve ayrıntılarını önemsemiş ve bir konuda sözlü mesaj verirken muhatabın, sözlü mesaj karşısındaki duygularını ifade eden bedensel tepkilerini de vererek bildirişimdeki verimi arttırmışlardır. Bu dilin sağladığı bu önemli role binaen baştan sona bir mesaj olma özelliğini taşıyan Tevrat, İncil, Zebur ve Kur'ân metinlerine beden dili açısından baktığımız zaman bunların, duyguların ifadesinde bedenî bir mesaj iletim aracı olarak kullanıp; konuşmanın anlamsız olduğu yerde onu önerdiklerine ve çeşitli vesilelerle sözlü bir mesaj, bir davranış, bir iş ve bir olay karşısında bedenin tavrını cevabî mesajlar olarak sunduklarına şahit olduk. Bununla da yetinmeyip mesaj aralarında beden dilinin önemli bir bölümünü teşkil eden anlatım ve sosyal jestleri vererek bildirişimdeki sonucu belirtmeyi amaç edindiklerini gördük.
Günümüzde ilgi odağı haline gelen beden dili, herkes gibi bizim de dikkatimizi çekti. Bu konuda yaptığımız araştırmalar bizi Kur'ân metnini beden dili açısından incelemeye itti. Modern dilbilim ışığı altında Kur'ân metnini dilbilimin farklı bilim dalları açısından değerlendirmeye tâbi tuttuk. Gördük ki ta 7. asırda Kur'ân, hayvanların da bir dilinin olduğunu örneklendirerek; mesajını sunarken sözlü dili, semiyolojinin konusu olan evrendeki tabiat işaretlerini, sembol dilini (bu konular bir başka çalışmamızda ele alınmıştır) ve beden dilini mesaj aracı olarak kullanmada eşsizliğini ortaya koymuştur.
Kur'ân'ın günümüze kadar yapılan yorumlarında O'nun, beden dilini mesajlarında araç olarak kullandığına dair üç-beş kelimeyi geçmeyen ve bilinçsizce yapılan açıklamalar dışında fazla bir bilgiye rastlanmaz. Sosyal bilimler alanında dilbilim ve onun bilim dallarından biri olan beden dilinin farkına geç varılması, bunda etken olabilir.
Bu alandaki boşluğu dolduracak çalışmalara bir başlangıç olması dileğiyle başladığımız bu çalışmamızın esasını teşkil eden “Kur'ân'da Beden Dili” konusuna geçmeden önce beden dilinin bilimsel hayatta yeni yeni gündeme gelmesi dikkate alınarak; psikolojinin konusunu ve beden dilinin de aslını oluşturan beden davranışlarının sağlıklı bir biçimde değerlendirilebilmesi için bedenin birçok yönüyle tanınmasının gerektiği zorunluluğu ortaya çıktı. Örneğin günümüz biliminin verilerine bakılırsa insan bedeni ve bedeni oluşturan hücreler son derece gizemlidir. Bedendeki milyonlarca hücreden her biri, organizmanın işleyiş planının tamamı anlamına gelen bütün genetik şifreyi barındırır. Böylece her hücrede bir hayat ve gizli bir yetenek vardır.
Bu çalışmamızda “Zamanı geldiğinde insana evrenin uçsuz bucaksız ufuklarında ve kendi nefis (ruh ve bedenlerinde mucizelerimizi göstereceğiz ki, O'nun (Kur'ân) tartışılmaz bir gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbin her şeye şahit olması yetmez mi?” [1]âyetini baz alarak; bir taraftan bedendeki güdü, düşünce, algı ve yetenekleri alanındaki olağanüstülükleri(mucize); bir taraftan da “De ki: Andolsun insanlar ve cinler bu Kur'ân'ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar benzerini getiremezler...”[2] âyetinden hareketle de O'nun, beden dilini, duyguların ifadesinde araç olarak kullanma konusundaki eşsizliği ortaya konulmaya çalışıldı.
İnsandaki yeteneklerin kaynağı üzerinde tartışmalar yapılmıştır. Bazı bilim adamları bu yetenekler sayesinde gerçekleştirilen davranışlarımıza kaynaklık eden “öğrenme” ve “bellek” vs. gibi temel işlevlerimizin kökeninde “biyolojik yasalar”ı ve “evrim”i görmüşlerdir. Bu arada “bilinci”, maddenin en yüksek düzeyde organize olmuş biçimi olarak verip; bütün davranışların kökenini, “evrimsel değişim ve dönüşüm”e bağlamaya çalışarak biyolojik sorunların temelinde “ruh” gibi bir varlığın bulunmadığını açıkça ifade etmişlerdir. Bir taraftan da “evrim zincirinde yukarılara doğru çıkıldıkça, öğrenme ve bellek gibi işlevler çok karmaşıklaşmaktadır.” [3]diyerek işi daha da çıkmaza sokarlar. Bazı bilim adamları da bütün davranışların arkasında ruhu görürler. Acaba bunların hangisi doğrudur? Ruh var mıdır? Varsa ruhun nefis ve akılla ilgisi nedir? İnsandaki yeteneklerin kökeni nereye/neye dayanır? Davranışların sebepleri olarak gösterilen güdüler, ruhun bedendeki görünümü müdür? Ruh nedir? Bağımsız bir varlık mı yoksa Allah'ın işlerinden bir iş mi?
Üç bölümden oluşan bu çalışmamızın birinci bölümünde bu sorulara cevap arandı. Bir taraftan beden dilinin sözcükleri sayılan davranışların biyolojik ve psikolojik sebepleri ortaya konulurken diğer taraftan da davranışların anlamfandırtlmasıyla elde edilen beden dilinin hem kalıtıma; hem de çevreden kazanılan yeteneklere dayandığı gösterilmeye çalışıldı. Çevreden kazanılan yeteneklerin sadece aile içindeki boyutu ele alınarak bu çevrede elde edilen davranışlarla bireylerin nasıl sosyalleştiği ve dolayısıyla nasıl bir beden dili geliştirdiği konularına değinildi.
Toplumlarda geliştirilen beden dilinin kelimeleri olan davranışlar, çeşitli çevrelerde ve yıllara varan bir zaman diliminde kazanılır. Bu bakımdan davranışların kazanıldığı çevrenin tamamını vermek burada uygun düşmezdi. Ancak beden dilinin çevredeki gelişim ve biçimlenme sürecine örnek teşkil etmesi bakımından çocuğun davranışlarının sadece ailedeki gelişim sürecinin izlenmesinin yerinde olacağı kanaatine varıldı.
Davranışların tamamı toplumsallaşmanın ürünü sayıldığı için sırasıyla toplumsallaşma, toplumsallaşmada ailenin rolü, çocuğun davranışlarının ailedeki gelişme ve biçimlenme süreci, davranışların bütünleşmiş şekli olan kişilik, karakter, mizaç ve benliğin nasıl oluştuğu konuları üzerinde duruldu. Böylece bedene ait biri, “organizma içi”; diğeri “organizma dışı” olmak üzere iki dil bulunduğu sonucuna ulaşıldı. Buna göre beden dili için iki formül ortaya çıktı. İlki kalıtım yoluyla gelip organizmanın biyolojik ihtiyaçlarını ifade eden “organizma içi beden dili” (formülü: Beden dili- güdü + davranış; yeme, içme, yanmaktan kaçma vs.); diğeri de psikolojik ihtiyaçları dile getiren ve hem kalıtım yoluyla hem de sonradan kazanılan “organizma dışı beden dili”. Bununla İnsan kökenli beden dilini kastediyoruz. Bunun formülü de; beden dili= güdü+ davranış+ kişilik, karakter, mizaç ve benlik şeklinde olabilir.
Çalışmamızın ikinci bölümünde duygu ve düşüncelerin kelimelere dökülemediği durumlarda devreye giren beden dili ele alınarak öncelikle beden dilinin tarihi, mahiyeti ve daha sonra bu dil, hem organizma içi iletişim hem de organların dili açısından ele alınarak işlendi.
Üçüncü bölümde de duyguların ifadesinde beden organlarının dili ele alındı. Organlara ait davranışların bazısı, kalıtım yoluyla geldiği için farklı toplumlarda bile bu davranışlarda benzerliklerin ağır bastığı görülür. Farklı kültür gruplarına gidildikçe beden dilleri de farklılaşır Bütün bunlar dikkate alınarak; baş, yüz, alın, kaş, göz, ağız, dil, dudak, yanak, el-kol, parmak, ayak vs. gibi organlara ait davranışların ve ses tonu, ıslık çalma, ağlama, gülme, oturma, kalkma ve yürüme gibi eylemlerin bir taraftan modern dilbilimde değerlendirilişleri diğer taraftan da bunların Kur'ân'da duyguları ifadede araç kılınışları, bedene ait organların ve bu organlara ait davranışların anlamlandırılışları incelenmeye çalışıldı.
Çalışmamızda dipnotlar ilk geçtiği yerlerde bütün bibliyografik ayrıntılarıyla verilirken sonraki kullanımlarda sadece kaynağın kısaltılmış şekli verildi ve ilgili kısaltma bibliyografyada her kaynağın sonunda parantez içinde gösterildi.
Bu çalışmanın hazırlanmasında emeği geçen meslektaşlarım Doç. Dr. Hasan Boynukara, Yrd. Doç. Dr. Mustafa Sarıca ve Yrd., Doç. Dr. Mehmet Çiçek'e; kitabı bilgisayarda yazan oğullarım Muhammed Davud Kara, Ahmet Faruk Kara ve değerli kardeşim Beyzavi Başak'a, eserin mizanpajını gerçekleştiren oğlum Dr. Ömer Kara'ya teşekkür ederim.
Beden dillerini hayat amaçları doğrultusunda kullanmak isteyenlere anahtar olması dileğiyle![4]
Kur'ân'a göre Allah, yarattığı ve idame ettirdiği büyük evren ve onun genel düzeniyle ilgili her şeye ya da her nesneye belli bir fonksiyon, belli bir nicelik ve nitelik tayin etmiştir. Bunu, “..., her şeyi yaratan ve her şeyi belli bir yasalar örgüsüne göre düzene koyan O'dur” [5] âyetinden öğreniyoruz. Bu gerçek, “bizim Rabbimiz (var olan) her şeye gerçek özünü ve biçimini veren ve sonra da her şeyi kendi doğasının gerektirdiği yola yönelten varlıktır” [6] âyetinde de ifade edilmiştir.
Bu ikinci âyet, Allah'ın yaratma eylemindeki sürekliliği yansıttığı için zaman kavramından bağımsızdır. “Halk” terimi bu anlam örgüsü içinde yaratılmış bir nesnenin ya da varlığın sadece özüne ya da tabiatına değil, bu özün ya da tabiatın kendini açığa vurduğu biçime de işaret etmektedir.[7]
Kur'ân'a göre Allah, yarattığı her şeyi kendi içinde tutarlı kılmakta ve yerine getirmekle yükümlü olduğu fonksiyonlara uygun niteliklerle donatmakta; böylece onu ilk başta yaratılışında varoluşun gereklerine uygun hale getirmektedir. “O ki (her şeyi) yaratmakta ve amacına uygun şekiller vermektedir.”, “O ki bütün (mevcudatın) tabiatını belirlemekte ve onu (hedefine doğru) yöneltmektedir. “[8] âyetleri buna delildir.
Yaratıklar içinde insan, farklı bir konuma sahiptir. Kur'ân, bu gerçeğe şu âyetle işaret eder: “İnsan benliği (nefsi)ni ve onun (yaratılış) amacına nasıl uygun şekillendirildiğini düşün.”[9] Âyette “insan benliği” karşılığında tercüme edilen nefs kelimesi; can, ruh, akıl, canlı varlık, insan, şahıs, insanlık ve insan benliği anlamına gelmektedir. Nefs, burada bir bütün olarak insan benliği veya kişiliğini gösterir. Böylece hem fiziksel beden hem de ruh birlikte kastedilmiş olmaktadır.[10]
Âyette geçen “sevvâ” kelimesi de, “amacına uygun şekillendirildiği” karşılığında tercüme edilmiştir. Zira “siyyü” kökünden gelen “sevva” sözcüğü, Arapça'da “bir şeyi iki kişi arasında eşit olarak taksim etmek” ve “düzgünleştirmek, uygun hale getirmek” anlamlarında kullanılmaktadır. [11] Buna göre burada “insan” sözcüğü ile yaratılışta bedensel ihtiyaçların, dürtülerin, duyguların ve entelektüel faaliyetlerin kopmaz bir şekilde birbirlerine sıkı sıkıya bağlandıkları canlı bir varlığın (insanın) son derece karmaşık mahiyetine işaret edilmektedir.[12] “Biz insanı en güzel şekilde yarattık.”[13] âyetinde de bu özel varlığın, yaratılış amacının gerçekleştirdiği fonksiyonlara tekabül eden bütün olumlu maddî ve zihinsel vasıflar ile donatılmış olduğu vurgulanmaktadır. Bu ifade, bütün insanların, doğuştan getirdiği nitelikleri ve içinde doğduğu çevreyi mümkün olan en iyi şekilde kullanabilme yeteneği ile donatıldığını anlatır.
İnsanın en önemli niteliklerinden biri de, “sezgisel güç” yeteneğidir. Bu yetenek, Kur'ân'da “fıtrat” sözcüğü ile ifade edilir. Her varlığın yaratılışının ilk anında kendisiyle nitelendiği sıfata, fıtrat denir.[14]
Kur'ân'ın Arapça olması dikkate alınırsa, insanın yaratılışı hakkında ipuçları veren bu kavramın Arap dilinde nasıl anlaşıldığına bir göz atmada yararın olacağı açıktır. [15]
Fıtrat sözcüğü, “fatr” kökünden türemiş mastardır. Arapça'da bir şeyi yarmak anlamında kullanılan [16] bu sözcük, Allah'a isnat edildiği zaman “yaratmak” ve “önce başlamak” anlamını ifade eder.[17]
Fıtrat, bir terim olarak bir şeyi ilk ve örneksiz yaratma anlamında kullanılmıştır.[18] İbn Abbas der ki; “fatırı's-semavat ve-l ard” [19] âyetinde geçen “fattr”ın anlamını bilmiyordum. Bir kuyu hakkında kavga eden iki Arap bana geldi. Onlardan biri “ene fatartuha” dedi.” Bu ifadeyle kuyuyu ilk defa kendisinin kazdığını anlatmak istiyordu. İbn Abbas bununla fıtrat sözcüğünün ilk yaratma anlamına geldiğini ifade etmektedir.[20]
Fıtrat, çocuğun anne karnındaki yaratılışıdır. [21] “Allah'ın insan bünyesine nakşettiği fıtrata (yaratılışa) uygun davran.”[22] âyetinde ifade edilmek istenen budur. Peygamberimizin “Her çocuk İslam fıtratı üzere doğar.”[23] buyurduğu fıtrat da bu anlamdadır. Her insanın Allah'ın her şeyin Rabbi ve yaratıcısı olduğuna dair meyil ve yetenek üzere yaratılmış oluşu, fıtrat kabul edilmiştir. [24] Demek oluyor ki, Allah'ın varlığını sezme ve algılama yatkınlığı, insanda yaratılıştan var olan bir hususiyettir. Bu hususiyete fıtrat denilmektedir. Buna göre fıtrat sözcüğü, insanın doğru ile yanlış, gerçek ile düzmece arasında ayırım yapabilmeşine ve böylece Allah'ın varlığını ve birliğini kavrayabilmesine imkan veren, doğuştan edindiği sezgisel yeteneği ifade eder.[25]
Râgıb el-İsfehânî'nin ifadesine göre fıtrat, Allah'ın her yaratığı, işlerden birine eğilim gösteren bir yetenek üzere yoktan var etmesi ve örneksiz yaratmasıdır. [26] Elmalılı'nın “Fıtrat sırf ilahîdir. Bir şevki haktır.” [27] sSözü de insandaki bu ilahî sezgisel gücü ifade etmektedir. Buna göre insanlar bedenî bakımdan olduğu gibi ruhî ve fıtrî bakımdan da hissetmeye, algılamaya, doğru biçimde düşünmeye ve inanmaya elverişli olarak dünyaya gelirler.
Her canlı gibi insan fıtratı da, büyük imkanların gizli olduğu bir potansiyeli barındırır. İnsan ruhunun derinliği, kuşatıcılığı, zihinde şekillendirme (tasavvur) gücü ve bu gücün geniş çerçevesi, ruhunun sıcaklığı, asil düşünce ve geniş görüşlülüğün sınırsızlığı, onun fıtratında gizlenmiştir. İnsanın bitmek bilmeyen ümidi ve özlemleri, hiçbir zafer ve zevk vasıtasına kavuşturulmakla dindirilemez. Onun eğilim ve yatkınlıklarını saymak mümkün değildir. İnsan ruhunun enginliği içinde bütün dünya değersiz bir teneke kutusu gibi kalır. İnsanın güçlü ve sebatkar inancı, dağlan yürütür. Onun aşk ateşi ise şiddet fırtınalarını kahramanca karşılar. Bütün bu potansiyele rağmen insan tez canlı bir yaratıktır.
Kur'ân'ın ifade ettiği gibi “İnsan (yargılarında) tez canlıdır.”[28] Bir başka ifade ile tabiat olarak sabırsızdır. Zira “O, aceleci yaratılmıştır.”[29] Acelecilik onun yaratılışında (fıtrat) ve tabiatında mevcuttur. Bu yüzden gözü daima ileriyi gözler; içinde bulunduğu anın dışına taşmak ister. Dolayısıyla çoğu zaman ağır yük altına girmekten çekinmez. Halbuki onun ne ruhu ne de bedeni bu gücü kaldırabilir. Şu âyet buna işaret eder:
“Allah sizden yüklerinizi hafifletmek ister. Zira insan “da'if” [30] ve “helu” olarak yaratılmıştır.”[31] “Daif” kelimesi Türkçe'ye “zayıf” olarak geçmiştir. Bu kelime, hem ruhen hem de bedenen güçsüzlük anlamında kullanılmıştır. [32] İnsan, zayıf nitelikte bir bedene sahip olduğu için bu beden, onu daima isteklerine karşı eğilimli halde tutar. [33] “Helu” kelimesine gelince, bu da, öfke, kızgınlık, hırs, sabrı kıt ve şanssızlıktan yakınma anlamlarına gelmektedir. [34] Buna göre insan tatminsiz yaratılmıştır. Yani insan kendini aynı derecede hem verimli hem de kronik memnuniyetsizlik ve hayal kırıklıklarına sürükleyen bir iç tatminsizlik ile donatılmıştır.[35] Dolayısı ile acelecilik onun önde gelen niteliğidir [36] ve bu nitelik onun yaratılışında vardır.[37]
Allah'ın insanlardan yükü hafifletmesinin anlamı, insanın ruhu ile bedenî istekleri arasındaki bütün çatışma ihtimallerini ilahî rehberlik aracılığı ile ortadan kaldırmak ve ona insan tabiatının, ruh ve beden unsurlarının uyumlu bir hale getirebileceği ve tam bir olgunluğa ulaştırabileceği bir hayat tarzını göstermektir. [38] “Ey imana ermiş olanlar! Birbirinizin mallarını haksız yollarla -karşılıklı rızaya dayanan ticaret yoluyla da olsa- heba etmeyin ve birbirinizi mahvetmeyin; zira Allah sizin için bir rahmet kaynağıdır.”[39] âyeti ile yol göstericiliği, buna güzel bir örnektir.
Kur'ân, insan yaratılışında var olan iki niteliğe daha dikkat çeker ki, bu nitelikler, insanın davranışlarında belirleyici rol oynarlar. Bunlardan birisi, kötülüklere karşı “sızlanma”sı; iyiliklere ulaştığı anda da “bencil” davranmasıdır. Bunu, “Gerçek şu ki insan tatminsiz bir tabiata sahiptir. Başına bir kötüiük geldiği zaman sızlanmaya başlar. Bir iyilikle karşılaşınca da onu bencilce (sahiplenip başka insanlardan) uzak tutar.” [40] âyetinden öğreniyoruz.
Kur'ân, insanın yapısında nankörlük, şans ve talihe bağımlılık, umutsuzluk gibi niteliklere sahip olduğunu da vurgular; “İnsana katımızdan bir rahmet tattırsak, sonra da onu çekip alsak, hemen (önceki lütfumuzu) nankörce unutup umutsuzluğa düşer. Yine başına gelen bir darlıktan, sıkıntıdan sonra bir bolluk ve genişlik tattıracak olsak hemen “Musibetler yakamı bıraktı!” diyerek kendinden bilir ve kendini kurumlu boş bk sevince kaptırır.”[41]
İnsanlar yaratılışları icabı rahmetten; yani acıma, esirgeme, koruma ve yarîığamadan hoşlanır, kendilerine şer dokundu mu kıvranır, sızlanır öfkelenir, üzülür, feryat eder.[42]
Ayette geçen “insan” tabiri, tür ifade etmekte olup ya Allah'ın varlığına kani olmayan ya da hakkı inkar eğiliminde bilinemezci (agnostik), vahye ilgisiz, umursamaz kimselere işaret etmektedir. [43] Bununla birlikte Allah'a inandıkları halde dinî çaba ve duyarlık olarak zayıf olan ve dolayısıyla haricî şartların ve özellikle de çıkar ve statü hesaplarının tesiri ile kolayca sarsılıp yön değiştiren kimseleri de ifade ettiği söylenebilir. Bu insanlar, insan yaşamında bir anlamı olmayan “şans” denen şeyin peşine düşer ve mutluluğunu-mutsuzluğunu hep buna bağlayarak sadece sebep-sonuç zincirinin rastlantıya bağlı bir ürünü görüp [44] Allah'ın lutfunu ve sıkıntıların bir uyarı niteliği taşıdığı hususunu gözden uzak tutarak umutsuzluğa düşer. Var olan görüşlere, değerlere, düzene karşı çıkar, hiçbir değer tanımaz (Nihilizm=hiççilik). Dolayısıyla bireyciliğe ve anarşiye kayar. Her ne kadar tatminsizlik insanın yaratılışında var ise de; tatminsizlik, zayıflık, kin, öfke, kızgınlık, hırs, acelecilik, sabırsızlık, sızlanma, bencillik; yerine göre ümitsizlik yerine göre de güven gibi nitelikler doğru ve dengeli bir şekilde kullanıldıklarında insanı hem bilinçli ruhî gelişmeye, hem ayakta kalmaya hem de bütün bencillik ve düşkünlüklerden uzaklaşmaya iter.[45]
Bütün insanların aynı fizyolojik özellikleri taşıdıkları bilindiği için hiçbir doktor, kendi ırkından gelen insanlara uyguladığı yöntemleri diğer İnsanlara uygulamakta tereddüt etmez. İnsanların ruhsal açıdan da aynı tabiata sahip oldukları kabul edilmiştir. Örneğin Yahudi, Hıristiyan, Budist ve Müslüman düşünceye göre insan ve insancılık kavramı, bütün insanların paylaştıkları bir insan doğası fikri üstünde temellendirilmiştir. [46] Onun içindir ki bütün insanların birbirlerine karşı insanlık durumlarının aynı olduğuna, hepsinin birbirlerine ait benliklerinin yıkılmazlığı prensibi doğrultusunda yaşamlarını sürdürdüklerine, varoluş sorununa aynı cevabı bulduklarına, değişik kültürlerin sanatını, tiyatrolarını anlayabildiklerine, hepsi, kendilerini insan kılan, birbirlerini bilmelerine ve sevmelerine yol açan aynı temel çizgileri paylaştığına şahit oluyoruz. Geothe ve Herder başta olmak üzere birçok filozof da her bireyin, kendi içinde yalnız kendi bireyselliğini taşımakla kalmayıp aynı zamanda bütün insanlığı tüm olanaklarıyla taşıdığına inanmakta ve yaşamın, bireysellik aracılığı ile bütünselliğe doğru bir gelişme olduğunu düşünmektedirler. Zira insan birdir ve aynı yasalar her zaman hepsi için geçerlidir.[47]
Ruh, insan bedeninin kalıcılığını sağlayıp gelişimini garanti altına almak için bir saldırı, bir savunma veya koruma mekanizmasını oluşturmaktadır. Ruhsal organ, kendini kuşatan bütün nesnelerle bağlantı içindedir. O, bir taraftan dış dünyadan uyarılar alıp onlara cevap verme, diğer taraftan da çevreyle işbirliği yaparak organizmanın güvenliğini sağlamak ve onun yaşamını garanti altına almak için gerekli gücü kendisinde barındırır. [48] Cari Gustov Jung'un ifadesiyle o, canlıda yaşamın kaynağı olan hareketli bir güçtür.[49]
Bedensel ve ruhsal olaylar, belirli bir amaca yöneliktir. İnsan ruhunu ancak hareketli güçler şeklinde kafamızda tasarlayabiliriz. Bu güçler, birlik ve bütünlük oluşturan bir amaca ulaşmaya çalışır. Bir kimsenin, düşünebilmesi, bir talepte bulunabilmesi hatta rüya görebilmesi bile bir amaçla belirlenir. Bu amaç, organizmanın ve dış dünyanın gerekleriyle organizmanın bunlara vermesi gereken cevaplar arasındaki ilişkiden ortaya çıkan bir sonuçtur.[50]
İnsanın hareketlerinden o insanın gözüne kestirdiği amacı belirlemek mümkün görülmekte ve insanı tanıma bu yol izlenerek gerçekleştirilmeğe çalışılmaktadır. Aslında bu iş o kadar kolay değildir. Ancak insanın birden fazla hareketi alınarak bunlar birbirleriyle karşılaştırılıp bazı sonuçlara ulaşmak mümkündür. Örneğin, yaşamın değişik noktalarındaki davranışlarını ve dışavurumlarını bir yerde birleştirmeye çalışarak bir insanı anlama imkanını ele edebiliriz. Ancak bazen şaşırtıcı sonuçlar da ortaya çıkabilir.[51]
İnsanı bir nesne gibi karşımıza almakla onu tanımak mümkün olamaz. Onu anlamak için onunla ilişki kurmak ve onu kendimizin bir parçası yapmak gerekir. İnsan karşısında bir gözlemci olarak kalırsam onun sadece görünen davranışlarını görebilir ve böylece onu bu yönüyle betimlemiş olurum. Bu da, onu tanıma anlamına gelmez. Onun için onunla ilişki kurmam gerekmektedir. Şayet ben kendi kendimle yani kendi tutkularım ve kendi kaygılarımla doluysam başkasını nasıl görebilir, tanıyabilirim. Yine ben korkuyu, üzüntüyü, sevgiyi ve ümidi tat-mamışsam karşımdaki kişinin korkusunu, sevgisini, ümidini ve üzüntüsünü nasıl anlayabilirim. Öncelikle “açık olmak”, başkalarıyla kaynaşmanın ilk şartı kabul edilebilir. Başkasını anlayabilmenin ikinci şartı da; onunla “ilgili olmak”, ona “bağlanmak”, ona “ait olmak” ve onun “içinde olmak”tır. Eğer ben bir şeyi uzaktan gözlemleyen biri değil de o şeye katılan biriysem, o şeyin içine girmiş olurum. Öyle ise “içinde olma” ve “ilgi duyma” yoluyla kazanılan bilgi, başkalarına yardım etme isteğine yol açar. Böylece acı çeken biriyle karşılaşıldığı zaman onun bu acıdan nasıl kurtulabileceği sorunu üzerinde düşünülmeye başlanır. Demek ki birine karşı takındığımız tavır tutkulu bir ilgi halini aldığı zaman ona ilişkin bütün düşüncelerin yörüngesi değişecektir. Örneğin doktorlar, hastayı iyileştirme İsteğini duymamış olsalardı tıbbî buluşlar nasıl gerçekleşebilirdi?[52]
İnsanı tanımanın, onun içinde nelerin olup bittiğini anlamanın yollarından biri de, onu toplumsal hayatta izleyip hemcinslerine karşı tutum ve davranışlarını gözden geçirmekle sağlanabilir gibi görülüyorsa bu, o kadar kolay bir iş değildir. Zira sağdan soldan gelen ödevler karşısında kendisini bulan insanın ruhsal yaşamı, canı istediği gibi hareket etme gücünü kendisinde gösteremediği gibi insanların bir arada yaşamalarını zorunlu kılan sebeplerin çokluğunu ve karmaşıklığını da buna itave edersek karşımızdaki insanın ruhsal yaşamındaki karanlıklarını bütünüyle aydınlatamayacağımız biraz daha kolay anlaşılmış olacaktır.[53] Birçok davranışın nedeninin, olay bittikten sonra anlaşılması ve bunu da bir dizi birbirine benzer akıl yürütmelerin takip etmesi, işi daha da zorlaştıracaktır.[54] Buna bir de ruhun, beyin fizyolojisinin, salgı bezlerinin ve bütün vücudun karmaşıklığını ve ruhsal davranışları çeşitli biçimlerde destekleyen, köstekleyen veya etkileyen içgüdülerin gücüyle derinlemesine kuşatıldığımızı[55] katarsak, bu zorluk biraz daha artacaktır. Bütün bu zorluklar, yaşamın kaynağı olan ruhun, olağanüstülüğü, nesnel bir varlık olarak belirişi ve var olma nedenini kendi içinde taşıyan ani bir parıldatmadan ibaret oluşundandır. [56] “Ani parıldama” şeklinde tasvir ettiğimiz ruh, bu özelliği ile bilincin keyfiliğini büyük ölçüde etkiler. Bu nedenle davranışlarımızın birçoğuna karşı koymak veya koymamak elimizden çıkar. Dolayısıyla hiç kimse bu ruhtan kaynaklanan düşüncelerden kendini uzaklaştıramaz. Zira hiç aramadığımız veya beklemediğimiz sınırsız hayaller belirir zihnimizde. Kendi evimizin efendisi olmaktan hoşlanırız. Ancak bilinçaltı ruhumuzun etkisinden kendimizi kurtaramayız.[57] “Bütünsel bilinçaltı, bilincin içeriğini kapsamadığı için bizim de, bilinçaltının farkına böceklerden daha fazla varmamız imkansızdır.”[58]
Fizikî ve ruhî manzara arasındaki iç çatışma, ruhsal nitelikli olan şeylerin algılanamaz olduğunu oraya koymaktadır. Fiziksel açının bile ancak ruhsal iz düşümünü (görüntüsü) algılarız. Duyduklarımızın bütün algıları, ruhsal hayallerdir. Hem bizim hem de karşımızdaki insanların kuşatıldığı bu ruhsal hayaller, dışımızdaki nesnelerin doğasına ulaşmamızı imkansızlaştırıyor. Böylece bilincine vardığımız her şeyin ruhsal olduğunu söyleyebiliriz. Şu haide ruhsal bir şeyle fiziksel bir şeyin algılanması aynıdır. Aralarındaki fark, birinin nesneler dünyasına diğerinin de ruhsal dünyaya ait oluşudur. Konuya bu açıdan bakınca tabiat ile ruh arasındaki çatışma son bulur. Örneğin elimi ateş yakınca duyduğum acı ile hayaletten duyduğum korku, eşdeğerde gerçeklerdir. Bunlardan ateş, nesnel bir olgunun ruhsal imgesi; korku da, düşünsel bir olgunun ruhsal imgesidir. En az ateş kadar da gerçektir. Her ikisinin algılanması da ruhsai bir olaydır.[59]
Bütün İnsanların, sezgi ve bilgilerin ulaşamadığı bir dip olan ruhsal [60] olaylarla kuşatılmış bir yapıya sahip olması, onların karşılıklı olarak birbirlerini tanımalarını iyice zora sokmaktadır. İnsanın doğasında varolan düşünce ve davranış farklılığını da buna ilave edersek iş daha da zorlaşacaktır.
Düşünce ve davranıştaki bireysel farklılıklar, ruhların farklılığın! ortaya koymaktadır. Bu bakımdan bizim dışımızdaki birinin duyguları, düşünceleri ve algılamalarının bizden farklı olacağını unutarak inancımızın paylaşılmadığı durumlarda saldırganlaşırız. Düşüncelerimize uygun düşmeyenleri kovuştururuz. Biz başkasının düşüncesini bir başkasına zorla kabul ettirmek isteriz. Böylece insanlıkla iigili olan ilişkiler gevşer ve herkes birbirini düzeltmeye kalkışır. Bu tür davranışlar, kendini yaratma eğiliminden kaynaklanır. Bu bakımdan ilkel benciller için geçerli olan “ben” yerine bir başkasına yönelik “o” demek, daha rahatlatıcı bir olgudur. [61] Kutsal kitap Tevrat'ın Yaratılış bölümünde “cennet simgesi içinde yer alan bitkiler, hayvanlar, insanlar ve tanrılar arasındaki tam ve bütün uyum boş yere aniatılmamıştir.”[62] İslam dininde de insanlar arasındaki görüş farklılığının kaçınılmazlığına dikkat çekilmiş ve bu anlaşmazlığı gidermek için Allah'ın, peygamberin ve Allah'ın gönderdiği kitabın hakem tayin edilmesi emredilmiştir.[63]
“Bireysel bilinç, kopukluk ve düşmanlık demektir.”[64] Bütün ruhların kendi içlerinde karşıtlarıyla birleşmesi gerekir. “Her kötülükte bir hayır vardır.” gözüyle olaylara bakılacak olursa; dünyayı yıkıp parça layan her hastalığın, tedavi yollarını da beraberinde getirdiği kolay kavranır. [65] Kur'ân da, güzelliklerin, hoşa gitmeyen şeyler arkasında saklı olduğuna dikkat çekerek [66] olaylara karşı soğukkanlı davranmayı ima eder.
İnsanı tanımak gerçekten zor bir iş olduğundan onu tanımaya çalışmak, bireyde alçak gönüllülüğün doğmasına neden olur. Zira bu işin çetin bir iş oluşu, onda böbürlenmenin oluşmasına izin vermez.
İnsanı tanıyamamanın nedenlerinden birini de, toplumdan soyutlanmış bir hayat sürdürmekte aramak lazımdır. Her birimiz çocukluktan başlayarak yeterince ilişkiler örgüsünü içermeyen bir yaşam tarzını seçeriz. Bu tarz bir hayat bizi onlarla ilişki kurmaya bırakmaz. İnsanları tanıyamamanın bir başka sebebi de, onlarla bir arada yaşamayı becerememektir. Birçok kimse birbirinin yanından geçer gider de, ne farkında olurlar, ne de konuştuklarını duyarlar. Bu farkındasızlik, ta aileye kadar uzanarak karı kocadan, koca karıdan anne-baba çocuktan ve çocuk da anne-babadan yakınır dururlar. Halbuki, toplumsal yaşamın temel şartlan, insanları birbirlerini anlamaya alabildiğince zorlayıcı nitelik taşır. [67] İslam'ın, hasta ziyaretini, cenazeyi defni, zayıflara ve mazlumlara yardımı, tanıdık ve tanıdık olamayanlar arasında selamlaşmayı, Müslümanlar arasında bir hak olarak belirlemiş,[68] üç günden fazla küs durmayı haram kılmış,[69] yemeyip yedirmeyi[70] ve yararları başkasına yönlendireni en hayırlı insan kabul etmiş, birbirine hasedi, kini ve sırt çevirmeyi [71], zannı, alayı, ayıp aramayı ve koğuculuk yapmayı yasaklamış;[72] ziyaretleşmeyi terk edenle Allah'ın alakayı keseceğini vurgulamış[73], kolaylaştırmayı, zorlaştırmamayı emretmiş [74] ve eziyetlere katlanıp affetmeyi temel prensip olarak sunmuş oluşu [75] bundandır.
İnsanı tanımanın, ona olması gerektiği şekilde davranmanın ve akimin alacağı tarzda hitap etmenin, insana hayatın akışında önemli katkıda bulunacağı açıktır. Bu nedenle insanın davranışlarını biyolojik temelden başlayarak tanımaya çalışalım. Zira insan ancak davranışlarıyla tanınır. [76]
Bedeni, insandaki genetik yapıdan başlayarak tanımaya çalışalım.
Kur'ân, insan organizmasının işleyiş planının tamamı anlamına gelen ve bütün genetik şifreyi barındıran hücredeki yeteneğe dikkat çekmiş ve bu hücrelerin daha babanın bel kemiği (sülb)nde yaratıldığı zaman insan aklını donduran bu yeteneklerle donatıldığını ve bunlarla ilahî sözleşme yapıldığını bize şu âyetle haber verir: “Kıyamet gününde biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin, Adem oğullarından; onların bellerinden zürriyetlerİni çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (onlar da) evet buna şahit olduk dediler.”[77]
Ayette geçen “zürriyet” ve “zuhur” sözcükleri ve yapılan bu sözleşme üzerinde durmada yarar vardır. Zürriyet, çocuk ve nesle (kuşak) denilirse de bu sözcüğün, asıl anlamı “küçük karınca” olan zer'den veya saçılmak anlamını ifade eden “zurur”dan alınmıştır.[78] İkinci görüşü esas alırsak zürriyet, insan döl suyundaki zerre (sperma)lerdir.[79]
Bazı müfessiriere göre ifade edilen “sözleşme”, bu zerre/spermaların insan vücudunda ilk ortaya çıkışı anında yapılmıştır.[80] Bu sözleşmenin temsili olduğu ileri sürülmüş ve insanın döl suyunda ortaya çıkan bu zerrelerde, Allah'ın varlığına birliğine ve rabhğına işaretlerin dikilmiş olduğu kastedilmiştir. Buradaki şahadet de, akıl ve basiret yoluyla gerçekleştirilen ve zihinlerde oluşan bir şahadettir.[81]
Müfessirlerin bir kısmı bu sözleşmenin ilk insan Adem (as)'ın sırtından çıkarılan zürriyetin kastedildiğini söylerlerse de bu yaklaşımın, âyetin zahirine uyduğu rahatça söylenemez. Zira şayet Adem (as) kastedilmiş olsaydı o zaman “Adem oğullarının sırtlarından” değil de “Adem'in sırtından” denilmesi gerekirdi.[82] Kaldı ki Adem (as)'de bulunan bütün özellikler, her insanda bulunduğu için burada cins olarak “insan”ın kastedildiğini düşünmek daha uygun olur.
Müfessirler âyette ifade edilen sözleşmenin, ezelde mi yoksa insanın yaratılışından kıyamete kadar geçecek süreçte her bir zürriyetin spermasının kendi babasının bel kemiğinde yaratıldığı anda mı yapıldığı konusunu enine boyuna tartışmıştır. Konumuz bu olmadığı için fazla detaya inmeyeceğiz. Ancak biz bazı müfessirlerin “her babanın bel kemiğinde yaratılan hücre/zerrelerle sözleşmenin yapıldığı ve bu sözleşmenin sözlü değil de, hal ile olduğu” şeklindeki yaklaşımlarını bilimsel gerçeklere daha uygun olduğu kanaatini taşıdığımız için sadece o hususa değinmekle yetineceğiz. Ancak şunu hemen belirtelim ki, bilimsel araştırmaların tespitine göre insan hücresinde bulunan “gen”, insan neslini muhafaza etmekte ve fertlerin bütün özelliklerini, insan organizmasının nasıl gelişeceğine ve yaşamının ilk anından ölünceye kadar her aşamada ne gibi özellikler göstereceğine dair bilgileri içinde saklamaktadır. [83] Üç milyar insanın neslini saklayan ve her birinin niteliklerini; saçının, gözünün ve derisinin rengini, kemiklerinin uzunluk-kısalığını ve bedenin bütün fiziksel yapısını içinde barındıran [84] bu genlerin hacmi, bir milimetreküpü geçmemekte ve daha açık bir ifade ile milyonlarca insanı temsil eden genler, bir dikiş iğnesinin açtığı deliği ancak doğurabilmektedir.[85] Bu bir harika örneğidir. İnsan aklının kavrayamayacağı bir husustur. Allah Teâlâ'nın, “Sizin nefisleriniz/iç aleminizde mucizeleri (yani: kendi varlığımıza ve gücümüze İşaret eden delillerimizi) göstereceğiz ki Kur'ân'ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun,”[86] şeklinde buyurması, hem buna hem de Kur'ân haberlerinin doğruluğuna işaret teşkil eder.
Görülüyor ki Allah Teâlâ, insan bedeninde öyle organ ve hücreler yaratmış ki, bunlar karşısında insanoğlu, kendi vücudunda aşkın bir gücün etkinliğini kabul etmekte zorluk çekmemektedir. Descartes'in haklı olarak, “Tanrı'nın yaptığını; niçin yaptığını anlamaya aklımın gücü yetmediğine şaşmamalıyım ve böylece Tanrı'nın niçin, ne sebeple ve nasıl yaptığını, anlamaya gücümün yetmediği birçok şeyleri belki tecrübe ile gördüğümden dolayı O'nun; yani Tanrı'nın varlığından şüphe etmeye hiçbir hakkım yoktur Zira kendi tabiatımın son derece aciz ve sınırlı ve tersine Tanrı'nın tabiatının büyük, anlaşılmaz, kavranılmaz ve sonsuz olduğunu bildiğimden, İlletleri zihnimin anlama gücünü aşan sonsuz ve tükenmez şeylere onun gücü yettiğini tanımakta hiçbir güçlük çekmiyorum. [87] Şeklindeki sözleri bunu doğrulamaktadır. Ünlü Fransız filozofu Emile Boutroux (1845-1921) da, “Şuurlu bir varlık olan insanın yaratılışı yalnız fizik ve fizyolojik kanunların işlemesiyle açıklanamaz.”[88] şeklindeki itirafında haklidir. Zira Allah Teâlâ’nın işlerinin niteliği de zatı gibi kavranılamazdır. Bizim bilgi sınırımızın dışındadır. İnsan idraki, Allah'ın zatını kavrayamadığı sürece belki de Allah'ın fiillerinin özelliğini de kavrayamayacaktır. Bunların niteliğini anlamaya uğraşmadan kabul etmek zorunda kalacağız. Zira benzeri olmayan bir varlığın zatını ve fiillerinin nasıllıklarını anlama imkanı yoktur.[89]
İnsan bedenindeki bu harika yeteneğe işaret ettikten sonra Allah'ın insan zerreleriyle gerçekleştirdiği sözleşmeyi biraz daha açalım.
Allah Teâlâ’nın, insan zürriyetinden aldığı söz, fıtrat sözüdür. Yani Allah insanı, kendisinin tek Rab olduğunu kabule uygun özellikte yaratmış ve bu yeteneği onun yaratılışına yerleştirmiştir. Bu tarz yaratılış, onu Allah'ın Rab olduğuna şahit tutma anlamını taşır.[90] Kur'ân'ın ifade ettiğine göre şahadet bazen sözle [91] bazen de durum ve halle [92] olabilir. Allah insanı dünyaya getirmeden onun zerreleriyle yaptığı sözleşme hal iledir. [93] Elmalı'nın ifade ettiği gibi “Yani bu akit, emri, kavli, kelam! mahiyette bir sözleşme değil bir kuvve-i marifetin tekvin-u tekevvünü manasına bir akdi fiili demektir. Kelamuilahta bu gibi temsillerin bulunduğu müsellem olduğu gibi bu mana ekseriyetin fehm-i mizacına da muvafıktır.”[94] Demek ki bu sözleşme “kelam-i nefsî (içten konuşma)” ile yapılan bir sözleşmedir.
“Durum ve hal”, konuşan bir beden diİi olarak değerlendirilince burada söz konusu edilen sözleşmenin de hal diİiyle gerçekleştirilen bir sözleşme olduğu kolayca anlaşılır. Zaten sözleşmelerde teklif ve kabulün her zaman sözle olması şart değildir. Asıl sözleşme, iki tarafın bir maksatta birleşmesidir.[95] Yoksa hakikî anlamıyla bir sözleşme şeklinde düşünmek gerekmez. Müfessir Elmalı'nın dediği gibi “Sanki öyle denilmiş ve öyle cevap verilmiş de bir mukavele yapılmış gibi kıymet-i hukukiyeyi haiz olması lazım gelen kavi bir halkı fıtrat vardır.”[96] Yani insan fıtratı Allah'ı bulma zorunluluğu ile donatılmıştır. Onun özünde bu duygu, düşünce ve algılama mevcuttur. Kendi benliğinde onu duyacaktır. O halde bu sözleşme, yaratıcıyla fıtrat arasında yapılan bir sözleşmedir; yaratılışından itibaren her canlı hücrede mevcuttur. Dolayısıyla her hücre, kendisinde egemen olan Allah'ın Rabfığına şahit olmaktadır. İster bu şahitlik hal diliyle isterse söziü dille olsun değişmez.[97] Hemen şunu da hatırlatmak gerekir ki şayet bu sözleşme sözlü olsaydı, Adem (as)'den sonra bu sözleşmeyi yerine getirmeyen kimse bulunmaması lazım gelirdi. Buna göre bu sözleşmenin, içten konuşma şeklinde şuurla ilgili bir sözleşme olduğu daha uygundur. [98] Zira aşağıda sunacağımız çeşitli bilim adamlarının “insanın bedenî yetenekleri”ne dair bilimsel yolla ortaya koydukları olağanüstülük (mucizeler, söz konusu ilahî sözleşmenin, bu olağanüstülükler ve akıl arasında yapılmış olduğu hususunu biraz daha netleştirecektir.
Çocuklar doğarken bazı bilgi ve beceri alanlarında ilerleyebilirle gücü/yeteneğini beraberlerinde getirirler. Buna gizli güç denmekte olup, günlük dilde bu güce istidat ve kabiliyet adı verilmektedir. Herkesin gizil güçleri, günlük başarılarından fazladır. Bir insandaki gizil güçler, o kadar çok ve çeşitlidir ki bir hayat süresince bunların hepsinin en son sınırına kadar ulaşılması imkansızdır. Onun için her insanda bu gücün bilinenlerden çok daha çeşitii şeyler öğrenme yeteneği bulunduğu gibi, bugün yapabileceği her şeyde başarısını daha çok ilerletebilme gücü de vardır.[99]
Türe özgü her davranışın gelişiminde, çevredeki değişmeyen etkenler de önemli olmakla birlikte, davranışın güçlü bir genetik temeli olması lazımdır. Daha açığı her davranışın genetik bir temeli vardır.[100] İnsanların yetenekleri onların kişiliklerinin hem bir parçası hem de onların şekillenmesinde önemli bir etkendirler.[101]
İnsan bünyesindeki her bir organın, hangi aşamada ne gibi özellikler göstereceğine dair bilgiler, kromozomları oluşturan binlerce genden her birinde depolanmıştır.[102] “Gelişmekte olan insanın beden yapısına ve davranışlarına şekil veren irsî (kalıtımsal) faktörlere gen adı verilir. Gen olmadıkça gelişmemiz imkansızdır. Genler ise, normal dokularla kuşatılmadıkça işlevlerini yerine getiremezler, “[103]
İç çevreden gelen açlık, susuzluk, ağrı vs. gibi uyarıcılarla dış çevreden gelip duyu organlarını etkileyen ışık, ses, koku ve tat gibi fiziksel ve kimyasal uyarıcılar, davranışların önemli nedenleri arasındadır.[104]
Uyarıcılar ve açık tepkiler arasında beyinde olagelen birleştirici bazı düşünsel ve bilişsel iç oluşumlar vardır. Bilim henüz bunların iç yüzünü açıklayamamıştır.”[105]
Organizma içinde cereyan eden olaylar hakkında doğrudan doğruya bilgi edinme imkanları henüz sınırlıdır. Bunlar, nesnel olarak incelenebilen, ancak sinir hücrelerinde meydana geldiği söylenen kimyasal ya da elektriksel değişmelerdir. Sinir sistemindeki bu değişikiiklenn özel duyuşlara dönüşümünün nasıl olduğunun cevabı henüz verilememiştir.[106] Ancak organizmanın temel ihtiyaçlarından kaynaklanan istek, arzu, iştaha, sevinç, sevgi gibi birtakım iç yaşantılar söz konusudur. [107] Çocuk dünyaya gelirken bu duyguları genlerinde taşıyarak gelir. Buna ek olarak çocuk görme, işitme, koklama, tat alma, dokunma, ısı, acı-tatlı gibi duyu organları kendisinde gelişmiş olarak doğar. Çocuk daha doğumundan önceki üçüncü ayına varmadan bütün duyu organları teşekkül eder. Bunlardan bazıları üç ayda fonksiyonlarını yapmaya başlar. Dördüncü ayında bedenin bütün alanı, uyarıma tepki yapabilecek duruma gelir. Altıncı ayında refleks faaliyetleri kuvvetlenir.[108]
Doğunca veya doğumundan birkaç hafta sonra bütün duyumlar fonksiyonunu yapar. [109] Çocuk konuşmadan çok önce jest lisanını öğrenir.[110] Gözleriyle hareket eden bir nesneyi izleyebilir. Özellikle insan yüzüne ilgi gösterir ve ilk iki hafta içinde göz göze bakabilme becerisine erişir. Bu beceri bebekle anne-baba açısından türün devamı için gerekli olan iletişim ilişkisinin doğmasına imkan verir. Yeni doğan çocukların kulağı çok geniş ses bandına tepkide bulunabilir. Kısa süre içinde “aşina” olduğu sesle, “yabancı” olan sesi ayırt edebilir. Ayrıca sesin geldiği yönü algılayabilme yeteneğini de beraberinde getirdiğinden başını sesin geldiği yöne çevirerek uygun davranışı gösterebilir.[111]
Bebek, duyu organlarının doğuştan itibaren hemen hemen mükemmel bir biçimde işleyişinin yanında kendini besleme konusunda bazı refleksleri de beraberinde getirir. Bunların başında emme refleksi gelir. Memeyi ağzında hisseden çocuk, hemen emmeye başlar. Bu refleks, o kadar güçlüdür ki emecek bir şey bulamayan çocuk, parmağını emer.[112]
Doğumla gelen özellikler üzerine çocuk algılama ve hareketle ilgili yeni beceriler öğrenmeye başlar. Yeni doğmuş çocuklar, gerekli algısal süreçlerden bir kısmına sahipse de bir kaç yıl içinde çok hızlı bir gelişim sağlar. [113]Davranışlarının bir kısmı mevcut değilse de organizmanın yapısında bunlar doğuştan belirmiş bir durumdadır.[114]
Beş duyu organından her biri; saymaca, dil kurma yeteneğine sahip olduğu için organlara bağlı çeşitli dil sistemleri meydana getirebilir.[115] Örneğin göz dili, koku dili, tat dili, dokunma dili ve kulak dili başlı başına bir sistemdir. İnsanlar, nefsin hoşuna giden bir şeyte karşılaştıkları zaman ışıldayan gözleriyle karşısındakine ya neşelendiğinin ya da onayladığının sinyalini verir. Üzerine güzel bir koku süren insan, bu kokuyla yanındakilere bir mesaj gönderdiğinde onlar da, kendilerindeki yetenek sayesinde bu mesaja bedensel hareketlerle ya olumlu ya da olumsuz cevap verirler. Yine bu yetenek sayesinde ağza acı bir yiyecek alınınca dil olumsuz sinyaller verir. Biz de buna cevap olmak üzere yiyeceği derhal ağzımızdan dışarı atarız. Yine bir şeye dokunduğumuz veya bir şeyi dinlediğimiz zaman derhal bedensel bir iletişim sonucu onlara şöyle veya böyle tavır takınırız.[116]
Beden dili grubuna giren bütün beden hareketleri, yüz ifadeleri, bakış tarzları, yüz rengi değişiklikleri, haykırma, gülme, ses tonunu indirip kaldırma, susma ve çeşitli vurgular, hep bu yetenek sayesinde gerçekleştirilir.[117]
İnsandaki bu yeteneklerin kaynağı üzerine tartışmalar yapılmış ve bazı bilim adamları, bu yetenekler sayesinde gerçekleştirilen davranışlarımıza kaynaklık eden “öğrenme” ve “bellek” vs. gibi temel işlevlerimizin kökeninde biyolojik yasaları ve evrimi görürler.[118] Bu arada “bilinci”, maddenin en yüksek düzeyde organize olmuş biçimi olarak verip [119] bütün davranışların kökenini, “evrimsel değişim ve dönüşüm’e bağlamaya çalışarak biyolojik sorunların temelinde “ruh”un bulunmadığını açık ve net bir biçimde ifade ederler. Bir taraftan da “Evrim zincirinde yukarılara doğru çıkıldıkça, öğrenme ve bellek gibi işlevler çok karmaşıklaşmaktadır.” diyerek işi daha da çıkmaza sokarlar.[120]
Cari Gustav Jung'ın şu ifadeleri bu görüşlerin tutarsızlığı konusunda bize ipuçları vermektedir. Jung'a göre 19. yüzyıl, “maddeci nedenlerin evrenselliği” ile ilgili bir düşünce ortaya attı. Bu düşünceye göre maddeyi ayakta tutan ruhun gücü değildir; tersine ruhu, kendine özgü kimyasallığı ile oluşturan maddedir. Bu dönemin düşüncesi, ruha özgü bir cevheri kabul etmez. Onlara göre ruh, doğal olarak maddeden kaynaklanır. Bu sapkın bir düşüncedir. [121] Kur'ân da, bu düşünceyi reddederek insanı, Allah'ın yarattığını,[122] ona kendi ruhundan üflediğini [123] ve bu ruhun da Allah'ın işlerinden bir iş olduğunu ifade eder.[124]
Jung, ayrıca bu yüzyılın düşünceleri arasındaki, “ruhun salgı bezine benzediğine, düşüncelerin beyinsel bir salgıdan başka bir şey olmadığına” dair görüşü de verdikten sonra buna karşı “İşte size ruhsuz ruh bilim!” şeklinde sitemde bulunarak [125] tenkidini özetle şöyle sürdürür: Fiziğin üstünlüğüne inanış sonucunda ruhsuz bir ruh bilime yani ruhun biyokimyasal etkisinden başka bir şey olmadığı bir psikolojiye ulaşılır. Bu düşünceler, ruhun kendi içinde var olan bir özellik değil, temel yapının fiziksel uzantılarının yalın bir ürünüdür. Bu kabul edilirse ne ruh kalır ne de ona bağlı dil, [126] Böylece algı ve bilgilerin zihinde duru ve aydınlık olarak izlenme sürecini teşkil eden bilinç diye de bir şey kalmazdı. Halbuki “Bilinç, ruhun kaçınılmaz gerekli bir koşuludur. Hatta ruhun ta kendisidir. “[127]
Jung, Eski Yunanistan'da “Kutsal Ruh”a tapıldığını hatırlatarak; bilinç diye ifade ettiği ruhun, zaman açısından yayılma göstermediğine, aksi halde zamanın da kutsanabileceğine şu sözleriyle dikkat çeker: Eşyanın zihinde izlenme süreci olan bilincin, engin bir yayılma gösterdiği açık. Ancak bu yayılma, sadece mekan ve teori düzeyinde kendini göstermektedir. Zaman açısından böyle bir şey söz konusu değildir. Şayet genel bilinç, zaman açısından da yayılma gösterebilseydi tarihsel duyumumuz bambaşka bir canlılıkta olur ve Yunan felsefesi çağında tanrısallığa benzer dönüşümlerin var olduğunu görürdük. [128] Nitekim başta Aristo olmak üzere bazı Yunan filozofları zamanın başlangıcı olmadığı yani Allah gibi ezelî olduğu kanaatini taşımakta ve onu Tanrı'ya eş tutmaktadırlar.[129]
İslam'dan önce Cahiliye Araplarından bazılarının da, zamanı kutsadıklarını “Hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman yok eder. Bu hususta onların hiçbir bilgisi yoktur. Onlar sadece zanna göre hüküm veriyorlar.”[130] âyetinden öğreniyoruz.
Bu âyetle söz konusu olan “zaman”, “dehr” sözcüğü İle ifade e-dilmiştir. Bu kelime, dilimizdeki “zaman” kelimesinden farklıdır. Kısa bir an için de, zaman denilebiiirse de “dehr” denilemez. Çünkü dehr, kesintisiz olan uzun zamana verilen ve evrenin var edilişinin başlangıcından sonuna kadar olan müddetin ismidir.'[131]
Müfessirler, söz konusu âyeti açıklarken bazı Arapların evrende olup biten bütün olayları, zamanın gücüne bağladıklarını ve şiirlerinde zamandan şikâyet ettiklerini ifade ederek [132] bu konuda Peygamberimizden şu hadisi naklederler: “Allah Teâlâ şöyle buyurdu: İnsanoğlu zamana söverek bana eziyet etmektedir. Halbuki ben zaman(ın yaratıcısıy)ım. Her iş benim elimdedir. Geceyi gündüzü ben idare ederim.”[133]
Allah Teâlâ'nın, yukarıdaki hadiste “ene'd-dehrü/ben zamanım” derken, onun sahibi ve yaratıcısı olduğunu [134] başka bir ifade ile zamana isnad edilen bütün işleri kendisinin yaptığını ifade etmektedir.[135]
Ruhu inkar edenle onu kutsayanlar yanında bazı bilim adamları da, insan davranışlarının kökeninde henüz niteliği ve niceliği tespit edilmemiş olan ruhu görürler [136] ve bunun böyle oluşunu da “bilinenler arasında en kolay bilinen bilgi” olarak takdim ederler.[137]
İkinci grup bilim adamlarının ruhun varlığı ve etkinliği konusundaki görüşlerinin, Kur'ân'ın, ruh hakkında verdiği bilgiye -bu yönüyle yakın- ancak ruhun insana Allah tarafından üflendiği ve onun Allah'ın emrinde olduğu konusunda net olmadığı söylenebilir.
Bedendeki tüm eylemlerin kaynağı olan ruhun varlığına inanan bilim adamları, onun mahiyetini ortaya koymanın imkansızlığı hakkında görüş birliği içindedirler.[138] Ama yine de ruh, herkesin anlamını bildiğini sandığı evrensel bir kavram biçimine bürünmüştür. [139] Bu bakımdan ruhun mahiyeti üzerinde tartışma yerine onun faaliyet ve ameliyelerini tanıyıp bilmek için insan ruhunun okunup incelenmesinde yararın olacağı kanaatindeyiz. Zira beden hareketlerinde sırlarla örtülü bir gizil gücün bulunduğu bütün bilim adamlarınca kabul edilmiştir. Bu bakımdan biz, Walter Porzig'in, bu güçlere “ruhsal güçler” adını vermesine; bedensel hareketlerin gerçekleştirilmesinde ruhsal olaylarla karşı karşıya kalındığı ve daha açık bir ifade ile ruhsal güçlerin bütün beden hareketlerine katıldığının gözlendiğine dair görüşlerine katılıyoruz. [140] Nitekim günümüzde beynin bütün fonksiyonlarının; görme, işitme, koklama, düşünme vs, gibi eylemlerin gerçek mahiyetinin bilinememesinin, ruhun bilinmezlikleriyle örtüşmesi, bunun delili sayılabilir. Sadece bu sayılanlarda değil, bilakis her hareket ve davranışta bir ruhsal yaşantı söz konusudur. Bu yaşantı, bir olaydan ibarettir ki; olay bitince kendisinde ruhsal yaşantı denebilecek hiçbir iz kalmaz. Ama yine de şu ya da bu şekilde ruhsal bir olayın “var olduğunu” kabul etmek zorunda kalırız. [141] Ruhsal alanın kendine has bir varoluş biçimi dolayısıyla uzman olmayanların, vücutta olup bitenler hakkında olması gerektiğinden çok az bilgiye sahip oldukları ileri sürülür.[142] Ruhsal olan, dolaysız yaşantıda söz konusu olduğundan o olaya, ancak olayı yaşayan ulaşabilir. Olayın dışındakilere bilgi dolaylı olarak ulaşır. Bu yüzden ruhsal olan, bilim için çok güç ve hatta aşılmaz bir konudur. [143] Ancak ruh ve beden ilişkisi hakkında ileri sürülen bazı bilgilere başvurarak beden hareketlerinin kaynağı hakkında bilgi sahibi olmanın davrantş bilimi açısından önemli olacağı kanaatindeyiz. [144]
İnsanın, kendisinde suyun da görev aldığı [145] bir çamurdan yaratıldığı [146] konusundaki Kur'ân ifadesi, kesin ve nettir. Söz konusu çamurun, bilinen yapısıyla organik bir hayat düzeyine oradan da gelişerek insan biçimine ait bir diriliğe nasıl ulaştığı hususu; bir sır olma özelliğini sürdürmektedir. İnsanın ulaştığı yüksek hayat düzeyinin sırrına onun, canlılar arasındaki farklı ve üstün algılama gücüne, ileri seviyedeki yeteneklerine gelince bu konudaki teoriler de, hala bocalayıp durmaktadır. [147] Kur'ân'a göre ise insan, bu yeteneklerini de Allah'ın kendisine üflediği bu ruhtan [148] almaktadır, insan bu ruh sayesinde zaman ve mekan sınırlarını aşarak, kas ve duyu organlarının ötesine geçip bazen sınırsız birtakım anlamları kavramasına sebep olacak bazı sırlara ulaşmakta ve yine onun sayesinde niteliklere kavuşmaktadır. [149] Böylece insana ilahî ruhun üflenmesi, ona ilahî özelliklerin yansıması anlamını taşımakta ve insan bu ruh sayesinde düşünmekte, konuşmakta, duymakta ve görmektedir. [150] Demek oluyor ki ona üflenen bu ruh, onu düşünen bir kalp, işiten bir kulak ve gören bir göz sahibi bir insan yapmakta ve O'nu, diğer caniı varlıklardan ayıran insanî kavrayışa sahip kılmaktadır.[151] Kur'ân'da insana, şekil verilip düzeltildikten sonra kendisine ruhun üflenmesinin anılmasından sonra kulak, gözler ve kalplerin verildiğinin ifade edilmesi,[152] bunun delili sayılabilir.
Şu halde insan, mahiyeti henüz keşfedilmemiş olan bu ruh sayesinde düşünen, şüphe eden, anlayan, kavrayan, doğrulayan ve yalanlayan, kabul eden ve reddeden, hayal kuran, isteyen ve aidanmış olmak istemeyen [153]; düşüncelerini hareket ve davranışlarıyla dışa vuran, karşısındakinin hareket ve davranışlarındakİ anlamları sezebilen, evreni bir anda aklından geçirip, olaylara ve gelişmelere bakarak birkaç yıl sonra ne olacağını keşfedebilen ve bu olaylardan sakınmak üzere tedbir alabilen bir varlıktır. İnsan, iyiyi-kötüden bu ruhla ayırır. Canını ve üstün değerlerini korumak için kızgınlık ve nefret; insanı rahatlatacak ve onun ihtiyaçlarını giderecek istek ve arzular hep bu ruhtan doğar. [154] Ancak insandaki acı duygusunu duyuran şeylerden kaçmayı, tatlı duygu verenlere doğru da koşmayı telkin eden[155] bu duyumlar, ruh ve bedenin birleşme ve kaynaşmasından doğan belirsiz algılama tarzlarından ibarettir. [156] Buna göre ruh ve beden bir araya gelmeden bedenle ilgili ne bir etki ne de bir tepki söz konusu olabilir. Onlar, acıları ve sevinçleri beraber duyarlar. [157]
Günlük hayatta insanları değerlendirirken bazen birisinin “algılama yeteneğinin” veya “sezgilerinin” güçlü oluşundan söz ederiz. Bazen de bir kişinin yalan söylediğinin “içimize doğduğunu” veya bize öyle geldiğini ifade ederiz. Bu tür duygular, başkalarının sözel olmayan hareketlerini okumakla elde edilir. Şayet kişinin söyledikleriyle hareketleri birbirini tutmuyorsa onun beden dili ile söylediklerinin çeliştiğini ifade etmekte güçlük çekmeyiz.
Konuyu bir başka açıdan değerlendirirsek bir konuşmacı, dinleyicilerini izlerken onların bedenlerinden hareketle onları fark eder ve onlarla ilişki kurar. Mesela algılama yeteneği güçlü olan bir konuşmacı, kendini dinleyenlerin, sandalyelerinde, kafaları aşağıda, kolları kavuşturulmuş olarak oturuyorlarsa onlara ulaşamadığını hisseder. Onlara ulaşmak için de farklı bir yaklaşım içine girmesinin gerektiğini anlar. Buna karşılık “algılama yeteneğinden yoksun olan birisi ise hiçbir şeyle ilgilenmeden konuşmasını sürdürür ve bitirir.[158]
Beden, algılama, bellek ve düşünme süreçlerini kullanarak kendisi ve çevresi hakkında yeni bilgiler edinir, eski olayları hatırlar; ortaya çıkan sonuçlan çözer ve gelecekle ilgili planlar hazırlar. [159] Beden, bütün bu eylemlerini ruhla birlikte gerçekleştirir. Bedenin ruhla ilişkisine geçmeden önce bedenin ne anlama geldiğine ve onun niteliklerine bir göz atalım. Onu anlatmaya Kur'ân'ın ruh ve sair şeylerle ilgili verdiği bilgilerin gerçekliğine delil teşkil edecek âyetlerden biriyle söze başlamak yararlı olacaktır: “Zamanı geldiğinde insana evrenin uçsuz bucaksız ufuklarında ve kendi nefis (ruh ve beden)lerinde mucizelerimizi göstereceğiz ki o (Kur'an)'ın tartışılmaz bir gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması (onlara) yetmez mi?'[160]
Günümüz biliminin verilerine bakılırsa ruh kadar insan bedeni ve bedeni oluşturan hücreler de gizemlidir. Zira “İnsan bedenindeki milyarlarca hücrelerden her biri, organizmanın işleyiş planının tamamı anlamına gelen bütün genetik şifreyi barındırır.” Bu şifrelere kalıtım yoluyla sahip olmaktayız. [161] Her hücrede bir hayat ve gizli bir yetenek vardır. Dolayısıyla her hücre, mükemmel özelliklere sahip bir insan varlığını bünyesinde bulundurmaktadır. Müfessir Elmalı'nın bu hücreye “büyümeğe namzed (aday) insancık” adını vermesi,[162] ne kadar da uygun düşmektedir.
Beden aslında Arapça bir sözcüktür. Çoğulu “budun” veya “budn”dür. İnsan cesedinin karşılığıdır. Bu sözcük, “büyük” anlamına gelmektedir. İnsan gövdesine beden denmesi bu anlamdan ötürüdür. Zira hücreye oranla beden büyüktür. Örneğin Araplar “recülün bedenün” dediklerinde “büyük adam” demek isterler. [163] Dilimizde ise canlı varlıkların maddî bölümüne beden denmektedir. Öbür adı da “vücut'tur.[164]
Tarih içinde beden denilince, “bir şekille sınırlandırılabilen, bir yerde bulunabilen, başka bütün cisimleri bulunduğu yerden atacak biçimde bir mekan bölümünü doldurabilen, kendiliğinden değil, fakat kendisine dokunan ve kendisini iten başka bir cisim tarafından muhtelif tarzda harekete getirilen, her şey” [165] anlaşılmışta. Hareket etmek, duymak ve düşünmek gibi eylemlerden hiçbiri bedene atfedilmemiştir. Adı geçen eylemler, ruha ait işler olarak kabul edilmiş; ancak beden olmadan duymanın ve düşünmenin imkansız olacağı kanaatine varılmıştır.[166]
Eski Yunan felsefesinde “Beden, insan ruhunu bu dünyadaki yaşamı sırasında içinde tutsaklayan canlı varlık [167] şeklinde tanımlanır. Aristoteles, bedeni, “ruhun aygıtı ve etki aracı”; ruhu da “bedenin biçimleyici ilkesi” şeklinde niteler. Descartes ise, bedeni, “ruhun yanı sıra insanın başka bir bağımsız kurucu üyesi” olarak görür.[168]
İster göklere tırmanalım isterse yerin dibine kadar inelim kendimizin dışına çıkmış olamayız. Ancak kendimiz derken neyi kastetmiş oluruz? Kendimiz bedenimiz mi yoksa ruhumuz mu? Kendimizi belirlemek için beden ve ruh ikilemi yaşanabilir mi? Yaşadıkça ve ötekilerle iletişim içinde bulundukça insanlar, bedenlerinden ibarettir veya ruhla beden aynı şeylerdir, desek hata mı yapmış oluruz?
Şunu hemen belirtelim ki, Battlı düşünürlerden E. B. Condillac'ın dediği gibi ruh, bedenden ayrı ve başka bir varlıktır. Ruh olmadan bedende herhangi bir hareket söz konusu olmazken; ruh, bedenin yardımı olmadan da birtakım düşüncelere sahip olup bilgiler edinebilir.'[169] Bilincin alışılmış verilerine ters düşmekle birlikte; doğası ve anlamı bakımından bilinç olaylarının aralıksız gelişiminin sınırında yer alan ve ruhsal bir oluşumdan ibaret olan rüyalar bunun delilidir.[170]
Her ne kadar ruh bağımsız olarak bilgi sahibi olabiiiyorsa da onu bedenden bağımsız olarak göz önünde tutmak söz konusu olamaz.[171] Onun için de ruh ve beden ikilemi yaşanmadığı gibi “İnsan, bedeninden ibarettir.” denildiği zaman ruh ve beden birlikte anlaşılmıştır. İkisi arasında görev taksimatına gidilirse, tepki ve davranışlara kaynaklık görevi ruha aittir. Duyuların gerçekleşmesine vesile olan bedene ise, ruhumuzun dilciliği ve varlığımızın dünyaya açılan kapıcılığı görevi düşer. İçimizdeki bütün duygu, düşünce, heyecan ve isteklerimiz, bedenimiz sayesinde kendilerini ifade ederler.
Bedenle ruh arasındaki en belirgin fark, bedenin bölünür olmasına rağmen ruhun bölünmezliğidir. Ruhun bu bölünmezliğini, kendi nefsimizi gözden geçirdiğimiz zaman; kendimizi, tek ve tam bir varlık olarak idrak ederiz. Örneğin uzuvlarımızdan birisi kopup vücuttan ayrılsa bununla birlikte ruhtan bir şey kopup ayrılmaz. Duygularımızı ifadede ruhun bölümlerinin olduğu söylenemez. Aksine isteme, duyma ve anlama gibi eylemlerde ruh bütün varlığı ile kendini tam olarak kullanır. Duyuların duyduğu acıyı ruh da duyar. Bedendeki sinirler uyarıldığı zaman bunlardaki duyumlar ruhta da iz bırakır. Bir organın duyduğu acının kendisinden atılması ve bunun için gerekenin yapılması için ruh uyarılır. Örneğin su içmeye ihtiyacımız olduğu zaman beyin boğaz sinirlerini harekete geçirir ve bu sinirler boğazda bir kuruluk hissettirir. Bu hareketlerle birlikte ruh da, susuzluk duyumunu alır. Zira bu durumda bizim, vücudumuzun sağlığını korumak için su içmeye ihtiyacımızın olduğunu bilmemiz gerekmektedir.[172]
Bedensel her hareketin bir amacı vardır. Zira rastgele bir harekette bulunması beden için bir yarar sağlamaz. Bir davranışın hangi doğrultuyu izlemesinin kararını ruh üstlenir. Ancak beden de ruhu etkiler. Zira zaman içinde durum değiştirmesi, bedene ait bir iştir. Örneğin ruh, bedene aya doğru bir yola düşmesini önerse de beden, o imkanı kendisinde göremedikçe oraya yükselmeye tevessül bile etmez.[173]
Bütün davranış çabalarımız, bizde güven duygusu uyandıracak bir konuma ulaşma amacına yöneliktir. Ruh ve beden bu konuda elbirliği ile çalışırlar. Ruh bir motoru andırır. Bedendeki her depreniş ve her harekette ruhun güttüğü amacın damgasını görürüz. İnsanın her hareketinde de bir anlam saklıdır. Örneğin birey gözlerini hareket ettirir, dilini oynatır, yüzündeki kaslarını şöyle veya böyle hareket ettirirse, yüz belli bir ifadeye bürünmüş olur. İşte onu bu anlamlarla donatan ruhtur.[174]
Ruh, haz ve elem duyma, hayal kurma, iyi ve kötü durumlara uyum sağlama yeteneği ile donatılmıştır. Bu bakımdan ruh, bedenin kendini avunup çeşitli tehlikelerden koruyabileceği çevresel koşulları etkileyip değerlendirmeye çalışır. Ayrıca bedende öyle duygular uyandırır ki beden, bu duyguların gösterdiği doğrultuda eylemde bulunur. Böylece her insanın duyguları, onun yaşama verdiği anlamın veya kendisi için belirlediği amacın damgasını taşır.[175]
Psikologlara göre bazı davranışlarımızın nedenini olay bittikten sonra anlarız. Bu arada bir dizi birbirine yakın önermelerden başka önermeleri veya olayları akıl süzgecinden geçirmekle uğraşırız. Böylece maddî nedenlere aşırı önem vererek maddeyi “metafizik” ruhtan daha iyi tanıdığımız yanılsamasıyla kendimizi oyalar dururuz. Oysa madde bizlere en az ruh kadar yabancıdır. Ruhsal geleceği çeşitli biçimlerde etkileyen, destekleyen ya da köstekleyen içgüdülerin gücüyle son derece etkilenmiş durumdayız. Günümüzde hiç kimse bedenden bağımsız bir ruh varsayımı üzerine bir psikoloji kuramaz. Ancak ruh ve ruhsal evren düşüncesi, kendi başına kapalı bir sistem oluşturur.[176] 1914'te “İnsan Ruhları Tanrı'nın Egemenliğinde midir Değil midir?” adlı inceleme toplantısına katılan analitik psikolojinin kurucularından Cari Gustan Jung (1875-1961)’ın sözü edilen toplantı vesilesi ile “bu toplantıda şaşkına dönen ender kişilerden biri de bendim” [177] şeklindeki ifadesi, ruhun tanrısal bir güç taşıdığını [178] ve esrarengizliğini koruduğunu kabul etmenin bir itirafıdır. Bu yaklaşım, Kur'ân'ın “Sana birde ruh hakkında sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin bileceği bir iştir. Onun ilmini kendine özgü kılmıştır. Bu konuda size pek az bilgi verilmiştir.”[179] “Ben onları ne göklerin ve yerin yaradılışına tanık kıldım; ne de kendilerinin yaratılışına; ayrıca (insanları) yoldan çıkaran bu (varlıkları) kendime hiçbir şekilde yardımcı edinmiş de değilim.”[180] âyetleriyle uyuşmaktadır.
Ruh'un çeşitli dillerdeki anlamlarını veren Jung, sonuçta özetle şunları söyler: İlkellerde de ruh, gözle görülmeyen soluklardan oluşmuş bir beden demektir. Bundan anlaşılıyor ki yaşamın belirtisi sayılan soluk alma, hareketin yaratıcı gücüyle eş değerde olan ruhu anlatmaya yaramaktadır. Ruh bir yaşam kaynağı, doğaüstü ama nesnel bir varlık olarak belirmektedir. Var olma nedenini kendi içinde barındıran ani bir parıldamadır. Ruh, özgün bir deneyde bu nitelikle ele alınır. Sanıldığı gibi öznelin ve keyfe bağlılığın yücelmesiyle değil. Bunlar deneysel açıdan bütünüyle doğrulanmış olan inanışlardır.[181]
Dünyanın en akıllı insanı bile bütün çabalarına rağmen kendini, kapıldığı düşüncelerden kurtarmayı başaramaz. Zira bellek, edilgen bir hayranlıkla katıldığımız en delice düşüncelere açıktır. Hiç beklemediğimiz bir durumda değişik düşünüş, heves ve sınırsız hayaller zihnimizde beliriverir. Bütün bu olgular ruh hakkındaki inanışları doğrulamaktadır.[182] Peki, bu düşünceler akla nereden geliyor? Ta eskiden beri bunların kaynağının ruh olduğu; duyumların ise bedenin tümünden ortaya çıksa bile onun da ruhtan kaynaklandığı ileri sürülmekte ve akılda da ruhsal özelliklerin bulunduğu kabul edilmektedir. [183] Beden ve bedendeki her bir eylem ve eylemi gerçekleştiren yetenekler, güç ve enerjilerini ruhtan, ruh da gücünü Allah'tan alır. Kur'ân, ruhun ilahî boyutuna “İnsana belirti bir biçim verip de ruhumdan üflediğim zaman onun önünde yere kapanın.”[184] âyetiyle işaret ediyor.
İnsandaki bütün üstün yeteneklerin kaynağı işte bu ruhtur. Bu ruh, em bedene hayat verir hem de başta akıl olmak üzere bütün organlara fonksiyonlarını icra etme yeteneğini sağlar. Yani akıl onunla düşünür göz onunla görür. Ancak yeryüzünde bunca buluşlar gerçekleştiren insan, ruh denilen bu ince sır karşısında güçsüz kalmış ve Allah'ın Kur'ân'da bildirdiğinin ötesinde henüz ruhun ne olduğunu, nasıl olduğunu, nasıl gelip nasıl gittiğini, nerede olduğunu bilememiştir. Böylece ruh, Allah'ın gizli tuttuğu şeylerden bir tanesidir. İlahî sırlardan biri olan bu ruh, insan bedenine geçici olarak yerleştirilmiştir. Kur'ân'da onun hakkında verilen bilgi ise azdır. Ruh hakkında bilginin az verilişi, insan aklını, kendi kapasitesi içerisinde ve algılayabileceği ölçüde çalışmaya yöneltmek ve imkansız olan şeylerle enerjisini israf etmekten alıkoymaktır. Bu tavır, Kur'ân'ın, msanlara muhtaç olduğunu vermek ve akıllarının alabilecekleri kadarını bildirmek prensibine uygun düşmektedir. Böylece Kur'ân, aklî enerjinin; yararsız, sonuçsuz ve kendisine ait olmayan alanlarda israfının önüne geçmiş olur.[185] Bütün bunlara rağmen bizim bildiğimiz her şey, ruhsal niteliklidir. Fiziksel acının bile ancak ruhsal izdüşümünü algılarız. Algılanabilen nesneler dünyasını bize aktaran duygularımızın bütün algıları, ruhsal imgelerdir. Ruhsal imgelerle öylesine çevrilmişiz ki, dışımızda kaîan nesnelerin doğasına ulaşmamız imkansızlaşmaktadır. Böylece bilincine vardığımız her şey, ruhsal araçlardan başka bir şey değildir. Ruhî bir şeyle fizikî bir nesnenin algılanması aynıdır. Aradaki fark, birinin nesneler dünyasına diğerinin de ruhsal dünyaya ait olmasıdır.[186]
Yukarıda bir davranışın hangi doğrultuyu İzlemesinin kararını ruhun verdiğini ve her deprenişte ruhun damgasını gördüğümüzü ifade etmiştik. Şimdi beden dili bağlamında “davranışların” niteliklerini psikolojik açıdan değerlendirmeye geçebiliriz. [187]
Davranış, bütün canlıların belli bir zaman dilimi içinde belirli bir uyarıma karşı olumlu veya olumsuz bütün hareketlerini kapsar. Zira herhangi bir uyanma karşı hiçbir karşılık vermemek de, şu veya bu şekilde karşılık vermek kadar anlamlıdır.[188]
Psikolojide, insan organizmasının uyarışlar karşısındaki tepkilerinin bütününe davranış adı verilmektedir. [189] Buna göre davranış, bireyin yaptığı her şeydir. [190] “Her davranışın temelinde son derece karmaşık sinirsel süreçler yer alır. Beyinde meydana gelen bu sinirsel süreçler, belirli bir düzen izleyip kaslara geçerek gözlenebilen davranışlar halinde dışa yansırlar.”[191]
İnsan davranışlarının önemli etkenleri arasında tam uyanlmışlık hali olan duygu ve heyecanlara [192] değinmeden geçemeyeceğiz. Çünkü duygu ve heyecanlar nelere erişip nelerden kaçınmaya çalıştığımızı belirleyen yönlendirici ve güdüieyici güçlerdir.[193]
Temel ihtiyaçların karşılanıp karşılanmaması çeşitli duyguların ortaya çıkmasına bağlıdır. Hayatî tehlike geçiren bir insan korku ve kaygıya kapılır. Sevilmediğini hissedince üzülür. Bir ödülle karşılaşan kimse de sevinir ve heyecanianır. Buna göre sevgi, nefret, korku, ümit, sevinç, keder, neşe, kuşku ve sıkıntı, günlük konuşma ve davranışlarda sık sık telaffuz edilen sözcüklerdir.
Duygular ve heyecanlar yaşantımızla birlikte meydana gelir. Hatta bunların, davranışların bir yanı olduğunu söylemek de mümkündür.[194] Bu bakımdan davranışın detayına inmeden önce duygu ve heyecan üzerinde durmada yararın olacağı açıktır. [195]
Bilindiği gibi duygu, belirü nesne, olay veya şeylerin, insanın iç dünyasında uyandırdığı izlenime denir. Heyecan için de buna yakın şöyle bir tanım yapılmıştır: “İçinde bulunulan ortamın algılanmasıyla ortaya çıkan, iç organları harekete geçiren, bedende, davranışta ve bilinçte kendini belirten duygusal süreç”tir, [196] Heyecan dış uyarıcıyla başlar ve bu uyarıcı, kişiyi algılamaya ve düşünmeye götürür. Korkma ve kaçma gibi bir davranışa da yol açabilir.[197] Bu demektir ki günlük yaşamımızdaki ilişkilerde önemli bir görevi de duygu ve heyecanlarımızı ifade eden sözsüz iletişim yüklenir. Yüz ifadelerimiz, bedenimizin duruşu, el-kol hareketlerimiz, sesimizin tonu nasıl bir duygu içinde olduğumuzu ifade eder.[198] Buna göre her türlü hareket tarzımız iç düzenimizi veya düzensizliğimizi yansıtır. Her duygu ve heyecan bizimle ilgili bir isteğin veya bir nesnenin durumuyla bağlantılıdır. Bu bağlantı olmadan etkilenmemiz düşünülemez. Bazen duygu ile heyecan karıştırılarak hata yapılmaktadır. Halbuki bunlar farklı şeylerdir. [199] Duygu, duyularımız sayesinde algıladığımız her şeydir. Bu bize dış etkenler ile gelir. Duyular bedenin korunması veya istekleriyle ilgili olduğundan beden dengesini bozmazlar. Birbirleriyle çatışmaları da söz konusu değildir. Her birinde istek belirince gereği yapılır. Örneğin İçimde bir istek belirdiğinde onu yerine getiririm. Üşüdüğümde giyinirim, terlediğimde soyunurum, kötü bir ferdi uzaklaştırırım, rahatsız edici ses karşısında kulaklarımı tıkarım. Beni içten etkileyen şefkat ve sempatiyi kelimelerle, jest ve mimiklerle ifade edebilirim. Bu kabul edilince kişisel ilişkiler uyum içinde sürer gider. Görüldüğü gibi duygu, insan bedeninin korunmasına ve isteklerinin yerine getirilmesine yönelik bedensel istekten ibarettir.[200]
Heyecan ise, dengeyi bozan bir olay gerçekleştirildiğinde ortaya çıkar. O, organizmada gerginlik yaratır ve davranışların nedenleri arasında sayılır. [201] Arzularımız yerine getirilmediği veya tatminsiz olduğumuz zaman duygular şekil değiştirerek heyecan halini alır. Bunun aksi de olabilir. Örneğin harika bir manzara veya sevgiliyle aniden karşılaşma gibi durumlarda ortaya çıkan geçici sevinç duygusu da bir heyecanı ifade eder. [202] Bunu şöyle de ifade edebiliriz: Heyecan, sevinç, korku, kızgınlık, üzüntü, kıskançlık ve sevgi gibi sebeplerle ortaya çıkan güçlü ve geçici duygu durumundan ibarettir.
Heyecan, bütün bedeni etkiler. Bedeni etkileyince de hem davranışlarımızı etkiler hem de onlara yön verir.[203]
Heyecanlar, uzun süre bastmlamayabilir. Her bastırma, bir sıkışma gösterir. Sonuçta ya çıkış yolu arayan bir enerjiye dönüşür, ya da iç organlarımıza yönelerek dokusal hasarlara yol açtığı gibi [204] psikolojik rahatsızlıklara da sebep olabilir. Böyle hallerde yapılacak en önemli iş, heyecanı dindirecek davranışlar içine girerek bedeni rahatlatmaktır. Tıpkı çok hava basılmış bir topun havasını birazcık almak gibi.[205]
Duyguların dışa vurumu, haberleşme ve ilgi kurma açısından büyük bir önem taşır. Çünkü tüm iiişkiler, öznel bilgi alışverişine dayanır. Zira hiç kimse, nesnel alanı algılayamaz.[206]
Duyguların farkına varılması, bireyleri olumlu veya olumsuz olarak etkiler. Bu, uyarının bizde uyandırdığı duruma bağlıdır. Biz bu uyarı karşısında sevinç veya üzüntü, acı veya tatlı duygularımızı harekete geçirerek değerlendirme yapar ve bir karara varırız.[207] Ancak değerlendirmelerde, tecrübeleri bloke etmek, mevcut değerlerle İstenen değerlendirmeleri karşılaştırmak gerekir. Aksi halde değerlendirmelerimizle sadece bedensel armonimizi değil toplumsal ilişkileri de riske atmış oluruz.[208]
Duyularımızın farkına varıp kendi değerlendirmemizi yaptıktan sonra bir şey için ya “iyidir” ya da “kötüdür” veya “güzeldir” yahut “çirkindir” kararını veririz.[209]
Bu tür kararları insanlar, değişik şekillerde verir ve bunlara göre jestler ortaya koyarlar. Bilindiği gibi jest, herhangi bir şeyi açıklamak için genellikle el-kol veya baş ile yapılan içgüdüsel veya iradeli harekete denir. [210] “İnsanlar belli bir harekete belli bir oluş veya kılışa saymaca bir değer ve anlam vermek konusunda anlaşabilirler.”[211] Böylece bunların her biri birer işaret olur. Bu bir “sözcük” olabildiği gibi “hareket” de olabilir. İşte sistemieştirilen bu semboller, görüşme, anlaşma ve haberleşme amacıyla kullanıldığı zaman saymaca dil meydana getirilmiş olur.[212]
Duygu ve heyecanın, davranışların sebepleri arasında sayılabileceği ifade edilmişti. Davranışların diğer sebeplerine geçmeden önce insan organizmasındaki davranışların biyolojik temeline açıklık getirmede yarar vardır. [213]
İnsan vücudu, olağanüstü niteliklerle donatılmıştır. O, bir yandan akıllara durgunluk veren bir kimya laboratuvarı diğer taraftan da esrarengiz şifrelerle donanmış bir genler ağı. Ne insanlardaki parmak izlerinin farklılığındaki sır, ne de yer küresi büyüklüğündeki bir bilgisayarın fonksiyonunu icra edecek beyindeki perde tamamen aralanabiliyor.
İnsan davranışı ve zihinsel işleyişi, birçok açıdan temelinde biyolojik süreçlere ait bilgiler olmaksızın çözülemez. Çevreden haberdar olunmasını ve orayla uyumu, hormon bezleri, sinir sistemi, kaslar ve duyu organları sağlar. Olayları algılamak, duyu organlarının uyaranları nasıl yakaladığına ve bu duyulardan gelen bilgiyi beynin nasıl yorumladığına bağlıdır.[214]
İnsan davranışının en önemli özelliklerinden biri, onun çok nedenli ve karmaşık oluşudur. Her davranışın aitında binlerce sinirsel süreç yatar. Bu süreç saniyenin binde biri kadar kısa bir zaman süresi içinde sinir sistemi içerisinde gerçekleşir. Böylece dış dünyadaki ışınsal enerji (eşyanın görüntüsü), gözün retinasına iletilir, oradan da diğer görsel sinirler aracılığı ile insan beyninin değişik bölgelerine gönderilerek anlamlandırılır. Bunun sonucunda uzanıp bardağı alma ve suyu içme davranışı gerçekleşir.[215]
İnsanın vücut organlarının işleyişindeki olağanüstülük [216], onun yaratılışında aşkın bir varlığın olduğunu açıkça hissettirmektedir. [217] İnsanların beden üzerindeki çalışmaları, bedenin hem ruhî hem de ondaki organların çalışma yöntemlerine yöneliktir. Bir takım yorumlar dışında işin ruhî yönüne ulaşılamamaktadır. [218] Kurtubi (v. 671/1273)'nin ifade ettiği gibi insan, bir kanaldan yer içer, onun artıkları iki kanaldan gelir dökülür. İki gözüyle yerden göğe kadar yüzlerce kilometreyi görüş alanı içine alır. İki kulağıyla çeşitli sesleri dinler ve bunları birbirinden ayırarak tanır, insan bu yapısıyla, kendi üzerindeki aşkın bir yaratıcıya işaret eder.[219]
İnsan edilgen bir varlık değil; aksine algılayan, uyarıcıları işleyen ve anlamlandıran aktif bir varlıktır. İnsanı diğer canlılardan ayıran taraf da; insanın, gelen uyarıcıları işleyebilme ve anlamlandırabiime yeteneğidir.[220]
İnsan ruhu, her an ışık, renk, elem ve haz gibi duyumlarla karşılaşır. Bu duyumlar üzerinde düşünmeye başlar ve fikirler edinir. [221] Bunu şöyle de ifade edebiliriz. Dıştaki ve içteki etkenler (açlık, susuzluk gibi güdüler) bizim üzerimizde etkide bulundukça; “algılama”, “hafıza” ve “düşünme” yeteneklerini kullanarak çevre hakkında bilgiler edinir, geçmiş olayları hatırlar, sorunları çözer ve gelecekle ilgili planlar yaparız.[222]
Biyologlar, insanın biyolojik yapısında bir değişiklik olmadığını; on bin sene önceki insanın da aynı sinir sistemine ve aynt öğrenme yeteneğine sahip olduğunu, ancak yaşayış biçimlerinde büyük farklılıkların bulunduğunu tespit etmişlerdir.[223]
İçinde bulunduğumuz uygarlığa ulaşmamızı, asırlar önce gelip geçen insanlardan daha zeki ve daha yetenekli olduğumuza değil de daha çok şey öğrendiğimize borçluyuz, insanın öğrenme yeteneği, onun yaşayış tarzının sürekli değişmesine imkan verdiğini de biliyoruz.[224]
İnsan bedeni, iki temel parçanın işleyişi ile kurulur. Bunlardan biri “enerji” diğeri de “genetik” bilgilerdir. Enerji, besin maddelerinin parçalanmasıyla ortaya çıkan kimyasal enerjidir. Fosfat birleşimi içinde bulunan bu enerji, vücut hücrelerinin ihtiyaçları doğrultusunda kullanılmak üzere saklanır. Ancak yukarıda da ifade edildiği gibi “bu organik güç kaynağı, kendi İçinde bir mucizedir.'[225]
Bu güç, kalıtım yoluyla anne-babadan çocuğa geçen kromozomlarda saklıdır. Bütün vücut hücreleri 46 kromozomu kapsar. Bunların 23'ü babanın sperminden, diğer 23'ü de annenin yumurta hücresinden geçer. Bu 46 kromozom 23 çifti oluşturur ve hücre her bölündüğünde kendi eşini yaratır.[226]
Her kromozom, gen adı verilen birçok ferdî kalıtım biriminden oluşmuştur. Tek bir gen, genetik bilginin bizzat tarayıcısı olan DNA molekülünün parçasıdır. Organizmamızın tüm çalışma bilgileri, milyonlarca hücrenin içinde aynı sıralama ile genetik kodlarla mevcuttur. Bu genetik bilgiler sayesinde bedenimiz kendi kuralları ile büyüme, gelişme ve kişilik özellikleri ile bezenmekte ve bunlara göre de ihtiyaçlarımız ve özelliklerimiz oluşmaktadır. Bu genetik bilgilerin farklılığı, organizmaların benzersizliğini sağlamaktadır. [227] Böylece her türün üyeleri ortak bir kalıtımı paylaşmakta ve ancak türün içinde yer alan kalıtımsal değişiklikler, bireyler arası farklılıklara yol açmaktadır. Zira her insan, türe özgü kalıtımın yanı sıra bireysel kalıtım taşımaktadır. Bireysel kalıtımdaki değişkenlik o kadar yüksektir ki ikizlerin dışında kimse birbirlerinin aynı olmamaktadır. Hatta, ikizlerde bile parmak izleri dahil çeşitli biyolojik özelliklerine göre birbirinden ayırt edilebilmektedirler.[228]
Davranış için duyu organlarımız sayesinde algıladığımız her şey, o genlerde saklıdır. Organ sahibi bütün canlılar, haber alma sistemlerinin gelişmesi doğrultusunda yaşamlarını sürdürebilirler. Her haber bir bilgiyi içerir. Ancak biz ihtiyaç duyduğumuzu sandığımız bilgileri alarak saklarız. Bu bilgilerin toplanması ve saklanması bizim varoluş sebebimizdir. Zaten duyularla bize ulaşan bütün bilgileri dikkate almamız mümkün değildir. Kaldı ki birçoğu bizi ilgilendirmeyebilir de.[229]
Bedenimize dönerek insan vücudunun bir beden dili açısından nasıl çalıştığını, organların birbirlerine nasıl bilgi akışı sağladığını örnekleriyle görmeye çalışalım.
Bedendeki uzmanlaşmış alıcı organlar, çevredeki belirli enerji türlerine seçici tepkiler gösterirler ve böylece biz duyumsama ve algılama sürecine başlamış oluruz. Örneğin göz, ışık dalga boylarına; kulak, ses dalga boylarına; dil, kimyasal enerjiye seçici tepki gösterir. Alıcı organlar, çok düşük düzeydeki uyarıcı şiddetine tepki de bulunamazlar. Biz duyarlı aletler tarafından ölçülebilen bazı ses dalgalarını duyamayız. Bazı ışık uyarıcıları da o kadar düşük şiddettedir ki, göz tarafından alınmaları imkansızdır. Bir alıcı organın uyaniabildiği en ufak uyarıcı şiddetine “mutlak eşik” adı verilir.[230]
Sürekli olarak uyarılan duyu organı, uyarıcının şiddetinde ve özelliğinde bir değişiklik olmazsa, o organ duyarlılığını yitirir. Duyusal eşikte yükselme olursa alıcı organ, gelen uyarıcıya alışır ve tepkide bulunmamaya başlar. Uyarıcıda bir değişiklik söz konusu olursa duyu organı yeniden tepkide bulunmaya başlar.[231]
Duyusal uyum sebebiyle çevreden gelen belirli uyarıcılara dikkat edilmemeye başlanınca algılama yeteneğinin bütün gücü, çevrede değişen ve bilinmesinde yarar olan uyarıcılara ayrılabilmektedir. Duyusal uyum olmasaydı; örneğin iç çamaşırlarının, vücut ısısının ve çevredeki seslerin tümünün sürekli farkında olunsaydı, sınıfta sürekli ders dinlemek için dikkat toplanamaz, okunulan kitabı anlamakta güçlük çekilirdi.[232]
İnsan tabiatının gereği, duyusal uyumun yararlı olmadığı yerlerde organizma koruyucu mekanizmalar geliştirmiştir. Örneğin ağrıya uyum yapamıyoruz. Buna bir başka örnek verelim. Elinizi ateşe soksanız onun acısına da uyum sağlayamazsınız. Böylece uyum yapamama sayesinde, kendimize zarar verecek unsurlardan uzak dururuz. Organlar içinde gözün, normal şartlar altında görüntüye uyum sağlaması zordur. Zira göz sürekli titreşimler yaparak görüntüyü retinanın farklı yerlerine düşürür. Böylece bazı duyu organlarının uyum yapabilmesi bazılarının da bu uyumu yapamaması bireyin, çevredeki tehlikeli durumlardan sakınarak en verimli bir algılama süreci içinde bulunmasını sağlamış olur.[233]
İnsanlar kültür ve uygarlıklarını büyük ölçüde görme ve işitme organı üzerine kurduklarından bu organlara birincil duyu organları adı verilmiştir. Diğer organların bize verdiği duyusal veriler de küçümsenemez. Ancak bunlar sıklıkla kullanılmadığı için kendileri ikincil duyu organları olarak kabul edilmiştir. [234] Örneğin bir tat duyusu acı, tatlı, ekşi, sıcak, soğuk, sert, yumuşak ve lezzet duyumlarını alarak yiyecek zevkimizi etkiler. Böylece o, yiyecekler hakkında doğru karar vermemize yardımcı olur. Koklama, dokunma, pozisyon ve organik duyumların verdiği bilgilerin de, organizmanın sağlıklı işleyişine katkısı tartışılamaz. Kaslar ve eklem yerlerindeki hareket algılayıcı duyu hücreleri, iç çevredeki faaliyetler hakkında bize bilgi verir.[235]
Böylece her canlı, duyu organları aracılığı ile iç ve dış dünyadan gelen uyarımlardan haberdar olur ve onlara karşı gerekli davranışlarda bulunur. [236] Canlıların tabiat ile ilişkisi yoğunlaştıkça hücreler içindeki dağınık sinir lifleri ihtiyaçlara cevap verebilmek için örgütlenmeye başlar. [237] Her duyu alıcı hücre grubu, genellikle belirli bir tip uyarıcı için özelleşmişlerdir. Böylece her duyu hücresinin tepkide bulunduğu enerji türü farklıdır. Gözdekiler, ışığa; kaslardakiler, mekanik baskı ve harekete; ağızdakiler, tada, kimyasal yapıya; kulaklardakiler, sese; burundakiler kokuya seçici tepkide bulunur. Bu duyu organlarının hepsi algılayabildikleri sinyalleri sinir sisteminin merkezi olan beyne taşırlar. Beyin bu duyu girdilerini, iç ve dış çevreden gelen uyarımları alır. Bunları, geçmiş yaşantıların ışığında değerlendirerek yeni şartlara göre davranışlarımızı düzenlemek üzere bu uyarıları çevresel sinir sistemine bağlı nöronlar aracılığıyla organlara gönderir. Böylece duyum sağlanır ve dış dünyaya karşı davranışlarımızı ayarlarız.[238]
Beyin ve omurilikten meydana gelen merkezî sinir sistemi, insan bedeninin davranış ve işlevlerinin bütününü koordine eder ve sinir sisteminin bir bütün halinde işlemesini sağlar. Demek oluyor ki, beyinde bağımsız işleyen bir merkez yoktur. Beyin, sinir sistemi ve tüm beden bir bütün olarak çalışır. Ancak her hücre bir davranıştan sorumludur. [239] Bu genel açıklamalardan sonra organlarımıza dönerek onların bize verdiği bilgilerin yaşamamıza nasıi bir yön belirlediğine ve kendi dilleriyle bizlerle nasıl konuştuklarına örneklerle açıklık getirelim: Gözlerim kapalı olarak bir eve girmek istiyorum. Ancak kapıyı bulamıyorum. Gözlerimi açınca onlar, yardımıma yetişerek hem ayaklarımın hem de ellerimin rotasını düzeltiyor. Böylece eve girmeyi başarıyorum. Bütün organlarımız kendi yöntemleriyle dış dünyadan bizi haberdar ediyorlar, biz de yaşam için gerekli tedbirleri alıyoruz. Örneğin tat alma organımız, acı ve yakıcı yiyecekleri atmamızı; koku organlarımız, pis kokan çevreden uzaklaşmamızı kendi dilleriyle söylerler. Biz de, bedenimizin korunması için bu direktiflere uyarız. Bütün bunların arkına varmak, bedenimizi hem daha iyi tanımamıza aracı olmakta em de bizi rahatlatarak mutlu etmektedir.
Bedenimiz, dış dünya ile irtibatı duyu organlarımızla sağladığı ve haber alma sistemlerinin çalışması ve gelişmesi doğrultusunda yaşamını sürdürebildiği için bunlar üzerinde kısaca durmanın yararı olacaktır. [240]
Cildiniz, fizikî olarak sıcaklık, soğukluk, basınç, acı ve ağrı duyumlarını alır. Derideki alıcı duyu hücreleri birbirleriyle daima etkileşim içindedirler. Deri duyumlarının temelinde, tek tek sinirsel hücreler değil, karmaşık ve ilişki içinde olan duyu hücre örüntüleri yatar. [241] Kur'ân bu duyu hücrelerinin deride olduğunu “Şüphesiz âyetlerimizi inkar edenleri gün gelecek bir ateşe sokacağız, onların derileri pişip acı duymaz hale geldikçe, derilerini başka derilerle değiştiririz ki acıyı duysunlar.”[242] âyetiyle açık bir şekilde ifade etmektedir. Dokunuşların ruhî açıdan da uyarıcı ve rahatlatıcı özelliği de vardır. İnsanlar, dokunma ile karşısındakine güven ve sempati duygusu sağlanmış olurlar.[243]
Bedenin nasıl bir pozisyonda olduğunu bildiren alıcı hücreler vardır. Hareket ettiğimiz zaman bedenimizin neresinin nasıl hareket ettiğini bu duyu hücreleri bildirir. Bu alıcı hücreler olmasaydı bedensel hareketimizi koordine etmek zor olurdu. [244] İşin bu yönü bedenin maddî olarak işleyişini programlayan yönüdür. Bu sinirsel uyarılar sonucu bir taraftan bedenimizin hareketlerinden haberdar olurken diğer taraftan da bedenimizi fizikî olarak hem korumuş hem de işleyişini sağlamış oluruz.
Bir de onun insanî ilişkilerde aldığı pozisyonu; yeni toplumsal durum ve konumu vardır. Bununla değişik ortam ve şartlarda aldığı duruş şekli ve tavrını kastediyoruz. Örneğin otururken veya yürürken omuzların geri çekilmesi sizi duygusuz öfkeli, düşüncesiz, kavgacı ve despot gösterebilir. [245] Bedenin diğer anlamlı pozları; oturuş ve yürüyüş şekilleri ve duygusal her türlü hareket buna ilave edilebilir ki bunlar üzerinde daha sonra durulacaktır.[246]
İnsan beyninin küçük bir kısmı, koku aima görevine ayrılmıştır. Özellikle köpek gibi bazı hayvanlarda bu duyu son derece gelişmiştir. Koku duyusu, duygu ve heyecan yaşantımızla sıkı sıkıya ilgilidir.[247]
Koku alma hücreleri, her iki-üç günde sürekli olarak kendilerini yenilerler. Yeni hücreler koku alamaz durumdayken gelişirler, bir süre sonra koku alabilecek duruma gelirler. Üç gün sonra ölerek yerlerini yeni hücrelere bırakırlar.[248]
Bu duyu sayesinde bedenimizi rahatsız eden kokulardan kaçıp; hoşnut edenlere de koşarak bedenin bu konudaki ihtiyaçlarına cevap veririz. Diğer taraftan da etrafımızdaki çeşitli koku ve parfümlerden anlamlı mesajlar alırız.
Burnun, koku alarak bize yardımcı olması dışında -çok hareketli bir organ olmamasına rağmen yine de- beden dili açısından birçok anlamlı davranış gösterecek yeteneğe sahiptir. Pis kokudan rahatsızlığı ifade için burnu buruşturmak bunun örneklerindendir.[249]
Tat alma duyusunun alıcıları, dilin yanlarında, arkasında ve gırtlakta yer alırlar. Bunlar tomurcuklar halindedir. Her tomurcukta 20'den fazla tat ve lezzet alma hücresi vardır. Bu alıcılar bütün tat ve lezzet alma deneyimine katkıda bulunurlar.[250] Hayvanların yiyecek maddelerindeki tercihli davranışları onların da farklı tat alma alıcılarına sahip olduğunu gösterir.[251] Ağzımız, tat alma yeteneğine sahip hücrelerle donatılmıştır. Dil, hoşlandığı bir tat karşısında damağa yaklaşır; hoşlanmadığımız bir tat karşısında da sağ, sol ve dışarı hareketi ile yiyeceği iter. Dudaklar, hoşlanılan bir tat alındığında açılır. Hoşlanılmayan tat karşısında ağız ve baş aynı anda geriye düşer. [252] Bunlar iyi veya kötü tat karşısında bedensel cevaplardır.
Tat alma duyusu, yiyeceklerin tarifinde büyük rol oynadığı gibi canlıları hem zararlı yiyeceklerden uzaklaştırır, hem de onlara verdiği damak zevki ile güzel yiyecek hazırlamalarını sağlar. Bu yapılanlar da tat alma duyusuna cevap teşkil eder. [253]
Dışımızda oluşan her türlü uyanlar duyularımız yoluyla toplanır. [254] Sözlü mesajlara işitme duyusu eşlik eder. İşitmeden yoksun olan insanlar konuşmayı da gerçekleştiremez.
Konuşma, işitme duyusu üzerine kurulmuştur. Ses duyusu, sıkışan ve gevşeyen hava moleküllerinin yarattığı ses dalgalarının kulaktaki alıcı hücreleri etkilemesiyle oiuşur.[255]
Kulağımız bütün sesleri duyma yeteneğine sahip değildir. İnsan kulağı, yaklaşık 20-20.000 hız arasındaki frekanslı sesleri duyar.[256]
Vücut içinde kalp atışından kan dolaşımına kadar her şeyin sesi vardır. Ancak bunların frekansları düşük olduğu için onları duyamayız. Bunlar, sürekli duyulsaydı dış dünyadaki seslerin algılanmasında güçlük çekilirdi.[257]
Bütün bu durumlar, dinleme sürecinin sadece fizyolojik boyutu olan işitmedir. İşin beden dilini ilgilendiren tarafı ise ses tonudur. Ses tonu duygularımızın en önemli aktarıcısıdır. Mutluluk, hüzün, samimiyet ve tereddüde varıncaya kadar bütün duygular, sesin temposu özelliklen ile aktarılır. Sesin müziği de hayatın ayrı bir gerçeğidir.[258]
Gözümüzün algılayabileceği ışık enerjisi, elektromanyetik dalga değişiminin ufak bir bölümünü oluşturur.
Göz karmaşık fakat son derece mükemmel işleyen bir mekanizmaya ve bir mum ışığını 35-40 km uzaklıktan görebilen bir duyarlığa sahiptir.[259]
Duygulandığımız veya ilgilendiğimiz zaman göz bebeğimiz genişler. İlgi duyduğumuz nesnelere bakarken de göz bebeğimizin büyüdüğü tespit edilmiştir. Göz merceği uzak ve yakın cisimlerin görüntüsünü retina üzerine açık ve net olarak düşürebilmek için devamlı uyum yapar. Yakındaki cisimlere bakarken mercek kalınlaşır ve uzaktaki cisimlere bakarken incelir. Değişik sebeplerden ötürü göz merceği bu yeteneği kaybedebilir.[260]
Bakışlar, insanı olumlu ya da olumsuz olarak ele verir. Onu için insanlar gözbebeklerini saklamak için renkli gözlük kullanarak duygularını açığa vurmazlar. Bilindiği gibi insanı algılamanın en sağlıklı yolu göz temasıdır.[261]
Çevre ile ilgili bilgilerin, bize duyu organları vasıtasıyla geldiğini yukarıda ifade etmiştik. Bu bilgilerin, bir de algılama süreci vardır.
Duyu organlarımızca taşınan bu bilgiler, örgütlenip yorumlanarak anlamlandırılır. Birbirinden bağımsız bir şekilde oluşan görme, duyma, koklama, tatma, dokunma gibi değişik duyu organlarından gelen duyusal veriler, algı süreci aracılığıyla anlamlı bir bütüne dönüşür.[262]
Çevremiz sürekli değişim içinde olduğu için organizmamız buna uyum sağlamak zorundadır. Bu uyum, onun programında vardır. Aktüel ve anlık bilgiler, hayatın akışı içerisindeki etkenler ve işleyişler, kısa süre içinde hafızada tutulur ve kullanılır. Örneğin otomobilimle bir caddeden geçiyorum. Bu geçiş esnasında, hızımı ayarlayışım, sağa sola dönüşüm, korna çalışım, ışıklarda duruşum ve geçişim için beynim bir program hazırlamıyor, O sadece anlık bilgilerle kısa süreli uygulamalar kullanıyor.[263] Bu, randevu defterine benzemektedir. Randevu defterinde yapılması bitirilen bilgiler, sürekli arkaya not alınır. Kısa süre sonra bu notların işi bitince atılır. Şayet daha sonra kullanılacak bilgi varsa o da, başka yere not edilir. Hareket halinde zihnimizi daima açık tutmak ve bize ulaşan anlık bilgileri anında kullanmak, yaşamı sürdürebilmek için bir zorunluluktur. Bu da yetmez. Zira insan, organizmanın ihtiyaç duyduğu maddeleri üretebilmeli ve çevresini, ihtiyaçlarına paralel olarak algılayabilmeiidir.[264]
Çevrenin, ihtiyaçlara göre algılanması, çevre ile iletişimin başlangıcıdır. Duyu organları, canlı varlığın çevreye açılmış pencereleri gibidir. Bunlar, hem beden içinden hem de dış çevreden gelen etkilerin alıcı organlarıdır. Göz, kuiak, dil, burun ve deri bunların başlıcalarındandır. Görme sisteminde hangi nesnenin algılanacağının tayini, şekil düzenini algılama ve tanıma süreçleri tarafından yapılır. Gördüğümüz nesnenin elma mı su mu olduğunu bilmeden, bu nesnelerin yenilebilir veya içilebilir olduğunu anlamanın imkanı yoktur. Onun için önce nesnenin ne olduğunu bilmenin gerekliliği önemli bir husustur.[265]
Duyu, alıcı hücrelerin dış çevredeki fiziksel enerjileri yakalayarak sinirsel enerjiye çevirmesi ile oluşur. [266] Böylece çevreden gelen bu etkilerin duyulabümesi yetisine duyu [267]; duyular aracılığı ile edinilen izlenime de duyum denir. Algılama da dikkati bir şeye yönelterek o şeyin bilincine varmaktır. Buna göre algı, “duyu verilerini örgütleyip yorumlayarak çevremizdeki nesne ve olaylara anlam verme sürecine verilen addır.”[268] Başka bir ifade ile “algı, çevreden gelen uyarıların toplanma, organize edilme, anlaşılma ve değerlendirilme sürecidir.”[269]
İnsan, dış dünyayı kendi ruhsal değerleri ile anlamlandırıp bunu kendi dışındakilere ifade etmek ihtiyacını duyar. Böylece insan, iletişime hazır duruma gelir.[270] Çevremizdeki olay ve nesneleri duyu organları vasıtasıyla algılarız. Nesneleri algılamadan önce onlar üzerinde duyum yoluyla bilgi edinmek gerekir. Dış uyaranlar, duyularımız yoluyla toplanır. Alıcı organlar, nesne ve oiaylann niteliklerine göre farklı duyusal veriler üretirler. Bu veriler ağırlık, hafiflik, sıcaklık, soğukluk, yumuşaklık, sertlik ve kırmızılık vs. gibi belirtilerdir.[271]
Duyularımız, alıcı hücrelerin dış çevredeki fiziksel enerjileri yakalayarak sinirsel enerjiye çevirmesi ile görevlerini yapmış olurlar. Bu sinirsel enerji beyinde işlenir ve bu işlemin sonucunda bir algısal ürün ortaya çıkar.[272] Algı, duyudan farklıdır. Zira algılama anında beyin, bireyin içinde bulunduğu durumdan beklentilerini, geçmiş yaşantılarını, diğer duyu ornanlarından gelen başka duyuları, toplumsal ve kültürel etkenleri hesaba katar. Gelen duyuların seçimi, bazılarının ihmal edilmesi, bazılarının da kuvvetlendirilmesi, arada olan boşlukların doldurulması ve beklentilere qöre adlandırılması bu aşamada yapılır. [273] Duyu organlarının beyine ilettikleri duyular basittir. Algılama işi ise son derece karmaşık bir süreçtir. [274] Dış dünyamız, etkileşimlerle doludur, orada olup bitenlerin büyük bir kısmını duyu organlarımız yakalar. Ancak biz burada ihtiyaç duyduğumuz bilgileri almakla seçici davranırız. [275] İşte bu bilgilerin toplanması, algılanması, sıralanarak saklanması, ihtiyaç ve ilgi duyduğumuz yönde hayata ve harekete geçirilmesi, bizim yaşamımızı sürdürebilmemizin sebebidir.[276]
Algılama yeteneğimizin birçoğu doğuştan geiir. Bir kısmı da öğrenmeğe dayalıdır. Ancak bunlar birbirini daima etkiler ve öğrenilen becerileri algılamanın temelinde bu iki süreç beraberce bulunsa da bazen biri bazen de öteki ağırlığını gösterir.[277]
Genel olarak kadınların algılama yeteneğinin, erkeklerden güçlü olduğu kabul edilmiş ve bu “kadın sezgileri” adı verilen bir inanışa yol açmıştır. Kadınların küçük ayrıntıları fark eden bir göze ilaveten bedensel işaretlen yakalamak ve çözmek konusunda doğuştan gelen bir yetenekleri vardır. Erkekler, çoğu kez kadınlara yalan söylemeyi başaramazken; birçok kadının hiç anlaşılmadan kocasını aldatabildiği ileri sürülür.[278] Kadınların algılama yeteneğinin erkeklerden güçlü olmasının sebebi, kadınların çocuk yetiştirmesine ve çocuğun ilk birkaç yılında annenin onunla iletişim kurabilmek için beden dilini fazlaca kullanmasına bağlıdır.[279] Yeteneklerin çeşitli şekillerde alıştırmalarla geliştirildiği dikkate alınırsa, bunu kabulde zorluk çekilmez.
Canlılar, çevreleriyle belirli bir uyanıklık içerisindeyken ilişki kurabilir. Algılama ve algıladıklarımızı yorumlama görevlerini ifa için bu uyanıklığa ihtiyaç vardır. Uyanıklık durumu, duyu organları ile sağlanır, iç ve dıştan gelen uyarımlar, duyu haline çevrilerek bir taraftan bunlanrın duyurulma yolları aranırken, diğer taraftan da bu görevlerin sürdürülebilmesi için canlıların belli bir düzeyde uyanık kalmaları şartlandırılır. Normal uyanıklık dönemlerinde beyin biyoelektrik aktivitelerinin temel ritmini oluşturan ve saniyedeki sıklığı 9-10 kadar olan alfa dalgaları, uykunun başlaması ile birlikte yavaşlar, azalır, giderek bütünü ile kaybolur. [280] Kaba bir tanımıyla beyin ile omuriliğin birleştikleri bölümden, beyin kabuğuna kadar yayılan ve küçük sinir hücrelerinin, birbirleriyle olan çok yoğun ağsı ilişkiler kurması ile oluşan örgütlenme, iç ve dış dünyadan gelen uyarımların ışığında canlının uyanık kalmasını sağladığı sanılmaktadır.[281]
Son 20-30 yıldır merkezî sinir sisteminde ağsı örgüt adı verilen yeni bir örgütlenme tespit edilmiştir. İç ve dış ortamdan gelen uyarımlar duyu haline çevrilerek canlıların belirli bir düzeyde uyanık kalmaları sağlanır. Bu da beyindeki, bu ağsı örgüt uyarılarak temin edilir.[282]
Sürekli uyanıklılık başta beyin olmak üzere bütün vücut organlarının yorulmasına sebep olur. Bu organların görevlerini tam yapabilmeleri için dinlenmeye ihtiyaç duyulur. Böylece uyku olayı devreye girer. Uyku, sağlıklı canlılarda içinde bulundukları gelişme basmağına uygun olarak oldukça düzgün bir biçimde bir ruh halinden diğer bir ruh haline geçmeyi sağlayan biyolojik bir ritimdir. [283] Yani uygun ve düzenli aralıklarla tekrarlanan biyolojik bir olaydır.
Uyku, canlının kararlılık halini sürdürebilmesi için gerekli olan belirli bir dinlenmeyi amaçlar. Zira uyku halinde çevrenin algılanması yavaşlar, dikkatlilik alanı daralır, gözler kapanır ve duyu organlarının çalışmalarında genel bir yavaşlama başlar. Kas gerginliklerinde azalma görülür. [284] Sinir hücrelerinde uyarıcıya olan tepkiler azalır (inhibisyon) ve uykuya geçilir.[285]
İnsan, zayıf yaratılışlı,[286] başına gelen sıkıntıda başkasını yardıma çağırma eğilimine sahip[287], ümitsizliğe kapılabilen [288], tez canlı, [289] hayatın güzel şeylerini isteyip aramaktan usanmayan[290], iyilikten hoşlanan [291] bir canlı olduğu için daima başkalarına ihtiyaç duyan bir varlıktır. Diğer canlılardan bir farkı da, düşünür, hatırlar, öğrenir ve ister olmasıdır. O, su içme, yemek yeme, oturma, kalkma, gözünü kırpma, yüzünü buruşturma, arkaya dönme, yola arkadaşıyla birlikte çıkma, başkaları tarafından kabul görme ve başarılı olma ile ilgili durumlara ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaçları yerine getirmek üzere harekete geçer ve bütün hedeflere ulaşmak için birtakım davranışlarda bulunur. Onu tanımak, onun hayattan ne beklediğini ve ne gibi etkiler altında nasıl davrandığını bilmekle mümkün olur. O halde onun davranışlarının arkasındaki sebepler nelerdir?
Davranışlarının sebebini bulmak çok kolay değildir. Zira insan hem içten hem de dıştan gelen uyarıcıların karmaşık etkileriyle harekete geçmiş olabilir. Örneğin sınavda sürekli başını kaşıyan bir öğrenci, gerçekten buna ihtiyaç olduğundan mı, sınavda sıkıldığından mı, yoksa her iki sebebin birleşmesinden mi bu davranışta bulunur? Bütün bunları tam olarak tespit etmek oldukça zordur.”[292]
Bireyleri bu davranışlara iten sebeplerin ne olduğu konusunu irdeleyen psikologlar, bunlar için birçok sebep tespit etmişlerdir. Onlara göre genelde organizmayı birtakım davranışlara yönelten sebepler; ihtiyaç, ilgi, dürtü, istek, iştiha, arzu, amaç, ideal ve tutku gibi kavramlarla ifade edilir. Bunların hepsine birden güdü denilir. Güdünün İngilizce karşılığı olan “motive”, “hareket etmek” anlamındaki Latince sözcükten gelmektedir. Bu bakımdan güdü, davranışı harekete geçirici olarak düşünülebilir.[293]
Güdü sözcüğü yerine bazen “ihtiyaç” ve “dürtü” kelimeleri de kullanılır. Bunların eş anlamlı olduklarının söylendiği de olur. Halbuki aralarında ufak tefek farklılıklar da vardır.
Bireyin fizyolojik ve psikolojik davranışlarının büyük bir kısmı, varlığını sürdürmeğe, kendini gerçekleştirmeye yarayacak en elverişli şartlan bulundurma amacını güder. Organizmayı çeşitli davranışlara iten güdüler, farklı ihtiyaçlardan doğar. İhtiyaç sözcüğü, psikolojide insanın gelişimi ve çevresiyle uyumlu bir ilişki kurabilmesi için gereken önemli şartların eksikliği anlamında kullanılır. Organizmada dengenin sağlanabilmesi için ihtiyaçların giderilmesi gerekir. Onun için de bazı davranışlarda bulunmak zorunluluğu doğar. İşte bu eksikliğin duyulmasına ihtiyaç; eksikliği gidermek için organizmada beliren güce dürtü; organizmanın, ihtiyaç gidermek İçin belli bir yönde etkinlik gösterme eğilimine de güdü denir. Organizmayı belli davranışlara sürükleyen bu içsel olayların bütününe ise güdülenme adı verilir.[294]
Güdülerin sınıflandırılması kolay olmaz. Onun için de bu konuda çeşitli sınıflandırma biçimleri ortaya konulmuştur. Psikologlar arasında yaygın olarak bunların, “fizyolojik güdüler” ve “sosyolojik güdüler” olmak üzere iki bölümde incelendiği görülür.[295]
Beden davranışlarının nereden kaynaklandığı konusuna belli ölçüde açıklık getirebilmek için bunları tek tek ele alarak incelemeye çalışalım. [296]
Fizyolojik güdüler, yaratılıştan kalıtım yoluyla gelen güdülerdir. Hayvan ve insanlarda ortak olan bu güdüler, onların yaşama, var olma ve beden dokusunun canlı kalabilmesi için gereken ihtiyaçlardan doğarlar. Örneğin; insan acıktığında yiyeceğe ihtiyaç duyar. Bunu gidermek için bedende açlık denen bir güç belirir. Bu ihtiyacı gidermek için de, etkinlik eğilimi baş gösterir. Sonuçta gereği yapılır. Bu ve benzeri güdüler evrensel güdülerdir. Açlık, susuzluk, lüzumsuz maddelerin bedenden atılması, dinlenme, uyuma, merak, duyusal uyarılma, cinsellik ve analık gibi güdüler, bunlara örnek olarak gösterilebilir.[297]
Bu güdüler son derece karışıktır. Doğan Cüceloğlu'nun dediği gibi “yemek yeme ve onun altında yatan açlık duygusu” gibi son derece basit zannettiğimiz bir davranış bile henüz bütün ayrıntılarıyla anlaşılmış değildir.[298]
Bu fizyolojik güdüler yanında bir de sosyal güdüler vardır. Bunlar diğer insanları da içine alan güdülerdir. [299]
Bu güdüler, güvenlik, sevilme ve itibar gibi öteki insanlarla ilişkiden doğan toplumsal güdülerdir. Bunlar, sonradan öğrenilir, varlığın ve benliğin korunması ile ilgilidirler.
Başka insanlarla ilişki kurmak, sosyal hayatta en önemli uğraşılarımızdandır. Sosyal güdülerin kaynağı bebekliğin ilk günlerine kadar uzanır. Bu güdüler, yardıma ihtiyaç duyan bütün canlıların yavrularında görülür. Bunlardan birkaçını verelim. [300]
Sevme ve birlikte olma güdüsü, birbirleriyle yakından ilgilidir. Bunların toplumda uyum sağlama açısından önemi çok büyüktür. Bu güdüler sayesinde çocuk annesine yaklaşarak hem beslenir, hem de çevreden gelen tehlikelerden korunur. Çocuklar büyüdükçe çevre şartları onların bir taraftan annelerinden kopmalarını; diğer taraftan da hem insanları sevmelerini, hem de onlarla ilişki içerisine girmelerini zorunlu kılmaktadır. Psikologlar, bu durumu sosyal gelişmenin kaçınılmaz ve devamlı bir kuralı olarak takdim ederler.[301] Bu davranışlar, Kur'ân'da ifade edildiği gibi insanın zayıf yaratılma [302] ilkesinin de gereğidir.
Sevme ve birlikte olma güdüsü, organizmanın ihtiyaçlarından ve dokunmanın verdiği rahatlıktan kaynaklanır. [303] Bu güdüler ve on sekiz aylık çocuklarda gözlenen “paylaşma” ve “yardımseverlik” güdüleri, ondaki kalıtım yoluyla gelen yetenekte mevcuttur. [304] Birliktelik güdüsünün, kısmen merak ve kurcalama kısmen de korkudan kaynaklandığı da ileri sürülmüştür.[305]
Bu güdü hem sosyal hem de ekonomik güvenlik biçiminde belirir. Bu her iki güvenlik de, gücünü hayatta kalmak ve sağlıklı yaşamak güdüsünden alır.[306]
Sosyal güvenlik, başkaları tarafından sevilmek ve beğenilmek arzusu olarak kendini gösterir. Sevilme isteği kuvvetli bir ihtiyaçtır. Ekonomik güvenlik ise iyi gelire sahip olma arzusu ile tanımlanabilir. Bu güdü insanları çatışmaya sevk eden önemli sebeptir.[307]
Herkes başarılı ve saygın kişi olmak ister. Eksiklik ve küçüklük kaygısı da insanı rahatsız eder. Onun için psikologlar prestiji de ayrı bir güdü olarak ele alırlar. Bu güdü; küçük yaştaki çocuklarda oyun faaliyetleri sırasında görülür. İleriki yaşlarda başarılı olma ihtiyacı şeklinde gücünü artırarak devam eder.[308]
Birey, başkalarıyla kıyasladığı zaman kendini iyi bir konumda görmek ister. Hatta başkalarının ne düşündüğünü hesaba katmadan kendişine saygı duyma ihtiyacını da hissettirir. Saygınlık kazanmak, sosyal onay alma ve kendilik saygısını bulma şeklinde kendini gösterir.[309]
Özgürlük bir ihtiyaçtır. Bu güdü de insanın yaratılışında mevcuttur. Hiçbir insan küçük yaşlardan itibaren davranışlarının engellemesini istemez. Üç beş aylık bebek bile kolları ve bacakları sıkı tutulduğu zaman yüzü kızarır, ağlar ve kurtulmak için bütün gücünü sarf eder.[310]
Her çocuk doğduğu günden beri “kendi başına olma” eğiliminde olması ve 18 yaşını bitirdiği zamanlarda da evden uzak yaşama şartlarını hazırlamaya başlaması, bu güdünün delilidir. Bunu yapamayan genç, arkadaşlarının olumsuz yargısıyla karşı karşıya kalır.[311]
İnsanda yeterli olma güdüsü de yaratılışında vardır. Ünlü psikolog White'a göre insan ya da hayvan organizması, görebildiklerini görmeye ve yapabildiklerini yapmaya güdülenmiştir. Bunlar bütün yeteneklerini kullanma güdüsüyle yaratılmışlardır. Bu yetenekleri kullanmakla doyum sağlarlar. Görmek ve yapmak onlar için bir ödüldür. Örneğin bir çocuk bile ayakta durmak için çaba sarf eder. Bunu başarınca da hoşlanır, güler ve bundan bir haz ve doyum sağlar.[312]
Hazzın, bir güdünün doyum sağladığında ve hedefe erişildiğinde duyulan his olduğunu yukarıda ifade etmiştik. Bireyin zarar verecek şeylerden uzaklaşma, organizma için yararlı olanlara yaklaşma eğilimi, geniş ölçüde fizyolojik güdülerden kaynaklanır. Ancak zamanla bu güdüler, toplumsallaşır. Hazza yönelme ve elemden kaçma eğilimi karmaşık bir hal alır. Sonuçta ileride gerçekleşecek, bir hazza ulaşabilmek için uzun süre sıkıntılı çalışmalara kendimizi verecek duruma gelebiliriz.[313] Zira Kur'ân'da da ifade edildiği üzere hazza ulaştıracak şeylerin önünde güçlükler, sıkıntılı şeylere itecek durumların önünde de, güzellikler saklı olabilir.[314] Haz ve elem güdülerinin karmaşıklığı da buradan kaynaklanır. [315]
Bir güdünün engellenmesi, saldırganlık güdüsünün ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Saldırganlığın kalıtım yoluyla mı yoksa toplumsal güdülerle mi ortaya çıktığı konusu tartışılmış ve her iki görüş de, taraftar bulmuştur. [316] Ancak bir süt çocuğunda güdülerin engellenmesi ve bazı sınırlamaların öfkeye neden oluşu [317], bu güdünün insan tabiatında olduğu tezini güçlendirmektedir. Freud(1959) ve Lorenz(1996), saldırganlığı kalıtıma görüş açısından ele almışlardır.[318]
Saldırganlık tavrı, daha ileriki yıllarda gelişme, başarı ve üstünlük ihtiyacının doyurulmaması sonucunda ortaya çıkmaktadır. Ayrıca zararlı şeylerden korunma ihtiyacının bir belirtisi olarak da görülebilir.[319]
öğrenme ve modeli örnek almanın, saldırganlık üzerinde önemli etkisi vardır. Örneğin televizyonda saldırganlık görüntülerini seyreden çocuklarda saldırganlık davranışlarının arttığı tespit edilmiştir.[320]
Vicdan, iyilik ve kötülüğü ayırma mefekesidir. Bu melekenin kökeni hakkında tartışmalar yapılmış; bazıları bu güdünün doğuştan var olduğu görüşünü savunurken bazıları da tecrübe ve gelişme sonucunda elde edildiği tezini ortaya atmıştır. Bir kısım bilim adamı da, vicdanla aklı, bir kabul etmiştir.[321]
Sokrat, Jan Jack Roussea ve İngiliz filozoflarından Shaftesburg (1671-1718)'e göre vicdan, Allah'ın insanların kalplerine ilham ettiği bir melekedir. Onlara göre gözle gördüğümüz bir şeyin, siyah veya beyaz olduğunu nasıl anlıyorsak, bizdeki bir güçle bir işin iyi mi kötü mü olduğuna da hemen hükmederiz.[322]
Bazı bilim adamaları da, vicdanın; yani neyin doğru neyin yanlış olduğuna ilişkin ahlakî değerlerin, öğrenme sonucu kazanıldığını ve bunda ahlakî gelişimin etkili olduğunu [323] ileri sürerler.
Kur'ân'a göre ise iyilik ve kötülük duygusu, yaradılışta herkeste mevcuttur. Bunu “Allah, insan benliğini yaratılış amacına uygun olarak şekillendirdi ve ona birtakım kabiliyetler vererek iyilik ve kötülükleri ilham etti.”[324] âyetinden öğreniyoruz. Bu âyeti destekleyen hadisler de vardır: “İçini tırmalayan kalbinde çarpıntı husule getiren gönlünü bulandıran şeyi bırak.”[325], “İyilik, ahlak güzelliğidir. Kötülük de içini rahatsız eden kalbinde sıkıntı husule getiren ve bir de halkın görmesini ve duymasını istemediğin şeydir.”[326] “İyilik, ruhun kendisine ısındığı kalbin rahatladığı şeydir. Kötülük de ruhun kendisinde ısınmadığı, kalbin rahatlamayıp huzursuzluk duyduğu şeydir. Her ne kadar bunun aksine hüküm verseler de.”[327] “...doğruluk kalbin ısındığı sükun bulduğu şeydir. Yalan da gönüle ızdırap ve darlık veren şeydir.”[328] hadisleri de, iyilik ve kötülüğü ayırma yeteneğinin Allah tarafından yaratılışta verildiğini net bir şekilde ifade etmektedirler. [329]
Toplumsal güdüler çok karmaşık olduğu için onları tanımak güçtür. Örneğin kendisini bilime vermiş birisinin gece gündüz onunla uğraşıp zevk ve eğlencelerden uzak kalması, ya bilimsel tecessüsten, ya şöhret ve tanınma ihtiyacından ya da zengin olup çoluk çocuğunun geçimini temin etme düşüncesinden kaynaklanabilir.
Analık güdüsü gibi bazı fizyolojik güdüler, başkalarını da ilgilendirdiği için sosyal bir nitelik kazanarak sosyal davranışlar biçiminde görünür. Bireyin yaşı ilerledikçe kendisinde toplumsal güdülerin hem sayısı çoğalır, hem de bunların davranışlara olan etkisi artar.[330]
Fizyolojik güdüler, doğuştan itibaren kendisini göstererek canlı varlığın yaşamasını sağlarken; toplumsal güdüler sonradan öğrenilip bireyin benliğini ve sosyal çevresindeki statüsünün ve güvenliğinin korunmasını sağlar.
Bütün canlılarda aynı biçimde görülen fiziksel güdüler, ilk yıllarda görülür ve evrenseldir. Toplumsal güdüler İse ileriki yıllarda güç kazanır ve toplumdan topluma değişiklik gösterir.
Toplumsal güdüler, fizyolojik güdülerin gelişmesinden meydana gelmekte ve onlar kadar önem arz etmektedir. Örneğin ilk anlarda para, geçimi temin ve açlığı giderme güdüsüyle kazanıldığı halde, daha sonra da bu güdü şöhrete, sosyal statüyü korumaya dönüşebilmektedir.
Davranışı meydana getiren bu etkenleri verdikten sonra davranışın nasıl kazanıldığı ve yitirildiği konusuna geçebiliriz. [331]
Toplumsal ilişkilerin sağlıklı olarak düzenlenmesi ve sinir sisteminin gelişmesine bağlı olarak doğumdan ergenlik çağına doğru davranışlarımızın gelişme süreci izlendiğinde, gelişme düzeyinin arttığı ve buna bağlı olarak da daha ayrıntılı algılamalara ve yorumlamalara gereksinme zorunluluğu duyulduğu [332] görülür.
Canlılarda toplumsallaşma ihtiyacının yoğunlaşması, gelişme sürecinin en önemli kilometre taşlarından biridir. Çeşitli sebeplerle toplum dışında kalan bir canlı toplum arasındayken geliştirdiği yeteneklerini yitirir. Örneğin bir çocuk belli bir yaşa kadar konuşma imkanından mahrum bırakılmış ve ses organları konuşmaya alıştırılmadan gelişmişse hekimler, onun konuşma yeteneğini tamamen kaybedeceği kanaatindedir. “Kurt Çocuk-Yaban Çocuk” bunun örneğidir.[333]
Bu davranışları yitirme olayı, topluma ait karşılıklı davranış biçimleri için de, söz konusudur. Toplumundan uzaklaşan kişinin oturuş, kalkış selamlaşma ve diğer davranışlarının tümünde değişiklikler ve eski davranışlarını tamamen kaybetmeler gözlenmektedir. Şunu da belirtmek gerekir ki dış dünya ve toplumsal uyarılar olmadan sinir sisteminin ve beynin gelişmesinin imkansız olduğu görüşünde birleşilmiştir.[334]
İnsanın kendisini hemen her şart ve ortama uydurabileceği [335] göz önünde tutulursa bir şahsın karakterinin, çocukluğunda anne ve babasının çocuğa taşıdıkları toplumsal karakterin temel çizgileriyle oluştuğu inkar edilemez. [336] Zira bireyin gelişiminde en önemli etken, içinde doğmuş olduğu toplumun değerleri ve yapısıdır.[337]
Çocuk yaşamının ilk dört ya da beş yılında ruhsal birlik ve bütünlüğünün bilincine vararak; ruhla beden arasındaki ilişkileri kurup çatmaya başlar. Kendisindeki yaratılıştan getirdiği yeteneklerle çevresinden edindiği izlenimleri bir araya toplayarak üstünlük amacının hizmetine sunar. Beş yaşının sonunda onun kişiliği billurlaşıp ortaya çıkar. Onun duygusal eğilimleri ve kendisini bekleyen sorunlara yaklaşım tarzı, yaşama verdiği anlam ve iziediği amaç, söz konusu dönemde belirlenir. Ancak bunların hepsi sonradan değişebilir. Nasıl ki önceki davranışları yaşam görüşüyle nasıl uyum içinde gerçekleşmişse, bunların değişmesi de, yeni yaşam görüşüyle uyum içinde gerçekleşmesi doğaldır.[338]
Toplumsallık bilinci, ruhî kaynaklı sinir hastalıklarına eğilimden bizi koruyacak tek güç olduğu için çocukların toplumsallık bilinciyle donatılması ve onların o yönde cesaretlendirilmesi, yaşıtlarıyla özgürce ilişki kurmalarına, toplumsallık duygularını geliştirecek ödevler üzerinde çalışıp oyun oynamalarına izin verilmesi önerilmiş ve toplumsallık bilincinin gelişmesinin karşısına çıkarılacak engellerin, ciddi sonuçlar doğuracağına dikkat çekilmiştir. [339] İnsanın tabiata yenik düşmemesinin şartı, toplumsallaşmak ve başkalarıyla birlikte yaşamayı başarıp, üretimi birlikte sağlamaktır. [340] Bütün ilişkilerin temeli çocuklukta atılır ve bütün davranışlar da, toplumsallaşmanın ürünüdür.[341]
Toplumsal şartların getirdiği içgüdüsel ve dürtüsel güçler, giderek canlıların davranışlarının özünü oluşturur. Ancak içgüdüsel davranışlar, çeşitli şartlanmalar sonucu hayat boyu değişip farklılaşma özelliğine de sahiptir. [342] Aksi halde insanoğlunun değişik toplumlara uyum sağlaması mümkün olmaz ve toplumların birbiriyle uzlaşmaları imkansız hale gelirdi.
Her gelişme, bir anlamda davranış kalıplarının sayısının artması anlamını taşır. Bu imkan canlıya daha değişik davranışlarda bulunma yeteneğini sağlar, böyiece hayat boyu yeni yeni şartlanmalar, öğrenmeler ve gelişmeler, tarihsel bir süreç içinde sonsuza dek sürer giderler. Sosyalleşme kavramını sosyal bilimler alanına sokan ilk düşünür E. Durkheim'in: “sosyalleşme sürecinde içten gelen çok güçlü bir farklılaşma olayının söz konusu olduğu”na dair tesbitinin anlamı budur. Bu farklılaşma aracılığı ile insan, tabiî bir varlık olma durumundan çıkarak diyalog kuran sosyal bir varlık haline geçer. Buradan hareketle sosyalleşmeyi, “Henüz yetişkin halde bulunmayan fertlerin olgun bir topluluk içine girmeleri halidir,” şeklinde tanımlamışlardır. Buna göre bir uyum süreci olan sosyalleşme, genç insanların, yetişkinlerin yarattığı sosyo-kültürel birliğe intikalidir.[343]
Davranışların anlamlandırılmasından ibaret olan beden dili de, sözlü dil gibi gerek ailede, gerekse sosyal çevredeki sosyalleşme süreci içerisinde hem kalıtım yoluyla getirilen, hem de sonradan kazanılıp geliştirilen yetenekler sayesinde öğrenilir.
Beden dilinin öğrenildiği bu sürecin birinci şartı, bireyin kişilik kazanarak belli bir çevreye hazırlanması veya başka bir ifade ile bir kimsenin toplum kurallarına göre davranacak biçimde eğitilmesi anlamındaki toplumsallaşma; ikincisi de davranışların kazanıldığı çevre'dir.
Beden dilinin sözcükleri sayılan davranışların kazanıldığı çevrenin tamamını vermek burada uygun düşmez. Ancak davranışların çevredeki gelişim ve biçimlenme sürecine örnek teşkil etmesi bakımından çocuğun davranışlarının sadece ailedeki gelişim sürecinin izlenmesinin yerinde olacağı kanaatindeyiz.
Davranışların tamamı, toplumsallaşmanın ürünü olduğu için sırasıyla toplumsallaşma, toplumsallaşmada ailenin rolü, sosyalleşmenin ilk basamağı olan evlilik, sosyal bir kurum olarak aile ve ailedeki kadın ve erkeğin rolü, toplumsallık ve çocuk, çocuğun anne ve babası ile olan ilişkisi, çocuğun davranışlarının ailedeki gelişim ve biçimlendirme süreci, davranışların bütünleşmiş şekli olan kişilik, karakter, mizaç ve benliğin nasıl oluştuğu konularının öğrenilmesinde yarar vardır.
Bu konuların bilinmesi, hem davranışların değerlendirilmesinde bu kavramların yerli yerinde kullanılmasını sağlayacak, hem bu sayede birey, beden dilinin nasıl öğrenildiğini izleyecek, hem de bu dilin kullanılmasının bilincine erecektir. Böylece bir taraftan beden dilinin önemi anlaşılacak, diğer taraftan da Kur'ân metninde beden dilinin araç olarak kullanıldığı konusunda oluşacak ikilem ortadan kalkmış olacaktır. [344]
Tabiatta güçlü sayılmayacak türlerin bir araya gelerek yeni güçler edinmeleri ve kendilerine has bir biçimde dışa karşı etkinliklerini sürdürmeye çalışmaları, canlılar dünyasında hakim olan bir yasadır. İnsanların da bir araya gelme zorunluluğu buradan kaynaklanır. [345] Zira insan ruhu toplu yaşam koşutlarına göre yapılanmıştır. Bu bakımdan insanın tabiat karşısındaki sınırlı dirence sahip olması, varlığını sürdürebilmesi için yardımcı çareye başvurmadan edemez. Örneğin insan, güçlü hayvanların ne kas kuvvetine, ne hızlı koşuşlarına, ne onların keskin dişlerine, ne hassas kulaklarına, ne de keskin gözlerine sahiptir. Onun için insanın beslenme ve yaşam üslubu bu sıkı koruma tedbirlerini gerektirmektedir. İnsanın karşısına dikilen böyle bir yaşam biçimi ve bireyin bu yaşam kavgasında ayakta kalabilmesi, iş bölümünü gerektirdiği açıktır. [346] Zaten uygarlık tarihinde toplu halde sürdürülmemiş hiçbir yaşam biçimine rastlanmaz. Kaldı ki insanın toplu yaşama zorunluluğu, sadece kendisinin tabiata ve olaylara karşı tek başına direnemeyeceğinden değildir. Yaşam koşullarının, evrensel nitelik taşıması ve sosyal bir kökene dayanması da, bunda zorunlu bir etkendir. [347] Örneğin yiyecek bir ekmeğin veya giyecek bir kumaşın üretiminden başlayıp onun kullanılabilir hale getirilmesinin hangi aşamalardan geçtiği ve nice değişik iş ve sanat erbabına ihtiyaç duyduğu izlenirse olay daha iyi anlaşılmış olacaktır.
İnsanın, tabiat açısından yetersizliği yani yaratılışındaki kısıtlanmışlık, kendisine güvensizlik duygusu şeklinde aksetmektedir. Bu güveni sağlama kaygısı, onun için daima bir uyarı kaynağı olmakta ve kendisini elinde bulundurduğu dezavantajları gidermek için bir yol aramaya itmektedir. İnsandaki ruhsal organ, kendi dışındakilerle uyum ve güvenliği sağlama yeteneğini elinde bulundurmaktadır. Onun görevleri, toplumsal zorunluluklara cevap verecek şekilde düzenlenmiştir. Onun için bu organ, toplumsal şartları göz önünde bulundurmak zorundadır. Zira ruhsal yetenekler, toplumsal yaşamın damgasını içeren bir temel üzerinde gelişip ortaya çıkmakta ve insandaki her düşüncenin toplumun beklentisine cevap verecek bir nitelik taşıması gerekmektedir. [348] Çünkü insandaki organik eksiklikleri o, giderecektir. İnsandaki yetersizlik duygusu, onda “bir işin ilerisini kestirme ve ona göre davranma” gücünü oluşturmakta; düşünme, hissetme ve duruma göre davranma diyebildiğimiz yetilerin oluşumunu sağlayacaktır.
İnsanlar arası ilişkinin sağlanması, bu ilişkinin güven altına alınması ve insan varlığının sürdürülmesi, ancak dili sayesinde gerçekleşir. Dil, ruhsal gelişimin sağlanması açısından da önemlidir. Çünkü mantıklı düşünme, ancak dilin varlığı ile mümkündür. Dil ise, hem toplu yaşamın ürünüdür, hem de şartıdır. Dii aynı zamanda insanın öteki canlılara karşı üstün özelliğini oluşturan mucizevî bir eserdir, Onsuz toplu yaşam imkanı yoktur. [349] Dil denilince de hem sözlü, hem de sözsüz beden dili birlikte anlaşılmalıdır.
İnsan, daima ilişkilerini toplumsallık duygusu ile sürdürür. Ya da böyle bir izlenim uyandırmaya çalışır. Zira hiç kimse kendini haklı göstermeden herhangi bir davranışta bulunamaz. Böylece yaşamın; düşünmenin ve davranmanın özel bir biçimi doğup ortaya çıkar. Bu da zorunludur. Zira kimse kendisini insan cinsine karşı yükümlülüklerden kurtaracak bir tez ortaya atamaz. Zaten toplumsallık zorunluluğu, ona bu fırsatı vermez.[350]
Toplumsallaşmayı zorunlu kılan sebeplerden biri ve belki de en önemlisi, bilimsel ve teknik gelişmelerin, insan yeteneklerinin geliştirilmesini ve çeşitli yeteneklere sahip olan insanların iş birliğine gitmelerini zorlamasıdır. [351] Hangi şartlar altında olursa olsun hiçbir sistemin, hiçbir ferdi üretim dışı bırakması, hoş karşılanamaz. Zira emek, gerçek anlamını tüm insanî ilişkiler içerisinde bulur. Onun için insanlaşma sürecindeki yeni aşamalara imkanlar sağlanarak; kitleler eğitilebilir ve bütün bu kitlelerin, dünyanın yönetimine somut biçimlerde katılımlarıyla insanların yabancılaşması ve intihara gitmesi önlenebilir.
Toplumlarda en önemli sorunlardan biri de, yabancılaşma olgusu ve bu olguya karşı koymama eğilimidir. Yabancılaşma bir kader değil, bilakis belli sosyo-ekonomik biçjmlenmelerdeki dengesizlik ve kendi çıkarları uğruna insanlığı yok etmeye yönelik bilinçsiz davranışların sergilenmesidir. Yabancılaşmaya karşı çıkacak insanın sahip olması gereken ahlak ilkesi, sorumluluk duygusudur. Bu sorumluluk, bütün insanlarla bütünleşmeyi amaçlayan sorumluluktur. Bu esas üzerine gelişen düşünce ve hareketler, insanca davranışlar olarak nitelenebilir.[352]
Hayrı, hayır olduğu için yapmak demek, onu Allah namına yapmak demektir. Bunun karşılığı da Hakk'ın rızasıdır. Halk için yapılan hayır, Allah da karşılığını bulamadığı gibi şahsi menfaat kokusu ile illetlidir. Bu koku bulunan herhangi bir davranış bireylerin düşüncesini bulandırır. [353] İstek arzu ve şahsî menfaat, aklı sislendirerek ya şaşı yapar ya da tamamen kör eder. [354] Bu durumda toplumda onulmaz yaralar ve herkesi rahatsız eden olumsuzluklar ortaya çıkabilir. İnsanların elleriyle yapıp ettikleri sonucunda karada ve denizlerde çürüme ve bozulma başlar,[355] ekolojikdenge bozulur ve böylece toplumsallaşma olgusu yok olur gider.
Sağlıklı toplumlar, tek bir ruhla hareket edebilen toplumlardır. Bunun teşekkülü, vicdanlarında sosyal ruhun ahlaklaştiğı bireylerin bir araya gelmesiyle mümkündür. Zira sosyal ruh, önce fertte sonra ailede sonra da toplumun tamamında oluşur[356] ve böylece “Nasıl olursanız öyle yönetilirsiniz.” sözünün anlamını buiduğu yapılanma meydana gelmiş olur. Bunu şöyle de ifade edebiliriz. Her birey, bir topluluğun tüm vicdanını o toplum teşekkül etmeden önce de taşımalıdır ki sağlıklı toplum teşekkül edebilsin.[357]
İnsan, yaratılışta hem iyiliğe hem de kötülüğe yatkın ve yetenekli kılındığı gibi tabiat olarak da iyiliğin iyiiik, kötülüğün de kötülük olduğunu bilen bir yapıya sahiptir. [358] Ancak insan, varoluşundaki bu ikiye bölünmüşlük karşısında yansız ve edilgin kalamaz. İnsan olduğu için ondan türleri aynı olanlar ve tabiatla bir birlik ve bir bütünlük duygusuna erişebilmek için kendisiyle dış dünya arasındaki ayrılığın nasıl kaldırılacağı sorulur.[359]
İnsanın, kendisini her şart ve ortama uydurabileceği olgusu doğrudur. Ancak o, üzerine kültürün yazılacağı boş bir metin değildir. Onun tabiatında, mutluluk, ait olma, sevgi ve özgürlük için uğraşma gibi ihtiyaçlar da vardır. [360] Ama özgürlük sınırlı bir özgürlüktür. Bireyin birinci görevi özgürlüğün sınırlarını genişleterek ölüme götüren nedenlere karşı yaşama neden oian şartları güçlendirmektir.[361] Doğan Özlem'in bir konferansında “En büyük özgürlük kişinin kendi davranışlarına kota koymasıdır.” (24.5.2002. Van) şeklinde ifade ettiği sözü, özgürlüğün sınırını daha iyi belirlemektedir.
İnsan, günahkar olarak doğmaz. Ancak onun iyiliklere de kötülüklere de eğilimi vardır. Bu eğilimler bireyden bireye değişir. Bu bakımdan kaderimiz, büyük ölçüde eğilimlerimizi biçimlendiren etkenlerce belirlenir. Burada en büyük etken toplumun en ait basamağı oian ailedir. Toplum, hem ilerletici hem de geriletici bir işleve sahiptir. İnsan, başkalarıyla işbirliği yaptığı zaman yeteneklerini geliştirir. Böylece insan, tarihi süreç içinde ya kendini olgunlaştınr veya yıkıcı canlı bir ceset haline sokar. Ancak günümüze kadar birçok toplum, çoğunluğu kullanmayı hedef edinen azınlığa hizmet etmişlerdir. Onun içinde o azınlık, çoğunluğu aptallaştırma, güçlerini kırma ve gelişmelerini engelleme zorunda kalmışlardır. Bu yüzden toplumlar, insanlıkla ve insanlık için geçerli evrensel kurallarla çatışma eğilimi göstermiştir. Böylece güdümlü toplumlar, güçsüz bir çocuk gibi ya İsa (as) ile birlikte çarmığa gerilmiş ya da Cengiz Han, Stalin ve Hitler'le birlikte öldürüp soygunculuk yapmıştır.[362]
İnsanın gelişmesinin, sürekli bir doğuş ve sürekli bir uyanış süreci olagelmiştir. İnsan ırkının en büyük liderleri, bütün toplumları uykudan uyandıranlar; insanlığın düşmanları ise, toplumlara uyku ilacı vererek onları uyutanlar olmuştur.
İnsaniık tarihi, gelişim süreci içinde korku verici bir boyuta ulaşmıştır. İnsan bir taraftan tabiatın bilmecelerini çözebilecek kadar aklını geliştirirken diğer taraftan da yeni bir dünyanın eşiğine adım attığında kendi yaratmış olduğu nesnelerin ve sistemlerin gücüne yenik düşmüştür. Bulduğu yeni bir üretim ve dağıtım metoduyla kendine yeni bir put edinmiş ve böylece kendi kendini nesnelerin kölesi durumuna düşürmüştür. Böylece insanlar, insanî batkınlığı ve güçsüzlüğünü gizlemek için Allah, özgürlük, insanlık ve toplumculuk kavramlarını boş yere kullanmaktadır.[363]
Her ne kadar kendimizi yok olmaktan kurtaracak olan akıl ve düşünce gücünün üzeri çeşitli ideoloji tabakaları ile örtülmüş ise de bu gücün içine girilebileceğine; bizi silahların değii düşüncenin kurtaracağına inanmak gereklidir. İnsanda umut ve inanç olmadığı sürece aklın etkili olmayacağı açıktır. Ünlü düşünür Goethe'nin, tarihsel dönemler arasındaki en büyük ayrımın inanç ve inançsızlık ayırımı olduğu; inancın egemen olduğu dönemlerin parlak, inançsızlığın egemen olduğu dönemlerde ise hiç kimsenin kendisini getirişi olmayan şeyler uğruna feda edemeyeceğini seslendirmekteki haklılığı ortadadır.[364]
Çoğu zaman doğruluğu kabul etmenin bir zeka sorunu değii de bir karakter sorunu olduğu görülür. Karakterin en önemli öğesi, güçlü olana ve kamuoyunun yanlış buyruklarına baş eğmeyip; “Hayır!” diyebilme yiğitliğidir. Anlamlı bir şekilde “hayır” diyebilme, anlamlı bir tarzda “evet” diyebilme yeteneğinin belirtisidir. “Tanrı'ya “evet” demek, Sezar'a “hayır” demektir.”[365]
Doğruya “evet”, eğriye de “hayır” diyebilme bilincini geliştirme, ancak yardımlaşma [366] ve Allah'a karşı sorumluluk bilinci; doğru sözlü kimselerle beraber olma [367] ve dürüstler çevresine girme [368] sonucunda gerçekleştirilebilir.
İnsanın zayıf yaratılışı [369], onu daima birtakım sosyal ve kültürel geleneklerin hakim olduğu bir ortamda yaşamağa iter. Böylece o, toplumsal çevresi ile sürekli etkileşim ve karşılıklı kültür alışverişi halindedir. İnsan, sosyal etkileşim yoluyla içinde bulunduğu toplumun kültürünü benimser. Bu bakımdan insanın kişiliği, içinde yaşadığı toplumun gelenek ve göreneklerine göre biçimlenir. İşte bireyin, aralarında yaşadığı toplumun kültür değerlerini kazanmasına toplumsallaşma denir. [370] İnsanın bulunduğu topluma uyabilmesi ve birlikte yaşadığı insanlarla geçinebilmesi, toplumsallaşmaya bağlıdır.
Kültürel değerler ve normlar, toplumsallaşma denilen bir süreç yoluyla kazanılır. Bu kazanım, öğretim ve taklit yoluyla gerçekleşir. Bireyler, bir haz ve elem durumuna göre sosyalleşmektedir. Onlar, kendilerine haz veren şeyi yapmaya, ceza veren şeyden de sakınmaya devam ede ede ortaklaşa paylaştıkları bir karakter oluşur. Buna “sosyal karakter” denir. Bu karakter, toplumdaki bireyleri toplumun isteklerine ve normlarına uygun olarak biçimlendirir. Böylece birey, içinde bulunduğu toplumun sosyal kalıplarına kendiliğinden uyma davranışı gösterir.[371] Örneğin bir toplumda sosyal normlar vardır. Herkes belli bir biçimde giyinir, kuşanır, belli bir şekilde çocuğunu eğitir. Bireyin bunları nasıl yapacağını düşünmesi bile gerekmez. Toplumun bünyesine uygun görülen davranış biçimlerini aynen benimser, böylece toplumun temel kişilik niteliklerini kabul eder.[372]
Her toplum, halkın biyolojik ihtiyaçlarını gidermede kendine özgü birtakım yollar bulmuş ve bir düzen oluşturmuştur. Böylece toplum, bireyin neleri istemesi, neleri yapması, bunları nerede ve ne zaman yapması gerektiğine ilişkin ilke ve ölçüler tespit etmiştir. Öyle ki, bazı hareket ve davranışlar, kendi aralarında özelleşmiştir. Bu tavır ve hareketler, başka toplumların anlayamayacağı anlamlarla yüklenmiştir.[373]
Bİr toplumun sosyal yaşayış biçimi, gelenek ve görenekleri, insanların biyolojik ve psikolojik yapılarına ne kadar uygun olursa birbirleriyle uyumları o oranda artar. Bu bakımdan statik/duruk ve ilkel toplumlarda toplumsallaşma o oranda kolay olur. Çünkü davranış biçimleri fazia bir yekun teşkil etmez. Ancak ileri toplumlarda roller fazla olduğundan bu iş o kadar kolay olmaz. Hatta bazen kişiliğini bile koruyamaz. Bu sıkıntı, en çok toplumların ideoloji değiştirdiği dönemlerde yaşanır.
Toplumsallaşmayı hızlandıracak en önemli faktör, kişiler arası ilişkilerin olumlu yönde gelişmesidir.
Rogers, insanlar arası ilişkilerin olumlu yönde gelişmesi için üç faktörün önemine dikkat çeker. Bunlardan birincisi iletişimde “sevgi” ilkesine yer verilmesi ve insanların kendilerine has nitelikleriyle kabul edilmesidir. İkincisi, karşısındakinin empatik bir anlayışla dinlenmesidir. Bu tür bir anlayış, kendi objektifliğini yitirmeden olayları, karşısındaki insanın içinde bulunduğu durumu ve onun görüş açısını dikkate alarak değerlendirmesidir. İnsanları en fazla tedirgin eden şey, tenkit edilmeleri olduğundan mümkün olduğu kadar eleştirmekten kaçınılması yararlı olur. Empatik dinlemede insan karşısındakini övmeden, yargılamadan onu olduğu gibi anlamaya çalışır. Bu anlayış insanların birbirlerine yaklaşmalarına yardımcı olur. İnsanî ilişkilerin olumlu yönde gelişmesine yardımcı olacak üçüncü unsur da “tutarlılık” ilkesidir. Bu ilke, kişilerin kendi içinden geçen duyguların farkında olması, olduğu gibi görünmesi ve düşünceleriyle konuşmalarının birbirini tutması durumudur. [374] Bu davranışlar, karşılıklı güveni sağlayacağından birtakım hareket ve normların kişiler arasında oturmasını kolaylaştırır. Bütün bu açıklamalar ışığı altında toplumsallaşmayı, “Bireyin, ailesi ve kültürü tarafından belirlendiği şekilde davranmayı ve diğer kişilerle olan ilişkilerinde uyum yapmayı öğrenmesidir.” tarzında tanımlayabiliriz.
İnsanlarla uyum içinde olabilmenin olmazsa olmaz şartı, insanların karşısındakine nasıl davranacağını bilmesidir. Demek oluyor ki toplumsallaşma bir bakıma insanlara nasıl davranılacağının öğrenilmesidir.
Toplumsallaşma, öğretim ve taklit yoluyla gerçekleşir. Bu süreçte yer alan öğrenme, genellikle farkında olunmadan gerçekleştirilen bir öğrenmedir. Ünlü Antropolog Edward Sapir, bu tür öğrenmenin bilinçsiz niteliğinden söz eder.[375]Toplumsallaşma süreci olmadan toplumların varlıklarını tutarlı bir biçimde sürdürebilmeleri beklenemez. Bu süreç aileden başlar. Bir çocuk için ilk toplumsallaşma kaynağı, toplumun temel davranış biçimlerini öğreten “aile”dir. Okullar da, toplumsallaşmanın başta gelen kaynaklarından olup temel becerilerin bazıları da burada öğrenilir.[376] Ancak bir ülke ideoloji değiştiriyorsa halkı ile çelişkiler yaşayabilir. Çünkü hem eski alışkanlıkların atılması hem de yenilerinin kazanılması yılları içine alır.[377]
Davranışların kazanılmasında her ne kadar aile ve çevre etkin ise de bunlardan ailenin önemi daha büyük olduğundan toplumsallaşmanın ilk başladığı aile kurumu ve bu kurumun toplumsallaşmadaki rolü üzerinde durmak yararlı olacaktır. Ancak söze, toplumsallaşmanın ilk basamağı olan evlilik kurumundan başlanacaktır. [378]
Sosyal yükümlülük taşıyan bir kurum olarak evlilik, bir erkekle bir kadının aile kurmak için kanuna uygun olarak birleşmelerinden ibarettir. Evliliğin gayesi, erkek ve kadının meşru yoldan cinsî taleplerini karşılamak, onların iffetli bir hayat sürebilmeierini temin etmek ve bu yolla çoğalıp neslin devamını sağlamaktır. Bu bakımdan Peygamberimiz çok doğuran kadınlarla evlenmeyi tavsiye etmiştir.[379] Bu yönüyle evlilik, tarih boyunca cinsî davranışları kontrol altına alan koruyucu bir yapı olmuştur.
İslam, evlilik dışı cinsî tatmini yasak etmiş ve cinsî arzunun tatmini için evlilik müessesesini kurmuştur. [380] Buna göre evlilik, erkek ve kadının sosyal statüsünün bir sembolüdür. Yoksa evlilik, geçici cinsî arzuları tatmin ve kadını arkadaş edinerek onu emniyet altına almak olmadığı gibi; kadın, erkeğin eğleneceği bir oyuncak da değildir. Kadın ve erkek iki ayrı cinstir. Bu cinslerden her biri kendine ait fonksiyonu icra etmeğe memurdur. İnsan diğer canlılardan farklıdır. Diğer canlıların neslini sürdürmek için çiftleşmeleri yeterlidir. Erkek ve kadın ise evlilikte bir taraftan neslin devamını sağlarken diğer taraftan da uygarlığı gerçekleştirmek için birbirlerine, çocuklarına; çocuklar da anne ve babalarına karşı sorumluluklar yüklenirler. Böylece eşler, sevgi ile ulvî bir işbirliğini sağlayarak, toplumsal hayatın mümkün hale gelmesine yardımcı olacaklar ve ahlaksızlık yolları tıkanmış olacaktır.[381] “Sevgi ve evlilik, eşlerden birinin karşı tarafa bedensel cazibenin, arkadaşlık ve çocuk sahibi olma isteminin dürtüsüyle kendini açığa vuran canı gönülden teslimiyettir. Sevgi ve evliliğin, yalnızca iki tarafın değil tüm insanlığın mutluluğu için bir işbirliği oluşturduğunu görmek zor değildir.[382] Düğünlerdeki sevgi seli bunun delilidir.
Evlilik, sorumluluk isteyen bir iştir. Çünkü toplum, bunun sonucundan kendi üyesi olan çocuğu beklemekte ve o çocuğu toplumun ruhuna uygun olarak eğitilmesini istemektedir.
Kur'ân'a göre, çoğalmalarını ve dolayısıyla türün devamını sağlamak için Allah Teâlâ'nın bütün canlılara; özellikle de insanlara bahşettiği cinsî duygu ve onların erkekli ve dişili yaratılışları, insanlık için son derece önemli[383] olağanüstü bir hediyedir. Zira yeryüzü, yetersiz organsal donanımdan dolayı, insanın tek başına yaşamını sürdürmesine müsait değildir. İnsan yaşamının sürdürülmesi için en önemli yol, üreyip çoğalmak; insanlardaki doğurganlığın ve gücünü yitirmeyen bedensel cazibenin sebebi de, bunu sağlamaktır.[384]
İnsanlarda olduğu gibi bütün canlılardaki bu cinsî arzu, karşı cinse duyulan bir içgüdü, bir açlık ve bir susuzlukla bağlantı içindedir. Hatta kadın ve erkek arasındaki bağlantı, teoride daha yükseklere erişmektedir. Çünkü onlar birbirleri için bir elbise; bir koruyucu unsur ve bir süs aracı biçiminde bir örtü rolünü üstlenmişlerdir. [385] Böylece evlilik hayatı, eşlere bir taraftan mutluluk, güven ve sevinç dolu bir ortam bahşederken bir taraftan da gündelik işlerin yorgunluk ve stresinden sonra rahathk ve iç huzuru sağlar. Zira eşler, birbirleriyle kaynaşsın ve sevgiyle bağlanabilsinler diye aynı cinsten yaratıldığı da ifade edilmiştir.[386]
Eşler arasındaki cinsel çekiciliğin fonksiyonları, sayılamayacak kadar çoktur. Zevk ve eğlence tutkusu, insan için sonu gelmeyen bir tutkudur. [387] Ancak gerek insana gerekse hayvana verilmiş olan bir tadımlık zevk ve lezzet, ağızlara bir parça bal çalarak hedeflenen işi, tatlıya bağlayıp; onun gerçekleştirilmesini sağlamaktır. “Soyun devamını sağlama görevi”, gerçekten ağır bir görevdir. Şayet gerek hayvana gerekse insana bu görevi yapmaya teşvik için çocuğa verilen şeker kabilinden sayılan bu hediye verilmeseydi, herkes bu görevi benimseyerek üstlenmeyip başkaları üzerine atarlardı. Kaldı ki Allah, eşler arasındaki bu cinsî çekicilikle bırakmayıp; bir de gönüllerine, kendilerini birbirlerine yaklaştıracak sevgi ve şefkati kodlamıştır. [388] Bu bakımdan ünlü psikolog Adler'in dediği gibi sevgi ve evlilik birbirinden tümüyle bağımsız sorunlar gibi değerlendirilemez. [389] Sevgi her insan için kaçınılmaz bir olaydır. Onun için bu sevgi ve şefkat sadece cinsel ilişkilere ait olmadığı gibi bu ilişkilerin tekrarlanması için de değildir. Aksine İnsan cinsinin sürekli bir şekilde birbirlerine bağlı kalmalarını, karşılıklı olarak birbirleriyle ilgilenmelerini, ruhen ve kalben aralarında sıkı bir yakınlığın sağlanmasını temin içindir. Aksi halde insanlar, içlerine nakşedilmiş sevgi ve şefkat duygularını sadece cinsel arzulara özgü kılacak olurlarsa diğer bütün insanî ilişkiler son bulur ve hayat felce uğrardı. İnsanların kalplerine sevgi ve şefkatin yaratılıştan getirilmiş bir duygu olduğunun en büyük kanıtı da, bir anne ve babanın veya bir hayvanın, yavrusuna karşı gösterdiği ilgi ve şefkat veya darda kalmış hiç tanımadığı bir insan veya hayvana karşı ani olarak yardımcı olma eğilimidir. Bu eğilim olmasaydı, toplumların geliştirdiği dostça işbirliği tarzındaki medeniyet hayatının esasları nasıl tesis edilebilirdi. Kaldı ki güçsüz doğan bir yavrunun, yıllarca süren bir bakım ve terbiyeye muhtaç oluşu, anne ve babanın bir ömür boyu birbirlerine sımsıkı bağlanmalarını, birbirlerine yardım etmelerini ve dertleriyle dertlenmelerini zorunlu kılmaktadır. Bütün bunlar, insanın yaratılıştan muhtaç olduğu sevgi ve şefkatin dışında ne ile yapılabilir? Bu sevgi ve şefkatin, cinsel arzulardan veya yaratılıştan gelmiş olması fazla önemli değildir. Önemli olan buna ihtiyaç olduğunun tespiti ve bu ihtiyacın karşılanması için gerekli ortamın sağlanmasıdır.
Sevgi ve şefkat, yardımseverlik duygularının gelişmesine; yardımseverlik de, insanı sosyalleşmeye mecbur kılar. Sosyalleşmenin ilk şartı ise, evlilik yoluyla insan medeniyetinin çekirdeğini oluşturan bir ailenin kurulması ve bu aile içerisinde uygarlığın temel taşı olan çocuğun yetiştirilmesi ve onun sosyalleştirilmesidir. Bu yönüyle aile kurumu, özel ve tüzel bütün kurumların hem temelini teşkil eder, hem de onların üstünde bir kurumdur. Bu kurumun korunması, cinsel arzuların disipline edilmesine bağlıdır.
İnsandaki cinsel duygu ve bütün arzuların, insanın kalbinin en ücra köşesinden bedenin her tarafına yayılmış bulunduğunu hissedemeyen kimse yoktur. [390] Hangi türden olursa olsun bütün bu arzular, bir taraftan yürekleri parçalarken [391] diğer taraftan da insanın benliğini kötülüğe sürükler. [392] Ancak Allah'ın, insanın bu arzularının karşısına diktiği burhanı,[393] onu frenler, ya da Allah'ın, insanla kalbinin (meyilleri) araşma girerek müdahale etmesiyle [394] birey bu arzuları dengeler.
Yani, Allah Teâlâ'nın insana yaratılışında yüklediği sorumluluk bilinci (burhanı) [395], onu bu cinsî duyguları nasıl kullanacağı konusunda yönlendirir. Zira Allah cinsel gücü boşa harcattırmak istemez.
Demek oluyor ki insandaki bu kuvvetli duyguyu, olması gerektiği şekliyle kullanma konusunda sayısız sebepler hazırlanmıştır. Bu sebepler, cinsî eğilimlerin etkisi altında bulunan insanı bireysel ve keyfî hareketlerden uzaklaştırarak onu sosyal kişilik aşamasına ulaştırmayı hedeflemiştir. Zira Allah, cinsî meyilleri ve bu konudaki çekicilik gücünü, kadın-erkek arasındaki bağlılık ve yakınlaşmaya sebep kılarak; bunun sonucunda sosyal hayatın kurulmasını istemektedir. Demek oluyor ki kadınla erkek arasındaki meşru ilişkiler, uygarlığın temel problemi olup; burada insanın yeryüzündeki rahat ve huzuru amaç edinilmekte ve erkekle kadının bağlılıkları iki türle sınırlandırılmaktadır. Bunlardan birincisi, cinsiyet ve şehvetle ilgili olan bağlılıktır. Bu bağlılık, sadece insan neslinin korunması gayesini güder. İkinci bağlılık ise, insanî boyuta aittir. Bu da, eşleri hayatta hedefledikleri gayeye ermeleri için işbirliğine götüren bağlılıktır. Demek oluyor ki cinsel istek, erkekle dişi arasındaki işbirliğinin başarılı kılınması yolunda her ikisi için de sağlanmış önemli ve bağlayıcı bir güç ve araçtır.
Sağlıklı bir toplum hayatı oluşturabilmenin en güzel yolu, cinsel arzuların kontrol altına alınıp disipline edilmesidir. Tarih, maddî zevkleri hayatın gayesi haline getiren toplumların düşüşlerine şahittir. Bir toplumda müstehcenliğin yayılması, o toplumda ölmekte olan bir medeniyetin görüntüsüdür.
Evlilik, tarih boyunca erkek ve kadının cinsî davranışlarını kontrol altına alan koruyucu bir kurum olarak devam ede gelmiştir. Dünyanın hiçbir yerinde ve hiçbir zaman cinsel duyguların serbest bırakıldığı iddia edilemez.
Evlilik kurumu, cinsel gücün düzenli kullanılmasını sağlayıp; hem onun kaybını, hem de istismarını önlemiş olur. Böylece evlilik, toplumsal bir yükümlülük haline gelerek bir taraftan insan neslini korumaya alarak hayatın akışını sağlar; diğer taraftan da cinsî arzunun meşru yoldan tatmin bulmasını temin etmiş olur. Bekarların evlenmeye teşviklerindeki [396] sır da burada yatmaktadır. Dinin bu kurumu kurma sebebi de, insanların ahlak ve karakter dejenerasyonunun önlenmesidir.
Bilindiği gibi evlilik kurumunu ayakta tutan kurum da, aile kurumudur. Bunun yeri de evdir. Erkek nafaka peşinde koşarken evin korunmasını İslam kadına bırakmıştır. [397] Ancak ev yönetimi, toplumda gerekli itibarı görmeyince kadının bu işten uzaklaşma eğilimi içine sokulmasına sebep olunmuş ve ailelerin huzuru kaçırılmıştır.
Ailenin huzursuzluğundaki sebepler arasında sadece erkek otoritesinin yıkılması ve kadının çalışmaya teşvik edilmesi değil; cinsî serbestliği teşvik edici unsurların ön plana alınması da sayılabilir. Bu işin başlangıcını da “kadın-erkek arkadaşlığı” teşkil etmekteydi. Bu arkadaşlık sayesinde bütün ihtiyaçlar karşılanıyor. Artık kimse evlenmeye, yuva kurmaya ve bu vesileyle masraflara girmeye yanaşmıyordu. Bunu, eş değiştirmeler ve sonuçta psikolojik bozukluklar ve intihar olayları takip etti. Bütün bunlar, temiz duygularla yapılıyordu.[398]
Kız-erkek arkadaşlıkları gitgide genişletildi. Hatta arkadaşlık, evliliğin hazırlığı sayıldı. “Sarsılmayacak ailenin temeli bu arkadaşlıklarla sağlanır.”[399] İddialarıyla kız erkek birlikteliği sağlandı. Bu arkadaşlıklar, karşılıklı yararlanmalara dönüştürüldü. Geçim de bahane edilerek, evliliğin son derece çetin ve tehlikeli bir iş sayılacağı görüşü ileri atılıp bunun yerini arkadaşlıklar aldı. [400] Daha sonra evlilikte ne yapılıyorsa arkadaşlıkta da bunlar yapılır hale geldi. Artık aile kurmaya ve çocuk edinmeye bu tür malî sorumluluklara girmeye ihtiyaç yoktur denilmeye başlandı. [401] Bunun sonucu Avrupa'da nüfus azalmaya İslam ülkelerinde çoğalmaya başladı. Dolayısıyla Avrupa'da çocuk yapmaya teşvik edilip ödüllendirilmeler başlarken İslam ülkelerinde de nüfus planlamaları başlatıldı. Bütün bunlar, çağdaşlaşma ve özgürleşme adı altında yapıldı. Ancak olan aileye ve özellikle de evlilik kurumuna oldu. [402]
Aile, toplum düzeninde insanlığın ilk ve temel birimi olup evlilikle kurulan toplumsal bir kurumdur, [403] Aileler, toplumun gelecek kuşaklarının kendilerinden daha iyi eğitilip terbiye edilmesi ve insanlığın kültürel mirasının muhafazası, gelişimi ve devamt için daha iyi imkanların verilmesini sağlayan ilk kurumlardır. Medeniyetler, bütün zenginlik ve ilerlemelerini evlilik ve aile kurumlarına borçludurlar. Evlilik olmasaydı aile nasıl kurulacak insanlar bir araya nasıl geleceklerdi? O halde evlilik ve yaratılışlarmdaki erkeklik ve dişilik özelliklerine [404]; hatta tabiatta çoğalma ve türünü devam ettirme özelliğine sahip olan her şey, bu özelliklerini çift olarak yaratılışlarına ve cinsel duygularına borçludurlar. [405] Evliliği teşvik eden unsurlar da, bunlardır.
Kur'ân; ailenin, sağlam temeller üzerine kurulup sarsılmadan ayakta durmasının temel şartını evlilikteki nikaha bağlamıştır. Nikah, eşler arasında hem yaklaşabilmeğin hem de güven ve emniyetin; dolayısıyla da mutluluğun, sevginin ve iç huzurun teminatıdır. Zaten Kur'ân, evlilikteki temel şartı, maddî unsurlara değil de kaynaşmayı sağlayan sevgi, şefkat ve ülfete dayandırmaktadır.[406]
Aile kurumunun güçlendirilmesi için evlilik [407] ve iffet [408] teşvik edilmiş, zina ve gayr-i ahlakî hususlar ise yasaklanmıştır. [409] Dünyanın hiç-bir yerinde ve hiçbir zaman diliminde cinsî ve şehevî duyguların tatbikinin serbest ve kontrolsüz bırakıldığı görülemez. Ancak bir toplumun yok edilmesi istenildiği zaman bu çirkin yolun teşvik edildiğine tarihin bazı dönemlerinde rastlandığı üzüntü ile söylenebilir.
Aile, akrabalık ilişkisiyle birbirine bağlanan fertlerin bir araya getirdikleri topluluktur. Aileyi meydana getiren fertler çağlara ve bölgelere göre değişebilir. Genelde bir aile, aüe reisinin başkanlığında eş, çocuk, torun, gelin, damat, dayı, hala, ve teyzelerden oluşur. Çekirdek aile ise karı-koca ve çocuklardan meydana gelir. Ailedeki hakimiyet babada ise “ataerkil”, annede ise “anaerkil” aileler olarak adlandırılırlar. Ataerkil aile, daha yaygınken diğer aile tiplerine de rastlanır. Birçok toplumda olduğu gibi İslam aiie yapısı da, ataerkildir.[410]
Aile, hem fertlerinin huzur bulduğu bir ortam, hem neslin devamına bir vasıta, hem de aiie fertlerini günah sayılan bazı kötülüklerden uzaklaştırmağa bir vesile olduğu için Kur'ân ve hadislerde teşvik edilmiştir. [411] Zira çocuk, toplumun en küçük birimi olan ailede doğar, aile fertleriyle yaşar, dilini ve davranış biçimlerini orada öğrenir.[412]
Çocuğun içinde yaşadığı aile, çocuk için, kendisini ailenin öteki üyeleriyle eşit haklara sahip biri olarak hissettiği ve ailenin öbür üyeleriyle bir paylaşma duygusu içinde bir arada yaşadığını gördüğü en ideal bir ortamdır. Bu ortam, hem ondaki yeteneklerin toplumsal sorumluluk bilinciyle gelişmesinde en büyük etken, hem de ilende daha büyük bir topluluk içerisinde sürdürülecek olan yaşama hazırlayıcı bir durak olacaktır. [413] Bilindiği gibi çocuğun, oluşumunu tamamlayabilmek için gelişme süreci geçirmesi gerekir. Bu bakımdan çocuk, aylarca ailesine bağlı kalmak zorundadır.[414]
Ailenin amacı, çocuğu eğitip onu toplumun bir parçası ve insanlığın herkesle eşit haklara sahip bir üyesi yapmaktır. Çocukta bu bilincin gelişmesi durumunda o, özgüven duygusunu koruyacak, yaşamsal sorunların karşısına hiç bocalamadan çıkabilecek ve bu sorunlara tüm insanların esenliği doğrultusunda daha ileri noktaya götürecek çözümler bulabilecektir.
Devletin alt birimi olan aile kurumu, bütün değerini, insanlığın meydana getirdiği uygarlığı ortaya koyan insan unsurunun terbiyesinin ilk ve en önemli aşamasını üstlenmesinden alır.
Aile kurumu, sevgi ve acıma durumlarının en belirgin olduğu bir ortamda kurulduğundan çocuklar için kurulup geliştirilecek olan hiçbir kurumun, aile müessesesinin yerini tutamayacağını ispata gerek yoktur. Zira aile kurumu, şefkat, merhamet ve sevgi temeli üzerine kurulmuştur. Bu bakımdan aile dışındaki bir kuruma aile havasını vermek mümkün değildir. Zira çocuğu doğuran ve onu meşakkat üstüne meşakkatle karnında taşıyan annesinin[415] birinci derecedeki yerinin aile kurumu olması akla daha yatkın gelmektedir.
Aile ortamı, hem dışarıda çalışıp yorulan ve çeşitli streslerle ruhen sıkılmış olan babanın, huzur bulup dinleneceği ve ertesi gün yeniden çalışmaya hazırlanacağı bir kurum; hem de aynı sıkıntılarla eve dönen çocuğun, kendisiyle iç huzuruna kavuşacağı şefkat yüklü annenin bulunduğu bir ortamdır.[416] Avrupa'da savaşlarda ailesini yitirmiş çocuklar için açmak zorunda kaldıkları yuvalarda bu ortamın sağlanamadığı; aksine buralara alınan çocukların davranış bozukluklarına düşmelerine ve dünyanın en değerli hazinesi olan çocukların ruhsal yapıları ve insanlığın geleceği bilinmez bir karanlığa itilmiştir. [417] Mahmut Tezcan'ın ifade ettiği gibi büyük kentlerde kadının çalışma yaşamına girmesiyle, çocukla ilgilenmesi ve onunla birlikte olma süresi azalmış ve çeşitli vesilelerle kreş ve yuvalara terk edilen çocuklar, anne ve baba sevgisinden mahrum bırakılmıştır. Bu durum, çocukların hem bunalımlı ve sorunlu kişilik kazanmalarına hem de onların disipline edilmesinin zorlaşmasına sebep olmuştur.[418]
Yetim ve kimsesiz çocukların, ailenin sıcak ortamından uzaklaştırılmasını önlemek için İslam dini, anasız babasız (yetim) çocuklara vasi tayin edilmesini önerir. Vasi, çocuğun en yakın akrabasından tayin edilmeye başlanır. Yoksa onun sorumluluklarını devlet üstlenir. Hakim onlar için adil bir insanı vasi tayin eder. Vasilik, çocuk bulûğa erinceye kadar devam eder.[419]
Kur'ân'a göre yetimler, dinde kardeşler kabul edilerek mallarının korunması, kendilerine güzel muamele yapılması emredilmiştir. [420] Hadislerde de aynı tema işlenmiş ve hatta Peygamberimiz (sav); yetimin işlerini üzerine alan kefili överken: “Ben ve yetimi üstlenen cennette şu iki parmak gibiyiz.”[421] buyurmuş ve kocası ölerek tek kalan kadınları da öksüz sayarak onlara da sahip olunmasını ve haklarının gözetilmesini tavsiye etmiştir.[422]
Anasız, babasız ve vasisiz çocuk, özellikle de velinin kontrolü dışında bir erkekle kaçan kız, bakımsız arazide kaybolmuş bir koyuna benzetilir. Rüzgarın onu nereye atacağı belli olmaz. Zira erkeğin arzusu tatmin olduktan sonra onu, her yerde terk edebilir. Bu tehlikenin bertaraf edilmesi için İslam, kız çocuklarının evliliğinde anne, baba ve vasilere onu gözetip ilgilenme hakkını veriyor. Ancak tercih yine sonuçta kıza aittir.[423]
Her insanın üstlenmesi gereken üç sorumluluk vardır. Biri, iş-güç; ikincisi, insan oluşumuz nedeniyle başka insanlarla yaşama zorunluluğu; üçüncüsü de, her insanın iki cinsiyetten birine ait oluşunun kabul edilmesidir. Buna şunu da ilave etmek gerekir; işle ilgili sorunların çözümüne yönelik her girişimin, iş bölümü ve çalışmamızla insan soydaşjanmızın esenliğine katkıda bulunma amacı doğrultusunda gerçekleştirilmesinin gerektiğidir.[424]
Sevgi, şefkat ve uzlaşma temeli üzere akdedilen evlilik [425] sorununun başarılı bir biçimde çözümlenebilmesi; herkesin, iş bölümü kurallarına uygun olarak çalışması, her insanın karşı cinse nasıl yaklaşacağını bilmesi, kendisi için belirlenen cinsellik rolünü iyi oynaması ve insanlığın varlığını sürdürebilmesi için üzerine düşen görevi yapmasıyla mümkün olur. İnsan için yukanda ifade edilen üç sorumluluk birbirinden ayrı düşünülemez. Zira iş ve gücün temini, başkalarıyla yaşama zorunluluğunu akla getirirken; cinsiyetin devreye girmesi de, herkesin kendisi için belirlenen cinsellik rolünü iyi oynaması gerektiği hususunu gündeme sokar. Kur'ân'ın ifadesiyle “Erkek, kadın gibi değildir.”[426] Erkek, kadına ait sorumlulukları taşımayacağı gibi kadın da erkeğe ait sorumlulukları yerine getirmekle yükümlü değildir. Daha açığı erkek kadının işini yapamaz, kadın da erkeğin.
Günlük, meslekî ve teknik konuların seçiminde kadının, kendi psikolojik, biyolojik ve pratik ihtiyaç ve görevlerine; onun kadınlık rolüyle uzlaşmasını sağlayacak şartların oluşturulmasına; ayrıca erkeğin, kadınla arasındaki ilişki sorununu çözümleyecek güce kavuşmasına uygun olarak [427] erkekten farklı konuları öğrenmesi gerekecektir. Böyie bir davranış, kadınların fonksiyonel farklılıklarına da uygun düşmektedir. Ancak kadın için belirlenen sınırlara tecavüz etmeden, kadının yapısına uygun bir şekilde olmak şartsyla arzu ettiği bilim ve sanat dalında ihtisas sahibi olmasına bir engel yoktur. Ancak erkek gibi olmak, onun ne haklarından ne de görevlerindendir. Şurası unutulmamalı ki, başka işlerle meşgul olup da yorgun argın evine düşen annenin; ne ruhen ne de sinir yapısı itibariyle evine, kocasına ve çocuklarına feda edebileceği zerre kadar bir şeyi kalır. Kaldı ki bir kadın annelik görevini benimseyip kendi doğurduğu çocuğu toplumsal yaşam şartlarının gerektirdiği biçimde eğiterek insanlığın yaşamına katkıda bulunması; onun sıradan işlerle meşgul edilmesiyle kıyaslanabilir mi? Psikologların ifadesine bakılırsa çocukların meslek seçimindeki ilk uyarılan 4-5 yaşlarında annelerinden aldıkları ve bu uyarıların erişkin yaşta sergileyecekleri etkinlikler için kesin önem taşıdığı açıktır. [428] Çocuğun ilerde hangi mesleğe eğilim göstereceği başından bilinince çocuğun gelişimi, daha olağan bir akış izler.[429]
Ruhsal yaşamda egemenliğini sürdüren üç temel unsur vardır. Bunlardan biri sevgi, diğeri iş, bir diğeri de toplumsal ilişkidir. Bu unsurlar, bir taraftan hayat şartlarını hazırlayıp güvence altına alırken diğer taraftan da hem toplumsallık duygusunu hem de saygınlık, üstünlük ve güçlülük isteğini doyuma kavuşturur.[430]
İnsan ruhunu anlamak istiyorsak bu üç unsurun nitelik ve nicelik açısından birbiriyle ilişkisinin dikkate alınması gerekir. Zira bu unsurlar olmadan zayıf yaratılışlı insanın[431], yaşamını sürdürebilmesi için zorunlu olan toplumsal yaşam mantığı kavranamadığı gibi iş bölümüne ne ölçüde uyulabileceği hususu da belirginleşemez.
Toplumsal hayatın kurulabilmesi ve ayakta kalabilmesinde en büyük etken, iş bölümü ve her bireyin, kendi yetenekleri doğrultusunda toplum içinde belirli bir yeri doldurması zorunluluğudur. Bu zorunluluk, insan soyunun varlığını sürdürmesi için de söz konusudur. Bu bakımdan bir insanın değeri, toplumsal iş bölümünde kendine düşen yeri ne ölçüde doldurduğu ile eş değerdir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir husus vardır ki o da, bireyin toplumsal ortak üretim süreci içindeki yerini, yeteneklerin belirlediğinin gözden uzak tutulmamasının gerekliliğidir.[432]
Toplumsal hayatı zedeleyen en önemli sebep, güçlülük eğilimi, başkalarının üzerinde egemenlik kurma arzusu ve ekonomik çıkarlardır. Bu etkenler, iş birliğini de önlemektedir.
İş bölümünde sıkıntı doğuran bir husus da, insanların iki ayrı cinsiyete ait olmasıdır. Kadınlar bedensel özellikleri dolayısıyla -tarih boyunca- bazı işlerden uzak tutulmuş, bazı işlerde, bedensel özellikleri açısından daha yararlı olacağı kanaatiyle erkeklere verilmiştir. Ancak iş bölümü ön yargılardan uzak tutulamamıştır.
Her şeyin değerinin para ile ölçüldüğü toplumlarda kadınların ev jşi, parasal girdisi olmadığı için küçümsenmiş ve böylece erkeğin iş bölümüne düşen görevlere toplumda yararlı mantığıyla bakılmış ve bu kanaat kadınlarda da yer etmiştir. Böylece iş bölümünde yatan -kadının ev işleriyle görevlendirilme yönüyle de ev işlerinin önemsiz olduğuna dair de olumsuz- mantık kadına da benimsetilmiş ve erkeklerin görevlerinin önemli olduğu imajı, onları daima erkeklerin işlerine özendirmiştir.[433]
Tarih boyunca sürdürülen bu imaj, kadınlarda hoşnutsuzluğun sürüp gitmesine sebep olmuş ve kadınla erkeğin ruhsal uyumunda sürekli bir sarsıntı meydana getirmiş; sonuçta her iki tarafta da tatsız bir havanın doğması kaçınılmaz hale gelmiştir. Bu tatsızlık çocuklara da yansıyarak erkek çocuk babaya, kız çocuk da erkek çocuğa özendirilmiştir. Erkek çocuğun doğar doğmaz kız çocuklarından daha büyük bir kıvançla karşılanması, bu ilişkilerdeki olumsuzluğu daha da artırmış; kız çocuğunu ise doğduğuna pişman etmiştir. Bütün bu olumsuzluklar haklı olmasa da erkeklerin toplumdaki rolünün kadınlarınkinden daha büyük önem taşıdığı sonucuna götürmüştür.
Toplumlarda erkeğin hep ön plana alınması, kadının konumunu daha da belirsizleştirmiştir. Kadının, evlilik nedeniyle çıkıp gideceği, erkek çocuğun ise evde kalıp bütün sorumlulukları üstleneceği düşüncesi, kadına ikinci sınıf gözüyle bakılmasında bir başka etken olmuştur. Halbuki kadının biri bu evden gidiyorsa diğer bir kadın da bu eve gelmektedir. Giden kadın öbür, gelen kadında bu aile kurumunun kurulmasında ve yaşatılmasında en büyük etken olmaktadır. Burada karşılıklı bir görev anlayışı taşınarak her iki kadına da emanet gözüyle bakılıp gidecekleri yerde kadınlık rolünü en üst düzeyde gerçekleştirebileceği bilgi, beceri ve yeteneklerle donatılacak olsa, her iki ailenin de sağlam temeller üzerine oturması sağlanmış olacaktır. Durumun böyle olması gerekirken ailelerde karşılıklı olarak kadına karşı takınılan olumsuz tavır, her iki aile kurumunu da olumsuz yönde etkileyeceği dikkate alınmamaktadır. Şunu da unutmamak gerekir ki sağlıklı toplum, sağlıklı ailelerden geçer. Bu bakımdan içinde bulunduğu toplumun üyesi olan birey, kendisini bütün ailelerin sağlam temeller üzerine oturtulmasında sorumlu hissetmesi gerekmektedir. Aksi halde insan neslinin devamını sağlayacak olan sosyalleşme ve toplumsal düzeni kurma bir hayai olacaktır. Demek oluyor ki sosyalleşme sürecinde bizim evimiz sizin eviniz, sizin eviniz de bizim evimizdır. Bir ailenin yıkılması, toplumsallığı sarsacak ve toplumsal düzenin çözülmesinde en büyük etken olacaktır. Belki de bu duruma düşme tehlikesini önlemek maksadıyla Peygamberimiz (sav), kız çocuklarına değer verip onlara iyi davranan ve onların yetiştirilmesinde sıkıntılara katlanan kimse ile cehennem arasında bu kız çocuklarının perde olacağını vurgulayarak bu konunun önemine dikkat çekmiştir.[434] Ayrıca insanların en hayırlısı olarak da kendi eşine karşı güzel davranan kimseleri göstererek [435] aile kurumunun sağlıklı yürümesinin buna bağlı olduğunu vurgulamıştır.
Aileler içinde gerçekleştirilen kadın-erkek işbirliği çoğu zaman istismar edilerek kadına yardımcı olan erkek çocuğa “kadınsı”, erkeğe yardımcı olan kız çocuğuna da “erkeksi” damgası vurularak bazı karakter özellikleri belirlenir. Halbuki böyle bir değerlendirmeyi haklı kılacak hiçbir temel gerçek ortada yoktur. [436] Kabul edelim ki bu sınıflamayı haklı kılacak ipuçlarına rastladık. Bunların, doğal gerçekler olduğu söylenebilir mi? Söylenemez. Çünkü bu tür yargılamalar, belirli bir çevre dışına çıkamayan ve yaşam planlan tek yanlı güç yargılarıyla belirlenmiş olan insaniarda ve ailelerde görülür.[437]
Bütün bu zorluklar, kadına kadınlık rolüyle uzlaşmasını sağlayacak şartların oluşturulması; erkeğin de kendini ön plana çıkarmadan kadınla kendi arasındaki hassasiyeti korumasıyla aşılacaktır. Bu da eşlerin eşitliği ilkesiyle yakından ilişkilidir. Her iki taraf öncelikle kendi varlıklarından hoşnut olmakla birlikte karşılıklı olarak şuna inanmaları gerekir: Eşlerden biri, ancak diğeriyle bir anlam taşır. Birinin yokluğu, diğerinin de yokluğu demektir.
İleride kadının aile içindeki rolü başlığı altında bu konu biraz daha açılacaktır. Ancak ünlü psikolog Alfred Adler'in kadın-erkek işbirliği ile ilgili sözleri ufuk açıcı olduğundan öncelikle onları aşağıya aynen alıyoruz:
“Şu asla unutulmamalıdır ki, aile yaşamına bir yaratıcılık eseri kimliğinin kazandırılmasında kadının oynayacağı rol asla aşılamaz. Babaya düşen anneyi tahtından alaşağı etmek değil, onunla el ele verip çalışmaktır. Para işine gelince şunu belirtelim ki, ailenin ekonomik durumu eşlerin ortaklaşa çözümleyecekleri bir sorundur, parayı kazanan erkek de olsa bir şey değişmez. Erkek, kendisinin veren; evdekilerin ise alan kişiler olduğu izlenimini asla uyandırmamalıdır Sağlıklı bir evlilikte parayı erkeğin kazanması ailedeki iş bölümünden kaynaklanan bir durumdur, yalnızca. Pek çok baba aileyi geçindirecek parayı kendilerinin kazanmasını bir araç gibi kullanıp evdekileri sultası altına almaya kalkar Ailede saltanata yer yoktur. Taraflarda eşitsizlik duygusunun uyanmasına yol açacak her türlü davranıştan kaçınmak gerekir. Hiçbir baba aklından çıkarmamalıdır ki, uygarlığımız toplumda erkeğe fazlasıyla ayrıcalıklı bir konum sağlamıştır. Dolayısıyla evlendiğinde belki bir ölçüde eşi, onun, kendisini tahakküm altına alacağından ve üzerinde bir üstünlük kurmaya çalışacağından biraz korkup çekinerek bu işe evet demiştir. Her erkek bilmelidir ki, eşi salt kadın olduğu ve evin geçimine kendisi gibi katkıda bulunmadığı için kendisinden asla aşağı düzeyde olması gerekmez. Kadın, ailenin maddî gereksinmelerinin karşılanmasına ister para kazanarak katkıda butunsun, ister bulunmasın, aile yaşamının gerçek bir işbirliği dikkate alınarak düzenlenmesi durumunda parayı kimin kazandığı, paranın kime ait olduğu hiç önem taşımaz.”[438]
Çocuğun yaradılış ve gelişim sürecinde erkeğe göre kadına biçilen rolün birinci derecede olduğunun tartışılamadığı[439] gibi dünya kazançları arasında çocuk gibi bir varlığa sahip olmanın üstünde bir servetin olacağı da düşünülemez. Zira aile kurumunun, devletin ve insanlığın meydana getirdiği uygarlığın devamı ancak çocukla sağlanır. Bir müddet çocuk doğumunun durdurulması veya doğum kontrolü sonucu çocukların sayısının azaltılması, hem aile kuşağını oluşturan akrabalık kurumunun, hem devletin hem de uygarlığın yok olması anlamını taşır. Çocuk terbiyesinin ihmali de, aynı sonuca götürür. Gelişmiş ülkelerin geri kalmış ülkelerden hem beyin gücü, hem de iş gücü göçü almalarının -kanaatimizce- çok sağlıklı olduğu söylenemez. Zira bu durum, hem sanat ve iş alanındaki rekabeti önler, hem geri kalmış ülkelerin ezilmişliğini körükler, hem de bunun sonucu olarak toplumlar arası kin ve nefret duygularının yaygınlaşmasını sağlar. Gelişmiş ülkelerde insan gücüne olan ihtiyacın fazlalığı ve buralardaki yabancı düşmanlığı, bunun en büyük delilidir.
İnsanların ayrı kabileler halinde yaratılması, birbirini ezmek, sömürmek ve birbirine karşı üstünlük sağlamak için değil, Kur’an'ın ifadesiyle “te'arüf” içindir. [440] “Arefe” kökünden türemiş olan te'arüf kelimesi, karşılıklı olarak ve düşünerek birbirini anlamak, kabul etmek, takdir etmek; birbirine hakkı teslim etmek, saygı göstermek, örnek olmak, söz hakkı vermek; birbirinin farkında olmak, birbirinden haberdar olmak ve birbirlerinden bilgi edinmek anlamına gelmektedir.[441]
Demek oluyor ki farklı uygarlıkların bulunması, dünya üzerinde dengenin sağlanması yolunda önemli bir adımdır. Çünkü farklı uygarlıklar, bir taraftan insanlığın ilerlemesi doğrultusunda rekabeti arttırırken birtarafdan da toplumların özgürleşmesini sağlar. Farklı uygarlıkların oluşabilmesi için de, her toplumun kendi neslini devam ettirmesi ve onu çağdaş uygarlık düzeyine paraiel olarak yetiştirmesi zorunludur. Bu neslin, sağlıklı olarak eğitimi de bütün kurumların üstünde olan aile kurumunda temellendirilir.
Buna göre uygar bir toplumun temel taşı olan çocuğun birinci dereceden yetiştirilip terbiye edildiği aile kurumunda aile içi iş bölümünde kadının, yeni doğan çocuğun eğitim, öğretim ve terbiyesi için yönlendirilmesi kadar tabiî ne olabilir? Durum bu iken, kadına böyle bir rolün verilmesi onun için zulüm ve küçümseme kabul edilmiştir. [442]' Yaşam içindeki bütün görevlerden daha önemli olan bu kutsî görev, kadının hem yaradılışına hem de psikolojik, fizikî ve biyolojik yapısına daha uygun olduğu kanaatindeyiz.
Sosyal gizil gücüyle doğan çocuğa ailenin göstereceği ilgi ve onunla yapacağı iş birliği, huzur ortamının yaşanmasında en büyük etkendir. Çocuğun sosyal ilgisini arttırmak ve ailedeki düzenini korumak, onun sosyalleşmesinde yapıcı bir yaklaşımdır. Bu bakımdan korunmuş bir aile kurumu içinde, çocuğun isteyerek ve rahat hareket etmesi sağlanıp[443] onun sosyal ilgisi arttırılacak ve böylece çocuğa güzel davranışlar yolu açılacaktır.
Bir toplumda yetenekler, sadece toplumsal sorumluluk bilinciyle geliştirilebilir. Bu anlamda bir toplumsallık duygu ve düşüncesi, kadınları kendi biyolojik ve psikolojik yapılarına uygun işlere yönlendirecek; böylece onlar, dışlanmışlığın ve kendi alanlarında gelişmelerini kısıtlayacak engellerin dışına çekilmiş olacaklardır. Şayet bir kadın, evin idaresini herhangi bir eğitim merkeziyle eşdeğerde görerek onun yönetimine bir sanat gözüyle bakıyor, ilgi ve bütün yeteneklerini bu sanat üzerinde yoğunlaştırıp böylece insan soydaşlarının yaşamlarının en önemli kurumu olan aile kurumunu yönettiğine; bununla ailedeki yaşamın önemli bir aşamasını aydınlattığına ve zenginleştirdiğine inanırsa ona ait bu işlerin, dünyadaki diğer bütün başarılı işlerden aşağıda kalmayacak bir iş olduğunu hangi akıl sahibi inkar edebilir?
Bir toplumda kadının aile içinde oynadığı kadınlık ve annelik rolüne gereken önem verilmiyorsa, evlilik hayatındaki bir uyumdan söz edilebilir mi?
Bir aile, özellikle de bir kadın, çocuk yetiştirmeye önemsiz bir iş, bir uğraş gözüyle bakıyorsa, çocuklarını ileride kendilerini bekleyen hayata verimli bir hazırlıkla donatabilmek için gereken sabrı, gayret ve titizliği, anlayış ve paylaşımı göstermesi kendisinden beklenemez. Zira yanlış oluşmuş toplum karakteri yüzünden kadınlık rolünden hoşnut olmayan bir kadının hayattan beklentisi, kendi kişisel üstünlüğünü kanıtlamakla ifgili uğraşları, kendisiyle çocukları arasında olumlu bir ilişki kurup bu ilişkiyi sürdürmekten onu alıkoymaktadır. Böylece çocuğun amacının gösterdiği doğrultunun izlenmesi, akla bile gelmediği gibi; çocuk, kişisel amaçlar için uğraşmaya bir engel gibi görülmeye başlanılır.[444]
Bunlar yetmiyormuş gibi bir de evrim bahanesiyle batıda sanayi toplumuna geçişin hedeflendiği sıralarda kadına şunlar söylendi. “Kadını yalnızca annelik ve yetişen nesle bakım görevinin çerçevesine hapsetmek, onu küçümsemektir; onun şerefini ayaklar altına almak ve bütün enerjisini kullanmamaktır. Kadın duvarlar arasında hapsedilir ise toplum ilerleyemez.”, “Kadını yalnızca bu görevler çerçevesine hapsetme bencilliğine kapılan kişi, erkeğin kendisidir. Çünkü o kadının kendisine hizmet etmesini, toplumun işlerini de yalnız kendinin üstlenmesini ister. O bakımdan şu andan itibaren kadının bu küçültücü duruma karşı devrimci bir tavırla hareket etmesi ve erkeğe haddini bildirmesi..., toplumun işlerine kendisinin de katılması gerektiğini ona kabul ettirmesi icap eder. İşte bütün bunların gerçekleştirilmesinin yolu, kadının çalışmasıdır. Çünkü kadın, ancak çalışmakla her alanda tümüyle erkek gibi olur. O zaman erkek bencilliğinden ve kof gururundan vazgeçer ve kadına saygı duymağa başlar. “[445]
Batıda kadın, kocasına hizmet ediyor iddialarıyla kadınlık rolünden uzaklaştırılıp [446] evde çocukları yetiştirme yerine fabrikada, çeşitli iş yerlerinde, moda evlerinde, pavyonlarda ve barlarda çalıştırılmaya başlandı. [447] Böylece kadın çeşitli iş alanlarına çekilerek kocasıyla eşit duruma sokulmak ve dolayısıyla kurtarılmak istenirken aile kurumu, asıl fonksiyonunu ifadan uzaklaştırılmış oldu. Hatta Avrupa basınında zinanın sosyal bir zaruret olduğu kaleme alınarak evlilik kurumu da yaralandı. [448] İslam ülkelerinde aile kurumu, Batıya oranla biraz daha sağlam kaldığı ileri sürülebilir. Ancak -bazı aileler istisna edilirse- buralarda da kültürel açıdan aile eğitimi ihmal edildiği için yeni yetişen neslin genelde istenilen seviyeye ulaştığı söylenemez.
Anneliğiyle insanlığın yaşamına katkıda bulunan bir kadın, insanlar arasındaki iş bölümünde çok üstün bir konuma sahiptir. Anne, çocuklarının yaşamını paylaşıp onlara iyi insan olma yollarını göstermesi, onlardaki paylaşma duygusunun kapsamını genişletmesi, onları toplumsal yaşamın gerektirdiği şekilde eğitmesi durumunda paha biçilmez bir çalışma ortaya koymuş olacaktır.[449]
Annedeki becerikliliğin sırlarla kaplı bir yönü yoktur. Ondaki her beceri, yıllarca süren bir alıştırma ve bir özveri sonucunda doğup ortaya çıkar. Çocuklar büyüdükçe davranışların şekillenmesinde anne-baba ve diğer çocukların etkileri gitgide artar. Böylece çocuklar taklit yoluyla ailede birçok davranışı öğrenirler. Her davranış gibi anneliğe hazırlık da, yaşamın erken bir döneminde başlar. Bunu, kız çocuklarının küçük çocuklara karşı davranışlarında gözlemek mümkündür. Örneğin onların küçük çocuklara takındıkları sevecenlik tavrı, anneliğe hazırlığın dışa vurumudur.[450]
Çocukların oynadıkları oyunlar, onların eğilimleri konusunda bize yararlı ipuçları vereceği ileri sürülür. Örneğin anneliğe hazırlanan bir kız, bebeklerle oynayarak kendini eğitmeye çalışacaktır. Kızların, annelik rolüne hazırlanmaktan duydukları haz ve kıvançtan desteğimizi esirgemeyerek onların eline oyuncak bebekler vermekten çekinmemeliyiz. Zira bazı kimselerin, kız çocuklarının bebeklerle oynamalarına kendilerini hayattan uzaklaştırdığına inanmaları doğru değildir. Bir kızın annelik rolünü oynamasından daha tabiî ne olabilir?[451]
Kadınlardaki analık dürtülerinin kandaki hormonlara bağlı olduğu kabul edilir. Hamileliğin sonuna doğru bu hormonlar, etkinliğini daha da fazla gösterir. Rahimde fetüs (döllenmeden 8 ila 40 hafta arasındaki devre içinde bulunan insan organizması)'ün varlığı, hipofiz bezinin prolaktin üretimini artırır. Prolaktin de hem yavruyu besleyerek sütü salgılayan meme bezlerini uyarır, hem de annelerde analık davranışlarına sebep olur. Bunun gibi bebekle birlikte oluş, analık davranışları üzerinde hormonlarla eş değer bir etken kabul edilmiştir.[452]
Becerikli annelere sahip olmak isteniliyorsa kızların anneliğe hazırlanacak tarzda eğitilmesi zorunludur. Kız çocuğu gelecekte kendini bekleyen annelik kaderini kabullenerek anneliğe yaratıcı bir etkinlik gözüyle bakabilsin de ileride karşılaşacağı annelik rolünden hem kaçmasın, hem de bu rolden dolayı hayal kırıklığına uğramasın. Ünlü psikolog Alfred Adler'in ifade ettiği gibi uygarlığımızda kadının annelik rolü, çoğunlukla ikinci derecede önem taşır. Erkek çocukların hem kendilerinin, hem de hayatta oynayacakları rolün, kız çocuklarından ve onların oynayacakları annelik rolünden üstün tutulması ve ilgilerin bu yönde geliştirilmesi, kızların ileride kendilerini bekleyen annelik görevini sevgiyle karşılamamasında büyük etken olmakta ve onlar, çocuk sahibi olma aşamasına gelmeden önce bile söz konusu göreve yan çizme eğilimlerini açığa vurmaktadırlar. Kendilerini hazırlıklı bulmadıkları için ne çocuk isterler ne de çocuğa kavuşacaklarına sevinirler. Dolayısıyla çocuk doğurmaya önemli bir etkinlik gözüyle bakmazlar. Bu sorun bütün toplumlarda göze çarpmakta ve bunun halli için hiçbir çaba gösterilmemektedir. Bütün insan topluluklarının esenlikleri kadınların anneliğe karşı tutumuna bağlı iken hemen her ülkede kadının yaşamdaki bu rolüne gereken önem verilmemektedir. Hatta bu görevin önemi üzerinde bile durulmamaktadır. [453] Sonuçta kadınlar, yaratılışlarına uygun olan birinci derecedeki görevlerinden uzaklaştırılarak hem erkeklere ait olan işlere yönlendirilmekte hem de ticaret aracı olarak kullanılmaktadırlar. Bunlar yetmiyormuş gibi bir taraftan doğum kontrolü teşvik edilmekte diğer taraftan da erkek çocuğa, erkekliğinin önemi vurgulanarak erkeklik, bir üstünlük niteliği gibi algılandırılmaktadır. Buna ek olarak bir de erkek çocukların ev işlerine yardımcı olmalarına bile, onların onurlarıyla bağdaşmayan bir iş izlenimi verilmektedir. Bu eğilimin etkisiyle kız çocuklarından bile, erkeklerin yanına kaçarak kadınların yaptığı bütün işlere yüz karası diye bakıp hiçbirine el sürmek istemeyenlerin çıktığı görülür.[454] Tabi bütün bunlar, kadının ve onun hayatta kendi yaratılışına uygun rolünün kavratılmamasından kaynaklanmaktadır.
Bu problem, tarih boyunca süregelmiştir. Tarihte kız çocuklarının nazik ve zarif yaratılışları istismar edilmiş ve toplumlar, güçten yana olmuşlardır. Bu tarihî hatayı dile getiren Kur'ân'ın ifadesine göre diğer toplumlar gibi Araplar da kız çocuğunu aşağılamışlar ve onu katlanılması zorunlu bir yük ve musibet olarak görmüşlerdir. Erkek çocukları hoş karşıladıkları için onları kendilerine, kızları aşağıladıkları halde onları da Allah'a isnat etmişlerdir.[455] Hatta kendilerine kız çocuğu müjdelenince yüzlerinin simsiyah kesildiği, kıyıbucak insanlardan kaçtıkları ve acaba onları yanımızda tutsak mı yoksa toprağa gömsek mi diye düşündükleri ve iç çatışma içine girdikleri Kur'ân'da ifade edilir.[456]
Kadın, bir taraftan aşağılanırken diğer taraftan da evin çekilip çevrilmesine ve ev işlerine; kadınların üstesinden geldiği başarılı çalışmalar gözüyle değil de kadınların yaşamaya mahkum olduğu bir çile gözüyle bakılması, bir gelenek haline gelmiştir. Buna bir de bu işin, erkekler tarafından önemsenmemesi eklenirse kadınların kadınlık rolünden kaçmaları ve sık sık birçok şeyde erkekler kadar hak sahibi olduklarını ispatlamak için uğraşlarını yadırgamamak lazımdır.[457]
İslam gelmeden önce kadın, dünyanın hemen her yerinde aşağılanmış; sanki hiç yokmuş gibi kabul edilmiş ve kadınların hakları erkeklerin merhametine kalmıştı. Kadınlar, batı ülkelerinde sanayi devrimi (1760-1840)'nden itibaren haklarını savunmaya başlayabildiler. Bu da, kadın evinden, köyünden, tarlasından koparılıp fabrikalarda erkeğin yarı fiyatına işçi olarak çalıştırmaları sonucuna tepkiden doğdu. Yıllarca süren mücadele ile bugünkü haklarına kavuştular. Hatta kadının milletvekili seçilme isteği de, Avrupa'da kadına erkekten çok az maaş verilmesini önleme fikrinden doğmuştur. [458] Şunu da ilave edeim ki Batı Avrupa'da 17. yüzyılda “Kadının ruhu var mı, yok mu?” tartışmaları bile yapılmıştır.[459]
Kadın gerek İslam'dan önceki, gerekse sonraki süreçte hemen her toplumda bir taraftan ezilmiş, bir taraftan da kendisine verilen “cinsî duygu” hem istismar edilerek ona işkence edilmiş, hem de -Kur'ân'ın da “Onlar inasa ibadet ediyorlar.”[460] Şeklinde ifade ettiği gibi- kadına tapılmıştır.
Âyette geçen “inas” (dişiler) tabirini birçok müfessir, “cansızlar” anlamında kullanarak “Onlar putlara tapıyorlar.” şeklinde anlamışlarsa da [461] müfessır Elmalılı, “dişiler” anlamına gelen “inas” kelimesinin [462] hakikî anlamında kullanılmasının daha uygun olacağını ileri sürerek tarih boyunca kadınlara hem işkence edildiği, hem de zihinlerde kadın hayali yaşatıldığı; böylece onlara tapılmış olduğu tezi üzerinde uzunca durur. Düşünce olarak âyetin zahir anlamına daha uygun görüldüğü ve onun söyledikleri pratik hayatta farkında olunmadan yaşanıldığı için ifadelerini aynen alıyoruz: “Bunların nazarında ilah mefhumu mabud tasavvuru her şeyden evvel bir kadın hayalidir. Bundandır ki putların ekserisi inas (dişi) suretinde inas ismındedir.” Örneğin Lat, Menat ve Uzza isimleri dişilere verilen addır.
Araplarda olduğu gibi Yunanlıların çoğu putlarının da dişi olduğu bilinmektedir. Müfessirler “inas” kelimesini putlar diye anlamışlarsa da bu kelimeyi hakikî anlamından uzaklaştırmaya gerek yoktur. Zira “Her hayal bir hakikatin in'ikası(yansıması) olduğundan bu hal inas(dişi)'a incizab (çekilmesi)’ın bir neticesi olarak muhafaza edilmek ve inası manay-ı hakikasıyla mütalaa etmek hem asıldır hem de âyetin ruh-i mazmunu (anlamı)'na daha muvafıktır. Yani müşrik ruhunun gaye-i ma'budi kadındır. Onun nazarında taabbudun en büyük misali, taab-budı nisvandır (Culte de Femme) O bütün zevkini bütün ilhamını kadından almak ister. Kadın zevki, onun için azamî lezzet olur. Onun bütün hayatının başında bir kadın hayalı vardır. Ve bundan dolayı her oturduğu yerde, her hürmet edeceği mevkide güzel bir kadın resmi arar. Asnam (put)’ın ve hâlâ ekser asnamın kadının ismiyle tesmiye edilmiş (İsimlendirilmiş) olması da kadın taabbudu (tapma)'nun ruha hakim olmasından munbaistir (ileri gelir). Asnam (putlar)’ın mevkii buna remz, bir timsal olmaktan ibarettir.” Ancak, “En çirkin bir kadın en güzel bir puttan daha kıymetli olmak lazım gelirken mabudunu kadın telakki eden müşriklerin elinden hakikî kadınlar öyle bir iptizale düşerler ki hürmet şöyle dursun en basit hukukî insaniyeden bile mahrum edilirler. Davaya bakarsanız kadın her şeydir. Fiiliyata bakarsanız kadın oyuncakların en sefili olmuştur... Bütün zevki taabbudu şehevatta toplayıp hakları hakikatleri hayallere feda ederek kadın hayalleri karşısında hakikî kadınları payimal ederler. “[463]
Kadının kadınlık rolüne göre yetiştirilmemesi; dolayısıyla bu rolün gerektiği gibi işletilmemesi ve buna ek olarak da onun daha çok kadınlıkla alakası olmayan işlerle meşgul edilmesi, çocuk terbiyesi alanında büyük bir boşluk oluşturmaktadır. Halbuki bir ülkenin geleceği ve onun uygarlık seviyesine ulaşması, tamamen çocukların yetiştirilip yetiştirilmemesiyle yakından ilgilidir.
Yeni doğan bir çocuğun her türlü yardıma olan ihtiyacı ve onun yemesi, içmesi, yürümesi, konuşması, ruhsal, bilişsel ve sosyal gelişmeleri başta olmak üzere bütün yetenek ve donanımlarını çocukluk döneminde kazanacağı dikkate alındığı zaman onu yıllarca takip edecek kültürlü bir anneye ihtiyacının ne kadar zorunlu olduğu kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
Çocuk, biyolojik doğumundan sonra kendini toplumsal bir çevre olan ailede bulur. Orada onun “sosyo-kültürel doğumu” başlar. Bu ikinci doğum, çocuğun topluma kabul edilme sürecidir. Artık onun bütün hayatı, çevresine uyum sağlamakla geçer. [464] Uyum, insanın ruhen ve maddeten çevre şartlarına uymasıdır. Toplumsal çevre açısından uyum ise, genellikle çocuğun sosyal normlara uyumu biçiminde anlaşılmıştır.[465] Çocuk, gelişme sırasında düşüncesini, anlatım biçimlerini, alışkanlıklarını ve çeşitli davranışlarını belirlerken içinde bulunduğu toplumun normlarına ve değerlerine uyması söz konusudur. Çocuk, şahsiyetinin oluşmasında, davranış ve tutumlarının şekillenmesinde etkisi büyük olan bütün değerleri toplumun en küçük çekirdeği sayılan ailede karşılar. [466] Ancak çocuk psikolojisinin araştırıcılarının ifade ettiği gibi davranış kazanımmda onun bir modele ihtiyacı vardır. Çocuk, bilmeden ve düşünmeden bu modeli taklide koyulur. Çocuk taklit edeceği objenin modelini kopya ederken alışmcaya kadar tekrarlamayı sürdürür [467] İşte çocuk için en elverişli model annesidir. Zira çocuğun doğumundan itibaren uzun süre en çok ihtiyaç duyduğu bireyin anne olduğunda kimsenin şüphesi yoktur.
Çocuğun annesiyle kurduğu ilişki, toplumsallaşmanın ilk ve önemli basamağı olarak görüldüğü için önemine binaen biraz da “Toplumsallık ve Çocuk” konusuna eğilmede yarar görüyoruz. [468]
Toplumsallık, organik bir temele de dayanır. İnsan yapısındaki çift cinsiyetlilik ve insan yaşamı gelişiminin, koruyucu bir toplumun varlığına ihtiyaç duyuşu, bunun delilidir. Ayrıca hayat şartlarının, insanların birbirinden ayrılmasını değil, aralarında dayanışmayı ve işbölümünü gerekli kılışı; örneğin dinlenmek için yükünü sırtından indirmiş bir şahsın, dinlendikten sonra yükünü sırtına kaldıracak bir başka kişiyi beklemesi, güçsüz olarak doğan çocuğun; uzun süre yeme, içme, giyim ve diğer ihtiyaçları için bir başkasının varlığına muhtaç oluşu bunun başka bir delilidir. Bir çocuğun dünyaya gelişi bile, adına evlilik dediğimiz karı ve koca birlikteliğinden oluşan bir topluluğu zorunlu kılmaktadır.
Güçsüz olarak dünyaya gelen çocuk, kendisini dil, din, ahlak, hukuk, sanat gibi değerlerin ve çeşitli alışkanlıkların hazır olduğu bir çevre içinde bulur.[469]
Bu çevre, çocuğa bir taraftan bazı istekler sunarken diğer taraftan da bu istekleri yerine getirir. Büyük zorluklarla karşı karşıya kalan çocuk, karşılaştığı bu zorluklan giderenlere içgüdüleriyle gülücükler göndermeğe, erişkinler de ona şefkat kanatlarını germeğe başlar. Şayet, yakınların çocuğa göstereceği sevecenlik belirli bir ölçünün altında kalırsa o çocuk, çevrede akıp giden hayata güvensizlikle bakarak kendini toplumdan soyutlamaya ve görevden kaçmağa eğilim gösterir. Böylece çocukta sevgi içgüdüsü gelişmeyince o ne sevgiyi tanır, ne de ondan nasıl yararlanacağını bilir. Sevme içgüdüsü aile çevresinde gelişemeyen çocuklarda bu güdü, sonradan ya geliştirilemez ya da bu konuda büyük güçlüklerle karşılaşılır. [470] Bu çocuklar aynı zamanda istek ve duygularını açığa vurmaktan da çekinirler. Sevgiden yararlanmasını bilememeleri, onların davranışları üzerinde etki bırakır. Aşırı sevecenlik de, çocuklarda sınırsız bir sevecenlik içgüdüsünün gelişmesine yol açar. Böylece çocuk bütün dikkatleri kendi üzerine çekerek sevgiyi kaybetmemek ve başkalarının daha çok kendisiyle ilgilenmesini sağlamak amacıyla başvurmadık yol bırakmaz. Onun bu davranışları, sonuçta kendisinin toplumdan soyutlanmasına sebep olabilir.[471] Onun için her türlü aşırılıktan kaçınarak sevgi, saygı ve korkunun dengeîi bir şekilde verilerek çocuktaki ruhsal yapıyı geliştirmek en sağlıklı olanıdır.
Çocuk üzerinde uygulanacak bilinçji eğitim, onu yaşadığı güvensizlik duygusundan kurtarmak, yaşam için bilgi, beceri ve üstün bir anlayış kazandırmak ve başkalarına karşı ilgiyle donatmak amacını güder. [472] Bir çocuğun ruhsal gelişimi hangi yönü izliyorsa, geliştirdiği karakter özellikleri de aynı yöne yönelecektir. Karakter düz bir çizgi üzerinde gelişiyorsa çocuğun tutumunda hiçbir bocalama görülmeyecektir. Zira bu çizgide çocuk, güçlüklerle doğrudan yüz yüze gelecek; ikinci tür karakter gelişiminde ise çocuk, hayatta düşman güçlerle karşılaşabileceğini; dolayısıyla uyanık olması gerektiğini öğrenecek ve saygınlık ve güçlülük amacını dolambaçlı yollar izleyip kurnazca davranarak ulaşmak isteyecektir. Bu çocuk, ödevlerine düz çizgi üzerinde yaklaşmaya çalışmayacak, korkak ve çekingen biri olarak başkalarının gözüne bakamayacaktır.[473]
Çocukluktaki arzu ve kaygılar karakter özelliğine dönüşür.[474] Güdülerle, dış dünyadan gelen yasaklamalar arasındaki çelişiklik kıskacına düşen çocuk, bu çelişikliğin meydana getirdiği sıkılmalardan ötürü dış dünyaya karşı bir savunma mekanizması kuracaktır. Üst ben (vicdan)ı oluşturmak üzere de “ben”, dış dünyanın insanı doyumsuz bırakan nesnelerini iç dünyaya taşıyacaktır. [475] Bu taşınanlar bir taraftan bilinçsizce düşünce halinde bir taraftan da davranışlar halinde hafızaya işlenecektir. Bunlardan birincisi, içerik; İkincisi de biçimdir.[476] Çocuk tıpkı büyükler gibi başkalarından daha çok şeye kavuşmayı arzular ve üstün bir konumu ele geçirmeğe çalışır. Gayesi hem güven ve uyumu sağlamak hem de bunları kaybetmemektir.[477]
Görüldüğü gibi kişilik zırhı içine taşınanlar dış kökenlidir, toplumsaldır. Bunların taşınma sebebi de, ya dış dünyaya karşı kendisini korumak ya toplumun dışına itilmek tehlikesini bertaraf etmek ya da nazdır.[478]
Bireyler, dış dünyadan gelen tehlikelerin yarattığı kaygıyı ortadan kaldırabilmek için de güdülerini bastırmak zorunda kalır. Örneğin insan acından ölse kimseye saldıramaz. [479] Zira ruhsal organ, işin başından beri toplumsal koşulları göz önünde tutmak zorunda kalmıştır.[480] Duygularını bastırma adı verilen bu davranışları çocuklar, ilk defa aileden başlayarak toplum içinde kazanırlar. Buna göre çocukta kişilik oluşumlarının iki hedefi vardır. Biri dış dünyaya diğeri de içgüdüsel gerekliliklere karşı “ben” zırhını oluşturmaktır. [481] Zaten kişilik, ben'in sürüp giden bir değişimidir, buna katılaşma da denilebilir.[482]
Çocukta karakterin oluşumunda, güçlülük eğilimi yanında toplumsallık duygusu da önemli rol oynar. Çünkü çocuğun ruhunda ilk beliren duygulardan biri de, saygınlık eğilimidir. Bu eğilim ilişki kurma biçiminde kendini gösterir. [483] Başkalarıyla ilişki kurarak yakınlaşma ihtiyacı, her toplumda değişik biçimlerde ve derecelerde ortaya çıkar. Bu ihtiyacın temelinde biyolojik bir yön bulunduğu gibi bebeklikten itibaren içinde bulunduğu aile ortamındaki birlikteliğin de etkin olduğu iieri sürülür.[484]
Birlikte olma ihtiyacının, sevecenlik ve korku güdüleriyle ilişkili olduğu da söylenir. Buna gerekçe de, insanların daima zor durumlarla karşı karşıya kalmaları gösterilir. Bu güdüler, merak ve kurcalama güdüsüyle de desteklenir. Çünkü bir çocuğun davranışı için bu güdüler, uyandık görevini üstlenirler. [485] Yaratılışta her insanın, aşağılık duygusunun her çeşidi için olağan üstü bir duyarlılığın olması ve ekonomik sebepler de, toplumsallaşma da önemli etken olarak gösterilir. [486] Şunu da ifade edelim ki toplumsallık duygusunun boyutları, bir insanın bütün yaşamsal dışavurumlarında kendini göstermektedir.[487]
Başta bütün istekler olmak üzere dini duygu, ilgi, düşünce ve birçok davranışın kaynağı fıtrîdir. Yani insanın yaratılışında vardır. Demek oluyor ki çocuk, bu yetenek ve donatılışla dünyaya gelir. Ancak bu yetenekler, her toplumda farklı olmak üzere sosyal hayatın ihtiyaç ve gereklerine göre gelişerek kendilerini davranışlar biçiminde dışa vururlar. Daha sonra da bunlar, çocukta silinmez melekeler haline gelerek [488] onda karakter olurlar. Bilindiği gibi karakter, takınılan ruhsal bir tutum ve insanın çevresine karşı aldığı bir tavırdır. Bu karakter özellikleri, bir model gibi İnsanın varlığında yaratılıştan değil de sonradan yuvalanırlar.[489] Davranışların çocuğun varlığında yuvalanması, bir sürece bağlıdır. Çocuğun ailedeki gelişim sürecinde onda karakterin oluşumunda anne ve babanın rolü birinci dereceyi işgal eder. [490]
Yaratılış açısından bakıldığında insan yetersiz bir yaratıktır. [491] Yetersizlik, insan için sürekli uyarı kaynağı olup onu, devamlı eksikliklerini gidermek için bir yol aramağa itmiştir. Zira her arayış bir yetersizlik duygusuyla ilgilidir.[492] Örneğin 2 ile 5 yaşları arasındaki çocuğun başı her sıkıştığında annesine başvurması ve onun yardımına ihtiyaç duyması bundandır.[493]
Psikologların ifadesine göre canlılarda dokunma, rahatlık vermekte [494] ve dolayısıyla bir çocuk, annesinin vücuduna değdiği zaman kaygısı azalmaktadır. Zira çocuğun biyolojik sistemi, annesinin biyolojik sistemine doğru uzayıp genişlemektedir. O anda iki canlı varlığın biyolojik enerji alanları, birbirine değmekte ve kan damarlarının genişlemesine sebep olmaktadır. Kaygıyı azaltıp vücudu rahatlatan da budur. Zira sevilen insanın bedenine dokunma, kaygıyı yok ettiği gibi; aynı kişiyle dokusal ilintinin, onu yüz üstü bırakılma korkusundan uzaklaştırdığı da ileri sürülür.[495]
Çocuk, dünyaya geldiği andan itibaren annesiyle bağlantı içinde yaşar. Onun bütün hareketlerinin amacı, bu bağlantıyı ayakta tutmaya yöneliktir. Annenin, çocuğun yaşamı üzerindeki rolü aylarca sürer. Böylece çocuğun ruhundaki toplumsallrk yeteneğinin gelişmesi, bu evrede gerçekleşir ve anne, toplumsal yaşamla çocuk arasındaki ilk köprüyü oluşturur.[496]
Anne ile çocuğun arasındaki ilişki, öylesine içtendir ki çocuktaki herhangi bir karakter özelliğini kalıtıma bağlamanın üstesinden gelinemez. Çünkü birçok eğilim, çocuğa anne tarafından alıştırılır, benimsetilir ve biçimlendirilir. Hatta kalıtımla geçmiş olabileceğini sandığımız eğilimler, geride bırakılabilir. Annenin bu konudaki beceri veya beceriksizliği çocuğun varlığında saklı bulunan bütün yetenekleri etkiler [497] Düzenli ve etkili anne ve babaların çocuklarının, sosyalleşme ve kurallara uyma eğiliminde oldukları ve dolayısıyla bu çocuklara fazlaca güvenilebileceği, bunların çekinmeden sorumluluk alabilecekleri, vicdanlı olabilecekleri ve liderlik yeteneklerine sahip olabilecekleri tezi üzerinde durulmuştur.[498]
Çocukta gelişmenin temelini çocukluk dönemi oluşturur. İlk çocukluk dönemi, çocuğun geleceği bakımından çok daha önemlidir. Yetişkin kişinin kişilik özellikleri büyük ölçüde bu dönemde oluşur.[499]
Çocuğunu şefkatle izleyen annenin, onu kucağına alması, kucağında dolaştırması, onunla konuşması, onu yıkaması, yedirmesi, içirmesi ve diğer bütün ihtiyaçlarını gidermesi, anne ile çocuk arasındaki sıkı bağlantının kurulabilmesine önemli katkıda bulunur. Anne, üzerine düşen görevlen yerine getirebilme becerisi doğrultusunda eğitilememişse ya da beceriksiz veya vurdumduymaz birisi ise anne ile çocuk arasında tatsızlıklar ve hırçınlıklar yaşanır ve anne daima çocukta kendisine karşı oluşan bir dirençle karşılaşır. Bu durumu yaşamamak için bir annenin çocuğu yatağa yatırımından tutun da banyoya götürüşüne varıncaya kadar bütün eylemlerinde, çıkaracağı seslerde ve göstereceği davranışlarda bir beceri ve şefkat havasının esmesi lazımdır. Bu işlerden her biri, çocuğun annesini sevip-sevmemesi, annesiyle işbirliğine yanaşıp yanaşmaması için bir neden oluşturacaktır.[500]
Canlılar grubunda yeni doğan yavrular annelerinin yanlarında ne kadar uzun süre kalırlarsa ilkel ve basit refleksif davranışlarının, gelişmiş davranışsal hareketlere dönüşme şansı o kadar artar, Ana-çocuk ilişkilerinin uzaması, toplumsallaşma sürecinde bilgi ve beceri açısından çocuğun daha farklı boyutlar ve içerikler kazanmasına neden olacaktır. Örneğin çocukların annede gördüğü davranış kalıplarını çokça izleyişleri ve hatta bazı davranışları tekrarlayabilmeleri imkanları, çocuğun, ilkel ve refleksif davranışlarında niceliksel ve niteliksel değişiklikler yapabilme imkanını verebilir. Toplumsal ihtiyaçların çokluğu ve çeşitliliği, giderek her bir ilkel davranışa çok daha farklı yeni anlamlar yüklemeyi sağlar. Hayat için gerekli bilgi ve davranışların yaşam süreci içerisinde öğrenilmesi, ancak çocukların aile içinde yetişmiş bir anne ile uzun ve yoğun grup içi ilişkiler kurulabilmesi sayesinde olur. Çocuğun çevresine uyabilmek için en yararlı bulduğu davranışı kullanacağı, onu diğerlerine tercih edeceği prensibi ileri sürülmüş ve bunlar arasında sürekli olarak kullanacağı şeyler kendisine bakanların duygululuğuna bağlı olduğu kabul edilmiştir. İşte çocuk, böyle kendi sosyal çevresini kontrol edip yararlı gördüğü tepkileri kullana kullana bebeğin kendisinde şahsiyet denilen yönelişleri gelişir. Bu gelişmenin nasıllığı, hem doğuştan hem de çevreden gelen faktörleri göz önünde tutmakla anlaşılabilir. [501] Şunu açıkça belirtmek gerekir ki, davranışların organlarla ifadesi, gelişme sürecinin her basamağında görülen bir olgudur. [502]Uzun süre hastanelerde tek kalan çocukların konuşma öğrenmelerinin bile geç kalıp zorlaştığı tespit edilmiştir. Çünkü uyarılmayan sinir sistemi gelişemez. Onun gelişmesi toplumsal yaşama bağlıdır. [503] Zira her çocuk dünyaya gelirken çeşitli duygu ve deneyecek imkanları beraberinde getirir. Ancak bunlardan hangilerinin onda ağırlık kazanacağını ve nasıl biçimleneceğini çevre belirler. [504] Çocuk için en önemli çevre de ailedir.
Babanın aile içindeki rolü de annenİnkinden az önemli değildir. Gerçi başlangıçta babanın çocukla ilişkisinin kapsamı fazla geniş olmayıp onun çocuk üzerindeki etkisi daha sonraları görülür. [505] Çocukların, ailenin tümünü görüp gözeten, sevgi ve önderliği ile kuşatan bir babayı önlerinde görmek, onlara hayat için en büyük güven ortamını sağlar. Böylece anne ve babalarından karşılıklı olarak dayanışma, esirgeme, sevgi ve insanı insan yapan hasletleri öğrenir ve kendilerini, düzen ve disiplin içine sokup doğru yol üzerinde tutmayı başarırlar.[506]
Kur'ân'a göre Allah, insana, anne ve babasına karşı iyi davranmasını emredip; özellikle annenin çocuğu nice acılara katlanarak karnında taşıdığına ve bunun akabinde iki yıl da süt emzirmenin sürdüğüne dikkat çekerek ona karşı daha dikkatli olunmasının gerektiğine işaret ettikten sonra [507] babanın da nafakayı temin için görevlendirildiğini ifade eder. [508] Anne ve babanın bu fedakarlıkları ima edilerek çocuklara da, bunlara teşekkür etmelerini emreder.[509] Bunun peşine de çocuğa, anne ve babaya karşı iyi davranmasını; ancak onlar, çocukları bilgisizce Allah'a ortak koşmaya zorlarlarsa buna itaat etmemelerini; bu durumda bile onlara bu dünyada iyilikle davranmalarını emreder. [510] Yine Allah, kendisinden başkasına kulluk edilmemesini, anne ve babaya iyi davranılmasını kesin ifadelerle verdikten sonra; (ileride beden dili açısından üzerinde durulacağı gibi) onlardan biri veya her ikisi, çocuğun yanında yaşlanırsa onlara kesinlikle “Öf!” bile dememelerini, onları azarlamamalarını, onlara saygılı ve yüceltici sözler söylemelerini; böylece alçak gönüllüce ve acıyıp esirgeyerek kol-kanat germelerini ve “Ey Rabbim! Onların beni küçükken sevgi ve şefkatle besleyip büyüttükleri gibi sen de onlara merhamet eyle.” şeklinde dua etmelerini [511] kesin hatlarıyla emreder. Böylece Allah'ın istediği doğrultuda aile yuvası kurulmuş olup; işlevlik kazanır. Buna göre artık ne çocuk kreşlere ne ete anne ve baba huzur evlerine terk edilerek perişan duruma getirilecektir. Zaten çocuklarını ezici güçlüklere katlanarak büyük bir itina ile hayata hazırlayan anne ve baba, bunu hak etmemektedirler. Kaldı ki Allah'ın önerdiği sistemde uygunsuzluk yoktur: [512]“O, her şeye gerçek özünü ve biçimini veren ve sonra da her şeyi kendi doğasının gerektirdiği yola yöneltendir. “[513]
Kur'ân'da olduğu gibi hadislerde de aile düzeni önerilerek ilkeleri belirlenir.[514] Zira ilahî dinlerin gayesi; insanları, işin en doğrusuna iletmek ve bu konuda onlara akıllarının almadığı durumlarda yol göstererek, onların yaşamlarında düzeni sağlamaktır.[515]
Bütün bunlardan hareketle aile kurumunun, biri çocuklara, diğeri anne-baba ve kardeşlere bir diğeri de akrabalara bakan üç boyutunun olduğu ortaya çıkmış olur. Aileyi bir kurum olarak ele alınca işin, her üç yönüne de dikkat çekilmiş olur. Toplumsallaşmada bizi daha çok çocukların şekillenmesi ilgilendirdiğinden anne ve babanın ailedeki rolüne dönüp konuyu biraz daha açalım.
Bir kere şunu ifade edelim ki biz ne zaman çocuk yetiştirmede annenin yerini tutabilecek birini bulmak istesek, anne rolünü oynayacak birini arar dururuz. Diyelim ki böyle birini bulduk ve bu bulduğumuz kadın çocukla öz evlatlarından biriymiş gibi ilgilendi. Böyle bir ortam sağlanınca çocukta önemli ölçüde bir iyileşme gözlenmiştir. Ancak bunun bile, aile yaşamının yerini alabilecek bir ortamda gerçekleştirildiği gözden kaçmamıştır. [516] Durum böyle olunca en kolay ve en sağlam yol, annenin annelik rolünü oynayacak tarzda yetiştirilmesi ve çocuğun da kendi aile ortamı içinde kendi annesinin eğitimine verilmesidir. Zira hayatta dikiş tutturamayan kişilerin, yetimler ve evlilik dışı ilişkilerden veya bozulmuş evliliklerden geride kalmış yahut da istenmeden dünyaya gelmiş çocuklar arasından çıktığı bilinmekte; anne sevgisi ve şefkatinin yerini dolduracak ikinci bir unsurun zor bulunacağı itiraf edilmektedir.[517]
Babanın çocuk üzerindeki etkisinin sonradan görülmeye başladığını yukarıda ifade etmiştik. Burada şunu ilave etmek gerekir ki, annenin çocuğa olan sevgi kapsamının, babayı da içine alacak şekilde genişletilmesi ve böylece ailede yetişen çocuk, anne ve babaya gösterilen sevgide dengesizlik yaşamaması gerekir. Örneğin anneyi gördüğünde babanın, babayı gördüğünde de annenin eksikliğini hissetmemelidir. Şayet bu sevgi kapsamı geniş tutulamaz ve anne ya da baba çocuğa tek başına sahip olmayı ve onu kendine bağlamayı hedef edinirse, çocuktaki toplumsallık duygusunun gelişimi hem büyük ölçüde aksar hem de aile, rekabet ve tartışma ortamına çekilmiş olur. Bu durumda çocuğu, toplumsallık bilincinin gerektirdiği şekilde eğitmek imkânsız hale gelir.
Çocuğun içinde yaşadığı ilk toplum, anne ve babasından oluşur. Bu bakımdan çocuk, anne ve babası arasındaki evliliğin; toplumsal yaşamın bir ürünü ve okulu olma niteliğini görmelidir. Demek oluyor ki evlilikte, eşler arasındaki esenlik, çocuğun esenliği ve toplumun esenliği birlikte dikkate alınmalıdır. Şayet evlilik, bu üç esenlikten birinde üstüne düşeni yapamıyorsa; aile yaşamının uyum içinde olduğu söylenemez. Buna ek olarak bir de eşler arasında birbirlerine karşı üstünlük sağlama eğilimi baş göstermişse; evlilik, artık bir paylaşım ve hayat arkadaşlığı olmaktan çıkmış olacak ve böylece hem eşler, hem de bunları örnek alan çocuklar arasında sürüp giden bir tartışma başlayacaktır. [518] Halbuki Kur'ân'da ifadesini bulan evlilik, bir anlamda eşler arasındaki eksiklikleri tamamlayıcı bir etkinliktir. Zira yeryüzündeki her canlı türü, kendi hususiyetlerinin ifadesi için başka bir şeye bağımlıdır. Dolayısıyla karşı cins diğerindeki bir boşluğu doldurmakta ve bir eksiği kapatmaktadır. “Kadınlar erkeklerin, erkeklerde kadınların örtüleridirler”[519] âyetinin anlamı da, budur.
Evlilikte eşler arasında eşitlilik açısından herhangi bir sıkıntı yaşanmaması için onlardan her birine Kur'ân'da “zevç” kavramı kullanılmıştır. [520] Hatta Kur'ân, bize yeryüzündeki her şeyin çift yaratıldığını ve bunlardan her birinin, kendi türünü sürdürebilmek için kendilerini birbirine yaklaştıran içgüdü gibi bir his taşıdığını ve bu yüzden mizaçlarının, kendi türünden bir eşe uygun şekilde oluşturulduğunu söylemektedir. [521] Böylece bu eş, erkeğinin hislerine cesaret ve hız kazandıracak; onun kendi türünün korunması için verdiği mücadele erkeğe güç verecek ve ona aktivite kazandıracaktır. Kur'ân, yeryüzünde çift yaratılan her varlığın eşi için de, “zevç” kavramını kullanır.
“Zevç” Arapça bir kelimedir. Bu kelime “bir çift” anlamına geldiği gibi “çifti oluşturan eşlerden biri” anlamına da gelir. Ancak bu sözcük “zevceyn” şeklinde ikil olarak kullanılıp; onu “isneyn” (iki) sayı sıfatı izlediği zaman bu sözcük grubu, şüpheye yer bırakmayacak şekilde erkek-dişi iki cinsin birfikte oluşturduğu bir çifti ifade eder. [522] Çift kelimesi, dilimizde de birbirini tamamlayan iki tekten veya bir erkek ve bir dişiden oluşan iki eş anlamına gelir. [523] “Eş” kelimesi ise, birbirinin aynı olan veya birbirine çok benzeyen iki şeyden; yani karı kocadan veya birlikte yaşayan dişi ve erkek hayvandan her biri anlamına gelir.[524]
Kur'ân'a göre evlilik, sadece türün devamını temin etmek için[525] değil; aynı zamanda her iki çifti, sapıklık ve bozukluklardan korumak ve eşlerde zihinsel bir denge sağlamak içindir.[526] Eşlerin kaynaşmasında bir sorun yaşanmaması için, eşlerin kendi cinslerinden yaratılması bu maksada binaendir. [527] Kaynaşma pekişsin diye de eşlerin içine, birbirlerine karşı sevgi ve şefkat duyguları yerleştirilmiştir. [528] Bu bakımdan Kur'ân, evlilikte eşleri birbirine bağlayan en önemli unsurun, yaratılıştan getirdikleri ve birbirlerine karşı duyacakları “sevgi ve merhametin” olduğunu dile getirir. Bu iki unsurun söz konusu olmadığı evliliklerin mutsuzlukla sonuçlandığı görülür, Kur'ân buna ilaveten eşler arasında onları birbirine yaklaştıran bir de “cinsî duygunun” verildiğini çeşitli vesilelerle anar. “Gerçek şu ki kadın Yusuf'a karşı arzu doluydu o da kadını arzuluyordu. Öyle ki (bu ayartma karşısında) Rabbinin burhanı onun içine doğmamış olsaydı (bu arzuya) yeniliverecekti.”[529] âyeti buna örnek teşkil eder.
Eşler arasındaki görev taksimatı, kadın ve erkekteki fizikî, biyolojik ve psikolojik özelliklere bağlı olduğunu [530], bu görevlerle birbirlerine karşı üstünlük taslayamayacağını açıkça gösterir. Zira erkeğin, kadından daha güçlü ve daha soğukkanlı oluşuyla, ayrıca fizikî ve biyolojik yapısıyla; hem nafaka teminine, hem de ailede liderliğe daha elverişli; kadının da, zarafeti ve duygusallığıyla, hem de fizikî yapı olarak çocuk terbiyesine daha uygun olduğu söylenebilir. Zira iktisadî sorumluluklar ve bunlardan hasıl olan mükellefiyetler, kadına ağır gelebilir. Bundan dolayıdır ki Allah, adalet ve üstün hikmet sahibi olarak bu mesleği erkeklere verir ve “Allah insanlardan bir kısmını diğerlerine (fazilet bakımından değil de doğal nitelik ve güç açısından,[531] üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler, kadınların koruyucuları ve yöneticileridirler. Onun için iyi kadınlar itaatkardırlar. Allah'ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de namuslarını) koruyucudurlar”[532] âyetinde ifade edildiği gibi erkeği, kadının sahip olmadığı tabiî nitelik ve güçler sebebiyle ailenin idarecisi tayin ettiği anlaşılmaktadır.
Baba, ailedeki görevleri bakımından insanlarla olumlu bir diyalog kuracak, çevresinde dostlar edinecek, dolayısıyla da ailesini, toplumsal yaşamın bir halkası haline getirecektir. Böyle bir baba, toplumsallık işbirliğine gereklilik açısından çocuklarına örnek olacak ve çocuklar üzerinde bırakacağı etki o denli büyük olacak ki çocuklar, onu ömür boyu kendilerine örnek edineceklerdir.[533]
Ailenin, toplumsal çevre içinde bir birim olduğu ve aile dışında da güvenilecek şahısların bulunabileceği bilinci, çocukların gelişimi ve sosyalleşmesi açısından önemli bir etkendir. Bir ailede en önemli sorun, iş sorunudur. Bir işte başarılı olmanın şartı ise hem o işte çalışabilmek için gerekli eğitimin görülmesi, hem de başkalarıyla işbirliği yapacak yeteneğe sahip olunması ve başkaları tarafından sevilmesidir. Başkaları tarafından sevilmenin şartı da, yapılan işin sadece yapan için değil de bütün insanlık için yararlı nitelik taşımasıdır.[534]
Toplumsal yaşamda deneyimler edinmede ve gerek ülkelerinde gerekse dış dünyadaki maddî ve manevî değerleri öğrenmede erkeklerin etkinlik alanları ve avantajları kadınlara oranla çok daha geniştir.
Bu bakımdan bir babanın eşine ve çocuklarına danışmanlık yapması, onun görevleri arasındadır. Ancak bu danışmanlık yapılırken itirazlara yer bırakmayacak tarzda üstünlük eğilimi göstermeden dostça ve görüşler paylaşılarak yapılmalıdır. Para kazanmayan eş ve çocukların bu konuda çok alıngan olacakları göz önünde tutularak para, evde sorun yapılmamalı ve harcamalarda hiç kimse haksızlığa uğradığı kanısına varmamalıdır.[535]
Aile fertleri arasında sevgi eşit bir şekilde dağıtılmalı. Bu konudaki en küçük bir ihmal, -örneğin kendisinin daha az sevildiği hissine kapılan şahıslarda- toplumsallık bilincinin gelişmesini geriletilebilir.
Toplumsallık duyguları üzerinde olumsuz etki bırakan bir diğer husus da, çocukların kendi aralarında kuracakları işbirliğinin ihmal edilmesi ve çocuklar arasında eşitsizlik duygusunun belirmesine imkan verilmesidir. Bir ailede iki çocuğun konumu, yetenek açısından asla birbirinin aynı olamaz. Her çocuk, içinde yaşadığı şartlara uyum sağlama çabalarının verilerini kişisel yetenek ve yaşam üslubunda açığa vuracaktır. Yetenekli bir çocuğun, kardeşleri arasında üstünlük peşinde koşma eğilimi, hiçbir zaman son bulmayacak ve her birinde bu konudaki bir ruhsal açlık sürüp gidecektir. Bazen de kardeşler arasında yetenekli çocuğa karşı gizli bir savaş baş gösterecektir. Bunun tipik örneğini Kur'ân'da Yusuf kıssasında Yusuf (as)'a karşı kardeşlerinin tutumunda görüyoruz. Onlar Yusuf'u öldürmek veya bir kuyuya atarak onu bir kervan aracılığıyla aileden uzaklaştırmak istemişlerdi. [536] Onların iddiaları Yusuf (as)'ın, anne ve babası tarafından daha çok sevilmesiydi. [537] Ancak Kur'ân'ın Yakup (as) diliyle bunlara cevabı ise “Sizi, hayal gücünüz bu kötü sonuca sürükledi.”[538] Şeklinde olmaktadır. Yıllar sonra kardeşlerle Yusuf (as), buluşunca, Yusuf (as)'ın onlara bunu cahilliklerinden yapmış olduklarını söylemesi [539], onların da hatalarını itirafları ve babalarından Allah'tan af dilemesini istemeleri [540] gösteriyor ki çocuklar arasındaki düşünce ve yargılar, çoğu zaman isabetli olmayabilir. Bazen de bu tür kargaşalıklara sebep, anne ve babanın uyumsuzluğu veya çocukiardaki yetenek farkları dikkate alınmadan hepsine aynı davranılması gösterilebilir. Bütün bu zorluklardan kurtulmanın yolu, çocukları daha çok toplumsal işbirliği bilincine sahip olacak şekilde yetiştirmek, -Kur'ân'in ifadesiyle- kendileri muhtaç olsalar bile onları, başkalarını kendilerine tercih edebilecek [541] ahlakla donatmak gerekmektedir. Aksi halde kıskançlığın ve hırsın önüne geçilmesi, aşılması zor olan bir iştir. [542]
Canlı yapı, yoğunlaşmış enerji deposu gibi düşünülebilir. Enerji sistemi gibi canlıların amacı da, varlıklarını ve kararlılıklarını korumaktır. Yaşam, bu kararlılık durumunun korunmasına bağlı olduğu için canlılardaki temel eğilim, zararlı uyarımlardan kaçmak, ihtiyaç duyulanlara doğru da gitmektir. Bu görev, diğer canlılara oranla İnsanlarda daha karmaşıktır.
Bir çocukta davranışların gelişimi, toplumsal ilişkilerin sağlıklı bir biçimde düzenlenmesine ve sinir sisteminin gelişmesine bağlı olarak doğumdan gelişme dönemine doğru izlenebilir. Gelişme ilerledikçe alınan tepki ve bunlara karşı verilen cevapların hem niteliği hem de niceliği değişir. Böylece sinir sisteminde merkezî bir örgütlenmeye doğru gidiş hızlanır.[543]
Sinir sisteminin en küçük birimi, sinir hücresi (nöron)dir. Sinir hücresinin uyarımlara cevap verebilmesi için tepkinin belli bir seviye üzerinde olması gerekir. Uyarım kesilince hücre tekrar kararlılık durumuna geçer.
Dış dünya ve toplumdan gelen uyarımlar olmadan sinir sisteminin ve beynin gelişmesinin imkansızlığı artık belirginlik kazanmıştır.
Bazı en basit davranış birimleri, kalıtsal hareketler oiup, bunlar canlıların sonradan öğrenmesine gerek olmadan cfoğumia birlikte gelirler. Bu davranışlar, genelde dış uyarımlara karşı gösterilen otomatik cevaplar nıteliğindedirier. Örneğin yeni doğmuş bir çocuğun meme emerken dudaklarını hareket ettirmesi veya aç yavrunun bir uyarıma doğru ilgi ile başını çevirmesi, doyduktan sonra da bununla artık ilgilenmeme hareketi, buna örnek teşkil eder.[544]
İçgüdüsel davranışlar, daha sonra geliştirilecek olan davranışların ilk modellerini oluşturduğu tezi ileri sürülmektedir. Canlının yaşadığı somut şartların nitelik ve niceliği, bu davranışların oluşumunu yeniden düzenlediği ve bu içgüdüsel güçlerin, giderek canlıların davranışlarının özünü oluşturduğu görülür. Buna göre içgüdüsel davranışlar, çeşitli şartlanmalar iie yaşam boyunca değişerek farklılaşma özelliğine sahiptirler. Bunlar, başlangıçta düzenli aralıklarla tekrarlanan içgüdüsel hareketler iken; bu hareketler, daha sonra toplumsallaşma ve kültürel etkilerle bilişsel davranışlara veya kavramlara dönüşeceklerdir.[545] Örneğin herhangi bir eşyayı tutup bırakan veya ona başarısız bir biçimde yaklaşmaya çalışan çocuk, daha sonra o eşyayı parmaklarıyla tutar hale gelecektir. [546] Bu değişmeler ve öğrenmeler, tarihsel süreç içinde sonsuza kadar sürer gider.
Darwin'in de tanımını yapmakta zorlandığı ve günümüzde de henüz tanımı yeterli bir şekilde yapılamamış olan [547] içgüdüsel hareketlerin kavram haline dönüşmesi ise, değişen şartların gelişen beden faaliyetlerini ifadede güçlük çekmesi ve dolayısıyla çevrenin sürekli değişen isteklerine cevap verememesi sonucu içgüdüsel hareketlere sesli işaretler katılmaya başlanmıştır.[548] Toplumsallaşma ve üretimin zorlaması sonucunda da kavram kurma yetenekleri geliştirilerek konuşmaya geçilmiştir.[549]
Davranışlarımızın biyolojik kökenini oluşturan sinir sisteminin amacının, canlıların iç ve dış dünya ile kurmaya çalıştıkları uyumu sağlamaları ve çevreye karşı uyumlu bir yaşamı sürdürebilmeleri olduğunu söylemiştik.
Canlıların iç ve dış dünya ile kurmaya çalıştıkları bu değişmez bağlantılara refleks denir. Bilindiği gibi refleks, dıştan gelen bir uyarım sonucu doğan hareket ve salgı gibi iç tepkilere yol açan irade dışı sinir etkinliğidir. [550] Bu hareket ve etkinük, canlıların iç ve dış uyarımlara karşı gösterdiği değişmez cevapları içermektedir. Demek oluyor ki refleks kavramı, doğumla başlayıp ölene kadar sürüp giden uyarım-cevap ilişkisinden ibarettir.[551]
Refleksler, şartlı-şartsız olmak üzere iki kısma ayrılır. Göze gelen bir ışık sonucu gözün daralması, şartsız reflekse örnektir. Bunların sayıları sınırlıdır. Bunlar sonradan değişmezler. Şartlı refleksler ise, yaşam içinden ihtiyaç duyulduğunda meydana gelirler. Bunları canlının dış dünya ile kurduğu ilişkiler belirler. Şartlı reflekslerde beynin görevi, değişik yollardan gelen uyarımları algılamak, değerlendirmek, eski ve yeni bilgilerin ışığında yeniden yorumlayarak onları dış dünyaya yansıtmaktır. [552] Beyin hücrelerinin işleyişinde birbirine zıt görev yapan iki önemli süreç bir arada bulunurlar. Bunlardan biri, uyarım (eksitasyon); diğeri de, bastırma (inhibisyon) olayıdır. Dış dünyadan gelen uyarım (tepki)lar, duyu organlarımız aracılığı ile sinir enerjisi haline dönüşüp beyine ulaştıklarında buradaki hücrelerde de o uyarımın nicelik ve niteliklerine uygun bir uyarım dalgast oluşturularak dıştan gelen uyarımlara olumlu ya da olumsuz gerekli cevaplar hazırlanır. [553] Beyin hücrelerinin bastırma görevine gelince o da, hoş olmayan düşünce ve duyguların bastırılıp; bilinçaltına atılarak düşünülmemesidir. [554] Uyarım ve bastırma görevleri, beyin hücrelerinde devamlı birlikte bulunurlar. [555] Bunlar, aynı anda dıştan gelen gerekli bilgilere bir taraftan cevap hazırlarken; diğer taraftan gerekli olmayanları da bilinç altına iterler. İnsanlardaki bu yetenek, onları, hem uyarım dalgalarının sürekli etkisinde kalarak yok olma tehlikesinden kurtarır, hem de beyin kabuğuna yeni yeni şeyler öğrenme yolunda son derece ekonomik davranma ortamını sağlayarak [556] dinamik dengenin kurulmasında yardımcı olur. Böylece canlı, sağlam bir fizyolojik temel üzerindeki normal davranışlarını sürdürebilir. Ancak bazen uyarım ve bastırma dalgaları arasındaki çatışma şiddetlenerek denge zorlanabilir. Hatta bunlar, ileri düzeyde çelişkilere dönüşebildiği [557] gibi kişilerin sinir sisteminde aykırı (paradoksal) düşüncelerin oluşmasına da [558] neden olabilir.
Bir canlının ayakta kalıp hayatını sürdürebilmesi için sürekli olarak uyarılması gerekir. Uyarım alamayan bir canlı, yaşamını ve kararlılık halini sürdüremez. Onun için hangi gelişim düzeyinde olursa olsun canlının, i-çinde yaşadığı ortamdan haberdar olması gerekir ki; bu duruma uyanıklılık denir. Uyanıklılık halinde bulunan her canlıya gönderilen her uyarım, birbirine ne kadar benzerse benzesin, bu iki uyarım arasındaki sürede sinir sistemi değişmiş olduğundan algılama da farklı olacaktır. Her canlı, içinde bulunduğu tabiatın bilincindedir. Onu algılar ve yorumlar, canlılar içerisinde insan ise, bilinçli olduğunun da bilincindedir.[559]
Bilincimizin kapsamı, toplumsal örgütlenmemiz ve toplumsal bütünleşmemiz ile aynı nicelik ve niteliktedir. İnsanlarda bilincin gelişebilmesi için çevreden gelen uyarımların, duyu organlarının dış bölümlerine ulaşması, orada bir sinir akımı oluşturması ve bunun da giderek, duyu organlarının beyindeki bölümlerinde değerlendirilip cevap-davranış biçiminde dış dünyaya yansıtılması gerekmektedir.[560]
İnsan bilinci ve davranışlarının akışı, toplumsal ilişkilerin tarihi ile paralel yürür. İnsan için en etkili değişim, iş bölümü ve mülkiyetin ortaya çıkmasıyla sağlanır. İş bölümü ve bir yönden bilincin ve insanî yeteneklerin gelişmesini zorlarken diğer yönden de toplumsal zorunluluklar ile insanı bireysel hareketten kurtarmış olur. [561] Aksi halde özel mülkiyet (fetişizm=tapıncakcılık), insanlaşma sürecimizi sürdürmekten, yetenek ve duygularımızı bu doğrultuda geliştirmekten bizi alıkoyan önemli bir engel olmaya başlar. [562] Böylece sahip olma şartlanmasının doğrultusunda insan, sadece yediğini, içtiğini ve giydiğini algılayabilen; yani serveti kadar bilinç oluşturabilen bir yaratık olarak ortaya çıkar. Bu tip insanın kişiliği, toplum içinde iyice yalıtılıp tek başına bırakılır. Bunun sonucu da onun duyu organları basit hayvanî ihtiyaçlar ile ilgili ve sınırlı bir biçimde geliştirilmeye zorlanır. Böylece o insan beyninin gelişmesi de duraklatılarak [563] toplumsallık duygusu yok edilip uygarlıkların önüne engel konulmuş olur. Toplumların bu duruma düşmesini engellemek için Allah, Kur'ân'da malın-mülkün sadece belirli şahıslar arasında dolaşan bir devlet olmasını önlemek için miras hakkını koymuş [564] ayrıca servetin insanlar arasında taksimini emretmiş [565] ve kendileri yoksulken bile başkalarını tercih edenler övülmüştür. [566] Bununla da kalmayıp, malı biriktirip onu seven; dolayısıyla da, yetime ve yoksula vermeyenler ise verilmiştir. [567] Bununla Kur'ân'da toplumsallaşma önerilmiş; toplumsallaşma da, nitelik ve nicelik bakımından farklı örgütlenmeyi zorunlu kılmış; artık tabiattaki nesnelerin paylaşımında “ben” yerini “biz”, “sen” yerini “siz”; “o” yerini “onlar” kelimeleri almaya başlamıştır. İslam'ın en iyi yaşandığı dönemlerde bu şekilde kullanılan kelime ve kavramların yardımı ile Müslüman tabiattaki her türlü hakkın aidiyetini ifade “ben” yerine “biz” sözcükleri düşünülebilir ve konuşulabilir hale gelmiştir, Tarih boyunca kurulan ve yaşatılan vakıflar bunun delilidir. Böylece her türlü paylaşımı ilgilendiren yerlerde, Kur'ân'da “sen” yerine “siz” kavramının kullanılmasının[568] dayanağı da budur.
Kuşkusuz insanlardaki konuşma ve davranışlar da olduğu gibi mimik türü haberleşmeler de, tarihî bir süreç içinde gelişen toplumsallaşmanın ürünüdürler. Mimikleri oluşturan elementler ise gözler, göz kapaklan, kaşlar, alın ve kafa derisi, kulaklar ve çeneler, ağız köşeleri, ağzın genel durumu, dudaklar, dişler ve dildir. Kafanın ve bedenin duruşları ve hareketleri, mimiklerin kapsamına sokulmuştur.[569]
Canlıların bütün fonksiyonel gelişimleri gibi mimiksel davranışlarının da adım adım gelişimi söz konusudur. Mimiksel işaretleşmelerin en bilineni gülümseme ve gülmedir. Bu gibi mimik türlerinin doğumdan sonra şekillenmeye başladığı sanılmaktadır. Gülümseme, yaşantının iik günlerinde gözler kapalı iken bile ağız ve burun delikleriyle belirtildiği tespit edilmiştir. Gülümsemenin çocukta genellikle yüzün bir yarısından başlayıp diğer yarısına geçerek devam ettiği söylenir. Gülümsemelerin, bebeklerin, yaşantılarının ilk dönemlerinde çevrelerine gönderdikleri bir tür sinyal olup bununla çevreleriyle bedensel bir ilişki kurma çabasında oldukları ileri sürülmüştür.[570]
Bebekler, çeşitli ihtiyaçlarını duyurabilmek için çevreleriyle kurdukları ilk diyalogu, mimiksel ve refleksif hareketlerle başlatırlar. Onların mutluluğu ve mutsuzluğu bile bu hareketlerle tespit edilir. Bu hareketler, yan uyku hallerinde bile görülen, refleksif kas çekilmeleri olabileceği de söylenmiştir.[571]
Çocuklardaki mimiksel işaretleme sistemi, giderek onların açlık, tokluk ve hoşnutsuzluk gibi durumlarını anlatan en önemli haberleşme aracı olarak çalışmaya başlar. Ancak bu mimiksel işaretlerin hemen hemen bütünü, toplumsal ilişkiler içinde şartlanma yoluyla şekillenir. Bunun en büyük delili, çocukların korku, sevinç ve heyecan gibi durumları anlatabilmek için kullandıkları mimiksel davranışların birbirine benzer olmasıdır. Işığa, sese ve ısıya karşı tepki, çocuklarda her ne kadar doğuştan ise de -yukarıda da işaret edildiği gibi- toplum içinde gelişen çocukların bunlara karşı tepkiyi aynı mimikierle ifadesi, bu mimiklerde kullanılan işaretlerin toplumsal İlişkilerle şekillendiğini göstermektedir. Toplumdan dışlanmış çocuklardaki yüz ifadelerinin, başkalarından farklı fakat kendi aralarında benzer oluşları da, küçük ta toplum değiştiren çocukların başka davranış kalıplarına geçebileceğinin delilidir.[572]
Toplumdan uzaklaştırılmış çocuklar, çok iyi şartlarda yetiştirilse bile, nelişme düzeyleri, normal gelişme çizgisinde olmaktan çok uzaktır. Bu çocuklar, en azından içe kapanıktırlar. Şayet kendilerinde organsal bir problem yoksa bunlardaki tek eksiklik, çevreleriyle yeterli ilişki kuramamış olmalarıdır.[573] Bu çocuklar, hayatlarının ilk anlarından itibaren çevrelerine gönderdikleri mimiksel işaretlere alıcı bulamamışlardır. Bunlarla yeterli toplumsal bağ kurulamadığı, anne ve babalarıyla hemen hiçbir duygusal ilişkileri gelişemediği için mimikleri silinmiş ve yüzlerinin görünümü anlamlı olmaktan çıkmıştır. Bunlar ne oyun oynayabilirler ne de bazı ritmik hareketler dışında davranışlarda bulunabilirler. Tek başlarına yemek yiyemedikleri gibi ulumaya benzer şeyler dışında konuşamazlar da. [574] Her ne kadar beyinlerinde “konuşma merkezi” varsa da bebeklik döneminde işletilmediği için konuşmanın bütünüyle ortadan kalktığı görülür.[575]
Bütün bunlar gösteriyor ki insan, yaratılışta ne kadar yeteneklere sahip olursa olsun bu yeteneklerinin olumlu yönde gelişmesi, tamamen çevreye bağlı bir olgudur. Yeni doğan çocuk bütün yeteneklerini bu çevrede kazanır. Olumlu şartlar bireyin yeteneklerini son sınırına kadar geliştirebilmesini sağlayabilir. Fakat bu yetenekleri artırmak mümkün değildir. Çocuktaki mevcut yetenekler de içinde annenin bulunduğu uygun ortamda gelişmeye başlar. “Her başarılı erkeğin arkasında güçlü bir kadın bulunur.” darb-ı meselinden hareketle hayatta dikiş tutturamamış kişilerin yaşamı izlenince onun arkasında da görevini doğru dürüst yerine getirememiş bir anne ile karşılaşılacağı ileri sürülebilir. Bu anne, başarısız görülen bu çocuğu hayata hazırlıklarla donatmamıştır. Burada sadece anne suçlanamaz. Zira ya o anne yetiştirilememiş ya da -yukarıda ifade edildiği gibi- iş-güç peşinde koşturulduğu için çocuğuyla ilgilenecek zaman ve ortam bulamamıştır.[576]
Halbuki çocuklar geliştikçe hem bilişsel, hem de sosyal ve duygusal değişme ve gelişme devam eder. Çocuğun çevresiyle duyusal etkileşim yapması, bilişsel gelişimin temelinde yatan öğrenme deneyimlerini oluşturur. Çocuktaki olgunlaşma süreci, kendi başına çocuğun bilişsel gelişimini açıklayamaz. Çocuk doğumundan itibaren ilk iki yılında zihinsel faaliyetlerde bulunmaya başlar. Hareket ve becerileri süratle gelişir. 2 ile 5 yaşları arasında çocuk, daha önceki bilişsel gelişmeleri pekiştirir. 5-12 yaşları arasında akıl yürütmeye başlar. Çocuğun bilişsel gelişimi yanı sıra ahlaksal düşüncelerinde de değişiklikler gözlenir. Çocuk, bu yaşlarda “yanlış” ve “doğru” yargılarına ulaşır.[577]
Çocuk, 5-6 yaşlarında aile içi yasaklan ve olumlu davranışları iç-selleştirince kendi bilincinin gelişeceği üst ben (süper ego) çekirdeğini kurmuş olur. Daha sonra başka baskı, davranış ve toplum tarafından dile getirilen yasaklar buna ilave edilerek [578] çocukta bilişsel gelişim hızlandırılır.
Çocuğun bilişsel gelişimine paralel olarak sosyal ve duyusal gelişimi de oluşur. Sosyal davranış, çocuğun hayatının ilk yıllarında başlar. Çocuk, annesinin bırakıp gitmeyeceğine ve annesinin kendisine önem verdiğine inanırsa kendisinde güven; aksi durumlarda da güvensizlik duygusu gelişir. Çocuğun annesine bağlanmasını, “öğrenme sonucu” ortaya çıkan bir davranış olarak görürler. Bu bağlılık, 5-10 aylık iken başlar. Annesine karşı gülümser. Yanından ayrılınca da huzursuz olur. Anne, artık onun için sığınılacak bir mekandır. 10-24 ayları arasındaki bir çocuk için her ne kadar akrabaları da, onun yakınlaştığı kimseler arasına girerse de hiçbiri annenin yerini alamaz. Bu yıllarda çocuğun elde etmiş olduğu bağlılık ve güven duygusu, onun kişiliğini ve davranışlarını ömür boyu etkiler. 2-5 yaşları arasında hem bağımsızlaşma hem de arkadaşlık oluşturma becerilerini de kazanmaya başlar. 5-12 yaşlarında da cinsiyetinin ve cinsel rollerin farkına varır. Çocuklar büyüdükçe onlarda oluşan sosyal davranışların büyük bir kısmı, aile içindeki öğrenmeğe ve aile fertleri tarafından sağlanan modellerin örnek alınmasına dayanmaktadır. [579] Çocuğun güçsüzlüğü, bağlanacak ve güven duyacak bir anneye ihtiyacı, bu kadar belirgin ve annelik güdüleri, annede bütün güdülerden güçlü olduğu ispatlanmışken, kadınlık rolünden hoşlanmayan bir kadının nasıl sorunlar yaşadığını kestirmek zor değildir. [580] Kaldı ki kadını hayata bağlayan şey de, her annenin dünyaya getirdiği çocuklarla ruhunda bir eser yarattığı duygusudur. Bu duygu, ona üstünlük duygusunu da kazandırır.[581]
Annelerdeki çocukları koruma güdüsü ve çocuğunun kendisinden bir parça gibi duyumsaması, toplumsal yaşam gereksinimini oluşturur. Durum böyle iken, bazen anne iyi yetiştiremeyecek endişesiyle veya annenin başka işleri nedeniyle çocuğu, annelerinin koruyucu ellerinden alıp dadı ya da mürebbiyelere veyahut da kurumların himayesine vermek şaşırtıcıdır. Oysa annelik duygusuyla donatılmış bir annenin, kendi çocuğunu eğitmesinin hem daha verimli hem de kolay olacağı agktır. Yetim yuvalarında yetiştirilen çocukların, başkalarına ilgi duymamaları dolayısıyla da sosyalleşememeleri bunun en büyük delilidir.[582]
Kur'ân'ın kadına bakışının, onun psikolojik ve biyolojik yapısına daha uygun olduğu görülür. Kur'ân; evlilik, yani aile kurumunun sağlam temeller üzerine kurulmasının ön şartına “Size kendi cinsinizden, kendileriyle ısınıp kaynaşacağınız eşler yaratması ve aranıza sevgi ve meveddet koyması Allah'ın varlığını gösteren mucizelerdendir.”[583] âyetiyle işaret ederken bu kurumun, sağlam olabilmesini, “eşlerin aynı cinsten olmasına” ve aralarında şefkat ve sevginin bulunmasına bağlar. Ayrıca kadınla erkeği, birbirilerini tehlikeden koruyan örtü olarak takdim eder.[584] Sonuçta kadınlar Kur'ân'da ürün veren verimli bir tarlaya benzetilerek[585] yaratılış gayelerinin, çocuk doğurmak olduğu tespit edilir. Doğurdukları çocukları tam iki yıl emzirmeleri gerektiği [586] ve görevlerinin hükm-i ilahîde bu olduğu[587] vurgulanır. Canlılar içinde yavruîuk dönemi en uzun olan varlığın, insan olduğu, onun bebeklik döneminin çok uzun bir süreyi kapsadığı ve insanın diğer canlılara oranla daha ağır ve önemli görevlere aday olduğu için uzun yıllar bakıma, terbiyeye ve sosyal hayata uygun şekillenmeye ihtiyacı vardır. Hayatının ilk basamaklarında birkaç yıl özellikle annenin yardımına ve huzurlu aile ortamına ihtiyaç olduğu için [588] annenin ve çocuğun nafakası, yani yiyeceği ve giyim kuşamı uygun bir biçimde kendisi için doğurulmuş olan kocaya bir görev olarak yüklenmiş [589] ve böylece aile kurumu oluşturulmuştur. Bu kurum, yeni doğan yavruyu korumayı, gözetmeyi, ruhî ve bedensel açıdan çocuğun yapısını geliştirmeyi sağlayan doğal bir yuva ve insanın bünyesinde köklü olarak bulunan yaratılışa uygun ve gerekli olan bir kurumdur. [590] Bebekler ve belli yaşa gelmiş çocuklar, bu yuvanın gölgesi ve koruması altında sevgi ve şefkat duygularını tadar ve hayatları boyunca kendilerinden ayrılmayacak olan kişiliklerini kazandıracak özelliklerini burada elde ederler. Aile yuvasının rehberliği sayesinde çocuk, hayatı anlar ve ailede sağlıklı ilişkiler kurarak sosyalleşir.[591]
Psikologların ifadesine göre çocuklarda sosyal ve duygusal gelişim, doğumundan itibaren ilk beş ayında başlar. Çocuk, kendisine bakan annesiyle özel bir bağlantı kurmaya başlayınca bağlılık dereceli olarak gelişir. [592] Çocukta ilk sosyal davranış, bebeklerin annelerine olan bağlılığıdır. [593] Bilişsel gelişmeyi temel alan psikologlar, bağlanmanın temelinde çocuğun zihinsel gelişmesini görürler. Bilişsel gelişim ise, çocuğun sosyal ilişkilerinin temelini oluşturur. [594] Sosyal ilişkilerin en önemli yanı, çocuğa güven sağlayabilmesidir. Anne-babaya karşı güven geliştiremeyen çocuklar, ilkokul çağında arkadaşlık kurmakta ve beraber oyun oynamakta zorluk çekerler. Bu bakımdan iyi bir aile ortamında yetişen çocuk daha çabuk bilişsel gelişim sağlar.[595]
Çocuk 2-5 yaş arasında özgür olarak hareket etmeye özenir. Örneğin giyeceğini kendi seçmek ister. Ayakkabısını kendisi bağlamayı arzu eder. Sokağa çıkıp oynamak ister. Hatta onun istekleri sınırsızla-şır da diyebiliriz. Bu devre de çocuğa bir derece özgürlük tanıyarak isteklerini yapmasına imkan sağlamak fakat bazı isteklerine karşı çıkılarak onun hareketlerini dengelemek gerekir. Zira çocuk, bu devrede bağımlılık davranışından uzaklaşıyor gibi durumlara girer. Ancak sıkıştığında da annesine koşar. Çünkü tek güvenilecek kaynak annesidir. Eğer anne, çocuğun yanında değilse çocukta bağımlılık duygusu artar ve çevreyi ilginç bulduğu oranda araştırmak üzere sanki annesine hiç ihtiyaç duymuyormuş gibi hareket eder.[596]
Çocuklar büyüdükçe yardımseverlik ve paylaşma davranışlarını anne-babalarını taklit ederek öğrenirler. Görülüyor ki, olumlu sosyal davranışların büyük bir kısmı aile içindeki eğitime dayanmaktadır. [597] İyi bir anne ve baba ilişkisi ortamı içerisinde yetişen çocuk, temel güven duygusunu kazandığı için okulun kendisine sunduğu yeni öğrenme aşamalarını korkmadan karşılar ve başarılı olur. Çocuktaki bu durumlar 5-12 yaş arasında gerçekleşir. Onun için çocuğun, doğumundan itibaren sağlıklı bir aile ortamında özellikle annesi tarafından takip edilmesi zorunluluktur.
Çocukların anne ve babalarını taklit ederek davranışlarını kazanmağa başladıklarını ifade etmiştik. Bu davranışların onlarda biçimlenmesi bir süreç işidir. Bu sürece bir göz atalım. [598]
Bireyin yaptığı veya dıştan gözlenebilecek tepkilerin toplamına davranış denildiğini belirtmiştik. Geçmişteki insanla günümüz insanının sinir sistemi ve öğrenme yeteneğinde bir değişiklik olmadığını akılda tutmak şartıyla insanların davranışlarına bir göz attığımız zaman akla şöyle bir soru gelir. Acaba davranışı belirleyen temel etken nedir?
Her bir davranışın altında yatan binlerce sinirsel süreç, saniyenin binde hatta milyonda biri kadar ufak birimlerle ifade edilebilen kısa bir zaman süresi içinde sinir sisteminde gerçekleştiğini ve insan sinir sisteminin çok yönlü ve karmaşık davranışların ortaya çıkmasına sebep olduğunu yukarıda vermiştik. Ancak bu davranışların, kişilerin doğuştan getirdikleri özelliklerle mi yoksa sonradan çevreden öğrenerek kazandığı özelliklerle mi gerçekleştirildiği konusu araştırılarak; kişinin doğuştan getirdiği (kalıtım) davranış özellikleri ile öğrenme sonucu oraya çıkan davranış özellikleri karşılaştırılmış ve şu sonuca varılmıştır: Kalıtım, bireyin temel eğilimlerini ve davranışın alt ve üst sınırlarını belirler. Çevrenin sağladığı imkanlar da bu alt ve üst sınır arasında davranışın nerede ve ne zaman oluşacağını tespit eder. Çevre şartları değiştikçe bu süreç kendini tekrar eder. Ancak çevrenin zenginliği, fakirliği, destekleyici veya engelleyici oluşu, bu dağılım içinde zeka bölümünün nerede gerçekleşeceğini tespit eder. Bunu şöyle bir örnekle de açıklayabiliriz. Birey 75 ile 100 arasında bir zeka bölümü potansiyeli ile doğmuş olsun. Bu zeka potansiyeli, bireyin kalıtım; (yani çevre etkileriyle köklü olarak değiştirilemediğine inanılan özelliklerin, döllenme sırasında, dişi ve erkeğin kromozomları yoluyla bir kuşaktan ötekine geçen) özellikleriyle belirlenmiştir. İyi çevre şartlan içinde desteklenerek büyütülmüş kişi, 100 civarında bir zeka bölümü oluştururken, kötü çevre şartları içinde büyütülmüş kişi 75 civarında bir zeka bölümü gerçekleştirebilmiştir.[599] Yalnız fakir koşullu çevrede büyüyen çocukların sonradan zihinsel açıdan gelişip diğer çocuklara yetiştikleri; hatta bazen onları geçtikleri gözlenmiştir.[600]
Kişilerin genetik yapılarındaki farklar, davranışlarında da farklılıklara yol açmaktadır. Türe özgü bir davranışın genetik bir temeli vardır. Ancak genetik gizil güç veya genetik temel, çevre ile etkileşimde bulunmadan kendini ifade edemez. Buna göre doğuştan donanım ile edinilmiş donanım, davranışı birlikte tayin etmektedir. [601] Yalnız çevresel etmenlerin her insan üzerindeki tesirleri farklı olur. Bu, birçok psikologun kabul ettiği gibi çocukların genetik yapıya bağlı olarak farklı mizaç yapılarıyla doğduklarına dayanmaktadır. Onun için çocuğun mizacının türü, onun çevresiyle kurduğu ilişkinin türünü belirler. Böyiece her birey, çevresini ve uyum problemlerini kendi açısından görür, problemini kendine özgü yollarla çözer ve çevreye kendine göre uymayı öğrenir”.[602] Bir organizma ancak genetik donanımın elverdiği donanımları öğrenebilir. Örneğin bir insana uçma öğretilemez.[603]
İnsan davranışının büyük bir bölümünün de öğrenildiği ve onların, insanın çevresiyle etkileşimi sonucu geliştiği kabul edilir. [604] Örneğin çocuk, küçük yaştan itibaren güdülendirme, cezalandırma ve ödüllendirme temel kaynaklarını sağlayan insanlarla etkileşimi sonucu birtakım hem istenen hem de istenmeyen davranışlar öğrenir.[605]
Davranışların oluşumu konusunun detayına geçmeden önce davranışların temel etkenlerinden olan etkileşimin; bundan önce de algılamanın çocukta ne zaman başladığına bir göz atalım:
Algılamanın ana karnında başladığı; derisi yumuşacık bir ceninin, annesinin karnında onun kalp atışlarıyla etkileşim içinde bulunduğu ve bunun, çocuğu ilk yönlendirme ve onun duruşunu etkileyen ilk uyarı olduğu tespit edilmiştir. Demek oluyor ki ilk zamanlarda kalp atışı, çocukla anne arasındaki diyalogu sağlayan önemli bir unsurdur. Doğumundan sonra da bu deneyler sürdürülüp; ağlayan ve bağıran bebeklere mikrofon sayesinde annesinin kalp atışları dinletildiğinde her birinin bunlara farklı tepki gösterdiği; ilgi ve sevgi ihtiyacı duyan çocukların sakinleştiği; aç yavrunun her hangi bir uyarıma doğru büyük bir ilgi ile başını çevirdiği ve doyduktan sonra bir şeyle ilgilenmediği, fiziksel ihtiyaçları olan, acıkan ya da altını kirletmiş olan çocukların ise, ağlamaya devam ettikleri görülmüştür.[606]
Her annenin kalp atışı farklı olduğundan her bebeğin, kendi annesinin kalp atışlarına göre yön çizdiği de bilimsel olarak ortaya konulmuştur. Daha sonra da üzerinde durulacağı gibi dokunma, insanlarda ve diğer canlılarda rahatlatıcı bir eylem olduğundan çok kızmış birisinin sırtını elinizle okşayın ve bir şeyler söyleyin sakinleşecektir. Dokunmanın, rahatlatıcı unsur olduğunu; anne kucağındaki bir çocuğun anneye sarılarak sakinleştiğinde de görülmektedir.[607]
Bebek, anne karnında sallanmaya alıştığı için doğumundan sonra da aynı tempo ile sallanmak ister. Anne, çocuğun başını sol kol üzerine alarak göğsüne bitiştirip sallanmaya başlayınca çocuk, hem anne karnında alıştığı kalp atışları, hem de sallanma sonucunda rahatlar. Birçok kimsenin koltuklarda sallanmaları da bu geleneğe dayanır. Sallanmanın nefes alışverişinde kolaylık ve rahatlamak için bir avantaj sağladığı da unutulmamalıdır.[608]
Davranışçıların bir teorisine göre bebeğin ağlaması ilgi çekiyor ve annenin onun yanına gitmesine sebep oluyor, ağlama önceleri bir reaksiyon iken sonraları bir sinyal halini alabiliyor. Zira sesi duyan anne onu kucağına alıp göğsünün sıcaklığı ile rahatlatıyor ve karnını doyuruyor. Böylece ağlama bir sinyal oluyor. Çünkü çocuk denemede; anne de, sesi duydukça onun yanına gelmektedir. Anne gelmediği takdirde çocukların hırçınlaştığı görülmektedir.[609]
Yeni doğmuş çocuk çevreden gelen bilgileri sınırlı olarak algılamaya başlar. Zira henüz kaslarına hükmetme yeteneğine sahip değildir. Ancak bunlar vücut gerilimi olarak algılanır. Bu deneyimler olumlu ya da olumsuz olarak beyine kaydedilir. Böylece öğrenme mekanizması başlamış olur. Bu tecrübelerin ve tepkilerin tekrarlanması ile algılama ve ayırt etme yeteneği gelişmeye devam eder. [610] Bu gelişmede doğuştan gelen yeteneklerle sonradan öğrenilen becerilerin sürekli birbirlerini etkilemelerinin rolü büyüktür.[611]
Genellikle iyi ve kötü değerlendirmeleri, toplumsal ve çevreye bağlı değerler üzerine kurulur. Bedenimizin verdiği tepkiler ise sübjektiftir; bizim edindiğimiz tecrübelere dayanır. [612] Bir kişinin tabiîliği davranışlarının tutarlı olmasına bağlıdır. Biz şahısları kendilerine özgü özellikleri ile tanırız. Her şahıs genetik bilgileri içinde kişisel özelliklere sahiptir. Ondaki farklı mizaç kendisini diğer insanlardan ayırt eder. Bu mizaç, sabahtan akşama değişmez. Öyle olsaydı kişi, akşamdan sabaha gösterdiği değişimle sahtecilikle nitelenirdi. [613] Farklı mizaç, davranışların da farklılığı için bir neden olabilir.
Kendimizi başkalarına ifade ederken kullandığımız jest, mimik ve tavırların birçoğu da sonradan kazanılır. Bu kazanım ilk önce aile ortamında başlar. Böylece davranış şekillen burada öğrenilir. Bunu ailenin sosyal çevresi takip eder. İş çevresi ve sosyal çevre aracılığı ile insanlar arası davranış normları oluşur. Demek oluyor ki kişinin davranışları, sadece kişisel özelliklerden değil çevreden kazandığı davranış normlarından da oluşabilir. Böylece davranış, belirli bir kültür topluluğu özelliği halini alır.[614] Buna göre insanın doğuştan getirdiği refleksler dışında sonradan öğrendiği tepkisel davranışları da mevcuttur. Bu ikinci tepkisel davranışlar, önceleri toplumda karşılık konularak yapılmaya zorlanır; daha sonra da artan ilgi ile ödüllendirilerek kazandırılır. Davranışların bu türü ihtiyaçların giderilmesini sağladığından istenilene ulaşmak için bu davranışı gerçekleştirmek şart olur.[615]
Aile ortamında, sosyal çevrede ve ulusal kültür çemberinde bu sosyal davranışa giriş için kendine has metotlarıyla yetiştirme gerekir. Özdeş formların geçerli oiuğu müşterek merkezli insan toplulukları, böylelikle oluşur. İnsan gruplarının oluşabilmesinin bir diğer şartı da, tüm bireylerin reaksiyonlarının anlaşılabilmesine bağlıdır.[616] İnsanlar değişik durum ve ortamlarda nasıl tepki verecekleri bilinirse, onlar için pian yapmak daha da kolaylaşır. Planlama, istenen bir davranışın ön hazırlığıdır.[617]
Toplumlarda istenilen davranışı harekete geçirmek için ödül ve cezaya başvurulur. Övgü, sevgi ve açık kabul, bir taraftan davranışa eşlik eder, diğer taraftan da toplumla uyumu sağlar. Dikkat edilmeden, gönülsüz yapılan bir davranışı da suçlama ve ceza takip eder. Bu eylem de, topluluğa has grup çalışmalarını sekteye uğratır.[618]
Çocuklar benzetme ile ailelerinden davranış biçimleri alırlar. Gençler ve yetişkinler ise çevrelerinden alıntı yaparlar. İnanlar çevrelerindeki dünyanın duygusal tecrübe imkanlarına uyum gösterirler. Onların aktarımlarını alır ya da karşı koyarak kendi tavırlarını sergilerler.[619]
Genel olarak davranışlarımızı ve görüşlerimizi değiştiririz. Bu, bizim gelişmemize bağlı olduğu gibi bizi etkileyen izlenimlerimiz ya da hayranlık duyduğumuz insanlara bağlı olarak gelişir. Onların davranışı bize renk katıyor denilir. Ancak insanlar aynı formda doğmadığı için çevreyi algılamada farklılık gösterirler. Bu sebepledir ki bir ailenin iki çocuğu bile birbirinden tamamen farklı tepki ve değerlendirmelerde bulunabilir. Bu farklılık, aşırı olmamak şartıyla toplum hayatını monotonluktan kurtarır.[620]
Bir çocuk güçlü bir deneyimden ve onun yaşatacağı zevkli tecrübeden vazgeçebilir; Çünkü o, ailesinden çekinmekte ve onun ödülünü hak etmek istemektedir. Bir diğer çocuk âa kendine ait bir deneyimin vereceği hazzı, korkulan cezadan daha üstün tutup farklı deneyimiyle ailesini karşısına almaya hazırdır. Hatta bu davranışının, diğer kardeşinin hareketiyle kıyaslanmasına bile tahammül edemez. Aile baskısı, toplumun yetiştirme tarzına ve bazı değerlerin korunmasına bağlı olabilir. Bu problemin halli, karşılıklı ikna yolunun seçilmesine bağlıdır.[621]
İnsanla çevresi arasında sürekli bir etkileşim ve hiç kesilmeyen karşılıklı bir alışveriş söz konusudur. Psikolojinin konusunu oluşturan davranışlar ve iç yaşantılar, bu karşılıklı alışverişten meydana gelir. Örneğin bir arkadaşınızla karşılaşır selamlaşırsınız. Bu rastlantıdan hoşlanırsınız. Aklınızdan arkadaşınızın nereye gittiği geçer. İçinizde onunla beraber olmak isteği uyanabilir. Nereye gittiğini sorduğunuzda kahveye gittiğini söyler ve sizi de davet eder. Bu kısa yaşantı raporunda, düşünsel, duygusal ve sosyal davranışların birbirleriyle ilintili olarak nasıl meydana geldiği görüldüğü gibi çevreden gelen etkilerin nasıl bazı içsel yaşantılara yol açtığı ve bunların çevreyi veya çevredeki bireyleri nasıl etkiledikleri hissedilir. Ancak insan davranışlarının anlaşılması ve yorumlanması zordur. Zira her davranışı ve yaşantıyı etkileyen çok çeşitli sebepler vardır.
İnsan davranışının en önemli özelliklerinden birisi, bunların çok sebepli ve karmaşık oluşudur. Bilim, sebep ve sonuç ilişkilerinin tespiti ile elde edilir. Tabiat olaylarında olduğu gibi psikolojik olaylar arasında da, çok kararlı ilişkilerin bulunduğu ve belli şartların belli davranışlara yol açtığı anlaşılmıştır. Ancak psikolojik olaylar arasındaki ilişkiler, her zaman yüzde yüz kesin olmamakla birlikte olaylar arasındaki kısmî ilişkilerin tespiti bile, ilerinin daha iyi yorumlanmasını sağlar.[622]
Duyguların, her insanda onun kendi amacına varması için kesin önem taşıyan yönde ve boyutlarda güçlenip geliştiği dikkate alınırsa; insanın, korkusu, neşesi, hoşgörüsü ve bütün davranışları her zaman yaşam amacıyla uyum içindedir. Zaman zaman değişebilen şiddet ve ağırlığı, beklentilerimize ters düşmez.[623]
İnsan, çevresiyle ilişkiyi organlarıyla kurar. Çevreden izlenimleri de, onların sayesinde edinir. İnsanın organlarını kullanım biçimlerine bakarak çevreden hangi izlenimleri almağa hazır olduğu ve çevreden nasıl yararlanmayı düşündüğü konusunda bir yargıya varabiliriz. Örneğin bir kişinin söylenen şeyi nasıl dinlediği, bakışlarını nasıl yönlendirdiği ve dikkatini çeken şeylerin neler olduğu izlenildiği zaman onun hakkında çok şeyler öğrenebiliriz. Zira beden pozisyonları, her zaman belli anlamların damgasını taşır. Beden pozisyonlarının önem taşımasının nedeni de burada yatmaktadır.[624]
Her duygu, belli ölçüde kendini bedensel bir davranışla belli eder. Böylece her insan, heyecanını somut bir biçimde ya konumunda, ya yüzünde, ya da bacaklarının ve dizlerinin titremesinde açığa vurur. Organların kendilerinde de benzeri durumları tespit edebiliriz. Örneğin, yüzün kızarması, benzin sararması, gözlerin büzülüp açılması, saçların diken diken olması, kaşların çatılması vs. Bütün bu değişik davranış biçimleri, beilİ bir ölçüde kalıtımsal nitelik taşıdığı gibi bir yönüyle de çevrede tekrarlanan davranışlarla şekillenmiş olabilir. Ancak burada önemli olan, duygular ve bunların dışa vurumlarının bize ruhun, olumlu ya da olumsuz gördüğü bir durumda nasıl davranıp tepki verdiğini göstermesidir.[625]
Davranışların sebebini tespit çok kolay değildir. Zira davranışlar üzerinde dıştan olduğu kadar organizmanın içinden gelen etkenlerin de rolü vardır. Örneğin yolda karşılaştığınız birisinin selam vermeden çekip gittiği görüldüğü zaman bunun sebebini kestirmek kolay değildir. Bu kişi, ya o sırada dalgındır, ya bize daha önceden gücenip-kırılmıştır, ya da utangaç veya kibirlidir. Bu sebeplerin bir veya birkaçından dolayı bize ilgi göstermemiş de olabilir. [626] Bu kişinin davranış sebebini sağlıklı tespit edebilmek için- öncelikle o zatın organizmasının ve biyolojik özelliklerinin dikkate alınması gerekir. Örneğin birey, çocuk, genç veya yetişkin mi? Kadın veya erkek mi? İleri veya geri zekalı mı? İlgi ve yeteneklerinin boyutu nedir? Gibi sorulara öncelikle cevap bulmak gerekir. Kişinin geçmiş yaşamı İrdelenerek; onun köylü mü şehirli mi oluşu, eğitim durumu, daha önce başından bir olayın geçip geçmediği, edinmiş olduğu bilgi ve alışkanlıklarının tespiti de önemlidir. O zatın içsel durumunu bilmek de gerekir. Örneğin aç mı, tok mu, yorgun mu, sıkıntılı mı veya onu meşgul eden bir başka olay var mı? Bunlara ilaveten bireyin, içinde bulunduğu ortam ve şartlar mı onun davranışlarını belirlemiştir? Bunların biri veya bir kaçı onun davranışına sebep olmuş olabilir.
Demek oluyor ki bir insanın davranışı, ya o kişiye ait özelliklerden ya da içinde bulunduğu şartlardan kaynaklanabilir. [627] Onun için davranışlar, içinde bulunulan durum ve şartlara göre yorumlanırsa [628] daha doğru sonuçlara ulaşmak kolaylaşır.
Bir kimsenin davranışıyla ilgili karar verirken, bu davranışın, her gün rastlanan olağan bir davranış mı yoksa ender görülen davranışlardan biri mi olduğuna da bakılmalıdır. Şayet ender yapılan davranış, birey tarafından istenerek ve sevilerek yapılıyorsa o, bu kişi hakkında daha fazla bilgi verebilir. Davranışın belirlenmesinde kişinin tutarlılığı da önemli rol oynar. Şayet bir kimsenin davranışı olağan değil de tutarlıysa ve değişik durumlarda da kendini gösteriyorsa bu davranışın temelinde bireye özgü bir özellik yattığı kanaatine varılır. Davranış tutarsız ve duruma has bir biçimde ortaya çıkıyorsa davranışın temelinde durumsal şartların bulunduğu düşünülebilir. Şu halde kişi, içerik ve bağlamsal çevre, davranışın tespitinde üç önemli unsurdur. [629] İlk gördüğümüz kişinin ne işle uğraştığını öğrenmek de onun davranışları hakkındaki yorumlarımızı kolaylaştıracaktır. Bir kişiyi iyice tanımaya başlayınca o kişinin, günlük davranışlarındaki değişkenlik derecesi öğrenilmeye başlanır ve davranıştaki değişme, beklentilerin dışına çıkınca, değişik davranış, çevresel şartlara bağlanır.[630]
Davranışların tespitinde bazen hatalı yüklemeler söz konusu olabilir. Bu da, kişiyle ya da onun davranışıyla ilgili özellikler bilinmeden verilen karardan kaynaklanır. Çoğu zaman da davranışın temelinde yatan sebep, genellikle durumsal özelliklerde değil de kişisel özelliklerde aranır. Genellikle başkalarına ait davranışları kişisel özelliklere kendi davranışlarımızı değerlendirirken de duruma özgü şartlara dayandırırız. Örneğin yolda yürüyen birisinin elindeki çöpü yere atmasını onun kişisel özelliklerine yani görgüsüzlüğüne bağlarız. Ama bu hareketi biz yapmışsak suçu duruma has özelliklere yükleriz. Bireyin kendisi ve başkalarıyla ilgili yüklemeler arasındaki bu fark nereden kaynaklanır?
Psikologlar bu farklılığı, başkalarını dıştan gözlediğimiz gibi kendimizi gözleyemediğimize ve kişinin benlik bilincini destekleme ve koruma eğilimine bağlarlar.[631]
Şunu da unutmamak gerekir ki her insan, kendi tabiatına uygun olanı takip eder.[632] Bu özellik, onun kendini ifadesidir. Bilindiği gibi doğal davranış, doğa ile uyum içinde olan ve biyolojik kurallara uygunluk gösteren ve alışılan davranışlardır. [633] Kedimizi veya bir başkasını gözlem altında tuttuğumuzda, hangi yer ve şartlarda nasıl tepki verdiğimizi görür ve kendimizi yapmacık, abartılı, sahte [634] ya da samimi ve dürüst olarak değerlendirebiliriz. Ancak bir şahsın doğallığının; onun sözü ile davranışının özdeş olmasına bağlı olduğunu da unutmamak lazımdır. [635] Onun için biz her ferdi davranışfarıyla tanırız. Buna göre herkes, beden dilinin verdiği bilgi ve ifade şekliyle nasıl algılanacağını belirler. Bundan şöyle bir sonuç çıkarabiliriz: Bir kimse amaçladığı ve düşündüğü şekilde anlaşılamıyorsa söz ve davranışlarını gözden geçirmesinde yarar vardır. Herkes, olduğu gibi anlaşılacağını akıldan çıkarmaması gerekir.[636]
İnsanlar, alışık olduğumuz bekfentiiere uymadıkları zaman onların davranışlarını, uygunsuz olarak nitelendirebiliriz. Görüşlerin ve davranışların gelişmelere bağlı olarak daima değiştiği ve geliştiği dikkate alınmazsa bu değerlendirmeler, rahatsızlığa yol açabilir. Bu bakımdan burada önemli olan sürekli değişimi içimize sindirerek davranışları buna göre okumaktır.[637]
Bedenin dili ve ifade şekliyle verilen bilgi, nasıl anlaşılacağımızı belirler. Kişi amaçladığı şekilde anlaşılamıyorsa kişisel farklılıkları da gözden geçirmeyi unutmamalıdır.
Bu farklılıklar, bir toplum içindeki bireylerde de kendini gösterebilir ve çözümlenemeyecek sorunlar çıkabilir. Onun için farklılıklarla ortaya çıkan şahsa: “Seni anlıyoruz. Herkes gibi sen de bir sonuca ulaşmak istiyorsun; bir de senin yolunu deneyelim.” mesajı verilirse; bu hareket, karşımızdakini de motive edip bize bütün seçenekleri gözden geçirip yerine oturtmak için cesaret verebilir. Şayet davranışlarımızın farkında isek, başkaları tarafından da kabul görüyorsak, bu bize cesaret verecek ve o zaman çekinmeden karşımızdakine: “Seni çok haklı görüyorum. Ancak fikrine hayır demek zorundayım. Çünkü bu bize bir şey kazandırmaz.” diyebilirsiniz. Karşınızdaki buna alınmayacak ve bir başka fırsatta bir araya gelinebileceğine inanıp rahatlayacaktır. Onun için kapıyı kilitlememek genel prensip olmalıdır. Kendimizi bırakırsak zapt edilmezi ik meydana gelebilir. Karşımızdakini bastırdığımız zaman da kontrolsüz patlamalar baş gösterebilir. Bu ikisi de sık karşılaşılan durumdur. Ancak bir şeyin farkında olup iyi algılarsak; bu arada karşınızdakileri de dikkate alırsak daha iyi bir birliktelik ve bir uyum sergileyebiliriz.[638]
Her kültürün, kendine has belirleyici özelliklerinin yarattığı farklılıklara rağmen; benzerliklerin, daha ağır bastığı görülmüştür. Bu sonuç, beden dili konusunda evrensel bir sistemin varlığını ortaya koymaktadır. Ancak gerek algılama ve gerekse tepki gösterme yeteneği, doğuştan getirilirse bile sonradan kazanılan yeteneklerin de, bu davranışlarda önemli belirleyicilik rolünü üstlendiği göz ardı edilmemelidir. Bu durumda her iki yetenek, bireylerdeki “kişilik”, “karakter”, “mizaç” ve “benlik” gibi kişiye özgü belirgin özellikleri biçimlendirmektedir. Kişilik, karakter, mizaç ve benlik kavramları her türlü davranışın karşısında hatırlanmakta; olumlu veya olumsuz bir yönde bu kavramlar, o davranışların sahiplerine “karakterli”, “karaktersiz” şeklinde bir etiket olarak yapıştırılmaktadır. Başka bir ifade ile insanlar, davranışlarıyla ölçülürken “kişilikli”, “kişiliksiz”, “karakterli”, “karaktersiz”, “mizacı iyi veya kötü” ve “benlik sahibi” şeklinde değerlendirmelere sık sık rastlanır.
Bu özellikleri bireyler yaratılıştan mı getirirler yoksa sonradan mı kazanırlar? Bunların değiştirilme imkanı var mıdır? Yoksa bunlar değişmez özellikler midir? Konularına bir göz atmada yarar vardır. Zira böylece hem bu özelliklerin oluşturulmasında önemli adımlar atılmış olacak hem de kişisel değerlendirmelerde karakterli oluş veya karaktersizlik nitelikleri insanlara rastgele yakıştırılmayacaktır. [639]
Kişilik denilince hemen herkes ne demek istendiğini anlar. Ancak bir tanım yapılmaya kalkışılınca iş zorlaşır. Zira kişilik tanımları, kişinin diğer kişilerle karşılıklı etkileşim tarzlarına, kişinin kendine atfettiği ve toplumdaki görevine göre üstlendiği roliere dayanılarak yapılır. Onun için de her kişilik tanımı, davranışın farklı türleri üzerinde yoğunlaşır. Tanımlardaki farklılık da buradan kaynaklanır. Her nasıl olursa olsun kişilik, davranışların insanda bütünleşmiş şeklidir. Bunun bazen karakter, mizaç ve benlikle eş anlamlı kullanıldığı da olur. Ancak az ya da çok aralarında bazı farkların olduğu ileri sürülür. Şimdi bunları tek tek incelemeye çalışalım. [640]
Kişilik, bireyin davranışlarını temsil eden bir kavramdır. Bu davranışlar, kişiyi başkalarından ayırır. Onun için kişilik, hem özel ve hem de ayırıcı davranışları kapsar.[641]
İnsan, duygu, düşünce ve inanç gibi değişik yönleri olan karmaşık bir varlıktır. Kişilik, bir şahsın veya şahısların girdikleri davranışlarının yapısal ve dinamik özelliklerini gösterir.[642] Bireye özgü duygu, düşünce ve davranışların örgütlenip bütünleşmesi, onun kişiliğini oluşturur. Buna göre kişilik, “bir insanı nesnel ve öznel yanlarıyla diğerlerinden farklı kılan, duygu, düşünce, tutum ve davranış özelliklerinin tümü ve bireyin yapılaşmış bir ilişki biçimi”[643] şeklinde tanımlanabilir.
Kişiliğin tanımındaki bu öğeler, insanın görünüşü, hareketleri, jestleri, mimikleri ve çevreye uyumuyla dışarıya yansır. Bu özellikler, kişinin, giyim, kuşam, yürüyüş biçimi, el-kol hareketleri, ses tonu, öfkelenme ve hoş karşılama gibi bütün davranışlarında kendini gösterir.
Her insanda imkanlar ölçüsünde bazı bilgi ve beceri alanlarında ilerleyebilme yeteneği vardır. Bu yeteneğe gizil güç denir. Bu güce sahip olunan bir alanda başarı ise, o alanda çalışma ve gelişme olanaklarını elde edip-edememekle yakından ilgilidir. Yoksa insan, doğar doğmaz kişilik kazanmaz. İnsanın kişiliği, bu gizil gücün, içinde bulunduğu toplumun özelliklerine, kültürüne, geleneklerine, göreneklerine ve bütün yaşayış tarzlarına göre kendi bireysel gelişim süreci içinde, eğitim ve öğretimden geçip başkalarıyla toplumsal ilişkiler geliştirilerek biçimlenir. “Kişilik sisteminin merkezi ise, cemiyetin şahıslara e-manet edilmiş bir anlayışı mahiyetinde olan vicdandır.”[644]
Bazı psikologlara göre insanın gözlenebilir ve ölçülebilir bütün özellikleri birtakım iç etmenlerden ileri gelir. Dolayısıyla insanın gerçek kişiliği, iç hayatındaki dinamik güçlerin kendine özgü özellikleri ile açıklanabilir. Ünlü psikolog Sigmund Freud (1856-1939)'un, insan kişiliğinin, “id”, “ego”, “süper ego” olmak üzere birbirini etkileyen üç bölümden meydana geldiğinin ifadesi bunun örneğidir. Ona göre, bunlar, kişiliğin üç temel birimidir.[645] Şimdi bunları biraz açalım. [646]
Kişiliğe ait bir kısım vardır ki o, insanların kalıtımsal dürtü ve arzularını içerir. Bu dürtü, tepkinin içgüdüsel seviyesidir. Aynı zamanda kişiliğin çekirdeğini oluşturan bir tabiattır ve davranışlarımızın altında yatan psikolojik enerjinin ana kaynağıdır. Bu, tehditlere karşı bireyi koruma ve yeniden üretme ile ilgilenir. Onun için burası içgüdüler, iç-tepiler, iştihalar, istekler ve ihtiraslar gibi birçok dinamik güçlerin kaynaştığı bir yerdir. [647] Freud bu gücü, istek ve arzu anlamına gelen id sözcüğü ile ifade ederken eskiler bunu “nefis” diye adlandırırlar.[648]
İd veya nefis, zevk ilkesine göre işler ve hiç geciktirilmeden bütün arzularının yerine getirilmesini ister. Sonucu düşünmez. Bu güç, davranışlarda birincil süreçtir. Bu süreç, baskın olduğu zaman davranışı, bireyin düşünme ve akıl yürütme yolu değil, id'in istekleri ve eğiiimieri biçimlendirir. Şayet id, yegane kişilik birimi olsaydı, insanoğlunun hayvandan farkı kalmazdı. Bireyler id'in etkisiyle hareket edecek olsalar ya bir kavga sonucu öldürülürler ya da ömürlerini hapishanelerde geçirirlerdi.[649]
Psikolojideki bu anlatımlar, Kur'ân'da, “Nefis bütün gücüyle kötülüğü emreder.”[650] Şeklinde ifade edilen nefis fonksiyonuna uygun düşmektedir.
Nefis, Kur'ân'da bir şeyin kendisi denilen ve ruh ile bedenden oluşan zata veya bedeni yöneten ruha [651] verilen addır. [652] Din ıstılahında ise şehvet ve gadabın kaynağı olan güce nefis denmiştir.[653]
Yukarıda davranışların en önemli etkenlerinden birisinin iç dürtüler olduğu üzerinde durulmuştu. Ancak bu dürtülerin başında gelen “id” veya eski adıyla “nefis” detaylı oiarak ele alınmamıştı. Davranışlar üzerinde önemli bir etken olduğu bilim çevrelerince kabul edilen nefs'e Kur'ân'ın nasıl baktığı ve bunun İslamî literatürde nasıl anlaşıldığı hususuna az da olsa açıklık getirmede yarar vardır. [654]
Nefs, Arapça bir kelimedir. Çoğulu nüfustur. Geniş anlamlı olan bu kelime, başta “ruh” olmak üzere bir şeyin bütünü veya kendisi, can, kan, kardeş, yanında, gayb, ayırma işini yapan, aklın kendisi, beden, bir kimse, yakınlık, göz, büyüklük, azamet, izzet, himmet, bir şeyin cevheri, özü, ruh ve bedenin toplamı, sıkıntıdan kurtulma, burundan ve ağızdan soluk atma, istek, görüş, cur'et gibi anlamlara gelmektedir. [655] Bu kelime Kur'ân'da da çok geçer ve Allah'ın zatı [656], putlar [657], ruh [658], kalp, gönül [659] insan bedeni [660], bedenle birlikte ruh [661], insanın cevheri, kişiliği veya benliği [662], insan veya kişi [663], cin [664], cins ve tür [665], akıl [666], ceza [667], gayb [668], soluk alma [669] ve yarışma [670] anlamlarında kullanıldığı görülür.
Bilim adamları, nefis ve ruhun ayrı mı yoksa aynı şeyler mi olduğu konusunda tartışmışlardır. Burada bu tartışmalara yer vermeyeceğiz. Sadece genel kabul gören kanaatleri alarak konuyu kişilik üzerinde yoğunlaştırmak istiyoruz.
Nefis ve ruh eş anlamlı isimlerdir. Her ikisi de aynı anlamı ifade ederler. Bunlar arasındaki fark zatla ilgili olmayıp; sadece nitelik açısındandır. [671] Örneğin nefis kötü huyların, ruh da iyi huyların kaynağı ve temsilcisi kabul edilmişlerdir. Bunlar esasta birdir. Bunu biraz daha açabiliriz. İnsan ruhu veya nefsi hem kötülüğe hem de iyiliğe kabiliyetlidir. Ruhun kötülüğü temsil eden yönüne nefis, iyiliği temsil eden yönüne de akıl denmiştir. Biz ruh veya nefis dediğimiz zaman aynı şeyleri kastetmiş olacağız.
İnsan, ruh ve bedenden ibarettir. Onu, bedenden bağımsız olarak göz önünde tutmak söz konusu değildir. Ruhun bedendeki durumu güldeki gülsuyuna, kömürdeki ateşe benzer. O, canlılığın kaynağıdır.[672]
Canlılığın kaynağı olan ruha nefis de denmiştir. Nefs sözcüğü bir şey hakkında o şeyin ya nefisliğinden [673] ya da alınıp verilen nefes anlamından dolayı kullanılır. Ölüm anında nefes bedenden ayrılır. Diriliş anında da bedene döner. Demek ki nefs ve ruh, zatla ilgili değil nitelikle ilgilidir. [674] Kur'ân'da canın, benliğin, iyiliğin ve kötülükten uzaklaşmanın temsil edildiği yerlerde nefis, ruh anlamında kullanılmıştır.[675]
Bu anlamda nefis, insana ait yeme, içme gibi biyolojik ihtiyaçların ve gören, işiten, dokunan, koku ve tat alan, konuşan, düşünen, hayal eden, hatırlayan, isteyen, kızan duyuların kaynağıdır [676]; yani akıl onunla düşünür, göz onunla görür [677], hasılı o, bedeni yönetir. Bütün organlar onun isteklerini dile getirirler. Nefis, hissedilen değil hisseden; algılayan; bedeni, istekleri doğrultusunda hareket ettiren, bedene etki edendir. Beden onunla acı çeker, haz duyar, sevinir, üzülür, kızar, sever, hatırlar ve unutur. Hasılı beden neye kabiliyetli ise bütün yetenekleri ona ruhtan iner. [678] Allah'ın işleri kendi zatına delil olduğu gibi nefsin işleri de kendi varlığına delalet eder.[679]
Erzurumlu İbrahim Hakkı (1703-1780) nefsi, Nefs-i tabiyye, Nefs-i nebatiyye, Nefs-i Hayvaniyyeve Nefs-i İnsaniyye kısımlarına ayırarak detaylarına girişip; nefsi, yaptığı görev alanlarına göre isimlendirir. Nefsin bedeni korumaya yönelik duyularına nefs-i tabüyye; bedenin boyutları ile ilgili güçlerine nefs-i nebatiyye; gadap, şehvet, görme, işitme, duyma, dokunma, koklama, hayal etme, düşünme gibi duyularına nefs-i hayvaniyye; nefsin, ruhu temsil eden yönüne de nefs-i insaniyye adını verir. Buna nefs-i natıka da denir. Bunun öbür adı ruhtur. Bu ruh Allah'ın emriyle hareket eder. [680] Bedendeki bütün organların işini o yürütür ve yönetir.[681]
İbrahim Hakkı'ya göre ruhun bedendeki tasarrufu, Allah'ın alemdeki tasarrufu gibidir. Allah'ın evrendeki egemenliğini; bütün eşyayı yönetmesini, bütün canlıları terbiye kanununa uygun olarak tedbirini, İnsanın kendi bedenindeki egemenlik, hüküm ve tasarruf, davranış ve eylemlerle kıyaslamak mümkündür. Allah, evreni nasıl idare ediyorsa, ruh da bedeni öyle idare ediyor. Ruhun bedendeki varlığı nasıl hissediliyorsa, Allah'ın varlığı da evrende öyle hissediliyor. İnsan bedenindeki ruhî-hayvanî (canlıya ait ruh) evrendeki aki-ı evvel yani Allah menabesindedir. İnsanlardaki hafıza ise, levh-i mahfuzun; bedendeki organlar ve duyular da yer, gök ve yıldızların yerindedir. [682] Yalnız evreni idare eden Allah [683] tektir, her şey ona muhtaçken O'nun, kimseye ihtiyacı yoktur. [684] Canlılardaki ruh ise Allah'ın buyruğu altında hareket eder.[685]
Nefs, bazı yerlerde ruh anlamına alınmakta fakat fısıltı, vesvese ve arzunun söz konusu olduğu yerlerde ise daima heva/istek ve arzu ile eş anlamda kullanılmaktadır.[686] Buna göre nefsin, Kur'ân'da hem insanın yeryüzünde hayatının devamı ile ilgili zatın ve canın korunmasını içine alan yeme, içme, cinsî arzular ve bencillik gibi bütün kalıtıma bağlı isteklerini veya bu isteklerin kaynağını hem insanın hayat içinde oluşturduğu kişiliği [687], hem de insanın kendisini [688] ifade etmek için kullanıldığı görülür.[689]
Bu şöyle de ifade edilebilir:
Nefs, Kur'ân'da bir taraftan hem zatı, hem kişilik ve benliği, hem de istek ve arzuları temsil etmek üzere kullanılırken; diğer taraftan da istekler arasında denge kurularak hem nefsin olgunlaştırması istenir,[690] hem de fıtrî eğilimler dikkate alınarak bunların bir hak olduğu ve bu hakların kullanılması gerektiği ısrarla vurgulanır. Kur'ân'ın ifadesi özetle şöyledir: Kadınlar, çocuklar, altın ve gümüş cinsinden birikmiş hazineler, olgun atlar, sığırlar, arazilere yönelik dünyevî zevkler insanoğlu için çekici kılınmıştır. Bütün bu zevkler tadılabilir. Mal, mülk ve çocuklar dünya hayatının süsleridir. Bunları inananlara kimse yasaklamamıştır. İbadetlerde kılık kıyafete çeki düzen verilmesi ve bu arada dünya hayatından payın unutulmaması gerekmektedir. Bu bakımdan Allah'ın, kulları için yarattığı süsler takınılır, temiz rızklar yiyilir, ancak aşırılıklara kaçarak onlar saçılıp savurulmaz. Allah'ın savurganları sevmediğinden şüphe yoktur.[691]
Hadislerde aynı tema işlenir. Örneğin dünyadan el-etek çekerek gündüzünü oruç; gecesini de uyanık ve ibadetle geçirip kendisini; yeme, içme ve nefsi arzulardan tamamen uzak tutan kimseler için Rasulullah'ın, üzerimizde hem Allah'ın, hem bedenimizin, hem de eşlerimizin hakkının olduğunu; namazı ve orucu da ihmal etmemelerini, ancak bu arada yemelerini, içmelerini, gece uyumalarını, eşleriyle buluşmalarını; kendisinin de böyle yaptığını ifade eden hadisleri, büyük bir yekun teşkil eder.[692]
Âyet ve hadislere dikkat edilince yasaklananlar dışında iyi ve güzel şeylerin dünya hayatında insanlara helal kılındığı; hayatı reddeden çilekeşliğin ve dünyayı terk ederek kendine eziyeti uygun gören eğilimlerin her çeşidinin verildiği görülür. Öyle de olması doğaldır. Zira o zaman yaşamın ve yaşamı sürdürmenin ne anlamı olabilirdi?
Bedenin korunması ve varlığını sürdürebilmesi için onda arzu ve isteklere ait güdülerin bulunması bir zorunluluktur. Bu bakımdan nefsin arzu ve isteklere eğilimi bedenin ihtiyaçlarından kaynaklanmaktadır. Örneğin insanın içindeki şehvete karşı aşırı istek olmasaydı hayatın en zor noktasını teşkil eden neslin devamı ve bekası nasıl sağlanabilirdi. İçimizdeki aşırı istek, bu zor işin kabulü ve devamlılığı için önemli bir etken olmaktadır.
İstek, arzu ve bütün heveslerin kaynağının nefis olduğunu Kur'ân'daki şu ifadelerden öğreniyoruz: “Nefsim bana hoş gösterdi. İçimde bir şey beni böyle yapmaya itti.”[693] “Nefsi o'nu, kardeşini öldürmeye sürükledi. “[694] “Nefs kötülüğe sürükler.”[695] “Beni suçlamayın nefsinizi suçlayın.”[696] “Nefislerinin arzusuna uyuyorlar.”[697], “Nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz.”[698] “Nefsinikötü arzularından uzaklaştıran...”.[699]
Ayetlere dikkat edilirse yaratılışta insana şehvetin yanısıra maia, mülke ve servete vs. karşı aşırı istek, arzu ve heveslerin verildiği vurgulanmakta ve hayatın bekası için bunların verilmesinde bir zorunluluk bulunduğu; burada problemin, bu güçlerin insana verilmesinde değil, bunların kötüye kullanılmasında olduğu ima edilmektedir.
Fahrettin er-Razi'nin dediği gibi insanın öz cevherinde yani ruhunda isteğe, sevgiye, öfkeye, şehvet ve gadaba eğilim olmasaydı dıştan gelen telkinlerin onun üzerinde ne etkisi olabilir ve insanın bu güçleri yerli yerinde kullanmadaki mahareti görülmeden onun değeri nasıl anlaşılabilirdi? [700]
Kur'ân'a göre insan nefs (ruh)i; iyiliklere ve kötülüklere eşit derecede kabiliyetlidir. [701] Birinin diğerine galebesi tali sebeplerle olur.[702] Örneğin Adem ile Havva günaha şeytanın telkinleri [703] sonucu gitmiştir. İnsanı kötülüklere iten şey, aşırı telkinat, kötü terbiye ve bu ikisinin sonucunda edinilen alışkanlıklardır. Yoksa bu, yaratılışın bir gereği değildir. Buna göre insan, iyi ve kötü terbiye sonucu ahlakını belirler. [704] Zira insan ahlakî zaaflarla olduğu kadar sorumluluk bilinciyle de donatılmıştır. Allah, yaratılışta insana kötülükleri ve ondan korunmasını [705]; başka bir ifade ile kötülükleri ve iyilikleri ona ilham etmiştir. [706] Demek oluyor ki, her nefse iyilik ve kötülük, kâr ve zarar duygusu yaratılışta verilmiştir.[707]
Ünlü müfessir Zamahşeri, “Kadın Yusuf'a karşı arzu doluydu; O da kadını arzuluyordu. Eğer Rabbinin burhanı onun içine doğmamış olsaydı o da bu arzuya yenik düşecekti.”[708] Ayetinin tefsirinde her insanda bu tür arzuların yaratılışta mevcut olduğuna işaret ederek erdemli insan olmanın şartını, insanın içinde kötü arzuların hiç uyanmamasına değil de bu arzulara karşı yenik düşmemesine bağlamaktadır. Ona göre, Yusuf (as)'da şiddetli meyil olmasaydı, kadından sakınmasından dolayı Allah, O'nu “Gerçekten o bizim seçkin kullarımızdandı.”[709] Şeklinde övgüye layık görmezdi. Çünkü arzu duyulmayan bir şeyden sakınma kendiliğinden oluşur. Burada zorluk söz konusu değildir. Sabrın büyüklüğü belanın büyükiüğü ile orantılıdır.[710]
Bazı müfessirler, Yusuf (as)'ın, kadına değil de onu tartaklamaya arzu duyduğunu ifade ediyorlarsa da bu yorum, âyetin mantığına uygun düşmemektedir. Zira o durumda Allah, Yusuf'u bu meyilden sakındığı için değil de kadını dövmediği için övmüş olurdu. Böyle bir mantık, “Kadın dedi ki işte hakkında beni kınadığınız şahıs budur. Ben onun nefsinden murad almak istedim. Fakat o şiddetle sakındı. Andolsun ki eğer o kendisinden istediğimi yapmazsa zindana atılacak ve elbette sürünenlerden olacaktır. (Yusuf): Rabbim! Bana zindan, bunların benden istediklerine boyun eğmekten daha iyidir. Sen onların tuzaklarını benden uzak tutmazsan ben o zaman onların ayartmalarına kapılır ve şaşkın kimselerden olurdum.”[711] Ayetleriyle de çelişir.
İnsandaki bu fıtrî arzu ve istek, hadislerde de işlenmiştir: “Nefis, arzu eder ve istiha duyar...”[712] “İyilik nefsin kendisine ısındığı, kalbin rahatladığı, kötülük de nefsin ısınmadığı, kalbin de huzursuzluk duyduğu şeydir,”[713], “Kim bir İyiliğe arzu duyar da onu yaparsa..., veya kim bir kötülüğe arzu duyar da onu yapmazsa bunlara karşılık Allah, birer sevap yazar”[714] hadisleri buna örnektir.
Âyetler ve hadislerdeki bu ifadeler, bir taraftan nefsin, hem iyiliklere hem de kötülüklere eğilimin kaynağı olduğunu ima ederlerken; diğer taraftan da bu ifadelerle, üstün bir kişilik ve karakter kazanmanın zorluğuna dikkat çekmektedirler
Kur'ân, kalplerin mühürlemesi [715] ve paslanmasını da [716] ele alarak; kötü alışkanlıklarla kalpleri kirlenenlerin, iyilik yapma özelliklerini tamamen kaybedeceklerini ve kötü alışkanlıklarının onlarda ikinci bir kişilik ve karakter oluşturacağını bize haber verir.[717]
Nefsin, insan ruhunun istek ve arzu yönünü temsil ettiğini söylemiştik. Psikologlara göre, nefs (id)in libida [718] denilen biyolojik hayvansal yaşam enerjisini, ortamın gereklerine uygun bir biçimde dengeleyip ifade etmesini “ego” adı verilen kişilik birimi sağlar. [719] Nefs, kendi haline bırakılırsa onda haz prensibi egemendir. Biyolojik ihtiyaçlar ise doyum peşindedir.[720]
Nefs (id)in ameliyelerini düzene koyan böylece bedeni tehlikeli sonuçtan koruyan akıldır. Zira İnsanın her çeşit faaliyetinde doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ve güzeli çirkinden ayıran bir güç olarak akıl; ahlakî, siyasî ve estetik değerlen belirlemede en önemli fonksiyonu icra eder. [721] Psikologlar bu güce ego adını verirler. [722]
Türkçe'ye “ben” olarak tercüme edilebilecek olan “ego”, id'i denetim altında tutmaya çalışan kişilik birimidir. Bu birim, id'e yöneticilik, savunuculuk ve koruyuculuk görevini üstlenmiştir, O, hayvansal yaşam enerjisini temsil eden id'in, istek, ihtiyaç ve iştihalarını gerçekleştirme yollarını kontrol altında tutar, Böylece bireyi; hem dış çevreden gelebilecek tehlikelerden korur, hem de insanın başarısını ve güvenilirliğini sağlamaya çalışır. Bunda haz prensibi değil, gerçeklik ilkesi egemendir. Bu işlevi ile ego, dış çevre ile iç hayatın arabulucusu gibidir.[723]
Bazı psikologlar ego'yu, “akıl yürütücü hareketler halinde kendini ifade eden beyin faaliyeti” olarak değerlendirirler. İd'in ilkel istekleri ne olursa olsun, gerçeklik ilkesine sahip olan ego, gerçekliğin üstün gelmesi için çalışır. [724] Zira ego, akılcı ve pratiktir. İd'e yol gösteren bir danışman gibidir. İyi veya kötü kavramlarıyla hiç ilgilenmez. Duruma uygunsa id'e “haydi yap” der. İşin ahlaksal boyutu onu ilgilendirmez. [725] Çünkü ahlaksal boyut “süper ego”ya aittir.
Akıl, düşünme, anlama ve kavrama gücünü temsil eden bir cevherdir. [726] Kur'ân'da “akıl edecek kalpleri olsun”[727] Ayetinde ifade edildiği gibi akla merkez, kalp gösterilmiştir.
Bütün İslâm bilginlerinin ittifakıyla akıl, insanın her türlü dinî emir ve yasaklara uymakla mükellef tutulmasının temel şartı kabul edilmiş ve akıldan mahrum olanlara hiçbir sorumluluğun yüklenemeyeceği görüşünde birleşilmiştir. Onları bu kanaate götüren husus Kur'ân'ın bu konudaki tavrıdır. Örneğin Kur'ân'da değişik türevleriyle 49 yerde geçen akıl kelimesi; bunlardan 15inde “Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz?” şeklinde sitem ederken, 11 yerde “Akıllarını kullanmıyorlar.”; 8 yerde “Akıllarını kullanmaları umulur”; 8 yerde “Aklını kullananlar için...”; 2 yerde “Şayet aklınızı kullanırsanız...”; birer yerde de “anladıktan sonra”, “Şayet aklımızı kullanmış obaydık...”; “Ancak bilenler düşünüp anlayabilir. “, “Düşündüklerini mi zannediyorsun?” ve “Düşünecek kalpleri olurdu. “ şeklinde geçmekte ve 16 yerde de “akıl sahipleri” veya “Ey akıl sahipleri!” kalıplarıyla akıllıların sorumlu tutulduğu ifade edilmektedir.[728]
Kısaca Kur'ân'ın akıl hakkındaki değerlendirilmeleri verdikten sonra biraz da ona filozofların ve İslam alimlerinin nasıl baktıklarını görelim.
Yukarıda da ifade edildiği gibi tekrar belirtelim ki, nereye gidersek gidelim; ister göklere kadar yükselelim isterse yerin dibine inelim kendimizin dışına hiçbir vakit çıkmış olmayız. Onun için de kendi öz düşünüşümüzden başka hiçbir şeyi hiçbir vakit kavrayanlayız.[729]
Kavrayış, şuur, dikkat, anımsama, düşünme, Muhayyile, teemmül, hafıza ve müdrike/kavramak, ruhun ameliyelerindendir. [730] Bütün bu ameliyelerden biri de, müdrikeyi donatıp onaran akıldır. Şöyle de denilebilir: akıl, ruh ameliyelerini düzene koyma tarzının bilinmesinden başka bir şey değildir.[731]
Akıl, ruhun bütün ameliyelerinden ortaya çıkar. Zihnimizin, üzerinde durup çalışabileceği birtakım fikirleri kapsayan bir hakikat, akla uygundur. İyi sevk ve idare edilen ruhun ameliyelerinden ortaya çıkan bir önermeyi yalanlayan bir önerme de akla aykırıdır.[732]
Hayvanlarda da ruhun varlığı kabul edilmiş ancak hayvandaki ruhun ameliyeleri, kavrayıştan, şuurdan, dikkatten ve anımsamaktan yoksundur. Ruhumuzun hayvan ruhuna olan üstünlüğü işte buradan sezilir. [733] Böylece insanın payına akıl, hayvanların payına da, içgüdünün düşmüş olduğunun farkına varılır.[734]
Yukarıda “anlama gücü” (mudrike)nü donatıp onaranın akıl olduğunu söylemiştik. Akıl aslında tutmak, bağlanmak, engellemek ve hapsetmek anlamlarında kullanılan Arapça bir kelimedir. [735] Bu kelime, ilmin kabulü için hazırlanmış “güç”e ve bu güçle insanın elde ettiği “bilgi”ye de ad olmuştur [736], Akıl sözcüğü, felsefe ve mantık terimi olarak da “Varlığın hakikatini idrak eden, maddî olmayan, fakat maddeye tesir eden basit bir cevher; maddeden şekilleri soyutlayarak kavram haline getiren ve kavramlar arasında ilişki kurarak önermelerde bulunan, kıyas yapabilen güç” demektir.[737]
Aristo, aklı pasif ve aktif olmak üzere iki kısma ayırır. Pasif akıl, güç ve istidattır. Aktif akıl ise, insanın doğuştan sahip olduğu idrak gücüne yani pasif akla etki ederek bilginin meydana gelmesini sağlayan güce denir. [738] Farabi'ye göre akıl, “bir bakıma nefis veya nefsin bir cüzü ya da herhangi bir gücü veya fonksiyonudur” Buna göre nefisle akıl arasında fark yoktur. İbn Sina, aklı dört kategoride ele alır. Bunlar, bilgi edinmek için nefsin sahip olduğu bir güç ve yetenekten ibaret olan “heyulanı akıl”; bu gücün daha olgunlaşmış hali olan “meleke halindeki akıl”; bilgilerin zihinde şekillenmesi durumu olan “fiil halindeki akıl”; formların soyutlanarak zihinde şekillenmesi durumunu belirleyen “müstefa akıl”dır. Filozoflar aklı bedene bağımlı sayarak onu nefsin bir gücü ve cüzü şeklinde kabul ediyor ve bunun sonucu olarak da onun ölümlü olduğunu söylüyorlardı. İbn-i Rüşd farklı düşünüyor ve akİı tamamen manevî bir cevher olarak kabul ediyordu. Ölümlü olan bu akıl değil, müktesep akıldır. [739] Kelamcılardan mutezile, aklı, kesin bilgi kaynağı kabul ederek; onlardan kimisi, onu, “hakikatin bilinmesini sağlayan kaynak”; kimisi, “insandaki anlama ve kendini koruma gücü”; kimisi de, “zaman içinde kazanılan ve insana isteyerek iş yapma imkanı veren bilgilerin tamamı” olarak görürler. Ehl-i sünnete gelince onlar da, akıl için bir tanımda ittifak edememişlerdir. Haris el-Muhasibİ, aklın, cisim, cevher ve araz cinsinden olmayıp iyiyi kötüden ayırt etmesi için Allah tarafından insana doğuştan verilen bir tabiat olduğunu ve onun varlığının ancak fiilleriyle bilinebileceğini ifade eder. Ahmed b. Hanbel, aklı, insanda doğuştan bir tabiat olarak kabul ederken; İbn Hazm, aklı bir cevher değil, aksine ruhun bir kuvvet-i fiilinden ibaret olan bir araz olarak görür ve insandaki görme, konuşma, işitme gibi fonksiyonlarını icra edenin akıl olduğunu ileri sürer. İbn Teymiye, Ahmed İbn Hambel ve İbn Hazm'ın görüşüne katılır. O, aklı, insanın doğru olanı bilip, davranışlarına bu doğrultuda yön vermesini sağlayan bir tabiat ve ruhî bir güç olarak kabul eder. Maturidiyenin bir kolu, aklı, nefes natıka (ruh)nın bir görüntüsü veya onun bir kuvveti saymışlardır. Gazali, kelamcıların aklı çeşitli şekillerde tanımlamalarının sebebi üzerinde durur ve bunu aklın değişik anlamlarda kullanılmasına bağlar. Ona göre akıl, zaruriyatı bilme, tecrübe ile veya insanın tabiatındaki bilgi edinme gücü karşılığında kullanılmıştır. Razi, aklı tabiat olarak kabul ederek Muhasibi ve Ahmed İbn Hambel'in görüşüne katılır. Taftazani de aklı, bilme ve algılama fonksiyonu bulunan bir ruhî güç olarak görür. Ferit Vecdi, aklı, ruhun tezahürlerinden biri olarak kabul eder. Mustafa Sabrı, akılla kalbi aynı görür. 0-na göre akıl, ruhun bir gücü ve fiili mahiyetinde bir arazdır. Kur'ân'da ise, ruhla beden arasındaki bağlantı noktası olan ve akıl yürütme eylemini gerçekleştiren kalp zikredilerek ruh kastedilmiştir.[740]
Gerek filozofların gerekse kelamcıların değişik şekiilerdeki görüşleri birleştirildiğinde düşünme, kavrama, karar verme, muhakeme yürütme, dikkat, hayal kurma ve anlamanın, ruhun ameliyelerinden sayıldığı [741]; bütün hayvanların ruh ve bedenden ibaret olup; içgüdü taşıdığı [742]; insanın ise, -hayvanlardan farklı olarak- ruh ve bedenden teşekkül etmesi yanında; akıl, zihin, şuur, hafıza, muhayyile, teemmül gibi ruh ameliyelerine sahip olduğu [743]; bütün bunların dışında insana ait bir de nefis ve kalbin bulunduğu, bunların da çoğu yerde ruh yerine kullanıldığı [744]; böylece filozoflar arasında tartışma konusu edilen nefisle ruhtan aynı şeylerin kastedildiği fakat insan ruhunun hem iyiliklere hem de kötülüklere eğilimli bulunduğu [745]; ruhun kötülüklere bakan yönünü nefs'in, iyiliklere bakan yönünü de akl'ın temsil ettiği anlaşılmaktadır. Demek oluyor ki, nefis, bütün istek ve arzuların kaynağı; akıl da ruhun bir gücü ve onun ameliyelerini düzene koyup; onları sevk ve idare eden iyiyi kötüden ayırma gücünü taşıyan bir tabiat ve bir vasıtadır. [746] O halde ayırt etme kıyaslama, terkip etme, unsurlarına ayırma, hüküm verme ve muhakemeye dayanan ameliyeler, birbirlerinden doğarlar. Dolayısıyla da bunlar, hayal etme ve hafızanın doğrudan doğruya sonuçlarıdır. Ruh ameliyelerinin doğuşu işte bunlardan ibarettir.[747]
Bu açıklamalardan sonra şu sonuca varabiliriz. İnsanın bütün istek ve arzularının kaynağı olan nefis (id), kendi haline bırakılırsa sahibini onulmaz zararlara sokabilir. Onu aklın veya ego'nun kontrolüne vermek lazımdır. Ancak akıl yürütmenin maharetlerini kullanmamızı sağlayan ego/mantık, her zaman çatışan eğilimler arasında anlaşma ve düzeni sağlayamaz. Onun için de kararsız ve etkisiz uyumlar ortaya çıkabilir. [748] Çünkü ego'nun temel amacı ona hizmet etmektir. Yoksa onu yüceltmek ve eğitmek çabası yoktur, iyi ve kötü kavramlarıyla da ilgilenmediğinden insanın mutluluğu için ego da yeterli değildir.[749]
Nefsin davranışlarını kontrol eden akıla gelince o, şüphesiz insan için büyük bir mürşittir. Ancak aklın elindeki bilgi, bulgu, veriler mükemmel ofmaz ise insanı içinden çıkılmaz hatalara sokabilir. Aklın doğru hüküm verebilmesi için insanın başlangıcı ve varacağı son hakkında doğru haberlere ulaşması gerekmektedir. Akıl ne geçmişi bilebilir, ne de geleceği. O sadece ele geçirdiği malzemeleri değerlendirerek karar verir. [750] Demek oluyor ki mükemmel bir kişilik için akıl veya ego da yeterli değildir. Davranışları iyi veya kötü diye değerlendirecek bir süper ego'ya ihtiyaç vardır. [751]
Üst ben anlamına gelen Süper ego, kişilik yapısında toplumun temsilcisi ve egonun bir üst gelişmiş basamağıdır. Üst ben, toplumun bir şey hakkında “doğrudur” ve “yanlıştır” kararlarının kaynağını teşkil eder. [752] Bu bakımdan toplumun inandığı “doğru” ve “yanlış” kararlarının kaynağını teşkil eden kısma üst-ben denir. Bir toplumun vicdanı, o toplumun bireylerinin üst-beninde yer alır. Bu üst-ben, bireyin davranışlarını sürekli süzgeçten geçirerek bireye, “bu yaptığın doğru ya da bu yaptığın yanlış” mesajlarını verir.[753]
Eskilerin vicdan diye adlandırdıkları süper ego, insanın içinde yaşadığı çevrede mevcut değer yargılarının birtakım yaşantılar sonunda benimsenmesi yoluyla zamania meydana gelir ve davranışları hem kontrol altına alır, hem de sansür eden güçlü bir etken olur. Bu bakımdan ego ile süper ego arasında çatışma kaçınılmaz olur.[754]
id, ego ve süper ego'dan birinin diğerinden daha güçlü ya da daha zayıf olduğu zaman farklı kişilik türlerinin ortaya çıkması kaçınılmaz hale gelir.[755]
Burada şu hususu belirtmek gerekir ki Freud, id, ego ve süper ego'yu nefs'ın (ruh) bölümleri olarak takdim eder. Halbuki yukarıda detaylı bir biçimde üzerinde durulduğu gibi Kur'ân, id (nefs), ego (akıl) ve süper ego (vicdan)yu ruhun kendileriyle nitelendiği çeşitli halleri olarak verir.
Bütün bu anlatılanlara bakılırsa kişiliğin, konuşma ve davranma gibi gözlenebilir eylemlerinin gerisinde, içten gelen id, ego ve bunların dıştan görülebilen yönlerini etkileyen süper ego gibi ruha ait dinamik güçler vardır. Bu güçler, davranışların oluşmasında önemli etkendirler. Kişilik devamlı olarak içten ve dış çevreden gelen uyarıların etkisi altındadır. Böylece kişilik, doğuştan itibaren hayatın sonuna kadar bir oluşum süresi yaşamaktadır.
Kişilik terimi, belki eski zamanlarda aktörlerin taktığı maskeden gelmektedir. Aktörler, oynadıkları rolün bir fena adam mı yoksa bir kahraman rolü mü olduğunu seyircilere bildirmek üzere maske takarlardı. [756] Kişilik de, aktörün rolünü belirleyen maske gibi bireyin ruhî yapısını ortaya koyan bir etiket olarak kabul edilebilir.
Kişilik, bir fertte, davranışların, ilgilerin, ruhî ve bedenî duruşların, yetenek ve kabiliyetlerin en karakteristik bütünlemesidir. Kişiliğin oluşumunda nefis, akıl ve vicdanın etkisi kabul edilmiştir. Ancak bazı bilginlere göre ise beden görünüşünüz; iri-ufak, güzel ve çirkin oluşunuzun, başkalarının size karşı tepki gösteriş tarzını belirler. Bu da, sizin onlara karşı nasıl tepki göstereceğinizi tayin eder. Görünüş ve davranışınızdan dolayı başkaları sizden kaçıyor ve izzetinizi yaralıyorsa siz de ya kabuğunuza çekilmek ya da saldırganlık göstermek suretiyle tepkinizi ortaya koyarsınız. Ancak bunun gerçeklik yönü olabilir mi? Biraz da bu konuyu irdeleyelim. [757]
İnsanların fiziksel görünümleri esas alınarak onların karakterleri üzerinde fikir yürütülmüştür.
Bir şahsın dış görünüşü, beden yapısı, boyu poşu, rengi, o insanın kendine ve başkalarına karşı olan davranış tarzı üzerinde büyük ölçüde rol oynadığı ileri sürülmüştür, örneğin kısalık, uzunluk; şişmanlık, zayıflık; güzellik, çirkinlik; saç, göz ve ten rengi, başkalarının insana karşı tepkilerini etkileyen, dolayısıyla öa onun geliştireceği kişiliğe belli yönler veren niteliklerdir. [758] İri yarı bir insanın, ufak tefek; çelimsiz bir insana göre daha başka bir kişilik geliştireceği hem akla yatkın gelmekte hem de insanlarda bu tür eğilimler güçlenmektedir.[759] Ancak haklılık payı var mıdır?
Ta eskiden beri devam ede gelen kanaate göre insanlar, beden yapılarına göre tiplere ayrılmışlardır. Dolayısıyla her tipin kendine özgü belirli kişilik özellikleri vardır. Beden yapısı ile kişilik özellikleri arasındaki ilgiyi bulmak üzere birçok araştırma yapılmış ve insanları beden yapıları bakımından birtakım tiplere ayırma çabalarında bulunulmuştur. [760] Beden tipi ile kişilik türü arasında anlamlı bir bağlantı kuramayıp bu tür çalışmaları, terk edenler yanında, bu konuda sağlıklı bilgi alabilmek için çalışmalara devam edilmesi gerektiğine inananlar da vardır.[761]
Eskiler, insanın yüzünden ve dış görünüşünden, iç niteliklerine ve iç hayatına dair hüküm çıkarmayı ifade eden [762] kıyafet ilmi alanında eserler vermişlerdir. Erzurumlu İbrahim Hakkı (1703-1780), Marifetname'sinde (1835) bu konuya yer verenler arasındadır.
İbrahim Hakkı'ya göre Allah bedene verdiği şekli ve biçimi, o bedene sahip olanın iç haline ve tavrına; organlarını da, ahlaktna alamet yapmıştır. Bu sayede insan, bir taraftan kendi biçiminden kendi niteliklerini öğrenerek ahlakını güzelleştirirken diğer taraftan da dost ve yakınlarının biçimlerine bakarak onların içyapılarını ve ahlaklarını öğrenip onların içlerinde gizledikleri hallerine muttali olsun. Bu bilgi, onun, ahlakı güzel olanlara yaklaşmasını diğerlerinden de sakınmasını sağlayacaktır. [763] İbrahim Hakkı, “Herkes kendi şakiles (karakterine göre davranır.”[764], âyetini de bu doğrultu da anlamıştır. Örnek olması bakımından onun ifadelerinden bazılarını aynen alalım:
“Boyu uzun olan temiz yürekli ve uzun olur.
Boyu orta olan akıllı ve has huyludur.
Saçı sert olan akılla cesaret bulur.
Benzi kızıldır o olur edib.
Benzi esmer olan akıllıdır...”[765]
Beden tipi ve kişilik arasında ilişki bulmak üzere yapılan çalışmalarıyla tanınmış iki de iddialı Batılı bilim adamını görüyoruz. Bunlardan biri alman asıllı Kretschmer (v. 1888-1964) diğeri de Sheldon'dur (1954).
Nörolog ve aynı zamanda psİkiyatrist olan Kretschmer, insanları beden yapısına göre üç ana gruba ayırmıştır, bunların her birinin kendine göre kişilik özelliklerinin bulunduğunu ileri sürmüştür. [766] Ancak nedenleri üzerinde durmamıştır.[767] Şöyle ki;
1- Uzun-İnce/astenik tip: Bunlar, tipik olarak utangaç ve içe dönük mutaassıp, soğukkanlı tiplerdir; zeka bakımından soyut konulara yönelirler, derin düşünürler ve takip fikrine sahiptirler, iradeleri bazen zayıf, çoğu zaman da sebatlıdır. Sebatları inat seviyesine ulaşır. Mizaç bakımından çekingen, alıngan, içe dönük olup yalnızlıktan hoşlanırlar.[768]
2- Gelişmiş Kas yapısına sahip atletik tip: Bu tipler, kalın kemikli, geniş omuzlu, kasları güçlü ve iyi gelişmiş olurlar. Bunlar bir kararda kalabilen dengeli bir heyecan ve mizaca sahip insanlardır.[769]
3- Kısa boylu, şişmanca piknik tip: Bunlar, orta boylu yuvarlak, kafası omuzlarına gömülü, kasları yumuşak tiplerdir. Bu tipler, açık kalpli, duyguları ateşli, çabuk değişebilen, erken telaşa kapılan istikrarsız bir heyecana sahip, ancak zekaları pratik sosyal konulara eğilimli, mizaç bakımından dışa dönük, canlı nükteli ve insancıl kişilerdir.[770]
Beden tipleri ile kişilik arasındaki ilgiyi tespit gayesi ile yapılan çalışmaların en ciddisi, Sheldon ve arkadaşları W. H. S. S. Stevens ve W. B. Tucker'in çalışmalarıdır. Bu çalışmalarda da, üç ana tip önerilmiştir.[771]
1- Kısa boylu, kasları gelişmiş, iri yapılı/mezomorf tip: Bu tipler, kaba, gürültülü ve ağır bedensel faaliyetlere ilgi duyan kimselerdir. Bunlar, kasları iyi gelişmiş, pazıları kuvvetli ve atletik yapıda olup tahakküm arzusu, gözü peklilik, katı yüreklilik ve haşinlik özelliği taşıyan kimselerdir.[772]
2- İnce-Uzun/efctomorf tip: Sakin, kaygılı, içe dönük, utangaç ve çekingen tiplerdir. Bunların sinir sistemi iyi gelişmiştir; pratik zeka bakımından ileri düzeydedirler. Bedeni yoran şeyden hoşlanmazlar. İnsanlardan kaçarlar, hislerini dışa vurmazlar. Bilim adamı bu türler arasından çıkar.[773]
3- İri gövdeli, kısa kol ve bacaklı/endomorf tip: Bu tipler, şişman, neşeli, yaşamından memnun, arkadaş canlısı, yemeklere ve beden rahatına düşkün, hislerini saklamayan, erken üzüiüp ağlayan, toleranslı kimselerdir.[774]
Tecrübeye dayanan araştırmalara göre, insan salgı bezleri ve biyolojik yapısının, hem beden hem de kişilik üzerine etkilerinin olduğu ve buna göre beden yapısı ile kişilik özellikleri arasında birtakım ilişkilerin olacağı kabul edilmektedir.[775]
Alfred Adler'e göre, insan tipinin davranış üzerinde etkisi yoktur. Bazı psikologlarca tespit edilen tiplerde organik bir yetersizlik söz konusu değildir. Onun için belli bir psikolojik ekol, bu tür insanları dışa dönük olarak nitelendiriyorsa da nedenini açıklayamıyorlar. Şayet bunlarda bir dışa dönüklük varsa o da, ya vücut yapılarındaki yetersizlikten ya da yaşam koşullarının onları bazı davranışlara itmesindendir.[776] Beden tipleri ile kişilik arasında kurulmuş olan ilgiye dair düşünceler, Kur'ân'ın, bütün insanların bedensel ve zihinsel donanımlar açısından en güzel şekilde yaratıldığı [777] haberine de ters düşmektedir.
Kaldı ki bedensel bakımdan dikkati çeken özelliklere sahip insanlara antipati beslenmiş ve bu kişiler toplumsal işbirliğine elverişli sayılmamış ama nedeni araştırılmamıştır. Böylece söz konusu kişilerdeki bedensel engeller aşırı derecede vurgulanmış ve bu kişiler batıl inanışların kurbanı olmuşlardır. Halbuki belki de bu insanların, toplumsal işbirliği eksikliğinin sonucu bazı olumsuz davranışlar kazanmış olabilmeleri ihtimali daha büyüktür.[778]
Karakter, kişilikle eş anlamda kullanılan bir terimdir. Karakteri kişilikten ayıran en önemli husus, karakter sözcüğünün, çoğunluk tarafından ahlaksal özellikleri anlatmak üzere kullanılmış olmasıdır. Ancak şunu ifade edelim ki karakter, kişiliğin bir yanını oluşturur. Böylece karakter, kişiliğin daha çok toplum değerlerince oluşturulmuş şeklidir. Çünkü kişilik, karakteri de içine almak şartıyla, bir insanın kendine has fiziksel ve ruhsal bütün özelliklerini içeren bir terimdir.[779]
Karakter, kişiye özgü ahlakî davranışların bütünü olup; insanın bedensel, duygusal ve zihinsel faaliyetine çevrenin verdiği değerdir. [780] Birçok psikologa göre insanın eylemde bulunma, düşünme ve hissetme biçimi, sadece akıl tarafından değil de büyük ölçüde onun karakter özelliğince de belirlenir.[781]
Bir insanın davranışlarının yöneldiği amaç, o kişinin çocukken dış dünyadan aldığı izlenimlerin etkisi altında gelişip ortaya çıkar. Bu bakımdan insanın karakter özelliklerinin daha süt çocukluğu döneminde kendini belli ettiğini ileri süren araştırmacılara hak vermemek elde değildir. Bundan dolayıdır ki, birçok psikolog, karakteri kalıtıma dayandırır. Karakterin, doğuştan getirilen bazı yeteneklere göre oluştuğu görüşü befli ölçüde doğrudur. Ancak Alfred Adler gibi psikologların da ifade ettiği gibi, karakterin insana, anne ve babasından kalıtım yoluyla geçtiği görüşü, eğitimcileri güvenle işe sarılmaktan alıkoyacağından bu görüş, toplum için sakıncalı bir niteliği beraberinde taşır. Bunun bir başka sakıncası da, karakterin insanda doğuştan varlığını kabul edersek; buna inanan birçok kimse bunu davranışları için bir özür kabul ederek kendilerini sorumluluktan sıyırmaya çalışacaklardır. Onun için bunun, eğitimin üstlendiği rolle bağdaşır bir yanı yoktur. [782] “İnsana uğrunda çaba gösterdiği dışında bir şey verilmeyecek.”[783] âyeti ve “Eylemler/davranışlar onları meydana getiren amaçlara göre değerlendirilecektir. Kişinin hesabına yalnızca bilinçli olarak amaçladığı (eylemler) kaydedilecektir.”[784] Hadisi de davranışlardan ötürü İnsanın, kendini mazeretli sayan bir yaratılışa sahip olmadıklarına delildir.
İnsan için amacın tespitinde en büyük etken uygarlıktır. Uygarlık, insanın önüne dönüp dolaşıp tosladığı duvar gibi dikilir. İnsan, başkalarından daha çok şeye kavuşmayı arzular ve üstün bir konumu ele geçirmeye çalışır. Böylece o, izlemeğe değer gördüğü isteklerinin gerçekleşeceği umudunu kendisine veren ve gelecek için kendisine güvence ve uyum vaat eden bir yol bulabilsin. Her durumda insan, bir taraftan güçlüklerle yüz yüze gelmekten sakınarak onlardan yakasını kurtarmak ister; diğer taraftan da karşısına çıkan görevlerin pekala üstesinden gelebileceğine inanır. Böylece bu doğrultudaki karakter özelliklerini geliştirmek[785] üzere sorumluluk altına girer.[786]
Güçlüklerle yüz yüze gelmek istemeyen birinci insan tipi, kötümserlik kapsamına giren karakter özelliklerini kendisinde geliştirecek cilan çekingenlik, ürkeklik, içine kapanıklık, güvensizlik gibi duygulara kapılabilir. Böyleleri güçlükleri görünce ya korkuyla gerilere kaçar ya da kendilerine yöneltilen istekleri en azından geçici de olsa yadırgayan bir insan tipini oluştururlar. İkinci insan tipi de, karşısına çıkan görevlerin pekala üstesinden gelebileceğine inanan ve güvenen bir kişinin karakter özelliklerini geliştirir. [787] Her iki tipte de gelişen karakter, yaratılışta kendisinde bulunan iyiliğe ve kötülüğe yatkınlık [788] karakterinin üzerine şekillendirilmiş ikinci karakterdir. [789] “Herkes, kendi şakilesi yani karakter yapısına göre davranmaktadır.” [790]âyetinde bu karaktere vurgu yapılmıştır. Bütün bunlar, insan ruhunun tepkilerinin nihai bir kesinliği ve dayatmacılığı içermediğinin bir delilidir.[791]
Karakter denilince bir insanın, birey ve topluluk karşısında aldığı tavır ve takındığı ruhsal tutum anlaşılmaktadır. Buna göre karakter, toplumsal bir kavramdır. [792] Daha açığı karakterden söz edebilmesi için bireyin çevreyle ilişkisi dikkate alınması gerekir.
Yukarıda insan davranışının bir amaç tarafından belirlendiğini söylemiştik, söz konusu amaç, bireyin hem dünya görüşünü, hem hal ve gidişini, hem yaşam modelini etkiler; hem de onun duygu ve düşüncelerinin dışavurumda yararlandığı davranışları yönetir. [793] Bununla da kalmayıp karakter bize, kişinin, toplum ve yaşam sorunları karşısında nasıl bir tavır takındığının resmini çizer.
Karakterin nasıl oluştuğu hususuna gelince, o, bir taraftan bireyin kalıtım yoluyla getirdiği yetenekler; bir taraftan da çevreden kazanılmış davranışlar sayesinde oluşturulur. Hatta doğuştan getirdiği yeteneklerin, içinde bulunduğu toplumun din, adet, gelenek ve göreneklerine göre şekillenerek karakter adıyla bir model gibi insan varlığında yuvalandığını söylemek daha tutarlı olur. İnsan varlığında yuvalanan bu model, ya yaşam için zorunlu görülen hırs, kıskançlık ve güvensizlik gibi özelliklen temsil eden bir model; ya da sabır, gözü tokluk, hoşgörü ve güven gibi özelliklerin yansıdığı bir modeldir. Demek oluyor ki karakteri çevre belirler ve bu karakter, insanın kişiliği ile kaynaşarak onda bir huy olur. Bu huy, aynı toplum üyelerinin genelinde kendini gösterir. Bir ailede, bir ulusta ya da bir ırkta ortak karakter özelliklerine rastlamamızın nedeni, birinin, diğerinde gördüğü davranışları benimsemesi ve kendisinde başkalanndakİne benzer özellikler geliştirmesi ve böylece onlardan aldığı özellikleri kendine mal etmesidir. Öyle davranış biçimleri vardır ki, yaşadığımız ortamda yetişen insanlar, o davranışları taklide mecbur kalırlar. Öğrenme tutkusu buna örnek teşkil edebilir.[794]
Bilindiği gibi kalp, hem kötülüklerin hem de iyiliklerin tasarlanıp yapılmasının karar verildiği mekan olarak kabul edilmiştir. Hadislerde bütün arzu, istek ve temennilerin kalpten doğduğu [795], kalp temiz tutulduğu zaman bütün bedenin temiz kalacağı [796], bilginin [797], sezginin, kavramanın [798], kin ve hasedin [799], huzurun [800], inkarın ve tasdikin; [801] merhamet ve sevginin[802], merkezinin kalp olduğu ifade edilmiştir. Peygamberimiz bu kalbin insana temiz olarak verildiğini, insanın onu sonradan kirlettiğini şu ifadelerle verir: “Kul, dince suç sayılan bir iş veya davranışta bulunduğu zaman o davranış o kişinin kalbinde siyah bir nokta, bir leke bırakır; eğer hatasından döner, tevbe ederse kalbi yine parlar. Tekrar suça döner ve onu tekrar tekrar işlerse o leke artar ve tümden kalbini kaplar.” Kur'ân'daki “Hayır onların kalpleri yaptıkları kötülükler ile pas tutmuştur” [803], “Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinin üzerinde de perde vardır” [804] Ayetlerinde anlatılmak istenen budur.[805]
Bu âyet ve hadis, bir davranışın huy haline gelmesinde alışkanlığın rolünü çok net bir şekilde açıklamaktadır. İyi ve kötü davranışlar, alışkanlık yoluyla içinden çıkılamaz ikinci bir huy haline gelirler. Zaten hayatın akışı, bu alışkanlıkların kazanılmasından ibarettir. İnsan istek ve arzularının, ilk yaratılışta olmasa bile davranışlardaki payı büyüktür.[806]
Yaşama bakış biçimi, gelenekler, iyi veya kötü örnekler el ele vererek iyi veya kötü davranışların, kişilerde karakter haline gelmesini sağlar. Bir ailede birden fazla suça yönelik kişiye rastlanması veya bunun aksine o ailede saygınlık eğilimli kişilerin oluşması hep bu alışkanlıkların sonucudur. Böylece her kuşak atalarından bir şeyler öğrenir ve en zorlu zamanlarda bile bu öğrendiklerine bağlı kalırlar.[807]
Karakter oluşumunda, saygınlık eğilimi ve üstünlük amacı, önemli bir etkendir. Bir aile veya toplumda saygınlığı elinde bulunduran kişiler, saygınlık peşinde koşan bir çocuğu veya herhangi bir şahsı kendilerine çekerler. Böylece birey bunlara özenir ve aynı saygınlığı kazanma yoluna girmeye çalışır. Ancak üstünlük amacı, toplumsal baskının altında seyrettiği için gizlilik içinde gelişir. Bu amaç bazen de dostluk maskesi altında saklanabilir. Ancak insanlar birbirlerini çok iyi bir şekilde tanıyabilse üstünlük duygusu dal budak salıp büyüyemez.[808]
İnsanlar, hiç kimse başkalarının amaçları için araç yapılmadığı zaman eşit sayılırlar. [809] Zeki insanlar dinleyici olanlardır. Bunlar düşünce üretici değil alıcıdırlar. Bir toplum içinde bireyler, kişisel karakter açısından farklıdırlar. Karakteri eşit iki kişi bile bulunamayacağı söylenebilir. Ancak en ince ayırımları dikkate almayacak olursak çeşitli birey gruplarını kabaca temsil eden beili karakter tipleri oluşturulabilir. Bu tipler, alıcı, sömürücü, istif çi, tüketici, üretici karakter örnekleridir. Bilindiği gibi alıcı, hiçbir şey üretemeyeceği duygusuna kapılıp her şeyi dışarıda arayan; sömürücü, bazı şeyleri zor kullanarak veya hilekarlıkla elde eden; istifçi, bir malı ileride bulunamayacağı endişesiyle stok eden; tüketici, bitiren, mahveden; üretici de, toplumun varlığı ve gelişmesi için gerekli nesneleri sağlayan tiplerdir. Ancak insan tipleri bunlarla sınırlandırılamayacağı için biz burada önemli iki tipe de dikkat çekmekle yetineceğiz. Bunlardan biri, bireysel (estetik) tip; diğeri de sosyal tiptir. Bireysellik, bireysel tipin doğasının bir parçası olduğu için o, toplumsal ilişkilerde benmerkezciliğe ve kendisini fazlasıyla önemsemeye eyilimlidir. Bu bakımdan her yer ve zamanda kendisini ön plana çıkarır. Onun ayırt edici özelliği, budur. Sosyal tip ise, hayatta kendisiyle değil, başkalarıyla ve başkalarında yaşayan tiptir. Ruhun aslî dürtüsüne ve dolayımsız hayat yönelimine sevgi ve sempati davranışı hakim olduğu durumlarda sosyal tip ortaya çıkmaya başlar. Bunun temelini de başkalarına yönelik ilgi teşkil eder ki, biz bu tür ilgiyi hayvanî düzeyde bile görebiliriz.[810]
Belli bir toplum içinde ulusların; toplulukların veya sınıfların kendilerine has bir yapısı olduğu gösterilebilirce, karakter sorunu bireyin de ötesinde büyük bir önem kazanır. Bir toplum için tipik olan bu karaktere, toplumsal karakter adı verilebilir. Toplumsal karakter, insansal gücün içinde yönlendirildiği bir türe ilişkin şekli temsil eder. Buradan, belli bir toplumda insanların çoğunun güçleri aynı yönde yönlendirildiğinde dürtülerin eşit olduğu ve ayrıca aynı fikir ve ülküleri alıcı oldukları sonucu çıkar. [811] Buna göre toplumsal karakter, belli bir kültürdeki insanların çoğunda bulunacak karakter özelliklerini ifade için kullanılır. Bütün toplumlar, bazı nesnel şartların zorunlu kıldığı belli biçimlerde yapısallaşır ve iş görür. Böylece her toplum, kendi özel yapısının çerçevesi içinde iş görerek var olabilir. Bir toplumun içindeki çeşitli sınıf veya gruplar, toplumsal dizgenin gerektirdiği anlamda iş görebilecek tarzda davranmak zorundadırlar. Toplumsal karakter, toplumdaki üyeleri, eylemde bulunmaları gerektiği şekilde eylemde bulunmayı isteyen ve aynı zamanda onları kültürün gereklerine uygun eylemde bulunmaktan haz duyan kişiler olarak biçimlendirir.[812]
Çocukların karakteri ise, hem anne-babaların onlara temel çizgilerini ilettikleri toplumsal karakter, hem de bir kültürde geçerli olan çocuk eğitimi yöntemleri doğrultusunda oluşur. Buna göre karakter, kişisel özellik (kalıtım)lerle içinde yaşanılan çevrenin değer yargılarından oluşur. Karakter denilince de genellikle toplumda iyi, güzel, doğru ve olumlu davranış biçimi anlaşılır. [813] Bunların aksi de karaktersizlikle nitelenir.
Alfred Adler'e göre karakter özellikleri, ne verasetle geçen günlerin ifadesidirler ne de doğuştan gelen birtakım yatkınlıklardır. Onları, özel bir beden yapısını veya bünyeyi yaratabilmek amacı ile kazanılmış özellikler olarak görmek lazımdır.[814] Örneğin bir çocuk tembel olarak doğmaz. Hırs, haset, güvensizlik gibi karakter özellikleri, kişiliğin ayrılmaz bir parçası olduğunu kabul etsek bile bunların verasetle geçtiğine ve değişmez olduğuna inanılamaz. Bunlar hayatın erken yıllarında kazanılmış olan birtakım özelliklerdir.[815]
Bilimsel araştırmaların sonucuna bakıldığı zaman her türlü davranışın normal gelişiminde hem kalıtımın hem de çevrenin etkisi olduğu görülür. [816] Adler'in, karakteri tamamen sonradan kazanılan bir özellik olarak göstermesi, kalıtım yoluyla gelen yeteneklerin ortam ve çevresini bulmadan ortaya çıkamayacağını ifade etmek istemesinden olabilir.
Sonuç olarak şunu ifade edelim ki karakter özelliklerinin, bireyin hayat tarzının ve davranış kalıbının dış görünüşünden ibaret olması; bireyin, çevresine, başka insanlara, içinde yaşadığı topluma ve hayatın gereklerine karşı takındığı tutumu anlamamızı mümkün kılmaktadır.[817]
Kişilik ile karıştırılan kavramlardan biri de mizaçtır. Bu kelime, Arapça bir kelime olup “bir şeyle karıştırılmış başka bir şey” anlamına gelmektedir.
Birbiriyle kaynaşmış iki şeyden birine de mizaç denir. Aynı kökten gelen “mezzece” kipi, bir bitkinin yeşilken sarardığını ifade için de kullanılır. Arapların bir ahlak üzerinde kalmayan kişiye de “recülün mezzacun” demesi, ahlakî değişiklikten ötürü olabilir.[818] Bu kelime, bir deyim olarak da yakın anlamlı iki kelimenin kaynaşmasından meydana gelen bir sözcük olarak karışım, karıştırma, karışma, karıştırılma, kaynaşma, karmakarışık, su karıştırıp yoğurmak, kıvama getirmek gibi değişik anlamlarda kullanılmıştır.[819]
Günümüzde mizaç, bir insanın duygusal ve dinamik hayatının özelliklerinin tümü olarak kabul edilmektedir. Buna göre mizaç da, karakter gibi insan kişiliğinin bir yanını oluşturan; başka bir ifade ile kişiliğin kalıtım ile ilgili özelliklerini temsil eden; çabuk kızmak, sıkılmak, neşelenmek gibi bireyiere göre değişen görünümlerdir.[820]
Bir insanın mizacı, yani davranış tarzları üzerinde vücut kimyasının büyük ölçüde etkisi vardır. Şöyle ki, ruh çökkünlüğü, huysuzluk, çabuk duygulanma, keyifsizlik gibi hallere, bez salgılarının (hormon) yol açtığı tespit edilmiştir. Hasta insanların huysuzluğu buna delil kabul edilmiştir. Beden kimyasının mizaç üzerinde etkin oluşuna dair görüş M.Ö. 4. yüzyılda Hipokrat tarafından ileri sürülmüş ve insan vücudundaki egemen sıvıya göre insanlar, “hafif kanlı” ve “asabi” şeklinde tasnife tâbi tutulmuşlardır.[821]
Bu görüşün günümüzde bilimsel bir değeri yok kabuî edilmişse de son yıllarda hormonların kişilik üzerindeki etkileri alanında yapılan araştırmalar; beden kimyasının kişiliği etkileyebileceği fikrinin pek de boş bir hipotez olmadığını göstermiştir. [822] Modern araştırmalar hipofiz, tiroid, adrenaller ve gonadlar gibi kanalsız bez salgılarının, beden yapısı ve davranışları üzerinde etkili olduğunu ortaya çıkarmıştır.[823]
Davranışlardaki farklılık, bu iç salgı bezlerinin farklılığı ve farklı çevrelerdeki etkileşimlerden kaynaklanabildiği de ileri sürülmüştür. [824]
Benlik, kendi kişiliğimize ilişkin kanılarımız ve kendi kendimizi; “Ben neyim? Ben ne yapabilirim? Benim için neler değerlidir? Hayatta ne istiyorum?” gibi sorular karşılığındaki görüş tarzımızdan oluşur. Örneğin sevimsizim-sevimliyim; ben iyi resim yaparım, iyi konuşurum, başkalarına yardım etmeliyim, her şeyden önce kendimi düşünmeliyim, doktor, mühendis ve iyi bir ev reisi olmak gibi çeşitli emel ve idealler benliğin bir yanını oluşturmaktadır. Şu halde benlik, kişinin kendi gözüyle kendini görmesi ve değerlendirmesidir. Kişiliğin öznel yüzüne benlik bilinci denir. Bu bilinç sürekli olmayıp, birey kendisini düşündüğü zaman ortaya çıkar. Bireyin, başka insanlarla olan münasebetlerini, baba, evlat, karı, koca ve vatandaş olma niteliklerini ve diğer insanlar nazarında ne olduğunu düşünmesine ise toplumsal benlik denir.[825]
Psikologlar, benliği, kişiliği etkileyen önemli bir faktör olarak incelemeye koyulmuşlardır. Zira bir insanın kendisini ve çevresini algılayış tarzının, onun genel tutumunu ve davranışlarını büyük ölçüde etkilediği dikkati çekmiştir.
Demek oluyor ki benlik, bireyin yetenekleri, özellikleri, değer yargıları, ideal ve isteklerine ilişkin kanaatlerinin bütünüdür. [826] Bazı psikologlara göre bir şarta bağlanmayip sevgi içinde büyüyen şahısların kuvvetli ve olumlu benlik nitelikleri geliştireceğine inanırlar. Şarta bağlı sevgi ise, olumsuz benlik bilinci gelişmesine neden olur. Benlik bilinci ile davranış arasındaki çelişki, kaygıya ve olumsuzluğa yol açabilir. Birey, benlik bilinci ile davranış arasındaki çelişkiyi görerek davranışını gerçekçi bir yöne yönlendirdiği zaman sağlıklı hareket etme imkanını elde etmiş olur ki ruh sağlığı açısından bu çok önemlidir. Buna göre benlik, içimizde kendimizi gözetleyen, yargılayan, değerlendiren ve iç huzurunu temin eden bir özelliğe sahiptir. Benlik bilincinin meydana gelmesinde en etkin olay, çocuğun, benliği ahlak edinen bir aile içinde büyümesi, çevresinde bu niteliği taşıyan insanlarla oturup kalkması ve onun başkalarıyla ilgili görüşlerini, kendi duygu ve düşünceleriyle karşılaştırıp sentezler yapmasıdır.[827]
Duygu, düşünce ve davranışların insanda bütünleşmiş şekline ad olan kişilik, karakter, mizaç ve benlik hakkındaki bu açıklamalardan sonra kişilik, karakter, mizaç ve benliğin dış dünyaya yansımasını sağlayan ve duygu ve düşünceleri yansıtması açısından sözlü dilden daha da önemli olan beden dili konusuna geçebiliriz.
Beden dili, şu ana kadar bütün detaylarıyla üzerinde durmağa çalıştığımız davranışların daha organize edilmiş şeklidir. Nasıl düşüncelerin dili kelimelerse, duyguların dili de bedenimizdir. Başka bir ifade ile bedene ait davranışların tamamıdır. Duygusal iletişimin %90'ı sözsüz olarak beden dili ile gerçekleştirildiği [828] için insanlarla kolay işbirliği yapmanın ve karşımızdakileri gerçek duygularıyla anlamanın yolu bu dilin iyi bilinmesine bağlıdır. Bu dil, hem söylediklerimizin gücünü artıracak hem de bize muhatabımızın içinde neler gizlediğinin ipuçlarını verecektir.
Bedenimizin ifadeleri olarak adlandırdığımız şeyler, aslında içsel yaşantılarımızda. Başka bir deyişle bedenimiz iç dünyamızın dilidir. Buna göre bedene ait her duruş, her hareket, her kaş-göz işareti, bakış biçimi, yüz ifadesi, oturma, kalkma ve yürüyüş şekli, ses tonu, birisine karşı önü ve arkayı çevirme davranışı gibi bedenle ilgili her türlü hareket, bir kimseye karşı duygu ve düşüncelerimizi ifade eder. Hatta giyim-kuşam, saç, sakal, her türlü makyaj; ağlama, gülme gibi eylemlerle insanlar başkalarına bir şeyler anlatmak isterler. Bütün bu sayılanlar bedenin, duyguları ifade eden dilidir.
Beden dilinin sözcükleri olan davranışları ve bu davranışların biçimlendiği sosyal çevreyi tanıyıp bu dilin tanımı ile ilgili bu kısa girişten sonra Kur'ân'da beden diline geçmeden önce bu dilin tarihinden başlayarak bu konuya biraz daha açıklık kazandırmada yarar vardır. [829]
Beden dilinin tarihi insanın yaratılışı ile başlar. [830] Ancak bu dilin, yazı dilinde araç olarak kullanımı ise daha sonra gerçekleştirilmiştir. Beden dilinin tarihi kadar onun hangi kaynaktan beslendiği de önemli olduğu için söze buradan başlayalım. [831]
Beden diline ait davranışlar, iki farklı kaynaktan gelir. Bunlardan birincisi, kalıtım yoluyla gelen bedendeki hoşlanma, sevinç duyma, acı, üzüntü ve doyumu ifade eden bedensel işaretlerdir. İkincisi ise çevreden ve kültürden beslenen sinyallerdir. [832] Kültür ve çevreye bağlı olan bedensel sinyaller, çoğu zaman evrenselliğini kaybederek bulundukları çevre ve kültüre bağımlı olarak kalırlar. Bu sinyalleri okuyabilmek, o çevrenin kültürünü öğrenmekle yakından ilgilidir.[833]
İletişim kurduğumuz kişilerle kültürümüzdeki ortak özellikler ne kadar fazla ise beden dilimizi anlamak o kadar kolaylaşır.
Her toplumda farklı biçimde anlamlandırılan jest, mimik ve insan davranışları, iletişimde büyük bir yer işgal eder. Onun için bu dili öğrenmeden “toplumsallaşma” mümkün olamaz. Toplumsallaşma süreci olmadan, toplumların tutarlı bir biçimde yaşamlarını sürdürmeleri beklenemez.[834]
Bireylerin iletişimi kolay olduğu kadar da zordur. Zira iletişim, konuşan ve dinleyenin güdü, algı, eğilim ve tutumlarından oluşan insan davranışının karmaşık bir şeklidir. Şahıslar daima uyarıcılar alırlar ve anlam vermek için söylenenlere kod açarlar. Konuşmacı, tutum, algı ve düşüncelerini, sözcüklere ve ses dalgalarına dönüştürüp, bunları bedensel hareketlerle destekleyerek bir girdi oluşturur. Dinleyici de, sözel ifade ve sözel olmayan davranışlarla bu girdiye tepki gösterir. Böylece iletişim sağlanmış olur.[835]
Bireysel davranış, onun kültürel durum ve öğelerini göz önünde bulundurmadan anlaşılamaz.[836] Zira kültür, toplumdaki insanların toplam olarak paylaşılmış yaşam biçimleridir. Onların duygu, düşünce ve hareketlerinden oluşan kalıplarıdır. Buna göre kültür, insan davranışlarının öğrenilen kısmıdır. Bu tanım, kültürel davranışı, doğuştan gelen içgüdülerden yahut diğer kalıtımsal özelliklerden ayırır.[837]
Beden dili ile ilgili bu kısa girişten sonra beden dilinin iki kaynağı olan “kalıtım” ve “kültür”e bağlı olan davranışları biraz daha açarak örneklendirelim. [838]
Tepki yetenekleri, insan bedeninde yaratılıştan mevcuttur. Beden hoşa giden bir hareket karşısında sevinç; nefret edilen bir şey karşısında da tiksinti işaretleri verir. Bu işaretler, bedenin ihtiyaçlarından kaynaklanır. [839] Organizmanın ihtiyacını gidermek için belli bir yönde etkinlik göstermesi eğilimine güdü denir. [840] İşte bu güdüler, organizmayı uyarır ve faaliyete geçirir. Böylece organizmanın davranışını belirli bir amaca doğru yöneltmiş olur. İnsanların davranışlarının temelinde güdülerin yattığı da söylenebilir.[841]
Açlık, susuzluk, korku, sevinç ve kızgınlık durumlarını sergileyen gerek kulağa ve gerekse göze hitab eden tabiî ifadelerde insanlarla hayvanlar ortaktır. Kedi, köpek ve maymun gibi hayvanlar üzerinde yapılan deneylerde bu açıkça görülmüştür.[842]
Organizma, doğanın yaşam koşulları karşısında hayatiyetini ve bütünlüğünü bedensel anlatımlara yansıtarak korumaya yönelmiştir. Bu anlatımlar, gülmek, ağlamak, yüz hatlarının genişlemesi, gözlerin büyüyüp küçülmesi, yüzün kızarması, vücudun titremesi, korku, sevinç, hüzün, nefret, mutluluk, şiddet ve gerginlik anlarında isteğe bağlı olmadan ortaya çıkan jestlerdir. Bu jestlerin bazısı göze, bazısı kulağa hitap eder. [843] Kızgınlık, hüzün, korku, hayret, öğrenme, mutluluk, nefret, şiddet ve gerginlik gibi temel heyecanlar karşısında oluşan tepki mesajları her ırk ve coğrafyaya mensup insanda aynıdır. Temel duygu ve heyecanları yansıtan bu jestlerin kültürden kültüre değişmediği kanaati hakimdir. [844] Bu duyguların insan bedenini ve onun ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik olduğunu yukarıda ifade etmiştik. Bütün bilim adamları bu hususta ittifak ettikleri halde bu duyuların kim tarafından var edildiği hususu üzerinde yeterince durmazlar. Bazıları da bütün bunları tesadüfe bağlar.
Gerek sözlü gerekse beden dili ile istek, duygu ve ihtiyaçlarını ifade eden bireyler de, kendilerindeki doğuştan gelen bu gizil ifade gücünün nereden kaynaklandığı üzerinde düşünmezler.
Bilim alanında da bu husus, problem olma özelliğini sürdürürken; Kur'ân, insana beyanı, yani içindekilerini açıklamayı öğretenin [845] ve her şeye amacına uygun biçimini verip sonra da onlara yol gösterenin; yani onları amaçlarını gerçekleştirmeye yöneltenin [846]; böylece bütün bireylere eşyayı algılama ve onlara tepki gösterme yeteneğini verenin Allah olduğunu ifade eder. [847]
Bir toplumun yaşam biçimine veya bir başka ifade ile insan davranışının öğrenilen kısmına kültür denir. [848] Herhangi bir toplumdaki insanların paylaştıkları yaşam biçimlerine, yani onların duygu, düşünce ve hareketlerinden oluşan kalıplara “özel kültür” denmesi bundandır. Kültür, insanın meydana getirdiği her şeydir. Onun için kültürü insan, insanı da kültür var eder. Bu da, kültürleşme sayesinde gerçekleşir. Kültürleşme ise, bireyin kendi kültürünü oluşturan düşünce, eylem ve duygu biçimlerini özümsemesidir.[849]
Kültür, insan davranışının öğrenilen kısmı olduğu için buna “toplumsal kalıtım” adı verilir. Bu kalıtım, kuşaktan kuşağa aktarılarak toplumdaki bireylerin bununla kişiliklerini oluşturmaları sağlanır. Davranış, bir toplumun üyelerince kabul edildiği ve devam ettiği zaman o (davranış), kültürün bir parçası haline gelir.[850]
Kızgınlık, hüzün, korku, hayret, iğrenme, mutluluk, şiddet ve gerginlik gibi temel heyecanlar dışında her toplumun kendi kültürlerine özgü geliştirdikleri bazı davranış biçimleri vardır ki bir başka toplum tarafından bunların kısa sürede anlaşılması ve benimsenmesi kolay görülmemektedir. Zira başka topluma ait olan geleneksel kültür, ödünç alınarak yaşanamaz. Zaten kültürden oluşan değerler sistemini yitirme, kimlik bunalımına yol açabildiği gibi insanı rencide edecek yanlış anlamalara da götürebilir. Örneğin yakınlarının ölmesinden kaynaklanan hüznü, birçok toplum yüzlerini dökerek; Japonlar ise gülümseyerek ifade ederler. Bu geleneği bilmeden onların gerçek duygularını anlamak imkansızdır. Buna bir başka örnek olarak Türklerin birisine saygıyı yere, Amerikalıların ise, gözün içine bakarak ifade etmesini verebiliriz.[851]
Kültüre bağlı olarak geliştirilen baş, göz, kaş, el, kol ve ayak (vs) hareketlerinden ibaret olan jestler, insan iradesine bağlı olarak gerçekleştirilen jestlerdir. Bunlar, bedenin, bir duyguya veya bir konuya arıklık kazandırmak [852]; ya da insanların istekleri doğrultusundaki anlamları dile getirmek için kullandıkları jestlerin tamamını içine alır. İsteğe bağlı olan bu jestlerin bazısı göze, bazısı da kulağa hitap eder. Bu jestler, yerine göre sözlü dile yardımcı olur, yerine göre de onun yerine geçen bedensel yardımcı işaretlerdir.
Sağır ve dil bilmeyen insanlarla anlaşabilmek için yapılan beden hareketlerini; bazı toplumiarda ibadet sayılan sükut orucunu, konuşmaları bozuk olanların ifadelerini tamamlamak için yaptıkları hareketleri; konuşmaların daha etkili ve daha anlaşılır olabilmesi için yapılan el, kol, baş, göz, kaş ve beden hareketlerini; kabul, ret ve hoş karşılamayı ifade eden baş sallama, parmak dikme ve dudakların uzatılması gibi eylemleri; susmayı işaret eden parmakların, dudak üzerine konulması hareketini; sırt çevirme, omuz silkme, kafa sallama gibi bütün bedensel hareketleri, göze hitap eden bedensel işaretlere örnek gösterebiliriz. [853] Yüz ifadeleri, bedenlerimizin duruşu da bunlara dahildir. Kulağa hitab eden jestlere gelince onlar da, konuşma tarzları ve ses tonlarıdır. Bunların hepsi, bir kimseye karşı nasıl duygu içinde olduğumuzu ifade ederler. [854] Duygulan ifadede bedensel işaretler, sözlü dilden çok daha etkili olduğuna şahit oluyoruz. Şairin:
Bir bakış bir bakışa neler anlatır
Bir bakış bir bakışı saatlerce ağlatır
Beyti buna güzel bir örnektir.[855]
Kulağa hitap eden isteğe bağlı jestlere, kelime olarak kabul edilen Ah! Of! Oh! Hmm!' gibi ünlemleri de katabiliriz. Örneğin bunlardan anlamlı ve vurgulu ifade edilen “îh!”, tiksintinin bedensel ifadesini temsil eder ve diğer anlamlı kelimelerden daha çok etki bırakır. Jestle-nn sözcükle ifadesini Kur'an'da da buluyoruz: “Öf” bunlardandır. Bu kelime, hoşnutsuzluk, sıkıntı ya da tiksinti hallerinde sarfedilen bir ünlem ve çıkarılan bir sestir. Bu sesi çıkaran birisinin, sıkıldığı ve hoşnutsuzluğu anlaşılır. Bu “ses” Kur'ân'da üç yerde bu anlamda kullanılmıştır.[856]
Toplumlara ait bu gibi davranışların biçimlenmesinde bireyin, içinde doğup, büyüyüp, yaşadığı toplumun gelenek, görenek ve alışkanlıkları kısacası kültürü önemli rol oynar. Her topluma ait kültür, o toplumda belirli türden davranışları, istenen, uygun ve beğenilen olarak överek onların yerleşmelerini sağlar. Bazılarını da yerer, aşağılar ve zamanla onları söndürür.[857] Dolayısıyla toplum, bu yerilen davranışlardan da uzaklaşır.
Her toplumun kültürü, o toplumun insanlarını, belirli bir sosyal değerler sistemi içinde ya ödüllendirir ya da cezalandırır. Böylece beili değerleri koruyan bir toplum düzeni kurulmuş olur.[858]
İnsanlar arası iletişimde kültür önemli bir faktördür. Bu bakımdan davranışlarla anlaşma oranını, kültürdeki ortaklığın derecesi belirler.[859]
Toplumsal-kültürel uzlaşıma dayanmayan doğal işaretler, “anlam ve kullanım kavramı” dışında tutulur. Örneğin Çince cümleleri nasıl anlatmıyorsak; Çinlilerin el-kol ve bakış işaretlerini de anlayamayız. Zira jestler de, sözler gibi uzlaşıma dayalıdır. [860] Onun için çevreden uzaklaşıp, kültürel farkların arttığı bir başka ortama girildiği zaman, o ortamdaki insanların jestlerini anlamak zorlaşır. İşte ortak kültür burada anlam kazanır. Geçmişe ait kültürden kopamamanın nedeni de, budur. Kültürlerinde ani değişiklikler yapan toplumların son derece bocaladıkları ve birbirlerinin duygu ve düşüncelerini anlamada çok zorluk çektikleri; hatta geçmiş nesille yeni nesil arasında aşılmaz büyük uçurumların meydana geldiği gözlenmektedir. Şayet bir toplum kendi fertleri arasında beden diliyle iletişim sağlayamıyorsa sözlü dille iletişim kurarak uzlaşma sağlaması, fazla anlam taşımaz. Zira konuşulanların doğruluğutespit, belli oranda uzlaşıma dayalı el-kol, jest, mimik ve beden hareketlerinin, konuşulanlarla uyum sağladığını anlamakla mümkün olur [861] Şunu da unutmamak gerekir ki kişi, girdiği ortamda beden diliyle anlaşma sağlayamadığı ve ilişkide bulunduğu insanların duygu ve düşüncelerini onların hareketlerinden okuyup anlayamadığı sürece iç huzura kavuşamaz. İşte beden dilinin sözlü dilden farkı ve geçmişe ait kültürlerin önemi, burada yatmaktadır. Herhangi bir çevrede doğan çocuk, o çevreye ait hem sözlü dilin kelimelerini, hem beden diline malzeme olacak hareketleri, hem de bu ikisiyle ilgili ortak kültürü birlikte öğrenir. Kültür ve iletişimin birbirinden ayrılmazlığının nedeni burada yatar. Zaten -ister sözlü isterse sözsüz olsun- dili, onu konuşanların kültürel arka planından ve değerlerinden tamamen ayırmak imkansızdır.[862]
Burada bir başka sorun ortaya çıkıyor: O da, kültüre bağlı olan davranışlar üzerinde kalıtımın mı yoksa kültürün mü etkili olduğu hususudur. Bu konu da, enine boyuna tartışılmış; bazıları kalıtımın, bazıları kültürün, bazıları da her iki etmenin birlikte davranışların oluşumunda etken olduğu görüşünü benimseyerek gelişmenin, her an kalıtımla kültür etkileşiminden meydana geldiği tezini ileri sürmüşlerdir.[863]
Bir gelişme sürecinde sonradan oluşan davranış, çevredeki değişmeler tarafından etkileniyorsa, kültürün; aksi durumda da kalıtımın, o davranışı şekillendirmede önemli rol oynadığı söylenebilir. [864] Ancak davranışın başlangıcı genetik alt yapıya; görüldüğü biçimde ortaya çıkışı da kültüre dayanmaktadır. Bunu şöyle de ifade etmek mümkündür. Kalıtım (doğuştan donanım), davranış için gizli güç sağlamakta; kültür (edinilmiş donanım) de bu gizil gücün gerçekleşip gerçekleşemeyeceğini tayin etmektedir. [865] Demek oluyor ki davranışın normal gelişimini, kalıtım ile kültür birlikte etkilemektedir.
Kültüre bağlı olan jest ve davranışlar, beden dilinin ikinci kaynağını teşkil ederler. Farklı biçimde olan bu hareketler, her toplumda farklı biçimde anlamlandınlmışlardır. Toplumlar arası beden dilinin farklılığı da, buradan kaynaklanmaktadır.[866]
Bütün bunlara bakılırsa, şu sonuca varılır: Beden davranış veya hareketleri, ya doğuştan getirilir ya da sonradan eğitim yoluyla öğrenilir. Korku, heyecan, neşe ve istekle ilgili refleksel hareketler doğuştan getirildiği halde sonradan kazanılmış davranışlar; jest ve mimikler, millî ve etnik özellikli işaretler, evet-hayır anlamı taşıyanlar, selamlaşmayı ifade edenler, farkına varmadan insanlar arasında bedenimizle koyduğumuz mesafeler, mevki ve statü ile ilgili olanlar, savunma ve kavga işaretleri, boyun eğme ifadeleri, gözlerle ifade edilen niyet belirtileri, tehditçi ve müstehcen beden hareketleri, saç-sakal tıraşı ve giysilerle anlatılanlar, kültüre bağlı işaretlerdir.[867]
Beden dilinin kaynağı kadar onun tarihi gelişimi ve nasıl oluştuğu hususu da önemli olduğu için şimdi bu konudan bahsedelim. [868]
Bilim dünyasında dilin, ne zaman ve nasıl başladığına dair bize aktarılan biigüer, varsayımdan ibarettir. Ancak insanlar, baştan itibaren tek tek bireyler halinde değil de, daha ilk bakışta diğer bütün canlı topluluklardan ayrı bir topluluk birliği içinde karşımıza çıkmaktadır. [869] Bu topluluk, konuşmak ve aniamak yeteneğinin ilk şartıdır.
Kur'ân'ın ifadesinde ilk insanın Adem (as) oluşu [870], ondan da eşi Havva'nın yaratılarak birbirleriyle ünsiyet sağlamaları [871] ve böylece iki eşin birlikteliği bu insan topluluğunun nüvesini teşkil etmektedir.
Adem'e dilin Allah tarafından öğretilişinin bildirilmesi [872] de, dil konusundaki muammayı çözebilir. E. B. Condillac'ın ifade ettiği gibi dili, insanlara Allah Teâlâ öğretmişse de, bu dil kısırdı. [873] Daha sonra bu dil, insanda doğuştan bulunan dil yeteneği [874]' üzerine yavaş yavaş geliştirildiğinde görüş birliği vardır. [875] Zira bir annenin, bebeği ile ruhsal hareketler taşıyan ilişkisi düşünüldüğü zaman kullanılması ve anlaşılması açısından beden diline ait sinyallerin bile doğuştan var olduğu hissedilir.[876]
Kur'ân'a göre sözlü dil gibi, beden dili de Allah tarafından öğretilmiştir. Bu, insana algılama ve tepki gösterme yeteneğinin verilmesi anlamını taşır.[877]
Beden dilinin insanlar arasında ilk anlaşma aracı olduğu ileri sürülür. [878] Bunun böyle olduğuna dair kesin bir bilgiye sahip değiliz. Ancak yeni doğan bir çocuğun annesiyle kurduğu ilişkinin beden diliyle oluşu, bu kanaati güçlendirdiği söylenir. Beden dilinin de sözlü dil gibi insanın yaratılışı ile birlikte başladığında ve tarihin başlangıcından beri insanların, duygularını, düşüncelerini, isteklerini, ihtiyaçlarını ve ruhî zenginliklerini bedenlerinin dili aracılığı ile paylaşmış olduklarında şüphe yoktur. Bu bakımdan iletişim alanında beden dilinin farklı bir yeri ve önemi vardır. Varlığımızın dünyaya açılışının beden diliyle mümkün oluşu; kendimizi, çevremizi ve başkalarını bedenimizle algılayabilmekte oluşumuz, onun önemini bir kat daha artırmaktadır.
İnsan bedeninin gerek tabiî gerekse kültüre bağlı olarak geliştirdiği davranışlarla vermiş olduğu mesajlar, insanlık tarihinin başlangıcından beri insanlarla anlaşma ve duygulan paylaşmada en temel araçlardan biri olma özelliğini sürdürmüştür.
Kalıtım yoluyla gelen davranışların evrensel oluşu, onlar üzerinde fazla bir söz söyleme imkanından bizi yoksun bırakmaktadır. Ancak kültüre bağlı olarak geliştirilen davranışların, tarihî süreçte oluşumu üzerinde bir şeyler söylenebilir. [879]
İnsanlar, hatta hayvanlar bile, ta tarihin başlangıcından beri anlaşabilmeleri ve duygularını paylaşabilmeleri için kalıtım yoluyla gelen sinyalleri kullanmışlardır. İnsanlar, hayvanlardan farklı olarak duygu ve düşüncelerini paylaşabilmek ve zorlukları aşabilmek için; anlaşabilme yoluyla birbirlerine yardım sağlayarak bu kalıtım yoluyla geîen sinyallere bir de yine kalıtımdan kaynaklanan yetenekler üzere kültüre bağlı olarak geliştirdikleri sinyalleri ilave etmişlerdir. Bu sinyaller, öncelikle duygusal yaşamımızla ilgili mimik [880] ve düşünceye dayanan eylemleri ifade eden jest [881] içerikli davranışlardır. [882] El yordamı ve beden hareketleriyle bir duyguyu ortaya koymayı başaran insan, bu davranışını yaratılışındaki yeteneğe ve bu yeteneği yaratana borçludur. Zira “Hepimiz hem verasetin hem de çevrenin mahsulüyüz. Genler olmadıkça gelişmemiz imkansızdır.”[883]
Başkaları size, siz de başkalarına tepkide bulunursunuz. Görünüş, davranış, konuşma ve görüşmeler esnasında ifade edilen kanaatler ve takınılan tavırlar, bu tepkilerin göstergesidir.[884] Kökleşmiş sosyal davranışlar, birçok insanın görgü ve yaşayışını ifade etmesi bakımından yaptırımlara sahiptir. Topluluğa ayak uydurarak ona uyum sağlamak, birçokları için hem güvenlik duygusu sağlar, hem de güven telkin eden bir “gruba mensubiyet duygusu” verir. [885] Bu bakımdan sıcak bir davranış, rahatlatıcı bir duygu İken; soğuk bir davranış da, aksine ürkütücüdür. İnsanoğlu toplumun değer yargılarını da dikkate alıp kendi aralarında anlaşmayı sağlayacak ve birbirlerinin duygularını anlayabilecek davranışlar geliştirerek anlaşabilecekleri bir beden dili oluşturmuşlardır. [886] Buna göre hayatî faaliyetlerimizin dış görünüşü olan jest, mimik, davranış ve hareketler, tekrarlana tekrarlana sabit ve bütün insanlar arasında müşterek bir tavrın ve dolayısıyla beden dilinin kelimeleri haline gelmiştir. Grameri ve lügati olmamasına rağmen herkes bu kelimeleri kolaylıkla anlar.[887]
Gerek söziü di! gerekse beden dili, yaşamın bütün alanlarında; günlük yaşamın en yakın olaylarında, görenek ve törelerde, inançlarda ortaya çıkar.[888]
Tavır ve davranışlar, bazı gruplar, hatta şahıslar arasında özelleşir. Örneğin muhtelif dinlerde ve tarikatlarda birtakım hareketler bir yabancının anlamayacağı anlamlar ifade ederler. İklim şartları ve medeniyet tarzları da bazı hareketlere özel manalar verdirir. Böylece bütün insanlar arasında müşterek olan beden diline yapmacık ve varsayımlı jest ve mimikler de karışmış olur. [889] Davranışlar, günlük ihtiyaçlar dışında bir terkibe girerek raks denilen sanatı vücuda getirmiştir. [890] Böylece insanlar, bedenlerinin yeteneğini kullanarak sözcükler gibi jest, mimik ve çeşitli bedensel hareketlerini de kavramiaştırarak onlara anlamlar yükleyip bir dil olarak kullanmışlardır.
Kelimeler gibi hareketler de, ilgili olduğu toplumun özel bir zihnî tutumunu yapısında barındırır. Kişiler birbirlerini nasıl algıladıklarını, sürekli olarak sözsüz mesaj niteliğini taşıyan hareket ve davranışlar aracılığıyla belirtirler. Fakat bu iradeye bağlı hareket ve davranışlarla verilen mesajlar, kültürden kültüre, bir ortamdan başka bir ortama göre değişiklikler arz eder. Hatta kişilerin yaşına, cinsiyetine, mevkiine ve içinde bulunduğu sosyal ortama uygun olarak değişik el-kol ve beden hareketleri geliştirilir. Böylece hareket ve tavırlar, günlük ihtiyaçları ifade etmeyi aşarak, günlük hayatta, raksta, tiyatroda, dinde, edeb ve nezakette vasıta olarak kullanıldığı için kendisine sadece dil değil, edebî dil gözüyle de bakılabilir. Hatta bu folklorik dil, ses ve yazı dilinden daha etkili kabul edilir.”[891]
Beden dili, anadiline paralel olarak bir yabancı dil gibi çocukluktan itibaren farkında olunmadan öğrenilmeye başlanır.
Bir çocuğun gelişimi izlenildiği zaman onun doğal beden dilinin, ailesine uygun bir hale dönüşümü ve çevre beden diline uyumu görülebilir. Ancak anne-baba ve kardeşlerin özelliklerine ve çevre şartlarına paralel olarak bu beden dili, kendi içinde bazı farklılıklarla gerçekleşir. [892] Çocukların genetik yapıya bağlı olarak farklı mizaç yapılarıyla doğdukları kabul edilmektedir. Bu biyolojik bir süreçtir. [893] Türün içinde yer alan kalıtımsal değişiklikler, bireyler arası farklılıklara yol açmaktadır. [894] Aralarındaki farklılığın bir kısmı da, çevrenin farklı olmasına atfedilir. [895] Bu demektir ki her ne kadar bütün çocuklar ortak gelişim dönemlerinden geçiyorlarsa da, biyolojik, psikolojik ve toplumsal şartlardaki farklılıkların sonucu olarak onlar tamamen farklı yönlerde büyümektedirler. Somut biçimi içinde her bireysel yaşam akışı, tektir.[896] Ancak çocuk, çocukluktan geçerek sorumluluk başlangıcına doğru büyüyüp, biyolojik ve psikolojik açıdan anneden ayrılarak “ben” ve ben olmayan arasındaki ilk ayrımı gerçekleştirip yetişkinliğe geçerken [897] sosyal yaşamı ve sosyalleşmeyi çevresindeki büyüklere bakarak onların davranışlarından öğrenir. Zira nerede ne yapılacağını, hangi ortamda ne tür bir davranışın geçerli olduğunu, çevredeki kişilerin davranışı belirler.[898] Belli bir ortamda büyüyen çocuk, çevresinde görmüş olduğu tutkunlukları yani gönlünü vermiş olduğu davranışları, zamanla kendi öz benliğinin bir parçası yapar. Hayatı boyunca bu tutkunlukları gösterdiği gibi aynı tutkunlukları olan biriyle birlikteliğini sürdürmek ister. Zira kendini güçsüz hisseden kişi, her şart ve durumda bir taraftan çevresindekilerinin davranışlarını denetlemeye, bir taraftan da bu davranışlara uygun hareket etmeye özen göstererek emniyet ortamına girmeye çalışır.[899]
Çocukların yeni bir davranış öğrenmeleri istendiğinde, İşe azdan başlanarak ilerlenir. Ödüllendirmek için işin bitirilmesi beklenmez. İstenilen bu davranışa basamak olacak bütün tepkiler pekiştirilir.[900] Bir taraftan da davranışlar duygusal karışıklığa meydan vermeden tartışılarak çocuğa yön verilir. Çocuğu işin içine sokmak için de; o, desteklenir, övülür ve ödüllendirilir.[901]
Kişilik, bireyin kalıtımsal nitelikleri ve içinde bulunduğu sosyal çevrenin etkileşimiyle biçimlendiğine göre, toplumsal değişme sürecinin, kişilik özelliklerini de belirli oranlarda değiştirdiği ileri sürülmüştür.[902] Durum böyle olunca çocuk, bir yandan biyolojik bakımdan gelişirken, diğer yandan da toplumsallasın Yani içinde bulunduğu toplumun değer yargılarını, davranış, konuşma ve giyiniş biçimlerini benimseyerek o toplumun bir üyesi haline gelir. [903] Bir çocuğun ilk toplumsallaşma kaynağı, toplumun temel davranış biçimlerini öğreten ailesidir. Toplumsallaşma, öğretim ve taklit yoluyla öğrenilir.[904]
Çocuk, kendi çevresinde beden dilini geliştirdiği gibi gençler de yaşadıkları ortama göre kendi aralarında daha iyi anlaşabilecekleri bir beden dili geliştirirler. Bu dil, onların sözlü dilden daha iyi anlaşmalarını sağlar. Onların belirli norm ve kurallara göre geliştirdikleri beden dili ile ifade edilen birçok davranış, anne-baba ve öğretmen tarafından “çirkin davranış” olarak nitelendirilip şikayet konusu yapılabilir. Hatta bu, çoğu zaman gerginliğe ve kuşak çatışmalarına sebebiyet verebilir. Halbuki bu tür değerlendirmeler, onlara ait beden dilini bilmemeden ve yanlış yorumlamaktan kaynaklanır. Bu bakımdan gerek gençler gerekse çeşitli meslek grupları arasındaki beden dilinin doğru yorumlanması büyük önem taşır. [905]
Yukarıda beden dilinin insanlık tarihinin başlangıcından beri insanlarda anlaşma ve duyguları paylaşma aracı olduğunu ifade etmiştik. Bunun en büyük delili, Tevrat, İncil, Zebur ve Kur'ân'da ilahî mesajlar sunulurken, bedenin araç olarak kullanılması ve konuşmanın anlamsız olduğu yerde beden dilinin kullanıldığına dair örneklerin bulunmasıdır.
Bilindiği gibi yüzlerimizde görünür hale gelen hisler, konuştuğumuz veya iletişim içine girdiğimiz kişilere bizim ruhsal durumumuz hakkında bilgi verir ve onlarla iietişİmi devam ettirip ettirmeyeceğimizi, söyleneni dinleyip dinlemediğimizi, hatta söyleneni anlayıp anlamadığımızı anlatır. İletişim esnasında çoğunlukla sakin görünmek isteği ile yüzümüze; yani jest ve mimiklere hakim olmaya çalışırız. Ancak asabi bir ayak sallayışı, bizi ele verir. Zira ayaklarımız kafamızdan uzak olduğu için onları unuturuz. Böylece ayaklar, bedenimizin en gerçekçi organı olur ve yüz ifademiz neyi sinyal verirse versin ayaklarımızın bilinçsiz hareketi gerçek ruh halimizi ortaya koyar.[906]
Mimikler, bir mesaj karşısında duyularla ilgili ipuçları vererek mesaj sahibine, verdiği mesajın nasıl algılandığı konusunda bilgi verip onun durum değerlendirmesine imkan tanır. Kur'ân'da da ifade edildiği gibi birine hoşlanmadığı bir haber verilince yüzü simsiyah kesilirken [907], bir başkası, yapılması gereken önemli bir işe çağrıldığında ya sana baygınlık geçiren bir kimsenin bakışı gibi bakmağa [908] ya da tembel tembel kalkmaya başlar.[909] Çalışmamızın “Kur'ân'da Beden Dili” bölümünde Çizerinde genişçe ele alınacağı üzere Kur'ân'da bunun örnekleri çoktur.
İletişimde mimikler kadar jestler de önemlidir. Zira konuşmacı, jestlerle hem düşüncelerinin içeriğini daha iyi açıklar, hem de düşüncelerini destekler. Konuşurken veya birine emir verirken kişi jestlerle aktifleşir. “Gerçekten de yapılan deneyler sonucunda konuşarak açıklama yapan deneklere jest yapmaları yasaklandığında bunun kötü sonuçlar doğurduğu gözlenmiştir. “[910]
Hitap esnasında el-kol ve baş hareketleri veya daha değişik davranışlar, düşünce akışını veya bir planın hedefini resmeden hareketlerdir. Bu bakımdan jestlerin, kelimelerden daha fazla anlatım gücünün olduğu ileri sürülür. [911] Bu önemine binaen beden, yazı dilinde de duygu ve heyecanların ifadesinde araç olarak kullanılmıştır. İlk kullanıldığı metinler arasında Tevrat, İncil, Zebur ve Kur'ân metinlerini sayabiliriz. Tevrattan başlayarak bunları örneklendirmeye çalışalım. Tevrat'ta bu türlü konuşmanın örnekleri çoktur: “Uydurma peygamber, Suriyelilerin tam bozgununu haber vermek için demir borazanlarını sallayınca”, “Halkın gözü önünde bir çömleği parçalayınca”, “fırata bir kitap atınca” [912], “Allah'ın sandığı önünde boru çalıyorlardı.”[913] Ve “Allah'ın önünde bütün kuvvetleriyle oynadılar.”, “Sandığın üzerine elini uzatmıştı.”, “Davut'la ihtiyarlar, çul sarınmış olarak yüzüstü düştüler. “[914]
Tevrat'ta ifade edilen bu hareketler vasıtasıyla peygamberler halka Rabbin iradesini bildiriyor ve dolayısıyla bu işaretlerle O'nunla konuşmuş oluyorlardı.[915]
Tevrat'ta, “Kâin (Kabil) çok öfkelendi ve çehresini astı. Ve Rab Kain'e dedi:
“Niçin öfkelendin?” ve “Niçin çehreni astın?” [916] “Ve Rab, her kim onu bulursa, kendisini vurmasın diye Kain üzerine bir nişane koydu.” [917] Gibi ifadelerle beden hareketlerinin de anlamlandırıldığına rastlanır.
İncil'de de beden dilinin kullanıldığına dair metinlere rastlanır. Zekeriyya (as)'ın birkaç gün işaretin dışında konuşmaması, bunun örneklerindendir. İncil'e göre olay şöyle cereyan eder: Zekeriya (as) yaşlıdır; hanımı Elisabet ise hem yaşlıdır, hem de kısırdır. Dolayısıyla onların çocuğu yoktur. Zekeriya (as) Allah'tan çocuk ister. Cebrail, onun çocuğunun olacağına ve adının Yahya konulacağına dair müjde getirir. Müjdeyi alan Zekeriya (as) “Ben bunu nasıl bileyim? Çünkü ben yaşlı bir adamım, karım da çok yaşlıdır.” der. Cebrail, ona şunları söyler: “İşte dilin tutulacak ve bu şeyler oluncaya kadar söz söyleyemeyeceksin. Çünkü vaktinde yerine gelecek olan sözlerime inanmadın.”
Bundan sonrası İncil'de şöyle anlatılır: “Halk, Zekeriya'yı bekleşip duruyor ve mabette gecikmesine şaşıyorlardı. Zekeriya ise çıktığı zaman onlarla konuşamadı. Onlar da mabette bir rüyet gördüğünü anladılar ve Zekeriya onlara işaretler edip dilsiz kaldı... Ne ad konulmasını istersin, diye babasından işaretle sordular. O, bir levha istedi. “Adı Yahya'dır.” diye yazdı. Hepsi şaştılar. Onun ağzı hemen açıldı, dili çözüldü.”[918]
Olay, Kur'ân'da aynen anlatılır. Sözü uzatmamak için Kur'ân'ın sadece işaretle konuşma ile ilgili âyetlerini buraya alalım: “Zekeriya: Rabbim! (Oğlum olacağına dair) bana bir alamet göster, dedi. Allah buyurdu ki: Senin için alamet, insanlara, üç gün işaretten başka söz söyleyememendir.”[919] “Bunun üzerine Zekeriyya mabetten kavminin karşısına çıkarak onlara: “Sabah akşam tespihte bulunun” diye işaret etti.”[920]
Hareket dili, Yahudilerde konuşulan bir dildi. Peygamberlere ait bu dit, olayı kavrayamayanlar tarafından abes birtakım şeylermiş gibi değerlendirilmeye kalkışılmıştı. B. Wartburthan: “Bir hareketin abesliği, acayip olmasından ve hiçbir şey ifade etmemesinden ileri gelir. İmdi teemmül ve görenek, peygamberlerin hareketlerini akıllı ve uslu bir duruma getiriyordu. Bir hareketin taassuptu olması bakımından, bir adamın hiç de teamüle girmeyen birtakım şeyler yapmaktan ve olağanüstü bir dil kullanmaktan hoşlanmasını sağlayan bu zeka oyunu gösterilmiştir. Fakat böyle bir taassup, hareketlerin alelade hareketler olduğu, dolayısıyla da sözlerinin kendi ülkelerinin lehçesine uygun bulunduğu ayan beyan olunca artık peygamberlere atfedilemez.”[921] Sözleriyle bu değerlendirmeleri reddetmektedir.
Ünlü bilim adamı E. B. Condillac, bu hareketlerin bir dil olup; bu dilin sözlü dilden daha etkin olduğunu, eserlerin, bu dili, “dans dili” olarak adlandırdıklarını; dolayısıyla Davud (as)'ın, ahit tabutunun karşısında dans edişinin de bu dile ait bir davranış biçimi olduğunu ifade eder.[922] Bu dans dili, ruhun bazı durumlarını ve sevincini ifade etmek için kullanılmıştı.[923] Zebur'daki: “Raks ile onun ismine hamd etsinler; ona tef ve cenk terennüm etsinler. Çünkü Rab kendi kavminden razıdır.”[924] “Tef ve raks ile onu hamd edin; sazlar ve borular ile onu hamd edin...”[925] Cümleleri, Rabbin hoşnutluğu sonucu haz ve sevinci ifade etmek için dans dilinin kullanıldığına delil teşkil eder.
Tevrat, İncil ve Zebur'dan verilen bu örnekler, beden dilinin, bu kutsal metinlerde verilen mesajlara araç olarak kullanıldığını ve beden dilinin yazı dilinde ifadesini bulduğunu göstermektedir. Hareketler vasıtasıyla konuşmaların örnekleri sadece kutsal metinlerde değil, müşrik olan ilk çağ yazılı metinlerinde de görülür: “İlk kehanetler, Heraklit'in eski bir sözü olan: “Kahini, Delf'de bulunan kırat ne konuşsun ne de sussun, fakat işaretlerle meramını anlatsın” ifadesi, hareketlerle meram anlatmanın eskiden olağan bir tarz olduğuna kesin bir delil olarak ileri sürülmüştür.[926]
Kur'ân'a gelince o, beden dilini verdiği mesajlara araç olarak kullanmada çok daha ileri seviyededir. Beden dilinin yazı diline geçişine örnek olması bakımından birkaç örnek de Kur'ân'dan verelim.
Beden dilinin Kur'ân'da bir ifade biçimi olarak kullanıldığının en büyük delili, sözlü di! yerine geçen “işaret”; işaretle konuşmak için susmayı ifade eden “savm”; kaş, göz, dudaklar, baş ve ellerle işaret anlamına gelen “remz” kavramlarının Kur'ân'da aynı anlamda kullanılmasıdır.[927]
Çalışmamızın 3. bölümünde beden dilinin Kur'ân'da verilen mesajlara nasıl araç yapıldığı hususu üzerinde uzun uzun durulacaktır. Burada şu kadarını belirtelim ki Kur'ân, konuşmanın anlamsız olduğu yerde beden dilini önerir.[928] Bir mesaj karşısında olumsuz tavır takınan kimsenin, bu tavrını bedensel hareketlerle nasıl ortaya koyduğunu tasvir eder. [929] Kur'ân, ayrıca bir insanın, iyilik [930], istenmeyen bir olay [931] veya bir davranış [932] karşısında bedenin nasıl bir tavır sergilediğini verir. Bunlar dışında duyguların açıklanmasında beden dilini kullanır.[933] Beden dilinde büyük bir önemi haiz olan “anlatım jestini”[934] ve “sosyal jesti”[935] vermeği de ihmal etmez. [936] Böylece bildirişimdeki verimi artırıp, mesajlar karşısındaki sonuçlan belirleyerek tebliğciye muhatabı tanıma konusunda yeni yeni açılımlar sağlar.
Kur'ân'ın, Meryem ve Zekeriya kıssalarında görüldüğü gibi çocuğunun nereden olduğu konusunda kavminin sorgulamasında vereceği cevapta Meryem'e işaretle konuşmayı önermesi; eşinin yaşlılığı ve kısırlığına rağmen onun -çocuk doğuracağına alamet olsun diye- Zekeriya (as)'a işaretle konuşma dışında konuşamamasını mucize yapması yanında ilk insan Adem (as) daha hayatta iken iki oğlu arasında geçen öldürme ve cesedi gömme kıssası Kur'ân'da verilirken Allah tarafından bir karganın gönderilerek ölünün nasıl gömüleceğine dair bedensel tatbikatla bilgi verilmesi, beden dilinin, Kur'ân'da verilen mesaja araç kılındığına önemli bir delil teşkil eder. Olay şöyle anlatılır: “...Nihayet kardeşini öldürdü... Derken kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini göstermek öğretmek [937] için Allah, yeri eşeleyen bir karga gönderdi. (Katil kardeş) yazıklar olsun bana! Şu karga kadarda olamadım ki, kardeşimin cesedini gömeyim.”[938]
Bazı müfessirler ilk insan Adem (as) ve oğullarının Allah ile karşı karşıya ve onun gözetiminde yaşadıklarına bu kıssa ile işaret edildiğine ve ölü gömme işinin ilk insana bu şekilde öğretilmesini örnek göstererek insanların düşüncelerinin aşama aşama kemale erdirildiğine dikkat çekerler. [939] Hatta ölü gömme eyleminin kargadan kalma bir sünnet olduğunu [940], karganın bu işle görevlendirilmesinin çok önemli bir husus olarak algılanması gerektiğinit [941] ileri sürenler de vardır. Bir başka çalışmamızda da üzerinde durulduğu gibi beden dilinin sergilendiği hayvan dilini öğrenmenin hem gereği hem de imkanına dikkat çekildiği de söylenebilir. Kur'ân'daki Habil ve Kabil kıssasında bedensel bir dilin kullanılması, bu dilin, ilk insan Adem'den itibaren kullanıldığının bir başka delili de sayılabilir.
Kur'ân'da beden diline ait pek çok kavram vardır: “âyet” (alamet, işaret), “şe'air” (sembol, belge), “remz” (kaş, göz, dudak, baş ve el-kol hareketleri, işaret), “vahy” (işaret), “savm” (sükut etme), “eser” (iz), “alamât” (işaretler), “beyan” (söz ve işaretle açıklama) bunlardandır. Yeri geldiğinde bunlar üzerinde durulacaktır.
Kur'ân'da bu kavramlar dışında beden dilinin ifade aracı olan, baş, kaş, göz, alın, yanak, dudak, ağız, yüz, kulak, el-ayak, bacak ve omuz hareketleri; bakış tarzları, ses tonları, oturma, kalkma ve yürüme şekilleri gibi eylemler anlamlandırılarak mesajlara araç kılınmıştır.
17-18 Mayıs 2001 tarihinde 100. Yıl Üniversitesi İlahiyat Fakültesinin, Rektörlükle birlikte düzenlemiş olduğu “Kur'ân ve Dil -Dilbilim ve Hermenötik- Sempozyumu” sunuş konuşmasında da ifade ettiğimiz gibi “Kur'ân ta 7. asırda dil kavramını açık bir biçimde modern teknik terim “dil” manasıyla anlamış [942] ve peygamberlik görevini bu açık düşünce üzerine kurmuştur. [943] Böylece Kur'ân her milletin kendine özgü bir dili olduğu gerçeğini kabul ederek işe başlamış [944] ve peygamberlik görevi ile olan ilgisi [945] bakımından dile büyük önem vermiştir.”
“Kur'ân, dünya halkları, renkleri ve dillerinin farklılığına da dikkat çekerek [946], ortak bir dii olmadan anlaşılmayacağı [947] gerekçesiyle her peygamberin kendi milletinin diliyle gönderildiğine vurguda bulunmuştur.”[948]
“Kur'ân, bu tespitlerinin dışında mesajını sunarken, sözlü dili”[949], beden dilini [950], semiyolojinın konusu olan tabiat işaretlerini” [951] ve sembol dilini” [952] araç olarak kullanır.” [953] Ayrıca Kur'ân, 20 asırda farkına varılan “ellerin ve ayakların, duygularını açıklayacağı” [954] gerçeğini ta 7. asırda inmeye başladığı günlerde haber verir. [955] Böylece Kur'ân'ın 7. asırda kullandığı dil seviyesini bilim, 20 asırda yakalamaya başlar.
Kur'ân'ın bütün bunları yapışı, kendisinin “mübin” sıfatıyla nitelemesinden[956] kaynaklanmasındandır. “Mübin” sözcüğü, “beyn” kökünden ism-i faildir. Bu kelime, kök itibariyle hem ortaya çıkmak, açık seçik olmak, hem de “içte olan bir şeyi açıklamak, ortaya koymak” anlamına gelir. Açıklamak da, söz, yazı, eylem, işaret, hal ve tavır vs. ile olur.[957] Buna göre bu sözcük aslında bir taraftan “ne olduğu açık, kendini beyana kendisi kâfi olan”; bir taraftan da beyan edici, ortaya koyucu, ayırt edici ve maksadını yerine göre ve dilediği gibi anlatan [958] anlamlarını ifade eder.
Kur'ân, kendi ifadesiyle Allah'tan indirilen her şey insanlara açıklansın diye indirilmiş [959] bir kitaptır. Bu kitabın maksadı, getirdiği ilahî mesajı bütün ayrıntılarıyla insanlara gereği gibi anlatmak ve açıklamak olduğundan; o, gerek “sözlü” gerek “işaret” ve gerekse “beden clili”nin bütün unsurlarını; hatta beden dili sınıfına sokulan ses tonlarını bile en ince noktasına varıncaya kadar değerlendirmeyi ihmal etmez. Daha açık bir ifade ile hem bedene ait hem de diğer bütün iletişim vasıtalarını ve onlarla ilgili her türlü davranışı, mesajına araç yapar. Zira Allah, Kur'ân'ı her şeyin açıklayıcısı kılmış, [960] O'nun içine tutarsız bir şey koymadığı gibi onda hiçbir şeyi eksik bırakmamıştır.[961]
Kur'ân'ın hiçbir şeyi eksik bırakmamasını tebliğ açısından ele alırsak, Kur'ân'da hayvanların bile sözlü [962] ve beden dillerinin [963] olduğunun vurgulandığı; bu arada hem hayvanların hem de kalem [964], kitap [965] ve mektubun açıklamalarda araç kullanıldığı görülür.[966]
Süleyman (as)'ın Hüdhüd kuşuyla Belkıs'a gönderdiği mektupla sunulan mesaj bunun örneğidir. [967] Kur'ân'ı örnek alan Resuluİlah, krallara gönderdiği mektuplarla aynı yöntemi uygulamıştır.[968]
Hz. Peygamber vahiy sayesinde insanların bilmediği birçok şeyi bilmiş [969] ve insanların aralarında ihtilaf ettikleri şeylerle [970] birlikte kendisine Allah tarafından indirilen her şeyi[971] açıklamakla görevlendirilmiştir. Bu yönüyle Kur'ân'ın muhtevası, sünnette de mevcuttur. Hatta Kur'ân'da olmayan bazı hükümler sünnette bulunmaktadır. [972] Buna göre sünnet, hem kitabı beyan etmektedir, hem de ona ilave hükümler getirmektedir.'[973] O halde sünnet nedir?
En yaygın tanımıyla sünnet, Hz. Peygambere ait söz, eylem ve ikrar (sükut)lardır. [974] Hz. Peygamber'in sözlerinin bir açıklama olduğunda şüphe yoktur. Ancak onun ef'ali (eylemleri) bir olay ve bir iş karşısında susuşunun bir açıklama olup olmayacağı konusu tartışılmış ve O'nun ibadet ve ahlakla ilgili işleri, davranışları ve sükutu bir açıklama kabul edilmiştir.[975]
Örneğin abdest, namaz, oruç ve hac gibi bedensel hareketlere dayanan ibadetler, onların nasıl yapılacağına dair örnek teşkil etmekte ve bunların Resuiullah tarafından fiilen öğretildiği nakledilmektedir.[976] Peygamberimizin, “Benim nasıl namaz kıldığımı görüyorsanız, siz de öyle kılın.[977], “Hac ibadetlerinizi benden alınız.” [978], “Resulullah'ı gördüm, benim abdest aldığım gibi alıyordu.”[979], “Benden alınız, benden alınız. [980], “Gücünüz yettiği amelleri benden alınız.”[981], “Benim de oruçlu olarak cünüplü sabahladığımı söylemedin mi?”[982], “Oruçlu iken öptüğümü ona haber verseydin ya!”[983] Hadislerinde bu, açıkça görülmektedir.
Sözün beyan oluşunda ittifak edilmiş fakat abdest, namaz, oruç ve hac fiillerinin açıkça gerçekleştirilmesi, söz ile haberden daha güçlü bir açıklama kabul edildiğine dair icmanın bulunduğu nakledilmiştir. Hatta Resulullah'tan nakledilen, “Haccın ibadetlerini, benden alınız.” gibi sözlerin zan ifade ettiği, haccın bedenen tatbikatının ise bu zannı kaldırdığı ileri sürülmüştür. Daha da ileri gidilerek “Haber, ortada görülen gibi değildir.” şeklindeki darb-ı meselden hareketle bedensel ifadenin, sözlü ifadeden daha güçlü olduğu vurgulanmıştır. Bu, “Zeyd”in evde görülmesi, onun evde olduğunu haberden daha sağlam bir belgedir.” gibi örnekle de desteklenmiştir.[984]
İletişimde önemli bir hususun altını çizmek gerekir ki, o da, mesaj alıcıya ait ne kadar çok duyu organına ulaşırsa anlatım o ölçüde başarılı olur. Örneğin haber yanında görme, işitme, dokunma ve hatta koku ile ilgili faktörlerin iletişimde yer almasının, mesajın gücünü artırdığında şüphe yoktur. [985] Bu bakımdan bedensel ibadetler de, onların farz olduğuna dair emirler için bir pekiştirme kabul edilerek bu konudaki mesajların güçlendirildiği konusuna dikkat çekilmiştir. [986] Buna göre beyan, söz ve söze uygun bir fiil (eylem)le gerçekleştirilmişse bu beyan, hem daha güçlü, hem de beyanın en üst mertebesi kabul edilmiştir. Taharet, oruç, namaz, hac ve benzeri ibadetlerle ilgili tatbikat bunun örneğidir. Cibril, namazı bilfiil beyan ile Resulullah(sav)'a, o da, ümmetine aynı yolla öğretmiştir. Böyle duyular yoluyla elde edilen bilgi, akıl yoluyla naslardan elde edilen bilgiden elbette daha güçlü ve daha açıktır. [987] Abdest veya hac âyeti ile Resulullah'ın bunları fiilen yerine getirmesi karşılaştırılınca bu, açıkça görülecektir.
Sahabe, Resulullah'ın hal ve hareketlerini titizlikle taklit ediyorlardı. Bu taklit sadece ibadette değildi. Hz. Ömer'in Hacerü'l-esved'i öptükten sonra “Ey taş! Senin fayda ve zarar vermeyen bir taş olduğunu biliyorum. Resulullah'ın seni öptüğünü görmeseydim, seni öpmezdim.” [988] sözü buna delildir.[989]
Kur'ân'ın ifadesiyle ibadet, muamele ve ahlakta örnek kabul edilen [990] ve kendisine uyulması emredilen [991] Hz. Peygamberin bütün fiillerinin taklidi, yerine göre zorunlu (vücub) yerine göre de serbest bırakılması (ibahe) [992], peygamberin fiillerinin ilahî mesajları açıklamaya araç kılındığının ve bu fiillerin bedensel bir ifade biçimi kabul edildiğinin delilidir.
Peygamberimizin hadislerinde beden dilinin kullanıldığına dair örneklere çokça rastlanır.'[993] Resulullah'ın eliyle [994], parmaklarıyla [995], evet, hayır vs anlamında başıyla [996], şahadet parmağıyla [997], iki eliyle [998], elleriyle [999], dönerek [1000], iki parmağıyla [1001] işaret etmesi, değişik hadis kitaplarında “İmamın hutbede nasıl işaret edeceği [1002], “ihramlının ava işaret edemeyeceği” [1003], “namazda işaret” [1004], “boşanmada ve diğer işlerde işaret” [1005], “el ve baş işaretiyle fetva”[1006] adları altında başlıklar açılarak işaretle anlaşılabileceğine dair hadislerin nakledilmesi; işaretle selamın verileceği [1007] “Yahudilerin selamının parmak, Ensarın selamının da el içi işaretiyle olduğu” [1008], “anlaşılan bir İşaretle kadının boşatılabileceği” [1009], “bir kızın evliliği kabulü el ve baş işaretiyle yapabileceği” [1010] ve “farzlarda işaretin caiz olabileceği”ne [1011] dair ifadelere hadis kitaplarında sık sık rastlanması, beden dilinin hadislerde mesajlara araç kılındığının açık delilidir.
Peygamberimizin, içinde bulunduğu yıla ait ramazan ayinin 29 gün oluşunu parmaklarıyla işaret etmesi buna örnek verilebilir.[1012]
Peygamberimizin (sav), el-baş işaretleri dışında konuşmanın yeterli olmadığı yerlerde bazı davranışlarla sözlü mesajını tamamladığı görülür. Şu olay buna güzel bir örnek teşkil eder: Peygamberimiz hicretin altıncı senesi Mekke'yi ziyarete karar vermişti. Ziyaret kastının dışında bir niyeti olmadığını işaret etmek için de sahabe ile birlikte umre için ihrama girmiş ve kurbanlık için de develer götürmüştü. Silah olarak da sadece yolculuk esnasında taşınması adet edilen kılıçlarını takmışlardı. Sayıları 1400 civarında idi. Ancak onların Mekke'ye girmelerine engel olunmuş, sonuçta Hüdeybiye anlaşması imzalanmıştı. Müslümanlar bu anlaşma metnindeki -kendilerince- olumsuz maddelerden dolayı sokulmuşlardı. Anlaşma sonuçlanınca Resulullah, ashabına kurbanlarını kesip ihramdan çıkmalarını söylemişti. Bunu üç defa tekrar ettiği halde içinde bulundukları şok nedeniyle kimse yerinden kıpırdamamıştı. Resulullah bundan rahatsız olmuş ve beraberinde bulunan eşi Ümmü Seleme'ye rahatsızlığını hissettirmişti. Bunun üzerine Ümmü Seleme:
“Artık bir şey söyleme. Kendi kurbanını kes ve ihramdan çıktığını ifade için de traş ol.” demişti. Resulullah bunları yapınca onu gören Müslümanlar da kurbanlarını kesip ihramdan çıkmışlardı.[1013]
Resulullah'a ait “sükut” da, bedensel bir ifade kabul edilmiştir. Şöyle ki, birisi Hz. Peygamberin yanında ve asrında bir iş yapıp da Resulullah da, bunu bilip onu hem söz ve hem de fiille reddedecek güce sahip olduğu halde susarsa bu sükut, o işin yapılmasının caiz olduğunun delili sayılır, hem de bu bir açıklama biçimi [1014] olarak algılanırdı.
Peygamberimiz fiillerini ve sükutunu ilahî mesaja araç kıldığı gibi O'nun bir işi yaparken terk etmesi de, sahabeye bir mesaj anlamını taşırdı.
Peygamberimiz bazen yaptığı bir işi, farz zannedilir korkusuyla terk ederdi. Böylece onun terki de, o işin farz olmadığına işaret kabul edilirdi. Rasulullah'tan sonra örnek alınan sahabe de aynı yöntemi uygulamıştır.[1015]
Peygamberimize ait fiiller “Ef'alü'r-Resul” başlığı altında usul kitaplarına taşınarak [1016] bu fiillerin dinle ilgili bir işte delil olup olamayacağı tartışılmış ve hangi fiillerinin örnek alınacağı tespite çalışılmıştır.
Bütün bunların sonucunda Resulullah'a ait söz, fiil, takrir (sükut), yazı, işaret ve bir şeyi terk etme ile ilgili davranışlar, birer açıklama yöntemi olarak kabul edilerek bu konu, usul-u fıkıh kitaplarında “el-Beyan” başlığı altında bütün detaylarıyla işlenmiştir.[1017]
Kur'ân'da beden diline fazlaca yer verilmiş olması, bütün jest, mimik ve bedensel hareketlerin mesajlarda araç olarak kullanılması; Resulullah'ın da bu metoda uyarak Kur'ân'daki bütün yöntemleri sünnetinde uygulaması; buna ilaveten Kur'ân'ın Resulullah'ı bütün davranışlarıyla u-yulması gereken canlı bir örnek olarak sunup O'na itaati farz kılışı [1018], İslam alimlerini bu konuda az ya da çok fikir beyanına zorlamıştır. Özellikle Kur'ân'da “Allah insana beyanı öğretti.”[1019] âyetinde geçen beyan sözcüğü bu alimlere geniş yorum yapmada etken olmuştur.
Kur'ân'da değişik türevleriyle 527 yerde geçen “beyan” sözcüğünü terim olarak ele alıp onu bilim ortamına ilk defa taşıyan İmam Şafii (v.204/819)'dir. [1020] O, beyanı “kapsamlı bir isim”[1021] olarak takdim etmiştir.
İmam Şafii, beyan sözcüğüne geniş bir tanım yapmış fakat içerisini hem tamamen doldurmamış, hem de bu terimi usul ilmi alanına çekerek onu Kur'ân'ın, sünnetin ve içtihadın açıklaması ile sınırlamıştır.[1022]
İmam Şafii, her ne kadar beyan sözcüğünü usul alanına çekmişse de işaret (jest ve mimiklerin dinî hükümlerde delil oluşunun vücubu konusunda fakihlerin çoğunluğuna uymuştur. Böylece işaret, gizli konuşma kabul edilmiş [1023] ve kaş, göz, dudak, el ve başla işaretin, söz yerine geçeceği, buna Zekeriya (as)'ın işaretle konuşmasının [1024] delil sayılacağı ileri sürülmüştür.[1025] Hatta konuşulması gereken yerde susmak da, İslam Hukukunda bir açıklama unsuru kabul edilmiştir.[1026]
8. asırdan itibaren bedensel işaretlerin bir dil sayılacağı hususu, fıkıhçılar arasında tartışıldığı gibi Kur'ân müfessirleri de Kur'ân'da geçen “beyan”, “işaret”, “remz” ve “savm” (sükut) gibi kavramların ve mesaja araç olarak kullanılan organların ve davranışların düe getirildiği yerlerde beden dilinin fonksiyonuna işaret ederler. [1027] Ancak İmam Şafii'nin çağdaşı ünlü edebiyatçı Ebu Osman Câhız (v.255/868)'ın, beden dili açısından bunlar arasında yeri farklıdır.
Câhız, İmam Şafii'nin beyan için yaptığı “kapsamlı bir isim” şeklindeki tanımını alıp ona “İnsana anlam peçesini açan ve gizlilik üzerindeki her türlü perdeyi kaldıran kapsamlı bir İsimdir. O kadar ki dinleyici o beyanın hakikatine ulaşıp onun ürününe hücum eder. Söyleyen ve dinleyenin ulaşacağı sonuç, anlatmak ve anlamak olduğu için işaret hangi cinsten olursa olsun değişmez. Bu durumda anlatmaya ne ile ulaşır, anlama hangi şeyle açıktık getirirsen işte beyan odur.”[1028] şeklindeki uzunca yaptığı tanımıyla açıklık getirir.
Görüldüğü gibi Câhiz, beyan sözcüğünü “insanın duygu, düşünce ve maksadını açıklama biçimleri” anlamında bir terim olarak ele alır. Bu terimi, dilbilim alanında ilk defa değerlendiren Câhız [1029], bu alanda “el-Beyan ve't-Tebyin” adlı 2 ciltlik hacimli bir eser ortaya koyar. Bu eserde bütün boyutlarıyla “Allah'ın insana öğrettiği beyan”ı açıklamaya çalışırken, beyanın, söz, eylem, yazı, kitap, mektup, kalem, sayı, işaret, hal, durum ve tavırla yapılabileceğini uzun uzun anlatır.[1030]
Câhız'a göre, insanların gönüllerinde oluşan zihinlerinde şekillenen, benliklerinde hareketlenen, akıllarına takılan ve düşüncelerinde ortaya çıkan bütün anlamlar, saklı ve örtülüdür. Birey, yakınları ve arkadaşlarının içinden geçenleri ve onların ihtiyaçlarını bilemez. Bu ihtiyaçlar, anlam halinde içlerinde saklıdır. Bu anlamlar, beyan araçlarından biriyle başkalarına ifade edilir ve onlar tarafından karşılığını bulur. Böylece gizli olan açıklanmış; bilinmeyen bilinir olmuş, uzak yaklaşmış, korkulan şey ülfet edilmiş, bilinmeyenlere ad takılmış, isimlenen şeyler de bilinmiş olur. Anlamlar, işaretlerin doğruluğu ve açıklığı ölçüsünde ortaya çıkar. Allah'ın övdüğü beyan, gizli anlama yapılan açık işaretlerdir.[1031]
Beden dilinde işaretin, söze yardımcı olup onu tamamlayacağını ve hatta bazen sözden de etkin bir rolü üstlendiğini ileri süren [1032] Câhız, özel durumların ancak işaretle anlaşılabileceğini dile getirir. [1033] İşaret, el-kol, kaş, baş, omuz vs. ile olabileceği gibi havaya kalkan bir kılıç veya bir elbise ile de olur. [1034] Câhız'a göre durum, duruş ve görüntü, sözsüz konuşan bir keyfiyettir. Hatta durum ve görüntü, açıklama araçlarının hepsinin yerine geçen bir işaret durumu olarak da değerlendirilebilir.[1035]
Câhız, yazmış olduğu “el-beyan” isimli eseriyle de yetinmeyip “hayatu'l-heyevan” adlı 10 ciltlik bir eser daha kaleme alarak burada hayvanlarla ilgili tecrübeleri verirken, onların da dilinin olduğunu ve onların dilini anlayabileceğimizi [1036]; işaretle sözcüğün arkadaş oldukları; çoğu zaman işaretin sözcüğe tercümanlık yapıp yazıya ihtiyaç bırakmadığı, böylece işaretle ulaşılan anlama ses veya yazı ile ulaşılamayacağı tezini ileri sürer. İşaretin önemini kavrayamayanlara sitemde bulunur ve insanların bu konudaki cahilliklerinin pahalıya mal olduğunu şairin şu beytiyle örneklendirir:
“(Kadın) kocasından habersiz göz ucuyla dehşete kapılmış birinin işareti gibi işaret verdi, konuşmadı. Anladım ki göz açıp kapamak, aşkın “zelil ettiği” bir dosta merhaba, hoş geldin safalar getirdin, diyordu.”[1037]
Câhız, beden dilinin önemine başka bir delil de, sağırların ve dilsizlerin İnsanlarla anlaşabilmelerini gösterir.[1038]
Câhız'dan nakledilen bu açıklamalara bakılınca beyan, her türlü anlatma, anlatılma, bildirme, bildirişme, ulaştırma ve her türlü tebliği gerçekleştirme olarak kabul edildiği gibi, anlama, telakki etme, kabul etme ve anlayışı gerçekleştiren her şey İçin kullanılır.[1039]
Câhız'ın, hem dil, hem beden dili, hem işaret dili (semiyoloji) ve hem de hayvanların dilini konu edinen “el-Beyan” ve “Kitabu'l-Heyevan” adlı eserleri göz ardı edilerek, Câhız'dan yaklaşık olarak 1000 yıl sonra Charles Darwin'in kaleme aldığı “İnsan ve Hayvanlarda Duyguların İfadesi” adlı eser bu konuda yapılan ilk çalışma olarak takdim edilmekte ve bu eserin bu konuda yapılan çalışmalara öncülük ettiği ileri sürülmektedir. [1040] Dilbilimci G. W. Hevves de, Darwin'in eserinin bu konuda ilk olduğunu; ancak adı geçen eserde fazla bir şeyin olmadığını ileri sürmüştür.[1041]
Câhız'dan sonra İslamî bilimler alanında Câhız'ın beden dili ile ilgili verdiği bügiler temellendirilerek çalışmaların sürdürülmemesi, beden diii konusunda ilk eseri Darwin'in verdiğini söyleyenleri haklı kılmaktadır. Ancak dilbilimci G. W. Hewes'in Darwin'in eserinde “fazla bir şey olmadığına dair sözü dikkate alınarak Câhız'ın hem sözlü ve sözsüz iletişimi konu edinen iki ciltlik “el-Beyan” ve hem de hayvanların yaşam biçimleri, davranışları ve dilleri konusundaki tecrübelerini yansıtan sekiz ciltlik “Kitabu'l-Heyevan” adlı eserleri üzerinde ciddi bir çalışma yapıldığı zaman Câhız'ın ihmal edildiği görülecektir. Bir de Câhız'ın, sözlü dil [1042], işaret dili (semiyoloji) [1043], beden dili [1044] ve hayvanların dilleri[1045] konusuna Darvvin'den yaklaşık bin (1000) sene önce el attığına; -aşağıda belirtildiği gibi- Darwin'den sonra da 20. asra kadar kayda değer bir çalışmanın hem batıda hem de İslam aleminde yapılmadığı göz önüne alınırsa, bu bilim adına hem İslamî ilimler hem de batı dilleri alanında çalışma yapanlar tarafından Câhız'a yapılan ilgisizliğin boyutu daha iyi anlaşılacaktır.
Bütün bunlardan şu sonuca varabiliriz. Beden dili konusunu eserlerinde teorik olarak ilk defa detaylı bir biçimde ele alanın Câhız, bundan yaklaşık bin yıl sonra bu alanda ilk müstakil eser yazanın da Darwin olduğu söylenebilir.
1862'de İngiliz Dil tarihçisi G. P. Morsh'un dilin kaynağının jestlerde olduğu tezini ileri sürüşü; A. Scheleicher'in “dilin kaynağına inilmesi gereği” önerisini getirerek konuşmanın ses taklidi ve ağız hareketleriyle başladığına dair fikirler ortaya atışı; bazı bilim adamlarının da sağırların iletişiminin, ilk insanların diline model olduğuna, hatta bütün sesli ifadelerin jestlere dayandığını ileri atıp “jest” ve “ağız jest” kuramını ortaya atışları [1046] fakat bunun fazla kabul görmediğine dair görüşlerin serd edilişi [1047], beden dili çalışmaları arasına katılsa bile bunların fazla önemi yoktur.
Batıda beden dili ile ilgili çalışmalara öncülük eden Darwin'in “İnsan ve Hayvanlarda Duyguların İfadesi” kitabını, 1945 senesinde Wolff tarafından kaleme alman “Jestlerin Psikolojisi (The Psychology of Gestures)” adlı eseri takip eder. Bu eserde beden hareketleri ile duygular arasındaki ilişkiler üzerinde durulur. [1048] Aynı yıllarda (1950) Birdvvhistell, beden dilinin -sözel dil gibi- kültürler arasında farklılıklar arz ettiği konusunu işler. 1970'lerde de Julius Fast, kendi dönemine kadar yapılan beden dil çalışmalarını özetlediği “Vücut Dili” kitabını kaleme alır.[1049]
1950'lerden sonra beden dili araştırmaları farklı bir boyut kazanıp dilin ötesine gidilerek sözlü olmayan bildirilen yeni bir araştırma alanı olarak seçilmiş; böylece sesin tonunun beden hareketleri ile olan ilgisi araştırılmaya başlanmıştır. [1050] Örneğin birisi vurgulu bir biçimde “ih!” diyecek olsa tiksintinin bedensel işaretlerini de gösterdiğinin farkına varılarak araştırmalar bu yönde yoğunlaştırılmış ve sesin yüksekliğinin hislerle alakalı olduğu tespit edilmiştir. [1051] Sistematik bir biçimde bu tür bağlantılar üzerinde ilk olarak Darwin (1872) durmuş ve bunu yaparken insan ve hayvan davranış şekillerinin ortak kökenini göz önünde tutmuştur.[1052]
Darwin'den itibaren sürdürülen beden dili çalışmaları, 50'li yıllardan beri iki terim üzerinde kendini gösterir. Bunlardan birisi, bedene ait bütün eylem ve reaksiyonların tümünü ifade eden “kinesik” (kine-sics) diğeri de bedenin mekandaki konumunu içeren “proksemik” (porxemics)dir. Böylece kinesik, bedensel davranışlarla yapılan iletişimi, porksemik de, bedenler arası alanı araştıran bilim dallarına ad olmuşlardır.[1053]
Bu çalışmalara bir de dil dışı (paralanguage) faktörleri de eklersek iletişimin sözsüz öğeleri üç boyutta ele alınmış ve bu çalışmaların hepsi “Psıko-Fizyolojik Labratuvar Çalışmaları” ve “Kültürler Arası Karşılaştırmalı Alan Çalışmaları” adı altında yürütülmeğe başlanmıştır.[1054] Bunlar hakkında kısa bilgi vermede yarar vardır. [1055]
Bu çalışmalarda yüz kaslarının aktivitesi ölçülerek yüz ifadeleri ile belirli duygusal yaşantılar arasındaki ilişkiler tanımlanmıştır. Kas faaliyetlerini kağıda kaydetmek için elektromiyografi (EMG) cihazı kullanılmıştır. Herhangi özel bir durumun hayal edilmesi ile oluşturulan duygunun yüz kaslarına yansıyan elektrik aktivitesi, bu aletle ölçülmüş ve araştırmada farklı kişisel özelliklere sahip kimselerin, benzer duygulan yaşayan kimselerde benzer kas faaliyetleri gözlenmiştir. [1056] Farklı kişilerde bile özel bir duygunun hayal edilmesi sonucu ortaya çıkan duygunun tanımlanması arasında ortaklığın bulunması, duyguların tanımlanmasında ortak bir dilin varlığını göstermiştir.[1057]
Toplumsal ve duruma bağlı beklentiler yüzünden yüzdeki ifadelerin gizlenmesi gibi durumlarda insanın kafasında olup bitenler öğrenilmek isteğinden dolayı bilim adamları, otonom sinir sisteminde fizyolojik göige olayını araştırırken bir taraftan yüz ifadeleri, video ile tespit edilmiş, diğer taraftan EMG ile kalp vuruşları ve yüz kaslarının aktiviteleri kaydedilmiştir. Kızgın yüz ifadesinde artan bir kalp frekansına ve cilt ısısına, gülümseme esnasında ise kalp atışlarının yavaşlayışına şahit olunmuştur. En düşük kalp vurum sayısı, duygunun olmadığı anlarda görülmüştür. Bu alandaki çalışmalar devam etmektedir.[1058]
Kas faaliyetlerini kağıda kaydeden EMG cihazı ile bu çalışmaları, 1970'lerde ilk başlatan “Facial Expression, Emotion and Motivation in Nonverbal Behavior” adlı eserin sahibi, C. E. İzard'dır.[1059]
Beden dilinin en önemli basamaklarından biri, kişilerin, eşya ve takılarını da kapsayan görünüşleri ve davranışlarının, hem kendileri hem de çevreleri ile ilgili bilgiler içermesidir. Bunu şöyle de ifade edebiliriz: Bireyler, giyimleri, kuşamları ve davranışlarıyla karşısındakilere işaretlerle devamlı mesaj alışverişi yapmaktadırlar. Dolayısıyla biz devamlı olarak işaretlerle çevrilmişiz de diyebiliriz. Bu işaretleri, semboller, benzetme işaretleri ve göstergeler olarak üç gruba ayırabiliriz. [1060]
Bunlar anlamlan kesin olarak belirlenmiş olan işaretlere denir. Polis ve askeriyede sembol niteliğinde kesin anlam taşıyan el, kol ve baş işaretleri bunlara örnek teşkil eder. Bunların dışında her toplumda anlamları belirlenmiş ve anlamları bu toplum tarafından öğrenilmesi gereken bütün işaretler bu sınıfa girer. Bunlar, anadil ile başlar ve bir yabancı dil öğrenirken, büyük zorluklar halinde karşımıza çıkar. Zira her topiumda öğrenilen jestler, o bölge için geçerli olan genel koda aittir. Aynı işaretlerin kültür farkından dolayı farklı anlamlara gelmesi, bundandır. Örneğin şahadet parmağı ile başparmağının halka haline getirilmesinden oluşan “okey simgesi”, Alınanlarda müstehcen anlamında kullanılırken, Fransız için -eğer gülümsüyorsa- “sıfır! İşe yaramaz” anlamına gelir.[1061]
Bu işaretler, bir şeyi resmettiklerinden sembollerden daha kolay anlaşılırlar.
Çoğu zaman bedenimiz ile benzetme işaretlerinden oluşan hareketler yaparız. Örneğin birisine pencereyi açması veya içecek bir şeyi getirmesi için yaptığımız işaretler kodlanmış, anlamı kesin işaretler değil, genellikle olayı tasvir eden hareketlerdir. [1062]
Kişisel iletişim yeteneği geliştirmek açısından daha ilgi çeken bu alan, bedende ansızın ortaya çıkan işaretlerdir. Bunlar ya bilinçsizce ansızın veya bilinçli olarak ortaya çıkarlar. Bilinçsiz ortaya çıkanlar, dünyanın her yerindeki insanlar için ortak olan, kızgınlık, korku, şaşkınlık, üzüntü, nefret ve sevinç gibi hislerimizi gösteren ve evrensel niteliği kazanmış olan yüz ifadeleridir.[1063]
Günlük yaşantılarda kelimeler yerine kullandığımız bilinçli jest ve mimik işaretlerine gelince, değişik kültüre sahip kişiler arasında aynı jestler farklı anlamlara gelebildiği gibi değişik jestler de aynı şeyleri anlatabilirler. Dolayısıyla kültür farklılığı, insanlar arası iletişimde kopuklukların olmasının nedenini teşkil eder. [1064] Örneğin sorulan bir soruya baş sallayarak verilen cevap, değişik kültürdeki insanlara hem “evet” hem de “hayır” anlamını taşıyabilir. Bu sıkıntı sadece organların hareketlerinde değil de kişiler arasında mesafe tutma alışkanlıklarında da kendini gösterir ve bazı problemlerin yaşanmasına; dolayısıyla hislerin zedelenmesine neden olabilir. Örneğin Beyaz Anglo-Amerikalılar, karşılıklı duruşlarında aralarında bir metreden fazla bir alan bırakırken; Yahudi asıllı Amerikalılar, birbirlerine dokunabilecek mesafede durmayı tercih ederler. Bu bakımdan Beyaz Amerikalı kendisine yaklaşan Yahudiyi saldırgan; Yahudi de, Beyaz Amerikalıyı kendisi reddeden nezaketsiz birisi olarak algılar. Bu farklı algılamalar bakışmalarda da tespit edilmiştir. Örneğin karşılıklı konuşmalarda bir toplum (zenciler) da gözlerin içine bakma saygısızlık sayılırken bir başka toplum (beyaz Amerikalı)lar bunu kaçma ve boyun eğme olarak değerlendirirler.[1065]
Kültür farklılıklarından doğan bu davranış farklılıkları, çağımızda dikkati çekmiş ve böylece beden dili alanında doğuştan getirilen yetenek ve davranışlarla bu yetenekler üzerine sonradan kazanılan davranışların nasıl oluştuğu konusundaki çalışmalar hız kazanmıştır.
Bu çalışmalar sonucu duygusal ifadelerin aktarılmasında kültürel ortak yüz ifadelerinin varlığı tespit edilmiştir. Bu ifadelerin bazılarının doğuştan gelme olduğu düşüncesini ortaya koyan çalışmalar, 1 940'larda Fuicher, Goodenough ve Thompson adlı araştırmacılar tarafından ilk defa doğuştan görme özürlü olan ve gören bebekler üzerinde gerçekleştirilmiş ve bu çocukların doğum sonrasındaki ilk aylarda benzer çevre uyaranlarına karşı aynı tepkileri verdikleri halde ilerleyen aylarda benzerliklerin azaldığı ve tepkisel özelliklerin değiştiği görülmüştür. Bu davranışlardan bazılarının doğuştan getirildiğinin en büyük delili de, görme özürlü bebeklerin ilk altı hafta içinde gören bebekler gibi gülme tepkisi verişleri gösterilmiştir.[1066]
Kültürler arası ortak veya farklı davranışlarla ilgili bir çalışmayı da Poul Ekman, ABD, Brezilya, Japonya, Yeni Gine ve Borneo gibi ülkelerde gerçekleştirmiştir. Araştırmalarında yüzdeki duyguları değerlendirme tekniğini kullanmış ve bu çalışmalar sonucunda “İnsan Yüzündeki Duygu” adlı eserini ortaya koymuştur. Daha sonraki çalışmalara örnek teşkil edecek olan bu eser P. Ekman'ın Psikolog Friesen ve Tomkins'le birlikte geliştirdikleri bu çalışmalar, yüz ifadelen atlası niteliğindedir.[1067]
Ülkemizde de beden dili konusunda bilimsel çalışmalar yapılmıştır. Modern Psikolojinin önderlerinden Mümtaz Turhan'ın 1938'den 1966'ya kadar sürdürdüğü çalışmaları ile Doğan Cüceloğlu'nun 1968'de yüz ifadelerindeki duygusal anlatımları içeren eserini örnek olarak verebiliriz.[1068]
Bu çalışmalara S. Frey, D. Morris, M. Salisch ve I. Eibl-Eibesfeldt [1069], S. Molcho, A. Pease, K. Cooper, A. Z. Baltaş, O. Schober'in e-serlerini de katabiliriz.
Yukarıda beden dilinin kültürler arası alan çalışması yapıldığı hususu üzerinde dururken değişik toplumlarda bu dilin kendi kültürlerine bağlı olarak farklı bir biçimde oluştuğuna dikkat çekilmişti. Buna bir toplumun kendi içinde de bazı farklılıkların gözlendiği eklenince karşımıza bu farklılığın nereden kaynaklandığı sorunu çıkar. Sırası gelmişken beden dilinin mahiyeti ve çeşitli ayrıntıları konusunu ele alabiliriz. [1070]
Yolda, işyerinde, sosyal etkinliklerde, televizyonda, etkileşimin olduğu her yerde insanlar, ilk karşılaşınca daha söze başlamadan önce birbirlerinin yüzüne ve bedenine bakarak diyaloga başlarlar. Bu bakış ve davranışların olumlu veya olumsuzluğu, görüşme ve karşılaşmanın sonucunu başarı veya başarısızlıkla noktalayabilir. Buna göre beden dili, sözlü dile bir öncül kabul edilebilir. Bedenin dili nedir, diye sorulacak olursa ona şöyle bir tanım yapmak mümkündür:
“Bedenin dili, insanlar arası ilişkilerde kişilerin diğer insanlarla aralarına koydukları mesafeleri ve birbirlerine temasları başta olmak üzere, bedenin duruşu, yön değiştirmesi, başın çevrilmesi, kaş-göz ve yüz ifadeleri, bir bakış, bir tebessüm, bir gülüş, tokalaşma, öpüşme, yum-ruk sıkma, el kaldırma, kol kavuşturma gibi el-kol hareketleri, bacak bacak üstüne atma, bağdaş kurma ve yürüyüşte bacakların kullanılışı, oturma-kalkma şekilleri, ses tonları, -bütün bunlara ek olarak- giyiniş tarzları, saç-sakal, bıyık biçimleri ve makyajlarla, duygu, düşünce, tavır, istek ve ihtiyaçları bildirmeye yarayan anlatım aracıdır.”
Buna göre bedene mal olmuş anlamsız bir hareket ve davranış yok gibidir. Bir olaya veya bir kimseye karşı nasıl bir duygu içinde olduğumuzu ifade eden [1071] her davranış, kendi bağlamında anlam yüklü bir sözcük konumundadır.
Bedene ait bu hareketler, yeri geldiğinde daha detaylı bir biçimde incelenecektir. Ancak bu davranışlar arasında “mesafe koyma”nın beden güvenliği açısından önemi diğer davranışlardan çok daha fazla olduğundan bununla bir örneklendirme yapılırsa konunun daha iyi anlaşılması sağlanmış olacaktır.
Mesafe, insanî ilişkilerde kişilerin birbirlerine karşı verdiği değer konusunda bize bilgi verir. Zira kişinin diğer insanlarla arasına koyduğu mesafe; yani uzak veya yakın duruş, onlara karşı olan yakınlıkları ve duyguları ile ilgilidir. Örneğin çok yakın hissettiğimiz kimselere yaklaşır, hatta onları kucaklarız. Hoşlanmadığımız, güvenmediğimiz veya çekindiğimiz kişiler söz konusu olunca onlardan uzaklaşmaya, aramıza mesafe koymaya ve onlara yakın durmamaya çalışırız. Buna göre mesafe, insanlar arasında yakınlığı, uzaklığı, dostluğu, düşmanlığı, hoşnutluğu veya hoşnutsuzluğu ifade eden bir dildir. Dokunma da bunun gibidir.
Dokunma, bütün canlılarda rahatlık sağlayan bir unsurdur. Örneğin bir çocuğa seni seviyorum demektense onun başını şefkatle okşamak, onu daha fazla hoşnut eder ve rahatlatır. Bir bebeğin veya bir hayvan yavrusunun annesine sarılması bu rahatlık duygusundan kaynaklanmaktadır.
Kişilerin mahrem alanlarına girmek ne kadar rahatsız ederse, karşı cinsten insanların birbirlerine dokunmaları da o kadar rahatsız eder. Bu bakımdan aile üyeleri dışındaki kişilerle kurulan temaslarda insanın dokunmaya karşı tutumunu tespit etmek önemlidir. Böylece dokunmanın da, hoşnutluğu veya hoşnutsuzluğu ifade eden bir dil olduğunun tespiti, bizi bütün hareket ve davranışların bedene ait duyguları açıklamada aracı olduğu sonucuna ulaştırmaktadır.
Bedenle ilgili sırt çevirmek, surat asmak, göğüs germek, dudak bükmek, omuz silkmek, çenesini tutmak, diş gıcırdatmak, kollarını açmak, bir yükü omuzlamak, kaş çatmak, ağız bükmek, bel kırmak, baş eğmek, başı dikmek, burun kıvırmak gibi her dilde çokça deyimlerin bulunuşu, beden dilinin önemini vurgulamaya yetmektedir.[1072]
Şu halde her hareket ve tavır, basit görülseler bile en çok kulianı-'an ifade vasıtalarıdır. Karşılaştığımız insanların her hareketini yorumlarız. Hatta yorumlamaya ihtiyaç duymadan da onların davranış ve hareketlerinin ne ifade ettiğini derhal anlarız. [1073] Yürüyen, koşan, eği- len, oturan, yatan, gülen, ağlayan, elleriyle uğraşan, onları sallayan, başını öne eğen, yukarı diken, rahat ve hazır ol vaziyetine geçen, selam duran insanlar, bu hareketleriyle bize bir şeyler söyler.[1074]
Büyük bilgin Câhız (v.255/868), her türlü görüntü, vaziyet, duruş, davranış, tutum, tavır, oluş, bulunuş, şekil, hal, keyfiyet ve durumu, bir çeşit açıklama, ifade ve işaret etme biçimi olarak kabul eder ve bunu “nusbet” (bağıntı-ilgi) sözcüğü ile ifade ederek [1075]; bu davranışların, bir anlamla ilişkilerinin olduğunu ima eder. Ona göre her türlü davranış bir ifade biçimi yani bir dildir.[1076]
Bütün bunlara rağmen beden dili maksadı açıklamada yetersiz kalır. Örneğin akıl, fikir, düşünce, sert, yumuşak, beyaz, siyah, soğuk ve sıcak gibi duyumlar, nesnelerin kendilerini değil de nesnelerdeki özellikleri ifadede kullanılır. Bu sayılanlara işaret yoluyla ulaşmak son derece zojr, hatta bazen imkansız olur. O halde sözlü dil esas, beden dili de bunun yardımcısı olursa iletişim ve anlaşmada bir problem yaşanmayacağı gibi mükemmel olacağı da söylenebilir. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, beden dilinin her ne kadar sözlü dile yardımcı olduğu ve tek başına yeterli bir di! olmayacağı doğru ise de sözlü dilin bazı durumlardaki aldatıcılığma fırsat vermeyeceği açısından da beden dili, sözlü dilin olmazsa olmaz şartıdır. Hatta jestler, mimikler, oturuş, kalkış gibi çeşitli tavırlarla kendini ortaya koyan beden dili, çoğu zaman binlerce kelimeden fazla anlam taşırlar. Bu bakımdan söziü dil, beden diliyle birlikte kullanıldığında bildirişim gerçek anlamını bulur. Bedenin dili, sadece yüz ifadeleri ve beden hareketleri gibi şeyler değildir. Bireyler, saç, sakal, bıyık traşı, her türlü makyaj ve hatta giyiniş şekilleri gibi görünüş ve durumlardaki tercihlerle de birbirlerine bir şeyler söylemektedir.[1077]
Beden dili de sözlü dil gibi sözcükler, cümleler ve noktalama işaretlerinden oluşur. Her bir hareket, tek bir sözcük gibidir. Sözcükler, cümlede kullanıldığı zaman anlam kazanır. Hareketler de böyledir. Onlar da cümleler halindedirler. Her hareket, hareketler bütünü içerisinde bir anlam ifade eder ve doğru anlaşılır. [1078] Ancak bu hareketler, örften örfe, kültürden kültüre değişebilen beden hareketleri olduğu için onları anlamanın bir şartı da, ilgili bulunduğu toplumun kültürü yani örf, adet ve geleneklerinin bilinmesi ve o davranışın kendi bağlamında değerlendirilmesidir.[1079]
Kültürle iletişim iç içedir. Bu bakımdan davranışlarla gerçekleştirilen ifade tarzları, her insanda otomatik ve sabit değildir. Bilakis bir taraftan kültüre, aileye ve gruba bağımlı diğer taraftan da öğrenilen kişisel kurallara göre farklı bir şekilde sergilenir. [1080] Bu itibarla farklı kültür grupları ile bir araya geldikçe iletişim mesajlarının ayrıntılarını anlamak için bilgilenmeye ihtiyaç duyulur. İnsanların kültür ilişkilerini ve dünyaya bakışlarını tanımanın önemi burada saklıdır. Bütün davranış biçimleri, ortak kültürle kodlandığı için farklı kültür gruplarıyla anlaşma kolay olmaz. [1081] İnsanın kendi kültüründen kopmasının zorluğu da burada yatar. Zira kişiyle onun kültürünün dünyayı algılayış biçimi, bütünlük arzettiğinden; insanın bireysel ihtiyaçlarını ifade biçimi, içinde yaşadığı toplumun değerleri ile etkileşim içindedir. Bütün bunları dikkate alarak iletişimde kültürel farkların önemini göz ardı etmek hatalı olur.[1082]
Aynı toplumun kendi bireyleri arasındaki davranışların tamamının homojen olduğunu söylemek de doğru olamaz. Çünkü hem sinir sistemlerinin farklılığı, hem buna bağiı olarak dünyayı algılayış biçimleri hem de yaş farklılıkları ve insanların toplumsal konumları, böyle bir şeye imkan tanımaz. Örneğin bir bebeğin gelişimi izlendiğinde doğulundan itibaren ilk altı ayında bütün çocuklarda ortak olduğu tespit edilen cıvıldama davranışlarıyla birlikte [1083] onun tabiî vücut dilinin, aileye uygun bir duruma dönüştüğünü ve çocuğun çevre beden diline uyum gösterdiğini görebiliriz. Ancak anne baba ve kardeşlerin özelliklerine ve çevre şartlarına paralel olarak kendi içinde ufak tefek farklılıklarla gerçekleştiği [1084] de gözden kaçmaz.
Bedensel hareketlerden bazılarının ayıp sayılması, bu nedenle bedenin isteklerinden kaçınılması; daha doğrusu bedenin terbiye edilmesi anlayışı etkisiyle insanlar dikkatlerini bedenlerden uzak tutmuşlar ve bedenlerine gitgide yabancılaşmışlardır. [1085] Gençlerin de yaşadıkları ortamlara göre kendilerine ait daha iyi anlaşabilecekleri bir beden dili geliştirmelerinin esası da buraya dayanır. Onların belirli normlara ve kurallara karşı çıkıp baş kaldırmaları, sözlü dilden daha çok beden diliyle kendini ele verir. Bu da, onların kendi aralarında rahat hareket etmelerine rağmen yetişkinlerin yanlarındaki isyankar tavırlarından anlaşılabilmekte ve bu durumlar, çoğu zaman gerginliğe ve kuşak çatışmalarına sebep olmaktadır. Bunun altında da beden dilinin bilinmemesi veya yanlış anlaşılması yatmakta ve böylece yanlış anlaşılma büyük bir sorun haline gelmektedir. Örneğin bir gencin elini sallaması ve omuzlarını silkmesi, yaşıtları arasında kayıtsızlık ve isteksizlik olarak algılanırken; anne, baba ve öğretmenleri tarafından saygısızlık veya saldırganlık olarak değerlendirilerek öfkeye kapılmalarına sebep olabilmektedir.[1086]
Yanlış anlaşılma, normal karşılanmalıdır. Zira insanların sosyal statüsü, bulunduğu sınıf veya grup içindeki yeri, sosyal çevreye karşı tutumları, bireyin kendisini bu grup içinde algılayışı, grubun yapısı ve insanların toplumsal konumları, beden dili kodlarının farklılığını zorunlu kılmaktadır. [1087] Bütün bireyler iş alanlarında, bürolarında ve sosyal çevrelerinde belirli beklentileri karşılamak durumundadırlar. Fabrikada çalışan işçi ve bölüm şefi için farklı tutum gereklidir. Bu, bir eğitim ve sağlık kesiminde de farklıdır. Bu beklentiler, beden dili normlannı etkilemekte ve farklı kodları yani farklı semboller dizgesini zorunlu kılmaktadır.[1088] Beden dilinin zamanla yabancı dil halini alması da bundandır. Hele de toplumlar adet, gelenek ve inanç açısından farklı ise -yaratılıştan gelen tabiî davranışlar dışında- beden dillerinin yabancılaşması doğal karşılanır. Bu yabancılaşmış beden dilini öğrendiğimiz ölçüde kendimizi daha iyi ifade edebiliriz ve karşınızdakini daha iyi anlama imkanını elde ederiz.[1089]
Beden dili bizim duygu, düşünce ve içyapımızı aksettirir. Bunun bazen bizim irademiz dışında cereyan ettiği de görülür. Hatta kelimelerin kontrol altına alındığı gibi beden hareketlerinin kontrol edilemediği, bunun da olaylara ve durumlara karşı bedenin çok daha fazla tepki verdiğinden kaynaklandığı, gerçek duygu ve düşüncelerin anlaşılmasında kelimelerin değil de bedenin esas alındığı, onun için de beden dilini öğrenmenin son derece yararlı olacağı ve insanları tanımanın da buna bağlı olduğu söylenebilir.[1090]
Bedenin katılmadığı söylemlerde psikolojik randıman azalır. Katılıp da sözle çeliştiği durumlarda bedenin sözsüz davranışına itibar edilerek söze güven kalmaz.[1091]
Beden dilinin ne kadar önemli bir araç olduğu, duygu, düşünce ve fikirlerin kelimelere dökülmediği durumlarda ve dilinin bilinmediği bir topluluk içinde kalındığı zaman daha iyi anlaşılır. Kaldı ki, açık bir zihin ve dikkatli gözlerle beden dilimizin gönderdiği sinyaller sayesinde birçok konuşma, çok daha başarılı sonuçlanacak ve bu dilin bilinmesi, karşımızdaki kişi ile çok daha rahat ve açık bir diyalog içine girilmesine neden olacaktır.
Sözlü dil ile beden dili, iletişimde birbirlerini tamamlayan unsurlardır. Her ne kadar nihai karar söze ait ise de beden dilinin, kendisince ifadesini bulduğu sessiz bir bakışın, başın anlamlı bir biçimde çevrümesinin, bir jestin ve karşı koyan bir tavrın, bin kelimeden çok daha fazla şey anlatabildiği hatırdan çıkarılmamalıdır.
Beden dilimizle verdiğimiz mesajlar, insanlarla anlaşmamızda en temel araçlardan biridir. Jest ve mimikler uzak-yakın arkadaşlarımız ve çocuklarımızla olan ilişkilerimizde büyük bir yer tutar. İnsan en önce karşısındakiyle beden diliyle anlaşmayı bekler.[1092] Bunu şöyle de ifade edebiliriz: İnsanlarla karşılaşırken ilk önce beden dilimizin bir parçası olan duruşumuz ve bakışımızla düşüncelerimizi hissettirmeye çalışırız. Onlar da mesajlarını alır, düşünce ve duygularımızı anlarlar. Bu durum, isteklerimizin karşılanmadığı ve olumsuz bir duyguyu konuşmak istemediğimiz durumlarda daha da belirgindir. Örneğin yakın ilişkide bulunduğumuz birisiyle iletişim kurmak istediğimizde gözümüzün içine bakılmasını ve ne demek istediğimizin anlaşılmasını bekleriz. Bu tür işaretlerden çıkarılacak anlamlar, ilişkinin olumlu veya olumsuz yönde gelişmesini belirlemek açısından büyük önem taşır.
Hasılı, günlük yaşamımızdaki ilişkilerde en önemli görevi, sözlü dil değil de, duygu ve heyecanlarımızı ifade eden beden dilimiz, bir başka ifade ile sözsüz iletişim üstlenir. Yüz ifadelerimiz, bedenimizin duruşu, konuşma tarzımız, ses tonumuz, el-kol hareketlerimiz, bir kimseye karşı hangi duygu içerisinde olduğumuzu ifade eder.[1093]
Söz buraya gelmişken iletişimde beden dilinin konuşma dili içindeki oranını belirlemek onun önemini daha da belirgin hale getirecektir. [1094]
Beden dilinde söz, ses tonu ve hareketler bir bütün halinde çalışır. Beden dilinin, konuşma dilinin ağırlığını teşkil ettiğinde ihtilaf yoktur. Araştırmacılar, bir milyon üzerinde sözel olmayan işaret ve hareket tespit etmişlerdir. [1095] Oranlamada tam bir ittifak olmasa da oranların birbirine yakınlığı bu konudaki test sonuçlarının doğruya yakın olduğu izlenimini vermektedir. Bilim adamlarının “beden”, “ses tonu” ve “sözcüklerin iletişime ne kadar katkıda bulunduklarına dair test sonuçları yaklaşık olarak şöyledir:
Beden |
%60 |
%55 |
%65 |
%60 |
Ses tonu |
%30 |
%38 |
%25 |
%30 |
Sözcükler |
% 10[1096] |
%7 |
% 10[1097] |
% 10[1098] |
Görüldüğü gibi beden hareketleri, oran olarak dilde ağırlığını korumaktadır. Konuşmada kullanılan sözcükler, bilgi aktarımı görevini yaparken; sesin yüksekliği, alçalıp yükselme (rezonans)si ve temposu bazen konuşulanların öneminin, bazen de yersizliğinin göstergesi olmakla birlikte; hem ses tonu, hem de beden hareketleri, kişiler arası tavırlar, hüzün, samimiyet ve tereddütlere dair bütün duyguları aktarırlar. [1099] Onun için sözünüzü saklayabilirsiniz ama hareketleriniz daima sizi ele verir. Bunu şöyle de ifade edebiliriz: Ses tonu ve beden hareketleri konuşulan sözlerin, nasıl yorumlanacağını belirler. [1100] Sesi vücuda ilave edersek, beden dilinin etkisi, % 90'a ulaşır. [1101]
Sözlü bir ifade, tabiatı gereği birçok anlam taşıma karakterine sahipken; her işaretin bir anlamı bulunduğu, açık ve tek anlamlı olduğu söylenebilir.[1102]
İşaret dilindeki tek anlamlılık bir avantaj gibi görülmekte ise de “bayraklarla işaretlerin veya trafik levhalarının, işaret sistemleri oluşu gibi” dilin de o anlamda bir işaretler sistemi olduğu görüşüne karşı çıkılmıştır. [1103] Bir bakıma bunda haklı olabilirler. Zira dil, sadece işaretler sistemi olarak görüldüğü zaman işaretlerin dondurulmuş bir dil olduğu kabul edilmiş olur. Halbuki iki insan bir konu üzerinde anlaşıyorsa; her ikisinin o konuya şu veya bu şekilde önceden düşünce bazında hazır olmaları ve bunun bilinç yaşantısı olarak birinde yansıması, sonra da bu yaşantının diğer şahsa aktarılması gerekir. Aristo ve John Locke bu görüştedirler.[1104] Ama sözcükler, anlamlara işaret eden nesneler olarak değerlendirilerek beden dilindeki işaretlere esas teşkil edilirse bu konuda bir sıkıntı çıkacağı kanaatinde değiliz.
Trafik, kamp, hastane, üniforma, vs. işaretleri tek anlam ifade etseler bile insan hareket ve davranışları için aynı şeyi söyleyemeyiz. Fiziksel özellikler sürekli olmadığı için beden hareketlerinin birkaç anlamı olabilir. Bu bakımdan hareketleri meydana geldiği bağlama göre değerlendirmek gerekir. [1105] Örneğin kolları ve bacakları sımsıkı kavuşmuş ve çenesi aşağı sarkmış oturan birisinin bu hali bir savunma hareketi olabileceği gibi soğuktan üşümüş insanın takındığı bir tavır da olabilir. [1106] “Kafayı kaşımak”, kepek, bit, terleme, kendinden emin olmama, unutkanlık veya yalandan dolayı olabilir. Bunu doğru anlamanın şartı, bu hareketi diğer hareketlerle beraber yorumlamaktır.[1107]
Bazen beden, öyle sinyaller verir ki hemen farkına varılmaz. Bunların farkına varabilmek için bilinçlenmek gerekir. Bedenin tepkisiz kalma yeteneği yoktur. Her insan duruşu ve hareketleri ile çevresine tepkileriyle etki eder. Bu durumda bir de karşı tepki vardır. Her bakımdan etrafa gönderdiğimiz tepkiye dikkat etmek gerekir.[1108]
İnsan, istek ve karşı koymalardan oluşan karmaşık bir varlıktır. Onun sinir sistemi ve davranışları da karmaşıktır. Zira her davranışın altında yatan binlerce sinirsel süreç, saniyenin milyonda biri kadar kısa bir süre içinde sinir sisteminde gerçekleşir. [1109] Bu bakımdan insanı anlamak için onu bir bütün olarak ele almak gerekir. Bu sözler beden dili için de geçerlidir. Bedenin tümü bize bir resim çizdiğinden onun hareketlerini bir bütün olarak değerlendirmek ve erken karar vermemeğe özen göstermek gerekir. Aksi halde büyük bir yanılgı içine düşmüş oluruz. Buna şöyle bir örnekle açıklık getirebiliriz. Karşıdan açık tutumu ve bakışları ile birisi bana doğru geliyor. Neredeyse bana sarılacağını düşünüyorum. Elini bana uzatırken elimi karışlamakta pasif kalıyor. Bu, o insanın bana değer verdiğini, fakat aradaki mesafeyi korumaya özen gösterdiğini ve dokunulmaktan hoşlanmadığını anlatır.[1110] Görüldüğü gibi beden dilinin birden fazla aniamı olabilir. Buna şöyle bir örnek de verebiliriz: Gülümsemek, dostça bir sinyaldir. Çekingen bir İnsanın gülümsemesi, onaylamak anlamına gelirken; karşıdaki bir rakip için reddetmek anlamını taşır. Aynı adamın reddettiği kişiye gülümsemekle birlikte elini omzuna koyması, fikrini değiştirdiği anlamına gelir. Aynı zamanda bu kişinin oldukça kurnaz olduğunu da gösterir. Demek ki olayları değerlendirirken bütün ayrıntıları dikkate almak gerekir.[1111]
En etkili semboller ve en derin resimler bedenimize aittir. [1112] Bütün duygu, heyecan ve arzular, bu sinyal ve resimlerle ifade edilir. Kendimizi ve çevremizi bedenimiz sayesinde algılayabiliriz. Sinir sistemimiz ve duyu organlarımız dış çevreden aldıkları uyanları beyne ulaştırır. Bunlar burada iyi ve kötü olarak sınıflandırılır. Böylece kişi olaylar hakkında bilgi sahibi olur. [1113]
Başkaları üzerinde sürekli etkisini gösteren sinyaller verdiğimizin farkında mıyız? Etrafa sinyal vermediğimizi söylersek kendimize kapalı bir dünya oluşturarak kendimizi tamamen oyun dışında tutmuş olmaz mıyız? Değerlerden ve değerlendirmelerden bağımsız bir şahıs düşünülebilir mi?
Bedenimizin dili ile verdiğimiz bilgi, nasıl algılanacağımızı belirler. Bu durumda düşündüğümüz şekilde algılanmıyorsak, davranışlarımızı gözden geçirip düzeltmemiz gerekecektir.[1114] Yüzümüzde beliren hislerimiz, konuştuğumuz kişilere bizim ruhsal durumumuz hakkında bilgi vererek, onlarla konuşup konuşmamak istediğimizi, söyleneni anlayıp anlamadığımızı veya konuşulanları onaylayıp onaylamadığımızı anlatır.
Bedenimizden dışa yansıyan -gerek iradeye bağlı gerekse bilinçsizce- bütün bu davranışlar, mimik ve jest adı verilen hareketlerdir. [1115] Mimikler, duygu ve düşünceleri belirtecek biçimde yüzde beliren kımıldamalar veya yüz, el-kol hareketleriyle duyguları anlatan davranışlardır. Bir başka ifade ile mimikler, duygusal yaşamımızla ilgilidir. Çoğu zaman iletişim esnasında sakin görünmeye çalışırız. Ancak elimizin, kolumuzun, bacağımızın veya tenimizin ani bir hareketi bizi ele verir.[1116]
Jest ise konuşma ile yakından ilgilidir. Sağırlar, jestlerle anlaşmaktadırlar.[1117] Buna göre herhangi bir şeyi açıklamak için genellikle el-kol ve baş ile yapılan içgüdüsel veya iradeli hareketlere de jest adı verilmektedir. [1118] Konuşma esnasında yapılan ve onu destekleyen el-kol hareketleri, jestlerin en belirgin örnekleridir. Bu hareketler, düşünceyi bedensel olarak desteklemekte ve aynı zamanda konuşmacıyı daha aktif hale getirmektedir.[1119] Böylece konuşmacı dinleyiciye sadece sözle değil; kaş, göz, deri, el, kol ve bacaklarla ulaşmış olur.[1120] Bu durumda jest, bir dildir, mimik bir dildir, tebessüm bir dildir, gözyaşı bir dildir, hemen her organ, bir dil görevini üstlenmiştir, [1121] diyebiliriz.
Yukarıda da ifade edildiği gibi insanlar kendilerini anlatımda tabiî ve insan iradesine bağlı olmak üzere iki türlü jest kullanırlar. [1122]
Tabiî jestler, kendiliğinden gelen ve hiç beklemediğimiz bir anda bizi yakalayan ve bedenin ihtiyaçları ile ilgili refleks olarak ortaya çıkan hareketlerdir.[1123]
Üzücü, sevindirici ve heyecanlandırdı her türlü tepkiye eşlik eden jestler, bu gruba dahildir. Bunlar herhangi bir kasıt olmadan doğal olarak meydana gelir. Bunların doğuştan geldiği söylenebilir. Bağırmak, gülmek, ağlamak, yüz hatlarının genişlemesi ve daralması, gözlerin büyümesi, yumulması ve büzülmesi; yüzün kızarması, mosmor olması, sararması, vücudun titremesi, saçların diken diken olması gibi sevinç, hüzün korku, tiksinti, ıstırap, utanma, sıkılma anlarında isteğe bağlı olmadan ortaya çıkan jestler buna örnek teşkil eder. [1124] Temel heyecanları belirten bu yüz ifadelerinin kültürden kültüre değişmediği kanaati psikologlar arasında yaygındır.[1125]
Bu jestler baş, kaş, göz, el, kol, ayak, bacak ve bütün bedenin bir konuya açıklık getirmek için yaptığı hareketlerdir.[1126]
İstekler doğrultusundaki jestler -yukarıda da ifade edildiği gibi-kültüre bağlı olarak geliştirilen jestlerdir.
Sözlü iletişimin kurulamadığı veya kurulmak istenmediği zamanlarda beden hareketleri; özellikle de el-kol, baş, kaş-göz İşaretleri, omuz ve bacak hareketleri, yüz jestleri, duygu ve düşünce ifade eden bir dil olur. Bu dil, birbirinin dilini bilmeyen yabancılar, sağırlar ve dilsizler ya da konuşamayan veya konuşmaktan kaçınanlar [1127] için daha büyük önem kazanır.
Beden dilinin kültürler arası farklılıklarını belirlemeye yöneiik biraraştırma yapılmış, sonuçta her kültürün kendine has belirleyici özelliklerinin meydana getirdiği farklılıklara rağmen kaş, göz ve yüz gibi hareketlerinde benzerliklerin daha ağır bastığı görülmüştür. [1128] Bu sonuç, beden dili diye evrensel bir sistemin varlığını ortaya koymaktadır. Beden dilindeki benzer ifadeler, korku, kızgınlık, hüzün, nefret, mutluluk, dikkat, ilgi, uyku, gerginlik, şiddet gibi psikolojik durumlarla ilgilidir. [1129] Bu tür duygular insanın yaratılıştan getirdiği ve organizmanın temel ihtiyaçlarından kaynaklanan, haz ve elem yaşantılarının ve bu yaşantılara bağlı olarak ortaya çıkan duyguların bedendeki işaretleridir. [1130] Örneğin elleri kalçanın üzerine koymak veya elleri arkada tutmak kendine güven işaretidir.[1131]
İnsan iradesine bağlı olan jestler, duygu ve düşüncelerimizi destekleyen ve onları somutlaştıran jestler olup bu jestler üç kısma ayrılır. [1132]
Anlatım Jestleri, temel duyguların ifade edilmesine yarayan, mutluluk, korku, öfke, hayret, üzüntü ve tiksinti gibi duyguların ifadesinde yüzde sergilenen tavırlardır. Bunlar, insanın varlığını korumaya yönelik eylemlerden kaynaklanırlar. Örneğin kızgınlık anında gözleri ağartmak [1133] veya korku anında parmakları kulağa tıkamak gibi![1134]
Sosyal jest, olması gereken ifadeyi yüze yerleştiren harekettir. Buna göre; olduğundan daha çok mutlu ve hissedilenden çok daha üzüntülü olan yüz ifadeleri sosyal bir jesttir. Daha açık bir ifadeyle yüz jestleri, karşıdakinin haline uygunluk göstererek ona bekleneni veren jestlerdir. Burada maksat, başkalarını hoşnut edecek hareketlerin taklidi ile sosyal bir rol oynamaktır. Bir taziye evinde iç dünyamızdan çok farklı duygu halini yansıtmamız, buna güzel bir örnek teşkil eder. Yemek esnasında kızgınlığını saklayıp o saatin güzel geçmesini sağlamak için konuşmamaya çalışmak veya birisinin, konuşmasını topluluk içinde daha etkin hale getirmek için el-kol hareketlerini kullanması sosyal bir harekettir.[1135]
Bu jestler, taklit ve tanımlama jestleridir. Bunlar da, dört kısma ayrılır:
a) Tiyatroya özgü jest ve mimikler: Seyircileri hoşnut etmek için artistlerin kullandıkları jestlerdir.
b) Taklit Jestleri: Sosyal jestlerden çok farklıdır. Bir insanın köpeğin sesini taklidi buna örnektir.
c) Şematik Jestler: Bu jestle kişi bir durumun en göze çarpan özelliğini eie alıp sadece bununla o bütünü tanımlamasıdır. Olmayan bir bardakla su içme hareketi buna örnektir.[1136]
d) Teknik jestler: Polisler ve borsa memurları gibi belirli meslek gruplarının kendi aralarında kullandıkları ve kendilerinden başkasının anlamadığı teknik hareketlerdir.[1137]
Derimiz; sıcaklık, soğukluk, basınç, acı ve ağrı duyumlarını aldığı [1138] gibi ruhî açıdan haz veren ve rahatlatan duyguları da hisseder. Onun için dokunma bir ihtiyaçtır.
Dokunma, bütün canlılarda huzuru ve iç rahatlığını fısıldayan bir dildir. [1139] Bu bakımdan her doğan yavru annesine yaslanma ihtiyacı duyar ve ilk iş olarak onun memesine sarılır. Yeni doğmuş bir çocuğun anneye bağlılığını ölçmek için hayvanlar üzerinde deneyler yapılmış ve dokunmanın verdiği rahatlık üzerindeki bu araştırmalar olumlu sonuç vermiştir. Araştırmaların birinde bir yavru maymun, annesi yerine telden yapılmış bir manken maymun tarafından beslenmiş, beslenme dışındaki bütün zamanını da kumaştan yapılmış bir manken maymunun yanında ona sarılarak geçirmiştir. Bu sonuç, bebeğin anneye bağlılık sebebinin sadece beslenme değil de dokunmanın vermiş olduğu rahatlama olduğunu ortaya koymuştur.[1140]
Konuşurken elin cepte bulundurulması, geçmişte ayıp kabul edilirken; günümüzde bu hareket, rahatlatıcı bir hareket olarak algılanmakta ve muhataba aktif olmanın; rahat bir konuşma yapma isteğinin sergilendiği sinyali olarak kabui edilmektedir. Eli cebinde konuşan birisi, bununla karşısındakilere: “Benim varlığımın önemini kendiniz için o kadar büyütmeyin, burada sakin sakin dostane bir konuşma yapacağız.” demek istemektedir.[1141]
Birtakım deneyler, dokunmanın kalp hastalıkları riskini azalttığı sonucunu vermiştir. Örneğin biberonla beslenen bir yavru maymun doğumundan itibaren kafese kapatılıp dokunmanın verdiği rahatlığı yaşamaktan mahrum edilince gelişiminde gerilemelerin görüldüğü; hatta erken mikrop kapıp hastalanarak öldüğü tespit edilmiştir.[1142]
Bir başka araştırmada da, yaşamını yalnız sürdüren kalp hastalarının, köpek besledikleri takdirde köpekle kurduğu ilişki ve ona dokunmanın verdiği rahatlığın, kalp riskini azalttığı ve onlann ömrünün uzadığı sonucunu verdiği [1143] ileri sürülmüştür.
Araştırmalar, bedensel temasın, canlıların yaşamında önemli bir rolününün olduğunu[1144] dokunuşların, engellenemeyen uyarılar içerdiğini ortaya koymuştur. [1145] Bu bakımdan insanlar dokunmadan kendilerini iyi hissedemezler. Dokunmanın kısıtlandığı bir çevrede insanî ilişkilerin olmazsa olmaz şartı olan sıcaklık oluşamaz. İlişki ve haberleşc me, biri rasyonel diğeri de duygusal iki doğru üzerinde gerçekleştirilebilir. İlişkinin sağlanması için bunlardan birisi yeterli değildir. Birisi ile yetinildiği takdirde duygusal tatmin yolu etkilenir ve aramızdaki sağlanacak oian anlaşma zedelenmiş olur. Ancak şunu hemen ilave etmek gerekir ki her ne kadar insan sosyal bir yaratık ise de; o, ister rasyonel isterse duygusal olsun ilişkilerde bazı sınırları korumaya özen gösterir ve onun özel yakınlığına bazı insanlar girebilir.[1146]
Tokalaşma, birbirini öpme, kucaklaşma, elleri omuza ve sırta koyma yahut kolları boyna dolama insanî ilişkilerde sık sık kullanılır. Aile bireyleri arasındaki ilişkilerde okşama, kucaklaşma ve öpme, ilişkileri geliştirir. Bu vesile ile dokunma, hem büyüklere hem de çocuklara güven ortamı meydana getirir. [1147] Ancak yabancı insanlara sadece yardım ve şefkat amacıyla dokunabiliriz. Örneğin yolda kalmış yaşlı bir teyzenin veya yaşlı bir erkeğin elinden tutarak karşıdan karşıya geçirmek, yere düşen bir çocuğu kaldırıp okşamak, hep bu maksatladır. [1148] Onun için bu maksatlı dokunuşlar, bedensel tabulardan uzak; saygıdan başka anlam taşımayan dokunuşlardır. Bu dokunuşlar, güven duygusu çerçevesinde gerçekleştirilebilir. Aksi halde koruma amaçlı da olsa kolumuzu birisinin omzuna attığımız veya elimizi başına koyduğumuz zaman en ufak bir yanlış anlama sonucu elimiz veya kolumuz itilecektir. Zira son derece hassas olan baş, kolay kolay başkalarına teslim edilemez.[1149] Onun için aile fertlerinin dışındaki şahıslarla kurulan İlişkilerde dokunma, çok hassas ölçüler içerisinde kullanılmalı [1150] ve güven sınırını aşmamalıdır.
İnsanlar, birbirine dokunarak güven ve sempati uyandırmayı sever; bu maksatla da bedenlerinin bu tür ifade yeteneğini kullanırlar. Bizim toplumda bireyler arasında dostça dokunuşlar ve sarılmalar alışıla gelmiştir. Ancak Avrupa'da bu tür hareketler erotik (şehevî) kabul edildiğinden yanlış anlamalara sebep olabilir. [1151] Onun için bu tür davranışlarda toplumlardaki kültür farklılıklarını göz önünde tutmak en doğru olanıdır.
Dokunma, rahatlatıcı bir unsurdur. Örneğin birisiyle tartışan arkadaşımızın yanından geçerken koluna dokunmamız veya sırtını sıvazlamamız onu son derece rahatlatır. [1152] Bu rahatlatıcı durumu tatmak için yaşlı ve yalnız yaşayan insanların sık sık doktora gittikleri tespit edilmiştir. Kendilerini itilmiş hisseden yaşlı kadınlar kuaförlere giderek özlemini duydukları sıcak dokunuşlardan nasiplerini alırlar.[1153]
Doktorlar, bakıcılar ve berberler kolay kolay kimseye izin vermeyeceğimiz dokunuşlarda bulunurlar. Bu dokunuşları işlevsel olarak algılarız ve onlara karşı bir güven ortamı gelişir. Böyle olmazsa mahrem alanlara girmenin ne tür rahatsızlıklar ve gerginlikler doğuracağı açıktır.[1154]
Bedensel dokunuş, aynı cinsiyetten kimselere, yaşlılara ve çocuklara yönelik olarak kullanılabilir. Bu dokunuş, hem onları motive eder hem de onlar üzerindeki etkinliğimizi arttırmış olur. Ancak karşımızdaki kişilerin dokunmaya karşı tutumunu bilmek ve ona göre davranmak gerekir. Aksi halde rahatsızlık verecek yorumlar ve istenmeyen sonuçlar doğurabilir.
Dokunuşların dışında çeşitli ilişkilerimizde bedenimizin takındığı her türlü pozisyon, anlam yüklü kelimeler gibidir. Örneğin omuzlan geri çekmek, saldırganlığa; eğik ve düşük omuzlar, ezilmişliğe ve güvensizliğe; içeri çekilmiş baş ve kısaltılmış boyun, hareketsizliğe; şişirilmiş bir göğüs korkuya vs. işaret eder. [1155] Görülüyor ki değişik ortam ve şartlarda vücudumuzun aldığı her türlü duruş şekli bir tavırdır [1156], anlam yüklü bir dildir. Öncelikle şunu ifade edelim ki, insanî ilişkilerde bedenin dönük durduğu yön, ağızdan çıkan kelimelerden çok daha önemlidir. Zira kişi hangi tarafa yönelmişse zihinsel ve duygusal enerjisi o yönedir. [1157] Kur'ân'da, konuşulurken sırtı dönmek, sözü dinlememenin bedensel ifadesi olarak kabul edilmiştir.[1158] Onun için yönümüzü konuşana karşı çevirmek, onu dinlediğimizin bir işareti olmuş olur. Ahlakî olanı da budur.
Bedenin duruşu, konuya duyulan ilgi ve katılımın işareti sayılır. Kendisine bir şeyler anlattığınız şahsın gözleri başka yerde, bedeni size yarım dönük, ayakları da başka şeylerie meşgulse sizi dinlemediğinden emin olabilirsiniz. Buna bir başka örnek: Bir yöneticinin odasına girmiş talepte bulunuyorsunuz. Yöneticinin sizi dinlerken göğsü kapıya doğru yönelik ise, sizi nezaketen dinliyor demektir. Bazen de karşılıksız konuşan iki kişinin yanında bulunan üçüncü bir şahıs, zaman zaman kendisi ile konuşulmasına aldanarak grupta kalmayı sürdürür. Halbuki karşılıklı konuşan diğer iki kişinin beden diline dikkat ederek buradaki konumunu tespit etmesi mümkündür.
Bazı durumlarda önemsiz ve anlamsız gibi gözüken küçük hareketler büyük anlam taşıyabilir. Zira insanlar, arasında bulunan rekabet yüzünden, onlar üstünlükleri olmasa bile çoğunlukla kendilerini ortaya koymayı denerler ve beden hareketleriyle üçüncü kişiyi konuşma alanının dışında bırakmaya çalışabilirler. Üçüncü şahıs konuşma alanı dışında kalmak istemiyorsa, karşısındakini omuzu ve dirsekleriyle dışlamayı deneyecektir.[1159]
Görülüyor ki her türlü dokunuş, duruş ve yöneliş, anlam yüklü kelimeler gibi bir dildir [1160] ancak bunların da belli bir sınırı ve tespit edilmiş bir alanı vardır. Buna göre bedenler arasındaki mesafe de, bir dildir. [1161]
İnsanların birbirlerine dokunmaları, aralarındaki ilişkilerde duruş ve yönelişleri nasıl bir ihtiyaçsa bu ilişkilerde aralarına bir mesafe koymaları da bir ihtiyaçtır: Onun için gerek yabancı gerekse akraba ilişkilerinde insanlar, aralarına bir mesafe koyar ve bir alan belirlerler. Kimse bu alana giremez. İnsanlar daima birbirlerine ihtiyacı olan sosyal varlıklar olmalarına rağmen yine de kendi aralarında bir alanın belir-'enmesine itina gösterir ve bu alanların korunmasına ihtiyaç duyarlar. Bu ihtiyaç, güvenlik ve huzur için bir zorunluluktur. Zira bu, her canlıda olan bir hayatta kalabilme programıdır.[1162]
Bedenimize uygulanacak istek dışı her hareket, hem bizim hayatta katabilme programımızı ihlaf eder, hem de bizi yaralar. Yemek yememeye direnen bir çocuğun ağzına kaşığı ile mamasını zorla itmek bunun örneğidir. Halbuki çocuk, bir dişçinin, ağzın hazır olduğunda dolguya açılmasını beklediği gibi zor kullanılmadan yemeğe motive edilerek ikna yoluyla karnı doyurulursa hem onun mahrem alanı zedelenmemiş, hem de girişim ve teşebbüs gücü yok edilmemiş olur.[1163]
Dar alanlarda insanların, birbirlerine yan durarak geri çekilerek veya yüzünü dönerek; hatta bazen farkına bile varmadan mesafe koyarak [1164] birbirlerine geçit vermeleri, bu mahrem alanın korunmasına güzel bir örnek teşkil eder. Bu alana riâyet edilmeden çarparak veya önüne atlayarak geçmeye çalışmak, hele de bu hareket bir bayanla karşı karşıya gelindiğinde yapılan bir hareket olursa bu, koruyucu ve kollayıcı kültürün ihlali anlamını taşır.[1165]
Kişiler arasında ilk tehdit, keşif bakışlarıdır. Bu bakışlarla karşılaşması sırasında muhatabın gücü anlaşılır. Bakışlar fazla geldiğinde taraflardan biri, gözlerini kaçırır. Boyun eğer ve diğerinin hakimiyetini kabul eder. [1166] Bazen de insanlar, göz göze gelince bir rakip gibi birbirlerine bakışlarını kilitleyebilirler. Önemli olan bu bakışı kavrayıp hem bakışları kaçırarak hem de geri çekilerek gerginliği önlemektir. Bu tür hareketlerin, hayvanlarda kapışmaya ve ölümle sonuçlanan yaralamalara götürdüğü olur. Onun için insan farkını ortaya koymak sosyal yaşamın gerektirdiği bir unsurdur. Dar bir alanda bacaklarını gererek oturmak veya birilerinin yanından geçerken bir bakışını dahi vermeden yoluna devam etmek, zoraki bir egemenlik unsuru olarak sergileniyorsa; bu da, rahatsız edici bir eylem kabul edilebilir. Ancak bu hareket, bazen de kötü bir gün yaşayan ve canı sıkkın insanlardan sadır olabilir. O zaman bu durumu yukarıdaki gibi değerlendirmek yanlış olur.[1167]
Yabancı ya da tarafsız alanlarda en uygun hareket, bu alanları yan yarıya paylaşmaktır. Birisinin uçakta bir koltuğa eşyasını koyarak oraya yönelen kişiye “Görmüyor musun? Burası benim.” demesi; bir başkasının otel odasında dolaplara kendi eşyasını yerleştirmesi, bir diğerinin kafeteryada masayı tümden işgal etmesi, kişilerin sahip olduğu mahrem alanlara müdahale anlamı taşır. Zira her koruma alanının ihlali, bir meydan okuma gibi algılanabilir. Böylece karşısındaki insanlar, kendilerini geri çekmek zorunluluğunu hissederler. Dolayısıyla da iletişim güçleşir. [1168] İnsanların, yanınızda rahat ve huzurlu olmasını sağlayacak en önemli kural, “mesafeli davranma” kuralıdır. İnsanların mahrem alanlarına girmede acele etmemek gerekir. Zira başkalarıyla medeni ilişkilerimiz yakınlaştıkça yakın bölgelerine girmemize izin verilir.[1169]
Her insan, kendi alanı ihlal edildiğinde sıkıntı çeker ve dikkati dağılır. İçgüdüsel davranışı bastırmak da, zordur. [1170] Bu bakımdan herkesin kendi alanını belirlemede ve bunu korumada dikkatli davranacağı unutulmamalı ve halka açık yerlerde mahrem alan küçük tutulmalıdır.
Bir büyüğün odasına girerken gösterilen saygı, bir altın ve küçüğün yanına girerken de gösterilmelidir. Ancak bir üst bir altın kapısını çalmasa bile kendisini bir ses veya belirli adımlarla duyurması en uygun olanıdır. Zira her ihlal, karşı kuvvetle, sinirle öfkeyle ve olumsuz duygularla cevap bulur [1171] Kur'ân'ın, başkalarına ait alanlara izinsiz girilemeyeceğine dair uyarılan bu konuda son derece manidardır.[1172]
Akrabaların, birbirleri alanlarına rahat girebilecekleri, onların eşyalarını kullanabilecekleri ve kendilerini kendi evlerindeymiş gibi hissedecekleri yanılgısı yaygındır. Bu tür davranışlar, hiç farkına varılmadan büyük facialara sebep olabilir. Örneğin bir kaynana kendi gelininin mutfağında kendi mutfağındaymış gibi hareket eder. Bir müddet sonra darılmalar meydana gelir ve bunun sebebini bir türlü bulamazlar. Halbuki darılma ve alınganlıkların çoğu, bu mahrem alanın sınırlarını aşmaktan kaynaklanmıştır. Otomobille yolda giderken bir başka otomobil sahibinin sağdan sizin önünüze geçmesi sizin de selektör ve korna ile reaksiyon göstermeniz de beden dili sözlüğünde yer alır.[1173]
Birçok insan, kendi bilgi alanına bile kimseyi sokmak istemez. Girildiği durumlarda da rahatsız olur, tepki gösterir ve yaralanır. Bu tür karşılaşmaları engellemek için belirli işaretler ve semboller geliştirilmiştir. Meslekî işaretler, akademik unvanlar ve rütbeler bunun için vardır.[1174]
Farklı kültürlerde mahrem bölge mesafeleri, farklı olur. Bu konuda bilgi sahibi olmamak yanlış varsayımlarda bulunulmasına yol açabilir.
Nüfus yoğunluğunun yüksek olduğu şehirlerde büyüyen insanlarla kırsal kesimde yaşayanların kişisel alanları eşit değildir. Kırsal kesimdekiler, daha fazia kişisel alana ihtiyaç duyar. Bunlar, ayaklarını yere sağlam basar ve tokalaşabilmek için eğilebildikleri kadar eğilirler. Halbuki şehirli el sıkışmak için ileri adımını atar ve yaklaşır. Böylece kırsal kesimlerde yetişenlerin bölgesel alanı 100 santimetreye çıkarken şe-hirlilerinki 46 santimetreyi geçmez. Uzak ve tenha bölgelerde yetişen kişilerin kişisel alan ihtiyaçları daha fazla olup altı metreye kadar çıkabilir. Hatta bu şahısların el sıkışma yerine uzaktan selamlaşmayı tercih ettikleri gözlenir. [1175] Kırsal kesim insanıyla uzak mesafeden el sıkışarak; ıssız bölgede hayatını sürdüren bir çiftçiyle de uzaktan el sallayarak selamlaşma, onlar için daha rahatlatıcı olur. Fazla yaklaşmak, tepkilerin doğmasına yol açabilir. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi bu bir kültür meselesidir. Demek oluyor ki bedenler arasındaki mesafenin bir anlamı vardır. Bu bakımdan kişiler aralarında daima uzak ve yakın olmak üzere bir mesafe belirlerler. Bu mesafe bazen yaklaşmanın bazen de uzaklaşmanın sinyallerini verir. Onun için canlılar arasındaki mesafe önemli bir unsurdur. Sonuç olarak şunlar söylenebilir;
Gerek canlılarda gerekse insanlarda her birine ait egemenlik alanları vardır. Belli bir mesafede duran hayvana yaklaştığınız zaman karar ve bir müddet sonra durur. Bu, birbirine aykırı olan türe ait mesafeyi gösterir. Aynı cinsten varlıkların da kendi aralarında duruş mesafeleri vardır. Başkalarıyla aramızda koyduğumuz mesafe onlara karşı duygularımızla ilgili olduğu gibi birbirimize verdiğimiz değeri, yakınlık derecesini ve hatta onlarla olan ilişkilerimiz hakkında bazı durumları belirler. Kendimize çok yakın hissettiğimiz kişilere yaklaşıp onlarla yakın temas kurarken, hoşnut olmadığımız şeyler söz konusu olunca da onlarla aramıza mesafe koyarız. Koyduğumuz bu mesafeyi bazen de “Burnumuzun dibine giriyor.” “Ayağımızın altında dolaşma.” gibi sözlerle hissettiririz.[1176]
Belli bir bölge, bir kişinin sanki vücudunun uzantısıymışçasına kendisi için benimsediği bir alan veya boşluktur. Her birimizin, duvarlarla çevrilmiş evi, yatak odası, makamı, sandalyesi ve hatta vücudumuzun etrafında belirlenmiş bir boşluktan oluşan ve kendi güvenliğimizi çevreleyen alanı içeren kendi bölgesi vardır.
Yakınlık - uzaklık kavramları, Kur'ân'da dikkat çekici iki önemli kavramdır. Kur'ân'a göre öncelikle kendisi ile kullan arasında, daha sonra insanlar arasında olan uzaklık ve yakınlıkları Allah belirler. Bunlar iletişimde birebir ilişkilerde çok önemlidir. Örneğin: “Eğer kullarım sana benim hakkımda sorarlarsa (bilsinler ki) ben çok yakınım; dua edenin yakarışına her zaman karşılık veririm: Öyleyse onlar da bana karşılık versinler ve bana inansınlar ki, doğru yolu bulabilsinler.”[1177]
Allah, kulları ile kendi arasında sözlü iletişimin bir türü olan dua eyleminin mesafesini yukarıdaki gibi belirierken bazen sırf konuşmak için aradaki mesafeyi iyice yaklaştırır, bazen de uzaktan seslenir. Yakına örnek: “Hani o (Musa)ya “Sina Dağı”nın sağ yamacından seslenmiş ve onu gizemsel bir konuşma için (kendimize) yaklaştırmıştık.”[1178] âyeti verilebilir. Uzak mesafeli konuşmaya da: “Biz Musa'ya seslendiğimiz zaman sen Sina Dağı'nın yamacında değildin.”[1179] “Rableri onlar (Adem ile Havva)a (şöyle) seslendi: “Ben sizi o ağaçtan yasaklayıp da, şeytan sizin gerçekten apaçık düşmanınızdır” dememiş miydim?” âyetleri örnek teşkil eder.[1180]
Allah Teâlâ, kullarından bazıları ile kendi arasına tamamen mesafe koyar. Ve alakası olmadığını seslendirir: “Allah'ın, Allah'tan başka tanrılık yakıştıranlarla hiçbir bağlantısı yoktur, Onun, elçisinin de (öyle).”[1181]
Allah Teâlâ, insanlar arasındaki yakınlıkları belirlerken de, bir taraftan yakın akraba diğer taraftan da inanç kardeşliği kurumlarını tesis eder. [1182] Fizikî açıdan kimin kime ne kadar yaklaşacağının sınırlarını belirler. Karı-koca için “Onlar sizin için bir elbise gibidirler ve siz de onlar için bir elbise gibisiniz.”[1183] Kuralını koyarken; anne, baba, kardeş, hala, teyze, torun ve yeğenler sütanne ve süt kardeşi birinci derecede yakın/akraba kabul edilerek yakınlıkları tescil edifir. Bunların birbirleriyle evlenmeleri de yasaklanır. [1184] Artık bunlar bir ev halkıdır. İç içe oturur kalkarlar. Ancak yatak odalarına ve birbirlerinin evlerine giriş izne bağlanmıştır.[1185] Karşılıklı ilişkiler veya karşılıklı konuşmalarda en olumsuz kişilere bile yumuşak bir dille [1186], güzel öğüt ve ilimle [1187]; kendini bilmezlere karşı da cevap vermeme[1188]; yani sükut önerilir. Yen gelince üzerinde durulacağı gibi sükutta bir dildir.
Bireyler arasındaki mesafeler Kur'ân'da böyle beklenirken her toplum kendi bireylen arasındaki mesafeyi inanç örf ve geleneklerine göre belirler. Onun için de belirlenen bu mesafeler, her toplumda farklı farklıdır.
Canlılar arasında mesafe, hayatî önem taşıyan bir unsurdur. Bu bakımdan o, farkında olanlar tarafından korunur ve kontrol edilir. Bireyler arasında korunan bu mesafe, hayatî bir konu olduğundan hem yüz yüze ikili ilişkilerde, hem de geniş alan içinde bir toplulukla kurulan ilişkilerde, uzaklık ve yakınlığı bilinçli kullanmanın yararları tartışılamaz, insan topluluklarına baktığımız zaman batı ve kuzey toplumlarında mesafe, doğu ve güney toplumlarına kıyasla daha uzaktır. [1189] Ama her durumda insan ve diğer bütün canlılar arasında bir mesafe vardır. Güvenlik açısından bu bir ihtiyaçtır. Önemine binaen bu güvenlik alanları üzerinde duralım. [1190]
Yaşam için her canlının çeşitli derecelerde güvenlik alanları vardır. Karşılıklı ilişkilerde bu alanlar son derece önemlidir. İnsanlar ilişkilerini dört bölgede düzenlerler. [1191]
Her canlının kendini güvenli hissettiği psikolojik bir korunma alanı vardır. Bu alana mahrem alan adı verilir. Bu aîanın istenmeyen kimseler tarafından aşılması halinde sıkıntı, gerginlik, huzursuzluk ve saldırganlık eğiliminde artış gözlenir. Bu alan, hem hayvanlarda hem de insanlarda söz konusudur. Örneğin Afrika'nın uzak bölgelerinde yaşayan bir aslan 50 km'lik bir alanı kendi dışkısıyla işaretleyip kişisel alan olarak belirler. [1192] Burası onun egemenlik alanıdır. Bu mesafe, az veya çok diğer hayvanlarda da görülür. Kendilerine biraz fazla yaklaştığınız zaman tepkisini gösterir.
Hayvanlar gibi insanların da yasak bölgeleri vardır. Bu bölgelerin mesafesi, kültürel olarak belirlenmesine rağmen oranların birbirine yakınlığı dikkat çeker. İnsanlarda yasak alanın mesafesi 0-25 veya 15-45 cm kadardır. Bu alana özel duygusal ilişkimiz olan aile fertleri, eşler ve az sayıda yakın arkadaşlar alınır.[1193]
Mahrem alan aşıldığı zaman meydana gelen sıkıntı ve gerginlik, bütün canlıların, yaratılıştan getirdiği ortak duygulardır. Bu duygular, bayatın korunmasında önemli etkendirler. [1194]
Bu alan, 30-75 cm veya 25 cm ile 1 metre yahut 46 cm ile 1.22 metre uzaklıktaki bir mesafedir. Bu uzaklık iki arkadaşın konuşurken korudukları ve kendimize yakın hissettiğimiz insanların girebildiği alandır. Yukarıda verilen orandan daha fazla yaklaşıldığı zaman rahatsızlık doğuracağı için fazlasına müsaade edilmez. Bu alan, günlük normal insanlar arasında korunulan alandır.[1195]
“Horoz ötmek için alan ister.” gibi sözler, sosyal alana olan ihtiyaca dikkat çeker. Mesafesi yaklaşık olarak 1.5 ile 2.5 metredir. Bu mesafe, çeşitli toplantılarda, yabancılarla ilişkide ve davetlerde korunan alandır. Bu tür bir araya gelmelerde kişiler arasında özel yakınlıklar yoksa mesafenin korunmasına özen gösterilir. Aksi halde çeşitli rahatsızlıklar karşılıklı anlamlı bakışmalar ve hoşnutsuzluklar kaçınılmaz olur.[1196]
Toplumun tüm fertlerine açık olan alandır. Otobüs durakları, tren istasyonları, otel lobileri ve topluma açık salonlar, bu alan grubu içine girer. Buna ortak alan da denir. Genel olarak 3 veya daha fazla metre uzaklığı kapsayan genel alan, ilgi duymadığımız yahut ilişki kurmaya çalışmadığımız yabancılara ayrılmıştır. Topluluklara hitap edildiğinde, durmanın, tercih edildiği rahat mesafe budur. [1197] Bu mesafe, korunmadığı zaman rahatsızlıklar husule gelir ve imkan ölçüsünde farkında olmadan uzaklaşmalar görülür. [1198]
Duygular genellikle belirsiz ve üstü kapalı bir şekilde ortaya çıkar. Onun için kişilerin beden dilinde somutlaşan gerçek duygularını anlamak duyarlılık gerektirir.[1199]
Beden dilinin de, sözlü dil gibi sözcükler, cümleler ve noktalama işaretlerinden oluştuğunu, bir sözcüğün birden fazla anlama gelip ve diğer sözcüklerle birlikte cümlede kullanıldığında anlaşıldığını, hareketlerin de böyle olduğunu söylemiştik. Buna göre, hareket gruplarına bakmadan bir hareketi değerlendirmek yanlış anlamlara yol açabilir.[1200] Örneğin durmadan elini ısıran birisini gördüğümüzde bunun bir dizi anlama geldiğini hesaba katmadan o hareketi kendimize kızgınlık hareketi şeklinde algılamış olsak, hata etmiş olabiliriz. Zira elini ısırma bize kızgınlığı ifade ettiği gibi, bir hastalığın, bir servet veya bir yakını kaybetmenin, bir başka şeye kızgınlığın; kinin, tehlikeyi görmenin yahut utanılacak bir hareketin işareti olabilir. Bu hareketi doğru okumak, hareketlerin bütününe ve onların bağlamına bakmakla mümkün olur. Onun için hareketler, cümleler halindedirler ve bir şekilde bir kişinin davranış veya duyguları hakkındaki doğruları söylemektedirler. Kur'ân, bu konuda yapılacak bir hatayı önlemek ve ikiyüzlülerin tehlikesinden sakındırmak için şu düsturu getirir:
“Ey iman edenler sîzden olmayanları yakın dost edinmeyin. Onlar, size fenalık yapmaktan geri durmazlar. Sizin sıkıntıya düşmenizi isterler. Kinleri ağızlarından dökülür, sinelerinin gizlediği ise, daha büyüktür. Düşünürseniz biz âyetleri açıkladık. Siz o kimselersiniz ki onları severseniz, onlar ise sizi sevmezler. Halbuki siz kitabın hepsine iman edersiniz onlarla karşılaştığınız zaman; “İman ettik.” derler. Baş başa kaldıklarında ise kinlerinden dolayı parmaklarını ısırırlar. Onlara deki: “Kininizden ölün.” Şüphesiz ki Allah, kalplerin özünü çok iyi bilendir”[1201]
Ayetlerde ikiyüzlülerdeki davranışların, yalan söylediği ifade edilmektedir. Yani hareketleriyle sözlerinin birbirini yalanlamakta ve hareketlerin saklandığına dikkat çekilmektedir. Bu durumda yapılacak şey bu tür insanların bütün hareketlerini incelemek olacaktır. Dilleriyle hoşlanılan şeyleri söylemelerine rağmen; bu sözler, sözel olmayan hareketlerle uyuşmuyorsa yalan söylendiği açıktır. Şimdi sözel cümleler mi yoksa sözel olmayan hareketler mi doğrudur?
Araştırmalar, sözel olmayan işaretlerin, sözel kanalın en az beş katı daha etkili olduğunu ve ikisi arasında uyuşmazlık olduğu durumlarda, insanların sözel ifadelere aldırmadan sözel olmayan hareketleri dikkate aldıklarını göstermiştir. [1202] Bundaki haklılık payı, beden hareketlerinin kendiliğinden meydana gelip kontrol altına alınamayışındandır. İnsanın sosyal çevreye karşı tutumu, beden dili ile anlaşılabildiğinden ötürü, onları iyi anlamak için bu dilin sinyallerinin bilinmesi ve sağlıklı okunmasıyla yakından ilişkilidir.[1203]
Bu tecrübeler, yukarıda vermiş olduğumuz âyetlerle uyuşmaktadır. Bu durumda hareket grupları ve sözel kanallar arasındaki uyuşmanın gözlenmesi beden dilinin doğru yorumlanmasında büyük önem taşımaktadır. Bu hususa dikkat edilmesi yeterü olmayıp yukarıda ifade edildiği gibi bütün hareketleri meydana geldikleri bağlama göre değerlendirmek şarttır. Örneğin sıkılan yumruk, insani koruyan doğal bir silah olduğu gibi gücün evrensel simgesi de olabilir. Ancak her sıkılan yumruk böyle değerlendirilemez. Zira yumruğun, iş hayatında öfke, uyuşmazlık, korku ve endişe anlamında kullanıldığı da olur. [1204] Bu bakımdan durumu doğru değerlendirebilmek için hareket gruplarının hepsini izlemek gerekir. Sözel dil de, böyledir. Konuşulan söz (kelime veya cümle)ün nerede, ne zaman, hangi ortamda kime, ne maksatla ve hangi münasebetle söylendiği tespit edilmeden onu doğru anlamak zordur.
Demek oluyor ki bedenimizin tepkisiz kalma yeteneği olmadığı gibi içimizdeki bütün kıpırtılar, arzular, duygu ve heyecanlar, bedenimiz sayesinde kendilerini ifade ederler. [1205] Beden kapalı bir sistemdir. Çoğu zaman onu kontrol etmekten aciz kalırız. [1206] Onun için duyguların tespitinde esas olan kelimeler değil, hareketlerdir. Bunun sebebi de Kur'ân'a göre İnsanın zayıf, [1207] hırslı, sabırsız yaratılmasıdır. Başına bir kötülük geldiği zaman sızlanmaya başlar. Bir iyilik ile karşılaşınca da onu bencilce sahiplenip başka insanlardan uzak tutar. Ancak namazda bilinçli olarak Allah'a yönelenler ve namazlarında devamlı ve kararlı olanlar böyle değildir.[1208]
Kur'ân burada insanın tatminsizliğini vurgularken bu tatminsizliğin; doğru kullanıldığı takdirde insanı hem bilinçli ruhî gelişmeye, hem de bütün bencillik ve düşkünlüklerden uzaklaşmaya götüreceğine dikkat çeker. Zira insanlar, beden hareketleri, konuşma tarzları ve ses tonlarıyla kendilerini ele verirler. Kur'ân buna “Sen onları ses tonlarından mutlaka tanırsın.”[1209] âyetiyle işaret etmektedir.
Âyette “tanırsın” şeklinde tercüme ettiğimiz sözcüğün Kur'ân'da-ki karşılığı “arefe” kökünden türetilmiş “ta'rifenne”dir.
Kur'ân'ın burada “a-r-e-f-e” sözcüğünü kullanması, bu sözcüğün Arapça'da, tanımak, bilmek, seçmek, fark etmek, iyi bilmek, malumatı olmak, malumat edinmek, haberi olmak, haberdar olmak ve tecrübeyle bilmek anlamlarını ifade etmesindendir.[1210]
Bu sözcük, “recülün arifün” şeklinde bir şahsa sıfat yapıldığı zaman o zatın, “işleri anlayan ve ilk anda gördüğü kimseyi tanımamazlıktan gelmeyen”[1211] yani onu işaretlerinden tanıyan birisi olduğu vurgulanmış olur.
“Arefe” kelimesi, bilmek anlamına gelen “ilm” kelimesinden daha özel bir anlam taşımakta olup, bu kelime, daha çok bir şeyi, tefekkür etmek, onun işaretleri üzerinde düşünmek ve o şeyin niteliklerini öğrenmek yoluyla tanıma anlamını ifade eder. [1212] Aynı kökten gelen “Ma'rifef'in zıddı inkar, ilmin zıddı da cehalettir. İnsanların Allah'ı bilmeleri, sıfatlarını ve tabiat üzerindeki işaretlerini görerek olduğu için Allah'ı bilmede de “ilim” değil de “arefe” sözcüğü kullanılır. [1213] Allah'ın bildiğini ifadede ise, “arefe” fiili kullanılmaz. Zira Allah'ın eşyayı delil ve işaretlerden hareketle bildiğini söylemek caiz değildir. [1214] Allah her şeyi bizzat bilir. “Arefe” fiili, bir şeyi işaretlerini görerek bilme anlamına geldiği için yerin altında suyun bulunduğunu keşfeden mühendise, hastasını birtakım işaretlerden hareketlerle teşhis eden doktora, kahine ve insan organlarına bakarak kehânette bulunan falcıya, “arrâf” denmektedir.[1215]
“Arefe” kökünden gelen “a'refe” ve “arrefe” kalıpları “birisine sonucu bildirip sonra affetmek” bağlamında kullanılır. Bu sözcük, bu kalıplardan biriyle, birine evini öğretmek maksadıyla kullanıldığı zaman “ev” bulunduğu çevre ile tanıtılmış olur.[1216]
Görüldüğü gibi “Arefe” sözcüğü, genel olarak bir şeyi alamet, işaret ve niteliklerini görerek tanıma bağlamında kullanılmaktadır. Beden dili de, işaret ve birtakım hareketlerle duygulan anlatan bir dil olduğu için sözü edilen kelimenin, bu gibi yerlerde kullanılması ve dolayısıyla da bizi insan ve eşyanın durumuna ve dış görünüşlerine bakarak anlamaya ve tanımaya teşvik etmesi son derece manidardır.
Kur'ân, bize insanların içlerinde sakladıkları duygu ve düşüncelerinin tespit edileceğine dair “Siz onları yüzlerinden, ses tonlarından ve konuşma tarzlarından tanırsınız.”[1217] Gibi ve buna benzer ifadelerle ipuçları verir. Bu ipuçları, hem ses tonlarını, hem beden hareketlerini, jest ve mimiklerini, hem de insan yüzüne akseden renk tonlarını kapsamaktadır. Daha açığı insanların; özellikle de ikiyüzlülerin karakterleri, hem yüzlerinden okunur, hem de ses tonları ve konuşma tarzlarından kendilerini ele verir. Kur'ân'ın ifadesiyle siz de bunları tanırsınız. Yukarıda da ifade edildiği gibi Kur'ân, bu konularda “ilim” sözcüğünü kullanarak “onları bilirsiniz” değil de “arefe” fiilini kullanarak “onları tanırsınız” tarzında ifade eder. Zira tanımak, birtakım alamet ve özellikleri öğrenmekle gerçekleşir.
Bir durumla karşı karşıya gelmeden onu arzulamak, çoğu zaman yanıltıcı olabilir. Zira ilk anda o durumun ne getireceği düşünülmeden onun sonucundan hareket edilerek birtakım girişimlerde bulunulabilirnir. Bu da, sonunda rahatsızlık doğurabilir. Bir şeyin yapılıp yapılamayacağı düşünülmeden o şeyi istemek buna güzel örnek teşkil eder. Bunun örneği Kur'ân'da şöyle verilir;
Allah Teâlâ'nın gazabını son derece celbeden hareket, toplum içinde bir kimsenin, yapmayacağı şeyleri söylemesidir. Bu konuda Müslümanlardan da hoşgörü göstermemeleri istenir. Müfessirlerin beyanına göre Müslümanlardan bazıları, Peygamberimizden: “Allah'ın kendi katında en sevimli amelin hangisi olduğunu bilmeyi ve onu yapmayı isterdik” şeklinde bir talepleri [1218] ve müminlerden bazılarının cihadın farz olmasını istemeleri [1219] üzerine cihadı farz kılan âyet iner. Cihat âyeti inince, dün cihadı isteyen birçok Müslüman, bundan rahatsızlık duyar. Bunun üzerine “Ey iman edenler yapmayacağınız şeyi niye söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanır.”[1220] âyetleri iner.
Müfessirlerin çoğunun tercih ettiği görüş, budur. Yani Allah'tan gelen bu sitem, önce cihat emrinin verilmesini istemeleri, cihat emri gelince de durumdan hoşlanmayıp; ağır davranmaları üzerinedir. Ancak Kur'ân âyetleri, ferdi olayların boyutlarını aşarak iniş sebebi dışında kalan benzer bütün konuları kapsar. Örneğin bu âyet, adak ve verilen her türlü söz ve vaatleri içine alır. Bunların her birini yerine getirmeyi de farz kılar. [1221] Çeşitli vesilelerle “antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirenleri” över [1222] insanlara iyiliği emrettiği halde kendileri yapmayanları, [1223] yasakladığı şeylerin aksini yapanları [1224], yapmayacakları şeyleri söyleyenleri[1225] yererek ferdin vicdanını, toplumda yaşayabileceği düşüncelerle programlar. O fertler de, içinde yaşadığı topluluklarla birlikte güven ortamı sağlayan hayat sistemini yerleştirip sosyal düzeni sağlarlar.
Cihatla ilgili bir konuyu açıklayan, savaşla ilgili bir hükmü belirten, yani içinde cihat emri geçen bir sure indirilince kalplerinde hastalık bulunanların tutundukları dal kopar, saklandıkları gösteriş perdesi yırtılır, içlerindeki zayıflık ve korku, bedenlerinin dışına akseder ve “İçlerinden bir kesimi Allah'tan korkar gibi, hatta daha şiddetli bir şekilde korkmaya başlar.”[1226], vücutları titremeye koyulur. Korku ortaya çıkınca gülünç duruma düşerler ve Kur'ân'ın ifadesiyle “Sana ölüm baygınlığmdaki kimsenin bakışı gibi baktıklarını görürsün. “[1227]
Bu titreme ve bu bakış, zayıflığın sözle anlatılması mümkün olmayan bir durumun, bedensel ifadesidir. Bu tasvir, bütün zayıf nefisler için şekillendirilmiş bir tasvirdir. Daha açık bir ifadeyle hastalık karakterinin bedendeki ifadesidir.
Korkuları bedenlerine akseden ve gözlerinden okunan Müslümanlar yanında bir de İslam toplumunda kendilerini saklayan “münafıklık/ikiyüzlülük sanatını sağlam bir şekilde yaptıklarına inanan; yaptıklarının Müslümanlara saklı kalacağını zanneden bir topluluk daha vardır ki bunlara “münafık” adı verilmektedir.
Münafık sözcüğü “en-nefak” kelimesinden türetilmiştir. Nefak, iki yere çıkışı olan bir deliktir. Farenin deliğine de “en-nafaka” denir. Bu deliğin iki çıkışı vardır. Düşmanlarından kaçan fare bu deliklerden birinden girer. Onu kovalayan bu deliğin önünde beklerken öbüründen kaçar kurtulur. İkiyüzlü insanlara “nafak” kökünden türetilmiş olan “münafık” adının verilmesinin sebebi, münafığın da bu fare gibi hareket ederek İslam'a girer, bir başka açıdan İslam'dan çıkarak Müslümanları aldatmak ister. [1228] Böylece kendilerini gizleyeceklerine inanırlar. Allah Teâlâ, onların bu halini: “Yoksa kalplerinde hastalık olanlar zannederler mi ki Allah onların ahlakî zaaflarını açığa vurmayacak?”[1229] âyetiyle tasvir eder.
Bu âyette, ahlakî zaaf diye tercüme ettiğimiz “Adğan” kelimesi “dağn”ın çoğuludur. “Dağn” sözcüğü kişinin olumsuz eğilimlerini yansıtan “kin, nefret ve düşmanlık” anlamına gelmektedir. [1230] Kalbi bu duygularla hastalıklı olan kimseler, kendilerini saklamaya çalışsalar da bedenleri, kendilerini; yüz ifadeleri, konuşma üslupları ve ses tonları ile ele verir. [1231] Hz. Osman, “Allah içindekilerini saklayan kimselerin sırlarını yüz hatları ve dil üslubundan ortaya çıkarır.”[1232] Şeklinde âyete getirdiği yorumla beden dilinin farkına varmıştır.
Ailah Teâlâ'ya hiçbir şey kapalı değildir. “Çünkü O art niyetli bakışların ve yüreklerin gizlediği şeylerin farkındadır.”[1233] âyetinde ifade edildiği gibi kalplerden geçenleri bilir. Şunu unutmamak lazım gelir ki Allah Teâlâ, kalplerin kontrolünü kimseye bırakmamıştır. Onun için kalplerde olup bitenleri sadece Allah bilir. Kalplerin hesaba çekilmesi de Allah'a aittir. İnsanlar ise sadece işin dış yönünü ve görüneni görebilir ve bilirler. Ancak kalbe gelen duygular, şu veya bu şekilde insan bedeninde ortaya çıkar. Bunlar, ya jest ve mimiklerde, ya yüze akseden renk tonlarında, ya el, kol, bacak ve baş hareketlerinde, ya oturup kalkma ve yürümede ya da konuşma üslubu ve ses tonlarında kendini gösterir. İslam toplumundan dışlanmayan münafıklar da, bu yolla tanınır. Allah Teâlâ'nın, Peygamberimize ömrünün sonlarına doğru nifak gölgesinde saklananları tanıtması da, bu yolla olmuştur. Enes'in “Allah münafıkları Resulüne işaretlerle tanıtmıştır.”[1234] sözü bunu doğrular. Fakat buna rağmen Resuîullah bu münafıkları ne İslam toplumundan dışlamış, ne de Huzeyfe'nin dışında kimseye tanıtmıştı. Ama kendisi ve bilahare de Huzeyfe onların cenaze namazını kılmaktan kaçınıyorlardı. [1235] Zira Allah'ı inkar edenin cenazesinin kılınmayacağına dair ilahî yasak inmişti.[1236]
Allah Teâlâ'nın, insanları, içlerindekini organlarına aksettirerek tanıtması ve bu sebeple onları sınava tâbi tutması doğrularla eğrilerin, samimilerle gayri samimilerin belirlenmesi ve kendilerine ona göre muamele edilmesi içindir. Rahatlık ve sıkıntı, nimet ve yoksulluk, genişlik ve darlık, üzüntü ve sevinç, nefislerin cevherini; İnsanın özüne ait bilinmeyenleri ortaya çıkarmak için sınav aracıdırlar.[1237]
Bilim adamlarına göre beden dili konusunda insanların en fazla merak duydukları husus beden dilinin yalan söyleyip söylememesidir.
Sosyal hayatta, çoğu zaman insan, gerçek duygularını saklamak ister. Fakat şöyle ya da böyle kendisini ele verir. Zira bir şahıs, yalan söylemeye başladığı zaman kalbin vurum sayısı artar.[1238] Beden çeşitli işaretler vermeye başlar. Örneğin yüz kasları harekete geçer, gözbebekleri küçülür veya büyür, alın terler, yanaklar kızarır göz kırpmalar hızını artırır, beden hareketlerinde artış olur. Yalan söyleyen şahsı ele veren en önemli ipucu, kişinin gözlerini, konuştuğu kişiden sık sık kaçırmasıdır.
Bunlar fizyolojik değişikliklerdir. Bunların yanı sıra burunda kaşınma duygusu yaşanır. Ağız örtülmeye çalışılır. Yanak oğuşturulur. Gözün altı kaşınır, kulak memesi çekilir, saçlarla oynanılır.[1239]
Polis sorgulamalarında suçlu zanlısı ya ortada bir sandalyeye oturtulur ya da vücut tamamen görülecek şekilde ışıklar altına yerleştirilir. Böylece yalanı tespiti daha kolay gerçekleştirilmiş olur. Profesyonel yalancılar yalanlarını saklamak için konuşurken bedenlerini gözden uzak tutmaya çalışırlar.[1240]
Yalan, en fazla yüz hareketlerinden ve konuşma üslubundan anlaşılır. [1241]
“Beden diliyle yalan söylenebilir mi?” sorusuna “Hayır.” cevabı verilebilir. Zira ana hareketler, bedenin çok küçük sinyalleri ve söylenen sözler arasındaki çelişki, kişiyi derhal ele verir. Bu da, uyuşmayan mesaj alındığında insan beyninde, “hile uyarısı mesajı (tilt)” veren yanılmaz bir sistemin bulunmasındandır. [1242] Bu sistem içinde anlaşılması imkansız olan karmaşık ayarlamalar mevcuttur. Buna karşı bizim yapacağımız bir şey yoktur. [1243] Kaldı ki reaksiyon, beden diiinin kurucu üyelerinden sayıldığı [1244] gibi bu reaksiyonları kontrol altına almak da mümkün değildir.
Örneğin bir şahıs, içtenlik izlenimini veren hareketlerle yalanını kapatmaya çalışırken vücut, kasıtlı yapılan hareketlerden bağımsız işaretler vermeye başlar. Yalan söylemekteki en büyük zorluk, işte bilinçaltı zihnimizin, sözel yalanımızdan bağımsız olarak hareket etmesidir. Bilinçaltı zihin, yalan esnasında kişinin söylediği ile çelişen sinirsel bir enerji yayar, bu enerji bedenin çelişkili işaretler göndermesini sağlar. Bu da, bize onların yalan söyledikleri hissini uyandırır. Örneğin yalan söyleyen birisi, bu arada vücut hareketlerini bastırmak için son derece çaba sarf etse; yine de yüz kası kımıldamalarına göz bebeklerinin büyümesine ve küçülmesine, alın terlemesine, yanakların kızarmasına ve göz kırpma hareketlerinin hızlanmasına veya en azından bu sayılanlardan bir veya ikisine engel olamayacaktır. [1245] O halde başarılı şekilde yalan söyleyebilmek için bedeni tamamen gözden uzakta tutmaktan başka çare yoktur. Hatta bu da çare değildir. Zira ses tonundaki değişiklikler ve konuşma üslubu kişiyi yine ele verir.[1246]
Kur'ân bu çok önemli hususa dikkat çekerek; beden dili izlendiğinde bu ve benzeri hareket ve işaretlerden kişinin tanınabileceği, duygularının tespit edilebileceği konusunda bize çokça malzeme verir. [1247] Bilindiği gibi duygular, beden dili vasıtasıyla öğrenilir. Beden hareketleri okunurken de iki önemli husus dikkat çeker. Bunlardan birincisi bedenin verdiği sinyallerle kişinin duyguları tespit edilir. [1248] İkincisi de bedendeki işaretlerden kendisini yaratanın tanınması istenir. [1249] Kur'ân bu işaretlere “âyet” ismini verir. Daha sonra detayı üzerinde durulacak olmasına rağmen giriş bağlamında bu konuda birkaç hususa dikkat çekmede yarar vardır. [1250]
Bedende insanı tanıtan sinyalleri iki başlık altında verebiliriz. Bunlardan birincisi beden hareketleri ve organların verdiği sinyaller, ikicisi de konuşma üslubu. [1251]
Bedenimiz, ruhumuzun eldiveni; dilide, kalbimizin sözleridir. İçimizdeki tüm heyecan, duygu, arzu ve kıpırdamalar bedenimiz sayesinde kendilerini ifade ederler.[1252]
Sinyal veren organların başında “yüz” gelir. Gerek insanları tanımada gerekse yalanlan örtbas etmede öncelikle yüzümüzü kullanırız.[1253] Yüz kaslarının hareketliliği, onun duygularını yansıtan tepkisi gibidir. Her sevindirici olayla kaslar kalkar gerilir, etkinin kaybolmasıyla da kaslar düşer yüz asılır. İfadesiz yüzlerin meydana getirdiği izlenim soğuk ve duygudan yoksunluk durumudur. Yani ifadesizlik yüzüne aksetmiştir. Hasılı yüz, duyguların yansıdığı bir tablo gibidir. [1254] Başta yüz olmak üzere bütün organların beden dili açısından verdiği sinyallere dair örneklere Kur'ân'da sık sık rastlanır. Bunların detayı üzerinde daha sonra uzunca durulacaktır. Önemine binaen burada sadece yüzle ilgili olan ifadelerden bir kaçını verelim.
“Kur'ân'da iyi ve kötü insanların yüzlerinden tanınacağı [1255], mutlu yüzlerin neşeden parlayacağı, mutsuz yüzlerin ise acıdan kararacağı [1256], fakirlerin yüzlerinden tanınacağı [1257] iyi ve yararlı işler yapanların yüzlerini ne bir kararma ne de bir aşağılanmanın gölgeleyeceği, kötülük yapanların yüzlerinin ise sanki karanlık geceden bir parçaya bürünmüş gibi olacağı [1258], hakkı inkara saplanmış olanlara Kur'ân âyetleri okununca yüzlerdeki inkarcı tavrın hemen belireceği; yani hoşnutsuzluğun yüzlerden okunacağı, [1259] yalan söyleyenlerin yüzlerinin kararacağı, [1260] secde izlerinin yüzlerde inananlara bir işaret teşkil edeceği, [1261] suçluların yüzlerinden tanınacağı,[1262] inkarcıların yüzlerinin buruşacağı [1263], nimet sevincinin gözlerde belireceği” [1264] şeklinde yüz ifadeleri anlamlandırılmıştır. [1265]
İnsan sesinin heyecan anlarındaki karakteri Herbert Spencer tarafından ele alınmış ve değişik duygusal şartlar altında sesin önemli ölçüde yükseklik ve nitelik bakımından değiştiği tezi ortaya konmuştur.[1266]
Beden dilinde “ses”, duyguların en önemli göstergesi olması nedeniyle üzerinde durmağa değer bir konudur. Ses, duygulan ifade ettiği gibi yalan söylediğimizi de hemen ele verir. Örneğin ses saniyede 8 ile 14 devir arasında bir hızla titreşir. Bir kişi gerçeği söylediği zaman sesi kontrol eden kaslar rahat ve düzenlidir. Yalan söylediği zaman zorlanmalar olur; tabiî olmayan bazı gerilimler oluşur ve düzen bozulur. Bunu kontrol etme imkanımız da yoktur. Allan Bell, insan kulağı tarafından algılanamayan titremeleri ölçen “Psikolojik Gerilim Ölçer” diye adlandırılan bir alet yapmıştır. Bu alet, titreşim oranından hareketle yalan tespit edebilmektedir.[1267]
Sesin en önemli niteliği onun tonudur. Sözcüklere anlam kazandırmak için ses tonu değiştirilir. Söyleyiş tarzımızla bazen karşınızdakini kandırabiliriz. [1268] Örneğin, yumuşak ses, başka etkenlere de bağlı,olarak zayıflığın veya güçsüzlüğün ifadesi olarak değerlendirilir. Halbuki saygın insanlar yumuşak ve yavaş tempolu ses kullanınca güçlülüğü, zayıf bir kişi yumuşak ve ağır konuşursa, etkisizliği göstermiş olurlar.[1269]
Ses tonları, söyleniş tarzları ve sözlerin genel doğrultudan saptırılması, kişinin samimiyetsizliğini ortaya koyar. [1270] Kur'ân bu konudaki “Sen onları sözlerinin lahninden tanırsın.”[1271] İfadesiyle ikiyüzlü münafıkların tanınabileceğine dikkat çeker.
Âyetle geçen “lahn” kelimesi, Arapça da birden fazla sesin yan yana gelerek meydana getirdiği nağme, ezgi, ezgili okuma, şiir ve metin okumada hata etme, başkasının anlamayacağı tarzda konuşma, birbirini tutmayan sözler söyleme, doğrudan sapma, bir şey söyleyip başka bir şey kastetme (ta'riz), imalı konuşma, sözü ağızda geveleme, cidal/kavgalı ve heyecanlı konuşma anlamlarına gelmektedir. [1272] Buna göre sen onları (Münafıkları) sözlerinin tarz ve edasından yani üslubundan, sözü ağızlarında gevelemelerinden, yerine göre sözü değiştirmelerinden ve ağızlarını bükerek imalı konuşmalarından tanırsın demek olur.[1273] Daha sonra bu konuya tekrar dönülecektir. [1274]
Beden, kendi diliyle bir taraftan ruhunu taşıdığı kişinin duygu ve düşüncelerini ifade ederken; diğer taraftan da yukarı da ifade ettiğimiz gibi kendisindeki çeşitti organların ve bu organları meydana getiren hücrelerin işleyişiyle de, bunların arkasında aşkın bir varlığın bulunduğuna işaret etmektedir. Bilindiği gibi her işaret, arkasındaki bir anlama yol göstericidir. Kur'ân'da bu işaretlere âyet ismi verilmektedir. Allah Teâlâ, gerek insanın kendisinde gerekse tabiatta yarattığı bu âyetleri yani bu işaretleri aracı kılarak insanlarla konuşur. Allah Teâlâ, insan ve evrendeki insanı acze düşüren olağanüstü olayları (âyet); insan da, gerek iman, gerekse ibadet gibi beden hareketlerini kullanarak karşılıklı konuşmayı gerçekleştirirler.[1275]
Allah, bu işaretlerle zatını, yaratıcılığını yahut da şu veya bu sıfatını; iyiliğini ve saltanatını gösterir. Bu durumda her tabiat olayı, tabiat olayı olmaktan çıkıp bir işaret bir sembol niteliği taşır. Kur'ân'a göre bütün eşya, Allah'ın âyetleridir. Bunu ancak aklını kullananlar anlayabilirler. Bu sözsüz âyetlerin en büyük özelliği, herkese gönderilmiş oluşu ve akıl taşıyan herkese hitap etmesidir. Demek oluyor ki, Allah, bu işaretlerle kendi varlığını dile getirir; insan da bu işaretlere bakarak aklıyla Allah'ın varlığını ve gücünü anlar ve kabul eder. İşte bu eylem, kişiyle Allah'ın işaretlerle konuşmasına cevap teşkil eder.[1276]
Böylece yollara dikilen işaretler, yoldan geçenin gözlerini kendilerine değil de gideceği yöne yönelttiği gibi insan vücudu ve tabiattaki her madde ve her olay da, dikkatleri kendi üzerlerine değil, kendilerinden ötede olan bir anlama yani onları Yaratana yöneltmiş olur.
Kur'ân'ın, tabiat olayları ve insan bedenindeki işaretleri naşı! değerlendirdiğine bakalım. Aslında insan bedeni ile tabiattaki işaretler aynı şeyler olup; her ikisi de tek hedefi; yani Allah'ı gösterirler. Bunun Kur'ân'da ifadesi şöyledir: “Zamanı geldiğinde insanlara (evrenin) ufuklarında ve kendi bedenlerinde işaretlerimizi göstereceğiz ki Kur'ân'ın gerçek olduğu ortaya çıksın. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?”[1277]
Ayette geçen “ufuklar” kelimesinden insanı çevreleyen dış alem, “kendi bedenleri” ifadesinden de insanın biyolojik ve ruhî yapısı anlatılmak istenmektedir. İnsan bedeninin karmaşık yapısı ve evrenin düzenli işleyişi; bunların tesadüfî olarak geliştiğini varsaymayı imkansız kılmakta ve yine bunların bilinçli bir gücün iradesi ile meydana geldiği sonucunu vermektedir. Bunda şüphe edilecek bir durum söz konusu değildir. Kur'ân'ın: “Yeryüzünde içlerinde hiç şüphe duymadan inananların görebileceği, Allah'ın varlığının işaretleri vardır. Tıpkı kendi bedenlerinizde (O'nun işaretleri bulunduğu) gibi! Bunları görmüyor musunuz?” [1278] Şeklindeki ifadesi, aklını kullananların bunu kavramada güçlük çekmeyeceğini vurgulamaktadır. Yeter ki gerek insan bedeninde ve gerekse evrendeki işaretlen doğru okumasını bilelim.
SöZ'buraya gelmişken Kur'ân'da bedenin mesajlara araç olarak nasıl kullanıldığı konusuna geçebiliriz. [1279]
Etkileşimde bulunduğumuz her nesne ve her canlı iletişim dünyamıza girer. Zira etkileşimin olduğu her yerde ileşitim, iletişimin olduğu yerde de etkileşim söz konusudur. Çevremizdeki canlı-cansız her varlık, iletişimimizde yer alan varlıklardır. Örneğin birisi, duygularını başkasına anlatırken ifadelerinde kadehten güle ve aslandan tilkiye kadar bütün nesne ve canlıları kullanır. Daha açığı duygularındaki zenginliği bu nesnelerle göstermeye çalışır.
İletişim topluluk halinde yaşayan hayvanlarda da söz konusu olduğundan konunun daha iyi anlaşılabilmesi için olaya genel anlamda bir göz atmada yarar vardır.
İletişim, gerek insanlarda gerekse hayvanlarda beraber yaşayabilmenin ön şartıdır. Hatta iletişim olmadan topluluğun teşekkül etmesi bile düşünülemez. İsteğini, düşüncesini, acısını, sevincini bir başka kişiye aktarmak isteyen ihsandan, yiyeceğinin bulunduğu yeri birbirlerine haber veren anlara, belli bazı seslerle tehlikeyi hissettirebilen bazı kuşlara veya yapılacak saldırı karşısında kimyasal madde salgılayarak arkadaşlarını haberdar eden birtakım balıklara kadar pek çok yaratığın, bir iletişim sistemi vardır. Bilindiği gibi iletişim, duygu düşünce veya bilgilerin akİa gelebilecek her türlü söz, jest, mimik, el-kol, baş hareketleriyle başkalarına aktarılması anlamını taşır. [1280] Arılar dans hareketleriyle bal özünün kovana uzaklığını, onun miktarını, yönünü öteki arılara bildirebilmekte, karıncalar; örümcekler ve bazı böcek türleri bildirişim sistemleri yardımıyla beslenme ve yaşam için gerekenleri1 elde edebilmektedirler.
Günlük hayatımızdaki bir ıslığın veya basit bir işaretin bile bir anlamının bulunduğuna ya da bunların dil sisteminin parçaları olduğuna şahit oluyoruz. Yoldaki bir işaret, hemen dikkatimizi çekiyor ve onun bize ne demek istediğini incelemeye koyuluyoruz. Kavga eden iki kişiden biri, iki elini birden kaldırmışsa, bundan da onun teslim olduğu anlamını çıkarabiliyoruz.
İnsanlar, çeşitli yerlere diktikleri işaretlerle basit bir iletişim ağı kurabilmiş ve bazen de renkler bile anlamlandırılarak dil malzemesi olarak kullanılmıştır. Örneğin siyah renk, matemi anlatırken; sevgiliye gönderilen kırmızı gül ise, ateşli bir aşkın sembolü olmuştur.
“İnsanın realiteye hakim olma biçimlerinden biri de jestlerdir. “[1281] Herhangi bir şeyi açıklamak için genellikle el, kol, baş, göz, kaş ile yapılan içgüdüsel veya iradeli/isteğe bağlı hareketlere jest denildiğini söylemiştik. Yerinde yapılan ve beğenilen davranışlar da aynı sözcüklerle ifade edilir.[1282]
İki tür jest vardır: Biri bir şeye işaret eder, onu gösterir. Diğeri, bir şeyi temsil eder. Mesela sıkılmış bir yumruk, en basit şekliyle yakalamalın zayıf şeklini temsil eder. [1283] Jestler için, el-kol, baş, göz, dudak ve yüz kaslarından yararlanılır. İnsanlar arasında kullanılan jestler ve çeşitli vücut hareketleri, her toplumda bazı ufak tefek farklılıklar gösterse bile son derece yaygındır. [1284] Hatta bazen sözlü dilden daha kolay, bazen de zorunlu bir anlatım yöntemi olarak uygulanabilir. Zira duyguların ve düşüncelerin kelimelere dökülemediği veya dökülmek istenmediği durumlarda bunu çok daha açık olarak hissederiz. [1285] Böyle anlarda bir bakış, başın bir dönüşü, bir mimik, kelimelerden daha fazla anlam taşıyabilir. Hatta çoğu zaman insanlar, kelimeleri, duygu ve düşüncelerin bedenlerindeki tezahürlerini örtmek için kullanabilirler.
İletişim sistemi hakkında bu kısa girişten sonra şimdi iletişimin Mahiyeti ve kısımlarını izaha geçebiliriz. [1286]
İletişim (haberleşme) sözcüğü, genel olarak karşılıklı bilgi alışverişi anlamına gelmektedir. Bildirişim eylemi, önce bir yöne sonra da geriye/ters yöne yapılan iki tane “bildirim” işleminden oluşmuş kabul edilebilir. Bilgi veya başka bir şeyi belli bir amaçla başka bir yere aktarma eylemine de, bildirim denir. Böyle olunca taşıt araçlarıyla yapılan “ulaştırma” eylemi, bir çeşit bildirim olmaktadır.[1287] Dilci Özcan Başkan, Allah kelam (söz)ının peygamberler vasıtasıyla insanlara ulaştırıldığı zaman yine bir bildirişim oluşumuyla karşı karşıya kalındığını ifade eder.[1288]
Basit anlamıyla iletişim, iki canlı veya bir canlı ile birçok canlı arasındaki aniaşabilirliktir. İletişim, dil ile ilişkili olmasına rağmen onunla eş anlamlı kabul edilmemiştir. Zira iletişim, bir vericiden bir alıcıya veya bir canlıdan diğer bir canlıya amaçlılık doğrultusunda anlamlı ve de karşındakini etkileyen sinyallerden ibarettir.[1289]
Sinyal, Fransızca'dan alınmış olup işaret, alamet, nişan ve sembol anlamlarını taşıyan bir kelimedir. [1290] Sinyaller iki çeşittir: Şayet sinyal, doğal olarak meydana geliyorsa buna işaret; insanlar tarafından üretiliyorsa buna da, sembol adı verilmektedir. Gök gürültüsünün, yağmura; köpeğin havlamasının da, onun ısıracağına doğal bir işaret olarak kabul edilir. Bu gibi olaylarda her tür işaretin belli bir anlamı vardır. Bu anlamlarla, uyarıcıların birbirleriyle olan ilişkileri önceden bilinmektedir.[1291]
Sinyallerin insanlar tarafından üretilenlerine sembol denildiğini söylemiştik. İnsanlar, anlamlarla yükledikleri sembolleri iletişimde araç olarak kullanmışlardır. Bu semboller, bir resim, bir ses veya bir işaret olabilir. Sembol, “duyularla ifade edilmeyen bir şeyi belirten somut nesne veya işaret” [1292] anlamını taşıdığına göre “resim”, sembol olarak değerlendirilebilir. Zira bilim adamları yazılı ifadenin yerine yazısız resimleri sembol olarak tanımlıyorlar: “Yazısız resim, bir nesneyi İşaret ettiği gibi bir olayı da ifade edebilir. Bir bakıma modern bir resim dili. Belki de 20 yüzyılın hiyeroglifi/yazısıdır” [1293] Örneğin bir çadır resmi, kamp yerini; uçak resmi hava alanını; kurukafa, tehlikeyi; makas ile tarak, berberi; telefon ahizesi orada telefon etme fırsatının olduğunu gösteren birer yazı niteliğini taşır.
Resim dili, yerine göre yazı diline oranla büyük avantajlara sahiptir. Resimlerin ifade ettiklerini yazıya dökecek olursak, etrafımız tabelalarla dolup taşar. Mesaj birkaç dilde olup; yazılarda da büyük punto kullanılırsa, bu sıkıntı daha artar. Ayrıca resmin çok daha pratik olduğu açıktır.
Semboller, telefon ahizesi, yatak, fincan gibi herkesin bildiği tabiî şeylerden olabiiir. Bunlar kolaylıkla anlaşılır. Bazıları da trafik işaretleri gibi soyut işaretler olduğundan anlamları düşünülerek çıkarılamaz. Onların ezberlenmesi gerekir. Yazısız resimler, hayata yakın olmalıdır. Zira resim, herkesin rahatlıkla anlayabileceği evrensel bir dildir. [1294] Çünkü her resim bir nesneyi veya canlıyı nitelikleriyle görüntülemekte ve onu tanıtmaktadır.
Yeryüzünde iletişim aracı olarak kullanılan ıslık, davul çalma, el çırpma, el, yüz, göz hareketleri de değişik yörelerde değişik anlamlarda kullanılan sembollerdir.[1295]
Sinyallerin veya bunların çeşitlerinden sayılan sembollerin, iletişime katılanlar tarafından ne anlam ifade ettiklerinin bilinmesi şarttır. Zira sembol, anlamı kesin olarak tanımlanmış işaretlerdir. [1296] Örneğin trafiğe katılacak bir insan, trafik işaretlerini öğrenmekle yükümlüdür, adece bu yetmez, hangi toplum içinde yaşıyorsanız o ülkenin semtlerini ve onların taşıdıkları anlamları da bilmeniz gerekir. Çinli bir memura imparatordan ipek iplik gelmişse, bununla kendisinin asılması İstenmektedir. Adı geçen memur, başka bir yoruma sapmadan onu boynuna takar ve kendini asar. Zira bu memur, bu sinyalin sosyal açıdan tespit edilmiş manasına ayarlanmıştır.[1297]
Sembollerle ilgili bir iki hususa dikkat çekmeden geçemeyeceğiz. “Dil kullanma yeteneği, tecrübe ile ilgili bir şeyi sembollere aktarma ve sembolik araç vesilesiyle tecrübeyi paylaşma yeteneği demektir. “[1298] Sembolleri kullanmak ve geçmiş tecrübelerden istifade etmek, insana ait bir olgudur. Hayvanlar, işaretlere cevap vermeği öğrenebilmekte, tiz bir ses gibi bir tehlike işareti, hayvanı kaçmaya ve saklanmaya sevk edebilmektedir. Fakat bir tehlike sembolü, onun için bir anlam taşımamaktadır. Susanne Lannger, “işaretlerin ilan ettiğini, sembollerin ise hatırlattığını” ifade ederek hayvanların yemek, cinsellik veya tehlikeyi, işaret eden sesleri çıkarıp algılayabileceğine; ancak yemeğin mahiyeti üzerinde düşünüp perhiz yapmanın iyi bir fikir olabildiğine karar veremeyeceğine işaret etmiştir. [1299]
Konuya Kur'ân açısından bakacak olursak iletişim, evrenin ve evrenin bir parçası olan dünyanın ve canlıların yaratılması ile başlar. Bu iletişim, Allah ile yarattıkları ve yarattıklarının kendi aralarında vuku bulur.
İletişime “Allah-insan”, “Allah-canlılar”, “Allah-cansızlar”, “insan-insan”, “insan-hayvan”, “hayvan-hayvan” iletişimi açısından baktığımız zaman iletişim işlemi, hayatın hemen hemen her alanına yeni bir yorum getirebilecek bir geçerlilik kazandıracağı açıktır. İletişim eyleminin bu olağanüstü özelliğini ve niteliğini ortaya koymak üzere -aşağıdaki şekilde- çok daha kapsamlı bir tanım yapmak daha doğru olacaktır:
“Bir gönderici tarafından öte yandaki'bir alıcı üzerinde belli bir etki yaratmak amacıyla, adına “gösterge” denilen anlam yüklü birimlerden yararlanarak, karşı tarafa belirli bir bildiri ulaştırılması eylemine”[1300] iletişim veya bildirişim denir.
Özcan Başkan'ın dediği gibi[1301] insanlar, dil aracını kullanarak birbirleriyle konuştukları halde yine de anlaşmakta güçlük çektikleri görülür. Bu demektir ki “bildirişim denilen şey sıradan bir dil kullanımından öte bir şeydir. Halbuki hem Allah ile evren, hem hayvanlar ve bitkiler dünyasında, hem insanlar arasında ve hem de insan fizyolojisinde sürekli bir iletişim işlemi dengeli bir durumda gerçekleşmektedir. Buna göre iletişim, insan, dışı ve insan kökenli olmak üzere iki grupta incelenebilir:
1. İnsan dışı iletişim;
2. İnsan kökenli iletişim.
Şimdi bu iletişimin bu iki çeşidini biraz açalım. [1302]
Dilbilimci Özcan Başkan, iletişimi, bir başka açıdan tasnife tâbi tutarak onu, “insan-dışı” ve “insan-kökenli iletişim” diye iki yönden ele alıp, insan dışı iletişimi de “organizma dışı” ve “organizma içi” iletişim şeklinde iki kısma ayırır.” Organizma dışı” iletişimle, hayvanlarda ve bitkilerdeki iletişimi; “organizma içi” iletişimle de canlı vücudundaki genler, hormonlar ve sinirler arasındaki iletişimi verir.[1303]
İnsan kökenli iletişimle, canlılar ve cansızlardaki iletişim üzerinde durulacaktır. “Organizma içi” iletişim denilince genler, hormonlar, sinirlerimiz ve bedenimizdeki iletişim anlaşılır. Bedenimiz, ruhumuzun dilidir. Ruh, duyuların yardımı olmaksızın bilgi edinebilir. Ancak onu bedenden ayrı düşünmek mümkün değildir. Biz ne isek bedenimiz sayesinde oyuz. Ruhumuza, ait bütün duygular, heyecanlar, arzular bedenimiz sayesinde kendilerini ifade edebilirler. Böylece bütün bilgilerimizi duyular vasıtasıyla elde ederiz.[1304]
Derimize ve bedenimizin iç kısımlarına yayılmış sinir hücreleri, bazı görevler yüklenmiştir. Duyu hücreleri adı verilen bu hücreler, görme, işitme, tat alma, koklama, hissetme gibi eylemlerle iç ve dış çevrenin durumu hakkında bize bilgi verirler. Her duyu hücresinin tepkide bulunduğu enerji çeşidi farklıdır: Kimisi ısıya, kimisi basınç ve harekete, kimisi ses dalgalarına, kimisi de, kimyasal yapıya seçici tepkide bulunur. Beyin, bu duyu girdiieriyle iç ve dış çevre hakkında bilgi sahibi olur.[1305]
İnsanlar, uygarlıkları büyük ölçüde görme ve işitme organları üzerine kurmuşlardır. Bunlar olmasaydı en önemli aracımız olan dil, gösterdiği etkinliklerin hiçbirine ulaşamazdı. Diğer duyu organlarımızın da bir an olmadıklarını kabul edecek olsak; sıcağı, soğuğu, yumuşağı, serti, tabiatın kokusunu, yiyeceklerin tadını nereden alacaktık. [1306] Demek oluyor ki, duyuların olmadığı yerde hayatın hiçbir anlamı yoktur. Ancak herhangi bir duyu kaybedilmeden işin farkına varılamıyor. Bundan dolayıdır ki Kur'ân, insanın Allah tarafından yaratılıp; kendisine düşünme yeteneği (kalp), görme ve işitme duyularının verildiğini haber vererek; karşılığında şükredilmediği; yani farkındasızhk konusunda sitemde bulunur.[1307] Kur'ân'da ayrıca insanın dünyaya bir şey bilmeyen varlık olarak geldiğine, bilgilenmek için kendisine işitme, görme organlarının ve düşünme yeteneğinin verildiğine vurgu yapılarak hem bu duyular ve düşünme yeteneğinin önemine hem de bu duyuları yaratana şükrün gerekliliğine işaret edilir.[1308]
Allah'ın bize verdiği bu duyularla biz bir taraftan çevreden bilgi toplayıp; bunların, hoş ve nahoş taraflarını tespit ederek dünyaya karşı kendi ihtiyaçlarımız doğrultusunda bir tavır belirleriz. [1309] Diğer taraftan da hem kendimizi başkalarına iyi anlatır, hem de başkalarını anlama imkanını elde etmiş oluruz. Böylece yaşantımızı kendimize ve başkalarına anlaşılır kılmak, başkalarını da iyi anlamak beden dilinin işaretlerinin bilinmesine bağlı olduğunu görürüz.[1310]
İletişime bu genel yaklaşımdan sonra hem organizmanın ihtiyaçlarını karşılama, hem de onu iç (hastalık) ve dış tehlikelerden korumayı amaçlayan organizma içi iletişim konusuna değinmeden geçemeyeceğiz. [1311]
Organizma içi iletişim denilince vücut içindeki sinir sistemi ve sinir hücrelerinin iletişimi akla gelmektedir.
Organizma içi iletişimi izaha bedende tehlike gibi görünen fakat aslında çok önemli bir haberci olan bir durumu örnek vererek başlayalım. Organizmanın herhangi bir bölgesinde duyulan acı veya sancı o bölgenin rahatsız olduğunun mesajıdır. Böyle bir ağrının oluşu o bölgenin tedaviye ihtiyacının olduğunu haber vermekte ve oranın tahrip olmasını önlemektedir. Buna göre vücuttaki her ağrı, yararlı bir dildir.
İnsan zekası, yıldızlar alemini kavrayamadığı gibi insan vücudundaki beyin ve sinir sistemini de henüz tam kavrayamamıştır. Bilimsel tespitlere göre sinir sisteminin bir parçası olan insan beyninde on üç milyardan fazla hücre vardır. [1312] Bunlar birbirlerine her birinin birçok koiu olan liflerle bağlanmıştır. Kendi aralarında birkaç trilyon kere birleşmeleri bu lifler sayesinde gerçekleşir. Bu sistem son derece karmaşık olmasına rağmen, bu olağanüstü sinir sistemi tamamen bir bütün olarak çalışır.[1313] Alexis Carrel'in dediği gibi “Makinelerin basitliğine ve hassas aletlere alışan biz gözlemcilere bu, mucizevî ve aşılmaz bir fenomen olarak kendini arz ediyor. “[1314]
Biyoloji, fizyoloji ve astronomi ilimleri, Kur'ân'ın “Biz onlara hem dış alemde, hem de kendi iç alemlerinde mucize (âyet)lerimizi göstereceğiz ki, Kur'ân'ın hak olduğu ortaya çıksın.”[1315] Ayetiyle haber verdiği gerçeklere asırlar sonra ulaşabilmiştir. Aşağıda sunacağımız insan bedeninde gerçekleştirilen bilimsel buluşlar; örneğin İnsan beyninin ve sinir sisteminin işleyişine akıl erdiremeyiş, evrenin yaratılışı ve ilk maddenin henüz çözüiemeyişi, Allah'ın insandaki ve evrendeki mucizeleridir. Ayrıca evrenin genişlemesi, [1316] başlangıçta bir tek kütleden Meydana gelmiş oian evrenin sonradan merkezî çekim yüzünden büzüşüp muhtelif noktalarda yoğunlaşarak nebula, gaiaksi ve güneş sistemlerine ve bunlardan da giderek yıldızlara, galaksilere ve onların uydularına ayrılması [1317]; güneş ve ayın yörüngelerinin bulunması [1318] konusunun ilk habercisi de Kur'ân'dır. Kur'ân ifadesinden, O'nun gerçek oluşu iyice anlaşılıncaya kadar insan bedeninde ve ufuklarda bu tür buluşların devam edeceği anlaşılmaktadır.[1319]
“İnsan sinir sistemi, bedenin her yerine yayılmış olan ve her birinin birbiriyle ilişkisi bulunan bir elektriksel ve kimyasal iletişim ağıdır.”[1320] Bu iletişim ağının anlaşılabilmesi için ilk düzeyde sinir hücrelerinin işleyişine bir göz atmada yarar vardır. [1321]
Yukarıda tanımını vermiş olduğumuz sinir sistemi bir bütün olarak çalıştr. “Merkezî sinir sistemi” ve “çevresel sinir sistemi” olmak üzere de iki kısma ayrılır. [1322]
Merkezî sinir sistemi, insan bedeninin bütün görev ve davranışlarını koordine ederek bunların bütün halinde çalışmalarını sağlar. Bu sistem beyin ve omurilikten oluşur. İnsan sinir sistemindeki nöronların çoğu, bu iki organda bulunur.[1323]
Omurilik, refleks faaliyetleriyle ilgili giren ve çıkan sinir cereyanlarını idare eder.[1324]
Omurilik, omurgalılarda beyin ve beyin sapıyla birlikte merkezî sinir sistemini oluşturan ve soğan ilikten aşağı doğru omurga kanalı boyunca uzanan bir organ olan, beyinle çevre sinir sistemi arasında uyarı ve cevapların aktarılmasını sağlayan sinir liflerinden teşekkül etmiş olup; omurga kemiklerinin oluşturduğu kanal içinde yer alan kalınbir kabloyu andırır. Omurilikte, hem beyinden kaslara, hem de kaslardan omurilik ve beyne mesaj götüren sinirler bulunur. Omurilikten geçen nöronlar, vücudun çevresinde olup bitenleri beyne iletir,[1325]
Doğumundan sonra çocukta yeni hücreler oluşmaz. Yalnız kendisinde bulunan nöronlar, hem gelişir, hem de birbirleriyle iletişim kurarlar. Bu gelişme, çocuğa hatasız davranışı sağlar.[1326]
Beyin, omurgalılarda kafatası boşluğunun içinde yer alan ve merkez sinir sisteminin ön bölümünü oluşturan, yoğunlaşmış sinir dokusunun adıdır. Duyular aracılığıyla alınan verileri birleştirip bütünleyerek, bu uyarılara yanıt niteliğindeki hareketleri yöneten, bu nedenle temel içgüdüsel etkinliklerde çok önemli bir rol oynayan beyin, üstün yapılı omurgalılarda aynı zamanda öğrenme merkezidir. Omurgasızların beyni, bir dizi sinir kordonunun ön ucunda kümelenmiş sinir hücrelerinden; omurgalıların beyni ise, omuriliğin ön bölümünün iyice genişlemesinden oluşur,
Her hareketin temelinde son derece girift sinirsel süreçler yer alır. Beyinde oluşan sinirsel süreçler, belirli bir çizgi izleyerek kaslara ulaşır ve gözlenebilen davranışlar halinde dışa yansır.
Çevremizdeki olayların; üzerimizdeki giysiden kullandığımız eşyalara varıncaya kadar her şey, hatta konuşmanın, görme, işitme gibi duyusal algıların, duyguianma, düşünme, hatırda tutma, sistemli hareketlerde bulunma gibi karmaşık eylemlerin, bilinç ve kilişiği meydana getiren yetilerin ve kullandığımız dilin arkasında hep insan beyni vardır. İnsan beyninin kapasitesini temsil edecek bir bilgisayarın yerküresinden daha büyük olacağı şeklinde bir hesap yapılmıştır. Bu bakımdan O'nun hakkında bildiklerimiz bilmediklerimizin yanında yok gibidir.[1327]
Normal insan beyni üzerinde deneysel araştırma yapmak mümkün değildir. Bu yüzden beynin işleyişi ile ilgili bilgilerimiz, hayvan üzerinde yapılan araştırma bulgularına; bir de trafik kazalarından sonra yapılan beyin ameliyatlarındaki gözlemlere dayanır. Örneğin beyin yaralanmalarında hangi organ fonksiyonunu yitirmiş ise o yaralanan bölge ile çalışmayan organ arasında ilgi kurulmaya çalışılır.[1328]
Gözlemler sonucunda beynin sol yarıküresinin, konuşma ve yazma gibi dil davranışlarıyla ilgili olduğu anlaşılmıştır. Bu tespit, trafik kazasında beyni yara alan bir kişinin otopsisi sırasında yapiiabiimiştir. Ancak sağ yarı kürenin konuşma üzerinde bir fonksiyonu yoktur da denilememiş, aksine beynin, bir bütün olarak çalışma eğiliminde olduğu kanaatine varılmıştır.[1329] Ancak bazı bölümler, bazı işler için uzmanlaşmış olabilir.
Vücut bile bize son derece karmaşık ve her biri milyonlarca fertten teşekkül eden çeşitii hücre ırklarının muazzam bir topluluğu halinde görülür. Bu fertler, kendi İmal ettikleri kimyevî maddelerle besinlerden gelen maddelerden yapılan sıvılar içinde yüzmelerine rağmen bu muazzam kalabalık bir tek varlık gibi hareket etmektedir.[1330]
Çevresel sinir sistemi, duyu organlarını, kasları, iç salgı bezlerini ve iç organları omurilik ve beyinle ilişki haline sokan nöronlardan meydana gelir. Bu nöronlar, merkezî sinir sistemine bilgi getirirler ve burada verilen kararları uygulanmak üzere kaslara sinirsel emirler olarak götürürler. [1331] Kısa da olsa sinir sistemi ve bu sistem içindeki hücre içi ve iç salgı bezlerindeki iletişime bir göz atalım. [1332]
İnsandaki sinir sistemi, bedenin her yerini sarmış nörün ve glia adı verilen iki tür hücreden oluşur. Vücudu sarmış olan bu sinirlerin her birimi, birbirleriyle ilişki içinde bulunan elektriksel ve kimyasal bir iletişim ağını oluşturur.
Yaklaşık 1,5 kg ağırlığında bulunan beyin, sinir sisteminin bir parçasıdır ve içinde 13 milyar civarında sinir hücresi bulunmaktadır.
Düşünme, hatırlama, algılama ve öğrenme gibi şuurlu davranışları içeren her türlü insan hareketinin temelinde nöron hücresi bulunur. Glia hücresinin henüz görevi belirlenmemiş; ancak nöron hücrelerini desteklediği ileri sürülebilmektedir.[1333]
İnsan, sinir hücrelerinin tamamını bünyesinde bulundurarak dünyaya gelir. Ölen bir nöron hücresinin yerine yenisi gelmez. Nöronlar, uyarıcının şiddetine göre harekete geçer ve şiddetin durumuna göre de nöronu devreye sokar.
Nöronlar, getirici ve götürücü olmak üzere iki gruptur. Getiriciler, duyu organlarında oluşan fiziksel enerjiyi, sinirsel enerjiye çevirerek beyne taşır. Götürücüler de beyinde oluşan mesajı kaslara ve salgı bezlerine ulaştırırlar. Getiriciler, dünyayı algılamaya, götürücüler de tepkide bulunmaya imkan sağlar. Getiricilerle götürücüler arasındaki bağlantı omurilikten sağlanırsa, uyarıcıya refleks olarak tepkide bulunuruz. Böyle bir davranış sürecinde düşünce bulunmaz. Bağlantı beyin düzeyinde kurulursa hareketler, ifadeye bağlı olarak gerçekleşir.[1334]
Vücudumuzun herhangi bir yerine dokunan bir şeyin acısını duyuşumuz şöyle gerçekleşir: Ayağımıza batan bir dikenin bilgisi, taşıyıcı hücreler tarafından beyne ulaştırılır ve bu olay orada acı biçiminde algılanır. Beynin vereceği ters yöndeki bir mesaj, götürücü sinirler tarafından ayaktaki kaslara taşınır ve ayağın acı veren şeyden kaçırılması sağlanır. Bu ani hareket, refleks hareketi olarak ansızın ve bilinç dışı bir tarzda gerçekleşir.[1335]
Sinir sisteminin “merkezî sinir sistemi” ve “çevresel sinir sistemi” olarak iki kısma ayrıldığını, merkezî sinir sisteminin beyin ve omurilikten oluştuğunu, nöronların en yoğun olduğu bölgenin burası olduğunu, beden davranış ve görevlerinin bu merkez tarafından kontrol edildiğini; çevresel sinir sisteminin ise kasları ve bütün organları, beyin ve omurilikle ilişki haline sokan nöronlardan teşekkül ettiğini; bunların merkezî sinir sistemine hem dış dünyadan hem de iç organlardan haber getirip burada verilen kararlan da uygulanmak üzere kaslara taşıdıklarını ifade etmiştik. Burada nöronlara da bir göz atmada yarar vardır.
Getirici ve götürücü nöronlar, aynı sinir demeti içinde yer alır. Getirici nöronlarda bir sakatlanma olunca ilgili organda duyum azalır, hatta bozulabilir. Nöronlarda yapısal bozukluk husule gelirse Parkinson hastalığı ve felç olayı gündeme gelir. Çünkü vücut yeni nöronlar üretmez.[1336]
Mide, karaciğer ve kalp gibi organlar, bizim isteğimize bağlı olarak hareket etmezler. Damarların hacmi, kalp atışları ve bağırsakların işleyişine etki etmek bizim gücümüzün dışındadır. Bu mahallî sistemler; derinin altına, kan damarlarının etrafına ve dokuların içine dağılmış sinir hücrelerinin küçük kümelerinden teşekkül ettirilmiştir. İç organlarına otomatizmini veren birçok refleks merkezi vardır. Organ değişikliği durumunda uyum sağlanırsa değiştirilen bu organ ilgili refleks merkezi tarafından harekete geçirilir.[1337]
Biyolojide hücre, canimin bütün özelliklerini taşıyan uygun şart ve ortamda yaşamını tek başına sürdürme yeteneğine sahip temel yapıdır.[1338]
Hücre içi iletişim, hücre çekirdeği içerisinde bulunan, kromozomlardaki genler aracılığıyla yürütülür. Hücre içinde “kalıtımsal düğüm” denilen bölüm vardır. Burada Guanin, Adenin, Timin ve Stiosin maddeleri bulunur. Hücre çekirdeğinde bulunan kalıtsal bilgiler, bir taraftan hücre içindeki çeşitli noktalara, bir taraftan da hücrelerin parçalanması sırasında bir başka hücreye aktarılarak; anne ve babadan çocuğa oradan da yeni yeni kuşaklara ulaştırılmaktadır. Kalıtımla ilgili bilgileri taşıyan bu hücreler, bireyin kalıtımsal özelliklerini belirlerler.[1339]
Bu bezlerin salgıladığı bazı kimyevî madde/hormonlar, vücut içindeki çeşitli böigelere ulaşarak o organlarda belli etkilerde bulunurlar. Bunlardan en önemlisi sayılan “hipofiz guddesi”, beynin altındaki çok güvenli bir bölgeden tıpkı bir orkestra şefi gibi başka iç salgı bezlerini de belirli hormonlar aracılığıyla yönetmektedir. Bu tür bir iletişim sürecinde en küçük bir aksamada, bazı anormallik durumları ortaya çıkmaktadır.[1340]
Yukarıda bazı bilim adamlarının organizma dışı iletişimle hayvan ve bitkilerdeki iletişimi kastettiklerini ifade etmiştik. Mukaddes metinlerden hareketle buna Allah kökenli iletişim de eklenerek bunlar, “Allah Kökenli İletişim”, “Hayvan Kökenli İletişim” ve “Bitki Kökenli İletişim” şeklinde tasnif edilebilir. [1341]
Kur'ân'a göre Allah, başta insan olmak üzere bütün canlı ve cansız varlıkları yaratması, erzaklarını verişi ve hayatlarını sona erdirişi, daha da önemlisi, insanlara [1342], hayvanlara [1343] ve yere göğe [1344] vahyedişi açılarından her biriyle iletişim halindedir.[1345]
Allah, canlılar içinde özellikle insanla olan iletişiminde biri sözlü, diğeri sözsüz olmak üzere iki çeşit haberleşme aracı kullanarak meramını onlara anlatır. Sözlü dil için insan dili, sözsüz dil için de tabiat âyet (işaret)lerini kullanır. İnsan da, sözlü dile karşılık kendi dilini; işaret diline karşılık da vücudunun hareket ve işaretlerini kullanarak meramını anlatır. Her iki durumda da konuşmayı Allah başlatır. İnsan da, Allah'a cevap verme durumunda kalır.[1346]
Kur'ân'a göre Allah, insanla konuşmak istediği zaman hem elçileri vasıtasıyla âyetler gönderir, hem de tabiatta âyet (Allah'ın varlığını ve gücünü gösteren âyet ve işaret)ler yaratır. Bu iki âyet arasında fark gözetmez. Sonuçta her ikisi de Allah'ın âyetleridir.
Buna göre vahiy, Allah'ın konuşmasının sadece bir bölümüdür. Diğeri ise bizim yağmur, rüzgar, göğün ve yerin yaratılışı, gecenin ve gündüzün değişmesi gibi tabiat olayları diye adlandırdığımız şeylerdir. Bunlar basit bir tabiat olayı gibi değerlendirilmeyip, bir işaret, bir sembol kabul edilmelidir. Nasıl ki yola dikilen işaretler, yolcunun gözlerini bu işaretlerden ileriye yönlendirmekte ise; evrende yer alan her türlü madde de, gözlen kendisinden öte bir istikamete yönlendirmekte ve bu işaretler akla hitap etmektedir. [1347] Günümüzde önemli bir bi-im dalı sayılan “Gösterge Bilim” (semiyoloji)in konusu olan bu âyetler ve vahiyle gönderilen sözîü âyetlerle Allah'ın konuşması, bir başka çalışmada ele alınacağından burada iletişime bir örnek teşkil etsin diye kısaca üzerinde duruldu. [1348]
Hayvanların kendi aralarında anlaşabildikleri, bir dillerinin olduğu tartışılamaz. Yalnız kullandıkları kendilerine has dillen onlara kalıtım yoluyla geçmekte ve hemen hemen hiç değişmeden içgüdüsel bir biçimde kullanılmaktadır. Hayvan dillen kendi içinde kapalı bir kutudur.[1349]
Kur'ân'da, hayvanların dillerinin varlığına net bir şekilde işaret edilerek Karınca ve Hüdhüd'ün konuşmalarından pasajlar sunulmuş [1350] ve Süleyman (as)'a kuşdilinin öğretildiği ifade edilmiştir.[1351]
Günümüzde hayvanların da bir dilinin olduğu kabul edilmiş ve bu konuda yoğun çalışmalar başlatılmıştır. Bu arada hayvanlara insan dilinin öğretilmesi yolundaki çabalar terk edilerek onların dilinin öğrenilmesine yöneliş artmıştır. Örneğin maymunların eğitim görseler bile İnsan diline yaklaşan bir bildirişim türüne geçememekte oldukları ispatlanmıştır. [1352] Bu konu da başka bir çalışmada ele alınacaktır. [1353]
Erkekli dişili yaratılan bitkilerin de [1354] kendi aralarında; en azından tozlaşma yoluyla iletişim kurdukları bilinmekte ve bu konularda yoğun çalışmalar yapılmaktadır. Dilci Özcan Başkan bitkilerdeki iletişimi organizma dışı iletişim grubuna dahil etmiştir.[1355]
İnsan kökenli iletişim sözlü ve sözsüz iletişim olmak üzere iki kısma ayrılır. İletişimin en verimli biçimi sözcükleri kullanmak ise de iletişimimizin büyük kısmı, sözcüklerin anlamlarına bağlı değildir. Ses yüksekliği, ton ve hız gibi iletişime katkıda bulunan bazı sözel olmayan etkenler de vardır, İnsanlar ses perdelerini yükseltip alçaltarak ve sözlerinin bazı noktalarını vurgulayarak sözcüklerin, sözcük anlamlarında bulunmayan duygulan, tavırları, istekleri de dile getirebilirler. Bir insanın konuşması, yüz ifadeleri ve jestlerle desteklendiği zaman söylenen sözün, belii ve açık içeriği dışında ek anlamlar da taşır. Hatta bakış tarzı, ne kadar uzun bakıldığı, başın nasıl sallandığı, karşıdaki insanlara bazı şeyler iletir. Konuşmada vurgulamaları belirten el-kol hareketleri, kıpırdamalar, hatta yürüyüş tarzı bile sözel iletişime katkıda bulunur.
Buna göre insan iletişimi denilince sadece sözlü dil anlaşılmamalıdır. Her türlü anlaşma aracı olan eylem de, iletişim kapsamına girer. Biz bu çalışmamızda yerine göre sözden daha etkin olan beden dili üzerinde duracağız. Ancak şunu da belirtelim ki günlük yaşantımızda yeri olan her türlü işaretin, birer anlamı bulunduğunu; başka bir ifade ile bunların bir iletişim dizgesinin parçaları olduğunu müşahede ederiz. [1356] Bu bakımdan işaret dili, beden dilinden çok daha kapsamlıdır. Hatta beden diline, işaret dilinin bir bölümü de diyebiliriz. Zira beden, konuşurken işaretler kullanır. Bu İşaretler, yüz kızarmasından tutunuz da, ses tonuna ve ayakları yere vuruşa kadar her türlü hareketi içine alır. Bu hareketler, iletişim esnasında muhatapların duygularını açığa vurduğu için onunla ilgili olumlu ya da olumsuz tavırların belli olmasını sağlar. Böylece ya iletişimin iyi gittiğinin sinyallerini vererek kişileri rahatlatır veya aksini ortaya koyarak durum değerlendirilmesine ve yeni tavır alınmasına yardımcı olur. Bundan dolayıdır ki beden dilinin, sosyal rolleri gösteren bir ayna olduğu kabul edilmiştir.[1357]
İnsan vücudu, karşılıklı ilişkilerde hemen her organıyla dışarıya bazı işaretler verdiği için her insan, beden dilini çok etkili bir şekilde kullanmaktan kendini alıkoyamaz ve hatta kelimeleri kontrol ettiği gibi bedeni kontrol edemez. Zira beden, olaylara karşı çok daha açık tepki gösterir. Düşüncelerimizi çoğu zaman kelimelerin arkasında gizleyebiliriz. Ama beden dilimizi gizlememiz mümkün olamaz. Onun için duygu ve düşüncelerin anlaşılmasında kelimeler değil, beden esastır.[1358] Demek ki anlamlar, sadece zihinlerimizde değil, eylemlerimizde de bulunurlar. Max Weber; İnsan hareketlerinin, açık bir metin olarak görülebileceğini ileri sürer. [1359] İnsanların birbiriyle olan tüm etkileşimleri anlam içeren pratiklerdir. [1360] Buna göre şöyle diyebiliriz: “İnsanın her türlü eyleminin, konuşma eylemi gibi bir bildiri içeriği vardır.”[1361] Ancak iletişimde anlaşmayı kolaylaştıracak bazı prensiplere dikkat etmek gerekir. [1362]
İletişim, bir bilginin, bir kastın, her türlü işaret dizgesinden yararlanılarak bir zihinden başka bir zihne veya bir merkezden başka bir merkeze ulaşmasıdır.[1363]
İnsan, hareketlerini, tepkilerini, vücut dilini ve davranışlarını kontrol eden biyolojik kuralların egemenliği altındadır.[1364] O, sözlerle anlatılan olaylar dışında duruş, hareket ve davranışlarla anlatılan olaylarla da karşı karşıyadır. Örneğin bir topluluğa hitap eden kimse, karşısındakilere ulaşamadığını ve onların konuşulanlara son derece isteksiz olduklarını hissedebilir. Dinleyicilerin ilgisini çekmek, onları kontrol altında tutmak ve onlara anlatılanları hissettirebilrnek için dikkat edilmesi gereken önemli hususlar vardır. Bu hususlar, iletişim kurmak istediğimiz tek kişi için de söz konusudur. Bilindiği gibi iletişim, bir insanın diğeriyle sadece konuşması değildir. Konuşmanın tek başına iletişim olmadığını, dinleyicilerin bizden davranış ve hareketleriyle uzaklaştığını gördüğümüz zaman anlarız. İletişimde dikkate alınması gereken hususlardan bazılarını şöylece sıralayabiliriz: [1365]
İletişimde en önemli şart, verici ile alıcıdan her birinin, iletişim hattında ortak düşünce ve ortak paylaşım içinde olmalarıdır. [1366] Yoksa fizikî olarak bir arada olmaları bir anlam ifade etmez. O halde alıcı kişi mesaja hazır değilse iletişim tıkanır. Birisiyle iletişim kurarken iletişim kişiye değil, kişiyle olur. [1367] Bu, şöyle bir örnekle daha iyi anlaşılabilir. Birisi yaramaz çocuğuna nasihat etmeye başlar. Bu tam bir saat sürer. Bu süreçte konuşan, heyecanla konuşmakta; çocuk da, sakin bir şekilde dinlemektedir. Bir saate yakın bir zaman geçince çocuk aniden:
“Baba!”
“Efendim!”
“Tam 60 sinek öldürdüm,” der.
Bu, baba için tabiî olarak alnına sıkılmış bir kurşundan farksızdır. Meğer çocuk, babasının nasihat ettiği sırada yere tükürmüş üzerine konan sinekleri avlamaktadır.
Bu kişi, bir çocuk değil de büyük bir insan veya insan topluluğu da olabilir. İletişim anında bir tarafın aktif oluşu diğer tarafın ise, bu eylemi seyredişi, iletişimin gerçekleşemeyeceğinin ilk belirtisidir. İletişimden söz edilmek için her iki tarafın da ortak platformda ortak paylaşım içinde olmaları gerekir. Bunlardan birisi hattan çıkarsa iletişim sürdürülemez. [1368] Şunu da belirtelim ki iletişimde her zaman hata, vericide aranmamalıdır. Alıcının da hazır olması ve iletişime ihtiyaç duyması gerekir. Kur'ân, iletişimde alıcının da, aldatma içerisinde olabileceği konusunda şu ifadelerle uyarıda bulunur: “İnsanlar arasında öyleleri vardır ki, bilgisi olmayanları Allah yolundan saptırmak ve onu güiünç duruma düşürmek için (yol gösterici mesajlar üzerinde) kelime oyunu yapmaya kalkışırlar... Böyle birine mesajlarımız aktarıldığında sanki kulaklarında bir sağırlık varmış da onları hiç duymamış gibi küstahça arkasını çevirir. İşte ona (öteki dünyada) acıklı azabı haber ver. “[1369]
“İlk bakışta aşık olma”nın iş hayatındaki karşılığı, ilk izlenimdir. İlk izlenim, 30 saniyede oluşur. Bu süreyi şuurlu olarak kullanmak, karşımızdakiler üzerinde istediğimiz izlenimin doğmasına imkan verir.[1370]
Sözsüz iletişimde vücudumuzun konumu, görünümü ve hareketleri son derece önemlidir. Zira ilk algılarımızın oluşturduğu yargının, iletişim biçimimizde ve o kişiye atfettiğimiz değerde önemli rol oynadığı bilinir.
Bazen insanlar, hiç konuşmadan birbirferini izlerken o denli birbirleriyle anlaşırlar ki; sanki onlar, karşılarındakilere konuşan iki varlık olmaktan öte “hareketleriyle anlaşan bir canlı” oldukları intibasını uyandırabilirler.
Birçok araştırmacı, sözel kanalın, bilgi aktarmada sözel olmayan kanalın da kişiler arası tavırların aktarılmasında kullanıldığını, bazı durumlarda da sözel mesajın yerini tuttuğunu; hatta daha etkin olduğunu ileri sürerler. [1371] Örneğin birbirine aşık olmuş iki kişiden biri diğerine öldürücü bir bakış atabilir, karşısındaki de hiç ağzını açmadan mesajını alır.
Toplum arasında darb-ı mesel haline getirilmiş olan “İlk gördüğümde vuruldum.”, “İlk görüşte kanım ısındı.”, “Bakışını sevmedim.”, “Duruşundan hiç hoşlanmadım.”, “Ben onu gördüğüm an işe yaramaz olduğunu anlamıştım.” gibi klişeleşmiş sözler, ve değerlendirmeler, kişiler arasında gelişecek iletişimin temelini teşkil eder.[1372]
Beden dilinin ve bununla ilgili sinyallerin öğrenilmesi ve bilinçli olarak uygulanması, insanların birbirlerini iyi tanımalarına, ilişkilerinde daha samimi ve etkili olmalarına, dolayısıyla başkalarına karşı hoşgörülerini geliştirmelerine yardımcı olur.[1373]
Başarılı bir izlenim bırakmanın ilk şartı, tutarlı olmaktır. [1374] Yapılan işlerde sözlerin birbirini tutması tutarlılığın ilk belirtisidir. Kur'ân, böyle tutarsız kimseleri sert bir dille şöyie eleştirir: “Ey iman etmiş olanlar! Neden söyledikleriniz ile yaptıklarınız birbirine uymuyor? Yapmadığınız şeyi söylemeniz Allah nazarında en tiksindirici şeydir. “[1375]
İzlenim oluştururken tutarlı olunduğu kadar açık ve net olunmalıdır. Daha da açığı iki taraflı bir görüntüye sahip olmamak ve kendi varlığımızı ortaya koyarak ayakta durmak gerekir.
Toplumda iyi bir intiba (izlenim) bırakmak en zor işlerden biridir. Hiç kimse, beklenmedik bir eylemden hoşlanmadığı gibi “bunu senden beklemezdim” diye de o harekete karşı tepkisini ortaya koyar. Tutarsız hareketler, vücut kaslarının gerilmesine, kan basıncının artarak çarpıntıların meydana gelmesine sebep olur. Kalbiniz çarpmaya başlar. Vücutta tepkileri oluşur.[1376]
En sevilmez hareketlerden birisi, denetlendiğinin farkına varmaktır. Gerçi tutarlı kişilerin bu tür eyleme karşı fazla sıkıntısı olmaz. Ama yine de rahatsızlık duyar. Yukarıda da ifade edildiği gibi iyi bir izlenim oluşturmanın ilk kuralı tutarlı olmaktır. Tutarsız insanlar daima kontrol altında tutulur. Bu da, hem kontrol edeni hem de diğerini son derece rahatsız eder. Zira tutarsız bir şahsın kişiliği ile uğraşmak da aynı oranda sıkıcıdır.
Her şahıs, kendisinde oluşan tabiat üzere hareket eder. Bu, Kur'ân'da “Herkes kendi şakilesine göre davranmaktadır. Bu durumda kişinin doğru bir yol tuttuğunu en iyi bilen Rabbinizdir.”[1377] Şeklinde ifade edilir.
Ayette geçen “sakile” benzerlik anlamına gelen “eş-şekl” kelimesinden türetilmiştir. Sakile, adet, huy, görüş, mezhep, niyet, seciyye anlamlarına gelir. [1378] Buna göre herkes kendi mizacına uygun olan yolda hareket eder. Hisleri doğrultusunda iş yapar. Kişi böyie yapınca doğru yol tutmuş olmaz. Bir davranışın bir fert veya topluluğun hislerine uygun oluşu, o davranışın doğruluğunun ölçüsü olamaz. En doğru hareket edeni Allah bilir.[1379]
Kur'ân'da doğruluk örneği olarak takdim edilen Hz. Muhammed [1380], bu dürüstlüğünü, “Emrolunduğun gibi doğru ol!”[1381] emri doğrultusunda hareket etmesinden alır. Hiçbir kimsenin kişilik özelliği, yaratılışından iyi veya kötü değildir. Dürüstlüğe ve eğriliğe dair huy, insanlarda belli bir yaşa geldikten sonra oluşur. İnsan yaratılışta, iyilik ve kötülüğe eşit seviyede tutulmuş; ancak iyiliğin iyilik, kötülüğünde kötülük olduğu kendisine ilham edilmiştir. [1382] Bundan sonrası kişinin ailesi, çevresi ve eğitimi ile ilgilidir.
Bu bilgiler ışığında herkes kendisini analiz yapabilir. Bunu yaparken öncelikle yüzümüzü tahlil etmeliyiz. Acaba normal hali nasıldır? Çatık mı, nötr mü, yoksa mütebessim mi?
İzlenimlerin önemli bir bölümü, tavırlardır. Başkalarına karşı hangi özelliklerin yansıtıldığı ve bunların neden öyle yapıldığı bulunmaya çalışılmalıdır. Sizin yansıttığınız tutum ve davranışlar bir tarafa; hakkınızda yürütülen fikirler, karşınızdaki öyle düşündüğü sürece geçerli olacağından sizin hakkınızda söylenenleri dikkate alıp yakın arkadaşlarınızdan adil bir değerlendirme sağlamalısınız. Açık fikirli olunurken savunucu konuma düşülmemelidir.
Gerçekten oynadığınız her rol için ayrı bir kişiliğiniz olabilir. Ancak maksat, başkalarının sizi algılamasını istediğiniz kişiliği geliştirmek olmalıdır. Başkalarını taküttense kendi yetenek özelliklerimizi yükseltmek sağlıklı olanıdır. Kendimizi aslında olmadığımız gibi göstermeye çalıştığımız zaman bu hemen ortaya çıkar. Eğer değişik bir izleniminizin olmasını istiyorsanız, özelliklerinizin mantıklı olmasına dikkat etmeniz gerekir. İyi bir izlenim bırakmanın en önemli kuralı, kendiniz olmanızdır.
Çevrede iyi intiba bırakmanın bir başka kuralı da, hareketlerimizi uyumlu bir hale getirmektir. Bu yönlü hareket, insanlarla uzlaşmayı ve anlaşmayı kolaylaştırıp; bize birbirimizi daha iyi anlama imkanı sağlar. Kaldı ki iletişimin en sağlıklı olanı, birbirimizi anlamak için yapılan iletişimdir. [1383]
İnsanlar, karakter, güç, bilgi, sosyal statü ve servet açısından birbirinden farklı yaratılmıştır.[1384] Böylece herkes, kendisinde sonradan oluşan karakter yapısına göre davranabilir. [1385] Buna göre kendimizden farklı bir dünyanın insanını; farklılıklarını görerek ve onu olduğu gibi kabul edip, onun dünyasını iyi kavramaya yönelmeliyiz. Yoksa ilişkiler sırf bilgi alışverişi için kurulursa iletişim sıhhatli olmayabilir. İletişim, bilgiden ayrı unsurları da bünyesinde bulundurmaktır. [1386] Karşıdakini anlamak bunun en önemlilerindendir. [1387]
İletişim kurduğunuz insana karşı niyetiniz, sözünüz ve hareketleriniz, bir bütünlük arz etmelidir. Ağzınızın karşınızdakine konuştuğu anda vücudunuzun ona ne söylediğine dikkat etmelisiniz. [1388] Yani konuşurken bütün beden, konuşulan sözlere eşlik etmelidir. Aksi halde iletişim, şaşı insanın yoî göstermesine döner. Şöyle ki, birisi şaşı bir adama yol sorar. Şaşı da tabiatı gereği elleriyle yolu gösterirken gözleri bir başka yöne bakmaktadır. Yol soran, şaşının gözlerine bakınca, şaşı haklı olarak şunları söyler:
“Beyefendi! Elime bak elime! Gözüme bakarsan dünyadan çıkarsın.”
Böylece çalışmamızın üçüncü bölümüne gelmiş bulunmaktayız. Burada “Kur'ân'da Beden Dili” konusu işlenecektir. Bu konuyu temellendirebilmek için dile araç olarak kullanılan bedenin, birçok yönüyle tanıtılması gerekliydi. Bu bakımdan buraya kadar verilen bilgilerle iletişime temel teşkil eden bedenin yetenekleri, ona ait davranışlar, bu davranışların kaynağı, sebepleri, insan davranışlarının gelişim süreci; bütün bunların sonucunda öğrenilen beden dili, bu dilin tarihsel süreci, mahiyeti ve bu dille iletişimin bütün boyutları üzerinde duruldu. Bu bölümde Kur'ân'da geçen vücut organları ve bu organlara ait davranışların anlamlandırılışı, ayrıca beden dili unsurlarından sayılan oturma, kalkma, yürüme vs. ile ilgili davranışlar üzerinde durulacaktır. [1389]
Beden dilinin, insanlığın tarih sahnesine çıkışı ile birlikte yerine göre sözlü dile eşlik ederek yerine göre de sözlü dil yerinde kullanılarak insanlarla anlaşma ve duyguları paylaşmada en temel araç olarak süregelmiş olduğunu ve bunun en büyük delillerinden birinin de; beden'in, Tevrat, İncil, Zebur ve Kur'ân gibi ilahî kitaplarda mesajlara araç olarak kullanıldığını ifade etmiştik.
Baştan sona bir mesaj olma özelliğini taşıyan Kur'ân'ın maksadı, getirdiği ilahî mesajı en iyi bir biçimde anlatmak, açıklamak ve bu mesajlar karşısında İnsanların, gerek sözlü gerekse bedensel işaretlerle cevabî mesajlarını tespit ederek iletişimin en mükemmel şeklini kullanıp bildirişimdeki verimi artırmaktır.
Kur'ân, yerine göre ilk muhatapları Arapların ilahî mesaj karşısındaki davranışlarını baz almakta; yerine göre de kıyamete kadar gelecek insanların Kur'ân mesajına karşı takınacakları tavırları sergileyerek insan psikolojisini ortaya koymaktadır.
Kur'ân, bu gaye ile konuşmanın anlamsız olduğu yerde hem beden dilini kullanmış [1390], hem de kullanılmasını önermiştir. [1391] Bunun dışında ilahî mesaj karşısında olumsuz bir insanın bedensel tepkisini [1392]; iyiliğe karşı bedenin olumlu [1393]; istenmeyen bir olay [1394] veya davranış[1395] karşısında da bedenin olumsuz tavrını vermekte, duyguların açıklanmasında beden dilini kullanmakta [1396] ve yerine göre de “anlatım jesti” [1397] ve “sosyal jesti”[1398] sunarak mesajın en iyi biçimde anlaşılmasını sağlamaktadır.
Bütün bunlara ek olarak da Kur'ân, bedenin duruşu, oturuş şekilleri, kalkış ve yürüyüş biçimleri, baş, yüz, alın, kaş, göz, ağız, dudak, omuz, sırt, el, kol, bacak ve ayak gibi organların, ilahî mesaj esnasındaki davranışlarını anlamlandırarak mesajlara araç olarak kullanır. Hatta beden dili sınıfına sokulan ses tonlarının en ince noktalarına varıncaya kadar; susma da dahil bütün iletişim araçlarını kullanır. Şimdi bunları tek tek örnekleriyle birlikte vermeye geçmeden önce işaret anlamını taşıyıp beden dili ile ilgisi olan kavramları daha sonra da bu dilde işaretlere araç olan kalp; baş, yüz, kaş, göz, el, ayak vs. gibi organları tek tek ele alarak inceleyeceğiz. [1399]
Yukarıda sinyal'in hem işaret hem de sembol anlamına geldiğini söylemiştik. Kur'ân, sinyalin hem işaret hem de sembol anlamını taşıyan; beyân, alâmet, eser, şe'âir, âyet, işaret, remz, savm ve vahy kavramlarını, işaret anlamını ifade edecek biçimde kullanmıştır. Şimdi bu kavramları tek tek ele alarak ifade ettikleri anlamları vermeğe çalışalım. [1400]
Bu kelime, byn kökünden türemiştir. Ortaya çıkmak, açık seçik olmak ve açıklamak anlamına mastar veya isimdir. İstılahi olarak “içte olan bir şeyi ifade etmek”, “bir şeyi açıklamak” anlamını taşır. Açıklamada söz, yazı, iş veya işret vs. ile olur. [1401] Bu anlamlar, “O (Allah), insana beyânı, (maksadını açıklamayı) öğretti.”[1402] âyetiyle temellendirilir. Bu kelime Kur'ân'da değişik türevleriyle 527 yerde geçer.
Beyân kelimesini dil bilim alanında ilk defa ele alan [1403] Cahız (v. 255/868) bu konuda “el-Beyan ve't-Tebyin” adlı eserinde beyan sözcüğünün tanımını “sana anlam peçesini aralayan ve gizlilik üzerindeki perdeyi kaldıran kapsamlı bir isimdir” şeklinde bir tanım yaptıktan sonra, el-baş, kaş, göz işaretini, kılıcı ve elbiseyi havaya kaldırarak işareti; işi ve her türlü görüntü, durum ve tavrı, beyan sözcüğü anlam alanına sokarak beyânfişaret” sözcüğü ile eş değer sayar. Bu arada anlamaya ve anlatmaya kendisi ile ulaşılan her şeyi beyan kabul eder.[1404]
Alâmât, alâmetin çoğuludur. İşaretler, izîer, nişanlar anlamına gelir. Aslında alamet, yitik aramak için sahralara dikilen şeye denir. Alem, alâmet aynı anlamda kullanılmıştır. Yüksek dağa da bu isim verilmiştir.[1405]
“Alâmât” kalıbı Kur'ân'da bir yerde “ve daha nice işaretler (söz gelişi) yıldızlar (ki onlar)la da insanlar yollarını bulurlar”[1406] şeklinde geçer.
İmam Şafii, bu âyetten hareketle Allah Teâlâ'nın İnsanlar için birçok işaretler yarattığını, Mescit-i Haram'ı da dinine bir nişan olsun diye bu maksatla diktiğini, bazı ibadetler için oraya dönmeyi, bazıları için de bizzat oraya varmayı emrettiğini, o yöne dönmenin de bir işaret olduğunu, insanı Ka'beye yönlendiren işaretlerin de akıllarla anlaşılabileceğini ifade ederken[1407] Allah'la insanlar arasında işaret diünin bolca kullanıldığına dikkat çekmiş olur.
İmam Şafii yine bu âyetteki “alâmât” kavramını biraz daha açarak, dağların, gecenin, gündüzün, rüzgarların, güneşin ayın, yıldızların işaret olarak dikildiklerini ifade eder. Bunların, doğdukları battıkları ve buİunduklan yerlerden hareketle yönlerin tayin edilebilmesi, yolların bulunabilmesi için dikilen işaretler olarak alır. [1408] Bilindiği gibi insanlar tecrübeleriyle çeşitli yönlerden esen rüzgarların fayda ve zararlarına işaret ederek onların da zaman zaman bazı işaretler taşıdıklarını seslendirirler. [1409]
“Eser” bir şeyin kalıntısı, iz, alâmet, işaret, nişan, bir şeyin izini sürme, bir şeyde iz bırakma anlamlarına gelir. Çoğulu, “asâr”'dır. Asar, a'lam anlamında da kullanılmıştır. [1410] A'lam, bayraklar, sancaklar, sınır işaretleri, yüksek dağlar, özel isimler, kabile başkanları, demektir.[1411]
Bu sözcük, Kur'ân'da “eser” şeklinde tekil olarak üç yerde: “yüzlerindeki secde izinden Müslümanları tanırsın” [1412], “elçinin izinden bir avuç alıp”[1413] “onlar benim peşimdeier”[1414] şeklinde kullanılırken; on beş yerde de çoğul olarak geçer ve genelde “izler”[1415], “işaretler”[1416] “arkalarından”[1417], “geride bıraktıkları iyi kötü izler/intibalar”[1418], “yeryüzünde derin izler” [1419]anlamlarında kullanılır.
Eser, kelimesi “iz” ve “belirti” anlamında kullanılınca geçmişlerin geride bıraktıkları binalar ve eserler, onların güçlü olduklarının, buna rağmen helak edildiklerinin, güçlerin oniara bir fayda vermediğinin işaretleri sayılmıştır. “Secde izleri” de, imanın, inananların hayat tarzlarındaki görüntüleri ve yansımalarından ibarettir. Yüz, insan kişiliğinin en anlamlı parçası olduğundan Kur'ân'da çoğu kez kişinin “tüm benliği” anlamında kullanılmıştır. [1420] Mesela “Yüzünüzü Mescid-i haram'a çeviriniz.”[1421] “Yüzünü Allah'a kim teslim ederse...”[1422] gibi âyetler bu anlamdadırlar. [1423]
Arapçada genel anlamda bir işten geri durmaya ve onu terk etmeye savm denir. Bu terk; iş, yeme, içme, yürüme veya konuşmada söz konusu olabilir. Bu bakımdan duran ata, sakinleşen rüzgara, susan adama ve hatta işsiz kimseye, oruçlu denir.[1424]
Kur'ân'da 11 yerde geçen savm kelimesi, Meryem süresinde “sükut” anlamında kullanılmıştır.[1425] Adı geçen âyette Hz. Meryem'in “Rabbime oruç adadım.” sözünün hemen peşine “Hiç kimseyle konuşmayacağım.” cümlesinin getirilmesi, bunun delili kabul edilmiştir.[1426] Diğer on yerde ise oruç anlamında kullanılmıştır.[1427]
Savm sözcüğü, hadislerde de müdahaleden geri durma anlamında kullanılmıştır. Peygamberimizin (sav) “Birisi kendisiyle kavga edip, kötü söz söyleyene ben oruçluyum desin.”[1428] Hadisinde geçen savm kelimesi, hem fiilî hem de sözlü müdahaleden kaçınmayı emrettiği açıktır. Bu durumda savm kelimesi, burada geniş anlamıyla kullanılmıştır.
Daha sonra üzerinde durulacak olan “sükut” sözcüğü, dinimizde iletişim aracı olarak kabul edilmiştir. Bir şey karşısında susuluyorsa ya o şeyin doğruluğunun ya da karşımızdaki kişinin konuşmasının istenildiğinin işareti anlamına gelir. Birincisine detil, Peygamberimizin sükutunun sünnet kabul edilmesi; ikincisine delil de “Allah'ın konuşması” konusunda ele alınacağı gibi insanlara içtihat yolunun açılması için Allah'ın bazı konulardaki hükmünü koymaması, yani sükut etmesidir. [1429]
Remz, dudakla işaret ve ima anlamında kullanılmıştır. [1430] Bu kelime, Kur'ân'da bir yerde “Çocuğun olacağına işaret, üç gün boyunca yüz işaretleri dışında insanlarla konuşmamandır.”[1431] Şeklinde geçmektedir ve işaret dilinin kullanıldığına güzel bir örnektir.
Kurtubî, remz kelimesinin dudaklarla işaret anlamına geldiğini ancak kaş, göz ve ellerle yapılacak işaretlerde de kullanıldığını söyler.[1432]
Dilimizde de işaret anlamında kullanılan bu kelime, el, kaş ve gözle ima etmek anlamındadır. İşaret; baş, göz, kaş, el-parmak vs. gibi şeyferle yapılacağı gibi, işaret etme ve görüş bildirme anlamına da gelir. [1433] Kur'ân'da bir yerde işaret diline örnek olarak geçmektedir. [1434] Bunun örneği daha sonra verilecektir. [1435]
Bu kavram üzerinde ilende “Allah'ın Evrenle İletişimi” konusundaki çalışmamızda uzun uzun durulacaktır. Ancak bu kelimenin kullanıldığı anlamlardan biri de işarettir. Meryem süresinde “Zekeriyya mabetten kavminin karşısına çıktı ve onlara akşam sabah Rabbinizin sınırsız yüceliğini anın diye işaret etti.” [1436] Şeklinde bu anlamda kullanılmıştır.
Ragıb el-İsfahani vahy'in asıl anlamının “hızlı işaret” olduğunu, işaret ve tariz yoluyla konuşmayı da kapsamına alacağını söyler.[1437]
Şe'air sözcüğü, şa'irenin çoğuludur. Hissetmek, bilmek, düşünmek anlamlarına gelen “şa'er” mastarından türetilmiş olup, adetler, törenler, işaretler, semboller anlamına geiir.[1438]
“Meşair”, şairin:
Baş, organları/meşair kendisinde yükselendir,
İki göz, iki kulak ona yolu gösterir.
Beytinde olduğu gibi organlar anlamına da gelmektedir.[1439] Aynı kökten gelen şiar kelimesi, üstünlük veren, işaret, adet, alâmet, ayırt edici âdet; “şi'âru'l-kavm”, “şi'âru'l-harb” de kavmin ve harbin işareti demektir. Ezheri, (895/980): “Hac için kullanılan alanları ben sadece semboller olarak görüyorum” der. Gerçekten hac sembollerle doludur. Arafat'ta duruş/vakfe, Kabe'nin etrafında dönüş/tavaf, Safa ile Merve arasında koşuş/sa'y, şeytanı taşlama/remy, kesilen kurban, Telbiye, hac ibadetlerinin hepsi; hatta Kabe, Safa, Merve, Arafat, Mina yani hac ibadetinin yerlerinin bütünü sembol olarak kabul edilmiştir.[1440]
Araplar, Safa ile Merve'yi, Allah'ın koyduğu bir semboi olarak kabul edip saygı duymuyorlardı. Bunun üzerine şu âyet indi ve Allah'ın koyduğu sembollere saygı duyma sorumluluğunu getirdi [1441] “Ey iman edenler, Allah'ın koyduğu (dinî) sembollere ve kutsal (hac) ayına, süslenmiş kurbanlıklara ve Allah'ın rızasını isteyerek Beyt-i Haram'a koşanlara karşı saygısızlıkta bulunmayın...”[1442]
Müfessir Fahruddin er-Razi (v. 606/1209)'ye göre, Allah'ın itaatine işaret olarak belirlenen vakfe, tavaf, sa'y, remy ve zebh gibi ibadet yerlerine sembol demek caiz görülmüştür. [1443] Örneğin Mekke'ye hediye edilen kurbanlık, sembol olarak isimlendirilmiştir. [1444] Zira o hediye oluşuna dair birtakım işaretlerle belirlenmiştir.
Müfessirler, “şe'âiru'llah/Allah'ın sembollerinden kastın ne olduğu konusunda ihtilaf etmiştir. Bazıları, “Allah'ın sembollerinden bir sembolün ve insanlara emrettiği farz/görevlerin ihlal edilmemesi” görüşündedir. Buna göre Allah'ın kullarına yüklediği her türlü ibadet, özgün biçimiyle birlikte sembol kabul edilmiş olur. Hasan-ı Basri (v. 110/729), “Şe'airu'llah/Allah'ın sembolleri, O'nun dinidir.” sözüyle aynı görüşü paylaşırız, der. [1445] Biz de, aynı kanaatteyiz. Zira ileride Allah'ın kullarıyla konuşması konusunda da ele alınacağı gibi Allah, kullarına birtakım şeyleri yapmayı emreder, onlar da gâh “dua” gibi sözlü dille, gâh “iman” gibi kalp diliyle, gâh “ibadet” gibi beden dilleriyle Allah'ın isteğine cevap verirler.
Bazıları da şe'airu'l-lah'dan maksat Allah'ın hac ihramı için koyduğu yasaklar olduğunu ve bunların ihlal edilmemesini anladılar, İbn Abbas'a göre, Mekke Müşriklerinin beyti tavaf ettiklerini, beytullaha kurbanlık adadıklarını, Allah'ın sembollerine saygı gösterdiklerini ve kurban kestiklerini görünce hacla ilgili bu işlerde Müslümanlar, onlara benzememek için bazf ihlallerde bulundular. Allah Teâlâ, “Allah'ın sembollerini ihlal etmeyin.”[1446] Ayetini indirerek”[1447] hacla ilgili her şeyin Allah'ın sembolü olduğu konusunda uyardı
Kanaatimize göre hacla ilgili belirlenen hem ibadetler hem de ibadet yerlerinin sembol oluşunda şüphe yoktur. Zira: “(O halde) unutmayın! Safa ve Merve, Allah tarafından konulmuş sembollerdendir... “Mabede gelen birisinin onların arasında gidip gelmesinde bir sakınca yoktur.”[1448] âyeti de bu konuda açıktır.
Hz. Hacer'in, Safa ve Merve arasında telaş içinde koşuşturmasının hatırasına, hacıların da, bu iki tepecik arasında hızlı adımlarla yedi kere gidip gelmeleri istenir. İslam'dan önce bazı putların orada dikilmiş olmasından dolayı, ilk Müslümanlardan bazıları, cahiliye adetini andıran bu görevi yerine getirmede isteksiz davranınca yukarıdaki âyet nazil oldu. Bu âyet, müminleri uyararak, bu sembolik anma eyleminin, cahiliyyeden çok önceleri konulduğunu haber vererek inananları rahatlattı.[1449]
Allah'ın itaatine işaret eden her şey, Allah'ın koyduğu sembollerdendir. Zira bunların hepsi Allah'a yakınlığı ifade eder. Allah Teâlâ bunlara saygı gösterilmesini şu ifadelerle ister: “İşte bunlar (akılda tutulmalıdır) Allah tarafından konulan simge/sembolleri saygıyla gözeten kimse (bilsin ki bu simgeler gerçek anlamını inananların kalplerimde Allah'a karşı taşıdıkları sorumluluk bilincinde bulmaktadırlar. Bu (simgeleri gözetmekte gösterilen bilinç ve duyarlılığın) size (O'nun farafından) belirlenmiş bir süreye kadar [1450] yararlı olacaktır; sonra bunda güdülen amacın ve varılan sonucun (tevhid inancını simgeleyen) en eski mescid (olduğunu anlayacaksınız...) Hayvanların kurban edilmesine gelince, biz bunun sizin için Allah tarafından konulmuş simgelerden biri olarak gördük ki, bunda sizin için nice yararlar vardır.”[1451]
Görüldüğü gibi Allah'ın koyduğu sembole saygı, kalplerin takvasından sayılmıştır. Müfessirlerin birçoğu, saygı gösterilmesi istenen sembollerin, Allah'ın dininin işaretleri olan bütün ibadetler; özellikle “hacla ilgili ibadetler”le bu ibadet yerlerinin kastedildiğini ifade eder. [1452] Zamahşeride, hac ibadetlerinin kastedildiğini söyler.[1453]
Safa ile Merve arasında koşuşun ibadetle veya herhangi bir şeye sembol olmakla ne alakası olabilir? Bu alakayı belirtmeden önce şunu ifade etmek gerekir ki Safa ile Merve arasında koşmayı dile getiren âyetten önceki âyetlerde başa gelen musibetlerden söz edilirken böyle bir durumda Allah'a dönmenin ve sabra sarılmanın gerektiği vurgulanır. [1454] Bunun hemen peşine de Safa ile Merve arasındaki koşunun, Allah'ın sembollerinden biri olduğu ifade edilir. Bundan şunu anlıyoruz: Hz. Hacer'in ıssız çölde bırakılışi, onun şiddetli bir sınava tâbi tutuluşu, onun da adı geçen yerde çocuğunun ve kendinin susuzluktan kıvranmasından dolayı o tarafa bu tarafa koşusu ve ilahî takdire sabredişi; sonra da bu sabır karşılığı zemzem suyuna kavuşturuluşu, belaya, sabra ve sabır sonucu mükafata hak kazanmaya örnek gösterilmiştir. Böylece Hz. Hacer'in, bu ıssız çölde tek başına kundaktaki bir çocukla bu sıkıntılara katlanarak Safa ile Merve arasında koşusu, O'nun anısına imanın ve sıkıntılara göğüs germenin sembolü olarak koyulmuştur,
İbadet oluşu hususuna gelince, Fahruddin Razi'nin dediği gibi burada koşmak tek başına bir ibadet sayılmaz. Ama hac bir ibadettir. Bu da onun içinde bir bölüm olduğundan ibadet sayılır. [1455] Kaldı ki bunlar arasında koşuş, Allah'ın emridir. Allah'ın emrettiği bir şeyin ibadet olmasından daha tabiî bir şey ne olabilir? İşaret dili açısından da, Safa ile Merve, burayı her görene ve burada koşana, belaya sabrın mükafatını ve Allah'ın, belaya uğrayan kimselere karşılığını vereceğini hatırlatmaktadır. [1456]
Âyet sözcüğü, Kur'ân'da tekil olarak (âyet) 86, çoğul kalıbıyla (âyât) 296, ikil kipiyle de 1 olmak üzere yaklaşık olarak 383 yerde geçmektedir. İşaret dilinde çok önemli bir kavram olan “âyet”, “eveye” kökündendir. Çoğulu, “ay” ve “âyâ”dır. Bu son şekle delil, şairin “velem yubkı haze'd-dehru min âyâtihi” “Bu çağ, seslerin ve toz toprağın dışında bir şey bırakmadı.” beyti getirilmiştir. [1457] Âyet sözcüğü şu anlamlarda kullanılmıştır:
1- Alâmet, işaret, nişan, iz, delil. [1458] Kur'ân'da, altmışa yakın yerde bu anlamlarda kullanıldığı görülür: “Geceyi ve gündüzü delil olarak yarattık.”[1459] Zekeriyya (as)'ın çocuğunun olacağına alamet üç gün işaretle konuşmasıdır.”[1460] Göklerde, yerde, ekin tarlalarında, üzüm bağlarında, bal arısında, her şeyin erkekli dişili çift yaratılmasında, güneşte, ayda, ayın devrelerinde, gece ve gündüzün değişmesinde... işaretler, nişanlar vardır”
[1461] âyetleri bunun örneklerindendir.
2- Sembol: Mekke'de semboller vardır. İbrahim'in makamı [1462] Safa, Merve [1463] ve kurbanlıklar[1464] bunlardandır.
3- Bir şeyin kendi zatı. Araplarda “âyetu'r reculi/adamın âyeti” denilince onun şahsı anlaşılır.[1465]
4- Bir şeyin bütünü. Arap “Harece'l-Kavmü bi ayatihim” sözüyle “Topluluğun hepsi çıktı. Geride kimse kalmadı.” anlamını kastetmişlerdir.[1466]
5- İbret, öğüt. [1467] Kur'ân'da otuzdan fazla yerde bu anlamda kullanılmıştır. [1468] “Salih'in devesini öldürünce onları azabın yakalaması, Nuh kavminin boğulmasında, kavminin kurtarılmasında, Lut kavminin helakinde... ibretler vardır” [1469] gibi âyetler buna örnektir. Bilindiği gibi ibret, alınan ders, öğüt, şaşılacak şey, bakışların çevrildiği bir asıl, öğüt olması açısından tutulması gereken şey veya ibret alınıp; kendisinden dolayı iş yapılan öğüttür.[1470]
6- Mucize [1471] “Her türlü âyeti/mucizeyi getirsen de senin kıblene dönmezler, “İsrailoğullanna mucize/âyetler geldi inanmadılar.” âyetlerinde bu anlamda kullanılmıştır. [1472] Ayrıca çamurdan kuşun yaratılması, gökten sofranın inmesi” [1473] vs. gibi olaylar da bu kabildendir. Kur'ân'da otuzun üzerinde yerde âyet, mucize anlamındadır.
7- Belge. “Talut'un hükümdarlığına tabutun gelmesi, Firavun'un boğulduğu haberinin doğruluğunu ispat için cesedinin saklanması, Sebe kavminin haberine, Salih kavminin helakine de evleri belge olarak sunulmuştur.”[1474]
8- Mesaj: “Öğüt alacak bir kavim için âyet/mesajları ayrıntılı olarak açıkladık.”[1475] “O sizi bir tek nefisten (Adem'den) yaratandır. O (her biriniz için yeryüzünde) bir vade ve (ölümünden sonra) bir dinlenme yeri tayin etmiştir. Biz bu mesajları/âyetleri, hakikati kavrayabilecek insanlar için açık ve anlaşılır kılmaktayız.”[1476] âyetlerinde bu anlamda kullanılmıştır.
9- Yüksek bina [1477], tapınak [1478] “Her tepede cehalet eseri (putperestçe) anıtlar, tapınaklar (âyet) mi yükselteceksiniz?”[1479] âyetinde bu anlamda kullanılmıştır.
10- Kur'ân âyetlerinden bir âyet. Bunlara âyet denmesinin sebebi, bir âyetin diğer bir âyetten ayrıldığına işaret olmasıdır. Ayrıca sanki âyet kendisinden başka bir şeye geçilen bir işarettir. Yol bulmak için yollara dikilen işaretlere de yol göstericilik yönüyle “âyet” denir. [1480] Ragıp el-İsfahani'nin(v. 502/1108) dediği gibi [1481] Kur'ân'dan her cümle, bir hükme işaret etmektedir. Bu yönüyle Kur'ân'daki her cümleye âyet denmesi daha makul olabilir.
Kur'ân'da âyet sözcüğü, bu anlamda yaklaşık 34 yerde geçmektedir.[1482]
Yukarıda görüldüğü gibi Kur'ân âyet sözcüğünü her ne kadar çeşitli anlamlarda kullanmış ise de netice itibariyle bu anlamların hepsi, “işaret” anlamında odaklaşırlar. Burada dikkatimizi çeken bir diğer husus da Kur'ân âyetlerinden her birine “âyet” denildiği gibi mucizeden tutun da tabiatta meydana gelen rüzgar, yağmur, bulut, gök gürültüsü, şimşek, yerin yeşermesi, kuruması, ağaçların meyve vermesi, hayvanların hareketleri, hayatlarını sürdürmeleri ve her türlü eylemleri; insanın, göklerin ve yerin yaratılışı; buralarda bulunan güneş ay ve yıldızlar, bunların doğduğu battığı yerler; dağlar, yollar, ırmaklar, denizler, denizde yüzen gemi; hasılı Allah tarafından yaratılıp da evrende yer tutan her şey, âyet sözcüğü ile ifade edilmiştir. Hatta Aliah Teâ-lâ'nın kıble olarak belirlediği Kabe, dinin her türlü işareti, hac ibadetleri, bu ibadetlerin yerleri, geçmiş toplulukların bıraktığı izler, harabeler, bir yerde âyet (işaret) bir yerde alamet (işaret, nişan), bir yerde şe'air (sembol), bir yerde de eser (iz, kalıntı) sözcükleriyle ifade edilmiş ve bunların hepsi Allah ile insan arasındaki iletişime araç kılınmıştır.
Allah insanlarla gerek söz, gerek sembol, gerekse her türlü işaretle iletişim ağı kurmuştur. Allah tarafından yapılan bu sözlü veya sözsüz konuşmaya insanlardan cevap, gâh sözlü, gâh işaret, gâh sükut, gâh bedenle istenmiştir. Bunların detayına bir başka çatışmamızda “Allah’ın Canlılar ve Cansızlarla İletişimi” konusunda girilecektir. [1483]
Bir ressamın, portresini yapmak istediği kişinin yüz hatlarına, ancak o kişinin kendisinde uyandırdığı duyguları yerleştirdiği gibi, ruhsal yaşamdaki her olayın da, insanı tanıma sanatını öğrenecek kişi tarafından yaşanması ve kendi iç dünyasına aktarılması gerekir. İnsanı tanıma sanatını gerçekten öğrenmek isteyenler, insanın değerini kendi yaşantılarından ya da başka kişilerin ruhsal sorunlarını paylaşmaktan kaynaklanan bir yaklaşımla sezip kavrayanlar [1484] ve kendisini önyargıya kaptırmayanlardır. Toplumsal yaşamda bir insana ilişkin olarak verilecek önyargılarda hataya daha çok yer vardır. Bu bakımdan insanı tanımak için önyargıdan uzaklaşarak onunla ilişki kurup, onu kendilerinin bir parçası saydıkları zaman daha iyi anlarlar. [1485] Böylece bireyde karakteri yansıtan davranışları değerlendirirken hatayı en aza düşürmüş olurlar.
İnsanlar, beden dilleri sayesinde kişiliklerini yansıtmakta ve karakterlerinin bir resmini oluşturmaktadır. Onlar bu karakterin sadece jestlerini, el ve kol hareketlerini taklit etmiyorlar; bununla birlikte onun düşüncelerini, hislerini, heyecanlarını da yansıtıyorlar. [1486] Örneğin insanların bedenlerinin duruşu ve davranışlarına bakarak biri hakkında “mıymıntı”, “hırçın”, “melenkolik/üzgün”, “sıcakkanlı”, “olgun” ve “ürkek” hükmünü verebiliyoruz. Bütün bunlar, beden dilinin okunması sonucu elde edilen verilerdir.
İnsanları doğru anlamak beden dilinin ve beden sinyallerinin bilinmesine bağlıdır. Bu dili bilmenin avantajları yanında dezavantajları da yok değildir. Örneğin bu bilincin, sosyal bir baskı ve güç olarak kullanılması insanlarda sıkıntı yaratabilir. Ancak insanları daha doğru anlayarak daha çok insanî ilişkiler ve yaklaşımlar için bu dil öğrenilirse, büyük bir şansı yakalamakla birlikte yaşantımızı kendimize daha anlaşılır kılmış oluruz.[1487]
Her kuşak ve her meslek grubu, kendi aralarında birtakım bedensel hareketler geliştirmişlerdir. Bunlardan her birinin değişik kodları vardır. Çoğu zaman bu kodların anlaşılmaması çeşitli önyargılara ve olumsuzlukların yaşanmasına sebep olabilir.[1488]
Yaşam süresince her çevrede beden dili, farkına varılmadan hem öğrenilmekte, hem de kullanılmaktadır. İşin daha da garibi beden dilimiz, kullandığımız kelimelerden çok daha fazlasını anlatabilmekte ve çoğu zamanda kontrol altına alınamamaktadır. Zira beden reaksiyonlarının çoğu kendiliğinden ve ani oluşmaktadır.[1489]
Her insan duruşu ve hareketleri ile hem çevresine tepki verir, hem de onlardan karşı tepki alır. Bu bakımdan etrafa gönderdiğimiz tepkiye dikkat etmek, karşı tepkilerin olumlu olmasını sağlayacağı açıktır. Kendini beğenmiş olduğunu söylediğimiz bir kimse için bir başkasının, onun sempatik ve sevecen olduğunu söylemesi, akla, “Acaba benden mi kaynaklanıyor?” sorusunu getirebilir. Bu bakımdan duruş ve hareketlerimizle ölçülü tavır takınmanın her an iyi sonuç getireceği tartışılamaz. Zira tepkilerimizle kışkırtıcı tavır takınmış olabildiğimiz gibi çoğu zaman tepkilerimizin farkında olmadığımız için karşıdan gelen tepkileri bize karşı bir cevap olarak aigılamayıp karşıdakinin olumsuz davrandığını söyleyebiliyoruz. Kaynağın, biz olduğumuzun farkında bile olamayabiliyoruz. Onun için dışarıya gösterdiğimiz tepkilere ve reflekslerimize dikkat edersek karşıdan gelen tepkilerin de olumlu olmasını sağlayabiliriz.[1490]
Biz ne isek bedenimiz odur. Beden ruhun eldiveni, dili de, kalbimizin sözleridir, içimizdeki bütün duygu, heyecan ve arzular bedenimizle kendilerini ifade ederler. O halde bedenimizin çizdiği her tablo, duygu ve düşüncelerimizin dışa vurmuş resimleridir. Bu resimler, birisiyle karşılaştığımız zaman daha konuşmaya başlamadan yüz ve beden ekranında duygu ve düşünce yüklü olarak kendini gösterir. Demek oluyor ki insanlarla karşı karşıya gelindiğinde veya çeşitli şekillerdeki ilişkilerde öncelikle beden dili kullanılır ve beden dili ile, birbirlerine anlatmak istedikleri, çözülmeye çalışılır. İnsanlarla anlaşmada beden dili ile verilen mesajların temel araç oluşu da, bundandır.[1491]
Herkes, karşısındaki tarafından fark edilmeyi ve saygı duyulmayı arzular. [1492] Onun için insanlar, ilk önce beden dilleriyle anlaşılmayı beklerler. Hatta hayvanların bile karşı karşıya gelince bakışlarıyla aynı eylemi gerçekleştirdiklerine şahit oluruz. Her insan, duruşu ve bakışlarıyla arkadaşlarına, eşine ve çocuklarına düşündüklerini hissettirmeye çalışır. Onlar da çoğunlukla bu mesajı alır. Ancak şunu unutmamak gerekir ki ilişki kurulan kişiler arasındaki kültürde ortak özellikler ne kadar çoksa birbirlerinin beden dilini anlamaları da o kadar kolaylaşır.[1493]
“Ne dediğimi anla” anlamına gelen jest ve mimikler, yakın arkadaş sevgili, eş ve çocuklarımızla olan ilişkilerde önemli bir yer tutar. Bu durum, istediğimizin yapılmadığı ve aynı duyguyu açığa vurmak istemediğimiz durumlarda daha da belirginleşir. Örneğin yakın ilişki içinde bulunduğumuz kimselerle kurduğumuz iletişimde gözümüzün içine bakılmasını ve ne demek istediğimizin anlaşılmasını bekleriz. Bu tür bakışmalardan çıkarılan anlamlar, ilişkinin olumlu ya da olumsuz yönde gelişmesini belirlemek açısından büyük bir öneme haizdir. [1494] Çeşitli platformda insanların duruş ve bakışlarıyla çevresinden yardım istediği; karşıdakinin de olumlu ya da olumsuz olarak aynı davranışla cevap verdiği, gözden kaçırılmaması gereken bir husustur. Bedensel ibadetlerdeki davranışlara da aynı gözle bakabiliriz. [1495]
İnsan çok defa vücudunun hareket ve işaretlerini kullanarak meramını anlatır. [1496] Bu anlamda ibadet olarak ifa edilen namaz, zekat, hac ve kurban esnasında yapılan bütün bedensel hareketler, “ilahî haberleşmenin insan tarafındaki karşılığıdır.”[1497] Örneğin temizlenmeden tutunuz da abdestle ilgili bütün eylemler, namaz için namaz kılınacak yere yürümek, ayakta durmak, eğilmek, yere kapanmak, tekrar kalkmak ve aynı eylemleri tekrar etmek, sonra elleri ve bakışları semaya doğru çevirmek; oruçtan dolayı yememek, içmemek ve bazı insanî ilişkilerden uzak durmak; zekat için parayı ve malı fakirlere vermek, hac için giyim, kuşam, beytullah etrafında dönmek, makam-ı İbrahim'de ve Arafat'ta ayakta durmak (vakfe), Safa ve Merve tepeleri arasında koşmak, Mina'da taş toplayıp şeytanı taşlamak, traş olmak ve kurban kesmek, Allah tarafından gelen sözlü emir ve talimatlara, bedensel ifadelerle kulların cevabıdır. İbadet maksadıyla yapılan bütün bu davranışlar, bedensel konuşmanın sözcükleri ve cümleleridir.
İbadet ve ayinlerdeki bütün bedensel hareketler, insandan Allah'a doğru olan haberleşmenin sözsüz olan şeklidir. Örneğin namaz, şekil bakımından Allah huzurundaki gönül alçaklığının (huşu); zekat, hac, oruç ve kurban Allah'a itaatin bedensel ifadesidir.
Günlük hayatta da çeşitli merasim, açılış ve kutlamalardaki bütün davranışlar, birtakım duygu ve düşüncelerimizi aynı duyguyu paylaşan insanlarla birlikte ifade edişimiz, beden dilinin örneklerindendir.
Oruç ve namaz, bir başka açıdan ele alınacak olursa şunlar da söylenebilir: Orucu sabra alışmanın ve nefsi terbiye etmenin bir aracı olarak düşünmek de mümkündür. Örneğin oruç birtakım tiryakiliklerin tedavisinde önemli rol oynar. [1498] Buna göre oruç tutan birisi, hem ibadet yapacak, hem de toplumdaki açların durumunu tattıracak mesajı alacaklar. Yoksullara yardıma teşvik, çeşitli arzulardan uzaklaşma ve bu alanda terbiye olma kastıyla tutulan oruç, Allah'a itaatin, açlığın ızdırabını öğrenmenin ve gerektiğinde açlığa ve sabra nefsi alıştırmanın bedensel ifadesidir.
Her an Allah'ın yardımına ihtiyacı olan bir kulun Allah'tan devamlı yardım istemesi, kendisi için bir ihtiyaçtır. Namaz, Allah'tan istemeye bir mukaddime olarak düşünülebilir. Allah'ın, “Benden yardımı sabır ve namazla isteyin. “'[1499] buyurması, bunu akla getirmektedir.
Elmalılı Hamdi Yazır'ın dediği gibi insan yıkanır, temizlenir, ayıp yerlerini kapatır... Yüzünü kıbleye döndürerek yönünü tayin eder, kalbini samimi bir düşünce ile doldurur..., büyük bir saygı ile tekbirini alır ve ibadete koyulur, Hak Teâlâ'ya münacat eder, onunla konuşur, Kur'ân okur, dinler... Onun huzurunda hayatın cereyanını, mebdeini, müntehasını arz eder, mütalaa eder; dikilip beklemek, eğilmek, mükerreren kapanmak, yine kalkıp doğrulmak, nihayet oturup dinlenmek ve akibet selamu selamete ermek... Ruhî, bedenî büyük bir ni-zam-ı intizam ile bir miraç yapar ve hiç şüphesiz bu menazır-ı ulviyye içinde nefisler zahir-i batınlarında zayi etmek üzere bulundukları intizamı yeniden temin eylerler ve bütün bunlar ilahî yardımın celbine vasıta olur... Nefisler, itmi'nanlarını artırırlar, kuvvetlendirirler... Ayrıca bir zevk-i saadet ve bir bahtiyarlık duyarlar...[1500] Bütün bu davranışlar, hem Allah önünde tevazünün, hem istemeğe hazır olmanın hem de istemenin, bedensel ifadeleridir. Her talepte bulunan insanın, istekten önce bu tür davranışlarla bağlılığı ifade etmesi, bir şey istemenin tabiatındandır.
Bilindiği gibi raks, horon tepme, sıçrayarak oynama ve dans etmek anlamlarını ifade eder. İnsan, bu hareketlerle davranışlarına bazı şekiller vermek suretiyle ruhta kuvvetli heyecanlar meydana getirir. Bazı tarikatlarda ve dinlerde görüldüğü gibi vecd hali, bir raks hareketi ile vücuda gelir. Buna bakılarak birçok dinî ayinin ve ilk tiyatronun rakstan doğduğu ileri sürülmüştür. [1501] Çeşitli folklorik oyunların insanı ruhen rahatlattığı ve heyecan verdiği için raks'ın çeşitli dinî ayinlerde ve zikir esnasında varlığı yadsınamaz.
Böylece beden, günlük öznel hayattaki bazı düşüncelerden uzaklaştırılarak Allah'tan istemeye uygun hale getirilmekte (adaptasyon); ve düşünce, duygu, güç ve bütün yönelişler o noktada toplanmaktadır (konsantre). Bu yönüyle bedensel ibadetlerin katkısı küçümsenemez. Kaldı ki, cemaatle namaz ve orucun, bireyi nesnelfeştirme ve toplumsallaştırma yönü de vardır. Zekat ve haccın da bu konuda önemi büyüktür. Zira zekat, fakirlere vermeye nefsi alıştıran ve yoksulların sevgisini kazandıran ve bu konuda toplumsallaşmayı ifade eden bedensel bir eylemdir. Hac da, Allah'a itaat etme ve insanlarla kaynaşıp birbirinden haberdar olma ve kısacası sosyalleşme konusunda aynı anlamda bir eylemdir. [1502]
İbadetlerin temel amacı, Allah'ı anmak, O'nu hatırdan çıkarmamak ve zihinsel olarak daima O'nunla birlikteliği sağlamaktır. Zira Kur'ân'da da ifade edildiği gibi kalplerin rahatlayıp doyum bulması, ancak Allah'ı anmakla olur. [1503] Allah'ı sürekli anmanın ne kadar önemsendiğini ortaya koymak için birkaç âyet mealini aşağıya alalım:
“Beni anın ki, ben de sizi anayım. “[1504]
“Onlar ki, ayakta dururken, otururken ve uyumak için uzandıklarında Allah'ı anarlar. “[1505]
“Allah'ı tayin edilmiş (hac) günlerinde hatırlayın. “[1506]
“Namazı bitirdiğinizde Alllah'ı ayakta iken, otururken, uzanmış halde anın.'[1507]
“Arafat'tan inerken [1508] hac ibadetlerini bitirdiğinizde Allah'ı anın. “[1509]
“Aralıksız Allah'ı anın. “[1510]
“Rabbini hiç durmadan an ve gece gündüz O'nun sınırsız şanını yücelt”[1511]
“Sesini yükseltmeden sabah akşam Rabbini an ve sakın umursamazlardan olma.”[1512]
“Unutursan hatırladığın zaman Allah'ı an. “[1513]
“(Gece gündüz) Rabbini an ve kendini O'na ada. “[1514]
“Rabbinin ismini sabah akşam an.”[1515]
“Kimseler (vardır ki) bunları ne ticaret ne de kazanma hırsı, Allah'ı anmaktan, namazda devamlı ve duyarlı olmaktan, arınmak için verilmesi gerekenleri vermekten alıkoyabilir. “[1516]
“Onlar ki inanmışlar ve Allah'ı anmakla kalpleri huzur ve doyum bulmuştur; çünkü bilin ki kalpler, gerçekte de ancak Allah'ı anarak huzura erişir. “[1517]
“Gerçek şu ki Allah benim, benden başka tanrı yok; o halde (yalnız) bana kulluk et ve beni anmak için namaza devamlılık ve duyarlılık göster”[1518]
“Ama kim ki beni anmaktan yüz çevirirse bilsin ki onun dar bir hayat alanı olacaktır. “[1519]
“Allah'ı anmak en büyük erdemliliktir. “[1520]
“Kim Rahmanı zikretmekten gafil olursa, yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ederiz. “[1521]
“Böylece Allah'ı unutan bu yüzden Allah'ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir. “[1522]
Bilindiği gibi gerek sözlü gerekse bedensel ibadetlerle Allah'ı tefekkür, O'nu hatırdan çıkarmama ve devamlı onunla birlikte olma esastır. Bu konuda Allah'ın “Kim ki beni anmaktan yüz çevirirse bilsin ki onun dar bir hayat alanı olacaktır” [1523] şeklinde bir tehdidi ve hem de “Muhakkak ki bent yalnızca ben, Allah'ım; Benden başka ilah yoktur. O halde bana kulluk et ve beni anmak ve hatırlamak için namaz kıl.”[1524] Şeklinde de bir emir söz konusudur. Bununla namaz türünde bütün gerçek ibadetlerin hem temel amacının, hem de zihinsel gerekçesinin Allah'ı, O'nun birliğini, eşsiz-ortaksız olduğunu anmak ve hatırlamak olduğu belirtiliyor.
Yılın belli ay ve günlerinde farklı vakitlerde yapılması emredilen ibadetler, dünyaya kendini kaptırma ve Allah'ı unutma gibi durumlara müdahale anlamını taşır. Birey hangi ibadete yönelirse yönelsin dünya ve onun içindekilerle alakayı keserek gerek sözlü gerekse beden dili ile Allah'la iletişime başlar. Bu vesileyle O'nu hatırlamaya ve hatırda tutmaya çalışır. Dikkatleri Allah'ta yoğunlaştırmak; düşünceyi, duyguyu ve gücü Allah'ı anma noktasında toplamak (konsantre), bedensel ibadetlerle daha iyi sağlanır. Zira -yukarıda da ifade edildiği gibi- hareket dili, din ve umumi emniyetin sağlanması gibi halkı çok ilgilendiren şeyler hakkında halka sağlıklı bilgi verilmesi için oluşturulmuştur. Bu bakımdan beden dili zihinde daha fazla iz bırakmakta ve hayal etme gücüne daha çok katkıda bulunmaktadır.[1525]
İbadetlerin yapılış gayesi, Allah'ı anmak ve onu hatırlamak olunca, ibadetin tam bir teslimiyet, itaat ve Allah'tan başkalarından arındırılmış ve samimi bir kalple yapılması gerekmektedir. İbadetlerde ihlas [1526] ve hüşu'nun [1527] şart koşulması, bundandır.
Bilindiği gibi “ihlas” sözcüğü, bir şeye sarılıp bırakmama, sonra da kurtulup selamete ulaşma, bir şeyi saflaştırma, birine ulaşma ve kavuşma, birinin yanına vararak kurtuima, kalbin arındırılması, içtenlik, içten bağlılık, doğruluk, düşkünlük, vefakarlık, sahtecilikten uzak sevgi, gönülden gelen dostluk anlamlarında kullanılır. [1528] Huşu ise Arapça da gözü bir yere doğru yönlendirmek, boyun eğmek, itaat etmek, teslim olmak, saygı ile eğilmek ve tevazu anlamlarına gelir. [1529] Bu kelime, “ses” sözcüğü ile kullanıldığında sesin kısılması [1530], göz ile kullanıldığında gözün kederlenmesi [1531] ve ürkekleşip durgunlaşması [1532] anlamlarını ifade eder.
Bu kelimelerin ifade ettikleri anlamlar dikkate alınırsa, gerek sözlü gerekse bedensel bütün ibadetlerin içtenlikle Allah'ı hatırdan çıkarmamayı ve ona bağlılığı ifade eden sözlü veya sözsüz dil olduğu rahatça anlaşılacaktır.
Gerek insanların birbirleri, gerekse Allah ile insanlar arasındaki iletişim araçlarından birinin de beden dili olduğunu ve bu dilin kelimelerini; jest, mimik, oturuş, kalkış ve duruş gibi beden hareketlerinin teşkil ettiğini ifade etmiştik. Bu hareketler, ister bedensel ibadetlerde isterse insanlar arasındaki ilişkilerde kullanılsın, değişmez. Bunlar, her iki alanda da anlam ifade eden, iç dünyamızda olup bitenleri dışa yansıtan ve kişiliğimizin resmini çizen bir dildir. [1533]
Raks, Arapça bir kelimedir. Bir çeşit hızlı koşmak, sıçrayıp oynamak yerinde kullanılır. Araplarda “raks eden adam” denilince koşar adım yürüyen adam anlaşılır. Yürüyüşünde hızlanan deveye de, “raks ediyor” denilir. Bu kelime, kök itibariyle “yükselmek-inmek” anlamında da kullanılmaktadır. Bu bakımdan bu sözcük, coşup galeyana gelen ve dolup taşan her şey için kullanılır. Örneğin içindeki içeceğin yükselip de taştığı bardağa ve toplu yürüyüş esnasında zaman zaman adımlarını hafif yürüyüşten sonra hızlandıran topluluğa da raks ediyor, denilir.[1534]
Latince'de dans sözcüğü ile karşılık bulan bu kelime, daha sonraları müzik temposuna uyularak yapılan ve estetik değer taşıyan düzenli ve çeşitli vücut hareketlerine ad olmuş [1535] bir çeşit oyundur. Birtakım hareketlerden meydana gelen bu oyun, genellikle aşk ve heyecan sonucu hazzı ifade için gerçekleştirilen bir oyundur. Her oyunun kökeninde dinî ayinin bir parçası var kabul edilmiştir. Adnan Saygun'un ifadesiyle, ilk insanda ayinin bir parçası olmayan ve gerçekten amacı bulunmayan bir harekete rastlamak imkansız gibidir. Örneğin musiki bile, hem ölünün ruhunu sakinleştirmek için söylenen bir ağıt, hem de ölüden canlılara gelebilecek zararları önlemeye yönelik bir ayinsel törenin bütünleyici parçası sayılmıştır. Böylece halka ait olan, onun yaşayış düzenini, arzu ve eğilimlerini aksettiren her türlü davranış, folklor kavramı içine sokulmuştur. Buna göre folklor, bir toplumun duygu ve düşüncesinde hissedilenlerin, bir sanat eseri veya bir oyunda şekillendirilmesidir. Bu folklorik davranışlardaki haz sayesinde, bir toplumu oluşturan bireyler arasındaki ilişkilerin gevşemesi önlenmiş olur. Bilindiği gibi haz, bir güdünün doyumu sağlandığında veya bir hedefe erişildiğinde duyulan histir. [1536] Bireye çok sayıda farklı nesne ve durum haz verir.
Bize haz veren nesne ve durumlar, öğrenilmiş davranışlara bağlı olarak doğduğumuz andan itibaren devamlı değişir. Haz hissinin en açık belirtileri gülümseme ve gülmedir. [1537] Gülme, hoşnutluğun “bedensel ifadesi”dir. Genelde birey, görevini tam ve zamanında yerine getirince veya fiziksel bakımdan rahatlama; ya da dostça yaklaşma ve fiziksel dokunma sonucunda hazza ulaşır. Gülümseme ile başlayan haz, zamanla raks gibi vücut hareketleriyle de ifade edilir.
İnsan, ihtiyaçları dolayısıyla kendisi için zaruret olan bir nesneden mahrum bırakılınca ıstırap çeker. Bu durumdan kurtulmak için de hem haykırır, hem de vücudunun her tarafını harekete geçirir.[1538] Karşısındaki insan da onun bu hareketlerine bakarak ne istediğini anlar. İnsanlar bu işaretlerde, aynı anda ötekinin duyduğu duyguların farkına varma alışkanlığını edinmişler, sonra da bu işaretleri, içlerinde uyanan duygulan birbirlerine anlatmak için kulianmışlardir. Bu işaretleri kullanmak, ruh ameliyelerinin faaliyetlerini yavaş yavaş genişletti. Bu faaliyetler, alışkanlık haline gelince de bu işaretler geliştirilip daha senli-benli kullanılmaya başlandı.
Peygamberler de, bazı hareketler vasıtasıyla Rabbin iradesini halka bildiriyordu. Dolayısıyla bu işaretler aracılığıyla Allah'la konuşmuş oluyorlardı. Bazı kimseler, bu hareket dilinin, Yahudilerle konuşmak için ortaklaşa ve elverişli bir tarz olduğunu bilmediklerinden; peygamberlerin bu hareketlerini boş şeylermiş diye nitelemeye cesaret etmişlerdi. Halbuki bir hareketin abesliği, acib olmasından ve hiçbir şey ifade etmemesinden kaynaklanır. Görenekler, peygamberlerin hareketlerini kabul edilebilir duruma getirmiştir. [1539] Öyle görünüyor ki, hareket dili, bilhassa din ve inzibat (sıkı düzen) gibi halkı çok ilgilendiren şeyler hakkında halka bilgi verilmesi İçin alıkonulmuştu. Bunun sebebi de bu dil, zihinde daha çok iz bırakıyor ve hayal etme gücüne daha fazla etkide bulunuyordu. Hatta hareket dilinin ifadesinde, kısır dillerin yaklaşamadıkları bir hal vardı. Bu dile, dans dili deniliyordu. Davut (as)'ın Ahit Tabutu ve Rabbin önünde [1540] veya çeşitli vesilelerle raks edişi ve bunu yapmaları için başkalarına emredişi bundandı.[1541]
İnsanlar, zevklerini inceleştirdikçe raksa daha da çeşitlilik kazandırmış ve daha çok anlam yüklemişlerdir. Adına davranışlar ve adımlar dansı denilen raks, hem düşünceleri anlatmak, hem de sevinci ifade etmek için kullanılmıştır.[1542] Buna göre bu sanatın konusu, hazdı.
Hareket dili, Romalılarda dilin bir bölümüydü. Bu dili, tiyatroda üç bölümde kullanıyorlardı. Bunlar trajedya (ağlatı), komedi (güldürü) ve hicviye (yergi)dir. Onlar bu davranışları insan tabiatında olan davranışlara benzeterek bulmuşlardı. [1543] Komedyacı, ruhunun duyduklarını ifade etmek için yüzüne ve gözlerine söz geçirmeye çalışıyordu.[1544]
Bilindiği gibi sosyal jestler, olması gereken ifadeyi yüze yerleştiren jestlerdir. Durum gereği olduğundan fazla mutlu veya hissettiğimizden daha çok üzüntülü yüz ifadelerimiz, bu sınıfa dahildir. İnsanları hoşnut edecek jestlerin taklit edilmesi, insanın sosyal rolünü oynamasından ibarettir. [1545] Burada önemli olan bireyin kendisinden bekleneni vermesidir. Bir düğün merasiminde neşe, cenaze töreninde ise hüzünlü görünüm hafini yansıtmamız, buna örnektir. Birçok kimse sosyal jestleri, günlük yaşantılarına aktararak hayatlarını bir tiyatro oyuncusu gibi yaşarlar. Bu tür insanlar renkli kişilikleri ile dikkat çekerek çevrelerine çok sayıda kişiyi toplamayı başarırlar. Bu, beden dilinin öğrenilmesi ve onun fonksiyonunun tam icra edilmesi ile sağlanabilir.
Demek oluyor ki insan, sözlü dile eşlik etmek üzere veya tek başına beden dilini, insanlarla veya Allah'la iletişim aracı olarak kullandığında; bu dilin, kendisiyle konuşulan zata güven sağladığı ve bu dili kullanana da iç huzuru ve rahatlık verdiği bir gerçektir. Bunun aksinin de olması, mümkündür. Ancak biz olguyu olumlu yönüyle ele alarak beden dilinin ibadet dili olarak kullanılmasındaki bazı yararlara işaretle konuyu kapatalım.
Oruç zekat ve hac gibi bedensel ibadetlerin, toplumsallaşmayı sağlayan bir dil; abdest ve namaz gibi ibadetlerin de her konuda Allah'tan yardım istemeğe bir giriş olarak düşünülebileceğine yukarıda işaret etmiştik.
Bunların bir başka yönü de gerek sözlü dille ifade edilen dua ve istiğfar; gerekse bedenle ifa edilen namaz ve hac gibi ibadetlerin, soyut bir davranış olmaktan çıkarılıp en uygun bedensel hareketlere dödüştürülerek somutlaştırılması sağlanmış olur.
Böylece hem görevin şeklî belirlenir, hem bu görev bitirildiği zaman onu bitirmenin rahatlığı yaşanır, hem de -raks anlatılırken ifade edildiği gibi- ruhta bazı heyecanlar yaşanarak ruhsal bazı rahatlamalara erişilir.
Gönüllerin imana açılması, kalplerin oraya doğru hareket ettirilmesi ve imanın güzel gösterilip ruhların ona karşı iştiyaklı hale getirilmesi; israfa, sefahate dalmaya ve itaatsizliğe karşı da tiksindirmesinde[1546] de bedensel ibadetlerin rolü büyüktür. Hele de bunlar toplu yapılırsa, bu rol daha da önem kazanır. Zira heyecanın en belirgin şekli toplumsal hareketlerde görülür. [1547]
Bu bölümde bedene ait çeşitli sözsüz iletişim işaretlerinin anlamlan verilecektir. Yukarıda da ifade edildiği gibi okunabilir hareketler, gruplar halinde olmalıdır. Zira hiçbir hareket tek başına bir anlam taşımaz. Biz ne isek bedenimiz sayesinde oyuz. Bedenimiz ruhumuzun eldiveni ve dili de, kalbimizin sözleridir.[1548]
Alıcı organlar, olayların özelliklerine göre farklı duyusal veriler üretirler. Bu aşamadan sonra algı süreci başlar. Algı, “duyu verilerini örgütleyip yorumlayarak çevremizdeki nesne ve olaylara anlam verme sürecine verilen addır”[1549]Organlar çevredeki belirli enerji türlerine seçici tepkide bulunurlar. Böylece duyumsama ve algılama sürecine gireriz. Psikologlar, göz, kulak, dil, deri, burun eklemlerindeki kinetik alıcılar ve iç kulakta bulunan alıcılar gibi yedi duyu organından bahsederler.[1550]
İnsanlar, kültür ve uygarlıklarını büyük ölçüde bu organlardan görme ve işitme organı üzerine kurmuşlardır. Bu iki organın öneminden dolayı bunlara birincil duyu organları denmiş ve diğer duyu organian da önemli bilgiler vermesine rağmen birinciler gibi sıklıkla kullanılmadıkları için onlara ikincil duyu organları adı verilmiştir.[1551]
Kur'ân, bu duyu organlarından en çok birincil duyu organı olan göz ve kulak üzerinde durur. Ancak bunlara üçüncü ve daha önemsediği bir organ daha ilave eder ki o da, kalptir. [1552] Kur'ân, bu arada insanın dünyaya bilgisiz geldiğine ve bilgiyi bu göz, kulak ve kalp sayesinde öğrendiğine dikkat çeker. [1553] Önemine binaen diğer organların davranışları konusuna geçmeden önce bu üç organın üzerinde durarak; Kur'ân'ın, bu organlara bakışını vermede yararın olacağı kanaatindeyiz. [1554]
Kur'ân'a göre Allah Teâlâ, insanı ilk önce çamurdan yaratır, sonra onun soyunu, basit bir sıvının özünden sürdürür. Sonra da ona şekil verip düzelterek kendi ruhundan üfler ve bu bedenler için kulaklar, gözler ve gönüller yaratır. Ancak bu nimetlere karşı fazla duyarlı davranılmadığını vurgular. [1555] Bir başka âyette insanın erkeğin spermiyle kadının yumurtasından oluşan karışım (emsac)dan işiten ve gören bir şekilde yaratıldığından söz edilir.[1556]
İnsanın yaratılışı, oyalanma ve eğlenme için değil; denenmek, sorguya çekilmek içindir. “Allah kimin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır.” [1557] Bu yüzden Allah, insanı verileni alabilmesi, istenileni yerine getirebilmesi, eşyayı ve değerleri idrak etmesi, bu değerler arasında seçim yapıp üzerlerinde karar vermesi ve yaptığı seçime göre karşılık görmesi için duyu organlarıyla donatılmıştır, insan soyunun sürmesini isteyen ilahî iradenin arkasında bir hikmet ve bir maksat vardır. Ortada rastlantı diye bir şey yoktur. Bunun arkasındaki amaç, insan denen bu varlığı sınava tâbi tutmaktır.
İnsanı yaratanın Allah olduğu gerçeği, insan aklını kabule zorlayan bir gerçektir. Yani insan kendi kendini yaratan değil, yaratılan bir varlıktır. İnsanın dışındaki varlıklar da öyledir. Onlar da, ne kendi kendilerini, ne de birbirlerini yaratabilirler. Çünkü o yönüyle bütün varlıklar, güçsüzdür. Onun için onları yaratanın, daha üstün, daha bilgili ve daha güçlü olması şarttır.
Sadece İnsan değil, her şey; başka bir deyişle her yaratık, varlık aleminde kendine düşen görevi yerine getirmek için yaratılmış ve bu görevi yapmak üzere hazırlanmış, görevini tam bir şekilde yerine getirebileceği yetenek ve özelliklerle donatılmıştır. İnsana, kalbin, gözün ve kulağın veriliş nedeni de budur. Verilen bu organlar karşılığında da insandan görev istenir. Bu görevi seslendiren kavram “şükür” kavramıdır.
Şükür, “iyiliği bilmek ve onu neşretmektir”. Sa'leb ve İbn Side gibi alimler, şükrün ancak davranışlarla yapılabileceği görüşündedirler. Bu konuda genel kanaate göre ise şükür, verilen bir nimete söz, fiil ve kalple karşılık vermektir. Buna göre iyilik yapanı hem di! İle övmek, hem de halis bir niyetle nefsi ona itaatte yormak, şükürdür. [1558] İbadet de, yaratana karşı bir şükür sayılmıştır. Zira Rasulullah (sav)'ın bedenini ibadetle son derece yorduğu seslendirilerek;
“Ya Rasulullah! Geçmiş ve gelecek günahların affedildiği halde sen hala bunu yapar mısın?” denildiğinde, O (sav),
“Allah'a daha çok şükreden bir kul olmayayım mı?”[1559] Şeklinde cevap vermiştir.
Kur'ân da, bu gerçeği, Allah'ın insanı donattığı bilgi edinme vasıtalarını hatırlatmak amacıyla, “Sizi yaratan, size kulaklar, gözler ve kalpler veren O'dur, ne az şükredersiniz.”[1560] âyetiyle dile getirir.
Kulaklar ve gözler iki büyük mucize oldukları gibi beyin ve Kur'ân'ın, kendisini tanıma ve kavrama gücü olarak takdim ettiği kalp, daha da gizemli ve karmaşık yapılarıyla şaşırtıcı mucizelerdendirler.[1561]
Kulaklar ve gözlerin olağanüstü özelliklerinden bir kısmı günümüzde anlaşılmasına rağmen kalp hakkında ise henüz çok az şey bilinmektedir. Beyne gelince o da son derece gizemlidir. Daha önce de belirttiğimiz gibi onun üzerinde deney yapmak bile mümkün olmamakta ve sadece herhangi bir yaralanma sonucunda fonksiyonunu kaybeden organdan hareketle yaralanan bölgenin, vücudun hangi bölgesini komuta ettiği kısmen anlaşılmaktadır. Kısmen diyoruz, çünkü sinir sistemi bir bütün o arak çalışmaktadır. Beyin ve kalp, Allah'ın, insan denilen seçkin yaratıkta bulunan bir sırrıdır. Şurasını da hemen belirtelim ki Allah Teâlâ'nın bunları yarattığına dair haberine bilim, henüz delile dayanan bir inkarla karşı çıkamıyor. Zira elinde alternatif bilgisi yoktur. Sadece bu organların nasıi çalıştıklarına dair kısmi bilgiler elde edebilmekte fakat bir işitme ve görme olaylarının mahiyeti (iç yüzü) hakkında gerçek bilgiye ulaşamamaktadır.
Kur'ân'a bakınca gözlerin, Allah tarafından idrak edileceği [1562] hatta yine O'nun tarafından “Ey Muhammed” de ki: Söyleyin bana, eğer Allah kulağınızı, gözlerinizi alırsa ve kalbinizi mühürlerse Allah'tan başka onu size getirecek kimdir? Bak mucizelerimizi nasıl açıklıyoruz, onlar hâlâ yüz çeviriyorlar.”[1563] âyetinde ifade edildiği gibi onları Allah'tan başkasının yaratamayacağı net bir şekilde ifade edilmektedir. Şüphesiz insanlara ait beyin, kalp, gözler, kulaklar ve çeşitli duyu organları, evrenle iş birliğini ve yaşamlarını sürdürerek asıl gaye olan Allah'ı tanımak, O'nun bu organlara yüklediği görevi ifa etmek ve evrendeki ilahî varlığın işaretlerini, izlerini ve sembollerini okuyup kavramak için yaratılmışlardır.
Modern bilimin bu organlar üzerindeki çalışmalarına ve vardıkları sonuçlara bakacak olursak şunları görürüz: Kulak, göz ve kalbin fizikî açıdan nasıl çalıştıkları konusunda teknik bilgilerden öteye geçememektedir. Halbuki kulak bir sesi duyarken olağanüstü eylemlerde bulunurken, göz bundan geri kalmaz. Kalbe gelince o bunlardan da esrarengizdir. İşitme duyusu, dışkulakla başlar. Ancak nerede sona erdiğini sadece Allah bilir. Bilim, günümüzde işitme ve görme olayının iç yüzünü anlayamamaktadır. Kalp gücünün niceliğini; merkezini, vücudun içinde mi, yoksa dışında mı olduğunu bilemiyor. O yüce Allah'ın insandaki bir sırrı ve bir mucizesidir.[1564]
Kur'ân'da, “Kur'ân'ın hak olduğu ortaya çıkıncaya kadar biz, onlara mucizelerimizi hem dış alemde hem de kendi iç alemlerinde göstereceğiz. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?”[1565] buyrulmakla, evrenin ve insan nefislerinin sırlarından bir kısmının açıklanacağı sinyalini vermektedir. [1566] Bilim, insan ruhuyla ilgili bazı bilgilere ulaştı ama bu bilgiler bedenle ilgili bilgiler düzeyine ulaşamadı.[1567]
Kur'ân indiği dönemde “Size kulak ve gözleri veren kimdir?” [1568] şeklindeki Cenab-ı Hak'kın sorusuyla karşılaşan kimseler, gözün, kulağın sadece kör ve sağır edilip veya edilmemesi gibi fonksiyonlardan haberdar idiler. Bu kadariık bilgi, bu soru için o zaman yeterli idi. Daha sonraları insanlar görme ve işitme olayının derinliklerine inmiş, bu iki cihazın daha kapsamlı fonksiyonlarını keşfetmiştir; gözün yapısı, nesneleri görme özelliği ya da kulağın yapısı, kısımları ve işitme olayı tek başına bile zihinleri donduracak nitelikte ilginç birer belgedir. Allah Teâlâ'nın “İnsanların kendilerinde mucizeler yaratacağım.”[1569]vaadi gerçekleşmiş ve gerçekleşmeye devam etmektedir. Şöyle ki Kur'ân indiğinden itibaren on beş asır içinde insanoğlu, insan vücudunun oluşumu ve bileşimi yanında organların fonksiyonlarını belli oranlarda tanıdılar. Daha da birtakım yeteneklere şahit olacaklardır. Bu fonksiyon ve yetenekleri, Allah'tan başkasının veremediğini kavrayınca sorun çözülmüş olacaktır. Denilebilir ki, insanların ulaştığı veya daha sonra ulaşacakları bilimsel sonuçların, Allah'ın yaratmasıyla ne ilgisi var? İşte burası önemli! Allah Teâlâ'nın “Size kulak ve gözleri veren kimdir?” derken bu soruya cevap verilmektedir. Yani insandaki her türlü yeteneği yaratan Allah olduğuna göre bu yeteneklerin ortaya koyduğu sonuçla Allah'ın ilgisinin olmadığını söylemeyi akıl kabul eder mi? İnsan doğarken bütün yeteneklerini kendi genlerinde yüklü olarak getirmektedir. İşte işin mucize yönü burasıdır. Bugün bilim, insanda bir hafızanın olduğunu ve onun ameliyelerini keşfetmiş ancak mahiyeti hakkında henüz bir şey söyleyecek duruma gelmemiştir.[1570] Söyleyeceğe de benzememektedir. “Gözleri [1571] gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediklerini Allah bilir.”'[1572]. Bütün bunlarla şunu demek istiyoruz: insanlar, hangi bilgi seviyesine ulaşırsa ulaşsınlar; bütün bunlar -insana verilen yetenekten ötürü- Allah'ın yaratmasıyla gerçekleşmiştir. [1573]
İnsan bu organlarla vardır ve bunlar sayesinde ilim öğrenir, yolunu görür, rızkını temin eder, yaratanını tanır ve O'na karşı görevlerini ifa eder. Bu sonuncunun adı da şükürdür. Buna göre bu organların görevlerinden bazılarına bir göz atalım. [1574]
Allah Teâlâ'nın: “Sizi yaratan, size işitme duyusu, gözler ve kalpler veren O'dur. Ne az şükrediyorsunuz?”[1575] şeklinde sitem edişi ve sonra da, “De ki: Ne dersiniz? Eğer Allah kulaklarınızı sağır, gözlerinizi kör eder, kalplerinizi de mühürlerse bunları size Allah'tan başka hangi Tanrı geri verebilir! Bak, mucizeleri nasıl açıklıyoruz. Onlar hala yüz çeviriyorlar.”[1576] şeklinde tehdidi [1577], bu organların karşılığında şükrün gerekliliğini ima eder.
İnsan, gören gözü, işiten kulağı ve kavrayan kalbinin olduğunun farkındadır. Yine sağırları, dilsizleri, delileri, bayılanları ve ölenleri de görür durur. Peki, kendisinin bu hale sokulmayacağından emin mi? Bunlar gibi yapılırsa bunları kim gen verecek. Allah'tan başkasının veremeyeceğini bilmiyor mu? [1578]
İnsanın anasından doğarken ilimlerle donanmış olarak doğmadığı bilinen bir olaydır. Bundan sonra edindiği bilgiler kulak, göz, kalp ve diğer organlar sayesinde olduğunu da herkes bilir. Bu Kur'ân'da şöyle ifade edilir. “Allah, sizleri analarınızın karnından çıkardı. Sizler, bir şey bilmiyordunuz. Şükretmeniz için sizlere kulaklar, gözler ve kalpler verdi.”[1579]
Kur'ân, insanın tüm kavrayış yeteneklerini kalp kavramıyla ifade eder. Akıl, göz, kulak ve diğer henüz fonksiyonları tam keşfedilmemiş gizli ilham güçlerinin hepsi bu yeteneklerin içine dahildir. Allah, bu yetenekleri, ilmi öğrenmek, özellikle de Allah'ı tanımak ve ona iman etmek için vermiştir. Şükrün başı da Allah'a imandır. [1580]
Allah Teâlâ, insanı bilgi edinme ve doğru yolu seçme gücüyle donatmıştır. Kalp, göz ve kulak yolun doğrusunu bulmada en büyük amildirler. Bunu; “Biz ona iki göz, bir dil, iki dudak vermedik mi? Biz ona hayır ve şerri, her iki yolu da göstermedik mi?”[1581] Ayetinden öğreniyoruz.
İnsan ruhuna iyilik ve kötülüğün; hak ve batılın, hidayet ve sapıklığın özelliklerini kavrama gücünü verenin, ona iyilik ve kötülüğü ilham edenin, Allah olduğuna dair ifade [1582] Kur'ân'da nettir. Bilindiği gibi ilham yapılan yer kalptir. Kur'ân, ayrıca insanın görücü ve işitici kılınması, ona doğru yolun öğretilmesi [1583] ve buna ilaveten kendisine idrak yeteneklerinin verilmesinin Allah tarafından olduğunu seslendirir. Bu bilgilerin sonunu da Allah'ın “... artık kim hakkı görürse faydası/ kendisine, kim de kör olursa zararı kendinedir. Ben üzerinizde bekçi değilim.” [1584] Tehdidi eklenerek bundan sonraki sorumluluklar insana yüklenir.
Allah yukarıda söylenenlerin doğruluğunu pekiştirmek için şu ifadelerle sitemini sürdürür:
“Onlar hiç yeryüzünde gezip dolaşmazlar mı? Bari bu yolla düşünecek kalplere, işitecek kulaklara sahip olsalar. Gerçek şudur ki, Gözler kör olmaz, ama göğüslerdeki kalpler körelir.”[1585]
Yani yeryüzünde dolaşmazlar mı ki, geçmiş toplulukların durumuna bakarak ibret alsınlar da iman edip Allah'ın yoluna yönelebilsinler.
Allah, kalplerini ve diğer organlarını kullanmayıp cehennemi hak edenleri de: “Onların kalpleri vardır ama onunla gerçeği anlamazlar, gözleri var ama onlarla hakkı görmezler, kulakları vardır ama onunla hakkı işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir. Hatta daha da sapıktırlar. İşte onlar gafillerin ta kendileridir.”[1586] Sözleriyle yermektedir.
Yukarıda basiretin anlamını, kalpte beliren sezgi, inanç ve insan zekası olarak vermiştik. Ancak basîret, sadece insandaki kavrama ile sınırlandırılamaz. Örneğin insan aklını doğru yola çıkaracak ve zekasının çalışmasına sebep olacak her türlü delil, tanık, vesika, işaret, belge ve sembole de basîret denmiştir. Zira bunlar insandaki anlama güçlerine destek olmakta ve ileri görüşlülüğü artırarak eşyanın hakikatini kavramada kolaylık sağlamaktadırlar. Bu açıdan Kur'ân âyetlerine de, basîret denmiştir. [1587] Evrende dikilen ve adına âyet denen her türlü işaret ve sembolde bunlara dahildir. [1588] Bunların dikilmesinden maksat, ibret ve öğüt almayı sağlamaktır. Bu maksatla zaman zaman Kur'ân'da, “İnsanlar devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yeryüzünün nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı?”[1589] Şeklinde sitem edilir. [1590]
Etrafında olup bitenieri görüp duyamadığı zaman insanın rahatsız olacağı açıktır. Bu bakımdan kulak, göz ve kalbin veriliş sebeplerinden birisi de, olup bitenleri ve güzellikleri seyrederken gerçekleri duyup, görüp ve hissedip rahatlamak, zevklenmek, iç huzuruna kavuşmak ve neşelenmektir.
Kur'ân'da bunlara dair de örnekler vardır. Bunlardan bir kaçını buraya alalım.
a- “Sizin için hayvanlardan ayrıca akşamleyin getirirken sabahleyin salıverirken bir güzellik (bir zevk) vardır.”[1591]
b- “Onlar Allah'tan gelen nimet ve keremin, ecirleri zayi etmeyeceği müjdesinin sevinci içerisindedirler.”[1592]
c- “Cennette canlarının istediği, gözlerinin lezzet duyduğu şeyler vardır.”[1593]
d- “Yanlarında güzel bakışlarını yalnız onlara tahsis etmiş iri gözlü eşler vardır.”[1594]
e- Kur'ân'da birçok yerde göz aydınlığından [1595] ve yeryüzünde gönül açan her türden bitkilerin yetiştirildiğinden söz edilir.[1596]
Gözün, kontrol organı olarak da takdim edildiği ifade edilmektedir.[1597]
Kur'ân'a göre kulak, gözler ve kalbin yaratılışı, Allah'a ait olduğu gibi onlara sorumluluk yükleyen de O'dur. Bu organlar, bütün beşere verilmiştir. Kafirler her ne kadar basîret ve firasetlerini kullanmasalar bile onlarda da bunlar potansiyel oiarak vardır. Çünkü Allah Teâlâ; “Doğrusu Rabbinizden size basiretler (arılama ve kavrama araçları) verilmiştir. Artık kim hakkı görürse faydası kendisine kim de kör olursa zararı kendinedir. Ben üzerinize bekçi değilim.”[1598] buyururken inanan inanmayan ayırımı yapmadan hitabı genelleştirmiştir. Buradaki körlüğe gelince göz körlüğü değit kalp körlüğüdür. Onu da: “Hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı elbette düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lakin göğüsler içindeki kalpler kör olur”[1599] âyetinden öğreniyoruz. Öyle görülüyor ki kalp gözü/basîret kullanılmayınca ne görmenin ne işitmenin ne de tarihin bir anlamı kalmaktadır.
Allah Teâlâ, bütün duyguları iyi kullanamayanlar için, “Ben üzerinize hafız (koruyucu) değilim”[1600] buyurur. “Yani Allah, verdiği basirete, gönderdiği besâire körlük eden sizin gibi nankör kafirlerin, müşriklerin ef'ali ihtiyariyelerinin de hafız ve hamisi değildir. Rakib (gözetleyicisi)dir.”[1601] Bu hususta sorumluluk kendilerine aittir. Herkes istediği gibi hareket eder. Ancak sonuçta verilen güçler kötüye kullanılmışsa cezasını çeker. Âyette “hafız (koruyucu)” kelimesinin kullanılması, anlamlıdır. Yani siz organları kötüye kullanıp onu işlevsiz hale getirirseniz ben bu organı harap olmaktan korumada sorumlu değilim. Bundan dolayıdır ki; Kur'ân'da, insanoğluna görevler yüklenen âyetlerin sonunda “Şüphesiz Allah sizin için gözetleyicidir. “[1602], “Allah her şeyi gözetler.”[1603] ifadeleri yer alır.
Allah Teâlâ, her ne kadar bir taraftan sorumluluğu insana yüklerse de diğer taraftan bilmediği şeylerin arkasına düşmemesini öğütler. Şöyle ki, “Bilmediğin şeyin arkasına düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp; bunların hepsi ondan sorumludur'.[1604]
Kur'ân burada iki önemli sistem koyuyor. Birincisi, “her olay ve hareket konusunda hüküm vermeden önce derinlemesine araştırmak, zan taşıyan ve kuşkuya dayalı teorilere yer bırakmamak”, ikincisi de, “bilimsel güven ortamı meydana getirmek”tir. [1605] Bunlara kalbin dürüstlüğünü, Allah'ın kontrolünü ve bu organların sorumluluğunu eklerseniz sistem iyice oturur. Kur'ân'da ve hadislerde, ispatlanmamış; zan taşıyan şeylerden kaçınılması; zira bunların bazılarının günah olduğu vurgulanmıştır. [1606] Kur'ân ayrıca “İşitmedikleri halde işittik diyenler gibi olmayın.”[1607], “Allah gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir. “[1608] “Erkeklere ve kadınlara söyle gözlerini haramdan korusunlar. “[1609], “işitmedikleri halde işittik diyenler gibi olmayın. Şüphesiz Allah katında yaratıkların en kötüsü aklını kullanmayan sağırlar ve dilsizlerdir.”[1610] şeklinde kulak, göz ve kalp için ilkeler koyar. Bununla da kalmayıp birçok âyetin sonunda “Aklınızı kullanmıyor musunuz?”[1611] İfadesi yer alır.
Kur'ân'ın üzerinde durduğu en önemli hususlardan biri de, durmadan “Hiç körle gören bir olur mu?”[1612] Yahut “Müminle kafirin durumu, kör ve sağır ile gören ve işiten kimseler gibidir.”[1613], “Körle gören, karanlıkla aydınlık, gölge ile sıcak bir olmaz. Dirilerle ölülerde bir olmaz. Şüphesiz Allah dilediğine işittirir, sen kabirdekilere işittiremezsin.”[1614] Gibi ifadelerle sitem etmektir.
Yukarıda da ifade edildiği gibi bütün organları sevk ve idare eden, onları iyi veya kötü işleri yapmaya yönlendiren kalp (ruh)'tir. Onun düzgünlüğü, bütün organların doğruluğu, bozukluğu da bütün organların bozukluğu demektir. Bunu Peygamberimiz (sav)'ın, “Bedende bir et parçası vardır Şayet o doğru olursa bütün beden doğru olur O bozuk olursa bütün beden bozuk olur.”[1615] Hadisinden öğreniyoruz. Bir başka hadis de: “Allah sizin bedenlerinize ve şekillerine bakmaz -eliyle göğsünü işaret ederek- lakin kalplerinize bakar.”[1616] Buyrulmakta ve kalbin beden yanındaki fonksiyonu iyice netleştirmektedir.
Kur'ân'da, birinci derecede kalp sorumlu tutulur: “Allah düşünmeden yapmış olduğunuz yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutmayacak, ama kalplerinizin (ihtirasla) arzuladıklarından”[1617] “onların kasten/bile bile yöneldiğinden sorumlu tutacaktır”.[1618]
Kalp, göğüs boşluğunda iki akciğer arasında vücudun her yanından gelen kanı akciğerlere ve oradan gelen temiz kanı da vücuda dağıtan organın adıdır. Bir adı da yürektir. [1619] Vücuttaki diğer organları harekete geçiren odur. Tıp ilminin konusu olan kalp budur.
Kalbin ikinci bir anlamı vardır ki o da duygu, düşünce, anlayış, kavrayış, iyiyi kötüden ayıran duygu/vicdan ve aklî güçlerimizin merkezi veya kaynağı olup; yeri tespit edilemeyen kalptir. Buna nefsi natıka (insan ruhu) da denilir. [1620] İnsanın asıl hakikati, bu kalptir. Bu kalp, insanın anlayan, bilen, öğrenen, sevinç ve üzüntü duyan ve sorumlu olan cevheridir. Bütün benliğimiz bundadır. Buna gönül de denir. Sanki kendisine ruhumuzun gözü de demek uygundur. O zaman basîret bunun bakışı, akıl da bu kalbin ruhu; irade ise, onun gücüdür. Bunu ruhumuzun kendisi zannedenler de olmuştur. Aslında bu konu çok karmaşıktır. Bir şeyler hissedilmekte ancak mahiyeti bilinmemektedir. Örneğin gönlümden geçti, aklımdan geçti, zihnimden geçti denildiğinde aynı anlam kastedilir. Ancak şunu belirtmek gerekir ki şöyle veya böyle cismanî kalp ve bedenle ruhanî kalbin bir ilişkisi vardır. Bu şöyle de denilebilir. Cismanî kalbin, bedendeki durumu ne ise, ruhta da ruhanî kalbin durumunun aynı olduğu düşünülebilir. Akıl ile kalbin ilgisini de akla bırakalım.[1621]
Gazali, nefs için de; “İnsanın hakikati ve kendisi,”[1622] şeklinde bir tanım yapar. Nefis, emir ve irade altına girip arzulara karşı koyabilmesi sayesinde sükuna kavuştuğu zaman kendisine “mutmain nefis” yani huzur içinde olan, bir sıkıntısı bulunmayan, kendisinin herkesten hoşnut herkesin de ondan [1623] hoşnut olduğu nefis demektir. Nefis şehvetlere karşı direniyorsa buna “nefs-i levvame”[1624]; şehvet arzularına uyup giderse ona da “nefs-i emmare” denir. [1625] Bu nefis, insana daima kötülükleri emreden yerilmiş bir nefistir. [1626] Nefisle ruh arasındaki ilişki daha önce belirtilmişti. [1627]
Akıl; ahmaklık, bönlük ve budalalığın zıddıdır. Arapça olan bu kelime hapsetmek, alıkoymak, gözaltına almak, sınırlamak, anlamak, tasavvur etmek, idrak etmek, kestirmek, öğrenmek, kavramak, tahmin etmek ve anlayışlı olmak anlamlarına gelir. Düşünceyi bir şey etrafında hapsetmeye ve işlerde dayanma, sabr ve sebat etmeye de, a-kıl denmiştir. Akla kalb, kalbe akıl dendiği de olmuştur. Ancak akla, akıl denmesinin sebebi; O, sahibini tehlikelere düşmekten hapsettiği içindir. İyiliği kötülükten ayıran melekeye de akıl denmiştir. Çünkü insanı hayvandan ayıran meleke de, budur. Buna göre bütün bunlardan eşyanın hakikatini bilmekten ibaret olan akıl kastedilmiştir. Bu durumda akıl kalpte bulunan bir ilim sıfatı demek olur. [1628] Bir de akıl in bkz. Erzurumlu, Marifetnâme denilince, “ilimleri anlayan” manası kastedilir ki bu durumda akıl, kalbin kendisi demektir.[1629]
Alimlerin çoğu, kalp, ruh, nefis ve akıl kelimelerinin anlamlan hakkında ihtilaf etmişler ve bunları birbirinin yerlerinde kullanmışlardır. [1630] Bu ihtilaf, adı geçen kavramların aralarındaki çok ince anlam farklılıklarını biimemekten kaynaklanır. Bunların hakikatinin bilgisini Allah'a havale etmekle birlikte burada kalbi ele alacağız. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Kur'ân'da sorumlu tutulan organlar, kulaklar, gözler ve kalptir.
Akif sözcüğü, bu şekliyle Kur'ân'da geçmez. Genellikle Kur'ân'da aklın fiilsel türevleri geçer. Ancak kalb ile aklın aynı anlamda kullanıldığı görülür. Örneğin Kur'ân'da her geçtiği yerde kalbe yüklenen anlam, insanın, eşyanın hakikatini bununla anlayıp bildiği anlamdır.[1631]
Gazali'ye göre ruhanî kalbin bütün bedenle irtibatı, cismanî kalp vasıtasıyladır. Ona göre, sanki cismanî kalp ruhanî kalbin yeri ve ülkesi ve binitidir. Yahut da burası, tasarruf için onun ilk uğrağıdır.[1632]
Kalb, kendini taşıyan bedeni korumak zorundadır. Bunun korunması için faydalı şeyleri teşvik ve tahrik eden şehvete; zararlı unsurları uzaklaştırmaya çağıran gadaba muhtaçtır. Bu iki kuvvetin gereğini el-ayak, göz kulak, dil ve diğer organlar yerine getirir. Ancak bedene yararlı şeyler hakkında bilgi sağlamak için görmek, duymak, dokunmak, koku ve tat almak gibi duyulara ve bütün bu duyuları harekete geçirecek bir güce ihtiyaç vardır ve bu güç, organların tamamına dağılmıştır.[1633]
Bedendeki bütün organlar, kalbin emrinde ve hizmetindedirler. Kalp, bunları istediği yöne yönlendirir ve bunlarda istediği gibi tasarrufta bulunur. Bu azalar yaratılış gereği kalbe isyan ve itiraz etmeden itaat ederler. Gözün açılma, dilin konuşma ve adımın atılma emri kalpten gelir. [1634] Buna göre el-ayak, kaş, göz, deri, burun, kulak, ağız, dil, dudaklar hasılı bedendeki bütün organlar ve bedenin tamamı kalbin dilidir. Kalpteki gerek şehvete gerekse gadaba dair bütün düşünce ve duygular, bu organlarla dışarıya yansır veya daha doğrusu bunlarla ifade edilir. Bu organlara, kalbin dili dememizin nedeni de budur.
Burada çok önemli bir husus daha vardır. O da, duygu ve düşüncelerin adı geçen organlarla ifade edilmesi, maksadı tam ifadede yeterli değildir. Bu duygular vasıtasıyla edinilen bilgilerin, hayal dünyasında iyice algılanması, hafızaya kaydedilmesi, burada geliştirilmesi ve unutulduğu zaman da hatırlanması gerekir. Örneğin insan bir şeyi gördükten sonra gözlerini kapar ve gördüğü şekli içinde görür ve buna hayal denir. Daha sonra bu şekil beyne kaydedilir. Beyinde onu muhafaza eden güce, hafıza adı verilir. Beyin de, muhafaza ettiklerini parçalar, bütünleştirir, üzerinde düşünür ki bu kuvvete de tefekkür denmektedir. Duyularla edinilen bilgilerin yararlı bir biçimde kullanılabilmesi için tefekküre son derece ihtiyaç vardır. Bunlar da yetmez. Unuttuğu bir şeyi yeri geldiğinde hatırlar ve gereğini yapar.[1635]
Allah Teâlâ, hayal, hafıza, tefekkür, hatırlama gibi güçleri yaratmasaydı beyin bu güçlerden yoksun kalır, el, ayak, göz, kaş vs. gibi organlar bir işe yaramadığı [1636] gibi belli oranda kalbin dili tutulmuş olurdu.
Şehvet ve gazap kalbe hem arkadaştır hem de ona yardımcı olurlar. Ancak bazen aşın bir biçimde kalbe isyan ederek onu baskı altına alıp kendi isteklerine hizmet ettirirler, İşte kalp bu noktada hastalanır. Kalbi hastalıklardan koruyacak olan güçler; ılım, hikmet ve tefekkürdür. Bunların olmadığı yerde şehvet ve gazap olumsuz yönde gelişir ve kalp asıl fonksiyonunu yitirir ve helak olur. Böylece insan, vücuda faydalı olanları almak, onu zararlı şeylerden korumak için kendisine verilen şehvet ve gazap gibi önemli iki silahı aleyhine çevirir ve bunların oyuncağı olur.[1637]
Bu da yetmeyip Kur'ân'da “Kendi arzu ve özlemlerini tanrı edinen, Allah'ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi hiç görmedin mi? Şimdi onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir...”[1638] Ayetiyle ifade edildiği gibi insanın yararı için yaratılan bu organlar, devre dışı bırakılır ve insan bedeni de, asıl fonksiyonunu icradan alıkonulmuş olur.
Burada bir hususa daha açıklık getirmek gerekir. Gerek beden ihtiyacını karşılamayı sağlayan şehvet ve gerekse onu çeşitli tehlikelerden korumaya yardımcı olan gazap duygusu, hayvanlarda da vardır. Onlar da ihtiyaçlarını gidermek için koşuşturur, tehlikelerden sakınır, bazen de kendilerine saldıranlara gazabın gereğini yerine getirerek saldırırlar. Ancak ilim ve irade denilen iki nitelik vardır ki bunlar sadece insan kalbinde bulunur. İnsanı hayvanlardan ayıran nitelikler de, bunlardır.[1639]
Beden, kalbin biniti, kalp de iimin yeridir. [1640]
Kalbin güzel duyguların merkezi olduğu konusu hem âyetlerde hem de hadislerde ifadesini bulur. Kalpte bulunan bu güzel duygular dile, dudağa, kaşa, göze, yüze ve bütün vücuda akseder ve beden, bütün organlarıyla bu duyguları üreten kalbe dil görevini yapar. Şimdi Kur'ân ve sünnetten yararlanarak kalpteki duyguların bazılarının verelim;
1- Yumuşaklık[1641] |
12- Emanet[1642] |
2- Ümit ve Güven[1643] |
13- Sebat[1644] |
3- Korku[1645] |
14- Sevgi[1646] |
4- Düşünce[1647] |
15- Şükür[1648] |
5- Şehvet[1649] |
16- Tasdik/Doğrulamak[1650] |
6- İman[1651] |
17- Takva/Sakınma[1652] |
7- Huzur ve 5ükunet[1653] |
18- Görmek ve Sezmek”[1654] |
8- Bilgi ve Marifet[1655] |
19- Sabır[1656] |
9- Kavramak[1657] |
20- Gadab/ bedene gelecek zararları defetme duygusu[1658] |
10- Şefkat ve Merhamet[1659] |
21- Ülfet/ kaynaşma dostluk[1660] |
11- Arzu ve Temenni[1661] |
22- İhlas ve samimiyet[1662] |
Kalp gerçeklen anlamak için yaratılmış tek muhataptır. Zira seçme ve iyiyi kötüden ayırma yeri burasıdır. Diğer organlar bunun emrine verilmiştir. Kalbin tek muhatap oluşuna delil, Kur'ân'ın: “Hz. Muhammed'in kalbine indirilmesi [1663] öğüdü, kalp (akıllar)'ı olanlar veya kendilerinde hayır bulunup öğüde kulak veren kimselerin alması [1664], kalplerin arzularından sorumlu tutulması [1665], kurbanlıkların etleri ve kanlarının değil de Allah'a takvanın ulaşması [1666], takvanın kalpte olması [1667], kalplerin sınava tâbi tutulması [1668], kalplerde gizlenenlerin kıyamette ortaya konulması [1669], cehennemliklerin, “Şayet kulak vermiş; aklımızı kullanmış olsaydık cehennemlikler arasında olmazdık.”[1670] Şeklinde temennisi; aklın, kalpte bulunması, “kulağın da buraya açılan bir pencere olması [1671] kulak, göz ve kalbin sorumlu tutulması[1672] kulak ve göz, kalble ilişki kurmadan kendilerinden istifade edilememesi, gözlerin hain bakışı ve gönüllerin, sakladıklarından onun sorumlu tutulması”
[1673]; böylece kalplerin gizlemesi olmadıkça gözlerin hıyanetinin, söz konusu olamamasıdır.”
Bütün bu âyetlerde söz konusu edilen kalp, kulak ve gözün eylemlerinde hükmedici olan, şuur ve anlayışların merkezi olan kalptir. [1674] Yukarıda naklettiğimiz hadiste de ifade edildiği gibi kalbin sağlamlığı, bütün bedenin sağlamlığına; kalbin bozuk olması da, bütün organların bozukluğuna [1675] delalet eder. Kur'ân'da kalbin bozukluğu, “kalp hastalığı” [1676] veya “kalbin mühürlenmesi” [1677] deyimleriyle ifade edilir. Kalp hastalanınca yani “hakikati kavrama yeteneğini” kaybedince bütün organlar kontrolden çıkar ve onların başına gelecek her türlü sıkıntıyı hissedemez o!ur. Bu gösteriyor ki bütün organlar kalbe tâbidir. Zira kalp sevindiği veya üzüldüğü zaman organlar buna göre tavır alır.
Her çocuk doğarken iman ve itikata meyilli ve tertemiz olarak doğar. [1678] İyilikler ve kötülükler sonradan alışkanlık yoluyla kazanılır. İlk yaratılışta insanın iradesi söz konusu değildir. Ancak tabiat-ı saniye dediğimiz sonradan kazanılan iyilik ve kötülüklerde ise ilk pay, insana aittir. [1679] Ancak insan ilk yaratılışıyla baş başa bırakılmamış; iki göz bir dil ve iki dudak verilmiş; sonra da ona iki tepe, yani kötülüğün ve iyiliğin yolu gösterilmiştir. [1680] Böylece insanın yaratılışı hayra da şerre de eşit seviyede yetenekli kılınmıştır. Birinin diğerine galebesi tali sebeplere bağlıdır. Yaratılışla alakası yoktur. Tamamen terbiye ile ilgili bir olaydır. [1681] İnsan, gücü ölçüsünde hayrı yapmak serden de kaçınmakla sorumlu tutulmuştur. Ayrıca Allah, insana iyilikleri ve kötülükleri ilham etmiştir. [1682] Bazıları, insanın, bu ikisi arasında istediğini seçmekte hür bırakıldığı şeklinde anlamışlarsa da Elmalı'nın dediği gibi Allah'ın kalbe ilhamının anlamı, “...fücurun fücur, yani nefse zarar, bozukluk; takvanın takva, yani nefsi koruma, iyi olduğunu duyurmak, binaenaleyh fili veya terki fücur ve şer olan işlerden sakınmak, takva ve hayır olan işleri yaparak korunmak lazım geldiğini telkin eylemektedir. “[1683] Biz bunu kendi nefsimizde duyar ve iyi şeylere karşı meyil, kötülüklere karşı da nefret duyduğumuzu biliriz. Bunu Peygamberimiz (sav) de “Hata/suç, kalbin rahatsızlık duyduğu, iyilik ise gönlün hoşnut olduğu ve huzur bulduğu şeydir.”[1684] Sözüyle daha netleştirmektedir.
Kur'ân'da “kalb-i selim” ve “kalb-i münib” diye iki kalpten bahsedilmektedir. Araplarda: “Zeyd'in malı ve çocuğu var mı?” diye sorulunca “Onun malı ve çocuğu, kalbinin selametidir.” şeklinde cevap verilir. Maksat, onun çocuğunun ve malının olmadığını, buna karşılık kalbinin selamette olduğunu ifade eder. “Ancak Allah'a kalb-i selim (temiz bir kalp) ile gelenler...”[1685] âyetinde bu anlamda kullanılmış [1686]; yani “lekeden selim ve Allah sevgisinde halis tamamen O'na teslim olmuş” kalp kastedilmiştir. [1687] Burada kalbin düşük ahlaktan temiz olması demektir. Nasıl ki bedenin sıhhat ve selametiyle; onun, hastalıklardan uzak ve tabiatının bozulmamış oiduğu, hastalığı ile de bunları kaybettiği ifade edilirse, kalbin selametiyle de onun üstün ahlaklarla donatılmış olduğu ve kötülüklerle kirletilmediği kastedilir. [1688] “Kalb-i munib” de [1689] “Allah'tan başka her şeyi terk edip, Allah'a yönelen kalp” demektir.
Bu âyetlerde, yaratılıştan temiz gelen kalbin korunduğuna işaret vardır. Kalbin korunmaması, onun hastalanması; yani tabiatının bozulması demektir. Kalp hastalıkları; onun kötü hafleri diye verilir. Bedendeki maddî hastalık, ateş, halsizlik- zayıflık gibi belirtilerle kendini gösterdiği gibi kalp de hastalıklarını ahlakî yaşantılarda bazı belirtilerle kendini ortaya koyar. Bu hastalıkları görelim. [1690]
Hastalık, Kur'ân'da “maraz” sözcüğü ile ifade edilir. Maraz, sağlıklı olmanın zıddıdır. Hastalık demektir. Hastalık, sahibinde beliren, onun dengesini bozan ve onu şikâyet eder hale getiren bir durumdur. Esişi zayıf olan rüzgar, solmuş güneş ve zayıf düşen her şey için bu maraz sözcüğü kullanılır. Hiç aydınlık bulunmayan geceye, “hasta gece”; doğrudan sapmış bir kanaate de, “hasta görüş” denir.[1691]
Maraz, şüphe anlamına da gelir. Hastalık kalpte söz konusu olunca, insanı, dininde sağlıklı olmaktan çıkaran cehalet, korkaklık, cimrilik, iki yüzlülük ve şüphecilik gibi her türlü kötü ahlak için kullanılması uygun düşer.[1692]
Maraz'ın bir anlamı da, noksanlıktır. Güçten düşmüş bir bedene “hasta beden” dendiği gibi dinî açıdan eksiklik bulunan kalbe de “hasta kalp” denir. Gerçeklikten uzaklaşmış bir kalp de bununla nitelenir.[1693]
Her kalp, yaratılışta sağlıklıdır. Hastalık ona sonradan arız olur. Yukarıda iyiliklerin iyiliği, kötülüklerin de kötülüğünün insana Allah tarafından ilham/telkin edildiğini söylemiştik. Kalp, kötülüklerden temiz tutulmazsa, yaratılıştaki temizliğini koruyamaz ve kötü alışkanlıklarla ikinci bir huy kazanır. Böylece kalp hastalanır ve hakikati idrak görevini yapamaz. Artık ondan güzel ahlak yerine- ateşli hastanın saçmalaması gibi kötü ahlak işaretleri görülmeye başlanır.
Kur'ân'ın, kalp hastalıkları arasında zikrettiği en önemli hastalık, kalp mühürlenmesidir. Kalp mühürlenince artık hakikati idrak için yaratılmış olan kalbin, bütün faaliyet ve kabiliyetleri kin ve garazla boğulmuş olur. Artık ona hakikat namına bir şey girmez.
Kalbin mühürlenmesi, “hatm” [1694] ve “tab” [1695] sözcükleriyle ifade edilir. Bu kelimeler, lügatte aynı anlamda kullanılmıştır. Hatm, bitirme, mühürleme, sona erme, kabın içine bir şey sızmaması için ağzını iyice kapama, mühürleme veya bir şeyin üzerini iyice örtme anlamlarına gelir. [1696] “Onlar Kur'ân'ı düşünmüyorlar mı yoksa kalpleri kilit mi?” [1697] ve “Hayır onların kalpleri, yaptıkları kötülükler ile pas tutmuştur” [1698] âyetlerinde ifade edilmek istenen anlam budur. “Kalbin mühürlenmesi, kilitlenmesi” veya “pas tutması”, onun bir şey anlamaması, kötülüklere karşı duyarsızlıkla birlikte onlarda ısrar edilmesi; onun, ahlakî sorumluluk bilincinden ve Allah'ın hükümlerini anlama yeteneğinden yoksun bırakılmasıdır.[1699]
Bir topluluk, Allah'ın gösterdiği delillerle hidayet yolunu aramayı terk edip bu tür bir arayıştan uzaklaşınca; bu uzaklık, onlar için alışılmış bir şey ve bir tabiat olur. Bu durumda onların hali, bir şeyden uzaklaştınlanların haline benzer. [1700] Böylece kalpler kilitlenmiş bir organ olmaktan öteye geçemez ve hakikati kavrama yeteneğini kaybeder; artık mühürlenmiş olur. Peygamberimiz bu durumu şöyle anlatır: “Kul bir günah işleyince o günah/hata, onun kalbinde siyah bir leke olur Eğer sahibi pişman olur, tevbe ve istiğfar ederse kalp yine parlar. Tevbe etmeyip günah tekerrür ederse o leke bir kılıf gibi bütün kalbi kaplar/' Nitekim Allah Teâlâ: “Hayır onların kalpleri, yaptıkları kötülükler) ile pas tutmuştur.”[1701] Buyurmaktadır.[1702]
Buna şöyle bir yorum da getirilebilir. Bir kimse bir şey hakkında aleyhte önyargı sahibi olup, bu önyargısını daima sürdürürse, o şeyde ne iyi bir yan görebilir, ne işitebilir ve ne de tarafsız bir biçimde kalbini ona açabilir. İşte bu kapalılık, bu inatlaşma, kişide huy haline gelince artık ondaki kalp, bedendeki bütün organlara istenmeyen ve hoş görülmeyen durumları telkin eder. El, ayak, kaş, göz, alın, ağız ve diğer organlar da, kalpten gelen bu kötü duyguları ya söz ya da işaretlerle ifade ederler.
Fıtrattan gelen temizliğini koruyup geliştiremeyen kalp; imanın, ilmin, anlayışın, doğruluk ve takvanın merkezi olmaktan çıkıp cehalet ve gafletin merkezi haline gelir [1703] ve artık kendisinden hoş görülmeyen durumlar tezahür eder. [1704] Bunları Kur'ân'dan verelim: [1705]
Bu duygular, Kur'ân'da büyük bir yekun teşkil etmekte olduğundan; bunları ifade eden kavramları vermekle yetineceğiz. Ancak şu hususu tekrar edelim ki bütün beden, kalpten gelen bu duyguların ya sözlü ya eylem, ya da işaret dili olacaktır. Örneğin kalpte birisine karşı kin belirmişse, bu kin, ya ağızla kusulur ya alın, kaşlar ve gözlerde işarete dönüşür, ya da sıkılan yumrukta veya atılan tekmede ifadesini bulur. Kur'ân ve hadislerde anlatılan bu kötü duygulardan bazıları şunlardır.
1- |
Kibr/kendini büyük görme[1706] |
10- |
İnkar/reddetme, tanımama[1707] |
19- |
Riya/gösteriş[1708] |
2- |
Ğill/gizli düşmanlık, Bugz[1709] |
11- |
Hased/ çekememezlik[1710] |
20- |
Adavet/düşmanlık[1711] |
3- |
Adğan/kin[1712] |
12- |
Gadap/kızgınhk[1713] |
21- |
Buhl/rimrüik[1714] |
4- |
Hased/çekememezlik[1715] |
13- |
Küfr/inanmamak[1716] |
22- |
Dayyık/darhk[1717] |
5- |
Hamiyyet/taassub[1718] |
14- |
İsyan/itaatsizlik[1719] |
23- |
Reyn/pas[1720] |
6- |
Nifak/ikiyüzlülük[1721] |
15- |
Fısk/yoldan çıkma, ahlaksızlığa dalma[1722] |
24- |
Mevt/kalplerin ölmesi[1723] |
7- |
Kasvet/katılılık[1724] |
16- |
Zeyğ/doğruluktan ayrılma[1725] |
25- |
İnsıraf/kalplerin ters dönmesi [1726] |
8- |
Bağda/nefret[1727] |
17- |
Şek/şüphe[1728] |
|
|
9- |
Gayz/öfke[1729] |
18- |
Fakirlik, açlık korkusu[1730] |
|
|
Kalplerin iyi halleri de kötü halleri de organlara yansır. Böylece kalpteki iyi veya kötü düşüncelerin dili, el, yüz, kaş, göz, deri, baş, kol, bacak, sırt (vs) olur. Kalp düşünür, karar verir, organlar da bu kararı gerçekleştirir. Ancak bu organların aldıkları görevleri yapıp yapmamaları tamamen kalbe bağlıdır. Şayet kulak gerçeklere kapalı, göz hakikati göremiyorsa, sağır ve kör olan kutak ve göz değil kalplerdir. [1731] Hiç duymamış, görmemiş gibi davranmak kalplerin inkarının ifadesidir. Örneğin savaşa katılmak istemeyen bir insanın, bu kanaatini bakışlarıyla nasıl aksettiğini “...savaştan söz edilince, kalplerinde hastalık olanların ölüm baygınlığı geçiren kimsenin bakışı gibi sana baktıklarını görürsün,”[1732] âyetinden öğreniyoruz.
Duyguların kaynağı durumunda olan kalp (ruh)la ilgili bu bilgilerden sonra ruhun dili konumunda olan organların davranışlarına ve bu davranışların anlamlarına geçebiliriz. Ancak modern bilimde organlara komuta eden nesnenin ruh yerine beyin olduğu ifade edilir. Beynin içinde bulunması nedeniyle baş hareketlerinden başlamanın daha uygun olacağı kanaatiyle söze buradan başlayalım. [1733]
Baş, “İnsan veya hayvanlarda beyin, göz, kulak, burun ağız gibi organları kapsayan vücudun üst veya önünde bulunan bölümün adıdır. Kendisine kafa da denir. [1734] Bu sözcüğün Kur'ân'daki karşılığı “re's” dir. Bu sözcük Kur'ân'da yedi yerde tekil, on bir yerde de çoğul olmak üzere toplam 18 yerde geçer. Bunların on birinde başın kendisi [1735]; altısında baş hareketleri [1736], birinde de sermaye (ana para = kapital) [1737] ifade edilmektedir.
“Baş” organının bizi ilgilendiren yönü, iletişim aracı olarak kulianı-lan baş hareketleri olduğu için biz işin sadece bu yönünü ele alacağız.
Başın en küçük hareketi bile kişiler arasında ilişkiyi büyük ölçüde etkiler. [1738] Bu bakımdan baş, beden dili açısından çok önemli bir organdır. Zira jest ve mimik hareketlerinin en fazla sergilendiği, yüz, kaş, göz, ağız ve dudaklar, baş bölgesine dahildir. Ayrıca bu organların baş hareketlerinde önemli belirleyicilik rolünü üstlendikleri de söylenebilir.
Kur'ân modern dilbilimcilerden çok önce baş hareketleriyle ilgili İpuçları vermiştir. Ancak Kur'ân'da verilen bilgilerin daha iyi anlaşabiimesi için konuya öncelikle günümüz psikolog ve dilcilerinin değerlendirmeleriyle girelim.
Baş hareketlerinden maksat başın aşağı, yukarı, sağa ve sola yapılan hareketleridir. Bu hareketler, insanın iç dünyasının yansıması olan mutluluk, korku, öfke, hayret, üzüntü ve tiksinti [1739] gibi temel duyguların ifade edilmesine yarar. [1740] Başın yukarıdan aşağı doğru saüama hareketi genelde “evet”, sağa sola sallama hareketi ise “hayır” anlamında algılanır.[1741]
Kendisine süt emzirilen veya yemek yedirilen bir çocuğun, yeterince yiyip içtikten sonra memeyi veya yemeği reddetmek için kafasını yana sallaması; aynı zamanda doğuştan sağır, dilsizlerin de aynı hareketlerde bulunması bu hareketlerin, doğuştan gelebileceği teorisini geliştirmiştir.[1742]
Başın genelde aşağı yukarı veya sağa sola sallanmasının “evet” ve “hayır” anlamına geldiğinin ileri sürüldüğünü söylemiştik. Bunlar dışındaki baş hareketleri üzerinde çeşitli tespitlere şahit oluyoruz. Örneğin baş, yukarıya doğru ise yerine göre üstünlük; yerine göre duyduklarına karşı nötr bir tavra sahip birisinin tavrı olarak gösterilmektedir. Baş, öne veya aşağı doğru eğilse hem uysallık hem de eleştirici bir tavrın ifadesi olabilir. [1743] Birisine doğru dönükse, ona karşı ilgilenmenin ve anlaşma belirtisinin göstergesidir. Şayet başınız, iletişim kurma durumunda olduğunuz kişiden başka tarafa dönükse, bu da anlaşmazlık ve ilgisizlik işareti sayılır.[1744]
Kanaatimize göre baş hareketlen tek başına yukarıda verdiğimiz anlamları ifade etmede yetersiz kalabilir. Onun için bunlara kaş, göz, alın ve yüz ifadelerinin de eklenmesi gerekir. Örneğin başın yana çevrilmesi ilgisizlik ifadesi olarak gösterilmektedir. Şayet başını yana çeviren, bu hareketine tebessümünü ilave ediyorsa bu hareket utanmanın veya hoşnut olmanın ifadesi de olabilir. Onun için baş hareketlerini yüz hareketleriyle beraber değerlendirip ona göre bir karara varmak daha uygun olabilir. Ama baş ve yüz hareketlerinin, şöyle ya da böyle duyguları ifade ettiğinde şüphe yoktur. Buna göre jest ve mimik, düşünce ve duygularımızı destekleyen onları somutlaştıran hareketlerimizdir. Örneğin sohbet sırasında başı sallama göz kırpma gibi hareketler, iletmek istediğimiz bir mesajı içeren jestlerdir.[1745]
Bu açıklamalardan sonra baş hareketlerine ve onların ifade ettikleri anlamlara Kur'ân'ın bakışını aksettirmeye geçebiliriz.
Baş hareketlerine geçmeden önce başın yansıttığı önemii bir hususa dikkat çekmeden edemeyeceğiz.
Bilindiği gibi baş, vücudun en önemli kısmıdır. Örneğin yalanları örtbas edebilmek için vücudun herhangi bir yerinden daha çok yüzümüzü saklarız. Aynı maksatla gülümsemeler, kafa sallamalar ve göz kırpmalar kullanırız. Ama maalesef yine de yalanları saklayamayız. Yüz işaretlerimiz burada doğruyu söyler onun için yüz işaretlerinin incelenmesi başlı başına bir sanattır.[1746]
Baş da, yüz gibi zaman zaman olumsuz karşılanan hususların dillendirildiği veya sergilendiği zamanlarda hareketlerini gizleyemeyip değişik hareketlerle olumsuz tavrını ortaya koyar. Hoş karşılanan durumlarda da olumlu mesajı verir. Başın, en önemli görevlerinden birisi de ihtiyarlığın sinyallerini vermesidir. Kur'ân'da verilen baş hareketlerine buradan başlayabiliriz. [1747]
Saçın başın ağarması ve kemiklerin zayıflaması, ihtiyarlığın bedensel ifadesidir.
“O (Zekeriya) (as) gizli bir sesle; “Rabbine şöyle seslenmişti: Rabbim! Doğrusu artık kemiklerim zayıfladı, saçım başım ağardı. Ama şimdiye kadar ey Rabbim, sana yöneldiğim duada cevapsız bırakıldığım hiç olmadı. Doğrusu ben arkamdan iş başına geçecek olan yakınlarımdan endişe ediyorum. Karım da kısırdır. Tarafından bana bir veli (benim yerime alacak bir yardımcı: bir oğul) ver ki bana varis olsun, fakup hanedanına da varis olsun...”[1748]
Yukarıdaki âyette “saçım başım ağardı” sözü veşte'aie'r-re'su şey-bâ” terkibinin tercümesidir. Bu terkipte geçen “işte'ale” kelimesi “şa'al” kökünden alınmıştır. Şa'al, kısrağın kuyruğunda ve alnındaki beyazlığa denir. Bunun asıl anlamı, tutuşup yanma, parlama alevlenmedir. Saçın başta ağarması, Araplarda “işte'ale'ş-şeybu fi'r-re'sî f ihtiyarlık başta alevlendi” cümlesiyle ifade edilmektedir. Bu söz, “narın utuşması” terkibinden alınmıştır. Saç ve sakaldaki beyaz tüyler aşırı derecede çoğalıp, siyah tüy görülmez olunca “saç başta alevlendi” tabiri kullanılır.[1749]
Zekeriya (as), yaşlılığın bir alev gibi başında tutuştuğundan söz ederken başında hiçbir siyah tüy kalmadığını ifade etmek ister. Başın yaşlılık aleviyle tutuşması, ihtiyarlıktan ve sarsılıp dinçliğini yitirmekten kinayedir”. [1750] Buna göre, “saçların ağarması” ve “kemiklerin zayıflaması” beden dili ile vücudun yaşlandığının ifadesidir. Ayete dikkat edilirse yaşlı-sözlü dil ile ifade edilecek kelimeler yerine organlardaki işaretlerle getirilmiştir. Bu ifade biçimi, sözlü ifadeden daha güçlüdür. Zira Şiilik beden dili aracılığı ile belgelendirilmiştir. Şayet sadece “yaşlandım” demiş olsaydı belki kendisinden belge istenebilir ve bu sözün doğru olup olmadığını tesbit için saça başa bakma ihtiyacı hasıl olurdu. [1751]
Münafikun süresinde, münafıkların niteliğinden bahsedilirken; bir nitelik olarak da, başlarını yana çevirerek hoşnutsuzluk sergilediklerinden söz edilir. Şöyle ki: “Onlara gelin Allah'ın peygamberi sizin için mağfiret dilesin.” denildiği zaman başlarını çevirirler ve sen onların büyüklük taslayarak uzaklaştıklarını görürsün.”[1752]
Âyette geçen “levvev” kelimesi “leva” dan türemiştir. Bu kelime “leva re'sehu/ başını çevirdi” şeklinde baş için kullanılırsa sözü ve haberi saptırmak anlamını ifade eder.[1753]
Bakışları kendilerine dönmeyecek şekilde kafayı bir yere dikmek aşılmaz korku ve zilletin ifadesidir.
Allah Teâlâ kafirlerin mahşerde azabı gördükleri andaki durumlarını tasvir ederken şöyle buyurur: “Zihinleri bomboş olarak kendilerine bile dönüp bakamaz durumda gözleri göğe dikilmiş bir vaziyette koşarlar.”[1754]
Fahruddin Razi'nin dediği gibi birisi bir belayı gördüğü zaman onu görmemek için kafayı önüne eğer. Bu âyette alışılmışın tam tersine başları yukarıya kalkık [1755]; gözleri, gördükleri korku dolu azap sahnelerine dikilmiştir. Ne kırpabiliyorlar ne de oradan ayrılabiliyorlar. Bu hal, korkudan gözlerin dışarı fırladığı o günün dehşet ve korkunçluğunu tasvir etmektedir.
Yukardaki âyette geçen “ikna”' sözcüğü “baş” kelimesiyle kullanıldığında başın ve bakışın, zillet ve korku içinde kaldırılması anlamını ifade eder. Bu anlamda başm kaldırılması ise, gözlerin ve yüzün semaya doğru baş tarafına dikilmesidir. [1756] Başlar, bir noktaya dikilince artık kimse kimseye bakamaz. Herkes kendi haline düşmüştür.[1757]
Kafayı yukarı doğru kaldırıp aşağı indirmek bir şeyi reddetmek veya inkar etmek anlamını ifade eder.
Kur'ân, insanların öldükten sonra dİriftileceklerini haber verince müşrikler, “Bizi tekrar (hayata) kim döndürecek?” dediler. Allah Teâlâ, buna cevaben “De ki: İlk kez yaratan, Bunun üzerine onlar sana (inanmamış bir tavırla) başlarını kaldırıp indirerek: “Bu ne zaman olacak?” diye sorarlarsa de ki çok yakında.”[1758]
Âyette geçen “neğada” kelimesi, bir şeyden hayrete düşen gibi sallanmak, elem ve ızdırap çekmek anlamlarına gelir. Baş sözcüğü ile birlikte baş sallamaktır. “Kendisine söyleneni anlıyormuş gibi başını sallamaya başladı.” gibi de bu anlamda darb-ı mesel oluşturulmuştur. Ferrâ, bu kelimeye “başı yukarı-aşağı sallamak” anlamını verirken Ebu'l-Heysem de: “bir şeyi inkar için başı sallamak” anlamına geldiğini söyler. Âyette bu son anlamlarda kullanılmıştır.[1759] Buna göre kendisine bir şeyler anlatan kişinin, bir şekilde başını sallaması, söylenenleri beden diliyle inkar anlamını ifade etmektedir. [1760]
Neks, sözcüğü Arapça'da “bir şeyi başaşağı çevirmek” anlamına gelir. Bu kelime başla kullanıldığında “başı zillet içerisinde öne eğmek”tir. “Başları üzerine geri döndürüldüler” ifadesi ise “fikirlerinden aydılar” anlamında kullanılmıştır.[1761]
Bu kelime Kur'ân'da üç yerde geçer. Bunlardan birinde, “bir şeyi tersinrne çevirmek”; ikincisinde, “zihinde tepe taklak olmak”, “fikirleri dönmek”; üçüncüsünde ise, “mahcubiyetten başı öne eğmek” anlamındadır. Şimdi bunları tek tek ele alalım.
Allah Teâlâ, Yasin süresinde ihtiyarlığın bir bakıma çocukluğa yeniden dönüş olduğunu tasvir ederken: “Kime uzun ömür verirsek biz onun gelişmesini tersine çeviririz...” [1762] Buyurur. Bu âyetteki “neks” kelimesi lügatteki asıl anlamıyla kullanılmıştır.
İkinci âyette “Başları üzerine aşağı döndürüldüler.” [1763] Şeklinde kullanılan ifade deyimsel bir ifade olarak değerlendirilip; bunun “fikirden cayma” anlamını ifade ettiği kanaatine varılmıştır. “Neks” sözcüğünün bu âyette bu anlamda kullanıldığına Lisanul-Arab'da da işaret edilmiştir. [1764] Olay Kur'ân'a göre özetle şöyle cereyan etmiştir.
“İbrahim(as), kavmine ait putları kırıp büyük putu sağlam bırakır ve baltayı bunun boynuna asar. Kavmi, İbrahim (as)'a bunu “Sen mi yaptın?” sorularına
“Belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır, haydi onlara sorun; eğer konuşuyorlarsa!” şeklinde cevap verir. Bunun üzerine birbirlerine dönüp:
“Asıl zalim olan sizlermişsiniz.” diyerek cevap verip putlara tapmaktan dolayı mahcubiyetlerini ve haksızlıklarını kabul ettiler. Ama çok geçmeden eski “düşünce tarzlarına döndüler ve putları müdafaaya kalkıştılar”. [1765] İşte bu dönüşleri, “başları üzerine aşağı döndürüldüler” deyimi ile tasvir edildi. Başı aşağı çevirmek veya aşağı döndürmek, sözünden dönmenin, beden diliyle ifadesi kabul edilmiştir. İşin başında utanmanın da söz konusu olduğu sezilmektedir.
Üçüncü âyette ise mahşer gününde “Suçluların, Rableri huzurunda (mahcubiyetlerinden) başlarını öne eğecekleri...”[1766] Anlatılmakta ve başı öne eğmenin suçluluğun bedensel ifadesi olduğuna dikkat çekilmektedir. Buna göre her suçlu, başını öne eğerken daha konuşmadan suçunu itiraf etmiş olur. [1767]
Yüz, insan bedeninin en önemli organıdır. Onda anlam yüklü binlerce işaret vardır. Bu işaretlerin detayına geçmeden önce yüzün kendisinin en önemli fonksiyonu olan “işaret” yönü üzerinde durmak yerinde olacaktır.
İnsanlar, hatta hayvanlar bile yüzlerinden tanınırlar. Yüzün bir adı da “sima”dır. Arapça da sima kelimesi, “s.v.m.” kökünden alınmış ve alamet işaret anlamında kullanılmıştır, “sima” denilince “kendisiyle hayır ve şerrin tanındığı alamet” anlaşılır. [1768] Belki de insan bu organla tanındığı için yüze, sima denmiştir. Bu kelime, Kur'ân'da altı yerde, “Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları simalarından tanırsın”. [1769] “Araf'ta da herkesi simalarından tanıyan adamlar vardır”[1770], “Araf ehli simalarından tanıdıkları birtakım adamlara seslenerek derler ki; [1771] “Biz dileseydik münafıkları sana getirirdik de sen onları yüzlerinden tanırdın. “[1772], “Onların nişanları, yüz/erindeki secde izidir.”[1773], “Suçlular simalarından tanınır.”[1774] Şeklinde geçmektedir. Bunlardan iki âyeti değerlendirelim.
Birinci âyette, durumiarını utangaçlıktan dolayı saklayan fakirlerin, son âyette de suçluların yüzlerinden tanınacağına dikkat çekilir. Burası çok önemiidir. İnsan yüzünden tanınırken; düşünceleri, duygulan ve yaramazlıkları da hiç konuşmaya ihtiyaç duymadan yüzünden okunmaktadır. İnsan, diliyle belki yalan söyleyebilir. Ama yalanı bedende; özellikle yüzde saklamak imkansız gibi görülmektedir.
Müfessirler, bir fakirin yüzündeki ihtiyaç ve fakirlik izlerinden, açlıktan dolayı da yüzlerinin sararmasından veya yüzlerindeki düşkünlük ifadelerinden tanındığını; [1775] suçluların da yüzlerinin kararmasından tanınacaklarını, yalan söyleyenlerin yüzlerinin kapkara olduğunu ifade ederler [1776] ve “...Yüzleri kararanlara: İnanmanızdan sonra kafir mi oldunuz?” [1777] âyetlerini örnek getirirler. [1778] Ebu Hayyan (v. 754/1353) çoğunluğun kanaatinin, suçluların yüzlerinin karardığı doğrultusunda olduğunu nakleder.[1779]
Beden dilinin en anlamlı hareketleri yüzdedir. Yüz bütün bedeni temsil eder. İstekler, endişeler, korku ve heyecanlar, ilgi ve irkilmeler, acı ıstıraplar, utanma, tiksinmeler, nefret, öfke, kızgınlık ve neşe gibi bütün duygular onda belirir ve ortaya çıkar. [1780] Hatta bedene verilecek cezalar bile temsili olarak yüze yüklenmiş ve “yüzleri kavurmak”[1781], “yüzükoyun atılmak”[1782], “yüzüstü sürüklenmek”[1783], “yüzü ateş bürü-mek”[1784], “yüzüstü kapanmak”[1785], “yüzükoyun haşr olmak”[1786], “yüzleri silmek/yok etmek”[1787], “yüzü kararmak”[1788], “yüzü ağarmak”[1789] “yüzünün saygı ile eğilmesi”[1790] gibi Kur'ân'da ifadesini bulan çokça deyim oluşturulmuştur.
Vech/yüz kelimesi, Kur'ân'da yetmiş iki yerde geçer. Bunlardan otuz dört tanesi “vech” şeklinde tekil, otuz sekizi de “vücûh” kalıbıyla çoğui olarak geçmektedir.
Vech sözcüğü, Arapça'da çehre/yüz, zat, bir şeyin ön tarafı/cephe, yön, makam, evvel, rıza, vs. gibi anlamlara gelir, çoğulu vücûhtur..[1791]
Kur'ân'da duyguların tespitinde yüz ifadelerinin çeşitliliğine ve belirleyiciliğine dair bir hayli ipuçları vardır. Genel anlamda Kur'ân'a göz attığımız zaman bu sözcüğün Kur'ân'da “bir şeyin kendisi; zatı, öz benliği ve varlığı, [1792] Allah'ın rızası, teveccühü [1793], organ olarak çehre [1794]mutluluktan dolayı yüz parlaklığı [1795], sıkıntı ve mahcubiyetten yüzün kararması; simsiyah kesilmesi [1796] yüzlerin, korku ve dehşete kapılması [1797]; saygı ve hicapla eğilmesi [1798], acı ile buruşması [1799], hoşnutsuzluğu, tiksintisi [1800] ve bitkinliği” [1801] gibi anlamlarla ifade edildiği ve kendisine çeşitli duyguların yüklendiği görülür.
Yukarıda işaret edildiği gibi yüz ifadelen, insanın iç dünyasında oluşan mutluluk, korku, öfke, hayret, üzüntü ve tiksintinin dile getirilmesinden ibarettir. Bunu şöyle de ifade edebiliriz. Bir insan, kendisine dışardan gelen sözlü mesaj veya sözsüz davranışlara karşı cevabını mutluluk ve öfke gibi duyguları sergileyen yüz hareketleriyle verir. Onun yüzüne bakan kişi de mesajını alır. Bu yargıların en güzeli, hoşluk ve nahoştuk boyutları üzerinde verilebilir. Örneğin tiksinti dolu bir heyecanlanmada dudaklar aşağı sarkar. Hoş duygu ve heyecanlanmalarda ise dudaklar yukarı kalkar. Gözler de aynı hareketi sergiler.[1802]
Yüz ifadelerine dair Kur'ân'da ileri seviyede ipuçları vardır. Bunlardan birkaçını verelim. Kur'ân'da “dünyada Allah'tan sakınanların yüzlerinin ahirette mutlulukla parlayacağı [1803]; kendisine iletilen Allah mesajından hoşlanmayanın suratının asılacağı ve yüzünde hoşnutsuzluk belirtilerinin görüleceği [1804]; kendilerine kötülük dokunanların, kız çocukları müjdesi verilenlerin, Allah'ı yalanlayanların yüzlerinin simsiyah kesileceği; korku ve zillet kaplayacağı [1805]; secdeden dolayı yüzlerin parlayacağı; [1806] mal isteyen birisine verecek bir şeyi olmayanın yüzünün kızaracağı”[1807] ifadeleri, bunun örnekleridir.
Araştırmacılar arasında yüzlerdeki duygu ifadelerinin kültürlere göre değişip değişmediği konusu tartışılmış ve mutluluk, korku, öfke, hayret, üzüntü ve tiksinti gibi temel duygu aktarımında ortak yüz ifadelerinin kullanıldığı kanaatine varılmıştır.[1808]
İletişimde kullanılan temel davranışların çoğu, dünyanın her yerinde aynıdır. İnsanlar mutluyken gülümserler, kızgın veya üzgünken kaşlarını çatarlar. Kafa öne doğru sallanıyorsa bu, her yerde “evet”; iki yana sallama da, “hayır” ya da reddetme anlamındadır. Çocuklar bile kendilerine yemek yedirilirken karınları doyunca başlarını yana doğru çevirirler. Kızgınlık anında “dişleri göstermek”, “dudak bükmek”, tehdit hareketi, omuz silkme hareketi ise, haberin bulunmadığını ifade eden evrensel hareketlerdir. [1809] Sağır ve körlerin bile bu hareketleri kullanmaları ve dünyanın her tarafındaki farklı kültürlere sahip olan insanların davranışlarının birliği, bu davranışların doğuştan gelip gelmediği konusunu gündeme getirmiştir.
Alman bilim adamı Eibl Eibesfeldt ve Fulcher, Goudenough, Thompson adlı araştırmacılar, doğuştan kör ve sağır olan çocuklardaki gülümseme yeteneğinin, benzer çevre uyarılarına aynı tepkilerin gösterilmesinin, öğrenme veya taklit etmeden bağımsız geliştiklerini gözlemleyince bunların doğuştan gelme bir davranış olduğu kanaatine vardılar. Bütün çocuklar altıncı haftada mutluluk ifadesi olan gülücük işaretlerini vermeye başlarlar. Bunların taklit yoluyla öğrenildiğini söylemek imkansızdır.[1810]
Ekman, Friesen ve Soreven, farklı kültürlerden gelen beş kişinin yüz ifadeleri üzerinde yaptıkları araştırmalarında, Darwin'in, bazı hareketlerin doğuştan geldiğine dair görüşünü destekler bulgulara ulaştılar ve davranışların doğuştan gelmesi gerektiği sonucuna vardılar.[1811] Yüz ifadelerini gerçekleştiren; çoğu çift olmak üzere yaklaşık 20 kas grubu bulunmaktadır. Bunların gerilip gevşetilmeleri yüzlerce durumu, farklı biçimde ifadeyi mümkün kılmaktadır. Yüz ifadelerinin okunmasının kolay olmasına rağmen kontrol edilmesinin zorluğu; bu ifadelerin, alın, kaşlar, göz kapakları, gözler, burun, dudaklar, çene ve ten gibi faktörlerden oiuşmasındandır.[1812]
Alın, yüzün kaşlarla saçlar arasındaki bölümünün adıdır. Secde mahalli olması itibariyle de Allah'a yakınlığı ve saygıyı görüntüleyen bir dildir. Secde, Arapça bir kelimedir. Bu kelime, alnı yere koymak veya başı eğerek selamlama anlamına gelmektedir. Bu davranış, Kur'ân'da alnı yere koyuş şekliyle, Allah'a ibadet; başını eğerek selamlama şekliyle de, insanların birbirini tazim şekli olarak tesbit edilmiştir. Kur'ân'da “Secde et yaklaş.” emrine cevap, alnın yere konulmasıdır. Alnın yere konulması (secde), Allah'a karşı alçak gönüllülüğün, yakınlaşmanın, hayranlığın, saygı ve hürmetin, teslimiyetin, kulluğun ve af dilemenin bedensel ifadesi sayılmış ve bütün bu duygularla alnın yere konulması, Kur'ân'da 14 yerde emredilmiş ve böylece saygı için alnı yere koyuş, somut bir ibadet şekli olarak belirlenmiştir.[1813] Bu yönüyle alın, en önemli organdır. Arapça'da karşılığı “cebhe” dir. Kavmin liderine “cebhetu'l-kavm” denildiği gibi, öne çıkmaları yönüyle gökteki yıldızlara da “cebhe” adı verilir. [1814] Alın, insan vücudunun en değerli niteliği olan şerefini temsil eder. Yukarıda da işaret edildiği gibi alın, Allah'ı beden diliyle selamlayan önemli bir organdır. Vücudun, kazancı, kaderi, değeri veya değersizliği alına yüklenmiş ve bunları ifade için “alın teri ile kazanmak”, “alın yazısı”, “alnı açık yüzü ak”, “alnında kara leke”, “alnının kara yazısı”[1815] gibi deyimler oluşturulmuştur.
Alın, duygusal durumların en güzel bir şekilde görüntülendiği bir aynadır. Alnın kırıştırılması, diğer yüz özellikleriyle birlikte okunduğunda, derin düşünce, gerilim, endişe, korku, şaşkınlık veya ilgiyi dile getirir. [1816] Terleyen bir alın utanmanın veya sinirlenmenin sinyalini verir. Mutluluk, hüzün ve kıskançlık duygulan, alın, kaş arası, ağız çevresi ve çene kemiği üzerinden şakağa doğru uzanan kas grupları ile tespit edilir.[1817]
Alın, Kur'ân'da çoğul kalıbıyla bir yerde, altın, gümüş veya nakit para yahut da mal biriktirip de bunların zekatını vermeyen; ayrıca onları hayırlı ve yararlı işlerde kullanmayanların nasıl cezalandırılacakları münasebetiyle geçer, ifadesi şöyledir; “Bu (toplanıp saklanan altının gümüşün) cehennem ateşinde kızdırılıp onların alınlarının, böğürlerinin ve sırtlarının damgalanacağı gün, (bu suçlulara) “işte kendiniz için topladığınız hazineler!” denecek “şimdi tadın bakalım, sarılıp sakladığınız hazinelerin (başınıza açtığı belanın) tadını.”[1818]
Âyete dikkat edilirse fakirlere haklarını vermemekten suçlananların cezalandırılacakları, ceza için de “alın”, “yan” ve “sırt'ın” seçildiği görülüyor. Bunun için şöyle bir yorum getirilir. Bir fakir bir şey istemek üzere bir zenginin yanına varınca alnında kızgınlık ve nefret duyguları harekete geçerek anlı kırışır. Fakir biraz daha ısrar ederse yanını döner, biraz daha ısrar edince de arkasını döner ve gider. [1819] Bu organlarından cezalanacaklar, sadece bu suçtan değil de “Allah'ın mesajı onlara iletilince, kaşlarını çatıp suratını asan, sonra kibrini yenemeyip sırt çeviren [1820], kendisinden mal istenince aynı tavrı takınan [1821], savaştan kaçan [1822], kendilerine bol zenginlik verilince yanlarını dönen [1823] ve başına bela gelince de dua edenler de aynı cezalara maruz kalacaklardır. Zira Allah'ın onlara şu veya bunu emreden bir mesajı geldiğinde beden dili organlarından buruşturdukları alın, döndükleri “yan” ve “sırf'la cevaplarını vermişlerdir. Bu cezaların hatırlatılması ise, bu tür red hareketlerinden kaçınmalarını sağlamaktır.
Alın, Kur'ân'da, “yüzle beraber zikredilerek secdeden dolayı alında meydana gelen eser ve izlerin, kişinin gerçek Müslümanlığına bir işaret olarak belireceği onların işaretleri, yüzlerindeki secde izleridir”[1824] şeklinde ifade edilir. [1825]
Kaşlar, gözlerin üzerinde kemerli birer çizgi oluşturan kısa kılların adıdır. Bunlar da anlam taşımakta; bir yüzü yumuşatmakta veya sertleştirmektedir. Kaşların hareketi, değişik duygusal durumları yansıtır. Örneğin, şaşkınlık, korku veya bir şeyin farkına varılması esnasında kaşlarımızı yukarı kaldırırken; endişelendiğimiz, ilgilendiğimiz veya kızdığımız zaman ise aşağı indiririz.[1826]
Kaşlar, yüz ifadeleri trafiği içerisinde önemli bir fonksiyon icra ederler. Şayet hoşlanmadığımız veya tiksindiğimiz bir olay esnasında yüzümüz ekşimiş ise kaşlarımızın çatılması bunu daha da sertleştirmektedir.[1827]
Kaş hareketlerinin anlamları, Kur'ân'da yüz hareketlerini ifade etmek için konulmuş “beşere” ve “abese” sözcüklerine yüklenen anlamlar içinde verilmiştir.
“Beşere” acele etmek, hamlık yapmak anlamındadır. Meyvenin hamına, hurmanın koruğu/olgunlaşmamışına “büsür” denir. Bu kelime, yüz ekşitmek, kahretmek anlamına da gelir. [1828] “Abese” sözcüğü ise, yüz ekşitmek, surat asmak, kaşını çatmak anlamını ifade eder.[1829]
Bu sözcüklerin geçtiği âyetleri vererek kendisine okunan Kur'ân âyetlerine karşı inkarcının nasıl hamlık gösterdiğini ve beden diliyle verdiği cevabını görelim: “Mal ve ailesiz, tek olarak yarattığım, sonra da çok çok mal, servet ve etrafında dolaşan oğullar verdiğim, her türlü imkanı önüne serdiğim o adamın hakkından gelmeyi sen bana bırak! O, hâlâ açgözlülükle imkanlarını daha da artırmama hevesleniyor. Hiç heveslenmesin! Çünkü o, ayetlerimize karşı bilerek inatla şartlanmıştır. (Bu nedenle) onu acı veren çetin bir yokuşa süreceğim. O (ayetlerimizi nasıl çürüteceğini) düşündü, taşındı, ölçtü, biçti, canı çıkasıca, ne biçim ölçtü biçti! Sonra canı gkasıca tekrar (ölçtü biçti); nasıl ölçtü biçtiyse! Sonra baktı, sonra kaşlarını çattı; suratını astı, en sonunda kibrini yenemeyip sırtını çevirdi ve arkasına bakmadan çekip gitti. Bu Kur'ân, olsa olsa nakledilen bir sihir ve insan sözünden başka bir söz değildir, dedi.”[1830]
Kur'ân'da en çok kullanılan ve kendisine anlam yüklenen organlardan biri; belki de en önemlisi, görme organı olan gözlerdir. [1831] Dil dahil bütün organlar, iletişimde bazen gözlerin yanında son derece sönük kalırlar. Örneğin kendisine bir şeyler anlattığınız insanlar, gözlerini sizden savuşturuyorlarsa onlara konuşmanın ne anlamı olabilir? Gerçi dinleyen, duyan kulaktır. Ama kulağın bu görevi yapıp-yapmadığı haberi de gözden alınır. Göz, sadece kulağı değil, ruhun derinliklerindeki duyguların da habercisi oiduğu için organlara ait bütün davranışların olumlu ya da olumsuz oluşlarına dair karar, gözler izlendikten sonra verilir. Onun için gözlere “ruhun penceresi” adı verilmiştir. Bu bakımdan içerideki mahremiyetler saklansın diye insanlar gözlerine koyu renkli gözlükler takarlar.
Ünlü bilim adamı Câhız (v. 255/868)'ın işaret ettiği gibi göz kırpma, göz ucuyla bakma, kaş çatma ve diğer organlarla işaret, şahısların birbirlerinden saklamak istedikleri ve arkadaşın arkadaştan gizlediği işlerde en büyük bir destektir. Göz işareti olmasaydı insanlar özel durumlarda anlaşamazlardı. Durum böyle olmasına rağmen insanlar bu konuya eğiimeyi ihmal etmişlerdir. Göz o kadar önemli bir organdır ki çoğu zaman konuşma organı olan dile ihtiyaç bırakmaz. Şairin;
“İnsandan insana benzerlik, kalpten kalbe de yol vardır.
Kişi için ağızların konuşmasına ihtiyaç bırakmayacak bir zenginlik gözdedir.”[1832] Beyti bu potansiyeli diie getirir.
Gözler karşılıklı bakışırken birbirleriyle anlaştıkları da olur. Şairin;
“(Kadının) gözü gözüme bakıyor; fısıltısını ve işaretini veriyordu.
Gözüm de ona dönecek mesajı işaretiyle gönderiyordu.”[1833] Beyitleri buna örnektir. [1834]
Kur'ân'da göz organının karşılığında kullanılan sözcük “ayn”, “bakış”inki de, “nazar” dır. “Ayn” sözcüğü, çeşitli kalıplarıyla yaklaşık kırka yakın yerde geçer. “Nazar” kelimesi de, yüz yirmi kadar yerde geçmektedir. Ayn, görme organı; nazar da, bakma eylemi veya biçimidir.
“Ayn” sözcüğü Araplarda, görme organı, bir şeyin aslı, kendisi, aynısı, tıpkısı, hakikati, seçilmişi, bir topluluğun ileri gelenleri, altın ve kaynak (çeşme) anlamlarında kullanılmıştır. Çoğulu “uyun”, “a'yan”, “a'yün”dur. Araplarda etrafı dolaşıp haber toplayan casuslara, gözcü denilir. [1835] Diki İbn Side, gözü, “haber araştırmak için gönderilen şey” [1836] şeklinde tanımlamıştır. “Ayn” kelimesi, Kur'ân'da da göz organı; [1837] neşe kaynağı, [1838] su gözesi, [1839] gözetim, denetim ve koruma, [1840] bir şeyin karşısı, [1841] anlamlarında kullanıldığı görülür.
Canlı organları arasında gözün, çok önemli bir yeri olduğundandır ki Kur'ân'da onunla ilgili birçok deyim kullanılmıştır. “Göz bakîsi”,”göz kararı”[1842], “gözü aydın olmak”[1843], “göz değmek”[1844], “göz ucuyla bakmak”[1845], “gözünü ayırmamak”[1846], “gözü dikmek”[1847], “gözü çevirmemek”[1848], “gözü önünde/gözetiminde”[1849], “gözü büyülemek”[1850], “gözün hain bakışı”[1851], “göze az görünmek”[1852], “göz kapalılığı”[1853], “gözü dönmek”[1854], “bakışı kilitlemek”[1855], “göz zevki”[1856] gibi deyimler bunlara örnek teşkil eder.[1857]
Konular ilerledikçe görüleceği gibi Kur'an, -dile ait ifadelerde gözle ilgili deyimlerde görüldüğü gibi- çoğu zaman duygu, düşünce ve durumları deyimlerle ifade eder.
Bilindiği gibi deyim, “belli bir duygu ya da durumu dile getirmek için birden çok sözcüğün bir arada, seyrek olarak da tek bir sözüğün yan anlamında kullanılmasıyla oluşan sözdür.” Deyimler, bir dilin anlatım yollarını, dili konuşan toplumun geçmişini, yaşam biçimini, geleneklerini, davranışlarını ve çeşitli özelliklerini belirten önemli ipuçları sağlar. Her dilin deyimlerinin kendine özgü yanları, nitelikleri bulunmakla birlikte; diller arasında deyimler açısından benzerlikler, hatta eşlikler vardır. Zira belfi duyguları, kimi durumları anlatmada ayrı ayrı dillerin ortak anlatım yolundan gitmeleri çoğunlukla ortak benzetmelerle gerçekleşir ve anlatım açısından paralellikler doğar. Örneğin; bir yerde, hemen kalkıp gitmeyi düşünür biçimde huzursuz ve rahatsız olunmayı anlatmak üzere Türkler, “diken üstünde oturmak” derken, Almanlar, aynı şeyi “ein pfahl im fleisch/ etinde kazık” deyimiyle anlatırlar.[1858]
Kur'an da, dünya dillerinin genel özelliklerini taşıyan bir dil olan Arap diliyle inmiştir. Bu bakımdan Kur'an'ın, duyguların ve bazı durumların açıklanmasında deyimleri, bütün dillere paralel olarak kullanarak ortak bir anlatım ve ortak benzetmeler yolunu seçişi doğaldır. [1859]
Nazar, Arap dilinde bakma, göz atma, düşünme, heiak etme, hayrete düşme, korucu, heyet, şekil, geciktirme, hayrı umulan şey, bir şeyin karşılığı ve bir şeyin göz önüne alınıp gereğinin yapılması, anlamlarına gelir. Bu kelime, daha çok cisimlerle ilgili bakışlarda kullanılır.[1860]
Kur'ân'da da değişik kalıp ve anlamlarıyla 128 yerde geçen bu kelime “inceden inceye düşünme [1861], ihsan ve rahmet [1862], bekleme [1863], mühlet verme, [1864] gözleme, seyretme, [1865] iltifat etme, değer verme [1866] göz atma, [1867] gizli bakma, [1868] bir işte şaşkınlık, [1869] bakma [1870] ve değerlendirme [1871] anlamlarında kullanılmıştır.
Kur'ân'da bu sözcükle ilgili “göz ucuyla bakmak” [1872], “ölü bakışı”[1873], “göz atmak”[1874], “yüzüne bakamamak”[1875], “birini gözetme”[1876] gibi deyimler de kullanılmıştır. [1877]
Re'y kelimesi, bazılarına göre gözle görmek, bazılarına göre de hem gözle, hem de kalple görmek anlamına gelir.[1878] Gözümle gördüm denildiğinde göz organı anlaşılır. İlim ve şüphe, kalple ilgili görüş sınıfına girdiğinden uykuda görülene ru'ya adı verilir. Çünkü rü'ya, ruhî bir olaydır. [1879] Bunların dışında adı geçen kelimenin Kur'ân'da genelde “görmek [1880], görüş istemek [1881], rü'ya görmek [1882], bilmek [1883] taaccüb etmek [1884], iltifat göstermek [1885] ve gösteriş yapmak”[1886] anlamlarında kullanıldığı görülür. Yalnız şunu belirtelim ki göz görüşünün, görmeyi, kalp görüşünün de, bilmeyi ifade ettiği özellikle vurgulanır.[1887]
Bu kelime hem göz, hem görme, hem de gözün iyi görmesi anlamını ifade eder. Bu sözcük ayrıca dikkatle bakma (ibsar), gözün düştüğü yerden haber verme, bilme, düşünme, anlama (tabassur), anlatma (tabsir) [1888], iltifat etme, şahit olma [1889] ve yer katılığı anlamlarında kullanılmıştır.[1890]
Arapça'da insana bilgin anlamında “basîr” dendiği gibi keskin bir görüşe sahip olduğu için köpeğe de basîr denmiştir.[1891]
Basîr sözcüğü, görme fiilleri arasında genelde anlamlara bakış olduğu vurgulanmış [1892] ve kalp görüşü, basar kökünden gelen “basîret” sözcüğü ile ifade edilmiştir.
Basîret, önden görüş, seziş, kalbin anlama gücü ve onun görmesi, hatırlaması, bir işin gerçekleşeceğine dair kalpte beliren inanç ve sezgiye denir. İnsan zekasına da basîret dendiği görülmüş, Araplarda “Allah onun basîretini kör etti.” derken “zekasını aldı” anlamında kullanılmıştır.[1893]
Elmalılı'nın dediği gibi göze göre basar ne ise kalbe göre de basîret aynıdır. Basar, hem göze hem de görme olayına dendiği gibi basîret de, hem kalp gözüne hem de kalp gözünün görmesine ve sezmesine denir. Ayrıca delile, şahide, yoi göstericiliğe sebep olan her şeye basîret denir. Çünkü bunlar düşünmeye sebep olur. Basîret, yaratılışta herkese verilmiştir. Ancak kafirlerin onu kullanmadığı görülüyor. Şunu da belirtmek gerekir ki basîrete, basardan geçilir. [1894] “(Doğrusu) size Rabbiniz tarafından basiretler (kalp gözü ile görülecek münebbihler, şahitler) geldi. Artık kim kalp gözünü kullanarak iman ederse kendi lehinedir. Kim de bunu kullanmazsa kendi aleyhinedir.”[1895] âyetinde de işaret edildiği gibi basîret, bilgi etrafında İnsanda gelişen bir melekedir. Buna “Peki yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki, orada olup bitenleri kalpleri kavrasın ve kulakları işitsin. Ne var ki, onlarda kör olan, gözler değil, kör olan göğüslerdeki kalplerdir.”[1896] Ayeti de delil teşkil eder.
Basar kelimesi, Kur'ân'da; 135 yerde göz, 12 yerde kalp gözü, 3 yerde aydınlık, 3 yerde açıklık, bir yer de de şahitlik etme anlamına toplam 1 54 yerde geçmektedir. [1897]
Göz, hem görme hem vücuttaki duygulan yansıtan ayna görevini yapan hem de dışardan haber toplayan önemli bir organdır.
Göz işaretleri ve insan davranışları üzerindeki uğraşılar, tarih boyunca süregelmiştir. Bu davranışlar arasında göz bebeklerinin hareketi son derece önemlidir. Gözler, insanın odak noktasında bulunduğu ve göz hareketleri de bağımsız hareket ettiklerinden dolayı gözlerin, iletişim işaretleri arasındaki yeri tartışılamaz. Bunların, diğer organların işaretlerine oranla daha net daha açıklayıcı ve daha doğru bilgi verdiği söylenmiştir. Hess'in, “The Teli-Tale Eye” adli eseri bu konuda yazılan eserlerin önemlilerindendir.[1898]
İyi veya kötü duygular, nitelikler ve tutkular, bakışlarla da anlatıla-bildiği için göz ve göz hareketleri ile ilgili yüzlerce deyim oluşturulmuştur. [1899] Kişinin tavrı veys ruh hali olumludan olumsuza veya olumsuzdan olumluya geçerken göz bebekleri büyür veya küçülür. Heyecanlı durumlarda bu büyüklük daha da artarken, kızgın ve olumsuz ruh hali, göz bebeklerinin küçülmesine sebep olur. [1900] Bunlar dışında birçok duygu gözlerden okunur. Yani içten geçenler, bakışlardan sezilebildiği gibi değişik bakışlarla da hem insanlar yoldan çıkarılır, hem de istenilen yöne yönlendirilebilirler.
Batılılarda göz işaretlerinin flörtte oldukça fazla kullanıldığı görülür. Hatta kadınların fazlaca göz makyajı yapmasının da bundan olduğu söylenir. Bunun dışında kağıt oyunlarında, lobilerde ve iş hayatında göz işaretlerinden birtakım ipuçları elde edilerek muhatapları karşısında başarı şansını artırabildiklerine dair görüşler ileri sürülmekte, hatta bu ipuçlarını kaptırmaması ve düşüncelerinin gözlerinden okunmaması için iş görüşmeleri sırasında koyu renk gözlük takıldığı bile ifade edilmektedir.[1901]
Batılıların, “Biriyle konuşurken gözlerinin içine bakın.”, “Başkalarıyla pazarlık yaparken “göz bebeklerine bakma” egzersizi yaparak gerçek duygularını göz bebeklerinden öğrenmeye çalışın.” şeklindeki sözleri, yukarıdaki iddiaları doğrular niteliktedir.[1902]
Batıda “sakata bakmama”, toplum kuralı olarak belirlenmiştir. Kısa bir bakıştan sonra gözleri -sakata sezdirmeden- çevirmek insanî bir davranış olarak kabul edilir. Topluluk içinde en kötü bakış, “kişiliğin önemsenmediği bir bakış”tır. Birisine önem verildiği izlenimini vermek için uzun uzun bakmanın ve kızılan birine kızgın kızgın bakışın veya lokantata garsonu izleyenin, çirkin görüldüğü de söylenebilir.[1903]
Özel bakış süresi, toplumdaki bakış süresinden çok farklıdır. Bakış süresi konuşulan insanın yakınlık derecesine göre artar veya eksilir. [1904] Bazılarına göre bakış süresi, toplam zamanın üçte ikisinden daha fazla ise ya sizi ilginç veya çekici buluyordur ya da size meydan okuyordur. Şayet gözleri büzüşüyorsa, sözel olmayan bir meydan okumada bulunuyor olabilir. Bakış süresi şayet toplam zamanın üçte birinden az ise, bu utangaçlıktan veya çekingenlikten kaynaklanıyor olabilir. Ancak bu bakış sahibine güven duyulmaması normaldir. [1905] Göz temasının az oluşu, güçsüzlük ve amaçsızlığı da gösterebilir. Gözünüze bakmayan insanlarla konuştuğunuz olabilir. Bunda iki ihtimal vardır. Birisi; ya aldatılmış olabüirsiniz ya da size saygı duyulmama ihtimali büyüktür. Bakış süreleri çok kısa veya kesik kesik olursa bu kez o insanın ya “göz boyacı” ya da “hilekar” biri olduğunu düşünebiliriz.[1906]
Bakışın süresi kadar vücudun hangi bölgesine bakıldığı da önemlidir. Bu da, görüşmelerin sonucunu etkileyebilir. Bakışlar şayet bir bölgeye yöneltilerek ciddi bir ortam belirleyebilirseniz, karşınızdaki sizin iş konusunda ciddi olduğunuzu anlar. Bakış, karşıdakinin göz seviyesinin altına düşerse sosyal ortam oluşur. Bu bakışın adına da sosyal bakış denir.[1907]
Bakış, gözlere ve çenenin altından vücudun diğer bölgelerine ise bu bakışın adına da mahrem bakış adı verilir. Bu tür bakışlar, bakışların birbirleriyle ilgilendiğinin sinyalini verir.[1908]
İlgi ya da saldırganlık iletmekte kullanılan bakışlara yan bakış adı verilir. Hafif kalkmış kaşlar, bir gülümsemeyle birlikte ise ilgi anlamına gelir. Kaşlar aşağıya dönük, alın çatık ise saldırgan veya eleştirel bir tavır anlamını ifade eder.[1909]
Karşımızdaki konuşmacı, hitap ettiği kişileri devamlı gözle dışarıda bırakıyorsa, bu rahatsız edici bir olaydır. Konuşmacı bunu ya o topluluktan utanıp çekindiği, ya onlarla ilgilenmediği ya da kendisini o topluluktan üstün gördüğünden ötürüdür. Konuşurken bakışlarıyla topîumu dışarıda bırakan kimse bakışlarını burnunun üzerinden gerçekleştiriyor ve kafayı da geriye doğru atarak bakışını uzatıyorsa bunun kendini toplumdan üstün gördüğü kanaatine varılabilir.[1910]
Göz ilişkileri, sosyal etkileşimde önemli bir mesaj taşır. Bu mesaj, kültürden kültüre, bir sosyal ortamdan diğer bir ortama göre değişir. Örneğin Amerika toplumunda bir gencin, başka bir kişiye saygı ve ilgi göstermesi, o gencin, diğerinin gözünün içine bakmasını gerektirir. Bizim toplumda ise genç, saygı duyduğu kimsenin yanında yere bakarak saygı ve ilgisini gösterir.[1911]
Dil bilimciler, beden dili ile ilgili organların sadece hareketleri üzerinde durarak bu hareketlerin, doğuştan mı yoksa sonradan kültür yoluyla mı elde edildiğine dair değerlendirmelerden sonra derhal bu hareketlerin anlamlarını ele alır ar. Bunların yaratılış konusuna hiç girmezler. Kur'ân ise bu konuyu bütün boyutlarıyla verir. [1912]
Göz dilinin Kur'ân'da çok yönlü olarak ele alındığı görülür. Bundan önceki konularda gözlerin yaratılışından, niçin yaratıldığından ve sorumluluklarından ve Batı'da göz hareketlerinin anlamlandırılışından bahsetmiştik. Burada da bir dil olarak gözün, insan içinde beliren duygulan nasıl aksettirdiğini Kur'ân'a göre ele atacağız. Şunu hemen ifade edelim ki insanlar, içlerindekini sözlerin arkasında saklayabilirler. Ancak göz, çoğu zaman bu imkanı elimizden alır. Şairin:
“Gencin gözü, içindekini açığa veriyordu.
Gözü, sakladığını fısıltıyla anlatıyordu”[1913]
Beyti bunu ne kadar güzel dile getirmektedir.
Göz, insan içindeki duyguları açığa vururken sevgi ile kin arasında ayırım yapmaz. Her ikisini de sızdırır. Bunun ifadesini de Şairin:
“Göz dostuna karşı sevgiyi de kini de açığa vurur.
Göz konuşur. Ağız susar.
Sen kalbin derinliklerindekini açıkça hissedersin.
Görülüyor ki işaretin değeri sesinkinden çok daha önemlidir”[1914] beytinde görüyoruz.
Kur'ân'da göz dilinin, iyi veya kötü, sevinçli veya kederli, korkulu veya neşeli bütün durumlarına örnekler bulmak mümkündür. Bunlardan bir kaçını verelim. [1915]
Gözler, bir tutumla karşılaşmak istemeyince yana kayar; baş ve gözler göz hizasından kaçırılır.[1916] Bazen göz kapakları kapanarak birkaç saniye kapalı kalırlar. Bazen de bakışlar burnun üzerinden uzatılır. [1917] Kur'ân bu bakış türünü ölü bakış olarak isimlendirir.
Bazı Müslümanlar, içinde “savaş emri geçen bir sûre indirilmesini” istiyorlardı. İstedikleri gelip kendileri savaşa çağrıldıklarında korku, dehşet ve telaşa kapılmaları bir tarafa, bakışlarıyla nasıl kaçış sahneleri sergiledikleri şu âyette ne güzel ifade edilmektedir:
“İman etmiş olanlar: “Keşke bir sûre indirilseydi” derler. İçinde cihat emri geçen, hükmü açık bir sûre indirilince de kalplerinde hastalık bulunanların, sana ölüm baygınlığındaki kimsenin bakışı gibi baktıklarını görürsün.”[1918]
Bu ifade, benzerini dille söylemenin mümkün olmadığı bir ifade biçimidir. Bunu beden dilinin dışında bir başka şekilde ifade etmek mümkün değildir. Bakışla sergilenen bu ifade, aşılmaz bir dereceye ulaşmış bir korkuyu, zayıflığı, baygınlık sınırına ulaşmış bir bitkinliği tasvir etmektedir. Bundan sonra geriye hayali zorlayan yapmacık hareketlerden başkası kalmamaktadır. Bakışın bu ifadesi, imana ve düzgün fıtrata tutunamayan bütün zayıf şahsiyetler için çizilmiş bir resim, bir münafıklık ve hastalık karakteridir.[1919]
Savaşa katılmak istemeyen veya zorla katılan insanların karakterini çizen göz ifadelerine “...Onlar savaşa az gelirler. Geldiklerinde de sizden yardımlarını esirgerler. Kalplerine düşman korkusu düştüğü zaman, üzerine ölüm baygınlığı çökmüş bir insan gibi, gözlerini döndürerek sana baktıklarını görürsün, korku gittiğinde ise mala düşkün olarak iğneli dilleriyle sizi tenkit ederler...”[1920] ayetinde de rastlıyoruz. [1921]
Gözlerin yuvadan fırlaması ve onun horluktan aşağı düşmesi, korkunun bedensel ifadesidir.[1922]
Hendek Savaşı'nda Kureyş, Gatafan kabileleri ve Kureyzaoğulları her yönden; alttan üstten Medine'yi sarmıştı. Medineliler müthiş bir korku ve panik içerisine düşmüşlerdi. Müslümanları sarsan ağır sıkıntıların ve dayanma gücünün üstündeki şiddetli gerilimlerin ifadesi, onların gözlerinde belirmişti. Böylece gözler, sözlü ifadeye ihtiyaç bırakmadan içlerindeki korkunun şiddetini ifadeye yetiyordu. O sahne Kur'ân'da şöyle anlatılır: “Ey İman edenler! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Hani, bir zaman size düşman orduları saldırmıştı da, biz onların üzerine bir rüzgar ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah yaptıklarınızı çok iyi görür. O vakit onlar, size yukarı ve aşağı tarafınızdan gelmişlerdi. O zaman gözler, ümitsizlikten dışarı fırlamış, yürekler korkudan ağızlara gelmişti...”[1923]
Bu; korku, sıkıntı ve darlık halini canlandıran bir ifadedir. Bu ifade, gözlerin yılgınlığı, yüzlerin buruşması ve kalplerin atışıdır.
Kur'ân'da bunun örneklerine sık sık rastlanır. Örneğin kıyametin kopma anında “gözlerin dona kaldığından veya yuvasından fırlayacağından”[1924]: kabirden kalkarken de: “gözleri horluktan aşağı düşmüş.”[1925] ifadeleriyle gözlerin, o korkunç sahnelen nasıl tasvir ettiği gözlenmektedir. [1926]
Gözün tazeliği, parlaklığı bir şeye ışıldayarak yönelmesi, hoşnutluğun ve mutluluğun bedensel ifadesidir.
Kutlamalarda mutlulukların ifade aracı olarak; göz, bedeni temsil eder.
Kur'ân'da birkaç yerde “göz aydınlığı” terkibi geçmektedir. Bu terkipte yer alan “kurre” kelimesi serinlik anlamına gelir.
Bu kelime “karûr” dan alınmıştır. “Karur” kelimesi, sevinçten dolayı gözden gelen serin gözyaşına verilen addır. Sıkıntılı anlarda da gözden sıcak yaş akar. Göz aydınlığından maksat, gönlün hoşnutluğu ve bakışların hoşnut olunan bir şeye doğru meyletmesidir. Arapça'da gözün neşelendiği her şeye “kurre” denir. [1927] O halde göz tazeliği, parlaklığı ve bir şeye ışıldayarak yönelmesi, hoşnutluğu ifade eden bir dildir. Birisini bu gözle karşılamak, “Seni seviyorum.” demekten daha etkin ve daha zengin bir ifadedir.
Gözlerin neşesi, içteki mutluluğun ve sevincin ifadesi olarak Kur'ân'da altı yerde geçer. Bunlardan ikisi, “Hz. Meryem'in çocuğunun dünyaya gelmesi” [1928] ve “Hz. Musa'nın denize atıldıktan sonra annesine döndürülmesi “[1929] vesilesiyle ifade edilmiştir. İki annenin çocuklarına kavuşması esnasında gözlerin nasıl sürurla dolacağı açıktır. Diğerleri de, “Musa (as)'ın Firavun sarayına götürülünce Firavunun karısının neşelenmesi [1930], Cennette müminlere gözleri neşelendiren şeylerin saklandığı haberinin verilmesi” [1931], bir de çocukların ve eşlerin neşe kaynağı olarak zikredilmesi” [1932] esnasında seslendirilmiştir.
Bakışların sürurla dolması, mutluiuğu ifade de sözden çok daha etkilidir. Çünkü göz bütün bir bedeni temsil etmektedir. Bedenin mutluluğa iştiraki elbette ki mutluluğu sözle ifadeden çok daha güçlü olacaktır. [1933]
Göz ucuyla bakmak utancın, zayıflığın ve aşağılanmışlığın bedensel ifadesidir.[1934]
İnsan, korkunç bir şeyle karşılaşınca korkudan hemen gözlerini kapar. Örneğin öldürüleceğine kesin inanan birisi kılıca bakar ve o kılıç, onun gözünü doldurur. Sanki gözünün kapağını kaldırmaya güç yetiremez. [1935] Ama yine de kendini bakmaktan alıkoyamayıp göz ucuyla o kılıcın kendisine yakın olup olmadığına bakar. Kur'ân'da bu tablo şöyle anlatılır: “Ateşe arz olunurken onların zilletten başlarını öne eğerek göz ucuyla gizli gizli baktıklarını göreceksin.”[1936]
Âyette geçen “zillet” sözcüğü aşağılanmışlığı ve zayıflığı ifade etmektedir. Araplar bu kelimeyi, gözün bir tarafını kapatarak bakması şeklinde anlamlandırmalardır. Bunun tersi keskin bakıştır.[1937]
İnanmayanların artık bu korkunç durumda konuşmaya takatleri kalmamıştır. Boyunları bükük bir halde ateşe atılmaktadırlar. Ateşe atılırken de göz ucuyla etrafı kolluyorlar. Fakat utanç ve rezilliklerinden dolayı da gözlerini yukarı kaldıramıyorlar. Ancak göz ucuyla gizli gizli bakıyorlar. Bu durum, aşağılanmışiığı yansıtan somut bir bedensel ifade biçimidir. Gözler kapalı veya yarı açık olsa bile korku ve telaştan bütün beden, göz kesilmiştir. Böyle bir halin korkunçluğunun, bu kadar doyurucu olarak sözlü dille ifadesi imkansızdır. [1938]
Bakışı hiç ayırmamak aşırı sevginin bedensel ifadesidir. [1939] Araplarda “imreetun kasırâtu'd-darfi=bakışını bir yere özgü kılmış kadın” denildiği zaman onun kocasından başkasına bakmadığı, ondan başkasına en küçük arzusunun olmadığı, varı-yoğu kocası olduğu ve onunla yetindiği anlaşılmaktadır”.[1940]
“Kendisini bir şeye özgü kılma”, Arapçada “kâsirâtûn” sözcüğü ile ifade edilir. Bu kelime Kur'ân'da üç yerde “kasıratu'd-darfi” terkibiyle bir yerde de “maksûretün fı'l-hıyâm” şeklinde geçer. İlk üç âyette geçtiği şekliyle, “bakışları sadece bir şeye özgü kılmak”; son ifadede de, “otağlar içinde sadece sahiplerine tahsis edilmiş huriler” anlaşılmaktadır. Önemine binaen bu âyetlerin meallerini tek tek aşağıya alıyorum:
“Yanlarında güzel bakışlarını yalnız onlara tahsis etmiş iri gözlü eşler vardır.”[1941]
“Yanlarında eşlerinden başkasına bakmayan kendilerine yaşıt güzeller vardır.[1942]
“Oralarda gözlerini yalnız eşlerine çevirmiş güzeller var ki, bunlardan önce onlara ne insan ne de cin dokunmuştur. “[1943]
“Otağların içinde sahiplerine tahsis edilmiş huriler vardır.”[1944]
Ayetlerde, haya, iffet ve sevgiden dolayı bakışlarını kocalarından başkasına çevirtmemekle yani göz diliyle, sevginin ispatı yapılmaktadır. Bu tür bir bakış, sözlü ifadeden, sınırlandırılamayacak kadar güçlüdür.
Zira gözü dışarıda olan birisinin, durmadan yanındakine “Seni seviyorum.” demesinin ne anlamı olur. Bu durumda hiç konuşmadan tebessüm içeren bir bakışı hiç ayırmamak, sevgiyi ifade de “Seni seviyorum.” şeklindeki sözlü ifadeden daha samimi ve daha ciddi olacağı şüphesizdir. [1945]
Bir şeye gözü çevirmek veya ona gözü dikmek o şeyi ele geçirme isteğinin bedensel ifadesidir.
Bir şeye göz dikmek, onu ele geçirmek için dönüp dönüp ona bakmaktır. Bu bakışlar, sözsüz ifade olmasına rağmen sanki bakılan şeye “seni istiyorum” “ah keşke benim olsan” veya “seni bir gün ele geçireceğim” sözlü ifadelerinin karşılığıdır. Hatta bu bakışlar, o sözlerden daha ıçtenlikli ve daha güçlü ifadelerdir.
Kur'ân'da iki yerde “la temüddenne ayneyk/ gözlerini uzatma/dikme” ifadesi geçmektedir. Bunlardan biri “Sakın onlardan bazı sınıflara verdiğimiz dünya malına göz dikme yani o maldan yana gözünü çevirme.”[1946] âyetinde; diğeri de, “Ve sakın, pek çoklarına (sadece) onları sınamak için avunsunlar diye verdiğimiz dünya hayatına mahsus şu ya da bu parlaklığa, görkeme gözünü çevirme.”[1947] âyetidir.
Ayette geçen “göz”den maksat göz organıdır. Burada “göz dikme” ifadesinin karşılığında “meddu'n-nazar/bakışı uzatma” ifadesi kullanılmıştır. Âyette geçen “medd” sözcüğü, çekmek, uzatmak anlamlarında kullanılır. “Meddû'l-basar ile'ş-şey'i/ bir şeye gözü uzatmak” sözüyle Araplar, bir şeye karşı istekliliği ve göz açlılığını kastederken; Batılılar ise, o şeyin ilginç ve çekici bulunduğunu anlamışlardır. [1948] Bir şeye bakışın uzatılması, onun güzel görülmesi ve temenni edilmesidir. [1949] O halde ona bakış, onun beden diliyle temenni edilmesi anlamını ifade eder.
Âyette “dünya malına göz dikme” yasağından maksada gelince, dünya malını şerefli görüp sadece ve daima onunla meşgul olmak ve Allah'a karşı ibadet görevlerini terk veya ihmal etmeyi engellemektir.[1950]
Gözü bir şeyden savuşturmak o şeyi önemsememenin görmezlikten geimenin bedensel ifadesidir.[1951]
İnsan bazen hoşlanmadığı bazen de önemsemediği bir şeyle karşılaştığı zaman gözünü savuşturmak ister. Halkın değimiyle görmemezlikten gelir. Kur'ân, bize göz organının böyle bir eyleminden “Rablerinin rızasını dileyerek sabah akşam O'na ibadet edenlerle birlikte kendini tut, sabret. Sakın dünya hayatının aldatıcı zinetine kapılarak gözlerini ashabından savuşturma. Kötülük yapacağını bildiğimiz için kalbini bizi anmaktan uzaklaştırdığımız ve arzularının kölesi olmuş işi gücü haddi aşmak olan kimseye sakın uyma”[1952] âyetinde söz etmektedir.
Âyette geçen “la ta'du aynâke/gözlerini çevirme” ifadesinde geçen “ta'du” sözcüğü, 'adâ kelimesinden alınmıştır. Bu kelime, “hızlı koşmak”, “gelmek” anlamına gelmektedir. İbnu'l-Esir ise, buna “bir jeyden hızlı bir şekilde dönme ve meyletme” anlamını vermektedir.[1953]
Buna göre, bakışını, görüş alanına girmiş birisinden ani çeviriş ona hiçbir yaklaşma fırsatı tanımamak anlamını ifade eder. Her insanda böyle bir yeteneğin olduğu ve bu yeteneği fıtratından getirdiği bilinmektedir. İnsanlar bu davranışı değişik niyetlerle sergileyebilirler. Bunun en kötüsü küçük düşürme maksadı ile yapılandır.
Âyette hitap Resullullah'adır. Müşriklerin ileri gelenlerinden bazıları, Peygamberimize gelerek Bilal ve Selman gibi fakir müslümanlarla oturmaktan sıkıldıklarını, onları uzaklaştırmak şartıyla kendileri için ayrı bir oturum tertip etmesini isterler. Peygamberimiz de, onların iman etmelerine olan düşkünlüğünden ötürü onların önerilerini kabul etmeyi aklından geçirir. Bunun üzerine Allah Teâîâ, Resullullah'a, Rablerinin rızasını dileyerek sabah akşam O'na ibadet edenlerle birlikte olmasını, dünyanın aldatıcı zinetine kapılarak gözünü ashabından ayırmamasını, Allah'ı anmaktan uzaklaşmış, arzularının kölesi olmuş ve haddini aşmış kimselere uymamasını emreden bu âyet iner.[1954]
Burada dikkat edilecek husus Resullullah'ın, duygularını bakışlarını çevirmekle ifade etmesidir. Demek oluyor ki bu tür bir davranış, sözlerle anlatmayı arattırmayacak; hatta ondan daha da etkili olabilecek bir ifade biçimidir. [1955]
Gözyaşı, samimi duygunun veya yapmacıklığın bedensel ifadesidir.[1956]
İnsanlar, sözle ifade edemeyeceği ölçüde etkilendiklerinde, konuşamayıp; duygularını gözlerinden akan yaşla dile getirirler. [1957] Böylece hem içlerini rahatlatırlar hem de duygularını en etkin bir dille ifade etmiş olurlar. Bu etkilenişler, bazen bir gerçeğin farkına varma anında bazen de emeline ulaşma imkanını kaybettiğinde vuku bulabilir. Kur'ân'da buna dair örnekler vardır. Bunlardan birisi, Kur'ân âyetlerini okuyup ondaki maksut manayı anlamanın heyecanını yaşayanın akıttığı gözyaşı, diğeri de fakirlikleri yüzünden savaşa katılamamanın sıkıntısından dolayı ağlayanın sel gibi akıttığı yaştır. İfadesi aynen şöyledir: “Peygambere indirileni işittikleri zaman, onun hak olduğunu öğrendiklerinden dolayı gözlerinin yaşla dolduğunu görürsün...”[1958] “Cihada çıkma maksadıyla binek vermen için sana geldikleri vakit: “Sizi taşıyacak bir şey bulamıyorum.” dediğin zaman savaş alet ve edavatı bulamadıklarına üzülüp gözleri yaşla dolu olarak geri dönenlere de sorumluluk yoktur.”[1959]
Savaşa katılamadıklarından dolayı ızdıraplarını gözyaşı ile ifade eden bu kişiler, savaş malzemesi ve biniti ele geçiremeyecek kadar fakir olanlar, hasta, yaşlı ve çocuklardır.[1960]
Âyette yaşın akıtılmasının “fâde” kelimesiyle ifade edilmesi de, anlamlıdır. Zira bu kelime, bir şeyin dolup taşarak akması anlamındadır. Örneğin taşan bir nehre veya havuza da bu kökten gelen “feyd” ismi verilmiştir. [1961] Buna göre gözlerden akıtılan bu yaşiarın, sel gibi aktığı anlaşılmaktadır. Müfessir Kurtubi, bu tür bir gözyaşının, durumun ipucunu verdiğini ve zorunlu bir ilim ifade ettiğini söyler. Ancak ender olarak yapmacık hareket olabileceği ihtimaline de dikkat çeker. Sonuncusuna da Yusuf (as) kardeşlerinin babalarına ağlayarak gelmelerini”[1962] örnek verir.[1963]
İbn-i Abbas'ın ifade ettiğine göre birinci âyette, “Peygambere indirileni işittikleri zaman onun hak olduğunu öğrendiklerinde dolayı ağlayan” Necaşi ve arkadaşlarıdır. Cafer b. Ebu Talip, Habeşistan'a hicreti anasında Necaşiye Meryem süresini okur. Necaşi kendini tutamayıp sğlar ve şunları söyler: “Vallahi bunlar Allah'ın İncil'de söylediklerinin aynısıdır.”[1964] Necaşi'nin Kur'ân'dan anladığı hakikat de, İncil'de geleceği müjdelenen Ahmed isimli peygamberin gelmiş olduğudur. [1965]
Gözünün önünde olmak, denetim altında tutmanın bedensel ifadesidir.[1966]
Dilimizde “gözünün önünde olmak” deyimi, “sürekli denetimi altında olmak, hiç unutmamak olduğu gibi hatırlamak”[1967] anlamını da ifade etmektedir. Bir kontrolör veya çavuş, işçilerin başında duruyor ve devamlı onlara bakıyorsa; bu duruş ve bakış, onların kaytarmaması ve işi yanlış yapmamasını sağlama anlamında sözsüz bir ifade biçimidir. Bu bakış, onları koruma anlamına da gelebilir. Örneğin, her hangi bir iş, bir grup polis veya silahlı askerin nezaretinde yapılabiliyorsa bu iş, ancak onların koruması altında gerçekleştirilebiliyor demektir.
Bu deyim, Kur'ân'da altı yerde geçmektedir. Şimdi bunlara bir göz atarak bir eylemin gerçekleştirilmesinde, “gözünün önünde olmak” deyiminin bize nasıl bir ipucu verdiğini görelim.
Nuh (as), kavmi tarafından yalanlanır, aşağılanır ve O'ndan, etrafında toplanan üç-beş fakir müslümanın kovulması istenir. Nuh (as) öğütlerini artırıp “Ben sizden ücret istemiyorum, benim ücretim ancak Allah'a aittir. Ben iman edenleri kovacak değilim...” gibi karşılık verince, “Onlar Ey Nuh! Bizimle mücadele ettin ve bu mücadelede aşırı gittin. Eğer doğru söyleyenlerden isen tehdit ettiğin o azabı getir.” şeklinde tehdide koyuldular. Allah Teâlâ, Nuh (as) kavminden kimsenin iman etmeyeceğini O'na haber verip; onların yaptıklarına sabretmesini, üzülmemesini telkin ederek [1968] şu önemli tarihi olayın gerçekleşmesi için şöyle emir verir: “Gemiyi gözlerimizin önünde/ kontrolümüz altında vahyettİğimiz gibi yap. Zalimler hakkında bana dua etme. Çünkü onlar boğulacaklar.”[1969]
Bu emir, Müminun süresinde de, “Biz Nuh'a şöyle vahyettik: Gözümüzün önünde/ murakebemizin altında gemiyi vahyettİğimiz gibi yap. Nihayet emrimiz gelip tandır kaynayınca, her cinsten ikişer çift ve daha önce helak olacakları bildirilenler hariç aileni alıp gemiye koy... Onlar, boğulacaklar.”[1970]
Fahruddin er-Razi, bu âyetlerin tefsirinde önce gemi yapma emrinin yerine göre farz, yerine göre de ibahe ifade edeceğini tartıştıktan sonra; Allah'ın, göz organlarından münezzeh olduğunu hatırlatarak bunu müfessirlerin: “gözlerimizin önünde” deyiminden: “Bizim seni görüp, senden kötülükleri uzaklaştıran kimsenin korumasına benzer şekilde korumamız altında gemiyi yap” anlamışlardır”[1971]. Burada aörülen şu ki, Allah Teâlâ, bu sözleriyle, kimse seni bu gemiyi yapmaktan engelleyemeyecektir. Geminin nasıl yapılacağını da ben bilirim, sen bizim vahyettiğimiz gibi gemiyi yap. [1972] “Vahyettiğimiz” sözünden, geminin nasıl yapılacağı Allah tarafından vahyedildiği kanaatini vermektedir.[1973]
Kur'ân'da bir başka âyette: “Gemi bizim gözümüzün önünde/ gözetimimizde akıp gidiyordu.” [1974] Buyrularak geminin yapımında kudret elinin olduğu gibi onun denizde yüzmesi ve orada yüzmesine imkan sağlayan fizik kanunları da, O'nun bilgisi ve gücü dahilinde olduğuna dikkat çekilmiştir.
Sonuçta Nuh (as)'ın, kurtulması, kavminin de helak oluşu, “gözümüzün önünde” deyiminden, “Allah'ın koruması” anlamının anlaşılması gerektiğine örnek teşkil eder. Bunun örneğini Peygamberimizde de görüyoruz. Her peygambere olduğu gibi Rasuiullah'a da müşrikler tarafından eziyet edilmiş ve Allah tarafından kendisine sabretmesi emredilerek korunacağına dair yukarıda geçen “Sen bizim gözetimimiz/himayemiz altındasın.” [1975]ifadeleriyle destek verildiği görülmektedir.
Bu ifadeler, Allah tarafından önemli bir onurlandırma ve sıcak ilgi sezilen bir ifadedir. Bu bedensel ifade, diğer ifadelerden daha güçlüdür. Zira bir adam çocuğuna: “İşine git sana saldıran olursa ben onları cezalandırırım.” sözünün yanında “Ben bakıyorum seni devamlı şuradan gözleyeceğim.” deyip çocuğu kontrol altında tutsa elbette ki gözetleme işi/dili sözlü dilden daha etkin olacaktır.
Yukarıdaki deyim Hz. Musa (as) hakkında da kullanılmıştır. Şöyle ki: “Ey Musa sevilmen ve benim gözetimimde yetiştirilmen için sana kendimden sevgi verdim.” [1976] Nitekim Musa (as) Nil'de yüzen tabutun içinden alındığı zaman herkes tarafından sevilmiş; bu sevgi, Musa (as)'ın etrafında koruyucu davranışlar zincirini oluşturmuş ve böylece o, koruma altına alınmıştı.
Bu âyetlerden Allah'ın inananları koruyacağı vaadini kesin anlamakla beraber, “bu eylemin”, kendi aramızda bir dil olarak kullanabileceğine dair bifgi almaktayız. Kaldı ki her dilde olduğu gibi bizim dilimizde de bu tür deyimler kullanılmaktadır. [1977]
Göz vermek (değdirmek), kötü duruma düşürmenin, ayrıca öfke ve kıskançlığın bedensel ifadesidir.[1978]
Nazar, “Belli kimselerde bulunduğuna inanılan; insanlara özellikle çocuklara, evcil hayvanlara, eve, mala, mülke, hatta cansız nesnelere de zarar veren bakıştaki çarpıcı ve öldürücü güç”[1979] olarak tanımlanır. “Öfkenin bedende bir hükmü olduğu gibi gözlerin de karşılarındakine bakışlarına göre iyi veya kötü bir hükmü vardır. Kimi elektrik gibi dokunur, çarpar, mıknatıslar, manyetize eder; kimi, meclûb/tutkun olur. Kimi de aldığı teessürle hasedinden bir gayza düşer, türlü türlü suikaste, mekirlere kalkışır ki maddi veya manevi; bunun hangisi olursa hedefine erdiği surette isabet-i ayin, göz değmesi veya nazar tabir olunur”[1980]
Halk arasında çok yaygın olan ve korunmak için de çeşitli tedbirler alınan nazar olayı, bazılarınca kabul edilirken bazıları da reddetmişlerdir.[1981]
Razi, her iki görüşe ihtiyatlı yaklaşırken, olduğuna dair sem'i delillerin bulunduğunu ifade ederek Rasulullahın “Göz/değmesi, haktır/gerçektir.”[1982] Hadisini delil getirir. [1983] Elmalılı da “Keyfiyeti ne olursa olsun isabet-i ayn vardır. Allah korusun göze batmak tehlikeli bir şeydir”[1984] sözüyle nazarın olduğunu belirtir. Müfessir Tabatabai de, sihrin bir tür ruhî etki olduğunu ileri sürer ve olamayacağına dair aklî bir delil bulunamayacağını savunur.[1985]
Kur'ân'da, “O inkar edenler, Kur'ân'ı işittikleri zaman, neredeyse seni bakışlarıyla deviriverecek ve gözleriyle yiyeceklerdi.”[1986] âyetini nazarın olduğuna delil getirirler.
Mekke müşrikleri, Kur'ân'ı ilk işittikleri zaman onun nazmını, anlamını, belagatının yüksekliğini, Peygamberin ona erişmesini son derece kıskandılar ve nerdeyse, O'nu yiyecek gibi bütün bakışlarını O'na çevirip; “Ne senin gibisini, ne de ortaya koyduğun delillerin benzerini gördük?” sözleriyle nazar vermek istemişlerdi.[1987]
Yukarıdaki âyette geçen z-l-k kelimesi, yerinden kaydırmak, başı traş etmek; kısrak için kullanılırsa, günü tamam olmadan yavrusunu düşürmek ve gadapla bir şeye sert sert bakmak anlamlarına gelir. Ebu İshak der ki: Kafirler şiddetli kinlerinden dolayı Rasulullah'a öyle bakarlardı ki sanki bakışlarıyla O'nu yutacaklardı. Arapta “falan bana bir baktı ki, sanki onu yiyecekti ve nerdeyse onu delirtecekti” darb-ı meseli meşhurdur. Ferra'nın naklettiğine göre Araplarda şöyle bir adet vardı: birinin canına ve malına zarar vermek istedikleri zaman üç gün aç durup sonra o malın yanına gelip “Allah'a yemin olsun ki, bu mal kadar çok ve güzel bir şey görmedim.” derdi o mal telef olurdu. [1988] Yukarıda belirttiğimiz gibi Rasulullah'a da aynı eyiemi gerçekleştirdiler. Ancak Allah, Resulünü korudu.[1989]
Buhari'nin naklettiği bir hadiste Ümmü Seleme'nin rivayetine göre Peygamberimiz yüzü sararmış bir kız çocuğu görür ve “Bu kızcağıza okutunuz, buna nazar değmiş.”[1990] buyurur.
Netice olarak şunu söylemek mümkündür: Ayetteki, “Neredeyse gözleriyle seni helak edeceklerdi.” ifadesinden hareketle kin ve gadapla dolu veya çarpıcı ve öldürücü bir güç taşıyan bir bakış, insan bedeni üzerinde sarsıcı bir etki meydana getirdiği açıktır. Böyle bir bakışın, kahredici en ağır sözlerden daha ağır bir beden dili ifadesi olduğu şüphe götürmez bir gerçektir. Örneğin bir celladın suçlu bir sanığa ters ters bakışı onu korkudan delirtebilir de öldürebilir de.
Kur'ân'ın bu tür örnekler verişi, insanlar arasında meydana gelecek bu tür bakışlara karşı tedbir alınmasını sağlamaktır. Buhari'nin Kitabu'l-Tıp da “rukyetu'l-ayn/göz değmesine okumak” ve “el-aynu hakkun/göz değmesi gerçektir”[1991] adları altında birer bab başlığı açarak bazı rivayetlerde bulunması da, “nazar”in bir olgu olduğuna ve “rukyetu'l-ayn” tabirinden göz ağrısına değil de “göz değmesi”ne karşı okumak anlaşılmaktadır.[1992]
İnsan hayatında en önemli nokta, her şeye açık olması ve kendisini mahcup edecek hareketlerden endişesinin bulunmamasıdır. İnsandaki bu seviye, ciddiyet ve titizliğin sonucudur. Kusuru olmayan neden korkar. Kur'ân, bu kendine güvenilirlik tablosunu şöyle sergiler: “Yedi göğü bir ahenk içinde yaratan O'dur. Sen Rahman olan Allah'ın yaratışında bir düzensizlik göremezsin. Gözünü göğe çevir, bak! Bir aksaklık görebiliyor musun? Sonra gözünü iki defa daha çevir, bak! Göz, umduğunu bulamadan bitkin ve perişan bir halde sana dönecektir.”[1993]
Denilebilir ki âyet, Allah'ın diğer yarattıklarıyla ilgilidir. Bunun insanla ne alakası olabilir? Alakası vardır. Zira burada vurgulanmak istenen, bir şeyin nizam ve düzen içinde yapılması, yaratılmasıdır. Bu konuda “Allah'ın ahlakı ile ahlaklanma” kuralını işlettiğimiz zaman yaptığımız her işte nizamın, düzenin, dürüstlüğün olması ve hesabı verilemeyecek bir durumun bulunmaması söz konusu olur. O zaman siz de hem cinslerinize karşı sesli olmasa da durumunuzla meydan okuyabilirsiniz. Bunun en güzel örneğini peygamberimizin eminlik niteliğinde görüyoruz.
Demek oluyor ki, burada bizi ilgilendiren hususlardan birisi, her işte nizam, intizam ve dürüstlük; diğeri de, göz hareketlerindeki anlamları keşfedebilmek, hareketleri buna göre ayarlamak ve gözümüzü yorgun düşürecek her türlü eylem ve faaliyetlerden gücü oranında kaçınmaktır. Yoksa bir beşerden beş başı mamur ve hiç eğrisi olmayan bir iş beklemek sıkıntı doğurur. Zira kendisi eksik olandan bu beklenemez.
Bizi ilgilendiren bir başka; belki de en önemli hususlardan birisi de, bu evreni yaratanın noksanlıklardan uzak ve aşkın olduğunu anlamak, bir diğeri de yarattığının da kusursuz ve kendi şanına uygun olduğunu hissedebilmektir.
Bu kısa ilişkilendirmeden sonra âyette geçen kavramları ele alarak göz hareketleri açısından “gözün bitkinliği ve yorgunluğu”nun ne anlama geldiğini izaha geçebiliriz.
Âyette üç önemli nokta görülmektedir. Birincisi, işin sağlamlığından dolayı tekrar tekrar bakılması istenerek meydan okunması; ikinci ve üçüncüsü de, gözün, araştırdığı şeyde kusur bulamamadan dolayı kamaşmış ve umduğunu bulamadan bitkin bir şekilde geri dönmüş olmasıdır. Gözün bu olumsuz hareketi, bütün bedensel bir teslimiyeti ifade ettiğinden dolayı, insanın düştüğü bu perişanlığı sözle ifade etmekten çok daha etkindir.
Burada gözün başarısızlığını ifadede kullanılan “hâsien” ve “hâsir” kelimeleri son derece anlamlıdır. Hâsien, Arap dilinde hiç yaklaşmamak üzere bir şeyin uzaklaşması anlamına gelir. Köpekleri azarlayıp tahkir ederek ebedî olarak kovup uzaklaştırmada ve gözün kamaşması; uyuşup gücünün kaybolması veya aşağılanmasında bu kelime kullanılır. [1994] “Haşir” kelimesi de, bir erkekten mihferin ve zırhın çıkarılması, bir kadının da yüzünden peçenin sıyrılmasıdır. Bu anlamdan hareketle bir hayvanı takatten düşürecek mecalsiz hale sokacak kadar sürüp yormaya, bitap düşürmeye de haşir denir. Buna göre, örtülü bir şeyin açılıp, sergilenmiş olması ve gözün uzun uzun bir noktaya bakması sebebiyle yorgun düşürülmesi, manalarına gelir. Bundan başka hasr, elden kaçan bir şeye üzülmek, yorgun, bitkin düşmek anlamlarını da ifade eder. [1995] Böylece aradığını bulamayan bir gözün yorgunluğu ve perişanlığı, bütün bedenin yorgunluğu ve perişanlığını ifade eden bir davranış olarak sunulmuştur. [1996]
Gözlerin hain bakışı, düşük ahlakın ve ruhî bozukluğun bedensel ifadesidir.[1997]
Allah Teâlâ, organların hem dışa akseden eylemlerini hem de insanlardan saklanan yönlerini bilir. Hain göz, hıyanetini saklamaya çalışır. Ama yine de o, Cenab-ı Hak'tan gizli kalmaz. Sadece kalpler değil, göklerde ve yerdeki zerreler de O'nun bilgisi dışına çıkamaz. Nitekim Lokman (as), Lokman süresinde bu hususu “Yavrucuğum! Yaptığın iş, (İyilik ve kötülük) bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa ve bu, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa yine de Allah O'nu (senin karşına) getirir. Doğrusu Allah en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.”[1998] Şeklinde dile getirir. Daha önce, kulak, göz ve kalbin sorumlu tutulacağını vermiştik. Sorguya çeken bir hakimin ilmi, bu dereceye ulaşırsa suçlunun korku şiddetinin ne olacağı kendini gösterir.
Bütün eylemler, kalpte planlanır ve organlarla icra edilir. Bu eylemlerin gizli veya açık oluşu, Allah Teâlâ için değişmez. Zira: “Allah gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediklerini bilir.[1999]
Zamahşeri'ye göre âyette geçen “hiyanet”, bakışın sıfatıdır. Bundan maksat da şüphecilerin yaptığı gibi helal olmayan bir şeye bakışların, hırsızlık yapmasıdır.[2000]
Bakış hırsızlığı, kulak hırsızlığı, kalplerin niyetleri saklama eylemi, insanların üstesinden gelemeyeceği gizli bir düşmanlık eylemidir. Bütün bunlar hıyanet sözcüğü ile dile getirilir. Söz buraya gelmişken gözlerinin hainliğinin ne olduğu üzerinde duralım.
Bakış hainliği konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Olay çok karmaşıktır. Bir bakışın iyi niyetli mi yoksa kötü niyetli mi oiduğu-nu bilmek, -bazı ipuçları elde edilse bile- insanlar için imkansızdır. İbn Abbas'ın dediği gibi bakışlardaki hıyaneti ve kalplerdeki iyi veya kötü düşünceyi sadece Allah bilir.[2001]
İbn Abbas, hain bakışı tanımlarken şunları da söyler: Bir adam kendi topluluğu içerisinde otururken oradan bir bayan geçer. Bu adam, gizlice o bayana bakmaya başlar. Fakat topluluğun sezeceğini hissederse hemen başını çevirir. İnsanlarda dalgınlık gördüğü ilk fırsatta yine bakar. İşte Allah, o kişinin, “keşke kadının saklı yerlerini de görsem” şeklindeki arzusunu bilir. [2002] Mücahid, “göz hırsızlığı Allah'ın yasaklarına bakmaktır” derken Tabiünden ileri gelen bazı alimler de, “göz kırpmanın” veya “değişik şekillerdeki göz işaretlerinin”, “gördüğü halde görmedim” demenin, “görmediği halde de gördüm” demenin bir kadına “ikinci bakışın”, hain bakış olduğunu söylerler.[2003]
Peygamberimiz (sav)'den “anî bakışın” durumu sorulunca derhal gözün çevrilmesini emreder.[2004] “Göz kırpma”yı, Peygamberimiz uygun görmemiştir. Peygamberimize bir gün münafıklardan birini biat için getirirler. Resulullah, biat için elini vermekten kaçınır. Israr edilince istemeyerek elini uzatır. Sonra sahabe ile başbaşa kalınca
“İçinizde akıllı başlı birisi yok muydu? Görmüyor muydunuz, elimi vermek istemiyordum.” Dediler ki
“Ne bilelim Ya Rasulullah! Keşke gözünüzle işaret etseydiniz.” Peygamberimiz (sav),
“Bir peygambere göz hainliği yakışmaz.” diyerek[2005] işaretin yersizliğini ifade eder. Hadis-i Şeriften de anlaşıldığı gibi topluluk içinde göz kırpmak hıyanettir. Gözün hiyanet sinyalleri verdiğine dair Câhız'ın naklettiği şu beyit güzel bir örnek teşkil eder:
“(Kadın) göz ucuyla kocasının gizli haline dehşet bir işaretle işaret etti ve konuşmadı.”
“Anladım ki göz açıp-kapamak, zelil olmuş bir dosta merhaba! Hoş geldin safalar getirdin diyordu, “[2006]
Bakış deyip geçmeyin zira:
“Bir bakış bir bakışa neler anlatır
“Bir bakış bir bakışı saatlerce ağlatır. “[2007]
Büyük bir olay veya gelecek olağanüstü büyük ilgi karşısında ağzımız ya açılır ya da aşağı yukarı hareket ettirilir. Bir şey söylemek istemediğimiz zaman da, ağız kapatılır. Bazen de gerek kendi ağzımızı gerekse karşımızdakinin ağzını elle kapatırız veya parmakları dudak üzerine koyarak sus işareti yaparız. Dudaklar da, hoşlanılan bir şeyi almak İçin açılır. Aksi durumda ise kapanır.[2008]
“Dudak bükmek”, “dudak sarkıtmak/somurtmak”, “dudak ısırmak”, “dudağının ucuna gelmek” gibi deyimlerle birtakım karakterlerin, dudaklardan okunduğuna işaret edilmiştir.[2009]
“Dil” sözcüğü de hem sesleri boğumlamaya yarayan organ, hem de insanların düşüncelerini birbirlerine aktarmada araç olarak kullanılan dil anlamında kullanılır. Dil, bir yemeği veya istenmeyen bir şeyi temsilen yahut da utanılan durumlarda dışarı atılır.[2010]
Bu önemli üç organın -çoğu mecaz olmak üzere- Kur'ân'da ifade aracı olarak bazı deyimler halinde kullanıldığı görülür. Örneğin “ağzıyla hoşnut etmek”[2011], samimi olmadığı halde bazı yaldızlı laflarla muhatabı aldatmaya çalışmanın [2012]; “eli ağıza kapamak”[2013], eli ağza kapayarak veya eliyle ağza işaret ederek konuşturmamanın [2014]; “kin ve düşmanlığın ağızdan dökülmesi”[2015], kalplerdeki kinin [2016]; “ağızda gevelemek”[2017], açık konuşmamanın ve yalan söylemenin [2018]; “sivri dil kullanmak” [2019] ise, ağır ve kırıcı sözlerle incitmenin bedensel ifadeleridir. [2020]
Bilindiği gibi “ağız, yüzde, avurtlarla iki çene arasında ses çıkarmaya, soluk alıp vermeye ve besinleri almaya yarayan boşluğun” adıdır. [2021] Dudaklar da, “ağzın, dişlerini örten ve dışarıya doğru az veya çok kıvrılan üst ve alt kenarlarından her biri”ne [2022]; dil ise, “ağız boşluğunda tatmaya, yutkunmaya, sesleri boğumlamaya yarayan etli, uzun hareketli organın [2023] adıdır. Kur'ân'da ağız sözcüğü karşılığında Arapça bir kelime olan “el-fûh” veya “el-fâh” kelimesi kullanılmıştır. Çoğulu “efvah”tır. “Fan” şeklinde tekil olarak bir [2024], çoğul olarak da on iki yerde [2025] geçer.
Tekil olarak geçtiği bir yerde “Allah'tan başkasından yardım isteyenler ancak ağzına gelsin diye suya doğru iki avucunu açan kimse gibidir. Halbuki (suyu ağzına götürmedikçe) su onun ağzına girmez. Şu halde kafirlerin duası hedefini şaşırmıştır.”[2026] Ayetinde geçmektedir.
Allah Teâlâ âyette, örneğin; “Allah rahmet etsin” veya “Allah yardım etsin” gibi dualarla ağızlarını açan kafirlerin, avuçlarını uzaktan suya açmış ağzına su bekleyen birisinin durumuna benzetmekte ve bu ağızların boşuna yorulduğunu ve bu duaların, onları sapıklık içinde tüketmeyi ifade etmekten başka bir şeye yaramayacağını ve ağzın su bekleyişinin, ona bir şeyin ulaştırmayacağını dile getirir.
Burada uzaktan suya açılmış ellerin getirceği suyun kendisine ulaşacağını bekleyen bir ağzın durumu, Allah'tan başkasından bir şey istemenin sonuçsuz kalacağının bedensel ifadesi olarak verilmiştir.
Şimdi bir dil olarak ağzın iyi veya kötü, çeşitli hallerdeki düşünceleri hangi durum ve hareketlerle ifade ettiğini görelim. Ancak burada ağız davranışlarıyla ilgili olarak vermeğe çalışacağımız “ağızla hoşnut etmek”, “eli ağza kapamak”, “ağızdan öfkenin taşması” deyimlerinin, beden diline ait bir ifade biçimi oldukları hususuna açıklık getirmede yarar vardır. Zira bunlar, tepkinin ortaya konulmasında; görüş, duyuş ve anlatıştaki özelliği veya bir anlatış biçimini (üslup) ortaya koymaktadırlar. Bir anlatış biçimimin de, sözlü dildense beden dili sınıfında düşünülmesi daha uygun olacaktır. [2027]
Fasığın, davranışı ile değil de ağzıyla birini hoşnut etmeye çalışması, kaib bozukluğunun bedensel ifadesidir.
Kur'ân'da hoşnutluk anlamında kullanılan rıza sözcüğü, sahat (katı, sert, kızgınlık)ın zıddıdır. Hoşnutluk da, kızgınlık da kalbin niteliklerindendir. [2028] “Nasıl olabilir ki! Onlar size galip gelselerdi, sizin hakkınızda ne ahit ne de anlaşma gözetirlerdi. Onlar sizi ağızlarıyla razı ediyorlar. Halbuki kalbleri buna karşı çıkıyor. Çünkü onların çoğu, yoldan çıkmışlardır.”[2029] Ayetinde ifade edildiği gibi, kafirler vefakarlıktan, dostluktan bahsederler, tatlı dil gösterirler.[2030] Ancak ilişkilerinde sözlerinin doğruluğuna en ufak bir belirti görülmez. Bu da gösteriyor ki, konuştuklarına dair kalplerinde bir istek yoktur. Zaten onlar fasıktır.
Arapça'da bir delikten girip; -düşmanı onu orada beklerken- başka bir delikten çıkıp kaçan fareye fasıkcık denir. Dine göre sözü ile işi birbirini tutmayana da fasık denmektedir. [2031] Dini kurallara riâyet etmeyen birisinin ağzıyla karşısındakini razı etmeye çalışması, sahte bir dildir. Çünkü doğruluktan nasibi olmayan bir insanın, sözünün doğru olacağı uzak bir ihtimaldir. O halde kafirlerin dil dökmelerine itibar edilemez.
Büyük bir ihtimalle “ağzıyla birini hoşnut etmek” deyimi, -dilimizdeki- “birini kandırma ve yanıltma amacıyla duygularını, düşüncelerini olduğundan başka türlü gösterecek biçimde konuşma anlamına gelen “ağız yapmak” veya dürüst konuşmaktan kaçınma anlamındaki “ağız yaymak” [2032] deyimlerinin karşılığıdır. Konuşma dilinde kullanılan bu tarz veya üslup, sahtekarlığın ifadesidir. Çünkü bu tarz konuşma, sözlü dilin ötesine giderek sözlü olmayan bildirileri içermektedir. Sözlü dil ise, seslerin, ilgili ana dilin kuralları çerçevesinde göndermelerin taşıyıcısı olduğu alandır. [2033] Bundandır ki ses tonunu indirip kaldırarak konuşma ve ağız yapma, bir duygu ifadesi olacağından bu tarz da, beden dili sınıfına sokulmuştur. Zira sesin yüksekliğinin ve ağzıyla birini hoşnut etmenin, duygularla ilgili bir ifade biçimi olduğu açıktır.[2034]
Kur'ân'da geçmiş toplulukların, ellerini peygamberlerinin ağızlarına tıkadığından söz edilir. Dilimizde “sözü ağzına tıkamak” ve “eli ağzına kapamak” karşısındakine konuşma imkanı tanımamanın ifadesidir. Bu durum Kur'ân'da şöyle anlatılır: “Sizden öncekilerin Nuh, Ad ve Semud kavimlerinin ve onlardan sonrakilerin haberleri size gel-medi mi? Onları Allah'tan başkası bilmez. Peygamberleri kendilerine mucizeler getirdi de onlar ellerini ağızlarına götürdüler ve dediler ki; Biz size gönderileni inkar ettik...”[2035]
Âyetteki zamirlerin kime ait olduğuna dair ihtilaf edilmiştir. Ya kafirler kendi ellerini kendi ağızlarına götürerek sus işareti yaptılar, ya da kendi elleriyle peygamberlerin ellerini peygamberlerin ağızlarına götürerek onlara konuşma fırsatı vermediler. [2036] Hangi ihtimal olursa olsun, netice aynıdır. Maksat, karşısındakini dinlemediğini bedensel olarak ifade etmesi ve susturmasıdır. Araplarda “red” fiiliyle “eli ağza götürmek” ifadesinin olmadığı; ancak “addü'l-eyd/elleri ağza kapamak” deyiminin bulunduğu [2037] ki, bunun da, kızgınlığı ifade ettiği nakledilir. Bazılarına göre de, “redde yedehu fi fîhi= elini ağzına tıkadı”, sükut ettirdi, yani elleriyle ağzına işaret ederek susmayı ima etti [2038] şeklinde kullanılır. Âyette anlatılmak istenen de budur. Bu da, beden dili içinde bir ifade biçimidir. [2039]
Yukarıda ifade edildiği gibi bir duygu aktarımı, beden dili alanına girer. Bu bakımdan konuşurken ağızdan öfkenin taşması, bu alana sokulabilir.
Kur'ân'da anlatıldığına göre Medine'de müslümanlarla iç içe yaşayan bazı münafıklar vardı. Bunlar müslümanlara karşı büyük bir kin ve iliklerine işlemiş bir düşmaniık beslemekteydiler. Bir kısım Müslümanlar, bu tür Allah düşmanları karşısında aldanıp dostluklarını sürdürmekte; zaman zaman da onlara bazı sırları açabiimekteydiler. Allah Teâlâ, onların müslümanlara karşı durumlarını açıklayarak onlarla alakayı kesmeyi şu âyetle emretti: [2040] “Ey iman edenler! Sizden olmayan kimseleri sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık etmekten asla geri durmazlar, hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Gerçekten kin ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerinden) belli olmaktadır. Kalplerinde sakladıkları ise daha büyüktür..”[2041]
Bundan sonra gelen âyetlerde de ifade edildiği gibi, Müslümanlar, onları sevdiği halde onlar müslümanları sevmezler. İnananların yanında inançiı görünürler, kendi başlarına kaldıklarında da kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. Müslümanların başına bir bela geldiğinde sevinir, başarıiı durumlarında da üzülürler. [2042] Onların her türlü hareketlen ve bütün organları, sevgi gösterilerini yalanlar. Çünkü ağızlarından, istihza, yalanlama ve düşmanlık her fırsatta kendini gösterir.
Kurtubi'ye göre Aliah Teâlâ'nın, âyette “dil” yerine “ağız” kelimesini özellikle zikretmesi, onların konuşurken ağızlarının iki tarafının kinle dolması ve inananların sözlerini ağızlarıyla sık sık kesmelerinden dolayıdır. Yoksa kin, onların gözlerinden de belli olur. [2043] Böylece organlarından birçoğu, kalpteki kini kendi beden dilleriyle ortaya koyarlar. [2044]
Dudaklar, Kur'ân'da bir yerde geçer ve Allah'ın bir nimeti olarak zikredilir.[2045]
Dilden maksat da, konuşma organı olan dildir. Dil ve dudaklar konuşma eyîemine yardımcı olan iki önemli organdır. Görevleri, hem insanlardaki duyguların açıklanmasına yardımcı olmak, hem de gerçekleri dile getirmektir. Allah, insanı konuşma yeteneği ile diğer varlıklardan üstün kılmış ve onları güçlü bir konuşma organıyla donatmıştır.
Beled suresinde Allah Teâlâ, insandan bahsederken onun, yanlış kanaatlere sahip olduğundan; özellikle kendi üzerinde bir güç olmadığı zannına kapıldığından; mal, mülk ve servet tüketimiyle öğünüp durduğundan söz eder. [2046] Sonra “Kimsenin kendisini görmediğini mi sanıyor? Biz ona iki göz vermedik mi? Bir dil ve bir çift dudak ve ona (kötülüğün ve iyiliğin) iki yolunu da göstermedik mi?”[2047] Sözleriyle insanı insan yapan organ, güç ve yetenekleri kendisinin verdiğini ifade ederek; bu organların kötüye kullanılmamasını ve bunların şükrünün ödenmesinin gerekliliğini vurgular.
Bu organların yaratılış gayesi, hem yaratanını tanımak, hem de O'nu ağızdan düşürmemektir. Konuşma organı, Kur'ân'da Usan sözcüğü ile ifade edilip; bu sözcük, hem konuşma organı hem de konuşulan dil anlamında kullanılmıştır. Bu kelime Kur'ân'da 25 yerde geçmektedir. Bunlardan 1 5 tanesi tekii, 10'u da çoğuldur.[2048]
Kur'ân, dillerin kötüye kullanıldığını şu âyetlerle verir: “Dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak “Bu helaldir, şu da haramdır.” demeyin. Çünkü Allah'a karşı yalan uydurmuş oluyorsunuz.”[2049], ahlaken neyin doğru neyin yanlış olduğu konusunda keyfî görüşler ortaya koyma cesaretini gösteriyorsunuz. Bu da yetmiyor; içinizden bir grup, Peygamberin eşine iftirada bulunuyor, “Sizde, bu iftirayı dilden dile birbirinize aktarıyor ve hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyi ağızlarınızda geveleyip duruyorsunuz. Bunun önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Halbuki bu Allah katında büyük bir suçtur.”[2050] kaldı ki “İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen; yazmaya hazır bir melek bulunmasın.”[2051]
Kur'ân diüe ilgili ifadelerde çoğu zaman mecaz dilini kullanır. Genellikle bu mecazlar, mürsel mecaz cinsinden olduğu için bunlar, hem hakikat hem de mecaz aniamda kullanılabilirler. “Dillerin yalan uydurması”, “ağızda gevelemek”, “sivri dil kullanmak”, “dil uzatmak” ve “diline dolamak” deyimleri buna örnek teşkil eder. Yukarıda da ifade edildiği gibi deyimlerle anlatım, duygu ifade biçimleri (üslup) olarak değerlendirilerek; bu anlatış biçimleri de beden dili sınıfına sokulabilir. Zira deyim de, genellikle gerçek anlamından az çok ayrı, ilgi çekici bir anlam taşıyan kalıplaşmış anlatımdan ibarettir. [2052]
Dilimizde “lafı ağzında gevelemek” söylemek istediğini söyleyememek anlamına gelir.[2053] Buna, sözü eğip bükmek de denir. Kur'ân, bu duruma düşen ehl-i kitabı bize şöyle tanıtır: “Ehl-i kitaptan bir grup, okuduklarını kitaptan sanasınız diye kitabı okurken dillerini eğip bükerler. Halbuki okudukları kitaptan değildir. Böylece bile bile Allah'a karşı yalan söylerler. “[2054] Aslında bu ahlaksızlık, kitap ehline has bir özellik değil, toplumun her kesiminde rastlanan bir durumdur.
Yukarıda âyette “dili eğip bükmek” veya “gevelemek” diye tercüme ettiğimiz kelimenin aslı “Leva”dır. Bu kelime, söz veya haber için kullanıldığı zaman “söylenenin gerçeğe ters düşmesi”, “verilen haberin de olduğu şekilde anlatılamaması” anlamına gelir. [2055] O halde söz dilde ge-veleniyorsa, bu, konuşulanların yalan olduğunu ifade eden bir dil olur.
Dilde gevelemek, bir duygu aktarımı kabul edilerek bu tarz konuşma da beden dili sınıfına dahil edilebilir. [2056]
Kur'ân'da, inançlı görünüp hallerini gizleyenlerin, iki durum sergilemek suretiyle karakterlerini nasıl ortaya koydukları; tehlikeli durumlardaki acındırıcı halleriyle, rahata kavuştukları andaki kullandıkları iğneleyici dilleri şöyle tasvir edilir: “Allah içinizden müminleri muharebeden alıkoyanları ve yandaşlarına “Bize katılın.” diyenleri çok iyi bilir. Geldiklerinde de çok cimridirler. Yardımlarını sizden esirgerler. Ama sonra bir tehlike ile karşılaşınca ölümün gölgesinde yaşayan birisi gibi gözlerini döndürerek (yardım dilenmek için) sana baktıklarını görürsün. Tehlike geçince de -iyiliğinizi çekemeyip- mala düşkünlük göstererek sivri dilleri ile incitirler. Bu gibi insanlar İman etmiş değillerdir... “.[2057]
Âyette anİatıian tipler, sıkıntılı ve tehlikeli durumlarda felçli insanlar gibi titrek, korkak, ürkek ve çekingen; yardım istendiği durumda son derece cimri; güven ve rahat ortamında; örneğin ganimet dağıtımı [2058] esnasında ise, çok konuşan ve kendini beğenen bir kahramandır. Bu son durumlarında seslerini yükselterek, büyüklenip avurtlarını şişirerek sivri bir dille etrafındakileri incitmekten geri kalmazlar.
Âyette geçen “selekûküm bi elsinetin hidâdin/sizi sivri dilleriyle incitirler” ifadesinde geçen “elsinetin hidadin” terkibindeki “elsine” kelimesi Lisan'ın çoğuludur. Konuşma organı demektir. “Seiak” kelimesi de eziyet etme, incitme anlamına gelir.[2059] “Sivri dil” deyimi, dilimizdeki “diliyle sokmak/ağır ve kırıcı sözler söylemek” deyiminin karşılığıdır [2060] ve bu da bir tür duygu anlatış biçimidir. [2061]
Bilindiği gibi Mumtehine süresinde genellikle inananlarla inkarcıların ilişkileri eie alınmakta ve bunlar arasındaki çok önemli bir noktaya: “Benim de düşmanım sizin de düşmanınız olanlara sevgi göstererek, gizli muhabbet besleyerek onları dost edinmeyin. Oysa onlar size gelen gerçeği inkar etmişlerdir. Rabbiniz Allah'a inandığınızdan dolayı Peygamberi de sizi de yurdunuzdan çıkarıyorlar. Ben sizin saklı tuttuğunuzu da açığa vurduğunuzu da en iyi bilenim. Sizden kim bunu yaparsa (onları dost edinirse) doğru yoldan sapmış olur.”[2062] âyetiyle dikkat çekmekte ve hemen bunun peşine: “Şayet onlar sizi ele geçirirlerse, size düşman kesilecekler, size ellerini ve dillerini kötülükle uzatacaklardır. Zaten inkar edivermenizi istemektedirler.”[2063]
İkinci âyette geçen “bast” kelimesi aslen yayma, uzatma, açma, genişletme anlamına gelmektedir. Bu kelime, mecazen bazen el ile cömertlik; yüz ile neşelenmek [2064], bazen de eüe vurmak ve “diliyle sokmak”[2065], şiddetle hücuma geçmek, saldırmak [2066] ve kötü söz söylemek anlamında kullanılır. [2067] Konumuz olan “dil uzatmak” deyimi, dilimizde de “bir kimse veya bir şey için kötü söz söylemek”[2068] anlamına gelmekte ve hücum, saldırı ve kötü sözün ifadesi için kullanılmaktadır. [2069]
“Dile dolamak”, “Diline dolamak” veya “diline takmak”, “bir şeyi durmadan her yerde tekrarlamak” ve “bir kimseyi her yerde kötülemek” anlamına gelen [2070] bir anlatış biçimidir.
Bu tür bir hareket, hem suç sayılan şeylerin yayılması ve kabuİ görmesine yol açar, hem de suçlanan kimseyi aşırı derecede rencide eder. Hatta fayda yerine zarar getirir. Bir de bu dile dolanan şey iftira ise onun zararını hesap etmek son derece imkansızdır.
Bir şeyi “dile dolamak”, Kuran'da Hz. Ayşe'ye yapılan iftiranın yayılması münasebetiyle anılmış ve böyle bir hareketin Allah nezdinde çok büyük bir suç olduğu ilan edilerek; bunun, toplumsal bir yara açacağına dikkat çekilmiştir. İfadesi aynen şöyledir: “Siz bu iftirayı dilden dile birbirinize aktarıyor; hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyi ağızlarınızda geveleyip duruyorsunuz. Bunun önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Halbuki bu, Allah katında çok büyük (bir suç)tur. Onu duyduğunuzda: “Bunu konuşup yaymamız bize yakışmaz. Haşa! Bu çok büyük bir iftiradır” demeli değil miydiniz? Eğer inanmış insanlarsanız, Allah bir daha buna benzer tutumu tekrarlamaktan sizi sakındırıp uyarır. Ve Allah âyetleri size açıklıyor. Allah (işin iç yüzünü) çok iyi bilir, hüküm ve hikmet sahibidir. İnsanlar arasında çirkin şeylerin yayılmasını arzulayan kimseler İçin dünyada da ahirette de çetin bir ceza vardır. Allah bilir siz bilmezsiniz.”[2071]
Âyette geçen “iz telekkavnehü bi elsineti küm”, “siz o iftirayı dile dolamıştınız” cümlesinde geçen “telakkavne” kelimesi, “yüze arız olup ve onu bir tarafa doğru eğen hastalık”anlamında kullanılan “el-lakvetü”den alınmıştır. Bu sözcük, dil için kullanıldığında sözü ağızdan ağza dolaştırmak anlamına gelir. [2072] Bir toplumda başıboşluğun ve değerlerin çiğnenip ayaklar altına alınmasının diilendirilmesi anlamına gelen “dile dolama” eylemi, çirkin bir toplumsal dildir. Buna fırsat tanımak insanlık ayıbıdır. Toplumun bu çirkin dili susturması toplumsal barış ve iç huzuru için önemli bir görev olur. [2073]
Ses, iletişimde sanıldığından çok daha önemlidir, insanlar, ihtiyaçlarını olduğu gibi duygu, düşünce, heyecan, sevgi, kin ve düşmanlıklarım da yüz hareketleri kadar ses tonlarıyla da ifade ederler. [2074] Seste çığlık, korku veya hayreti; inleme, acı ve mutsuzluğu; içini çekme, üzüntüyü; gülme ise keyifli oiuşu gösterir. Sesin titremesi ve kesikli oluşu, aşın kederliliğin; şiddetli, keskin ve tiz oluşu ise, genellikle öfkeli olmanın işaretidir.”[2075]
Çeşitli duyguların ifadesi olan ses [2076], yalan söylediğimizi de gösterir. Mucit Allen Bell, Psikolojik Gerilim ölçer (Psychological stress evaluator=PSE) adında bir aygıt yapmıştır. Bu aygıt, seste insan kulağı tarafından algılanmayan titremeleri ölçmektedir. Ses normal olarak saniyede 8 ile 14 devir arasında bir hızla titreşir. İnsan, gerçeği konuştuğu zaman sesi kontrol eden kaslar rahat ve düzenlidir. Yaian söyleyince, yalandan doğan zorlanma, doğal olmayan birtakım gerilimler yaratır ve böylece ses düzeni değişir.[2077]
Sesin çeşitli nitelikleri vardır. En önemlisi tonudur. Sesin tonu, dar veya geniş, inişli veya çıkışlı olabilir. Tonun iyi kullanımı, dinlenme şansını artırırken, aksi de dinlemeyi zorlaştırır. Sözcüklere anlam kazandırmak için ses yüksekliğini değiştirmek, anlamı kontrol etmek açısından çok yararlıdır. Sesin yüksekliği, bazen duygusal yoğunluğun [2078], bazen doğruluğun, bazen de cehaletin, göstergesi olabilir. Onun için sesin temposunu iyi ayarlamak gerekir. Bazı ses nitelikleri ise, fazla yoruma açıktır. Örneğin yumuşak konuşma, hem etkinliğin, hem zayıflığın, hem de güçlülüğün ifadesi olabilir. Saygın insanların yumuşak konuşması, güçlülüğe, zayıf yapılı insanlarınki ise yaptırım güçlerinin azlığına delalet eder. [2079] Demek oluyor ki sadece ses, etkinlik için belirleyici değildir. İnsanın bilgi, şahsiyet, ağırlık ve vücut hareketleri bu konuda büyük önem arz etmektedir.
Yüksek ses, dinleyicinin dikkatini çekmek ve konuşmacının konuya ilgisini güçlendirmek açısından yararlıdır. Bu, ayrıca konuşmacının yavaş söylediği sözcüklerin etkinliğini de artırır.
Ses, sahip olunan en değerli sözsüz iletişim araçlarından biridir. [2080] İlişkilerde ifade tarzı ve ses trafiği ile ilgili önemli ipuçları vardır. Konuşma üslubu ve ses tonları, insanlar arasında bazen anlaşmayı kolaylaştıran, bazen saklananları ifşa eden, bazen de tehdit unsuru olup işi çıkmaza sokan ifade biçimidirler.
Ses tonunun, çeşitli duyguların ifadesinde etkinliği gibi bedenin bir bütün olarak gönderdiği sinyallerle, konuşmanın uyum içinde olmasının, iletişimdeki etkinliği de, tartışılamaz. Sağlıklı bir iletişimde baş, muhataba doğru çevrilir, göz göze bakılır, bedenin üst kısmı öne doğru meyiilenir, ayaklar ve bacaklarda, ilişki içinde bulunulan kişiye doğru yönlendirilerek; onların duruşu da, engel oluşturmaması, huzursuzluk ve kaçış izlenimini vermemesi sağlanır.[2081]
İlgi veya ilgisizlik işaretleri olan hareketler, konuşma gruplarında önemli rol oynar. Üç kişi bir arada bulunduğu esnada bunlardan ikisinin birbirine biraz fazla ilgi göstermeleri, üçüncü şahsı sohbetin dışında bırakmakla kalmayıp onu rencide edecektir. [2082] Bu bakımdan konuşmacıların eşit ölçülerde katılımının sağlanabilmesi için ele geçirilen her fırsat değerlendirilerek kişiler arasında engeller oluşturmamaya ve konuşmaya dinamiklik kazandırılmaya dikkat edilmelidir. [2083] Elbette ki konuşma üslubu, bedensel hareketlerden daha önemlidir. Ayrıca grupta başta gelen (dominant) kişilerin, konuşmaya katılmaları için özel çaba göstermemeleri ve ayak ayaküstüne atma gibi davranışlarla statü farklarını ortaya koymamaları, grupta rahatlık sağlayabilir.[2084]
Karşılıklı konuşma esnasında ses tonunun iyi ayarlanıp uygun kelimelerin seçilerek konuşmada ölçülü, yatıştırıcı ve nazik bir dil kullanımının da iletişimin başarılı olmasında önemli rol oynayacağı unutulmamalıdır. Kur'ân'da bu tür ifade, ruhun huzur bulduğu aklın ve dinin güzel gördüğü anlamına gelen “kavl-i maruf/güzel söz” [2085] deyimiyle adlandırılır.
Yukarıda duyguların ifadesinde göz ve ağız hareketleriyle ilgili verilen birçok olumsuz davranış “kavl-i marufun dışında kalır. [2086]
Kur'ân, fayda getirmeyen şeylere sınır koyup insanları daima yararlı işlere yönlendirir. Bu yarar, ister ferdin kendisine, ister başkasına, isterse topluma yönelik olsun değişmez. Boş ve eğlencenin dışında bir özelliği olmayan İş, söz ve düşüncelerden sakındırır, “insanlardan öyiesi var ki, her-hangi bir ilmi delile dayanmadan Allah yolundan saptırmak ve sonra da onunla alay etmek için “boş lafı” satın alır. İşte onlara rüsvay edici bir azap vardır.”[2087] âyeti bu sakındırmaya örnek teşkil eder.
Ayette geçen “boş laf”, “lehve-l-hadis” terkibinin karşılığıdır. Lehv, Arapça bir kelimedir. “İnsan için önemli olan ve onu ilgilendiren şeylerden meşgul eden her şeye Lehv denir”. Oyun ve oyuncak anlamını ifade eder.” [2088] “Hadis” de, ister uyanık isterse uyku halinde vahiy ve vahyin dışında insana ulaşan her söze denir. Buna göre “lehve'l-hadis” terkibi, insana yararı olmayan ve onun zamanını öldüren boş sözlerdir. Bu sözün, insana yazı veya başka yolla ulaşmış olması, durumu değiştirmez. Müfessir Elmalı'nın dediği gibi “İnsanı oyalayan, işinden alıkoyan sözler, asılsız hikayeler, masallar..., tarih kılıklı efsaneler, güldürücü lakırdılar, gevezelikler [2089] boş sözün kapsamına girer. Zaten 'Allah katına ancak güzel sözler yükselir.'“[2090]
'“Doğru söz'“, kökü sapasağlam, dallan göğe doğru uzanan güzel, diri bir ağaç gibidir ve çirkin bir sözün durumu ise, kökü toprağın üstüne çıkarılmış, bütünüyle kararsız, dayanaksız, çürük bir ağacın durumuna benzer.”[2091]
Kur'ân'ın, sözün güzelini önermesi bir tarafa nerede neyin konuşulacağını da kontroi altına alır. Örneğin “evlerin arkasında gürültü yapmamayı [2092], fasık birisinin getirdiği haber karşısında itinalı [2093] alay etmemeyi, lakap takmamayı, ayıpiamamayı [2094], insanlara [2095]; bu arada yakınlara, yoksullara ve yetimlere [2096] gönül alıcı [2097], güzel ve doğru söz söylemeyi[2098], sözün güzeline yönlendirmeyi emreder. [2099] Zannın çoğunu, kusur araştırmayı, arkadan konuşmayı [2100] yalan ve uydurma söz söylemeyi [2101], yılışarak konuşmayı [2102], kötü sözün açıkça söylenmesini [2103], dilleri eğip bükmeyi [2104], eli ve diü kötülükle uzatmayı [2105], içinde olmayanı söylemeyi [2106], arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi [2107], yaldızlı [2108] ve ağır söz [2109] söylemeyi yasaklar. Ağızdan çıkan her sözün de kayda geçtiğini haber verir. [2110] Firavun ve benzerlerine yumuşak [2111]; Aklı ermezlere güzel konuşmayı [2112], cahilleri de cevapsız bırakmayı [2113] emreder. Bunlara ek olarak nazik, yumuşak [2114] ölçülü [2115], yüceltici [2116] ve yatıştırıcı [2117] konuşmayı öğütler.
“Allah, yapılmayan şeyleri söylemeyi [2118], arkadan çekiştirmeyi ve kusur araştırmayı [2119] yasaklar.” [2120]
Kur'ân ses trafiğinde -derecesine göre- özel ve genel olmak üzere hiyerarşiyi belirler. Olması gerekeni söyleyip bu konuda ahlakî kuralı koyar. [2121]
a- Peygamberin yanında yüksek sesle konuşmayı yasaklar: “Ey iman etmiş olanlar! Sesinizi Peygamberin sesinden daha fazla yükseltmeyin!”, “Birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi onunla konuşmayın yoksa bütün güzel ve iyi işleriniz, siz farkında olmadan boşa gitmiş olur. Bakın, Allah'ın elçisinin huzurunda seslerini kısanlar var ya, işte onlar kalpleri, kendisine karşı sorumluluk bilinci ile (doldurularak) Allah tarafından sınananlardır. Onlar için bağış-lanma ve büyük bir mükafat vardır”.[2122]
b- Anne ve babaya karşı yumuşak davranma emredilir. “Rabbin başkasına değil yalnızca kendisine kulluk etmenizi ve ana-babaya iyi davranmanızı emretti. Eğer onlardan biri ya da her ikisi senin yanında kocarsa, onlara sakın “öf” demeyesin; onları azarlamayasın; onlara saygılı, yüceltici sözler söyleyesin.”[2123]
c- Birbirimizi Ey Ali! Ey Hasan gibi ve yüksek sesle çağırdığımız gibi Peygamber (as)'ın çağrılması yasaklanır.[2124]
d- Bazı alimler, alimlerin yanında da yüksek sesle konuşulmasının uygunsuz olacağı görüşündedirler.[2125]
Allah Teâlâ, bütün davranışlarda ölçülü olmayı emreder; özellikle de ses tonunun yükseltilmemesini ve insanları rahatsız edecek çevrelerde bağırıp çağırılmamasını emreder.
a- Birincisinin örneğine, Hz. Lokman (as)'ın oğluna öğütünde görüyoruz: “(Ey Oğlum!) Davranışlarında tabiî ol, sesini alçalt. Unutma ki seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.”[2126]
b- Evlerin arkasında gürültü yasaklanır: “Ey Peygamber seni evinin dışından çağıranlar var ya, işte onların çoğu akıllarını kullanmazlar.”[2127]
Kur'ân'ın ses trafiğinde önemine vurguda bulunduğu birkaç hususa değinmeden geçemeyeceğiz.
Yukarıdaki âyetlerin birinde: “sesi Peygamberin sesi üzerine yükseltmemeği, aksi halde amellerin boşa giderileceği”[2128]; ikincisinde: “seslerini kısanların takva ile sınava çekildiği”[2129]; üçüncüsünde de: “evlerin çevresinde bağırarak konuşanların aklı ermez kimseler oldukları”[2130] hususuna değinmiştik. Âyetlere dikkat edilirse ses trafiğinde “e-dep”, “takva” (sakınma) ve “gözetilen hak” gibi üç önemli ilkeye dikkat çekilmektedir. Hiçbir şey ilkesiz ne ayakta durabilir ne de gerçek fonksiyonunu icra edebilir. Bir beden dili biçimi olarak “ses tonu”nu izaha geçmeden önce buradaki ilkelerin fonksiyonu üzerinde durmada yarar vardır.
Allah'a bağlı olan dünya; Allah'a, Resulüne, insanın kendine ve başkalarına karşı ecfeb'in, takva'run ve hakka rayet'in bulunduğu bir dünyadır. Bu dünya, adı edilen bu üç unsurla ayakta durur. Burada bu üç ilkenin sadece ses trafiğindeki yeri üzerinde durulacaktır. [2131]
Edep sözcüğünün asıl anlamı çağırmaktır. İnsanı güzelliklere çağıran kötülüklerden uzaklaştıran bir nitelik olduğundan dolayı kendisine bu isim verilmiştir. [2132] Buna göre edep, iyi terbiye, naziklik, usluluk, zariflik [2133] demektir.
Edep, konuşmada söz konusu olunca söz zarifliği ve güzelliği kastedilir. Ses tonunu iyi ayarlamak ve güzel kelimeler seçmek söz güzelliğinin olmazsa olmaz şartıdır.
Kur'ân, “Seslerinizi peygamberin sesi üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi Peygambere yüksek sesle bağırmayın.” [2134] ilkesini koyar. Bilindiği gibi ilkeler, tek şahıs için konulmaz. Ancak tek şahıs baz alınıp genele teşmil edilebilir. Her şeyde olduğu gibi konuşma adabında da Peygamber esas alınmıştır. Birine hürmet ve saygı ilkesi belirlenince, bu saygı ve hürmet yukarıdan aşağıya doğru belirlenmiştir. İlim ve takva Allah'tan verilen bir derece sayılarak saygıda bunların sahiplerine öncelik tanınmıştır. Melekler'in Adem'e secdesinin anlamı budur. [2135] Kur'ân'a göre üstünlük, ilim [2136], takva [2137] ve yaptıkları işlerle [2138] belirlenmiştir. Yaşlılık, saygı için; küçüklük de, sevgi için bir nitelik sayılmıştır. Peygamberimizin “Büyüklerimize saygı küçüklerimize de sevgi ve merhamet göstermeyen bizden değildir. “[2139] sözü bunun delilidir.
İşte biz ses trafiğinde bizim için en güzel örnek kılınan [2140] Hz. Peygamberi esas alıyoruz. Söze, “O'nun sesinin üstüne seslerinizi yükseltmeyin.” âyetinin inişine sebep olan olayı vererek başlayalım. Buha-ri de nakledildiğine göre İbn Müleyke şöyle demiştir: Az kalsın iki hayırlı kişi; Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer mahvolacaktı. Beni Temim'den bir heyetin geldiği zaman, bunlar Rasulullah'ın yanında seslerini yükseltmişlerdi. Onlardan biri, başlarına emir yapması için, Mücaşi oğullarından kardeşi Akra b. Habis'i; diğeri de, başka birini önermişti, (ravi bunun ismini hatırlamıyor) Hz. Ebubekir, Hz. Ömer'e
“Bana muhalefet etmek istedin.” dedi. O da “Sana muhalefet etmek istemedim.” diye cevap verdi. Bu arada seslerini yükselttiler. Bunun üzerine yukarıdaki âyet nazil oldu. İbn Zubeyr'in naklettiğine göre Hz. Ömer, bu âyetten sonra anlayıncaya kadar hiç konuşmaz Rasulullah'ı dinlerdi.[2141]
“Peygamberin sesi üstüne sesleri yükseltmeme”, ve ona yüksek sesle bağırmama değişik şekillerde anlaşılmıştır.
a- Hakiki anlamda sesin yükseltilmemesi kastedilmiştir. Zira sesin yükseltilmesi saygı ve hürmet azlığına delildir. [2142] Halbuki âyet, Rasulullah'a tazim için sesi alçaltmayı emreder.[2143] Bazı bilginler, alimlerin meclisinde de sesi yükseltmenin hoş karşılanmadığı kanaatini taşırlar.[2144] Hatta Ebubekir el-Cassas (v. 370/980)'a göre adı geçen âyetlerin, Peygamberimizi tazim ve Onunla ümmeti arasındaki farkı belirlemek üzere inmiş olmasına rağmen, anne-baba, bilgin, ibadete düşkün, dinin emirlerini ayakta tutan ıslahatçı ve yaşlılar... hakkında da bize terbiyeyi öğretmektedir.[2145]
Ebubekir İbnu'l-Arabî (v. 543/980)'ye göre Hz. Peygambere diri iken yapılan hürmet öldükten sonra da devam eder. Onun (sav) bize rivayet edilen sözleri, kelimeleriyle işitilmiş sözleri gibidir. O'nun sözleri bir yerde okunduğu zaman orada bulunanın sesini yükseltmemesi vaciptir. Peygamberin meclisindeymiş gibi dinler, onlardan uzaklaşamaz. Hürmetin devamlılığına: “Kur'ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin.”[2146] âyeti delildir. Zira Hz. Peygamberin sözü de vahiydendir. Bazı istisnalar olsa bile Kur'ân'a gösterilen hürmet gibi onun sözlerine de hürmet gerekir.[2147]
b- Hz. Peygambere “Ya Muhammed” veya “Ya Ahmet” şeklinde değil de “Ya Nebiyyullah! Ya Resulallah!” şeklinde hitap edilmesi istenmektedir. Maksat Hz. Peygamberin ululanmasıdır. Rivayete göre münafıklar, Rasulullah'ın yanında seslerini yükseltiyorlardı ki örnek alınsın da Rasulullah'ın saygınlığı giderilmiş olsun. İşte Müslümanlar münafıklara benzer tarzda seslerini yükseltmekten yasaklandılar.[2148]
Âyette geçen “birbirinize bağırdığınız gibi” kaydından anlaşıldığına göre buradaki yasak, fısıldamaya varacak tarzda açık konuşmayı engelleyen bir yasak değildir. Bu yasak, kendi aralarındaki laubali tarzdaki lakaydiliğe ait bir yasaktır. [2149] Zira “Hz. Peygamber Müminlere kendi canlarından daha üstündür”.[2150] “Ona karşı saygısızlık, amellerinin boşa gitmesinin sebebi sayılmıştır.” [2151] Şöyle ki birisi Hz. Peygamberin yanında laubalilik yapar ve sesini yükseltirse; bu hareket, Peygamberi küçümsemeye hakir görmeye ve hatta irtidada kadar götürebilir.[2152] Dolayısıyla da âyette ifade edildiği gibi bu tür davrananların amelleri boşa gider. Bazı bilginlere göre “Seslerinizi Peygamberin sesinin üstüne yükseltmeyin”den maksat O'nun yanında çok konuşmayındır. Zira birinin yanında çok konuşmak, karşısındakinin sükut etmesini gerektirir. Peygambere konuşma fırsatı tanımamak caiz değildir.[2153]
Bilindiği gibi takva, zarar ve eziyet veren şeylerden, korunma anlamına gelen “vikaye” mastarından alınmıştır. Takva, korkulan şeylerden nefsi korumak ve korunmaya girmektir.[2154] Buna göre din ıstılahında takva: “insanın kendisini Allah'ın vikayesine koyarak ahirette zarar ve elem verecek şeylerden iyice koruması, tabiri aherle seyyiatten tevakki ve hasenatı iltizam etmesi” demektir. [2155] Daha açığı Allah'a itaat edip hiç isyan etmemek, O'nu daima hatırda tutup unutmamak ve O'na şükredip nankörlüğe düşmemektir”. [2156] Allah Teâlâ, Peygamberimiz (sav)'in yanında seslerini kısanların bu hareketini şu ifadelerle takva saymıştır: “Allah'ın elçisinin huzurunda seslerini kısanlar, şüphesiz Allah'ın kalplerini takva ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük mükafat yardır.”[2157]
Allah'ın emirlerine ta'zim, takvadan sayıldığı gibi Rasulullah'a tazim de, Allah'a olan takvadan sayılmıştır. [2158] Rasulullah'ın sesinin üstüne seslerin yükseltilmeme emri gelince sahabeden bazı kimseler büyük telaşa kapıldılar ve Rasulullah'ın yanında konuşmamaya yemin edenler bile oldu. Hz. Ebubekir onlardandır. Hz. Ömer de, artık Rasulullah'ın konuşması bitinceye kadar konuşmamaya başladı. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi.[2159]
Kur'ân, ses tonundaki ayarlamayı, sadece karşılıklı konuşmalar için değil de sokaklardaki rahatsız edici konuşmalar için de yapar,
Mekke'nin fethinden sonra İslam'a girmek için Medine'ye heyetler gelmeye başladı. Beni Temim heyeti, bunlardan biridir. Gelen insanlar, çölde yaşayan kaba insanlardı. Rasulullah'ın odalarının arkasından “Ya Muhammed! Bizim yanımıza çık!” diye bağırıyorlardı. Bunun üzerine. “(Rasulum) sana odaların arka tarafından bağıranların çoğu aklı ermez kimselerdir.”[2160] âyeti inerek evlerin çevresinde dahi insanları rahatsız edici bağırma ve çağırmaların kendini bilmezlere ait olduğunu ifade eder. [2161] Böylece Kur'ân sokaklardaki ses trafiğine de ölçü koyar.
Konuya beden dili açısından baktığımız zaman konuşmada ses tonu, beden dili kategorisine girdiği kabul edilmiştir. Buna göre, “Sesini kıs.”[2162] “Seslerinizi Nebinin sesi üstüne yükseltmeyin.”[2163], sözleri tevazua teşvik etmekte; “Odaların arkasından bağıranların çoğu aklı ermezlerdir.”[2164] sözü de, kabalığın, çirkinliğine işaret etmektedir. Aynı zamanda su-i edepten dolayı azarlamadır. “Eğer onlar, sen yanlarına çıkıncaya kadar sabretselerdi, elbette kendileri için daha iyi olurdu...”[2165]
Kurtubi'nin dediği gibi Rasulullah kendisine ait çok önemli işlerin dışında bütün zamanlarını insanlara ayırıyordu. Onu bu durumlarda sıkıştırmak, su-i edepten sayılmıştır.[2166]
Ses tonunun ilkeleri ile ilgili bu açıklamalardan sonra şimdi onların Kur'ân'da ifade ettikleri anlamlara geçebiliriz. [2167]
Daha önce ses tonlarının, duygu, düşünce, heyecan, sevgi, kin ve düşmanlığı ifade ettiği gibi seste çığlığın, korku ve hayretin; inlemenin, acı ve mutsuzluğun; içini çekmenin, üzüntünün; gülmenin, keyifli olmanın; sesin titremesinin, kesikli oluşunun, aşırı kederfiliğin; şiddetli ve tiz oluşunun da, genellikle öfkeli olmanın işareti olduğunu söylemiştik.
Değişik vesile ile değişik varlıklar aracılığıyla ses tonlarının kullanıldığına dair Kur'ân'da bazı örneklere rastlarız. Ancak ifadelerin bazısının mecazî anlamda kullanıldığı görülür. Şimdi bunlardan bir kaçını verelim. [2168]
Yaygara1, dilimizde gereksiz olarak yüksek sesle bağırıp çağırma anlamına gelmektedir. [2169] Bu sözcüğün Arapçadaki karşılığı “fezz” kökünden gelen “istifzaz”dır. Bu kelime, “ses” sözcüğü ile kullanıldığında, hak ve doğrudan, kaydırmak ve baştan çıkarmak için yaygarayı basmak veya yaygara koparmak anlamına gelir.[2170]
Bu, kelimenin Kur'ân'da bu anlamda “vestefziz... bi savtıke” terkibiyle bir yerde: “Şeytan aldatmacası” vesilesiyle: “Onlardan gücünün yettiği kimseleri sesin ve çağrınla ayart...”[2171] Yani yaygaranla yoldan çıkar, saptır şeklinde geçmesi anlamlıdır. Çünkü şeytanın görevi budur. Bu kavram, saptırma rolünü üstlenenler için kullanılabilir. Zira mücadelede ses de kullanılır. Örneğin düşmanı taciz etmek, pusuya düşürmek için naralar atılır. Ortaya çıkınca da saldırılır. [2172] Dikkat edilirse bu bağırmanın altında yatan maksat hangi anlamda olursa olsun aldatmadır. [2173]
Ah çekip inlemek, derin bir keder veya özlemle üzüntü belirten kesik sesler çıkarmaktır.[2174]
Kur'ân'da bu tür sesler, cehenneme atılan bedbaht insanların ve fokurdayan cehennemin çıkardıkları sesler tasvir edilirken şöyle zikredilir: “Bedbaht olanlar ateştedirler Orada onlar ah çekip inleyeceklerdir.”[2175], “Orada onların payına ah çekip inlemek düşecektir...”[2176], “Cehennem ateşi uzak bir mesafeden kendilerini görünce onun öfkelenişini, hıçkırığını (müthiş kaynamasını) ve uğultusunu işitirler.”[2177] “Ah çekip inlemek” veya “hıçkırığa boğulmak” deyimlerinin âyetlerdeki karşılıkları “şehîk” ve “zefîr” kelimeleridir. Şehîk, nefesi içeri çekmek, “zefîr” de nefesi dışarı vermektir. Tersi anlamında kullanıldıklarını söyleyenler de vardır. “Zefîr”, ayrıca insan gönlünün gamla dolması anlamına da gelir. Aslında bu kelimeler, eşeğin anırtısında anırmanın öncesinde nefesi içeri çekmeye “zefîr”, dışarı vermeye de “şehîk” denmektedir. Bu iki sözcük bir arada göğsün kaynaması, inlemesi veya hıçkırığı anlamını ifade ederler.[2178]
Kur'ân, konuşma esnasında sesin, ihtiyacın üzerinde yükseltilmesini hoş karşılamayıp; bunu bir zorluk ve eziyet kabul eder. Ses tonunu ihtiyaç ölçüsünde hatta biraz daha aşağıda tutmayı ise tevazu sayar. [2179] Onun için Kur'ân, Lokman (as) diliyle: “Sesini alçalt unutma ki seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.”[2180] Prensibini koyar. Araplar, yüksek sesle konuşmakla öğünür, sesi gür çıkanı aziz, sesi düşük olanı da zelil sayarlardı. Hatta Araplarda kadında yüksek sesin, dış görünüş güzelliklerinden sayılması caiz görülmüştür.[2181]
Bu âyet, hem konuşma esnasında sesi yükseltmenin çirkin kabul edildiğine, hem de insanların karşısında bağırarak konuşmayı terkin, edepten sayıldığına delil kabul edilmiştir. [2182] Demek oluyor ki âyetteki “sesini alçalt” emri, insanlara ses kullanımında orta yoiu önermektedir. “Sesi alçaltma” ifadesi, Arapça'da “gaddü's-savt'ın karşılığıdır. Terkipte geçen “gadda” sözcüğü, kendisiyle, yetinilen başkasına ihtiyaç bırakmayan her şey için kullanılır.[2183]
Ses, gerek insanlarda gerekse hayvanlarda ihtiyaçları karşılamak için önemli bir unsurdur. Örneğin koyun meleyerek kuzusunu, inek böğürerek danasını, deve de kendi yavrusunu çağırır. İnsan ise daha farklıdır. Sesini kullanırken aklı ona yol gösterir. Böyiece yüksek sesin, dinleyene eziyet vereceğini, kulakları rahatsız edeceğini bilir.[2184]
Fahruddin Razi yüksek sesin eşek sesine benzetilmesine şöyle bir yorum getirir: Deve gibi bazı hayvanların, yorgunluk ve yükün ağırlığından dolayı ses çıkardığı anlaşılır. Fakat eşek, yükün altında olsa bile ses çıkarmazken bazı vakitlerde hiç ihtiyaç yokken anırır ve sesi de hoş karşılanmaz. [2185] Razi, bununla demek istiyor ki sesi ihtiyaçtan fazla yükseltmenin bir yaran yoktur. Artı bir de insanı rahatsız etmektedir. Eşeğin anırması da ihtiyaç dışında ve rahatsız edici olduğu için bunlar birbirine benzetilmiştir. [2186]
Kur'ân'da, kıyametin kopması ve insanların hesap vermek üzere mahşere sevk edilişi sahnesi anlatılırken bütün insanları bir sessizliğin kapladığından söz edilir. Bu sessizlik, korku ve endişenin bir türü ve en belirgin ifadesidir. Anlatım aynen şöyledir:
“Sana (kıyamet gününde) dağların ne olacağından soracaklar. O zaman (onlara) de ki; “Rabbim onları taze toprağa çevirip savuracak. Yeri dümdüz ve çıplak bir hale getirecek. (Öyle ki) orada ne bir kıvrık ne de bir tümsek göreceksin. O gün herkes, kendisinden kaçıp kurtulmak kabil olmayan bir davetçi (israfil)nin peşinden gider. Rahmanın heybetinden sesler kısılmıştır. Artık (ayak) hışırtısından [2187] başka bir şey işitemezsin”.[2188]
Âyetlerin son cümlelerinde: “Haşe'ati'l-esvatu lir-Rahmani/Rah-mantn heybetinden sesler kısılmıştır.”[2189] İfadesi geçmektedir, Burada ki “haşe'a” sözcüğü Arapçada “yeryüzüne bir göz attı, gözünü yumdu ve sesini kıstı” anlamında kullanılmaktadır. [2190] Bu kelime çoğunlukla organlardaki boyun eğme ve zillet durumu hakkında kullanılır.[2191]
“Ses” sözcüğü ile kullanıldığı zaman “sesin kısılması” anlamını ifade eder. Zaten Araplarda her kımıldamayan, sessizleşen ve boyun eğen, bu kelime ile tasvir edilir.[2192]
Bu sahnede herkesi Allah'ın heybeti kaplamıştır. Bilindiği gibi heybet, korku ile saygı durumlarını birlikte uyandıran ha [2193], yani yücelik durumudur. Allah'ın yüceliği bütün mahşeri sarmış, her tarafı dehşet, korku ve sessizlik kaplamıştır. Allah'ın büyüklüğü, bütün ruhları derinden sarsmıştır. Sahnede sadece ayak hışırtısı hüküm sürmektedir. [2194] İşte seslerin kısılması, etrafa korku, endişe ve telaşın hakim olmasının sözsüz ifadesidir. Bu durum, mahşer gününe has olmayıp, korku ve telaşın hakim olduğu her ortamda görülür. Sessizlik ve suskunluğun kaplamış olduğu biri görüldüğü zaman onun bu durumundan telaşı derhal anlaşılır. Çünkü sessizlik, bunu ifade eden bir dildir. [2195]
Islık çalmak, Kur'ân'da “el-mukâ”; el çırpma da, dağdan yankılanan ses anlamına gelen “şada” kökünden türetilmiş “et-tasdiye”[2196] sözcükleri ile ifade edilmiştir. [2197] Islık, ya ağızla ya da parmaklan bir araya getirip ağza sokarak çalınır.[2198]
Islık, günümüzde işaret dili içerisinde mutaala edilir. Afrika da ıslık ve davulun bir dil olarak kullanıldığı bilinmektedir.[2199]
İslam gelmeden önce Kureyşliler, kadın erkek el tutuşarak Kabe'yi çıplak olarak tavaf ederken ağızlarıyla ıslık çalar ve el çırparlardı. Onlara göre bu davranış, bir tür ibadet biçimiydi. Bu hareketleri dua karşılığında yapıyorlar ve bir taraftan da bu hareketlerle Rasulullah'ın namazını ihlal ediyorlardı. [2200] Kureyşin, Beytullah etrafında ıslık çalıp el çırpmalarını dua yerine koyduklarını bize Kur'ân şu âyetle haber veriyor: “Onların Beytullah yanındaki duaları da ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey değildir. (Ey Kafirler!) inkar etmekte olduğunuz şeylerden ötürü şimdi azabı tadın.”[2201]
Kur'ân'ın, ıslık çalmayı ve el çırpmayı olumsuz anİamda kullandığı açıktır. Zira bu iki hareket -ibadet maksadıyla yapılmış olsa bile- Allah'ın emrettiği veya belirlediği bir eylem biçimi değildir. Bilakis bunlar, mukaddes dînden tahrif edilerek gelenek haline getirilmiş Araplara ait hareketlerdir. Kurtubi, tefsirinde bazı sufiierin zikir halindeki raks ve el çırpma hareketlerinin bunlara benzediğini ve bu tür eylemlerin hoş karşılanmadığını özellikle vurgular.[2202]
“Islık çalma”da, “el çırpma”da, toplumlara ve onların örflerine göre değişik anlamlar ifade etmektedir. Örneğin “ıslık çalma”nın “beğenme”[2203]; “el çırpma”nın da, “alkışlama” veya protesto anlamında kullanıldığı, herkes tarafından bilinen evrensel hareketlerdir. Arapların da bu iki hareketi kendilerine göre hem olumlu hem de olumsuz anlamda kullandıkları anlaşılmaktadır. Bu iki hareketin değişik boyutlarda kullanılışı günümüzde çok yaygındır. Bunların anlamlarında toplumlara göre ufak-tefek farklılıklar göze çarpsa da genel anlamda birliktelik gözlenir. Alkış örneğinde olduğu gibi!
Olayı dil bilim açısından değerlendirdiğimiz zaman ıslık dili adıyla bir haberleşme sisteminin olduğundan söz edilir. Bu dil, normal konuşma yerine ıslık çalma suretiyle sağlanan bir haberleşme türüdür. Kanarya adalarında, Fransız Prenelerinde ve Meksikada olmak üzere dünyada çok az sayıda yerde kullanılır. Türkiye'de de Giresun'a bağlı Kuşköy'de ve ulaşım zorluğu çekilen bazı köylerde böyle bir dilin kullanıldığı tespit edilmiştir. Burada kullanılan “ıslıkça”nın imece için birbirinden yardım isteme, jandarma ve ormancı gibi memurların gelişlerini haber verme, yayladan veya kasabadan gelenlerin durumunu sorma gibi sınırlı konularda kullanılır.[2204]
Gülme, hoşuna veya tuhaflığına giden olaylar ve durumlar karşısında genellikle sesli bir biçimde duyguyu açığa vurmaktır. [2205] Ağlama ise, üzüntü, acı, sevinç, pişmanlık, aldanma vs. etkisiyle gözyaşı dökmektir.[2206]
Kur'ân, gülme ve ağlama yeteneğini insanlara verenin Allah olduğunu; “(Sizi) güldüren ve ağlatan yalnız O'dur.”[2207] âyetiyie ifade eder. Müfessirlerin ifadesine göre bu âyette gülme ve ağlama sebeplerini yaratanın, Allah olduğuna dikkat çekilmiştir. Gülmeyi celbeden neşe, ağlamayı celbeden de üzüntüdür. İşte bu duyguları insanda var eden de Allah'tır. [2208] Gülme ve ağlama, insandaki neşe ve üzüntüyü bedensel bir dille ortaya çıkarır.
Kur'ân'a göre Allah insana “ağlama” ve “gülme” özelliği vermiştir. Bunlar, anlaşılması güç iki sır gibidir. Bilindiği gibi ağlama ve gülme olaylarının meydana gelişinde hem psikolojik hem de biyolojik etkenler vardır. Bu bakımdan bunlar, karmaşık ve değişken ruhsal olaylardan ibaret olup değişik etkenlerle meydana gelirler. Zira birinin güldüğüne diğeri ağlar. Birinin ağladığına da diğeri güler. Hatta tek insan bile bugün yaptığına gülerken yarın onun açtığı zararları görünce de ağlar.[2209]
Her ne olursa olsun gülme ve ağlama duyguları olmasaydı insanlarla paylaşım olmaz ve hayatın tadı kalmazdı. Zira çocuk açlığını ağlamakla, doyduğunu da tebessümle duyurunca hem çocuk hem de onu büyüten anne rahatlamış olur. Bu rahatlama, aynı olayların tekrarıyla büyüklerde de olur ve böylece insanlar, bu duygular yardımıyla bir taraftan ihtiyaçlarını karşılarlar, diğer taraftan da ihtiyaçlarının karşılandığının haberini verirler.
Bu iki duygunun kaynağı hakkındaki bu kısa açıklamadan sonra bu duyguları beden diİi açısından değerlendirmeğe geçebiliriz.
Neşeli insanı, yüzüne yansıyan yukarı çekilmiş ağız açısı, hayatın tadını çıkaran tebessümü ve parlayan yüzü ile tanırız. Zira mutluluk ve neşe durumunda gözler huzurlu, yüzün alt tarafındaki hareketler, gözün alt kapağını yukarı iterek etrafa mutluluk saçmaktadır.[2210]
Gülümseme, göz ve ağız kaslarının birlikte ve birbirine paralel çalışmasıyla ortaya çıkan bir yüz ifadesidir. Bu olumlu durumda gözler açılmakta ve dudaklar ise bu olumlu durumu yakalamaya hazırlanmaktadır. [2211] Böylece selamlaşma esnasında bilinçli olarak yapılan gülümseme, öfke ve aşağılamanın değil, bilakis muhataba karşı sosyal ilişki sağlayan olumlu bir tavrın göstergesidir. [2212] Uzun bir bakışma, söylenenin emir olduğunu gösterirse de, bazen de buna gülümseme katılarak bu bakışma, ikna sinyaü halini alabilir. [2213] Gülme ise, bireyin neşelenmesinden dolayı yüzün genişlemesi ve dişjerin gözükmesidir. [2214] Gülmeye ses eşlik ederse bu gülme kahkaha olur. [2215] Gülümseme, olumlu bir ifade biçimi olarak algılanıp selamlaşmanın oluşturucu bir üyesi iken bu arada dişler de görünüyorsa; bu demektir ki, “her ne kadar bende olumlu duygular uyandırıyorsan da senin canını yakabilirim!” İma eden bir işaret olmuştur. Gülümsemenin bu şekilde olumsuz bir tavır olduğu veya içten dürüst olmadığı, diğer duyu organlarının sergilediği duygularla birleştirildiği zaman anlaşılır. Örneğin dudaklar gülerken gözler, gülmediği gibi hem soğuk hem de hareketsiz ve donuk hem de anlaşılmayan bir parlama görünümündedirler.[2216]
Üzüntü ve keder yansıtan bir yüzde kaşların ortası kalkık, alnın ortasında yatay ve dikey çizgiler vardır. Kaşların üzerinde ise çukurlar oluşmuş, göz kapakları aşağı sarkmış, alt kapaklar gevşek, üstler ise gergin, gözler yaşlı, ağız açık, dudaklar gergin; titrek ve aşağıya sarkıtılmıştır. Bütün bu organların ifadelerini etkileyen, ruhî durumlardır.[2217]
Ağlama ise, üzüntü ile birlikte gözyaşının akıtılması halidir.[2218]
Kur'ân'da “gülme” ve “ağlama” sözcüklerinin karşılığında “dahake” ve “beka” kelimeleri kullanılmaktadır. Dahake, gülmek, sevinmek, eğlenmek, gülerek ifade etmek, gülüş ve kahkaha anlamlarını ifade ederken [2219]; “beka” sözcüğü de, ağlamak ve gözyaşı dökmek anlamlarına gelir.[2220]
Araplar, her şeyin olumlu durumuna, onun gülüşü anlamını verirler. Örneğin “dahake” sözcüğü, “re'y”(görüş) ile kullanıldığında “açık görüş” anlamını ifade eder. Bulut şimşekle aydınlanınca “bulut güldü”, Yeryüzü bitki ve çiçeklerini çıkarınca da “Yeryüzü güldü.” Denilir.[2221]
Kur'ân'da gülme ya soyut bir neşeyi [2222] ya da soyut bir şaşma [2223] veya alayın [2224] ifade aracı olur.[2225]
Kur'ân'da ağlama sözcüğünün karşılığında kullanılan “beka” sözcüğü ise değişik türevleriyle yedi yerde geçmekte; bunlardan hepsinde ağlama anlamında kullanılmaktadır. Ağlama Kur'ân'da iki yerde de “gözyaşı dökme” anlamına gelen “dema'a” sözcüğü ile ifade edilmektedir.
Bu açıklamalardan sonra önce “gülme” daha sonra da “ağlama” eylemlerinin beden dili açısından Kur'ân'da hangi duyguları ifadede araç kılındığı hususuna geçebiliriz. [2226]
Gülme, Kur'ân'da mutluluğun, neşenin, şaşmanın, başarının, eğlence ve oyunun ifade araa olarak kullanılmıştır. Şimdi bunları tek tek ele alarak inceleyelim. [2227]
Gülme, bir korkudan emin olma veya sevindirici bir haber (müjde) alma esnasında mutluluğun, neşenin veya şaşmanın bedensel ifadesidir.
Bunun örneğini şu âyetlerde görüyoruz: “Andolsun elçilerimiz İbrahim'e müjde ile geldikleri zaman “Selam” dediler. O da: “Selam” dedi (ve) hemen gecikmeden kızartılmış bir buzağı getirdi. Ellerinin ona uzanmadığını görünce (İbrahim durumdan) hoşlanmadı ve içine bir korku düştü. Dediler ki: “Korkma, biz Lut kavmine gönderildik.” Karısı da ayaktaydı, bunun üzerine güldü. Biz de ona İshak'ı, İshak'ın arkasından da Yakub'u müjdeledik. (Kadın) “Vay bana!” dedi. “Ben kocamış bir kadın iken ve şu kocam da bir ihtiyar iken doğuracak mıyım? Gerçekten bu şaşırtıcı bir şey!”[2228]
Müfessirlerin ifadesine göre âyetlerden, Hz. İbrahim'in eşi Sara'nın, kendi kavimlerinin helakten kurtulduklarını duyunca sevincini gülerek ifade ettiği anlaşılmaktadır. [2229] Bazı müfessirler, onun gülüşüne gösterilen bu sebebe, Sara'ya çocuğun verileceğine dair müjdeyi de ilave ederler.[2230]
Tevrat'ta ise, Hz. İbrahim'in eşi Sara'nın gülüşü, çocuğunun olacağına dair müjdenin verilmesine sevinci ve şaşkınlığının ifadesidir.[2231]
Gülme, iki sebepten hangisinden dolayı olursa olsun beden dili açısından her ikisi de, yukarıda ifade edilen gülmeye sebep olabilir. [2232]
Gülme ve ağlama işin sonucunun ya iyi ya da kötü olduğunu belirleyen bir ifade biçimi olabilirler.
Kur'ân, yapılan işlerin sonucu hakkında bilgi verirken iyi işlerin gülmek; kötü işlerin de ağlamakla sonuçlanacağını dile getirir. İlgili âyet şöyledir: “Öyle ise kazandıklarının cezası olarak az gülsün çok ağlasınlar.”[2233]
Bu âyet, Tebuk Seferi'ne özür beyan ederek katılmaktan kaçınan münafıklardan söz etmektedir. Onlar, özür beyanı ile savaştan kurtuldular ve müslümanları aldatmaya çalıştılar. Allah Teâlâ, bu hareketlerinin kendilerini kurtaramayacağını; bu davranışlarıyla az gülüp çok ağlayacaklarını haber vermektedir. Müfessirlerin beyanına göre “az gülmekten maksat, aldatmaları sonucu dünyada sayılı günlerde gülmeleri, ahirette ise devamlı ağlayacak olmalarıdır.[2234]
Bunun bir örneğine de şu âyette rastlıyoruz: “Fakat siz (kafirler) o (müslüman)ları alay konusu yaptınız; öyle ki, bu, sonunda size Ben (Allah)'ı anmayı unutturdu. Çünkü hep gülüp durdunuz onlara.”[2235]
Bu âyetten önceki âyetlerde Aiiah mahşer gününde kafirlerin konuşmasını, yasaklar. [2236] Onun peşine de bu âyette dünyada boşuna güldüklerini haber verir.
Allah Teâlâ, bir başka âyette de, Kur'ân haberlerini tuhaf karşılayanları;[2237] “Ağlayacağınıza gülüyorsunuz ve eğlenip duruyorsunuz.”[2238] İfadeleriyle tehdit ederken Kur'ân'daki tehdit içeren âyetlerin okunduğunda duyarlı olmadıklarına vurguda bulunur.[2239]
Kur'ân, mümin ve kafirlerin ahiretteki durumlarını da canlandırarak insana verilen bu duygular aracılığı ile onlara sonucu bildirmekte ve bu sayede sakınmaları için uyarıda bulunmaktadır.
“O gün parlayan, gülen ve sevinen yüzler vardır.”[2240] Bu yüzlerin sahipleri, kıyametin korkularını atmış, cennet müjdesini almış ve onun sevincini yaşayan ve bu yaşantıyı gülüşleriyle ifade eden bahtiyarlardır.[2241]
“O gün, tozlanmış ve karanlık bürümüş yüzler de vardır”[2242]. Bu yüzlerin üzerini kederin tozları kaplamış perişanlığın siyahlığı örtmüştür. [2243] Yüzlerin siyahlığı, bedbahtsızlıklarının bedensel ifadesi olan bu şahıslar: “işte bunlar, kafirler ve facirlerdir.”[2244]
Kur'ân'da anlatıldığına göre [2245] Süleyman (as) ordusu, karıncalarla dolu bir vadiye girince karıncalardan biri, “Ey karıncalar! Hemen yuvalarınıza girin ki Süleyman ve ordusu farkında olmadan sizi ezip geçmesin” diye bağırdı. “Süleyman (as) onun sözünden dolayı gülümsedi...”[2246]
Müfessirler, Süleyman (as)'ın buradaki tebessümünün, ya şaşmanın [2247] ya da Allah'ın ona gösterdiği bu lütfundan ötürü sevincin ifadesidir. [2248] Zira o, şu ana kadar rastlamadığı bir olayla karşılaşmıştır. O da karıncanın konuşmasıdır. [2249]
Musa (as), “Onlara (mucizevî) âyetlerimizi getirince bunlara hemen gülüvermişlerdi. “[2250]
Bu âyetten bir önceki âyette Musa (as)'ın Firavun ve kavmine mucizelerle gönderdiğinden bahsedilir. Bu mucizelerin sayısı Kur'ân'da dokuz olarak belirlenir.[2251] Musa (as), birbirinden etkin bu mucizelerden [2252] hangisini getirse derhal alay ederlerdi. Kur'ân onların alaylarını gülme eylemiyle gerçekleştirdiklerini ifade ediyor.[2253]
Buna bir başka örnek de, Kur'ân'ın, kafirlerin müminlerle alay etmelerini anlatmak üzere çizmiş olduğu sahneleri verebiliriz. Bu sahneler Mekke'de yaşanmış gerçek hayattan alınmış bir kesittir. Ancak bu sahneler çeşitli yerlerde ve çeşitli kuşaklarda tekrarlanagelmiştir.
Günümüz insanları da bu sahneleri izlemektedir. Bu sahneler, bütün şartlarda ve bütün çağlarda kafirlerin müminlere karşı tutumlarının aynı olduğunu anlatan bir tablo olduğundan[2254] bu tabloyu Kur'ân'dan aynen alıyoruz. Bu tablo bize beden dili ile alayın değişik boyutlarını verecektir.
“Bakın kendilerini günaha kaptıranlar, müminlere gülerler ve ne zaman yanlarından geçseler birbirlerine istihzah ile göz kırparlar ve kendileriyle aynı görüşteki insanlara geri döndüklerinde de keyif ve neşe ile dönerler ve ne zaman inananları görseler, onlara: “Yazık, bu (insan)lar doğru yoldan sapmış.” derler. Oysa onlara, başkaları (nın inançları) üzerinde gözetleyicilik görevi verilmiş değildir”.
“Hesap günü ise imana ermiş olanlar (geçmişte) hakikati inkar edenler(in hali)ne gülecekler: (Çünkü, cennette) sedirlerin üstünde (uzanmış şekilde) bakınıp duracaklar ve (kendi-kendilerine diyecekler): 'Bu inkarcılar, yapmaya düşkün oldukları şeyler için mi (böyle) cezalandırılıyor!ar?'“[2255]
Yukarıdaki âyetlere beden dili açısından bakılırsa burada “alay ve istihza” için, gülmek, göz kırpmak, neşeli tavırla dönmek ve koltuklarda kurulmak gibi eylemler gerçekleştirilirken beden diline ait ağız, göz, bütün beden ve oturma yeri gibi unsurlar kullanılmıştır. [2256]
Kur'ân'da “ağlama” eylemi; korku, tevazu, huşu, üzüntü, tasannu (yapmacıklık) ve heyecan duygularını ifadede araç olarak kullanıldığı görülür. Şimdi bunları tek tek ele alarak inceleyelim. Ancak şunu ifade edelim ki “gülme” gibi “ağlama” duygusunu da Allah yaratmıştır.[2257]
Bu eylem, ya verilen görevlerin yapılamaması veya kötüye kullanılması ya da hiç yapılmaması durumunda gerçekleştirilir. [2258] Kur'ân'ın bu konuda vurguladığı çok önemli iki husus vardır. Bunlardan biri, kafayı kuma gömerek eğlenmeyi sürdürüp asıl yapılması gereken kulluk görevlerini yapmadıklarından ötürü [2259] dünyada ağlamayı terk edenlerin ahirette ağlayacağı hususudur. Kur'ân'da bunun ifadesi şöyledir: “Bundan böyle artık az gülsün onlar, çünkü kazandıklarından ötürü (ahirette) çok ağlayacaklar.”[2260] Peygamberimizin: “Bildiklerimi bilmiş olsaydınız çok ağlar az gülerdiniz. Sonra Allah'a iltica için yollara çıkardınız.”[2261] Hadisi de bunu vurgulamaktadır.
Kur'ân'ın bu konuda dikkat çektiği ikinci husus da, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle hareket etmeyip azgınlık ve taşkınlıkla hayatlarını sürdüren insanlar öldüğünde onlar üzerine yer ve göğün ağlamayacağı hususudur. Kur'ân'da bunun örneklerinden birini, Firavun ve kavminin denizde boğulmasının sonrasında: “Onlar için ne gök ağladı, ne de yer. Onlara mühlet de verilmedi.”[2262] Şeklindeki ifadede görüyoruz. Bunun anlamı, onların hiçbir değer ifade etmemesini vurgulamaktır.
Araplarda adet, değerli bir insan oiduğu zaman; “Ona yer ve gök ağladı.” derlerdi. Bununla ölenin üzerine ağlamanın gerekliliğine aşırı derecede vurguda bulunurlardı. Önemsiz birisi ölünce de “Ona ne gök ne de yer ağladı.” derlerdi. Bununla da: “Onların ölümünü ne kimse önemsedi ve ne de eksikliklerini hissetti.” [2263] demek isterlerdi.
Bu kısa girişten sonra Kur'ân'da ağlamanın hangi duygulan ifadede araç olduğu hususuna geçebiliriz. [2264]
“Kur'ân'da, Kur'ân'ın, bütün hakikatleri içinde toplamış olarak toplumları eğitmek için gönderildiği, “Hz. Peygamberin sadece bir müjdeci ve uyarıcı olup; bu Kur'ân'ı insanlara sindire sindire okusun diye O'nun aralıklarla indirildiği ifade edildikten sonra O'na inanıp inanmamada insanların serbest bırakıldığı vurgulanır.” [2265] “Daha sonra değişik vesilelerle peygamberlere” [2266], “Yahudi ve Hristiyanlardan ilim sahiplerine” [2267] bu Kur'ân okunduğu zaman onlar, Kur'ân'ı dinlerler, kalpleri hazla dolar. Duygularını ifade edecek kelime bulamadıkları[2268] gibi duygularını kuşatan coşkuyu dile getirecek ifade de bulamazlar. [2269] “Böylece sözlerin canlandıramadığı o derin hislerini ifade etmek için gözyaşlarını tutamayıp[2270] ağlayarak yüzüstü secdeye kapanırlar. [2271] Bu Kur'ân, onların huşu'unu yani Allah'a teslimiyetini artırmıştır.” [2272] Böylece gözyaşı dökerek ağlayıp yüzü yere kapama davranışı, Allah'tan korkmanın, O'nu sevmenin ve O'na karşı tevazu'un bedensel ifadesi olmuş olur. Bu davranışın ifade ettiği anlamı kelimelere dökmek mümkün olmadığından bu anlam, bedensel dil ile ifade edilmiş ve böylece bütün na-mazlardaki saygı ifadesi, rüku ve secde biçiminde somutlaştırılmıştır. [2273]
Kur'ân'da “Biz hristiyanlarız.” diyerek müslümanlara yakınlık duyan hristiyanlardan söz edilir. [2274] Bunlar Tevrat ve İncil'den öğrendikleri gerçeklere dayanarak Rasulullah'ı tanımada zorluk çekmezler. Kendilerine Kur'ân âyetleri okunduğu zaman da bildikleri gerçeklerle karşılaşmadan dolayı heyecanlarını tutamayarak ağlarlar. Olay Kur'ân'da şöyle anlatılır: “Rasule indirileni duydukları zaman tanış çıktıkları gerçekten dolayı gözlerinden yaşlar boşandığını görürsün. Derler ki bizi şahit olanlarla beraber yaz”.[2275]
Bu âyetin, Necaşi ve dostları veya Necran Hristiyanları hakkında indiği rivayet edilir. [2276] Bunlara Kur'ân-ı Kerim'den Hz. Meryem ve Hz. İsa ile ilgili âyetler okununca ahir zaman nebisinin geldiğini anlarlar ve bildikleri gerçeklerden dolayı gözleri yaşlarla dolar.[2277] “Bunlar, Hz. Peygamber ümmetinin, kıyamet günü diğer peygamberlerin, kendi ümmetlerine tebliğ ettiklerine şahit getirileceğini [2278] bildikleri için kendilerinin de bu “şahitlerden” kılınmaları için dua ederler.”[2279]
Görüldüğü gibi bu hristiyanlar, Kur'ân-ı dinleyince heyecan duygularını ağlayarak dile getirirler. Bu psikolojik bir olaydır. Heyecan sözle ifade edilemediği yerde duygu, gözlerden boşanan yaşlarla İfade edilir. Böylece İnsan içinde biriken engin ağırlığın etkisinden çıkmış olur.[2280]
Sahabeden bazı kimseler, savaş araç ve gerecinden yoksun oldukları için savaşa çıkamaz ve üzüntülerini ağlama ile ifade ederler. Bu da, Kur'ân'da şöyle anlatılır: “savaşa çıkmak maksadıyla sana, kendilerine binek sağlaman için baş vurduklarında: “Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum.” dediğin zaman bu yolda harcayacak imkanları olmadığı için üzüntüden gözleri yaşararak dönüp gidenler de sorumlu tutulmayacaklardır.”[2281]
Kur'ân'da anlatıldığına göre Yusuf (as)'ın kardeşleri Yusuf'u çekemedikleri için onu öldürmek istediler. Bu maksatla emellerini gizleyerek babaları Yakup (as)'dan Yusuf için izin almayı başarıp onu kıra götürdüler. Uzun tartışmalardan sonra onu kuyuya attılar. [2282] “Akşamleyin ağlayıp sızlanarak babalarına gelip “Ey Babamız! Biz yarış yapıyorduk. Yusuf'u da beklemesi için eşyalarımızın yanına bırakmıştık. Onu kurt yedi. Ne kadar doğru olsak da sen bize inanmazsın.” dediler.”[2283]
Yukarıdaki âyetlere dikkat edilirse bunun yalan olduğunun anlaşılacağını kendileri de hissediyor ve “Biz ne kadar doğru olsak da sen bize inanmayacaksın.” demeye mecbur kalıyorlardı. Müfessir Alusi'nin de dediği gibi buradaki ağlama, üzüntüden değil de, zorlamadan kaynaklanan bir ağlamadır. Birçok yalancı, bu tür ağlamaya başvurur.[2284]Alimler, bu âyeti delil getirerek ağlamanın, konuşulanların doğruluğu için bir dayanak olamayacağını savunurlar. Gerekçe olarak da, bu tür ağlamaların tasannu (yapmacık) olabileceğini söylerler. [2285] Demek oluyor ki ağlama bazen yapmacıklığın göstergesi olabilmektedir. [2286]
El davranışlarını izaha geçmeden önce önemli bir hususa açıklık getirmede yarar vardır.
Bilindiği gibi “el” ve “ayak” hareketlen; yürüyüş, oturuş ve kalkış biçimleri, zengin anlamlarıyla beden dilinde önemli bir yer İşgal eder. Bu önemine binaen bir iletişim aracı olan Kur'ân metninde de bu davranışların anlamlandırılarak sıkça kullanıldığına tanık oluyoruz. Özellikle de bu davranışlarla ilgili “parmak ısırmak”, “elini çiğnemek”, “eliyle dizini dövmek”, “eli ağza tıkamak”, “eliyle kendini tehlikeye atmak”, “oturma eylemi (grevi)”, “yol kesme”, “oturmaya terk edilme”, “çalım satarak yürüme” vs. şeklinde bir hayli deyimin kullanıldığını ve bu deyimlerin birçoğunun mürsel mecaz anlamını taşıdığını görüyoruz.
Bilindiği gibi bizzat bedene mal olmuş davranışlar, hakiki anlamlarıyla beden dili sınıfına sokulmaktadır. “Mecaz anlamında kullanılan bir davranış da, beden dilinde bir ifade biçimi olarak ele alınabilir mi?” sorusuna öncelikle cevap bulmaya çalışalım. Zira yukarıda da geçtiği gibi, bu bölümden itibaren beden dili ile ilgili sunulacak olan bedensel ifade biçimlerinin birçoğu, kendisinde kinayeye dönüşmüş mürsel mecaz anlamı bulunan ifadeler türündedir. Bu nedenle mürsel mecaz ve kinaye hakkında kısa bir açıklama yapmadan geçemeyeceğiz.
Bir sözün, gerçek manasını düşünmeye arada bir engel bulunmak şartıyla benzerlik dışında tam bir ilgi yüzünden kendi manası dışında kullanılmasına mürsel mecaz denir. [2287] Bu durumda o sözün hem hakikat hem de mecaz anlamı düşünülebilir. Ancak benzerlik dışındaki ilgi yüzündendir ki lafza ait gerçek anlamdan önce mecaz manası akla gelir. [2288] Hakiki mananın sabitliği de ortatan kalkmaz.
Demek oluyor ki mürsel mecaz yoluyla başka anlamda kullanılan bir söz, aynı zamanda hakiki anlamını da çağrıştıran bir niteliği kendisinde bulundurduğu için o sözü, hakiki anlamında da kullanmada bir sakınca görülmez. [2289] Zira bu durumda o söz, kinayeye dönüşmüştür. Bilindiği gibi kinaye, “gerçek manayı düşünmeye engel olacak bir karine bulunmamak şartıyla, bir sözü gerçek manasına da gelebilmek üzere onun dışında kullanmak sanatıdır.”[2290] Ancak kinaye, sözün hakiki anlamı yanında mecazî anlam da içermesi hatta asıl geçerli olanın mecazî anlam olması yönüyle mecazla irtibatlıdır. Örneğin “falan adamın kapısı açıktır” diyerek cömertliğini ifade etmek istediğimiz zatın hakikatte evinin kapısının açık olduğunu düşünmemize bir engel yoktur.[2291]
İbnu'l-Esir, kinayenin diğer sanatlardan ayrılan yönünü belirlerken şöyle der: “Kinayede hem hakikate hem de mecaza götüren yön varsa, her ikisine de hamledilmesi caizdir.”[2292]
Ali Nihat Tarlan, mürsel mecazı, benzerlik alakası olması şartıyla isti'areye benzetir. [2293] Bazı bilim adamları kinayeyi isti'areden bir cüz sayarak “Her kinaye istiaredir. Ancak her istiare kinaye olamaz.” deyip [2294] istiarenin daha kapsamlı olduğunu ima ederler. Konuya buradan bakılırsa Alil Nihat Tarlan'ın “Mürsel mecazın istiareye dönüştüğü” ifadesini kinayeye dönüşü şeklinde anlayabiliriz.
O halde kendisinde kinayeye dönüşmüş mürsel mecaz bulunan bir söz, aynı zamanda hakiki manasını da çağrıştıran bir niteliği de kendisinde taşıdığından bu sözdeki ifade aracı olan dili, beden dili sınıfına sokmada bir sakınca olmadığı düşünülebilir.
Bu zorunlu açıklamalardan sonra Kur'ân'da bir duygu ifadesi olarak sunulan diğer beden organlarının davranışlarına geçebiliriz. [2295]
El, vücudun en önemli organlarından biridir. Çoğu zaman mecazen bütün vücudu temsil için kullanılır. Zaman zaman da el hareketleri, çeşitîi anlamları ifadede araç olur. Toplumlarla yerleşmiş olan el-kol hareketlerinin çoğu, örf ve geleneğe göre değişse bile birbirine yakın hareketler olduğu gözlenir. Hatta bu hareketlerin Kur'ân'da verilen hareketlerle de uyuştuğu görülür. Bu gösteriyor ki diğer hareketlerde olduğu gibi bunların da bazıları yaratılıştan gelmektedir. Yani bu hareketlere iten duyguların, benzer olduğu sonucunu vermektedir.
Kur'ân'da yer alan “el” le ilgili davranışları vermeden önce dil bilimcilerin bu konuyu nasıl değerlendirdiklerine bir göz atalım.
El, beynin düşündüklerini gerçekleştiren ve insanın kendisini ifadede kullandığı en duyarlı organlarından biridir. Bir parmağın ucunda bir santimetre karede 6000 sinir hücresi saklanmaktadır. Bu inanılmaz kapasite, parmak arasındaki bir kıl veya en ufak bir toz zerresini bile derhal algılamaktadır.[2296]
El, son derece hareket çeşitliliğine sahiptir; tutar, dokunur, kavrar, okşar, çarpar, iter, çevirir, vurur, parçalar, saz çalar, ölüm fermanı yazar, suda boğulanı tutar çıkarır, yerine göre teslimiyet işareti, yerine göre de şiddet saçan eylem işaretini verebilir. Hasılı el bir dil gibi durmadan konuşur. Bir taraftan batan dikenin acı haberini verirken diğer taraftan tuttuğu ele hem samimiyet; sevgi, aşk ve hem de ilgisizlik sinyallerini verir. Bu hareketler sayılmayacak kadar çoktur. Şöyle ki, neşe, sevinç, telaş, gadap gibi birçok duygu, ifadesini el-kol ve parmaklarda bulur.
İnsanlardaki parmak izi farklılığının harika oluşu bir tarafa; başparmak ve işaret parmağını kontrol eden hücrelerin beyinde kapladığı alan baş ve bütün duyu organlarının kapladığı alana eşit; ayağın kapladığı alandan ise on kat fazladır.[2297]
Bir şeyin yumuşaklığını, sertliğini, sıcaklığını, soğukluğunu veya şeklini elimizi o şeye dokundurmakla algılar ve o şey hakkında bilgi ediniriz. Ayrıca insanlar, kendilerini kelimelerle ifade edemedikleri zaman el işaretleri, iletişime araç olur. Geçmişte iletişimin, e! işaretleriyle kurulduğu ileri sürülmektedir. Ancak el işaretlerinin sözlü ifadeyi tamamlayıcı ve anlamı pekiştirici etkilere sahip olduğu kesindir. Hatta bazen insanın, anlatmak istediğini bir tek el işaretiyle anlatabildiği de olur.[2298]
Ellerin, üstü, içi, kenarı ve parmaklar olmak üzere dört temel bölgesi vardır. Bunlar içinde en etkili hareket, parmaklarınkidir. Gel, git, dur, hoşçakal anlamına gelen el hareketleri, anlatımda önemli bir yer tutar.
Avuç içinin gösterilmesi, dostça ve barışçıl bir yaklaşımdır. Birini karşılarken, uğurlarken veya toplulukları selamlarken eller, avuçları dışa gelecek şekilde başın üstünde sallanır.[2299]
Elin kenarı ile yapılan işaretler, karate darbeleri gibi çok güçlü oiup hareketlerimize seri anlamlar kazandırır. Kabul edilmeyen fikir, elin dışa doğru savrulması ve yumruğun kenarının masaya vurulması ile ifade edilir. Zaten sıkılan yumruk gücün evrensel simgesi sayılmıştır. Bu hareket, iş hayatında öfke, uyuşmazlık, korku ve endişe anlamında da kullanıldığı için olumlu anlam taşıdığı nadirdir.[2300]
“El hareketleri, konuşmamıza ritim ve vurgu katarak, düşüncemizin duygusal tonunu ortaya koyar.”[2301] Konuşma esnasında ellerin temel görevi, konuşma ile bütünleşerek, onun önemli noktalarını vurgulamaktır.
Toplumlarda el hareketleri kişiden kişiye ve kültürden kültüre farklılık gösterir. Konuşma sırasında en çok kullanılan el hareketlerinden biri, duygu ve düşünceler büyük bir hassasiyet ile anlatılmak istendiğinde onu temsiien küçük bir cisim parmak ucunda tutuluyor gibi bir davranışta bulunmadır. Kararlılığımızı ve mücadelede ciddiyetimizi göstermek için elle, “hava güçlü bir şekilde kavranır” gibi hareketlere girişilir. Aynı kararlılığın sürdürüldüğü imajını vermek için konuşmacı açık olan avuç içiyle yukarıdan aşağı havaya vurur. Karşıdakini red ifadesi olarak da, iki el makas gibi kişiden yana doğru açılır. Zaten yumruk sıkmak insanı koruyan doğal bir silah gibidir. Her sıkılan yumruk, ister havada tutulsun ister masaya vurulsun, saldırganca bir uyarı anlamını taşır. Masayı yumruklamak genellikle kabalık ve duygulara hakim olamamanın bir işareti sayılmıştır. Elin sıkılı olduğu sırada işaret parmağının havaya kalkması konuşmacıya otoriter havası verdirir. Güçsüz insanın bile parmağını bu şekilde kaldırması savunduğu görüş konusunda ısrarını gösterir. Konuşmacı, dinleyiciden kendi fikrine katılmalarını istiyorsa avuç içlerini yukarı doğru açarak konuşmasını sürdürür. Avuç içlerinin aşağı doğru çevrifmesi soğukkanlı bir yaklaşımın; karşıya doğru açılması ise, kendisine yöneltilen eleştirilere karşı çıkılmanın işaretidir. [2302] Şunu da belirtelim ki konuşma anında elin bu hareketlerine baş, göz ve hatta bütün beden katkıda bulunur.[2303]
Bedenin arkasında ellerin kavuşturulması, üstünlük ve kendine güven hareketidir. Bahçede yürüyen bir okul müdürü, devriye gezen polis ve üst düzey askerî personel arasında bu tür harekete çok rastlanır. Yüksek stres durumlarında bu hareket, kendinizi rahatlatabildiği gibi size güven ve otorite duygusu da sağlayabilir. El arkada ne kadar yukarı kalkarsa kişinin o kadar kızgınlığını ifade eder. Bu tür bir davranış, aynı zamanda kendini kontrol hareketi olarak da kabul edilir. [2304] Elleri kalça üstüne koymak kendine güven işaretidir. Böyle bir durumda elleri açık veya yumruk haline sokmak bu hareketin daha da güçlü olduğuna delil sayılır.[2305]
Gerginliğin yaşandığı veya insanın kendini güvende hissetmediği durumlarda bu gerginlikleri hafifletmek için insanlar kendi vücutlarının çeşitli bölgelerine dokunurlar. Örneğin insanın güven ihtiyacının arttığı durumlarda kişi kendini tam kucaklayarak bunu karşılamaya çalışır. Buna göre kollarla bedene sarılmak, elleri cebe, ağıza, şakağa, yanağa temas ettirmek, çeneye dayamak veya saçı okşamak rahatlatıcı hareketler olarak kabul edilir. [2306] Hatta insanın kendi dışındaki insanlara veya nesnelere dokunma alışkanlıkları, insanın güven duygusunun belirtisi sayılmıştır. Dokunma hareketi, ayrıca sinirliliği, güven duygusunun eksikliğini, sabırsızlığı veya korkuyu belirten ipuçları da olabilir. [2307] Elleri ovuşturmak ise, insanın olumlu beklentileri ilettiği sözel olmayan bir ifade biçimidir.[2308]
El davranışlarının Modern Dil Bilimdeki değerlendirilişine ait bu genel bilgilerden sonra bu organa ait davranışların Kur'ân metninde nasıl anlamlandirıldtğı konusuna geçebiliriz. [2309]
“El” sözcüğünün Kur'ân'daki karşılığı “yed”dir. Çoğulu “eyd” gelir. Bu sözcük Kur'ân'da tekil ve çoğul kalıplarıyla 120 yerde geçmektedir.
Eller, gözlerden sonra en karmaşık ve en çok duygu ifade eden bir organdır. [2310] Bu organın çok karmaşık ve çok duygu yüklü bir organ olduğu hususu, her dilde bu organa ad olarak takılan farklı sözcüklerde ve kendi örf, adet ve geleneklerine uygun olarak yüklenen farklı anlamlarda da kendini gösterir. Örneğin bu organa dilimizde “el” adı takılmış ve bu sözcüğe mecazî olarak “aracı”, “vasıta”, “sahiplik”, mülkiyet”, “kez”, “defa”, “yönetim”, “baskı” ve “etki” anlamları yüklenmiştir. [2311] Kur'ân dili olan Arapçada da bu organa “yed” sözcüğünün ad olarak verilmiş olduğunu söylemiştik. Arapça olan bu kelimeye mecazî açıdan, “nimet”, “itaat”, “cemaat”, “yağmur”, zulüm engeli”, “teslim olmak”, “rehinde ipotek”, “baskı” ve bir şeyin “tutulan yer(i)” anlamları verilmiştir. Ayrıca Arapçada “yed” sözcüğünden “eyyede” (güçlendirdi, destekledi) ve “yedeytü” (onun yanında el/güç edindim) kalıbında fiil de türetilmiştir.[2312]
“El” ve “yed” sözcüklerine iki farklı dilde yüklenen anlamları vererek bu organın fonksiyon zenginliğine işaret etmek istedik. Yoksa bizim asıl maksadımız, beden dili açısından bu organın davranışlarının nasıl anlamlandırdığı ve böylece sözlü ifadeye nasıl destek sağlanıp onun güçlendirildiği hususuna açıklık getirmektir.
“Eller, bedenin fizikî fonksiyonunu yerine getirmede ne kadar önemli birer organ iseler, davranışlarıyla da iletişiminde bir o kadar önemlidir. Hatta “el” sözcüğünün her dilde deyimleşmiş şekliyle kullanıldığı yerler, kendi anlamında kullanıldığı yerlerden birkaç kat daha fazla oluşu dikkate alınırsa bu organa ait davranışların, iletişimdeki rolü daha netlik kazanır.
Yukarıda da ifade edildiği gibi, deyim, “genellikle gerçek anlamından az çok ayrı ve ilgi çekici bir anlam taşıyan kalıplaşmış anlatım”[2313] demektir. El sözcüğünün deyimleşmiş şekillerinin Kur'ân'da da fazlaca kullanılmış olması, bu organın beden dili açısından önemini bir kat daha artırmaktadır.
Başta “el” sözcüğü otmak üzere “oturma”, “kalkma” ve yürüyüşle ilgili Kur'ân'da ifadesini bulan deyimlerin birçoğu, mürsel, mecaz anlamı taşımakta olan deyimler olduğunu söylemiştik. Bu deyimleri burada bir arada değil de, her bir deyimin, yeri geldiğinde ilgili bulunduğu cümle veya bağlam içinde incelenmesi daha yararlı olacaktır. Bu bakımdan el ve davranışlarının Kur'ân'da nasıl anfamlandırıldığı konusuyla açıklamalara başlayabiliriz.
“El” sözcüğü Kur'ân'daki kullanımlarıyla yerine göre kendi anlamında, yerine göre zatı, yerine göre de eylemi ve gücü temsilen kullanıldığı görülür. Şimdi bunlan sırasıyla her birine ait beden dili örnekleriyle sunmaya çalışalım. [2314]
El, “kolun bilekten parmak uçlarına kadar olan ve tutmaya veya iş yapmaya yarayan bölümü”ne [2315] denir. Arapçada el karşılığında kullanılan “yed” kelimesi de hem el içi, el ayası ve avuç; hem de parmak uçlarından bileğe kadar olan kısma verilen addır.[2316]
Kur'ân'da elin kendi anlamında kullanıldığı yerler az değildir. Birkaç yerde Hz. Musa'ya verilen “beyaz el mucizesi”vesilesiyle zikredilir: “Elini koynuna sok da bir başka mucize olarak kusursuz bembeyaz çıksın.”[2317] âyetinde olduğu gibi.
Bu ve benzeri âyetlerde mucize olarak verildiği[2318] ifade edilen el'e, Hz. Musa'nın aklından geçmeyecek görevler yüklenmekte ve O (sav), bu olağanüstü hadise ile göreve hazırlanmaktadır. Böylece el, bir tehdit unsuru olarak havada sıkılan yumruk misali olağanüstü bir güçle bir taraftan Hz. Musa'ya “Korkma! Metin ol.” dercesine bir güven ve huzur telkin ederken diğer taraftan Firavun ve etrafındakilere korku ve dehşet saçıyordu. Kur'ân'da bazı yerlerde de hayatın akışı içerisinde el'in normal olarak yapması gerekli; “eliyle su içmek”[2319] “elle tutmak”[2320], “eli uzatmak”[2321] ve “eline bir demet almak”[2322] gibi işleri işlediği durumlarıyla ilgili zikredildiği görülür. El'e dair bu kısa açıklamalardan sonra onun anlamlandırılmış davranışlarına geçebiliriz. [2323]
Eller haberleşmenin, duyguları açıklamanın ve çevre ile aramızdaki ilişkinin baş aracıdır. [2324] Bu önemli aracın Kur'ân'da da duyguların ifadesinde kullanıldığına tanık oluyoruz. Bunlardan birkaçını örnek olarak aşağıya alalım: [2325]
Bazı durumlarda eller, Kur'ân'da duygulan ve düşünceleri ifade aracı olarak sunulur. Örneğin Medine'de müslümanlara komşu olan kitap ehli, İslam'a ve müslümanlara karşı içlerinde büyük bir kin ve iliklerine işlemiş kötü bir niyet taşıyordu. Bir kısım Müslümanlar ise, buna rağmen onlarla dostluklarını sürdürmek ve onları sırdaş edinmekten geri durmuyorlardı.
Kur'ân, hem bunların, hem de insanlık devam ettiği müddetçe aynı nitelikleri taşıyacak olan insanların, müslümanlara karşı benzer tavırları takınmaya devam edecekleri ve buna rağmen bazı müslümanların bunlara karşı dostane bir tavır takınacakları konusunda uyarıda bulunur ve dürüst davranmayan, düşmanlıklarını gizleyen bu kimselerin tuzaklarını boşa çıkarmak için onları, bedenlerine akseden duyguları aracılığıyla müslümanlara şöyle tanıtır:
“Ey iman edenler! Kendi dışınızdakileri sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık etmekten asla geri durmazlar. Hep sıkıntıya düşmemizi isterler. Gerçekten kin ve düşmanlıkları, ağızlarından (dökülen sözlerden) belli olmaktadır. Kalplerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Eder düşünüp anlıyorsanız, âyetlerimiz (mucizelerimiz)i size açıklamış bulunuyoruz. İşte siz öyle kimselersiniz ki, onlar sizi sevmedikleri halde siz onları seversiniz Siz bütün kitaplara inanırsınız, onlar ise sizinle karşılaştıklarında inandık,” derler kendi başlarına kaldıklarında da, size olan kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını kemirirler. De ki: “Kininizden (kahrolup) ölün.” Şüphesiz Allah, kalplerin içindekilerini hakkıyla bilendir.”[2326]
Kur'ân, bu âyetlerdeki “parmakların ucunu kemirmek” deyimiyle, kafirlerin iç duygularını; arzu, istek ve düşüncelerini organlardaki tepkileriyle tespit etmekte ve dünyevî kazancı elden kaçırma korkusuyla kinlerini saklayan ikiyüzlü kimselerin, beden dilleriyle bu kini ifade ettiklerine dikkat çekerek beden dilinin iyi okunması konusunda müslümanlara uyarıda bulunur. Kur'ân'a göre bu tipler, Müslümanların güçlü olduğu zaman onları alkışlamakta, ancak Müslümanlardan ayrı kaldıklarında kinlerinden dolayı parmaklarını ısırmaktadırlar. Demek oluyor ki kinle parmaklan ısırmak, kötü niyetin bedensel ifadesidir. Araplar birinin kızgınlığını anlatırken: “Parmaklarını ısırarak yedi bitirdi. Artık nerdeyse bileklerini ısırıyor.” Derler. [2327] Isırmak, bir şeyi gerçekleştirmeye güç yetiremeyenin; kininin şiddetini ifade eden bir davranıştan ibarettir.[2328]
Parmak uçlarını ısırmak, değiştirilmesine güç yetiremediği bir şeyle karşılaşıp güçsüzlük içinde kalan bir kızgının işi olduğu gibi, bir şeyi elinden kaçırmak üzere olan bir insanın, telaş, üzüntü, pişmanlık, umutsuzluk ve kederi de “ellerini ısırma” eylemi ile ifade edilir. [2329] Bu durum Kur'ân'da şöyle anlatılır: “Kıyamet günü, kafir için pek çetin bir gündür. O gün zalim kimse (pişmanlıktan) ellerini ısırıp şöyle der: “Keşke o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Yazık bana! Keşke falancayı (Peygamberyolundan gitmeyi engelleyeni) dost edinmeseydim.”[2330]
Âyette ifade edildiği gibi “elleri ısırmak”, deyimi, pişmanlığın bedensel ifadesi anlamını taşımaktadır. [2331]
Arap dilinde “Ellerini ağızlarına koymak” deyimi değişik şekillerde anlaşılmıştır. Bu deyimi bazıları, “kendilerine emredilenleri terk etmek, teslim olmamak”; bazıları, “yalanlamak, sözü eliyle karşıdakinin ağzına tıkamak”; bazıları da: “kendi elini kendi ağzına götürerek karşısındakinin konuşmasını kesmeye çalışmak”[2332] şeklinde anlamışlardır.
Benzeri ifade, Kur'ân'da “Sizden önce gelen, Nuh, Ad ve Semud kavimlerinin ve onlardan sonra gelip sayılarını Allah'tan başkasının bilmediği diğer milletlerin haberleri size gelmedi mi? Peygamberleri onlara, mucizelerle geldiler. Fakat “onlar ellerini ağızlarına götürerek” şöyle dediler. Biz sizin getirdiklerinize inanmıyoruz. Bizi davet ettiğiniz şeyden de, şüphe ve kaygı içindeyiz”[2333] şeklinde geçmektedir.
Tefsirciler âyette geçen bu deyimi, yukarıda ifade edildiği gibi anlamışlardır. Onlara göre, ya ellerini ağızlarına götürerek peygamberlere, susmalarını işaret ettiler, ya kendi ellerini peygamberlerin ağızlarına kapayıp sözlerini reddettiler ya da Peygamberlerin ellerini aldılar Peygamberlerin ağızlarına götürerek sözlerini kestiler. Bunlardan en yakışıksız olanı kendi ellerini peygamberlerinin ağızlarına tıkayarak onların sözlerini kesmektir.[2334]
Buna göre kendisine bir şeyler anlatanın konuştuklarını reddetmek için “eli ağzına kapamak”, karşıdakini sözle inkar etmeden daha kaba ve daha alçakça bir reddediş biçimidir. [2335]
Araplar, son derece pişman olup; pişmanlığını ellerini ısırarak İfade eden birisini tasvir için “elleri üzerine düşürüldü” deyimini kullanırlar.[2336]
Kur'ân'da “Yoldan çıktıklarını fark ederek ellerini dizlerine vurup da, doğrusu Rabbimiz acıyıp da bağışlamazsa, biz gerçekten ziyana uğramış kimselerden olacağız.”[2337] Ayetindeki “ellerini dizlerine vurmak” deyimi, “elleri üzerine düşürüldü” deyiminin Türkçe'deki karşılığıdır. Çünkü Araplar “ellerini ısırarak” pişmanlıklarını kinaye yoluyla anlatmak için adı edilen deyimi kullanırlar.[2338]
Başarısızlığa uğrayan ve bir şey yapamayacak duruma düşen kimsenin pişmanlığından dizlerini dövdüğü herkes tarafından bilinecek kadar yaygın olduğundan “eliyle dizini döver” gibi deyim oluşturuîmuştur. Dilimizde, bu kimseler için “eli böğründe kaldı” deyimi de kullanılmıştır. [2339] Yukarıda geçen âyetteki deyime dikkat edilirse onun bu deyimde ifade edilen anlamı da içerdiği görülür. Zira Araplar, pişmanlığı ifade için dizlerini dövüp, ellerini ısırdıkları gibi çenelerini ellerinin içine de alırlar. [2340] Aslında pişmanlık kalpte meydana gelen bir duygudur. Ancak bu duygu yukarıda ifade edilen davranışlarla dile getirilmiştir. [2341]
Yukarıda “el” sözcüğünün, nimet, ihsan, güç ve kuvvet anlamında kullanıldığını söylemiştik. Aslına bakılırsa nimet yapılan ihsanın adıdır. “El-yed”e ihsan anlamının yüklenmesi, verme eyleminin onunla gerçekleştirilmesinden ötürüdür. [2342] Araplar mecazî mürsel yoluyla “el”i nimet anlamında kullanarak “Li fülanin aleyye yedün= Bende falana ait nimet vardır” deyimi oluşturmuşlardır. [2343] İki elin gücü temsil ettiği de ileri sürülmüştür. [2344] Dilimizde de “bir elin nesi iki elin sesi var” darb-ı meseli, bu anlamdadır. Ayrıca yed, birbirine güç ve destek veren anlamında da kullanılmıştır. Bu anlam, Araplarda “Onlar başkalarına karşı bir el (yed=güç) gibidir.” darb-ı meşeliyle ifade edilmiştir.[2345]
Güç ve kuvvet anlamına geien “Yed” sözcüğünün kökünden “ey-yede” kalıbında fiil olarak kullanıldığını söylemiştik. Örneğin Araplar, “Eyyedehu'l-lahu” dediği zaman “Allah onu güçlendirdi.” anlamını kasdederler. Ayrıca “ve ma li bi fülanin yedani” sözleriyle de “Benim için falana karşı iki el (güç) yoktur.” demek isterler. Kur'ân'da “Gökleri eller (yaratıcı güç)le inşa eden ve onu genişleten biziz.”[2346] âyetinde geçen “eller” de güç anlamındadır.[2347]
Müfessirler, bu âyetteki “yed” sözcüğüne güç anlamını şairin:
“Üstün olan şeye arkanı daya
Senin için iki elin güç yetiremeyeceği şey yoktur”
beytini delil getirerek vermişlerdir. [2348] Yed kelimesi, “Müslümanlar başkalarına karşı bir el gibidirler.”[2349] Hadisinde de güç anlamında kullanıldığı görülür. Burada müslümanların işlerinin ve sözlerinin bir olduğu ve birbirlerini güçlendirdikleri anlamı kastedilmektedir.[2350]
Kur'ân'da “(Ey Muhammed!) Eller sahip (kuvvetl)i ve basiret (akıll)ı kullarımız İbrahim, İshak ve Yakup'u da an.” [2351] Ayetinde de yed (el), güç ve kuvveti temsil etmektedir.[2352]
“El” sözcüğü, güçle birükte, zenginlik, mülk, itaat, cemaat, yağmur, zulmün engeli, teslim olmak; boyun eğmek, anlamlarına kullanıldığı ifade edilmişti. Bununla birlikte Araplar, “Elini koy” sözüyle yemek yemeyi; “Ellerinin üzerine düşürüldü” deyimiyle de pişmanlığı ifade etmektedirler. [2353] Demek oluyor ki “el ele vermek” gücü; “ellerinin üzerine düşürülmek” de pişmanlığı ifade etmektedir. El, ipotekte kefildir. Azarlayan birisine “Bu elim senin içindir.” sözü, güven ifade eder.
Bu konuda darb-ı meseller de mevcuttur: “Aldığı şey, ele aittir.”, “Elim böylece sana ipotektir.” yani sana garanti ediyorum.[2354]
Bu açıklamalardan sonra güç ve kuvvet anlamı ifade etmesi açısından “el” organını bir ifade aracı olarak değerlendirmeye geçebiliriz. [2355]
El hareketlerinin en önemlilerinden birisi el-sıkışmadır. Dilimizdeki “el sıkışma” veya “tokalaşma”nın Arapçadaki karşılığı “müsafaha”dır. Bu kelime “sahv” kökünden gelir. Asıl anlamı bir şeyin “yanı” veya “kenarı” olmakla birlikte; bu kelime, “yed (el)” ile beraber kullanıldığında “bir elin içint diğer elin içine vurmak” anlamını ifade eder. Zaten Arapçadaki “musafaha” kelimesinden, yüz yüze gelmek, bir elin içini diğerinin içine koyarak tokalaşma anlaşılır. [2356] El sıkışma, hadislerde de musafaha sözcüğüyle ifade edilir. [2357] “Sahf” sözcüğü, affetme ve bağışlama anlamında da kullanılır. Ancak bu kelime, “af” sözcüğünden anlam itibariyle daha kapsamlıdır. Zira bu kelimede afla birlikte ayıplama, başa kakma ve darılmanın terk edilmesi [2358] anlamları da vardır. Örneğin aynı kökten gelen “es-saffuh” Allah Teâlâ'nın sıfatlarındandır. Affetmek, kulun hatalarını görmemek, cezalandırmamak anlamındadır.[2359]
“Safh” kelimesi, çeşitli türevleriyle Kur'ân'da “hataları bağışlama”[2360] “aldırış etmeme”[2361], “güzellikle muamele etmek”[2362], “feragat etme, vazgeçme”[2363], “yapılanlara katlanıp, cezalandırmama”[2364], “kusurları görmeme”[2365] anlamlarında kullanılmıştır. Dikkat edilirse bu anlamların hepsi, “suçluya karşı iyi davranma” paydasında birleşmektedirler. Buna göre el sıkışma, bu anlamlardan her birinin bedensel ifadesi olabilir.
Kur'ân, el sıkışma eyleminden, Hudeybiye'de müslümanların, Hz. Osman'ın ölüm haberi üzerine bir ağaç altında toplanarak düşman karşısında ölünceye kadar savaşacaklarına dair Peygamberimizle biat-ieşmeleri münasebetiyle bahseder. “Bey'at” -bilindiği gibi- alışveriş ve birine itaat etmeyi kabul ettiğine işaret olmak üzere “el sıkışma”ya denir. [2366] İlgili âyet şöyledir: “Muhakkak ki sana biat edenler, ancak Allah 'a biat etmektedirler. Allah’ın eli onların eli üzerindedir...”[2367]
Tokalaşma eylemi, hadislerde hem “b-a-y-e'a” hem de yukarıda anılan “musafaha” sözcükleriyle ifade edilir. Ancak bu konudaki âyet [2368] ve hadisler dikkatle incelendiği zaman bu sözcüklerden “baye'a” daha çok Müslüman olmak ve emirleri yapıp yasaklardan kaçmak üzere yapılan sözleşmelerde ve alışverişlerdeki tokalaşmalarda [2369]; “musafaha” sözcüğü ise, -hadislerde görüldüğü gibi- daha çok selamlaşma esnasındaki el sıkışmalar için kullanılır ve tokalaşma anlamındaki musafaha Peygamberimiz ve sahabe tarafından çok önemsenirdi. Örneğin peygamberimiz ve sahabe birbirleriyle karşılaştıkları zaman musafaha ederler, ellerini hemen çekmezler; hatta selamlaşmanın el sıkışma ile tamamlanacağını kabul ederlerdi. [2370] Yalnız Rasulullah kadınlarla sözlü selamlaşmanın dışında musafaha yapmadığı gibi [2371] onlaria biatleşirken de ellerini tutmayıp sözlü olarak biat alırdı.[2372]
El sıkışma, sözleşme ve selamlaşmada çok önemli bir eylem olup; o hem ticarî alışverişin ve barışın kabulünün; hem de karşılıklı selamlaşmada esenlik dilemenin bedensel ifadesi ise de onun olumsuzluklarda da kullanıldığı çoktur. Bu konuya da dikkat çekmeden geçmeyeceğiz.
İlk karşılaşılan insanlarla et sıkışmak, genel kabul gören bir adetse de bunu kimin başlatacağının ayrı bir önemi vardır. El sıkışmanın bir tür hoş geldin işareti olduğunu düşünsek bile bu işi sizin başlatmanız çoğu zaman akıllıca bir hareket olmayabilir. Onun için bunu yapmadan önce karşımızdaki tarafından istenip istenmediğimizin kontrolünü yapmak en uygun olanıdır. Kaldı ki bu şahıs tanımadığımız birisi de olabilir. Bu durumda zamanlamayı iyi yapmanın, yerinde bir iş olacağı kanaatindeyiz. Zira eliniz havada kalabilir.
El sıkışma eyleminin ne kadar devam ettiği veya edeceği ise, iki kişi arasındaki yakınlığa bağlıdır. Birisi tarafından sergilenecek en ufak bir gevşeklik karşıdakini rahatsız edebilir.
El sıkışmanın, bazen üstünlük ve ilgisizlik mesajları verdiği de olur. Karşıdakini etkilemek maksadıyla güç denemesi yapanların el sıkmaları, elini sıktıkları kişide olumsuz bir duygunun yaşanmasına sebep olabilir.
Tokalaşmada gergin kol uzatma, saldırgan tipler tarafından kullanılır. Amaç, karşıdakini mahrem bölgenin dışında tutarak bu bölgenin korunmasını sağlamaktır. Parmak ucundan tutularak yapılan tokalaşma da, gergin kol uzatma gibidir. Güven eksikliği anlamını taşıyabilir. Tokalaşmanın en çirkini de, çok az el sıkış biçimi olan ve “ölü balık el sıkışı” diye isimlendirilen tokalaşmadır. Tokalaşmalar içinde en itici olanı budur. Hele el soğuk ve terli ise iticiliği bir kat daha artar. Bu tür hareketler, zayıf karakter göstergesi olarak algılanır. Şaşırtıcı olanı da ölü balık el sıkışını kullanan çoğu kimsenin, bunun farkında olmamasıdır.[2373]
El sıkışma davranışı Kur'ân'da ise, birlik ve beraberliğin simgesi olarak kullanıldığına şahit düşüyoruz. [2374]
El sıkışma, el hareketlerinin en önemlilerinden olduğunu yukarıda belirtmiştik. Bilindiği gibi gerek el sıkışma gerekse kucaklaşma, samimi duyguların beden diliyle anlatım biçimidir. “El sıkışma, sarılmanın yumuşatılmış şeklidir” [2375] de diyebiliriz.
Beden dilinin farkında olmayan insanlar bile elini sıktıkları kişiyle ilgili bazı şeyler düşünürler. Bu bakımdan el sıkışma biçimi, çoğu zaman insanın kişiliğini ortaya koyan [2376] bir eylem olma özelliğini kazanır.
Tokalaşma, genellikle karşımızdaki kişiye duyulan içtenlik, güven veya hislerin derinliğini ve sıcaklığını belirtmek için yapılır. Bu duygularla yapılan tokalaşma, bazen iki el kullanılarak gerçekleştirilir. [2377] Zira “iki elin” güç ve kuvveti temsil ettiği dikkate alınırsa, iki elle tokalaşmanın, ne anlama geleceği daha iyi anlaşılacaktır.
Kur'ân'da, birlik, beraberlik ve büyük bir güç sembolü olarak tokalaşmaya örnek, Hudeybiye'de ağaç altında yapılan biatleşme esnasındaki tokalaşmadır. Allah bu biatleşmeyi, kendisiyle yapılan bir biatleşme kabul etmiştir. Olay Kur'ân'da şöyle anlatılır: “(Ey Muhammedi) Şüphesiz ki sana biat edenler, ancak Allah'a biat etmektedirler. Allah'ın eli, onların eli üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah ile olan ahdine vefa gösterirse Allah ona büyük mükafat verecektir.”[2378] “Andolsun ki ağacın altında sana biat ederlerken Allah o müminlerden razı olmuştur. Kalplerinde olanı bilmiş, onlara güven duygusu vermiş ve onları pek yakın bir fetihle ödüllendirmiştir.”[2379]
Allah'ın elinin, müslümanların elleri üzerinde olmasını müfessirler, onların, Allah'ın koruması altına alındığı ve Allah'ın kudret ve yardımının, onların arkasında olduğu şeklinde anlamışlardır. [2380] Bu âyetteki “Allah'ın eli cemaatin üzerindedir.”[2381] hadisindeki “Allah'ın eli” deyimi, onun korumasından kinayedir.[2382]
Kur'ân'da “Kitap ehli yani Yahudi ve Hıristiyanlardan Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Rasulünün haram saydığını haram saymayan ve hak dini kendine din edinmeyen kimselerle boyun eğip kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.”[2383] Emri yer almakta olan âyette mürsel mecaz vardır.[2384]
Âyette geçen yed/el sözcüğü, birkaç şekilde anlaşılmıştır. Bunlardan doğruya en yakın olanı, onun zillet ve karşıdakinin gücünü itiraf etmek şeklinde olanıdır. Arapçada “el-yedu li fülanin ala fuian” denildiği zaman “geçerli buyruk, kahır ve üstünlük” anlaşılır. “Boyun eğip kendi elleriyle cizye vermek” teslim olmak ve zilletle karşıdakinin üstünlüğünü kabul etmek anlamına gelmektedir. [2385] Buna göre âyette geçen “eliyle” veya “elden” vermek, direnmeden, isteyerek, boyun eğerek vermek anlamında kullanılmıştır. O halde eliyle cizye vermek; yenilginin, karşıdakinin gücünü kabul etmenin bedensel ifadesidir.[2386]
Burada akla şöyle bir soru gelebilir. Bu durum, dinde zorlama anlamına gelmez mi? Hayır gelmez. Çünkü İslam'ın hedefi, bütün engelleri kaldırarak insanları hak dinin dışındaki uydurma dinlerin pençesinden kurtarıp herkese seçme özgürlüğü sağlamaktır. Kaldı ki alınan bu cizye devlete verilen vergi mesabesindedir. Bu durumda cizye, karşıdakine baş kaldırılmayacağına dair teminat sağlayabilir. Ayrıca cizye veren, malının, canının, namusunun ve diğer dokunulmaz haklarının savunulması için yapılacak masraflara katkı anlamını taşır. Bir de cizye veren birisi çalışamayacak duruma gelince onun geçimini “Beytu'l-Mal” karşılar. Zaten “fakir olup bir yerden geliri olmayandan cizye düşer. Zenginler için de, bu fakirin cizyesini ödeme mükellefiyeti yoktur”.[2387]
El, güç ve kuvveti temsil ettiği gibi bütün bedeni de temsil eder. Kur'ân'da bunun örnekleri çoktur. Mesela “Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın.”[2388] Yani “Kendi kendinizi tehlikeye bırakmayın.” Yine “Ebu Lehebin iki eli kurusun. Kurudu da.”[2389] âyetinde “iki el”, hem gücü hem de bütün vücudu temsil etmektedir. Buna göre kendisi helak oldu demektir. Her iki âyette de cüz (eller) zikredilmiş, kül (zât) kastedilmiştir. [2390] Ayrıca “el”in, salahiyet ve yetkiyi temsil konumunda kullanıldığı da görülür. [2391] Dolayısıyla her iki ifadedeki bu davranışları beden dili sınıfına sokarak şöylece örneklendirebiliriz: [2392]
Dostların karşısında avuç içleri önde olma şartıyla elleri yukarı kaldırıp sallama, selamlamayı ve dosta karşı coşkuyu ifade ederken; düşman karşısında elleri havaya kaldırmak teslim olmanın bedensel işareti sayılmıştır. Burada eller, bütün bedenin teslimini temsil etmektedir.
Kur'ân'da, Allah yolunda harcama yapmaktan geri durmak, yani her an kendini müdafaa hazırlığı içinde olmamak, insanın kendi eliyle canını tehlikeye atması anlamına gelecek bir eylem olduğu vurgulanır. Eller vücudu temsil ettiğinden bu eylem, elier aracılığıyla anlatılır: “Allah yolunda harcayın; Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Her türlü hareketinizde dürüst davranın, çünkü Allah dürüstleri sever.”[2393] âyetinin tefsirinde müfessir Taberî şu yorumu getirir: Araplar bir işten dolayı teslim olan için: “Falan elini kaptırdırıverdi.” derler. Yani boyun eğdi. “Ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın.” [2394] Yani helake boyun eğmeyin, canınızı krize atarsınız da helak olursunuz. [2395] Burada”eller”le, canlar kastedilmiştir. Cüz/el söylenmiş bütün canlar kastedilmiştir. Buna göre eli tehlikeye atmakla canı tehlikeye atmak; yani teslim olmak, yakayı ele vermek kastedilmiştir. Zira savaşta teslim oİan, silahıru eliyle atar.[2396]
Demek oluyor ki Allah yolunda yapılması gereken harcamaları yapmamak canı tehlikeye atmanın ifadesidir.
Bilindiği gibi deyim, “Genellikle gerçek anlamından az çok ayrı, ilgi çekici bir anlam taşıyan kalıplaşmış anlatım [2397] demektir. Kur'ân'da “el”'in veya “eller”in, zatı/kişiyi, kimseyi, nüfuzu, mülkiyeti, yetkiyi [2398] ve iki el arası/ön, önüne, önünde, önünden, önce, önceden gibi mekan ve zamanı [2399] temsil eden deyim olarak kullanıldığına sık sık rastlanır. Ancak bizim konumuz daha çok ellerin fizikî eylemleri ve bu eylemlerin ifade ettikleri anlamlar olduğu için biraz da bunun üzerinde duralım. [2400]
Eller kullanım (tasarruf) da asıl olduğu ve işler kendileriyle görüldüğü [2401] için işler, ellere nispet edilmiştir. [2402] Nitekim konuşma ağızla gerçekleştirildiği [2403] için sözün de ağza nispet edildiği görülür. [2404] Hatta bir işi terk etmek, “el çekmek” deyimiyle ifade edilir. Örneğin İslam'ın ilk dönemlerinde müsiümanların savaşa elverişli olmadıkları bir sırada “Ellerinizi çekiniz. Sakın savaşa sebebiyet vermeyiniz.”[2405] Şeklinde bir ifadeye rastlamaktayız. El çekme'nin, Kur'ân'da, savaşı terk etme veya savaştan vazgeçme anlamında kullanıldığı çoktur.[2406]
Bu anlamda Kur'ân'da “eli bağlı”[2407], “eli sıkı”[2408], cimrilik yapan; “eli geniş”[2409], cömertlik yapan; “el uzatmak”, “eli varmak”, “el kaldırmak”[2410], saldırmak; “eli gitmemek”[2411], bir işi kendine yakıştırmayarak yapmamak [2412]; “elinin kazancı”[2413] ve “ellerinin takdim ettiği”[2414] gibi deyimler kullanılmıştır.
Her dilde olduğu gibi arap dilinde de işlerin organlara nispet edildiği yaygındır. Araplar, kendisiyle ayıplanacak bir iş yapan kimse için, “Ellerinin, ayaklarının veya ağzının cezasını çekiyor.” derler. Hatta Zeccâc'ın dediği gibi kınanmak istenen birisi için: “Bu ellerinin ettiğini çekiyor.” denir. Adamın yaptığı işle ellerinin herhangi bir alakası da olmayabilir. Bu da, ellerin, tasarrufta asıl olmasından kaynaklanır.[2415]
Kur'ân da, Arap dili ve üslubu üzere indiği için aynı üslubu kullanmış ve beden dili ile anlatımını, eylemleri organlara nispet ederek vermiştir. Örneğin teknolojik gelişmelerin sonucu ekolojikdengenin bozulması, atıklarla bitkilerin ve canlıların yok olması, uyuşturucu ve yersiz ilaç kullanımı ile insan bedeninde ortaya çıkan her türlü genetik bozuklukların meydana gelmesi, cinsî sapıklık ve ahlaksızlıklar sonucu sosyal hayatın dejenere olması olaylarının suçu, ellere nispet edilerek Kur'ân'da şöyle verilmiştir: “İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri sonucunda karada ve denizlerde çürüme ve bozulma başladı. Bu şekilde Allah belki (doğru yola) geri dönerler diye yaptıklarının bazı (kötü) sonuçlarını onlara (dünyada) tattıracaktır.”[2416]
Âyette “insanların kendi elleriyle yapıp ettikleri”yle insanın yaptığı yol kesme gibi her türlü kötülük kastedilmiştir.[2417]
Beden dili sınıfına sokarak değerlendirdiğimiz elle ilgili bu deyimleri verdikten sonra şimdi ellerin eylemi ve bu eylemlerin ifade ettiği anlamları şöylece örneklendirebiliriz:
Peygamberimiz (sav) Uhut Savaşı'ndan sonra sahabeden ileri gelen bazı kişileri alarak Nadiroğulları mahallesine gider. Medine'ye hicretinin ilk günlerinde bunlarla yaptığı vatandaşlık anlaşması gereği, öldürülen iki kişinin diyetine ortak olmalarını ister. Bunlar bir taraftan Rasullullah'ı güler yüzle karşılarken diğer taraftan da O'na suikast hazırlarlar. Rasulullah, Yahudilerden birinin evine dayanmış dururken Yahudilerden biri, evin damına çıkarak tepesine taş atmak ister. Rasulullah vahiyle haberdar edilir ve Medine'ye doğru yürür ve tehlikeyi atlatır.[2418]
Rasulullah'a karşı hazırlanan tuzak Nadir oğulları mahallesinde planlanınca, onlarla yapılan sözleşmeyi bozmak: “Eğer bir kavmin ihanetinden korkarsan sen de aynı şekilde sözleşmelerini bozarak üzerlerine at. Şüphesiz ki Allah ihanet edenleri sevmez.”[2419] Ayeti gereğince hak olur. Bunun üzerine Rasulullah, Nadir oğulları mahallesini kuşatır. Mahallenin etrafı muhkem surlarla kapiıdır. Kuşatma, birkaç gün sürer. Na-diroğuliarı, münafıkların vaat ettiği yardımı alamayınca umutları kesilir. Bu arada Allah Teâlâ, onların kalplerine korku salar. Rasulullah da, taşıyabileceği mallan yanlarına almak suretiyle bütün mahalleyi 3 veya 10 gün içinde terk etmelerini emreder. Herkes kendilerine verilen izin gereğince bir devenin taşıyabileceği mal ve eşyayı alarak Şam ve Hayber tarafına giderler. Hatta müslümanların eline geçmesin diye kendi evlerini, kendi elleriyle harabe haline getirirler. Bir taraftan da Müslümanlar, onlara ait surları ve evleri yıkarlar. Nadir oğulları hakkında inen [2420] âyette olay şöyle anlatılır: “Kitap ehlinden inkar edenleri, ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O'dur. Siz onların çıkacaklarını sanmamıştınız. Onlar da kalelerinin, kendilerini Allah'tan koruyacağını sanmışlardı. Ama Allah'ın azabı hiç beklemedikleri bir yerden onları yakalayıverdi. Allah onların kalplerine şiddetli bir korku saldı da evlerini bizzat kendi elleriyle ve müminlerin elleriyle yıkıyorlardı. Ey akıl sahipleri! Bundan ibret alın.”[2421]
Âyette geçen “tahrip” kelimesi, bozmak, yıkmak anlamınadır. [2422] Allah Teâlâ, Onların kalbine, evlerini Müslümanlara bırakmama fikrini ve içlerinde açılan yaraların ağzını kapamak duygusuyla da evlerinden söktükleri ağaçlara ihtiyaç düşüncesini attı. Onlar da, farkında olmadan -güya- tatmin için evlerini yıkmaya başladılar. Böylece evlerinin Müslümanlara kalmamasını sağlamakla hasretlerini gidermiş olacaklardı. Halbuki Allah Teâlâ, onların köklerinin kesilmesini, evleri ve yurtlarına ait izlerin bırakılmamasını murat etmişti. Onlar bunun farkında değillerdi. [2423] Buna sebep de “Allah ve Rasulüne karşı gelmeleri” gösterilmiştir.[2424]
Ayete dikkat edilirse birisine verilecek en anlamlı ve en acı ceza, kendilerini koruyacaklarına inandıkları evlerinin kendi elleriyle yıktırılmasıdır. Beden dilinde ifadesini bulan bu eylemin açtığı yarayı sözlü dille ifade etmek mümkün değildir. [2425]
Kollar ve bacaklar, çoğu zaman aynı tarzda tutularak benzer ritimde hareket ettirilir. [2426] Ancak bazen de hem kollarda hem de bacaklarda engeller oluşabildiği gibi oturma ve kalkma biçimleri de, İnsanlararası ilişkilerde olumlu veya olumsuz davranışlar olarak değerlendirilerek; bu davranışlar, insanların birbirlerine yaklaşmalarına ya da birbirlerinden uzaklaşmalarına sebep olan unsurlar olarak algılanabilirler. Dolayısıyla kendilerine yaklaşmak isteyen insanlara ya kucak açılmış ya da fırsat tanınmamış olunabilir. Şu halde muhatapla ilişki içine girmeden önce genel bakışlar biraz daha keskinleştirilerek adı edilen davranışların iyi okunması, daha rahat hareket etme imkanı sağlar.
Yukarıda da ifade edildiği gibi söz konusu ofan davranışlar, bedensel bir ifade biçimi olarak insanlık tarihi ile başlayıp zaman zaman sözlü dile eşlik etmiş, zaman zaman da bu dile ihtiyaç bırakmayacak şekilde hem onun yerini doldurmuş, hem de ondan çok daha etkin bir dil olma özelliğini sürdürmüştür. Ancak sözlü dilde kullanılan kavramlar ve beden dilinde ifadesini bulan bu davranışlar, önceleri hakiki anlamlarında kullanılırken, daha sonra mecazî anlamda da kullanılmaya başlanmıştır. Böylece yerine göre hakikat yerine göre de mecazî anİamlar kullanılırken; bazen de, bu kavram ve davranışlar, kinaye yoluyla hem hakikat hem de mecazî anlamda kullanılarak ifade, anlam açısından zenginleştirilmiştir. Daha önce birçok kavram ve davranışın hem hakikat hem de mecazî anlamda kullanılabileceği üzerinde durulmuş ve gerekçeleri açıklanmıştı. Bundan sonra vereceğimiz, “oturma”, “kalkma”, “yürüme” ile ilgili davranışlarda da aynı durum söz konusudur. Her ne kadar bazı davranışlarda ilk bakışta mecazî mana anlaşılsa da hakiki mananın anlaşılmasına bir engel görülmediği için adı geçen davranışlar, mecaz ve hakikat ayrımına gidilmeden bunların her ikisini de akla getirecek bir tarzda verilmeye çalışılmıştır.
Bütün davranışlar gibi oturma, kalkma ve yürüme ile ilgili davranışların da, sözlü dille birlikte başladığı, beden hareketlerinin çoğunun sonradan kazanıldığı ve bunlarda, toplum yaşamına giren geçici yeniliklerin ve bu yeniliklere gösterilen toplumsal beğenilerin etkin olduğu görüşü hakimdir.[2427]
Beğeni veya tepki gibi bazı duyguların ifadesi olarak alışılan bu davranışlar, daha sonra hangi duygudan dolayı yapıldığı da dikkate alınarak her toplumda kendi kültür yapılarına uygun olarak anlamlandırılırlar. Bu bakımdan bu anlamlandırma toplumdan topluma, kültürden kültüre farklılık arzedebilir. Örneğin Türk kültüründe bir büyük geldiği zaman hemen ayağa kalkılır ve toplanılır. Zira böyle bir ortamda oturma, saygısızlık sayılır. Halbuki bir Amerikalıya göre bu hareket, rahatsız edici bir olay olarak algılanır. Onun için de Amerikalı öğreci hocasını oturarak; Türk öğrencisi de, kalkarak karşılar. [2428] Demek oluyor ki, yerine göre oturmak ve kalkmak, kültürden kültüre, ortamdan ortama değişiklik gösterse bile, bunlar, kişilerle nasıl iiişki kurmak istediğimizi belirten mesajlarla doludur. Karşılıklı etkileşim içinde olan şahıslar, birbirlerini nasıl algıladıklarını sürekli olarak bu mesajlar aracılığı ile ortaya koyarlar.
Baş, göz, el, koİ, bacak hareketleri ve oturuş, kalkış, yürüyüş biçimleri ile ilgilenme ve davranışları bilinçli olarak okuyup anlamlandırma; daha değişik bir deyişle, adı geçen davranışların farkına varma, yeni olmuştur. Halbuki bu davranışların, çok sayıda anlam taşıyıp kişinin iç dünyası ile ilgili değerli ipuçları yansıtarak gelmesi, insanlık tarihinin başına kadar uzanmaktadır. Bu kısa girişten sonra “oturuş”, “kalkış” ve “yürüyüş” ile ilgili davranışları tek tek eİe alarak konuyu biraz daha açabiliriz. [2429]
Oturma eylemi, oturulan alan ve oturma biçimleri açısından anlamlandırılmıştır.
Oturmak için seçilen yerler ve oturan kişiler arasındaki mesafe, hem sözsüz bilgilerle dolu, hem de etrafa çok önemli işaretler verirler. [2430] Örneğin oturulan yerin yüksekliği, oturan kimsenin gücünü gösterir. [2431] Hatta bir grup içinde oturan kişinin çevresinde, diğerlerinden daha fazla boş alan bırakılmış ise bu, birkaç anlama gelebilir. Şayet bu boş bırakılan alan saygı ile dolduruluyorsa o kişinin, diğerlerinden daha seviyeli ve daha güçlülüğüne; bu boşluk, yapmacık bir tavırla dolduruluyorsa o şahsın, gruba yeni katılmış olabileceğine veya o zatın dışlandığına yahut da o kişinin tarafsız kalma isteğine işaret olabilir.[2432]
İnsanların oturma biçimleri, mevki belirtisi olarak kullanıldığı gibi [2433] onların kişilik özellikleri ve iç dünyaları ile ilgili olarak önemli sinyaller verdiği de olur. Örneğin birisi, oturduğu yerde arkasına yaslanarak bütün alanı kaplıyorsa bu, onun, durumundan memnun olduğu ve bulunduğu yerden uzun süre kalkmayacağının izlenimini verir. Koltuğun ucuna oturmuşsa bu da onun hemen kalkıp gideceğinin veya misafire hizmete hazır olmasının yahut sıkılmanın ya da güvensizliğin işareti olabilir. [2434] Aksine girdikleri salonda ev sahibine yakın bir yer seçip rahat oturanların, özgüvenleri yüksek ve hoşnut kimseler oldukları gözlenir.[2435]
İnsanların işbirliğinin ve olumlu duygularının en mükemmel olduğunun göstergesi, onların yan yana. oturmalarıdır. Örneğin bir babanın evladına öğüt, bir öğretmenin de öğrencisine ders verirken veya yeni işe girmiş bir memura işin nasıl yapılacağı gösterilirken, birlikte çalışabilmek için yan yana oturulur.[2436]
Karşılıklı göz göze oturma ise, ilginin tamamen birbirlerine yönle-tildiğini gösterir. Bu konsantre olunmuş ilgi, herhangi bir konuya has kılınabileceği gibi tamamen duygusal [2437] ve hatta bazen iç rahatlığı ve sevgiyi paylaşmanın sonucu da olabilir. Bu tür bir paylaşım, hoş olmayan bir duygu ve düşünceden arınmış olmayı gerektirir. [2438] Zira olumsuz duyguların insanları birbirinden uzaklaştıracağı açıktır.
Aynı seviyede oturmanın da bir anlamı vardır. Örneğin bir toplantı salonunda aynı düzeydeki şef koltuklarının birbirine yakınlığı, kolay kontak kurmaya ve güven duygusuna neden olur. Bu bakımdan aynı konumdaki insanlar, toplantıda protokol yerlerinden uzak kalarak birbirlerine yakın oturmayı tercih ederler. Bu sayede hem emniyet sağlarlar, hem de sıcaklık ve bağlılık hislerini kanıtlarlar.[2439]
Bacak bacak üstüne atarak oturma, alışkanlık veya bir dinlenme şekli olarak algılanacağı gibi savunucu bir tutumun veya artmış bir iç gerginliğin ya da soğuktan korunmanın işareti de olabilir. [2440] Demek oluyor ki, bacak bacak üstüne atma bile, kişinin, iç dünyasıyla ilgili çok önemli ipuçları veren anlamlar taşıdığı söylenebilir.[2441]
İnsanlar, kendilerini korumasız hissettiklerinden sırtları kapıya dönük oturmaktan hoşlanmazlar. Bu bakımdan kendilerini güvenli hissetmek isteyenlere, sırtlarını duvara yüzlerini de kapıya dönerek oturmaları tavsiye edilir.[2442]
Oturuş biçimlerinin değerlendirildiğine dair ipuçlarına Kur'ân'da da rastlanır. Bu da çok doğaldır. Zira Kur'ân, insana bir taraftan mesaj verirken, diğer taraftan da insanın, mesaj karşısındaki davranışlarındaki duygularını tespit edip sonucu ortaya koyarak aldanmaları önlemiş olur.
Kur'ân oturuş şekillerine de ölçü getirir. Bunlarla ilgili bazı davranışları överken bazılarını da yerer. Bu arada bunları anlamlandırarak iletişimde verimliliğe katkıda bulunur.
Bilindiği gibi Kur'ân'ın gayesi, insanları yolun doğrusuna iletmek [2443], onları kötülüklerden arındırmak [2444] ve ebedî hayat mutluluğuna erdirmektir. Bununla da kalmayıp insanın, fıtrattan getirdiği temizliği koruyabilmesi için onun oturuş şekillerini anlamlandırıp bir taraftan onlarla ilgili yargılar koyarken, öte yandan bazı oturuş biçimlerini yasaklar, bazılarını da mutluluğun ifadesi olarak sunar. [2445]
Kur'ân'da “oturma” eylemi, “ka'ade” sözcüğü ile ifade edilmiştir. Bu kelime, Arap dilinde bazen de “uzaklaşma” anlamında kullanılmıştır. [2446] Kur'ân'da da bunun örneklerine çokça rastlanır. Örneğin hayız, nifas ve şevhetten kesilmiş ve bunlardan uzaklaşmış kadınlara “oturmuş kadınlar” [2447] denildiği gibi savaşa katılmayanlar da “oturanlar” [2448] sözcüğü ile ifade edilmiştir.
“Oturma” sözcüğünün, ilişkisi yokmuş gibi görünen “uzaklaşma” anlamını nereden kazandığına açıklık getirmede yarar vardır. Bilindiği gibi “Kelimeler, Kur'ân'da birbirinden ayrı, yalın halde bulunmazlar. Her birinin ötekiyle yakın bir ilişkisi vardır. Bu kelimeler, somut anlamlarını birbiriyle olan bu ilişkiden alırlar.”[2449] Konuyu biraz daha açacak olursak, her kelimenin, sürekli kullanıldığı bir anlam vardır. Buna izutsu'nun ifadesiyle “esas mana”; kelimenin bir de, “kökünden gelmeyen fakat içinde bulunduğu münasebet sisteminden doğan” ve “sistemdeki diğer kelimelerle olan münasebetinden kazandığı bir anlam” daha vardır ki, buna da, “izafi anlam” denir. Bu anlam, esas anlamından çok daha önemlidir. [2450] Buna göre “oturma” anlamına gelen “ka'ade” kelimesini semantik açıdan ele aldığımız zaman, onun bulunduğu ortamda veya bulunduğu kelimeler grubu içinde yeni yeni anlamlar kazandığını görürüz. Böylece bu kelime, yerine göre “uzaklaşma”, yerine göre “pusu kurma”, yerine göre “vakar /ağırbaşlılık”, yerine göre “gözetleme” ve “kendi başına terkedilme”, yerine göre de “neşe ve mutluluğun ifade biçimleri” olarak takdir edilir. Şimdi bunları örneklendirelim. [2451]
Mekke'de müşrikler, müslümanları Kabe'ye yaklaştırmıyor. Buralarda Kur'ân hakkında ileri geri konuşuyor ve Kur'ân'la alay ediyorlardı. [2452] Allah Teâlâ, onlarla oturmayı Mekke'de inen şu âyetle yasakladı. [2453] “Âyetlerimiz hakkında ileri geri konuşmaya dalanları gördüğünde onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan uzak dur. Eğer şeytan sana unutturursa hatırladıktan sonra artık o zalimler topluluğu içinde oturma (uzaklaş).”[2454]
Müslümanlar, Mekke'den Medine'ye gelince de Kur'ân'la alay eden münafıklar ve yahudiferle oturup kalkıyorlardı. Bu arada yahudiler zaman zaman Kur'ân'la alay etmekten geri durmuyorlardı. Bunun üzerine de şu âyet indi ve: “Allah size Kur'ân'da 'Allah'ın âyetlerimin inkar ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman başka bir söze geçmedikleri müddetçe o kafirlerle oturmayın. Aksi halde siz de onlar gibi olursunuz.”[2455] Şeklinde hüküm getirdi.[2456]
Ayette “oturmayın” şeklinde emrin olumsuz gelişi ve bu eylemin, işitmek, istihza, küfür ve zulüm kelimeleriyle kullanılışı, hem başka söze geçmedikçe münafık ve kafirlerle oturmanın yasaklanışını; hem o meclisten hem de adı geçen insan gruplarından uzaklaşmayı ifade etmektedir. Uzaklaşılmayınca da zalimlerle eş değer olunacağı vurgulanmaktadır.[2457]
Müfessir Kasımi (v. 1914/1332), müşrik ve münafıklara muhalefetin, meclisi terketmekle gösterilebileceğini; sadece kalb veya yüz ifadeleriyle muhalefetin yetmeyeceğini ifade eder. Uzaklaşmaya sebep de, “âyetler hakkında ileri geri konuşulmasının bilinmesini” gösterir. Buna da, âyetlerde “görme” ve “duyma” fiillerinin kullanılmasının işaret ettiğini söyier.[2458]
İslam bilginleri, bu tür meclislerde tepki göstermeden oturmanın onları onaylamak anlamını ifade edeceğinden o meclisi terketmemenin, kişiyi inkara kadar götürebileceğini; o meclisi terketmenin ise, tepkinin eylemsel ifadesi olduğunu ilen sürerler.[2459] Buna göre bir meclisi terketme eylemi, muhalefet ve tepkinin bedensel ifadesidir. [2460]
Kur'ân'da hayız, nifas ve şehvetten uzaklaşan kadınlara “oturmuş kadınlar”[2461] denildiği gibi savaşa katılmayanlara da “oturanlar” [2462] isminin kullanıldığını yukarıda bir vesile ile vermiştik.
Arap dilinde “oturma” eylemi, “oturmuş kadınlar” [2463] şeklinde yaşlı kadına nitelik olarak verilirken bu sıfat erkek için kullanılmaz.[2464]
Savaştan uzaklaşan insanlar için de “oturma” eylemi, Kur'ân'da “özürsüz olarak oturanlarla Allah yolunda malıyla canıyla cihad edenler bir değildir.”[2465], “(Evlerde) oturup da kardeşlerine bize uysaydınız yani savaşa gitmeseydiniz öldürülmezdiniz.”[2466], “Ey Musa, sen ve Rabbin gidin, savaşın, biz burada oturacağız.”[2467], “Allah Rasulü ile savaşa çıkmayıp geri kalanlar, oturmaları ile sevindiler.”[2468], “Düşmana karşı benimle beraber asla savaşmayacaksınız. Geri kalan (kadın ve çocuk)larla beraber oturun.”[2469], “Allah'a inanın, cihad edenlerle beraber cihad edin diye bir sure indirildiğinde onlardan servet sahibi olanlar, senden izin istediler ve: “Bizi bırak (evlerinde) oturanlarla beraber oturalım.” dediler.”[2470] İfadeleriyle geçer.
Görüldüğü gibi “oturma” eylemi, hem savaştan kaçmanın, hem de evde oturan çocuk ve kadınların haline benzetme ile aşağılamanın bedensel ifadesi kabul edilmiştir. [2471]
Şuayb (as)'ın kavminden inanmayanlar, inanan güçsüz kimseleri inançlarından çevirmek için onların her geçtiği yere pusu kurarak onları dövüyor, korkutuyor ve elbiselerini alıyorlardı. Mal ve elbiselerini vermeyenleri ölümle korkutuyorlardı. Olay Kur'ân'da şöyle anlatılır; “İnanan herkesi tehditle Allah'ın yolundan dönmeye zorlayarak ve Allah'ın yolunu eğri göstermeye çalışarak her yolun kıyısında pusuya yatmayın.”[2472]
Ayette “her yolun kıyısında pusuya yatmayın” sözünden hakiki anlamda yol kesmenin kastedildiği şeklinde anlayanlar yanında [2473] mecazî anlamda doğruya götüren her yolun kötülendiği şeklinde anlayanlar da olmuştur. Zamahşeri ve Razı bu kanaattedir. [2474] Bu iki müfessir, şeytanın: “Ben de gidip senin doğru yolunun üzerinde oturacağım/pusu kuracağım.” [2475] Sözünü de benzer şekilde yorumlamakta, yukarıdaki âyette kafirlerin aksi propagandanın; aşağıdaki âyette de şeytanın vesvese iie insanları doğru yoldan uzaklaştırmaya çalıştıklarının kastedildiğini ileri sürerler. [2476] Her nasıl olursa olsun “tehditle yolun üstüne oturmak” yol kesmenin, insanları haktan uzaklaştırmanın, Allah yolundan fizikî olarak veya propaganda ile psikolojik olarak döndürmeye çalışmanın bedensel ifadesidir. [2477]
Birinci cümledeki deyim, ifadesini, “Haram aylar sona erince müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün, yakalayın onları hapsedin ve onları her gözetleme yerinde oturup bekleyin..,”[2478] âyetinde bulmaktadır.
Bu âyette emredilenler savaş halinde yapılması gerekenlerdir. Burada geçen “mersad” kelimesi, “düşmanın görülebileceği, hareketlerinin kontrol edilebileceği ve onların uğrama ihtimallerinin olacağı her yer” anlamına gelir. [2479] Oturma (mak'ad) sözcüğü, “mersad” kelimesiyle kullanıldığında “yöneldikleri ve gizlenebilecekleri her yerde yakalayabilmek için pusu kurmak anlamını ifade eder.[2480]
İkinci deyim, cinlerin sözünden yapılan bir alıntıdır. Kur'ân'da cinlerin, melekler topluluğu ile bağlantı kurdukları, bunlar arasında cereyan eden yeryüzündeki varlıklarla ilgili konuşmalardan çalıntılar yapma girişiminde bulundukları, onlardan çaldıkları sırları falcı ve bilgin dostlarına aktarmaya çalıştıklarına işaret edilmiştir. İlgili âyetler şöyledir:
“Doğrusu biz (cinler), göğü yokladık, fakat onu sert bekçilerle, alev hüzmeleriyle doldurulmuş bulduk. Halbuki (daha önce) biz onun bazı kısımlarında haber dinlemek için oturacak yerler bulup oturuyorduk. Şimdi kim dinlemek isterse, kendisini gözetleyen bir alev demeti buluyor”[2481]
Gerek birinci âyette ifadesini bulan “birini yakalamak için bekleme”, gerekse ikinci âyetteki “haber çalmak için bir yerde oturup bekleme” şeklindeki deyimler, ister “birini yakalamak için pusu kurmak”, isterse “konuşulanlardan çalıntı yapmak için bir yerde oturmak” anlamında kullanılsın; birinci durum, düşmana geçit vermemenin; ikinci durum ise söz hırsızlığının bedensel ifadesidir. Şu veya bu maksatla kapıların önünde veya arkasında saklanmak da aynı anlamdadır. [2482]
Kur'ân'da İnsanın, yanlıziığa terkedilmesine sebep olacak olaylara dikkat çekilmiş ve bu duruma düşmekten sakındınimıştır. Bunlardan en önemlisi, Allah'a ortak koşmayı yasaklayan ve sonucuna karşı uyaran bir direktiftir: “Ey insanoğlu! Sakın Allah'la beraber bir başka tanrı edinme. Aksi takdirde kınanmış ve yalnız başına bırakılmış olarak oturup kalırsın.”[2483]
Âyette geçen “hezûl” kelimesi, sütün dokunmasından dolayı ayakta durmaya gücü olmayan hayvan için kullanıldığı gibi yaşlılık, zayıflık ve sarhoşluğun etkisiyle ayak bağı kesilmiş, ayakta duramayan İnsan hakkında da kullanılır. [2484] Âyette tevhid inancından sapan kimsenin durumu, bu kelime ile tasvir edilmektedir. Allah'ın yardımından mahrum kalan kişi, Allah'ın dışında ne kadar yardımcıları olursa olsun kınanmış ve tek başına bırakılmış kabul edilir. “Oturup kalırsın.” ifadesi, dışlanmış ve çaresiz kalmış kimsenin durumunu çok güzel bir şekilde tasvir etmektedir. [2485] Buna göre çaresizin oturuşu, hareketsizliğin, donukluğun ve yalnızlığa terkedilmişliğin, beden diliyle canlandırmışıdır. Bu duruma düşmüş birisinin halini dil ile tasvir etmektense, onun perişan halini görmek ve perişantığını bedeninden okumak, insan ruhunda çok daha derin izler bırakacağı tartışılamaz. Onun için Kur'ân, olayı beden diliyle vermiştir.
Yukarıdaki deyimden ilk bakışta mecaz manası anlaşılıyorsa da, hakikat manasının anlaşılmasına da engel yoktur. Zira bir insanın yalnızlığa itilmesi, hem fizikî hem de psikolojik olabilir.
Kur'ân'da bu konuya bir başka örnek de, malında son derece cimrilik yapanla malını saçıp savuran kimse verilmiştir. Bilindiği gibi İslam, her şeyde dengeyi esas alır. Bu konuda geri kalma da aşırı gitme de, dengeyi bozar. Buna dair örnek bir benzetme, Kur'ân'da şöyfe anlatılır; “Ne elleri boynuna bağlayıp kilitli tut, ne de sonuna kadar aç(ıp varını yoğunu otaya dök). Böyle yaparsan, kınanmış ve güçten kesilmiş olarak oturup kalırsın. “[2486]
Ayette “ellerin boyuna bağlanması” cimrilik; “ellerin sonuna kadar açılması” da, savurganlık anlamını ifade eden iki mecazî deyimdir. Burada her iki durum da kınanmış ve halsiz düşmüş bir kimsenin durumuna benzetilmektedir. Ayette geçen “melûm” sözcüğü, kınanmayı haketmiş anlamındadır. [2487] “Hasîr” sözcüğü ise, Arapça'da koşturularak bitkin hale getirilmiş, yürümekten kesilmiş hayvan için kullanılır. Bu kelime, mesafe çok uzadığından dolayı görmekten kesilen göz için de kullanılır. [2488] Cimri ile savurgan, yüremekten kesilmiş güçsüz hayvana benzetilmektedir. Cimri olan kimse, cimriliği; savurgan da, israfı yüzünden halsiz düşer ve sosyal hayatta yol alamaz ve olduğu yerde kalır. [2489] Bu şekilde hareket kabiliyetini kaybeden insan, Kur'ân'da “güçten kesilerek oturup kalmış” deyimi ile tanımlanırken beden dili eylemi ile ifade edilmiştir.
Bu ifade biçimleri, mecazî ifadelerdir. Ancak hakikat anlamında kullanılmalarına da engel olmayan bu davranışlar, âyetlerde nitelenen insanların ruh hallerinin bedenlerindeki göstergeleri olarak da kabul edilebilir. Zira bu âyetlerde isti'are sanatı söz konusudur.[2490] Yukarıda kinayenin istiareden bir cüz sayıldığı ve kinayenin hem hakikat hem de mecaz anlamında kullanılabileceği verilmişti. “Elleri boyuna dolamak” deyimi, cimriliği ifadede “elleri sıkı” deyiminden daha mübalağa ifade ettiği gibi bu davranış, aynı zamanda elleri, vermekten engelleyen bir eylem biçimi olarak da algılanıp [2491] hakiki anlamda da kullanılabildiği söylenebilir.
Burada söz konusu olan “oturup kalma” deyimi için de aynı şeyler söylenebilir. Zira bu deyim, güç ve takattan kesilerek yere yıkılıp kalma, kendisinde iş yapacak güç bulamama anlamında kullanılmıştır. O halde burada “oturup kalma”, güçsüzlüğün, kınanmışlığın ve çaresizliğin [2492] bedensel ifadesidir. [2493]
Karşılıklı göz göze oturma, ilgi ve alakanın tamamen birbirlerine çevrildiği anlamını taşır. Bu şekilde duygu ve düşüncenin bir noktada toplanması, herhangi bir konudan olabileceği gibi duygusal da olabilir. Birbirini sevenlerde bunun anlamı, ruhsal rahatlamanın bir sonucu olarak kendini bırakma olabilir.[2494]
Mutluluk içindeki bir oturuşta, oturulan yerin ve giysilerin payının olduğu da unutulmamalıdır. Oturma salonlarının konforlu duruma getirilmesi ve oturuma katılanların kıymetli giysilerle buraya gelmesinin anlamı bu olsa gerektir. Demek oluyor ki, rahat oturuş, iç huzuru eşliğinde konforlu bir salonda değerli giysilerle gerçekleştirilen bir oturumda sağlanabilir.
Allah'a karşı sorumluluk bilinci (takva) taşıyan insanların kıyamet günündeki mutlulukları tasvir edilirken; onların nahoş duygu ve düşüncelerden arındırılacağı, birbirleriyle kardeş olarak mutluluk tahtları üzerinde karşı karşıya oturacaklarından söz edilir. [2495] Ayrıca “oturdukları yerlerin emin yerler olduğu, bu yerlerin bahçelerde ve pınar başlarında bulunduğu, ipek ve altın giysilerle birbirlerine yaklaşacaktan [2496], yumuşak divanlarda [2497] altın işlemeli mutluluk tahtlarında birbirlerine sevgi ile bakışarak uzanacakları da vurgulanır.”[2498]
Âyetlere dikkat edilirse mutluluk ve neşenin, sözlü dille tasvirinden aciz kalındığı bir noktada duyguları anlatımda çok daha etkin olan beden dili, bütün öğeleri ve mutluluğu celbedecek bütün unsurlarıyla devreye sokularak anlatım tablolaştırılmıştır.
İfade edildiği gibi “gülme, insanın hoşnut olduğunu, iç dengesinin yaşamı sürdürmeye uygun bir uyum içerisinde bulunduğunu ortaya koyan ve karşısında bulunanları bu mutluluğa ortak olmaya davet eden bir jest ve mimiktir.”[2499] Yukarıdaki âyetlerde ifadesini bulan “mutluluk tahtlarında birbirlerine sevgi ile bakışarak kurulma”[2500] sözünde, mutluluğun ifadesi olan gülmeye eş değer davranışlar sergilenirken üç önemli unsurdan söz edilir. Biri, kalplerden kinin atılması, ikincisi mutluluk tahtlarında karşı karşıya oturma, üçüncüsü de değerli giysilerle bezenmektir. Bunların hepsi, sevinci ifade etmenin bedensel ifadeleridir.
Bazı yorumcular, âyetlerde geçen ve dilimize “neşe” diye tercüme edilen “şerir” sözcüğünü neşelenmek için hazırlanmış oturma meclisleri olarak anlamlandırırlar. [2501] Arapça olan bu sözcük, yaslanılarak oturulan koltuk veya tahtlar anlamına da kullanıldığı gibi yücelik ya da mutluluk makamı (tahtı) anlamında kullanılmıştır. Bu anlamda kullanıldığına delil de yukarıdaki âyetler gösterilmiştir.[2502]
Mutluluk tahtının, beden dili açısından mevki belirtisi, karşılıklı oturmanın da, mutluluğun ifadesi anlamını taşıdığını söyleyebiliriz. [2503]
Davranışlar arasında ayağa kalkma eylemi, biri saygı diğeri de, çağrılan bir şeye ilgi gösterip göstermeme göstergesi olmak üzere iki açıdan ele alınabilir. Ancak ayağa kaikma davranışının her toplumda saygı göstergesi olduğu söylenemez. Örneğin Türk toplumunda birisi için bu davranışı göstermek, saygı ifadesi sayılırken; bu davranış, Amerikanlılarda ise saygı gösterme davranışı değil de Amerikan ordusu içinde eğitimde olan bir erin yapacağı türden bir davranış olarak algılanan [2504] bir disiplin sorunu olarak ele alınır. Demek oluyor ki bu davranışın algılanışı bu yönüyle kültürden kültüre, toplumdan topluma değişmektedir.
Bu davranışın, İslam'ın temel kaynaklarından sünnette saygı belirtisi olarak değerlendirildiğine şahit oluyoruz. Örneğin Rasulullah ve sahabe cenaze geçerken ayağa kalkarlardı. [2505] Cenazenin hangi dine sahip olduğuna da bakılmazdı. Zira bir gün Rasulullah yoldan geçen bir cenaze için ayağa kalkınca kendisine o cenazenin yahudi cenazesi olduğu söylendi. Bunun üzerine Rasulullah: “Cenaze gördüğünüzde ayağa kalkınız.” diyerek ayrım gözetilmeyeceğini ifade etmiş ve hatta “O bir can değil mi?” diye de çıkışmıştır.[2506]
Rasulullah: “Efendiniz Sa'd'e ayağa kalkınız” [2507] şeklinde hürmet için ayağa kalkmayı teşvik ettiği ve kendisinin de saygı ve şefkatten ötürü ayağa kalktığı olmuştur. [2508] Yalnız Farslar ve Rumların krallarına -bir ilaha tapınmayı çağrıştıran- kalkış gibi katkmayı yasaklamıştır.[2509]
Kur'ân'da ise ayağa kalkma biçimi, verilen emirlere karşı ilgi veya ilgisizlik sorunu olarak ele alınmıştır. Ancak emre karşı ilgi ifadesi olarak kabul edilen ayağa kalkma davranışının, hadislerde ifadesini bulan saygıyı da içinde barındırdığı gözden ırak tutulamaz. Biz burada biraz da her alandaki emir ve isteklerde ölçü alınabilecek ayağa kalkış biçiminin bu yönü üzerinde duralım. [2510]
Kur'ân'da, Allah münafıkları (ikiyüzlüleri) tanıtırken onların oturup kalkarken sergiledikleri davranışlara dikkat çeker. Örneğin bunların bazısı, savaşa çağrıldıklarında isteksizliklerinin ilk belirtisi olarak kalkıp savuşmak için Peygamberden izin isterler. [2511] Bazısı da herkes savaş hazırlığı yaparken -Kur'ân'ın ifadesiyle- onlarda hiçbir hareket görülmez. [2512] Kur'ân: “Eğer bunlar savaşa çıkmak isteselerdi, onun için hazırlık yaparlardı.” [2513] şeklindeki açıklamasıyla onları deşifre eder. Demek oluyor ki, bir işe çağrı anında hareketsiz olup onun için bir hazırlık yapmıyorsa, onun bu hareketi, gönülsüzlüğünün en belirgin ifadesi sayılır.[2514] Bir işe gitmek için kalkarken -hazırlık yapmamaları bir tarafa- gönülsüz davnanır ve bahane ararlar. Kur'ân bunu da: “Fakat Allah onların (savaşa) kalkışlarını beğenmedi. Bu yüzden onları yerlerinde durdurdu ve kendilerine “Peki (sizler de) evlerinizde (öteki) oturanlarla beraber oturun, denildi.”[2515] Beraber oturacakları kimseler, kadıniar, çocuklar ve hastalardır. Bunların savaştan alıkonulmasının yararı, Kur'ân'da şöyle açıklanır; “Eğer onlar sizinle beraber savaşa çıkmış olsalardı ancak bozgunculuk çıkarır. Sizi birbirinize düşürmek için aranıza fitne sokarlardı. İçinizde onları dinleyenler de vardır. Allah zalimleri gayet iyi bilir.”[2516]
Tereddütlü insanlar, savaş safları arasına zaaf sokar. Onun için böyle kişiler, ordu için daima büyük bir tehlikedir. Şayet münafıklar savaşa çıksalardı, Müslümanlar bunlardan güç kazanamayacakları gibi aralarında daha çok ikilik, anarşi ve korku yayılabilirdi. Bu durumda bazı Müslümanlar da bunlara kapılabilir ve genel bir çözülme söz konusu olabilirdi. Bundan dolayı Allah, onları savaştan alıkoydu.[2517]
Kur'ân burada beden diliyle ilgili çok önemli bir davranışa dikkat çekmekte ve bu tür davranışların iyi okunmasını öğretmektedir. Bu davranış, “bir işe gönülsüz kalkış”tır. Böyle davranan birisi, yapılacak işin sonuçsuz kalmasına en büyük neden olabilir. Zira bu kişi bu olumsuz tavrıyla kalmayacak, isteksizliğinin haklılığını müdafaaya kalkışacak ve çalışanlar arasında bozgunculuk çıkaracaktır. Onun için toplu girişilen bir işte gönülsüzlerin dışarıda bırakılması, sonuç için en güzel bir tedbirdir. Kur'ân'ın bize anlatmak istediğinin de bu olduğu düşünülebilir.
Ayağa kalkma eyleminin olumsuz biçimine bir başka örnek de münafıkların namaza kalkışları gösterilebilir: Bu kalkış, namaza karşı sıcak duygu taşımayan ve dolayısıyla da tıpkı ağır bir yük altında infe-yen insanlar gibi isteksiz ve tembel bir şekilde kalkıştır. Bunu da şu âyetten öğreniyoruz: “Şüphesiz münafıklar Allah'a oyun etmeye kalkışıyorlar, halbuki Allah onların oyunlarını başlarına çevirmektedir. Onlar namaza kalktıkları zaman üşenerek tembel tembel kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar. Allah'ı pek az anarlar.”[2518]
Yukarıdaki âyette münafıklara ait sergilenen “tembel tembel kalkış görüntüsü”, bu insanların kalplerindeki inançsızlığın dile getirilmesi biçimidir. Daha önce de belirttiğimiz gibi sözlü diiin arkasına saklanmak ve dolayısıyla yalan söylemek, çok zor bir iş olmamasına rağmen; beden dilinin yalan söylemesi imkansız gibidir. Zira yalancı bir kimsenin ağzı sussa bile ya rengi kızarır ya gözleri telaşa kapılır, ya alnı terler ya da diğer organlarından biri, şöyle veya böyle anormal hareketler sergileyerek iç dünyasındaki olumsuzlukların organlarına yansımasına ve bu olumsuz sinyallerin bedenden ve hareketlerden okunmasına engel olamaz.
Âyette münafıkların tanınmasına sebep olacak bir başka eylem biçimi de, “Allah'ı az anmaları”dır. Bilindiği gibi birisinin ardından ender söz etmek, hoşnutsuzluğun ve zorakiliğin bir başka biçimidir. Çünkü insan, sevdiğini dilinden düşürmez.
İkiyüzlü insanları, davranış biçimlerinden öğrenmek isteyenlerin Kur'ân'daki münafıklarla ilgili âyetleri okuması kendileriyle münafıklar arasına nasıl bir sınır koyacağına dair ipuçları elde etmesine katkıda bulunacaktır. [2519]
Yürüme, bir sebebe dayanarak yapılan bilinçli bir harekettir. Bununla ya bir hedefe gidiyoruz ya da birileriyle yüzyüze gelmekten kaçıyoruz. Bu bakımdan insan daima, sağlam bir zeminden bir başka zemine geçmek ister. Ancak bunu yaparken her adımın bir risk olduğunu akıldan çıkarmaması gerekir. Bunu şöyle de ifade edebiliriz: Duygu ve heyecanlar yürüyüşe yansır ve o yürüyüş, sahibine ait duygu ve düşünceleri ifade eden bir dil olur. Ancak bu davranışları değerlendirirken beden davranışlarının hepsini birden dikkate almak gerekir. Her bir organ için bağımsız bir davranış yok gibidir. Ancak D. Mornis'in dediği gibi çoğu zaman ayakların bilinçsiz hareketi gerçek ruh halini ortaya koyabilir.[2520]
En ideal yürüyüş biçimi, önüne bakarak yürümedir. Buna karşılık başları ve boyunları bağımsız hareket halinde olanlar, herşeye ilgi duyan ve devamlı bilgi toplayan tiplerdir. Başı öne eğik olanlar dikkatlidirler. Bunlar, tam zamanında başlarını çevirip sinsice gözlediği yöne bakarlar. Tavırları da, sanki hiçbir şey olmamış gibi bir tavırdır.[2521]
Dikkatli insanlar, yürürken daima bakışlarını kendinden ileri bir yöne çevirir ve zemini kontrol etmeden adım atmazlar. Bunlar düşüncelerini geçmişte bırakmaya eğilimlidirler.
Serbest yürüyüşün en ideal şekli, ayak tabanının yerde düzenli aralıklarla yuvarlanmasıdır. Bu tür yürüyüşten uzaklaşacak her sapma, bir duyguyu ifadedir. [2522] Örneğin yürürken ileri itilmiş göğüs, hırsı; geri çekilen ise, isteksizliği gösterir.[2523]
Demek oluyor ki, ayak hareketlerinin özellik taşıyan bir şekli de, yürüyüş biçimidir. Bireyler yürüyüşlerinde bazen olgunluk örneklen, utangaçlık tavırları, bazen çekingenlik ve ürkeklik; bazen de saldırganlık ve tahrik anlamına gelebilecek hareketlerde bulunabilirler. Hatta bazen ayak ve bacak hareketleriyle içlerindekini saklamaya çalıştıkları da olur. Bu davranışları en iyi okuyanların, sözsüz iletişim uzmanlarının olduğu bilinmektedir.[2524]
“Yüksek topuklu ve yüksek tabanlı ayakkabı giyen kadın ve erkekler, yürüyüşlerinde ne yaptıklarının bilincinde olmalıdırlar.”[2525] Bunlar, adımlarını hızlı atamadıkları gibi topuklarını ve kalçalarını doğal olmayan biçimde hareket etmeye zorlarlar. Zira “yüksek topuklarla normal yürüme imkanı yoktur”[2526] da denilebilir.
Şu halde her davranış gibi yürüyüş de, kişiliği ve kişilikte kökleşmiş duyguları yansıtır. Örneğin -Kur'ân'da ifade edildiği gibi- “böbürlenerek veya çalım satarak yürüme, kendini bilmezliğin ve cahilliğin [2527]; yürüyüşte tâbi olmak, tevazu ve olgunluğun [2528]; utana utana yürüme, edep ve hayanın [2529]; gizli ziynetlerin açığa çıkması için ayaklarını yere vurarak yürüme, tahrik ve teşvikin” [2530] bedensel ifadesidir. Şimdi bu ve benzeri yürüyüş biçimlerini tek tek ele alarak ifade ettikleri anlamları vermeye çalışalım. [2531]
Kur'ân, bir taraftan yürüme eylemine ölçü getirirken, diğer taraftan da yürüme biçimlerini değişik şekillerde anlamlandırır.
Kur'ân, yürümeğe getirdiği ölçüye, Lokman (as)'ın oğluna tavsiyeleri münasebetiyle hem de sosyal hayatı ayakta tutacak: “Geçim endişesinden dolayı çocukları öldürmeyin, bu bir suçtur; zinaya yaklaşmayın, zira o rezilliktir, kötü bir yoldur.”, “Allah'ın öldürmesini yasakladığı cana haklı bir sebep olmadıkça kıymayın.”, “Yetim büyüyünceye kadar onun malına güzel bakın. Malına yaklaşmayın”, “Verdiğiniz sözü yerine getirin.”; “Ölçüyü tartıyı doğru ve tam yapın.”[2532] İlkelerini verirken temas eder. Hatta bu konuya temas etmeden önce insanların günümüzde tesis etmeye çalıştıkları “bilimsel güven” ortamını oluşturmak için bir sistem kurar. Bu sistemin kuralını, “Bilmediğin bir şeyin ardına düşme. Çünkü kıyamet gününde kulak, göz ve kalp, işte bütün bunlar, yaptıklarından sorumludur.”[2533] Şeklinde verir. Sonra da boş yere büyüklenmenin çirkinliğini ifade ederek Allah'ın kötü olan her şeyden şöyle açıklar: “Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü sen elbette yeri yaramazsın, boyca da dağlara ulaşamazsın. Bunlardan kötülükleri sebebiyle yasaklananlar, Rabbinizin sevmediği hususlardır. Bunlar, Rabbinin sana vahyettiği hikmetlerdendir.”[2534]
Cahilliğin, içi boşluğun, kofluğun ve büyüklenmenin, bedende Çalım satarak yürüme biçiminde şekillendiğine dikkat çeken bu âyet, bu tür yürüyüşe yasak koyarak bireyleri birbiriden nefret ettirecek insan bedenindeki bu çirkin görüntüyü ortatan kaldırmak ister.
Bu kısa girişten sonra Kur'ân'ın yürüme biçimlerine yüklediği anlamlarla birlikte yürüyüş şekillerini, yukarıda mealini sunduğumuz âyetten çıkaracağımız şu hükümle vermeye başlayabiliriz. [2535]
Burada “kasılarak yürüme” şeklinde tercümesini sunduğumuz ifadenin âyetteki karşılığı, “merah” sözcüğüdür. Bu sözcük, ölçüyü taşırmak derecesinde neşelenmek anlamında kullanılmıştır. Bu kelimenin, kibirlenme ve böbürlenme anlamında kullanıldığı da olur. Yukarıdaki âyette bu anlamdadır. [2536] Dilimizde bu kelimenin karşılığı “çalım satmak” yanı kurulup büyüklük taslamak ve kasılmaktır.[2537]
İnsan, Allah bilincinden uzaklaşınca ulaştığı zenginlik, otorite, kuvvet ve güzellik, cehaletle de birleşince böbürlenme duygusuna kapılır. Halbuki kişi, kendisindeki bu niteliklerin Allah tarafından verildiğinin farkında olsa böyle bir tavır alamaz. Zira âyette belirtildiği üzere kişi, ne kadar güçlü ve zengin olursa olsun, bu cirmiyle ne yeri yarabilir ne de dağlara ulaşabilir? Hatta şu darb-ı meselde ifade edildiği gibi, “ateş olsa cirmi kadar yer yakar.”[2538]
Kur'ân, insanları alçak gönüllülüğe çağırır. Alçak gönüllülük, Allah'a ve insanlara karşı takınılması gereken psikolojik ve sosyal bir saygı ve sevginin gereğidir. Bu saygıyı, kendini biimez cahillerden başkası terkedemez. Kaldı ki, bu tür insanları ne Allah ne de insanlar sever. [2539] Buna göre çalım satarak yürüme kendini bilmezliğin, cahilliğin ve içi boşiuluğun bedensel ifadesidir.
Kur'ân, çalım satarak yürüme eylemine Lokman suresinde Lokman'ın oğluna vasiyeti münasebetiyle: “İnsanlardan yüz çevirerek böbürlenme. Yeryüzünde kibirlenerek yürüme. Şüphesiz Allah büyüklük taslayan ve övünen hiç kimseyi sevmez.”[2540] şeklinde vurguda bulunur.
Ayette “yüz çevirme” şeklinde tercümesini verdiğimiz ifadenin karşılığı, Arapça'da “sa'r” kelimesiyle anlatılır. Bu kelime, kibirden do-İayı yüzü veya boynu bir tarafa çevirmek anlamındadır. Devenin bir hastalıktan dolayı boynunu bir tarafa bükmesi de, bu kelime ile ifade edilir. Kur'ân, yüz çevirme eyleminin çirkinliğini duyurmak için bu kelimeyi seçmiştir. Bu kelime, Kur'ân'da kullanıldığı “tas'îr” kalıbıyla “sırt çeviriyormuş gibi kibirden dolayı hafife alarak insanlardan bakışını uzaklaştırıp yanağı çevirmek” anlamını ifade eder.[2541]
Yüzünü çevirip, çalım satarak yürüme eylemleri, çoğunlukla beraber sergilendiğinden dolayı Kur'ân'da bu iki çirkin hareket peşpeşe getirilmiştir. Bu tür bir hareket, insanları küçük görme ve hafife almanın bedensel ifadesidir. Bu ifade “ben büyüğüm” şeklindeki sözlü ifadeden daha etkilidir. Zira karşıdaki insanı bütün bedenle aşağılama anlamına gelir. [2542]
Allah Teâlâ kibirle yürüyüşü yasaklarken onun yerine “yürüyüşünde tabiî olmayı” [2543] emrediyor. “Tabiî ol” sözünün âyetteki karşılığı, “ıksıd” dır. Bu kelime “kasd” kökünden türetilmiştir.
“Kasd”, “yolun doğruluğu” ve “yürüyüşün rahatlığı” için kullanıldığı gibi “adalet” anlamında da kullanılır. Aslında “kasd” sözcüğü, hangi eylemle birlikte getirilirse o eylemde aşırılığın zıddı olan orta yolun tutulması anlaşılır. Bu da “aşırı gitme ile geri kalmanın arasıdır. “Yürüyüşte tabiî olmak”tan kasıt, yürüyüşünde ne böbürlenerek, kibirlenerek, çalım satarak enerjini tüket, ne de pintileş demektir. [2544] Yani şöyle veya böyle zorlanmadan; eğilip bükülmeden, böbürlenmeden yürü. Bu tür yürüyüşte, tevazuun, ağır başlılığın ve tabiî olmanın; yapmacık hareketlerden kaçınmanın bedenle ifadesidir. Ancak Furkan süresi 63. âyet, “tabiî yürüyüşe” açıklık getirmektedir. Şöyle ki; “Rahmanın kulları, tevazu ve vakar ile yürürler. Cahilller kendilerine laf atıp sataştıkları zaman aldırmadan selametle/(esenlikle) kalın deyip geçerler.”[2545]
Bu âyete göre yolda yürüyen bir şahsın olgunluğunun göstergesi, onun, etraftan gelen lüzumsuz söz ve olumsuz davranışlara aldırmadan onlara; “esenlikle kalın” diyerek çok farklı ve olumlu davranmasıdır. Buna göre: [2546]
“Her davranış gibi yürüyüş de, kişiliği ve kişilikte kökleşmiş duyguları yansıtır.” [2547] “Rahmanın kulları tevazu ve vakarla yürürler.”[2548] Ayetinde geçen “Rahman” sözcüğü, Allah'ın isimlerindendir. “Tevazu” ve “vakar” kelimeleri ise, Arapçadaki “hevn” kelimesinin tercümesidir.
“Hevn” veya “nün” kelimesi, hem horluk, hakirlik, basitlik, hafiflik, aşağılık ve zelillik [2549]; hem de nezaket, vakar, ağırbaşlılık, sekinet, kararlılık, rıfk, yumuşaklık anlamlarına gelir. “Rahmanın kulları yeryüzünde tevazu ve vakarla yürürler.”[2550] âyetinde son anlamlarda kullanılmıştır. [2551] Buna göre “Rahmana kulluk eden kimselerin gidişleri, arz üzerinde yürüyüşleri ve tarz-ı hareketleri mulayimanedir. Cebbarane, mağrurane, kibirli, saygısız, kaba ve haşin değil, sekinet ve vakar ile mütevaziane, edibane, nazik ve yumuşak yürürler.”[2552] Onların yürüyüşlerinde zorlanma ve yapmacıklık, büyüklenme ve böbürlenme, başlarını dikme ve omuzlarını silkme yoktur. Yürüyüşlerinde vakar ve sükunet hakimdir. Bazıları, vakarla yürüyüşü, salih kullara atfederek başları önlerine eğik, omuzları yanlarına düşük, bedenleri yalpa yapar tarzda ölü gibi yürümek şeklinde aniamışlarsa da bunun aslı yoktur. Çünkü pintiliğin takva ile bir ilgisi olamaz. [2553] Zira Rasulullah (sav) “sekinet ve vakarı” öğütlemiştir.[2554]
Kurtubi, tevazu ve vakarın sadece “yürüme”ye nitelik olmasının yetmeyeceğini buna Allah bilinci ve korkusunu da eklemenin gerekliliğini ifade ederek'“Nice vakarla ve yavaş yavaş yürüyen var ki, o, Atlas kurdudur.”[2555] der. “Atlas”, siyaha çalan bir renkteki kurdun adıdır ve o, kurtların en pisidir.”[2556] Buna göre vakar içerisinde yürüyen birisinin diğer işleri bozuksa bu yürüyüş, tevazu için yeterli bir gösterge olamaz. Halk arasında “Onun tevazusu kibrindendir.” sözüyle nitelenen insanlar bunlar olsa gerektir. [2557]
Kur'ân'a gre, Firavun, Mısır'da zorbalığa kalkışmış, kendisinden başka güç tanımaz olmuştu. İktidar gücünü kaybetmemek için gelebilecek tehlikelere karşı uyanık ve hazırlıklı davranıyordu. Kendisinin ilahlığına inanmayan İsrailoğullarını, tahtı ve egemenliği için bir tehdit unsuru gördüğünden onların erkeklerinin sayısı artmasın diye doğan erkek çocuklarını öldürtüyor, kız çocuklarını ise sağ bırakıyordu. Allah Teâlâ, böyle bir ortamda daha süt emerken Hz. Musa'yı Firavun'un sarayına attı. Firavun'un hanımı ve Mısırlıların kalbine attığı sevgi ile onu korudu. Gençliğini Firavun'un sarayında geçiren Hz. Musa'ya ilim ve hikmet verildi. Halkın habersiz olduğuı bir gün çarşıya inen Hz. Musa, İsrailoğullarından birisinin, Firavun taraftarlarından biriyle kavga ettiğini gördü, israilli, Hz. Musa'dan yardım istedi. Hz. Musa, arabulurken karşıdaki adama bir tokat atınca adam cansız olarak yere yığıldı. Ertesi gün İsrailliyi başka bir kipti ile kavga ettiğini gören Hz. Musa, bu kıptiye de vurmak istedi. Ancak Kıpti:
“Dün bir adamı öldürdüğün gibi beni de öldürmek mi istiyorsun?!” diye çıkışınca Hz. Musa vurmaktan vazgeçti. Böylece onun adam öldürdüğü anlaşılınca hakkında ölüm kararı alındı. Hz. Musa korku ve telaş içinde Medyen'e kaçtı. Medyen girişinde insanların bir kuyudan koyunlarına su içirdiklerini ancak sahipsiz iki kız çocuğunun kenarda beklediklerini gördü. Onlara acıdı ve koyunlarını sulamalarına yardımcı oldu. Sonra bir gölgeye çekildi ve “Rabbim! Göndereceğin her hayra muhtacım.” diye dua etmeye başladı.”[2558]
“Biraz sonra (o iki kızdan) biri utana utana yürüyerek Musa'ya geldi ve
“hayvanlarımızı sulamana karşılık ücret ödemek için babam seni çağırıyor” dedi. Bunun üzerine Musa, kızların babasına varıp başından geçenleri anlattığında o:
“Korkma, artık o zalim halkın elinden kurtuldun. ” dedi .”[2559]
Ayette geçen “yürüme” fiilinin, istifa için olan “ila” harf-i cerri ile kullanılması, utanmanın binit gibi oluşunu ifade etmek içindir. [2560] Zira istila “ulüv” mastarından türetilmiştir. Yükselme, üste çıkma ve üstün gelme anlamlarını taşımaktadır. [2561] Buna göre kız, yabancı bir erkeğin yanına giderek konuşma ve onunla karşı karşıya gelme zorunda kaldığı için kendisinin biniti olan yani ondan hiç ayrılmayan utanma duygusuyla utana utana ona geldi.[2562] Temiz ve iffetli bir kız erkeklerle karşılaştığında nasıl bir tavır takınılması gerekirse onu yaptı. Yürüyüşünde ne bir kırıtma ne gösteriş ne de erkekleri tahrik edecek bir davranış vardı. Bu hareket, kızın sağlam bir fıtrata; aynı zamanda saf ve temiz duygulara sahip olduğunun ifadesidir. Terbiyeli bir kız, yaratılışı gereği erkeklerle karşılaştığı ve onlarla konuştuğu zaman utanır.[2563]
Bu utanma, onun duygularının saf ve temizliğinin beden diliyle anlatılmasıdır. [2564]
Kur'ân, edep ve hayayı önerip överken; sırf tahrik ve teşvik için güzellikleri ve süs eşyalarını sergileyen bir duygu ile gezinmeyi yasaklar. Zira “kadınların kırıtarak çalımlı yürümeleri”, baştan çıkarma ve ayartmanın bedensel ifadesidir.
Allah Teâlâ, Hz. Peygamberin hanımları şahsında bütün inanan kadınlara: “Evlerinizde oturun önceki cahiliye devri kadınlarının açılıp saçılması gibi cazibenizi sergilemeyin, namazı kılın, zekatı verin. Allah'a ve Rasulüne itaat edin. Ey Ehli Beyt! Ailah sizden sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.”[2565]
Ayette “oturun” şeklinde tercüme edilen kelimenin karşılığı “vakara” kelimesinden alındığı ileri sürülen “karne-oturun” sözcüğüdür. Bu sözcük, ağırbaşlılık ve kararlılık anlamını taşımaktadır. [2566] Buna göre evden ayrılmamaları demek değildir. O halde bu yasaklama, öncelikle ihtiyaç dışı çıkışlar için olabildiği [2567] gibi ağırbaşlı davranmayıp hareketiyle başkalarını tahrik edenler için de olabilir. Zira âyette geçen “teberrüc” kelimesi, Arap dilinde: “bir kadının süslerini ve güzelliklerini erkeklere açması, yeniliklerini ortaya çıkarması, hatta bir kadının karşısındakini baştan çıkaran yani ayartan bakışması” anlamlarına gelmektedir.[2568]
Buna göre “evinizde oturun” yani ağır başlı hareket edin, kadınlık vakarınızı koruyun ve ihtiyaç halinde dışarı çıktığınızda da kendini bilmezler gibi gezişinizle, bakışınızla tahrik unsuru olmayın demektir. Nitekim dilimizde de bu tür deyimler mevcuttur. Örneğin “evinin kadını olmak” yani “evine, kocasına bağlı ve bunlarla ilgili işleri başarır nitelikte olmak”[2569] deyimi meşhurdur. Demek oluyor ki kadınlık güzelliklerini süfli arzular uğruna sergilemek ahlakî yozlaşmanın ve duyarsızlığın bedensel ifadesidir.
İslam temiz bir toplum kurmayı hedef edinir. Orada her an istekler tahrik edilemez. Zira daimi tahrik eylemleri, kanmayan bir şehvet azgınlığı ile sonuçlanır. Kasıtlı bir bakış, tahrik edici bir davranış, hayvanî arzuyu kamçılamakta; sinir ve iradenin dizginini elden çıkarmaktan başka bir şey yapmamaktadır.[2570]
İslamın, temiz bir toplum kurmada kullandığı araçlardan biri de, iki cins arasındaki derin olan fıtrî arzunun sağlam ve tabiî gücünde bırakılarak onun tahriklerden uzak tutulup yerinde ve temiz olarak kullanılmasını sağlamaktır.[2571] Bu, maksada binaen Kur'ân, mümin kadınları kapalı zinetlerini açığa vuracak, şehvet duygularını teşvik edecek ve uyuyan hisleri uyandıracak hareketlerden; “Gizledikleri süslerini başkalarına bildirmek için ayaklarını da yere vurmasınlar.”[2572] Şeklinde sakınmalarını emretmektedir. [2573]
Zinet, kendisiyle süslenilen her şeyi içine alan kapsamlı bir isimdir. [2574] Zinetin yaratılış güzellikleri mi yoksa insanların süslendiği şeyler mi olduğu hususunda ihtilaf edilmiştir. Ancak “Görünmesinde sakınca olmayan yerleri dışında cazibe ve güzelliklerini açığa vurmasınlar ve bunun için başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar.”[2575] âyeti delil getirilerek zinetin her ikisini de içine aldığı görüşü benimsenmiştir. [2576] Hatta Razi: “Doğru olanı yaratılış güzelliklerinin de zinete dahil olmasıdır.” şeklinde görüşünü bundan yana ortaya koymuştur.[2577]
Taberî'ye göre kadınlar ayaklarına bilezik takar ve gezerken erkeklerin dikkatini çekmek için ayaklarını yere vurur ve ses çıkarırlardı. Bunun üzerine bu âyet indi ve gizliliklerin açığa vurulması için ayakları yere vurma yasaklandı. [2578] Zeccac'a göre, ayaklar yere vurularak çıkarılan sesi duymak, zinetlerin açığa çıkarılmasından şehveti daha da tahrik eder.[2579]
Şüphesiz şu veya bu şekilde şehvet duygularının dürtülmesi dinen de ahlaken de hoş görülemez. Kadın takılarının çıkardığı sesten ve süründüğü kokudan uzaktan uzağa etkilenen, şehevî duyguları kabaran ve kendilerini frenleyemez duruma gelen pek çok kişinin olacağı inkar edilemez. Buna göre süsler ortaya çıksın diye ayakları yere vurma eylemi ve bu doğrultudaki bazı yürüyüş şekillen, ahlakî dejenerasyonun açık göstergesi olmakla birlikte; bu tür davranışlar cinsel arzular yönünde teşvik ve tahrikin bedensel ifadeleridir. [2580]
Kur'ân'a göre Allah, yarattığı her şeyi kendi içinde tutarlı kılmakta ve yerine getirmekle yükümlü olduğu fonksiyonlara uygun niteliklerle donatmakta; böylece onu ilk başta yaradılışında varoluşun gereklerine uygun hale getirmektedir.
Yaratıklar içinde insan, farklı bir konuma sahiptir. Kur'ân ifadesiyle o, yaratılış amacının gerçekleştirildiği fonksiyonlara tekabül eden bütün olumlu, maddî ve zihinsel niteliklerle donatılmıştır. İnsanın en önemli yeteneklerinden biri de, “sezgisel yeteneğedir. Bu yetenek, Kur'ân'da fıtrat sözcüğü ile ifade edilir.
Her canlı gibi insan fıtratı da, büyük imkanların gizli olduğu bir potansiyel barındırır. İnsan ruhunun derinliği, kuşatıcılığı, zihinde şekillendirme (tasavvur) gücü, fıtratında gizlenmiştir. Onun eğilim ve yatkınlıklarını saymak mümkün değildir.
Bütün insanlar aynı fizyolojik özellikleri taşır. Bu bakımdan hiçbir doktor, kendi ırkından gelen insanlara uyguladığı yöntemleri diğer insanlara uygulamakta tereddüt etmez. İnsanın, ruhsal açıdan da aynı tabiata sahip oldukları kabul edilir. Değişik kültürlerin sanatını, tiyatrolarını anlayabildiklerine, kendilerini İnsan kılan, birbirlerini bilmelerine ve sevmelerine yol açan aynı temel çizgileri paylaştıklarına şahit oluşumuz, bunun delilidir.
Biyologlar ve psikologlar, insanların biyolojik yapısında bir değişiklik olmadığını on bin sene önceki insanın da aynı sinir sistemine ve aynı öğrenme yeteneğine sahip olduğunu; ancak yaşayış biçimlerinde büyük farklılıkların bulunduğunu tespit etmişlerdir. İçinde bulunduğumuz uygarlığa ulaşmamızı, asırlar önce gelip geçen insanlardan daha zeki olduğumuza değil de daha çok şey öğrendiğimize; geçmişlerin küftür birikimi üzerinde bulunuşumuza borçluyuz.
İnsanı tanıma, ona olması gerektiği şekilde davranma ve aklının alacağı tarzda hitap etmenin; insana, hayatın akışında önemli katkıda bulunacağı açıktır. Bu nedenle insanın davranışlarını biyolojik temelden başlayarak tanımaya çalıştık. Zira insan ancak davranışlarıyla tanınır.
İnsan vücudu, olağanüstü niteliklerle donatılmıştır. O bir yandan akıllara durgunluk veren bir kimya laboratuvarı diğer taraftan da esrarengiz şifrelerle donanmış bir genler ağıdır.
İnsan davranışı ve zihinsel işleyişi birçok açıdan temelinde biyolojik süreçlere ait bilgiler olmaksızın çözülemez. Çevreden haberdar olunmasını ve orayla uyumu, hormon bezleri, sinir sistemi, kaslar ve duyu organları sağlar. Olayları algılamak, duyu organlarının, uyaranları nasıl yakaladığına ve bu duyulardan gelen bilgiyi beynin nasıl yorumladığına bağlıdır.
Her davranışın altında binlerce sinirsel süreç yatar. Bu süreç saniyenin binde, hatta milyonda biri kadar kısa bir zaman süreci içinde sinir sisteminde gerçekleşir.
İnsan edilgen bir varlık değil; aksine algılayan, uyarıcıları işleyen ve anlamlandıran aktif bir varlıktır. İnsanı diğer canlılardan ayıran taraf da, insanın gelen uyarıcıları işleyebilme ve anlamlandırabilme yeteneğidir.
İnsan ruhu her an ışık, renk, elem ve haz gibi duyumlarla karşılaşır. Bu duyumlar üzerinde düşünmeğe başlar ve fikirler edinir. Bunu şöyle de ifade edebiliriz. Üşümek, yanmak, açlık ve susuzluk gibi dıştaki ve içteki etkenler, bizim üzerimizde etkide bulundukça; “algılama”, “hafıza” ve “düşünme” yeteneklerini kullanarak çevre hakkında bilgiler edinir, geçmiş olayları hatırlar, sorunları çözer ve gelecekle ilgili planlar yaparız.
Bedendeki uzmanlaşmış alıcı organlar, çevredeki belirli enerji türlerine seçici tepkiler gösterirler ve böylece biz duyumsama ve algılama sürecine girmiş oluruz. Örneğin göz, ışık dalga boylarına; kulak ses dalgalarına; dil kimyasal enerjiye vb. seçici tepki gösterir. Böylece bir tat duyusu, acı, tatlı, ekşi, sıcak, soğuk, sert, yumuşak... ve lezzet duyumlarını alarak yiyecek zevkimizi etkiler. Dolayısıyla o yiyecekler hakkında doğru karar vermemize yardımcı olur. Diğer duyu organları gibi kaslar ve eklem yerlerindeki hareket algılayıcı duyu hücreleri, iç çevredeki faaliyetler hakkında bize bilgi verir. Böylece her canlı duyu organlan aracılığı ile iç ve dış dünyadan gelen uyarımlardan haberdar olur ve onlara karşı gerekli davranışlarda bulunur. Örneğin gözlerimiz bize önümüzde çukurun olduğunu; tat organımız, ağzı yakıcı şeyleri atmamızı; koku organımız, pis kokan çevreden uzaklaşmamızı bize haber verirler. Biz de bedenimizin korunması için onların direktiflerine uyarız.
Bireyin, fizyolojik ve psikolojik davranışlarının büyük bir kısmı, varlığını sürdürmeğe kendini gerçekleştirmeğe yarayacak en elverişli şartları bulundurma amacını güder. Organizmayı çeşitli davranışlara iten güdüler, farklı ihtiyaçlardan doğar. Organizmayı belli davranışlara sürükleyen bu içsel olayların bütününe “güdülenme” adı verilir.
İnsanda biri fizyolojik diğeri de psikolojik olmak üzere iki türlü güdü vardır. Birinci güdüler, her canlıda mevcut olup bunlar, onların varolma ve beden dokusunun canlı kalabilmesi için gereken ihtiyaçlardan doğan açlık, susuzluk, uyku, cinsellik ve analık gibi güdülerdir. Psikolojik güdüler ise, sevme, birlikte olma, güvenlik ve saygınlık kazanma, özgürlük ve yeterli olma, hazza ulaşma elemden kaçma, saldırganlık, doğru ve yanlış (vicdan) güdüleridir.
Bu güdüler sayesinde çocuk, annesine yaklaşarak hem beslenir hem de çevreden gelen tehlikelerden korunur. Dolayısıyla da bu güdüler çocuğun annesini sevmesini ve daima onunla ilişki içerisine girmesini zorunlu kılar.
Canlılar içinde yeni doğan yavrular, annelerinin yanlarında ne kadar uzun süre kalırlarsa ilkel ve basit refleksif davranışlarının gelişmiş davranışsal hareketlere dönüşme şansı o kadar artar. Ana çocuk ilişkilerinin uzaması, toplumsallaşma sürecinde bilgi ve beceri açısından çocukların daha farklı boyutlar ve içerikler kazanmasına neden olacaktır. Örneğin çocukların annede gördüğü davranış kalıplarını çokça izleyişleri ve hatta bu davranışları tekrarlayabilmeieri imkanları, çocukların ilkel ve refleksif davranışlarda niceliksel ve niteliksel değişiklikler yapabilme imkanı verebilir. Toplumsal ihtiyaçların çokluğu ve çeşitliliği giderek her bir ilkel davranışa çok daha farklı anlamlar yüklemeyi sağlar. Hayat için gerekli bilgi ve davranışların yaşam süreci içerisinde öğrenilmesi, ancak çocukların aile içinde yetişmiş bir anne ile uzun ve yoğun grup içi ilişkiler kurabilmesi sayesinde olur. Davranışların organlarda ifadesi, gelişme sürecinin her basamağında görülen bir olgudur. Uzun süre hastahanelerde tek kalıp veya toplumdan uzaklaşan çocukların, konuşma özelliklerinde bile geç kalıp konuşmanın zorlaştığı; hatta imkansız hale geldiği tespit edilmiştir. Hatta toplum dışında kalan bir canlı, toplum arasında iken geliştirdiği yeteneklerini yitirir. Böylece toplumdan uzaklaşan kişinin, oturuş, kalkış, selamlaşma ve diğer davranışlarını tamamen kaybetmeler gözlenir. Çocuk üzerinde uygulanacak bilinçli eğitim, onu yaşadığı güvensizlik duygusundan kurtarmak, ona yaşam için bilgi, beceri ve üstün bir anlayış kazandırmak ve başkalarına karşı ilgiyle donatmak amacını güder. Bir çocuğun ruhsal gelişimi hangi yönü izliyorsa, geliştirdiği kişilik, karakter, mizaç ve benlik özelliklen de aynı yöne yönelecektir. Karakter, düz bir çizgi üzerinde gelişiyorsa, çocuğun tutumunda hiçbir bocalama görülmez. Zira bu çizgide çocuk, güçlüklerle doğrudan yüz yüze gelmektedir. İkinci tür karakter gelişiminde ise, çocuk, hayatta düşman güçlerle karşılaşabileceğini, dolayısıyla uyanık olması gerektiğini öğrenmiştir. Saygınlık ve güçlülük amacına dolambaçlı yollar izleyip; kurnazca davranarak ulaşmak ister. Bu çocuk, ödevlerine düz çizgi üzerinde yaklaşmaya çalışmayacak; korkak ve çekingen biri olarak başkalarının gözüne bakamayacaktır.
Kişilik ve karakter özelliklerini tamamlayan genç, artık kazanılan davranışların bütününden ibaret olan beden dilini öğrenmiştir. Zira kişilik, hem bireyin davranışlarını temsil eden bir kavram hem de davranışların insanda bütünleşmiş şeklidir.
Buna göre beden dili şu ana kadar bütün detaylarıyla üzerinde durmağa çalıştığımız davranışların daha da organize edilmiş şeklidir. Nasıl düşüncelerin dili, kelimelerse; duyguların dili de bedenimizdir.
Duygusal iletişimin %90'ı sözsüz olarak beden dili ile gerçekleştirilir. Bu dil, hem söylediklerimizin gücünü artıracak, hem konuşmanın sakıncalı olduğu yerde devreye girecek, hem de bize muhatabımızın içinde neler gizlediğinin ipuçlarını verecektir.
Bedenimizin ifadeleri diye adlandırdığımız şeyler, aslında içsel yaşantılarımızdır. Başka bir deyişle bedenimiz, iç dünyamızın dilidir. Buna göre bedene ait her duruş, her hareket, her kaş-göz işareti, bakış biçimleri, yüz ifadeleri; oturma, kalkma ve yürüyüş şekillen, ses tonları, birisine karşı önü veya arkayı çevirme davranışları gibi bedenle ilgili her türlü davranış, bir kimseye karşı duygu ve düşüncelerimizi ifade eder. Hatta giyim, kuşam, saç, sakal ve her türlü makyaj; ağlama ve gülme gibi eylemlerle insanlar başkalarına bir şeyler anlatmak isterler. Bütün bu anlatılanlar, bedenin duyguiarı ifade eden dilidir.
Beden dilinin iki kaynağı vardır. Biri kalıtım diğeri de kültür. Korku, neşe, tiksinti ve isteklerle ilgili refleksel hareketler doğuştan getirildiği halde, jest ve mimikler, millî ve etnik özellikli işaretler, evet ve hayır anlamı taşıyanlar, selamlaşmayı ifade edenler, farkına varmadan veya bilinçli olarak insanlar arasına koyduğumuz mesafeler, mevki ve statü ile ilgili olanlar, savunma ve korku işaretleri, boyun eğme ifadeleri, gözlerle ifade edilen niyet belirtileri, tehditçi ve müstehcen beden hareketleri; saç, sakal ve giysilerle anlatılanlar, kültüre bağlı olarak sonradan gelişmiş davranışlardır.
Beden dili, sözlü dille birlikte; insanın yaratılışıyla anadiline paralel olarak bir yabancı dil gibi çocukluktan itibaren farkında olmadan öğrenilir. Tarihin başlangıcından beri insanların; duygularını, düşüncelerini, isteklerini, ihtiyaçlarını ve tarihî zenginliklerini bedenlerinin dili aracılığı ile paylaşmış olduklarında şüphe yoktur. Onun için beden dilinin iletişimde farklı bir yeri ve önemi vardır. Varlığımızın dünyaya açılışının beden diliyle mümkün oluşu; kendimizi çevremizi ve başkalarını beden diliyle algılayabilmekte oluşumuz, onun önemini bir kat daha artırmaktadır.
Kur'ân'a göre dil [2581]gibi beden dili de [2582]Allah tarafından öğretilmiştir.
Beden dilinin tarihi, insanın yaratıiışıyla başlar. Ancak bu dilin yazı dilinde duyguların açıklanmasında araç olarak kullanımı ise, insanlığın yazıya geçişinden sonra başlamıştır. İnsanlık tarihinde yazının geç başlaması, bu dilin edebiyata geçişini geciktirmiştir.
Beden dilinin insanlık tarihi ile başladığına birinci delil, bu dilin insan davranışlarında kendisini görüntülemesi; ikinci delili de, Tevrat, İncil, Zebur ve Kur'ân'da ilahî mesajlar sunulurken ilahî mesajlar karşısındaki tutum ve davranışların anlatılmasında bedenin araç olarak kullanılmasıdır.
Davranışların, kelimelerden daha fazla anlatım gücünün olduğu ileri sürülür. Onların bu önemine binaen beden, yazi dilinde de duygu ve heyecanların ifadesinde araç olarak kullanılmıştır. İlk kullanıldığı metinler arasında, Tevrat, İncil, Zebur ve Kur'ân metinleri sayılabilir.
Tevrat, İncil ve Zebur'daki bu davranışlarla Peygamberler, halka, Rabbin iradesini bildiriyor ve dolayısıyla bu işaretlerle Allah'la konuşmuş oluyorlardı. Hareket dili, Yahudi'lerde konuşulan bir dildi. Onlara göre sözlü dilden daha etkin olan bu dil, Tevrat ve İncil'de dans dili olarak adlandırılırdı. Davud (as)'ın, tabutun karşısında dans edişi, bu dilden sayıldı. Dans dili, ruhun bazı durumlarını ve sevincini ifade etmek için kullanılırdı. Beden dilinin, kutsal kitaplar dışında ilk çağ yazılı metinlerinde de kullanıldığı rivayet edilir.
Kur'ân'a gelince o, Allah'tan gelen her şey, insanlara açıklansın diye indirilmiş bir kitaptır. Bu kitabın maksadı, getirdiği ilahî mesajı bütün ayrıntılarıyla insanlara gereği gibi anlatmak ve açıklamak olduğundan o gerek sözlü, gerek işaret ve gerekse beden dilinin bütün unsurlarını; hatta beden dili sınıfına sokulan ses tonlarını bile, en ince noktasına varıncaya kadar açıklamada araç kılmayı ihmal etmez.
Kur'ân'ın ifadesiyle; ibadet, muamele ve ahlakta örnek kabul edilen ve kendisine uyulması emredilen Hz. Peygamberin bütün fiillerinin taklidinin, yerine göre zorunlu (vücub) yerine göre de serbest bırakılması (ibahe), peygamberin fiillerinin ilahî mesajları açıklamaya araç kılındığının ve bedensel bir ifade biçimi kabul edildiğinin delilidir.
Peygamberin hadislerinde beden dilinin kullanıldığına dair örneklere çokça rastlanır. Resulullah'ın eliyle, parmaklarıyla, evet ve hayır anlamında başıyla, şehadet parmağıyla, iki eli ve iki parmağıyla veya dönerek işaret etmesi; değişik hadis kitaplarında; “ihramlının ava işaret edemiyeceği”, “imamın hutbede nasıl işaret edeceği”, “namazda işaret”, “boşanmada ve diğer işlerde işaret;” “el ve baş işaretiyle anşılabileceğine dair hadislerin nakledilmesi; işaretle selamın verileceği, Yahudilerin selamının parmak, Ensar'ın selamının el içi işaretiyle olduğu, anlaşılan bir işaretle kadının boşatılabileceği, bir kızın evliliği kabulü el ve baş işaretiyle yapabileceği ve farzlarda işaretin olabileceğine dair ifadeiere hadis kitaplarında rastlanması, beden dilinin, hadislerde de mesajları açıklamada araç olarak kullanıldığını gösterir.
Peygamberimizin, fiillerini ve sükutunu, ilahî mesajları açıklamaya araç kıldığı gibi; O, bir işi terk etmesini de, bir tür açıklama biçimi olarak empoze etmişti.
Bütün bunların sonucunda Resulullah'a ait söz, fiil, sükut (takrir), yazı, işaret, bir şeyi terk etme ile ilgili davranışlar, birer açıklama yöntemi olarak kabul edilerek; bu konu usul-i fıkıh kitaplarında “el-beyan” başlığı altında bütün detaylarıyla işlenmiştir.
Kur'ân'da beden diline fazla yer verilmiş olması, bütün jest, mimik ve bedensel hareketlerin mesajlarda araç olarak kullanılması; Rasulullah'ın da bu metoda uyarak Kur'ân'daki bütün açıklama yöntemlerini sünnetinde uygulaması; buna ilaveten Kur'ân'ın, Rasulullah'ı bütün davranışlarıyla uyulması gereken canlı bir örnek olarak sunup O'na itaati farz kılışı, İslam afimlerini de bu konuda az veya çok fikir beyanına zorlamıştır. Böylece 8. asırdan itibaren bedensel hareketlerin bir dil sayılacağı hususu, fıkıhçılar arasında tartışıldığı gibi, Kur'ân müfessirleri de, Kur'ân'da geçen beden dili ile ilgili beyan, işaret, remz, vahy, savm vs. gibi kavramların ve duygulan açıklamaya araç kılınan beden davranışlarının dile getirildiği yerferde beden dilinin fonksiyonuna dikkat çekerler. Ancak İmam Şafii ve Cahız'ın beden dili konusundaki açıklamalarının bunlar arasında yeri doldurulamaz. Cahız'ın, “el-Beyan ve't-Tebyin” ve “Kitabu'l-Hayavan” adlı eserleri bu konuyu ele alma açısından büyük önemi haizdirler.
Cahızdan yaklaşık bin yıl sonra Darwin, “İnsan ve Hayvanlarda Duyguların ifadesi” adlı eserinde fazla bir şey olmamasına rağmen bu konuya değinmiş; ondan sonra da 20. asra kadar bu konuda önemli bir çalışma yapılmamıştır.
Görüldüğü gibi beden dili, başta Kur'ân ve Sünnet olmak üzere İslamî literatürde gerekli itibarı görmüş; ancak bu dilin, Kur'ân'da kullanılış seviyesi, onun dışında hiçbir eserde tutturulamamıştır. Zira Kur'ân'a beden dili açısından bakıldığı zaman onun bu dili, konuşmanın anlamsız olduğu yerde önerdiğine, bedenin, sözlü bir mesaj, bir davranış, bir iş ve bir olay karşısındaki tavrını cevabî mesajlar şeklinde sunduğuna ve böylece bildirimdeki verimi artırıp sonucu belirmeyi amaç edindiğine şahit olunur.
Kur'ân, yerine göre ilk muhatapları Arapların ilahî mesaj karşısındaki davranışlarını baz alır; yerine göre de kıyamete kadar gelecek insanların Kur'ân mesajına karşı takınacakları tavırları sergileyerek insan psikolojisinin ortak yönlerini ortaya koyar.
Kur'ân, bu gaye ile konuşmanın anlamsız olduğu yerde beden dilini önerir.[2583] Bir mesaj karşısında olumsuz tavır takınan kimsenin, bu tavrını bedensel hareketlerle nasıl ortaya koyduğunu tasvir eder.[2584] Ayrıca Kur'ân bir insanın iyilik [2585]istenmeyen bir olay [2586]veya bir davranış [2587]karşısında bedenin nasıl bir tavır sergilediğini verir. Bunlar dışında duyguların açıklanmasında beden dilini kullanır.[2588] Beden dilinde büyük bir önemi haiz olan “anlatım jestini” [2589]ve “sosyal jesti” vermeyi de [2590]ihmal etmez. Böylece bildirişimdeki verimi artırıp, mesajlar karşısındaki tavırları belirleyerek tebiiğciye, muhatabı tanıma konusunda yeni yeni açılımlar sağlar.
Kur'ân'da beden diline ait pek çok kavram vardır. Âyet (alamet, işaret), şe'âir (sembol, belge), remz (kaş, göz, dudak, baş, el-kol hareketleri, işaret), vahy (işaret), savm (sukut etme), eser (iz), alamet (işaretler), beyan (sözü işaretle açıklama) gibi kavramlar bunlardandır.
Kur'ân'da bu kavramlar dışında beden dilinin ifade aracı olan baş, yüz, göz, kaş, alın, yanak, dudak, ağız, kulak, el, ayak, bacak ve omuz hareketleri, bakış tarzları, ses tonları, oturma, kalkma ve yürüme şekilleri gibi eylemler, anlamlandırılarak mesajlara araç kılınmıştır.
İletişimde önemli bir hususun altını çizmek gerekir ki, o da; mesaj, alıcıya ait ne kadar çok duyu organına ulaşırsa, anlatım o ölçüde başarılı olur. Örneğin haberle birlikte görme, işitme, dokunma ve hatta koku ile ilgili faktörlerin iletişimde yer almasının, mesajın gücünü arttırdığında şüphe yoktur. Kur'ân'ın bir inkarcının inkara ait duygularını verirken; sözlü dile ihtiyaç bırakmayacak daha etkin bir şekilde birkaç organ davranışlarıyla inkarcının tavrını ortaya koyusuna şu âyet bir örnektir: “Bakınız mesajlarımız hakikati inkara saplanmış olan birisine açıklandığında, o, düşündü, taşındı, ölçtü biçti! Canı gkasıca nasıl ölçtü biçti ise! Sonra baktı. Sonra kaşlarını çattı. Yüzünü ekşitti. En sonunda kibrini yenemeyip sırtını çevirdi de, “Bu Kur'ân olsa olsa nakledilen bir sihirdir. Bu insan sözünden başka bir şey değildir” dedi.” [2591]
Burada görüldüğü gibi Kur'ân, verdiği sözlü mesajla birlikte mesaja muhatap olan şahısların mesaj karşısındaki tepkilerini; onun organlarındaki davranışlarında tespit ederek verir. Böylece hem mesajdaki verim artırılır hem de mesajın muhataptaki görüntüleri yankılanarak sonuç belirlenir. Bunlara dair örnekler sayılamayacak kadar çoktur. Birkaçını daha vererek konunun biraz daha netleşmesini sağlayabiliriz.
İnsan organları içerisinde baş, beden dili açısından çok önemli bir organdır. Ona ait en küçük hareket bile kişiler arasındaki ilişkileri büyük ölçüde etkiler. [2592]Zira jest ve mimik hareketlerinin en fazla sergilendiği yüz, kaş, göz, alın, ağız ve dudaklar baş bölgesinde bulunur. Ayrıca bu organların, baş hareketlerinde önemli belirleyicilik rolünü üstlendikleri de söylenebilir.
Baş sözcüğünün Kur'ân'daki karşılığı “re's”dir. Bu sözcük yedi yerde tekil, on bir yerde de çoğul olmak üzere 18 yerde geçmektedir. Bunlardan on birinde başın kendisi; altısında baş hareketleri, birisinde de sermaye (ana para -kapital) ifade edilmektedir. Baş organının bizi ilgilendiren yanı iletişim aracı olarak kullanılan baş hareketleri olduğu için biz işin sadece bu yönünü verelim.
Kur'ân'a göre saçın başın ağarması ve kemiklerin zayıflaması, ihtiyarlığın [2593]başı yana çevirmek, hoşnutsuzluğun;[2594] bakışları kendine dönmeyecek şekilde başı bir yere dikmek, aşılmaz korku ve zilletin [2595]başı geriye doğru kaldırıp aşağı indirmek, bir şeyi inkar veya reddetmenin [2596]başı öne eğmek mahcubiyet ve suçluluğun [2597]bedensel ifadesidir.
İnsanlar hatta hayvanlar bile yüzlerinden tanınırlar. Kuran'da, “yüz” sima sözcüğü ile ifade edilir. Sima kelimesi “svm” kökünden türetilmiş olup, alamet ve işaret anlamında kullanılmıştır. Belki de İnsan bu organfa tanındığı için Kur'ân'da kendisine sima denmiştir.
Beden dilinin en anlamlı hareketleri yüzdedir. Yüz bütün bedeni temsil eder. İstekler, endişeler, korku ve heyecanlar, ilgi ve irkilmeler, acı ve ızdırablar, utanma ve tiksinmeler, nefret, öfke, kızgınlık, neşe ve bütün duygular onda belirir. Hatta bedene verilecek cezafar bile temsili olarak yüz'e yüklenmiş ve bu konuda, “yüzleri kavurmak”, “yüzüstü atılmak”, “yüzüstü sürüklenmek” gibi Kur'ân'da birçok deyim oluşturulmuştur.
Kur'ân'a göre yüzün gülmesi, sevinç ve mutluluğun [2598]yüzün kararıp simsiyah kesilmesi, sıkıntı ve mahcubiyetin [2599]yüzlerin dehşete kapılması, korkunun [2600]saygı ve hicapla eğilmesi, utanmanın [2601]acı ile buruşması, korku ve dehşetin [2602]yüzlerin olumsuzluğu, inkarın [2603]bedensel ifadesidir.
Kur'ân'da göz dilinin, iyi veya kötü, sevinçli veya kederli, korkulu veya neşeli bütün durumlarına örnekler bulmak mümkündür. Örneğin gözle dışarıda bırakmak, dışlamanın ve tedirginliğin [2604]gözlerin yuvadan fırlaması veya horluktan aşağı düşmesi, korkunun [2605]gözün ışıldaması, hoşnutluğun ve mutluluğun [2606]göz ucuyla bakmak, utancın, zayıflığın ve aşağılanmışlığın [2607]bakışı hiç ayırmamak, aşırı sevginin [2608]bir şeye gözü dikmek, onu ele geçirmek istemenin [2609]gözü bir şeyden savuşturmak görmezlikten gelmenin, o şeyi önemsememenin [2610]gözyaşı samimi duygunun veya yapmacıklığın [2611]gözün önünde olmak, denetimi altında tutmanın [2612]göz vermek (değdirmek) kötü duruma düşürmenin ayrıca öfke ve kıskançlığın [2613]göz bitkinliği umutsuzluğun ve başarısızlığın [2614]gözlerin hain bakışı, düşük ahlakın ve ruhî bozukluğun [2615]bedensel ifadesi olarak takdim edilmiştir.
Kur'ân'da, ağız, dil ve dudaklar, el ve ayaklara ait davranışlar, ses tonu, ıslık çalmak, el çırpmak, gülme, ağlama ve oturma, kalkma, yürüme biçimleri de bir duyguyu ifade biçimi olarak sunulmuştur. [2616]
1- Acar, Nilüfer Voltan, Çocukla İletişim, M. E. B. Yayınları İstanbul 1998 (Çocuk).
2- Adler, Alfred, İnsanı Tanıma Sanatı, tere. Kamuran Şipal, 8. baskı, İstanbul, 2001 (İnsan).
3- Adler, Alfred, Yaşamın Anlam ve Amacı, tere. Kamuran Şipal, 5. Baskı, İst. 2000 (Yaşam).
4- Ahmed b. Hanbel, Müsned, Çağrı Yay., İstanbul, 1992 (Müsned).
5- Akalın, Mehmet, Modern Linguistiğe Giriş, İzmir, 1983 (Linguistik)
6- Akarsu, Bedia, Felsefe Terimleri Sözlüğü, 6. Baskı, Ankara, 1987 (Felsefe).
7- Akarsu, Bedia, Wilhelm won Humboldt'da Dil-Kültür Bağlantısı, İstanbul, 1984 (Dil-Kültür)
8- Aksan, Doğan, Her Yönüyle Dil, Ankara, 1998 (Dil).
9- Akyüz, Hüseyin, Eğitim Sosyolojisinin Temel Kavram ve Alanları Üzerine Bir Araştırma, 3. baskı, (MEB), istanbul, 2001 (Sosyoloji).
10- Akseki, Ahmet Hamdi, İslâm, 2. Baskı, İst. 1966 (İslâm).
11- Âlûsî, Şihâbuddin, Ruhu'l-Me'ânî, Beyrut, ts(Rûh).
12- Arkonaç, Sibel Ayşen, Psikoloji Zihin Süreçleri Bilimi, 2. baskı, İstanbul, 1998 (Psikoloji).
13- Askerî, Ebu Hilal, el-Furûku'l-Lugavıyye, thk. Hüsamuddin el-Kudsî, Daru'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut, ts. (Furük).
14- Aşkar, Muhammed Süleyman, Efâlü'r-ResÛl ve Delâietühâ Alâ Ahmedi'ş-Şeıfa, 2. baskı, Beyrut, 1988 (Ef'âl).
15- Aydın, Mehmet Akif, “Aile”, DİA, İst. 1989 ('Aile”).
16- Baltaş, Zuhal-Acar, Bedenin Dili, 17. Basım, ist. 1998 (Bedenin Dili).
17- Başkan, Özcan, Bildirişim, İnsan Dili ve Ötesi, 1. baskı, İstanbul, 1988 (Bildirişim).
18- Başkan, Özcan, Lenguistik Metodu, İstanbul, 1967 (Lİnguistik).
19- Baymur, Feriha, Genel Psikoloji, II. Baskı, İst. 1994 (Psikoloji).
20- Bekrî, Şeyh Emin, el-Belâgatu'f-Araiyye fî Sevbiha'l-Cedîd: İlmu'l-Beyân, 3. baskı, Beyrut, 1990 (Belagat).
21- Berki, Ali Himmet, Açıklamalı Mecelle, İstanbul, 1990 (Mecelle).
22- Beydâvî, Nasiruddin, Envâru't-Tenzîl ve Esrâru't-Te'vil, 2. baskı, Mısır, 1968/1388 (Envâr).
23- Bikâ'î, Burhanuddin İbrahim b. Ömer, Nazmud-Durer fî Tenasübi'l-Ayati ve's-Süver, 1. baskı, Haydarabad, 1969/1984 (Nazm).
24- Bilgegil, Kaya, Edebiyat Bilgi ve Teorileri, Ankara, 1980 (Edebiyat).
25- Boer, T. J. De, “Zaman”, İslâm Ansiklopedisi (MEB), 1. Baskı, İst. 1986 (“Zaman”).
26- Bolay, Süleyman Hayrı, “Akıl”, DİA, ist. 1989 (“Akıl”).
27- Boutroux, Emile, Tabiat Kanunlarının Zorunluluğu Hakkında, tere. Ziya Ülken, MEB Basımevi, İstanbul, 1998 (Tabiat).
28- Buhârî, Muhammed b. İsmail, Sahîh, Çağrı Yay., İstanbul, 1992 (Buhârî).
29- Câbirî, Muhammed Abid, Bünyetü'l-Akli'l-Arabî, 1. baskı, Rabat, 1986 (Bünye).
30- Câhız, Ebû Osman, el-Beyân ve't-Tebyin, thk. A. M. Harun, 5. baskı, Kahire, 1985/1405 (Beyân).
31- Câhız, Ebû Osman, Hayatu'l-Heyevân, thk. A. M. Harun, Beyrut, 1988/1408 (Heyevân).
32- Cârim, Mustafa Ali, el-Belağatu'l-Vâdıhâ, Mısır, 1959 (Belagat).
33- Carrel, Alexis, İnsan Denen Meçhul, tere. Refik Özdek, 2. baskı, M. Sait Matbaası, İstanbul, 1973 (İnsan).
34- Cassâs, Ebubekr, Ahmed, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1. Baskı Beyrut, 1320 (Ahkâm).
35- Cole, Luella, Morgan, John J: B., Çocukluk ve Gençlik Psikolojisi, (çev. B. Halim Vassaf), MEB, İstanbul, 2001 (Psikoloji).
36- Condillac, E. B., İnsan Bilgileri Üzerine Deneme, tere. M. Katırcıoğlu, M. E. B., İst. 1992 (İnsan).
37- Condon, John, C, Kelimelerin Büyülü Dünyası, çev. Murat Çiftkaya, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995 (Kelimeler).
38- Cooper, Ken, Sözsüz İletişim, Tere. Tunç Yalkı, ist. 1989 (Sözsüz).
39- Cüceloğlu, Doğan, İçimizdeki Çocuk, 16. baskı, istanbul, 1997 (Çocuk).
40- Cüceloğlu, Doğan, İnsan ve Davranışı, 9. Baskı, İst. 1999 (insan).
41- Cürcânî, Abdulkahir, Esrâru'l-Belagati fîilmi'l-Beyân, thk. M. Reşid, Rıza, Beyrut, 1992 (Esrar).
42- Dârimî, Ebû Muhammed Abdullah, Sünen, Çağrı Yay, İstanbul, 1992. (Dârimî).
43- Descartes, İlk Felsefe üzerine Metafizik Düşünceler, tere. Mehmet Karasan, istanbul, 1998 (Metafizik).
44- Develioğlu, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, ys., 1986 (Lügat).
45- Dihlevî, Şah Veliyyullah, Hüccetullahi'l-Baliğa, 1. Baskı, Beyrut, 1990/1410 (Hüccet).
46- Dilaçar, Agop, Dil, Diller ve Dilcilik, TDK. Ankara, 1968 (Dil).
47- Dilemre, Saim Ali, Genel Dilbilgisi, istanbul, 1939 (Dilbilgisi).
48- Ebû Dâvûd, Süleyman b. Esas, Sünen, Çağrı Yay, istanbul, 1992 (Ebû Dâvûd).
49- Ebû Hayyân, Muhammed b. Yûsuf, Bahru'l-Muhît, 2. Baskı, Beyrut 1990/1410 (Bahr).
50- Ebul-Bekâ, Eyyub b. Musa Hüseyni, el-Külliyât, thk. Adnan Derviş Muhammed el-Mısrî, 2. Baskı, Beyrut, 1413/1993 (Külliyât).
51- Elmalılı, Muhammed Hamdi, Hak Dînî Kur'ân Dili, 2. Baskı, İst., 1971 (Hak Dînî).
52- Er, İzzet, Sosyal Gelişme ve İnsan, 3. Baskı, İstanbul, 1999 (Sosyal).
53- Eren, Hasan ve Arkadaşları, Türkçe Sözlük, Yeni Baskı, TDK Yay., Ankara, 1988 (Türkçe Sözlük).
54- Erzurumlu, İbrahim Hakkı, Marifetnâme, istanbul, 1981 (Mahfetnâme).
55- Esed, Muhammed, Kur'ân Mesajı, tere. C. Koytak, A. Ertürk, 5. Baskı İstanbul, 1999 (Mesaj).
56- Fromm, Erich, Yeni Bir İnsan Yeni Bir Toplum, Tere. Necla Arat, 9. Baskı İst., 2001 (İnsan).
57- Garett, Henry E., Psikolojiye Giriş, tere. Fevzi Ertem, Remzi Öncül, Maarif Basımevi, İst., 1955 (Psikoloji).
58- Gazâlî, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed, el-Mustasfâ min İlmi'l-Usûl, 1. baskı, Mısır, 1322/1324 (Mustasfâ).
59- Gazâlî, Ebû Hamid, Muhammed b. Muhammed, İhyâu Ulûmid-Din, Kahire, ts. (İhya).
60- Göka, Erol ve arkadaşları, Önce Söz Vardı, 1. Baskı, Ankara, 1996 (Söz).
61- Haglund, Karln, “Sembollerle Haberleşme”, İnsan ve Kainat, sayı: 60, Ağustos 1990 (Sembol).
62- Harun, Abdüsselâm, Tehzîbu Sîreti İbn Hişâm, 3. baskı, Kahire, 1976/1396 (Tehzîb).
63- Hâşimî, Ahmed, Cevâhirul-Belağa, Beyrut, ts. (Cevahir).
64- Haydar, Ali, Düreru'l-Hükkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, 3. baskı, İstanbul, 1930 (Dürer).
65- Hewes, G. W., Language Origin Theories, ABD, 1977 (Language).
66- Hulî, el-Behî, Âdem, Felsefetü Takvîmi'l- İnşân ve Hilâfetini, 3. Baskı, Kahire, 1974/1394 (Âdem).
67- Izutsu, Toshihiko, Kur'ân'da Allah ve İnsan, tere. S. Ateş, Ankara, 1975 (Allah).
68- İbn Arabî, Ebubekr Muhammed b. Abdullah, Ahkamu'l-Kur'ân, thk. Ali Muhammed el-Buhârî, Beyrut, 1972 (Ahkâm).
69- İbn Haldun, Mukaddime, 4. baskı, Lübnan, 1990 (Mukaddime).
70- İbn Hazm, Ebû Muhammed Ali b. Ahmed ez-Zâhirî, el-İhkâm fi Usûli'l-Ahkâm, 1. baskı, Beyrut, 1985/1405 (İhkâm).
71- İbn Kayyim, el-Cevziyye, Kitabu'r-Rûh, tere. (Şaban Haklı), İz Yayıncılık, İst. 1993 (Rûh).
72- İbn Kesîr, Ebu'l-Fidâ İsmail b. Kesîr, Tefsîru'l-Kur'ânil-Azîm, Beyrut, 1969/1388 (Tefsîr).
73- İbn Kesîr, Ebu'l-Fidâ, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 1. baskı, Beyrut, 1966 (Bidâye).
74- İbn Mâce, Muhammed b. Yezid, Sünen, Çağrı Yay, İstanbul, 1992 (İbn Mâce).
75- İbn Manzûr, Muhammed b. Mükerrem, Lisânü'l-Arab, Beyrut, ts. (Lisân).
76- İbnTeymiye, Takiyyuddin, Mecmu'u'l-Fetevâ, (Mecmu).
77- Jung, Carl Gustov, İnsan Ruhuna Yöneliş, tere. E. Büyûkinal, 4. Baskı, İstanbul, 2001 (İnsan Ruhu).
78- Kaplan, Yaşar, Kültür ve Dil, 9. baskı, İstanbul, 1996 (Kültür).
79- Kara, Necati, “Bir Bildirişim Dizgesi Olarak Beden Dili -Kur'ân Örneği-”, Kur'ân ve Dil -Dilbilim ve Hermenötik- Sempozyumu, Erzurum, 2001 (“Beden Dili”).
80- Kara, Necati, “Sunuş Konuşması”, Kur'ân ve Dil -Dilbilim ve Hermenötik-Sempozyumu, Erzurum, 2001 (Sunuş).
81- Kara, Necati, Kur'ân-Sünnet Bütünlüğü, 2. baskı, İstanbul, 1999 (Bütünlük).
82- Kâsimî, Muhammed Cemaluddin, Mehâsinu't-Te'vil, thk. M. Fuad Abdulbaki, 1. baskı, Mısır, 1957/1376 (Mehâsin).
83- Kaya, Murat, “Aristo”, DİA, İst. 1991 (“Aristo”).
84- Kayaalp, İsa, İletişim ve Dil, Ankara, 1988 (İletişim).
85- Kitab-ı Mukaddes, İst. 1972 (Kıtab-ı Mukaddes)
86- Kneller, F. George, Kültür, Kişilik ve Eğitim, çev. M. Tezcan, isimli kitaptan: Ankara Üniv. Eğitim Fak. Dergisi, cilt: 10, sayı: 1-4, Ankara, 1978 (Kültür).
87- Köknel, Özcan, Kişilik, İst. 1982 (Kişilik).
88- Kurnaz, Cemal, “Mecâz'dan Hakîkat'e”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, V/7 2 1991 (Mecaz).
89- Kurtubî, Muhammed b. Ahmed, el-Câmi li Ahkâmi'l-Kur'ân, Beyrut, 1952 (Cami').
90- Kutub, Muhammed, Çağdaş Fikir Akımları, tere. M. Beşir Eryarsoy, 2. baskı, İşaretYay, İstanbul, 1989 (Akımlar).
91- Kutub, Seyyıd, Fi Zilâli'l-Kur'ân, 17. Baskı, Beyrut, 1992/1412 (Fi Zilâl).
92- Külekçi, Numan, Edebi Sanatlar, 2. Baskı, Ankara, 1999 (Sanatlar).
93- Locke, J., Essay Concerning Human Understanding, Ken, 1890 (Essay).
94- Mâlik b. Enes, el-Muvatta, Çağrı Yay., İstanbul, 1992 (Muvatta).
95- Mevdûdî, Ebu'l-Âlâ, Tefhîmu'l-Kur'ân, terc. Muhammed Han Kayanı ve arkadaşları, 2. Baskı, ist. 1996 (Tefhîm).
96- Miras, Kâmil, Tecrîd-i Sarîh Tercüme ve Şerhi, 2. Baskı, Ankara, 1972 (Tecrîd).
97- Molcho, Samy, Beden Dili, tere. E. Tülin Batur, İstanbul, 2000 (Beden Dili).
98- Morgan, C. T, Psikolojiye Giriş, tere. H. Arıca ve arkadaşları, 12. Baskı, İst. 1998 (Psikoloji).
99- Mounin, Georgon, La Linguistuque Etidions Seqhers, Paris, 1987 (Linguistique).
100- Muhâsibî, Haris, Şerefü'l-Akl, Beyrut 1406/1986 (Akl).
101- Munn, Norman, L, Psikoloji, İnsan İntibakının Esasları, tere. NahitTendar, 4. Baskı, İstanbul 1968 (Psikoloji).
102- Müslim, Müslim b. Haccac, Sahih, Çağrı Yay, İstanbul, 1992 (Müslim).
103- Nesâî, Ebû Abdirrahmân, Sünen, Çağrı Yay., İstanbul, 1992 (Nesâî).
104- Onur, Bekir, Gelişim Psikolojisi, Ankara, 1986 (Gelişim).
105- Pakalın, M. Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, MEB., İstanbul, 1993 (Deyimler).
106- Pease, Allan, Beden Dili, tere. Yeşim Özben, 2. Basım İst., 1977 (Beden Dili).
107- Porzıg, Walter, Dil Denen Mucize, terc. Vural Ülkü, TDK., Ankara, 1995 (Dil).
108- Pressey, Sindey L., Robinson, Francis P, Psikoloji ve Yeni Eğitim, (tere. Hasan Tan), MEB, İstanbul, 1991 (Psikoloji).
109- Râgıb el-isfehânî, el-Müfredât fî Garîbul-Kur'ân, el-Cize, 1970 (Müfredat).
110- Râzî, Fahruddın, el-Mahsûl fî İlmi Usûli'l-Fıkh, 1. baskı, Beyrut, 1988/1408 (Mahsûl).
111- Râzî, Fahruddin, Kitabun Nefs veV-Rûh ve Şerhu Kuvâhumâ, thk. Muhammed Sağır Hasan el-Ma'sumî, İslâmabad, 1990 (Nefs).
112- Râzî, Fahruddin, Mefâtihul-Gayb, Beyrut, 1990 (Mefâtih).
113- Reiche, Wlhelm, Kişilik Çözümlemesi, tere. Berhan Onaran, 3. Baskı, İst. 1997 (Kişilik).
114- Rıza, Reşit, el-Menâr, ys., 1931 (Menâr).
115- Sami, Şemsettin, Resimli Kamusi Fransevi, 4. baskı, Mihran Matbaası, İstanbul 1905/1352 (Kamus).
116- Schober, Otto, Beden Dili, tere. Sueda Özbent, 4. baskı, İstanbul, 1999 (Beden Dili).
117- Soykan, Ömer Naci, Felsefe ve Dil, İstanbul, 1995 (Felsefe).
118- Spranger, Eduard, İnsan Tipleri Bir Kişilik Psikolojisi, tere. Ahmet Aydoğan, iz Yayıncılık, İst., 2001 (insan).
119- Şâfi'î, Muhammed b. İdris, er-Risâle, thk. M. S. Geylânî, 1. baskı, Kahire, 1969/1388 (Risale).
120- Şâtibî, İbrahim b. Musa, el-Muvâfâkât li Usûli'ş-Şerfa, thk. Abdullah Draz, Beyrut, ts. (Muvafakat).
121- Şiblî, Mevlana, Asr-ı Sâadet, tere. Ö. Rıza Doğrul, İstanbul, 1921/1346 (Asr-ı Saadet).
122- Tabâtabâî, Muhammed Hüseyin, el-Mîzân fî Tefsîri'l-Kur'ân, Kum, 1392 (Mîzân).
123- Taberî, Ebû Cafer Muhammed b. Cerîr, Câmi'u'l-Beyân an Te'vîli Âyi'l-Kur'ân, Beyrut, 1988/1408 (Cami').
124- Tarlan, Ali Nihat, Edebiyat Meseleleri, İstanbul, 1981 (Edebiyat).
125- Teber, Serol, Davranışlarımızın Kökeni, 9. Baskı İst. 2000 (Davranış).
126- Terzioğlu, E. Ahmet, “Türk Folkloru İçinde” Halk Oyunları Oynayanların Psiko-Sosyal Özellikleri ve Oyunların Şahsiyet Gelişimine Etkisi, MEB, İstanbul, 2000 (Folklor).
127- Tezcan, Mahmut, Kültür ve Kişilik (Psikoloji Antropoloji), Bilim Yay., Ankara, 1987 (Kültür).
128- Tîbî, Şerafuddin Hüseyin b. Muhammed, Kitabu't-Tibyân fi İlmi'l-Me'ânîl ve'l-Bedî' ve'l-Beyân, thk. Hai Atiye, 1. Baskı, Beyrut, 1987 (Tibyan).
129- Tirmizî, Muhammed b. İsa, Sünen, Çağrı Yay., İstanbul, 1992 (Tirmizî).
130- Türkkan, Reha Oğuz, “Beden Dili”, Eğitim-Bilim Dergisi, 3. sayı, Mayıs 2000 (“Beden Dili”).
131- Ukberî, Ebu'l-Bekâ Abdullah b. Hüseyin, el-Meşûfu'l-Mu'cem fi Tertfbi'l-İslâh âlâ Hurûfi'l-Mu'cem, thk. Yâsîn, Muhammed Sevvaş, Mekke 1982/1403 (Meşûf).
132- Vakî Ali b. Abdülvehhab, İlmu'l-Luğa, Mısır, 1957 (İlm).
133- Wehr, Hans, Mu'cemü'l-Lugati'l-Arabîyyeti'l-Mu'asıra, 3. Baskı, Ofset, Lübnan, 1980 (Mu'cem).
134- Wensinck, A. J., el-Mu'cemu'l-Müfehres li Elfazi'l-Hadisi'n-Nebevi, tere. Fuad Abdülbaki, İstanbul, 1988 (Mu'cem).
135- Yavuz, Kerim, Çoculcta Dînî Duygu ve Düşüncenin Gelişmesi, Ankara, 1983 (Çocuk).
136- Yavuz, Yusuf Şevki, “Akıl”, DİA, İstanbul, 1989 (“Akıl”).
137- Zamahşerî, Muhammed b. Ömer, el-Keşşâf 'an Hakâiku't-Tenzîl ve Uyûni'l-Akâvil, 1. Baskı, Daru'l-Fıkr, 1983/1403 (Keşşaf). [2617]
[1] Fussilet: 41/53.
[2] İsra: 17/88
[3] Teber, Davranış, s. 214-216.
[4] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 17-21.
[5] Furkân: 25/2.
[6] Tâhâ: 20/50.
[7] Fazla bilgi için bkz. Kurtubî, Muhammed b. Ahmed, el-Câmi li Ahkâmi'l-Kur'ân, Beyrut, 1952, VI (c. 11)204-205.
[8] A'lâ: 87/2-3.
[9] Şems: 91/7.
[10] Bkz. İbn Manzûr, Muhammed b. Mükerrem, Usânü'l-Arab, Beyrut, ts., V[/233-35
[11] İbn Manzûr, Usfin, XIV/411-415
[12] Esed, Muhammed, Kur'ân Mesajı, tere. C. Koytak, A. Ertürk, 5. Baskı, İstanbul, 1999, 111/1273-74.
[13] Tîr: 95/4
[14] Ebul-Bekâ, Eyyub b. Musa Hüseyni, el-Külliyât, thk. Adnan Derviş Muhammed el- Mısrî, 2. Baskı, Beyrut, 1413/1993, s. 697.
[15] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 23-25.
[16] Râğıb el-İsfehânî, el-Müfredât fi Garîbul-Kur'ân, el-Cize, 1970, s. 575; İbn Manzûr, Lisân, V/55-56.
[17] İbn Manzûr, Lisân, V/56.
[18] İbn Manzûr, Lisan, V/56.
[19] En'âm: 6/14, Yûsuf: 12/101,
[20] İbn Manzûr, Lisân, a.y.
[21] İbn Manzûr, Lisân, a.y.
[22] Rûm: 30/30.
[23] Buhârî, Muhammed b. İsmail, Sahîh, Çağrı Yay., İstanbul, 1992, Cenâiz, 93; Kader, 3; Ta'bir, 48; Müslim, Müslim b. Haccac, Sahih, Çağrı Yay., İstanbul,
1992, Kader, 25, 26; Nesâî, Ebû Abdirrahmân, Sünen, Çağrı Yay., İstanbul, 1992, Cenâiz, 60.
[24] İbn Manzûr, Lisân, V/57.
[25] İbn Manzûr, Lisân, V/58
[26] Râğıb, Müfredat, s. 575.
[27] Elmalılı, Muhammed Hamdi, Hak Dînî Kur'ân Dili, 2. Baskı, ist. 1971, VI/3824.
[28] İsrâ: 17/11.
[29] Enbiyâ: 21/27.
[30] Bkz. Râzî, Fahruddin, Mefâtihul-Gayb, Beyrut, 1990, X (c. 20) 164
[31] Bkz. Me'âric: 70/19
[32] İbn Manzûr, Lisân, IX/203-207; Krş.: Eren, Hasan ve Arkadaşları, Türkçe Sözlük, Yeni Baskı, TDK Yay., Ankara, 1988, 11/1666.
[33] Bkz. İbn Manzûr, Lisân, a.y.
[34] İbn Manzûr, Lisân, Vlll/374-75;47
[35] Esed, Mesaj, 1-11/87-88
[36] Râzî, Mefâtih, X(c. 20) 164.
[37] Tabâtabâî, Muhammed Hüseyin, el-Mizân fîTefsîri'l-Kur'ân, Kum, 1392, VI fc. 13) 50
[38] Esed, Mesaj, 1/141 (37 nolu dipnot)
[39] Nisa: 4/29.
[40] Me'âric: 70/19-21
[41] Hûd: 11/9-10; İsrâ, 17/83
[42] Elmalılı, Hak Dînî, IV/2768; V/3196; VIII/5357
[43] Râzî, Mefâtih IX (c. 17) 198.
[44] Râzî, Mefâtih IX (c. 17) 199.
[45] Esed, Mesaj, I/423 (16. ve 17. dipnot); 111/1188 (9. dipnot)
[46] Fromm, Erich, Yeni Bir İnsan Yeni Bir Toplum, Tere. Necla Arat, 9. Baskı İst, 2001. s. 35.
[47] Fromm, İnsan, s. 36-37.
[48] Adler, Alfred, İnsanı Tanıma Sanatı, tere. Kamuran Şipal, 8. baskı, İstanbul, 2001, s. 36.
[49] Jung, Cari Gustov, İnsan Ruhuna Yöneliş, tere. E. Büyükinal, 4. Baskı, İstanbul, 2001, s. 26-27
[50] Adler, İnsan, s. 38.
[51] Adler, insan, s. 39-40.
[52] Bkz. Fromm, İnsan, s. 157-159.
[53] Bkz. Adler, İnsan, s. 45.
[54] Jung, İnsan Ruhu, s. 22-23.
[55] Jung, İnsan Ruhu, s. 23.
[56] Jung, jnsan Ruhu, s. 27.
[57] Jung, İnsan Ruhu, s 27.
[58] Jung, İnsan Ruhu, s. 30.
[59] Jung, İnsan Ruhu, s. 33-34.
[60] Porzıg, Walter, Dil Denen Mucize, tere. Vural Ülkü, TDK., Ankara, 1995, s. 181-182.
[61] Bkz. Jung, İnsan Ruhu, s. 40-44.
[62] Jung, İnsan Ruhu, 3. 44; Krş.: Kitab-ı Mukaddes, İst. 1972, Tekvîn, 1/20-31; 2/1-17.
[63] Bkz. Nisa: 4/59, 65; Bakara: 2/213-253; Nahl: 16/64.
[64] Jung, İnsan Ruhu, s. 45.
[65] Bkz. Jung, İnsan Ruhu, s. 46
[66] Bkz. Bakara: 2/216.
[67] Adler, İnsan, s. 22.
[68] Bkz. Buhârî, Cenâiz, 2; Müslim, Selâm, 4-6; İbn Mâce, Muhammed b. Yezid, Sünen, Çağrı Yay., İstanbul, 1992, Cenâiz, 1.
[69] Bkz. Buhârî, Edeb, 57; Müslim, Birr, 23; Ebû Dâvûd, Süleyman b. Esas, Sünen, Çağrı Yay., İstanbul, 1992, Edeb, 47; Tirmizî, Muhammed b, isa, Sünen, Çağrı Yay., İstanbul, 1992, Birr, 21,
[70] Bkz, Buhârî, İmân, 6; Tirmizî, Tefsir, sûre 38/2, 4; Ebû Dâvûd, Et'ime, 39.
[71] Bkz. Buhârî, Edeb, 57, 58; Müslim, Birr, 24, 34; Ebû Dâvûd, Edeb; Tirmizî, Edeb, 24.
[72] Bkz. Hucurât: 49/11, 12. Buhârî, Vesâyâ, 8; Müslim, Birr, 28; Tirmizî, Birr, 56.
[73] Bkz. Buhârî, Edeb, 13; Tirmizî, Birr, 10; Müslim, Birr, 16.
[74] Bkz. Buhârî, Edeb, 80; Müslim, Cihâd, 5; Ebû Dâvûd, Edeb, 17.
[75] Bkz. A'râf: 7/199; Bakara, 2/109; Âl-i İmrân: 3/134; Tirmizî, Menâkıb, 58.
[76] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 25-34.
[77] A'râf: 7/172
[78] İbn Manzûr, Lisan, IV/304
[79] Elmalılı, Hak Dînî, IV/2328
[80] Zamahşerî, Muhammed b. Ömer, el-Keşşâf 'an Hakâiku't-Tenzîl ve Uyûni'l-Akâvil, 1. Baskı, Daru'1-Fıkr, 1983/1403, 11/129; Râzî, Mefâtih, VIII (c. 15) 55; Elmalılı, Hak Dînî, a.y.
[81] Zamahşerî, Keşşaf, a.y. ; Elmalılı, Hak Dînî, a.y.
[82] Bkz.: Râzî, Mefâtih, Vlll (c. 15) 55; Kurtubî, Cami', IV fc. 7), 317.
[83] Cüceloğlu, Doğan, İnsan ve Davranışı, 9. Baskı, ist. 1999, s. 90
[84] Cüceloğlu, İnsan, s. 89-90; Morgan, C. T., Psikolojiye Giriş. tere. H. Arıca ve arkadaşları, 12. Baskı, İst. 1998, s. 35.
[85] Kutub, Seyyid, Fî Zilâli'l-Kur'ân, 17. Baskı, Beyrut, 1992/1412, 111/1392-93
[86] Fussilet: 41/53
[87] Descartes, İlk Felsefe üzerine Metafizik Düşünceler tere. Mehmet Karasan, İstanbul, 1998. s. 206-7
[88] Boutroux, Emile, Tabiat Kanunlarının Zorunluluğu Hakkında, tere. Zıya Ülken, MEB Basımevi, İstanbul, 1998, s. 11 6.
[89] Kutub, FiZilâl, III/1393
[90] İbn Kesîr, Ebu'l-Fidâ İsmail b. Kesîr, Tefsîru'l-Kur'ânil-Azîm, Beyrut, 1969/1388, H/264.
[91] Bkz. En'âm: 6/130.
[92] Bkz. Tevbe: 9/17.
[93] İbn Kesîr, Tefsîr, a. y; Tabâtabât, Mîzân, IV (c 8), 308, 310, 318-19.
[94] Elmalılı, Hak Dînî, IV/2325.
[95] Elmalılı, Hak Dînî, IV/2327
[96] Elmalılı, Hak Dînî, IV/2325
[97] Kutub, FiZilâl, 111/1395.
[98] Elmalılı, Hak Dînî, IV/2327.
[99] Baymur, Feriha, Genel Psikoloji, II. Baskı, İst. 1994, s. 227.
[100] Morgan, Psikoloji, s. 30-31, Garett, Henry E., Psikolojiye Giriş, tere. F. Ertem, R. Öncül, Maarif Basımevi, ist. 1955, s. 18; Munn, Norman, L, Psikoloji İnsan İntibakının Esasları, tere. NahitTendar, 4. Baskı, İstanbul 1968, 1/109-110.
[101] Morgan, Psikoloji, s. 319
[102] Cuceloğlu, İnsan, s. 90; Arkonaç, Sibel Ayşen, Psikoloji, Zihin Süreçleri Bilimi, 2. Baskı, ist. 1998, s. 59.
[103] Garett, Psikoloji, s. 18; Munn, Zihin, 1/117.
[104] Baymur, Psikoloji, s. 27-28.
[105] Bkz. Baymur, Psikoloji, s. 28.
[106] Baymur, Psikoloji, s. 28-29.
[107] Baymur, Psikoloji, s. 29
[108] Munn, Norman L, Psikoloji İnsan İntibakının Esasları, tere. Nahit Tendar, 2. Baskı MEB. ist. 1967, 1/95-96
[109] Munn, İnsan, s 99
[110] Munn, İnsan, s. 104
[111] Bkz. Morgan, Psikoloji, s. 53-54; Cuceloğlu, İnsan, s. 342; Acar, Nilüfer Voltan, Çocukla İletişim, M. E. B. Yayınları İstanbul 1998, s. 43-62.
[112] Bkz. Morgan, Psikoloji, a,y. ; Cüceloğlu, İnsan, a.y.
[113] Bkz. Morgan, Psikoloji, s. 55; Cüceloğlu, İnsan, s. 342-346; Acar, Çocuk, s. 63-64.
[114] Munn, İnsan, II/32.
[115] Dilaçar, Agop, Dil, Diller ve Düdük, TDK. Ankara, 1968, s. 3.
[116] Türkçe Sözlük, s. 3.
[117] Dilaçar, Dil, s. 4.
[118] Bkz. Teber, Serol, Davranışlarımızın Kökeni, 9. Baskı İst. 2000, 1/214.
[119] Bkz. Teber, Davranış, s. 270.
[120] Bkz. Teber, Davranış, s. 214-216.
[121] Jung, İnsan Ruhu, s. 21.
[122] Bkz. Rahman: 55/2.
[123] Hicr: 15/29; Sâd: 28/72.
[124] Bkz. İsrâ: 17/85.
[125] Bkz. Jung, İnsan Ruhu, a.y.
[126] Jung, İnsan Ruhu, s. 23-24.
[127] Bkz. Jung, İnsan Ruhu, s. 24.
[128] Bkz. Jung, İnsan Ruhu, s. 22.
[129] Boer, T J. De, "Zaman", İslâm Ansiklopedisi (MEB), 1. Baskı, İst. 1986, XIII/460-461; Kaya, Murat, "Aristo", DİA, İst, 1991, 111/376.
[130] Câsiye: 45/24
[131] Râğıb, Müfredat, s. 24; İbn Manzûr, Lisân, IV/293.
[132] Zamahşerî, Kesşâf, 111/512-513; Râzî, Mefâtih, XIV (c. 27) 271; Kurtubî, Câmİ', VIII (c. 16)171.
[133] Buharı, Tefsîr, Sûre, 45/1; Tevhîd, 35; Müslim, Elfâz, 2, 3; Ebû Dâvûd, Edeb, 1 69; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Çağrı Yay., İstanbul, 1992, K/482; III/70, 374.
[134] Miras, Kâmil, Tecrîd-i Sarîh Tercüme ve Şerhi, 2, Baskı, Ankara, 1972, Xl/1 79-180.
[135] Râğıb, Müfredat, s. 249; Kurtubî, Cami', a.y. ; Miras, Tecrîd, Xl/180.
[136] Bkz. Descartes, Metafizik, s. 1 51-166; Boutroux, Tabiat, s. 102-137; Condillac, E. B., İnsan Bilgilen Üzerine Deneme, tere. M. Katırcıoğlu, M.E.B., İst. 1992, s. 17-124.
[137] Descartes, Metafizik, s, 166
[138] Bkz. Condillsc, İnsan, s. 2; Jung, İnsan Ruhu, s. 22
[139] Jung, insan Ruhu, a.y.
[140] Porzig, Dil, s. 120
[141] Porzig, Dil, s. 125
[142] Bkz. Porzig, Dil, s. 120
[143] Porzig, Dil, a.y.
[144] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 34-44.
[145] Bkz. Mü'minûn: 23/12
[146] Bkz. Secde: 32/8
[147] Kutub, Fî Zilâl, IV/2138
[148] Bkz. Hicr: 15/29.
[149] Kutub, R Zilâl, IV/2139; el-Hulî, el-Behî, Adem, Felsefetü TakVîmi'l- İnsan ve Hilâfetini, 3. Baskı, Kahire, 1974/1394, s. 22-23, 33.
[150] Mevdûdî, Ebu'l-Âlâ, Tefhîmu'l-Kur'ân, tere. Muhammed Han Kayanı ve arkadaşları, 2. Baskı, ist. 1996, 11/571; Behî, Adem, s. 33
[151] Kutub, R Zilâl, V/2810; Mevdûdî, Tefhîm, IV/357.
[152] Secde: 32/9
[153] Descartes, Metafizik, s. 157-166.
[154] Behî, Âdem, s. 32-40.
[155] Bkz. Fussilet: 41/49; Şûra: 42/48; Me'âric: 70/19-21.
[156] Descartes, Metafizik, 5, 250.
[157] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 44-46.
[158] Peese, Allan, Beden Dili, tere. Yeşim Özben, 2. Basım ist, 1977, s. 11
[159] Cüceloğlu, İnsan, s. 29.
[160] Fussilet: 41/53.
[161] Baltaş, Zuhal-Acar, Bedenin Dili, s. 17. Basım, İst. 1998, s 23. Fazla bilgi için bkz. Arkonaç, Psikoloji, s. 59-63; Cüceloğlu, insan, s. 88-94.
[162] Bkz. Elmalılı, Hak Dînî, IV/2328.
[163] Râğıb, Müfredat, s. 51; Ukberî, Ebu'l-Bekâ Abdullah b. Hüseyin, el-Mesufu'l-Mu'cem fiTertîbi'l-İslâhâlâ Hurufi'l-Mu'cem, thk. Yâsîn, Muhammed Sevvaş, Mekke 1982/1403, I/95-96; İbn Manzûr, Lisân, XIII/47-48.
[164] Türkçe Sözlük, 1/162.
[165] Descartes, Metafizik, s. 156.
[166] Descartes, Metafizik, s. 155-157.
[167] Akarsu, Bedia, Felsefe Terimleri Sözlüğü, 6. Baskı, Ankara, 1987, s. 29.
[168] Akarsu, Felsefe, a.y.
[169] Condillac, İnsan, s. 23.
[170] Fazla bilgi için bkz. Adler, İnsan, s. 76, 122-132; Jung, İnsan Ruhu, s. 1 57-200; Teber, Davranış, s. 223-240.
[171] Bkz. Condillac, insan, s, 21-23
[172] Bkz. Descartes, Metafizik, 5. 250-260
[173] Adler, Alfred, Yaşamın Anlam ve Amacı, tere. Kamuran Sipal, 5. Baskı, İst. 2000, s. 25
[174] Adler, Yaşam, s. 32
[175] Adler, Yaşam, s. 32-33
[176] Jung, İnsan Ruhu,s.23
[177] Jung, İnsan Ruhu,s. 24-25
[178] Jung, İnsan Ruhu,s. 31;Porzig, Dil, s. 181-182
[179] İsra: 17/85
[180] Kehf: 18/51
[181] Jung, insan Ruhu, s. 26-27
[182] Jung, İnsan Ruhu, s 27
[183] Behî, Adem, s. 54.
[184] Hicr: 15/29
[185] Kutub, Fi Zilâl, IV/2249; Behî, Âdem, s. 33
[186] Jung, İnsan Ruhu, s. 34
[187] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 46-52.
[188] Teber, Davranış, s. 257
[189] Bkz. Akarsu, Felsefe, s. 48; Cüceloğlu, İnsan, s.
[190] Acar, Çocuk, s. 160.
[191] Cüceloğlu, İnsan, s. 26
[192] Morgan, Psikoloji, s. 213
[193] Morgan, Psikoloji, a.y.
[194] Bkz. Baymur, Psikoloji, s. 78-80.
[195] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 52-53.
[196] Cüceloğlu, İnsan, s. 264; Soykan, Ömer Naci, Felsefe ve Dil, İstanbul, 1995, s.
[197] Cüceloğlu, İnsan, a.y.
[198] Cüceloğlu, İnsan, s. 272
[199] Molcho, Samy, Beden Dili, tere. E. Tülin Bat ur, İstanbul, 2000, s. 61
[200] Molcho, Beden Dili, s. 62
[201] Baymur, Psikoloji, s. 78
[202] Molcho, Beden DİÜ, s. 62-63
[203] Bkz. Arkonaç, Psikoloji, s. 267
[204] Arkonaç, Psikoloji, s. 280; Baymur, Psikoloji, s. 80
[205] Molcho, Beden Dili, s. 63-64
[206] Moicho, Beden Dili, a.y.
[207] Molcho, Beden Dili, a.y.
[208] Molcho, Beden Dili, s. 67-68
[209] Molcho, Beden Dili, s. 64
[210] Türkçe Sözlük, 1/744
[211] Dilaçar, Dil, s. 3
[212] Dilaçar, Dil, a.y.
[213] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 53-55.
[214] Arkonaç, Psikoloji, s. 28.
[215] Bkz. Baymur, Psikoloji, s. 25; Cüceloğlu, İnsan, s, 53.
[216] Bkz. Fussilet: 41/53.
[217] Bkz. Râzî, Mefâtih, XIV (c, 27) s. 140; Ebû Hayyân, Muhammed b. Yûsuf, Bahru'l-Muhît, 2. Baskı, Beyrut 1990/1410, VII/505; Tabâtabâî, Mîzân, IX (c. 17), 404.
[218] Kutub, Fî Zilal, V/3131.
[219] Kurtubî, Câmi', VIII (c. 15), 375.
[220] Cüceloğlu, insan, s. 29.
[221] Candıllac, İnsan, s. 18.
[222] Cüceloğlu, İnsan, a.y.
[223] Bkz. Cüceloğlu, İnsan, s. 139.
[224] Cüceloğlu, İnsan, a.y.
[225] Molcho, Beden Dili, s. 27-28.
[226] Arkonaç, Psikoloji, s. 59,
[227] Arkonaç, Psikoloji, a.y. ; Molcho, Beden Dili, s. 28.
[228] Morgan, Psikoloji, s. 34; Arkonaç, Psikoloji, s. 62.
[229] Molcho, Beden Dili, s. 36.
[230] Morgan, Psikoloji, s. 146-47; Cüceloğlu, İnsan, s. 99; Arkonaç, Psikoloji, s. 67.
[231] Cüceloğlu, İnsan, s. 101.
[232] Cüceloğlu, İnsan, s. 102; Morgan, Psikoloji, s. 247.
[233] Cüceloğlu, İnsan, s. 102, Arkonaç, Psikoloji, s. 71
[234] Cuceloğlu, İnsan, s. 103
[235] Cuceloğlu, İnsan, a.y. ; Morgan, Psikoloji, s. 52-53
[236] Teber, Davranış, s. 113.
[237] Teber, Davranış, s. 108.
[238] Cuceloğlu, İnsan, s. 63, 103; Teber, Davranış, s. 81, 258.
[239] Cüceioğlu, jnsan, s. 65; Baymur, Psikoloji, s. 29-30; Teber, Davranış, s. 271
[240] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 56-61.
[241] Cuceloğlu, İnsan, 5. 104; Morgan, Psikoloji, s. 260-261
[242] Nisa: 4/56.
[243] Molcho, Beden Dili, s. 210
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 61-62.
[244] Cüceloğlu, insan, s. 104
[245] Cooper, Ken, Sözsüz İletişim, Tere. Tunç Yalkı, İst. 1989, s. 117-118. Fazla bilgi için bkz. Molcho, Beden Dili, s. 91-100
[246] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 62.
[247] Cüceloğlu, İnsan s. 106; Arkonaç,, Psikoloji, s. 82
[248] Cüceloğlu, insan, a.y.
[249]Molcho, Beden Dili, s. 163.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 62-63.
[250] Cüceloğlu, insan, s. 106; Arkonaç, Psikoloji, s. 83
[251] Cüceloğlu, İnsan, a.y.
[252] Molcho, Beden Dili, s. 1 52-1 53
[253] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 63.
[254] Bslîaş, Bedenin Dili, s. 27
[255] Cüceloğlu, İnsan, s. 108
[256] Cüceloğlu, İnsan, s. 109; Baymur, Psikoloji, s. 112-113.
[257] Cüceloğlu, İnsan, s. 112
[258] Baltaş, Bedenin Dili, s. 31
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 63-64.
[259] Cüceloğlu, İnsan, s. 113
[260] Cüceloğlu, İnsan, s. 114
[261] Molcho, Beden Dili, s. 137-38
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 64-65.
[262] Morgan, Psikoloji, s. 65-66
[263] Molcho, Beden Dili, s. 38
[264] Moicho, Beden Dili, s. 38
[265] Arkonaç, Psikoloji, s. 84
[266] Cüceloğlu, İnsan, s. 118; Baltaş, Bedenin DİIİ, s. 27
[267] Baymur, Psikoloji, s. 104
[268] Cüceloğlu, İnsan, s. 98; Morgan, Psikoloji, s. 265
[269] Baltaş, Bedenin Dili, a.y.
[270] Baltaş, Bedenin Dili, s. 26
[271] Cüceloğlu, İnsan, s. 98
[272] Baltaş, Beden Dili, s. 27, Cüceloğlu, İnsan, s. 118
[273] Cüceloğlu, İnsan, s. 119.
[274] Cüceloğlu, İnsan, a.y
[275] Cüceioğtu, İnsan, s. 121; Molcho, Beden Dili, s. 37
[276] Molcho, Beden Dili, a.y.
[277] Cüceloğlu, insan, s. 136; Pease, Beden DİIİ, s. 12-13
[278] Pease, Beden Dili, s. 11-12
[279] Pease, Beden Dili, s. 12
[280] Teber, Davranış, s. 231
[281] Teber, Davranış, s. 229
[282] Teber, Davranış, a.y.
[283] Teber, Davranış, s. 227 (olayların düzenli aralıklarla tekrarlanmalarıdır)
[284] Teber, Davranış, s. 228
[285] Teber, Davranış,, s. 238. Fazla bilgi için bkz. Morgan, Psikoloji, s. 214-226.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 65-68.
[286] Bkz. Nisa: 4/28
[287] Bkz. Yûnus: 10/12; Zümer: 39/8, 49; Fussilet: 41/51
[288] Bkz. Hûd, 1 1/9
[289] Bkz. İsrâ: 17/11; Enbiyâ: 21/37
[290] Bkz. Fussilet: 41/49
[291] Bkz. Şûra: 42/48; Fecr: 89/15
[292] Bkz. Morgan, Psikoloji, s, 190-199; Cüceloğlu, İnsan, s. 229-231; Arkonaç, Psikoloji, s. 241-249; Baymur, Psikoloji, s. 67-70
[293] Morgan, Psikoloji, s. 190; Arkorıaç Psikoloji, s. 241
[294] Morgan, Psikoloji, a.y. ; Arkonaç., Psikoloji, s. 25; Baymur, Psikoloji, s. 69.
[295] Bkz. Morgan, Psikoloji, s. 1 90-1 99; Cüceloğlu, İnsan, s. 229-231; Arkonaç, Psikoloji, s. 241-249; Baymur, Psikoloji, 5. 67-70.
[296] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 69-70.
[297] Bkz. Fromm, İnsan s. 47-50; Morgan, Psikoloji, s. 199-204; Cüceloğlu, İnsan, s. 238-248; Baymur, Psikoloji, s. 70; Arkonaç, Psikoloji, s. 249-264.
[298] Cüceloğlu, İnsan, s. 240
[299] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 70-71.
[300] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 71.
[301] Morgan, Psikoloji, s. 65-205; Baymur, Psikoloji, s. 71
[302] Bkz. Nisa: 4/28.
[303] Morgan, Psikoloji, s. 69.
[304] Bkz. Morgan, Psikoloji, s. 66-67; Arkonaç, Psikoloji, s. 265-66.
[305] Bkz. Morgan, Psikoloji, s. 205.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 71-72.
[306] Baymur, Psikoloji, s. 71.
[307] Baymur, Psikoloji, a.y.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 72.
[308] Baymur, Psikoloji, s. 72.
[309] Morgan, Psikoloji, s. 206-6-207; Cüceloğlu, İnsan, s. 251.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 72-73.
[310] Baymur, Psikoloji, s. 71.
[311] Bkz. Cüceloğlu, İnsan, s. 152.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 73.
[312] Bkz. Morgan, Psikoloji, s. 204.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 73.
[313] Baymur, Psikoloji, s. 73.
[314] Bkz. Bakara: 2/216.
[315] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 73-74.
[316] Bkz. Morgan, Psikoloji, s. 391.
[317] Morgan, Psikoloji, s. 230.
[318] Morgan, Psikoloji, s. 391.
[319] Baymur, Psikoloji, s. 73.
[320] Morgan, Psikoloji, s. 70-71.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 74.
[321] Akseki, Ahmet Harndi, İslâm, 2. Baskı, ist. 1966, s. 109.
[322] Akseki, İslâm, s. 109,
[323] Morgan, Psikoloji, s. 71-72.
[324] Şems: 91/7-8; Beled: 90/10.
[325] Ahmed, V/252, 256, 382.
[326] Tirmizî, Zühd, 52; Müslim, Birr, 14, 15; Dârimî, Ebû Muhammed Abdullah, Sünen, Çağrı Yay., İstanbul, 1992, Rikâk, 73; Ahmed, IV/173.
[327] Dârimî, Büyü, 3; Ahmed, IV/194.
[328] Tirmizi, Kıyamet, 60; Ahmed, I/200.
[329] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 74-75.
[330] Baymur, Psikoloji, s. 73-74.
[331] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 75-76.
[332] Teber, Davranış, s. 68.
[333] Teber, Davranış, s. 42.
[334] Teber, Davranış, s. 81.
[335] Bkz. Fromm, İnsan, s. 91
[336] Fromm, İnsan, s. 92.
[337] Fromm, İnsan, s. 90.
[338] Adler, Yaşam, s. 37-38.
[339] Adler, Yaşam, s. 25.
[340] Teber, Davranış, s. 277.
[341] Teber, Davranış, 5. 272.
[342] Teber, Davranış, s. 82.
[343] Teber, Davranış, s. 83; Akyuz, Hüseyin, Eğitim Sosyolojisinin Temel Kavram ve Alanları Üzerine Bir Araştırma, 3. baskı, (MEB), İstanbul, 2001, s. 210-213.
[344] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 76-79.
[345] Bkz. İbn Haldun, Mukaddime, 4. baskı, Lübnan, 1990, s. 429-30.
[346] Bkz. Adler, İnsan, s. 47.
[347] Adler, İnsan, s. 46.
[348] Adler, İnsan, s. 48-49.
[349] Adler, İnsan, s. 49.
[350] Bkz. Adler, İnsan, s. 179.
[351] Bkz. Teber, Davranış, s. 290.
[352] Teber, Davranış, s. 290.
[353] Elmalılı, Hak Dînî, I/85-86.
[354] Hak Dînî, I/88.
[355] Bkz. Rûm: 30/41.
[356] Elmalılı, Hak Dînî, 1/110.
[357] Vicdan hakkında bilgi için bkz. Akseki, İslâm, s. 104-123.
[358] Bkz. Beled: 90/10; Şems: 91/8; Tirmizî, Kıyamet, 60; Ahmed, 1/200; Darimî, Buyu, 3.
[359] Fromm, İnsan, s. 183.
[360] Fromm, İnsan, s. 91
[361] Fromm, İnsan, s. 184.
[362] Bkz. Fromm, İnsan, s. 186.
[363] Fromm, İnsan, s. 187.
[364] Fromm, İnsan, s. 188.
[365] Fromm, İnsan, s. 189.
[366] Bkz. Mâide: 5/2.
[367] Bkz. Tevbe: 9/11 9.
[368] Bkz. Buhâri, Enbiyâ, 54; Müslim, Tevbe, 46, 47; İbn Mâce, Diyat, 2; Ahmed, III/20, 42
[369] Bkz. Nisa: 4/28,
[370] Bkz. Baymur, Psikoloji, s. 272.
[371] Bkz. Morgan, Psikoloji, s. 390; Baymur, Psikoloji, s. 273; Arkonaç, Psikoloji, s. 348; Tezcan, Mahmut, Kültür ve Kişilik (Psikoloji Antropoloji), Bilim Yay., Ankara, 1987, s. 92.
[372] Cuceloğlu, İnsan, s. 546.
[373] Baymur, Psikoloji, s. 274; Kaplan, Yaşar, Kültür ve Dil, 9. baskı, İstanbul, 1996, 5, 125.
[374] Baymur, Psikoloji, s. 278,
[375] Bkz. Morgan, Psikoloji, s. 390.
[376] Morgan, Psikoloji, a.y.; Akyüz, Sosyoloji, s. 219.
[377] Bkz. İbn Haldun, Mukaddime, s. 380-406.
[378] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 79-87.
[379] Bkz. Ebû Dâvûd, Nikâh, 3; İbn Mâce, Nikâh, 1; Ahmed, VI/217
[380] Bkz. İbn Mâce, Nikâh, 1; Ahmed, V/162; Tirmizî, Nikâh, 1.
[381] Bkz. Buhârî, Savm, 10; Nikâh, 2, 3, 19; Müslim, Nikâh, 1, 3; Ebû Dâvûd, Nikâh, 1, 3; İbn Mâce, Nikâh, 1; Nesâî, Siyam, 43; Dârimî, Nikâh, 3; Ahmed, I/378, VI/217
[382] Adler, Yaşam, s. 263-64; Onur, Bekir, Gelişim Psikolojisi, Ankara, 1986, s. 82
[383] Bkz. Nahl: 16/72; Şûra: 42/11.
[384] Adler, Yaşam, s. 264
[385] Bkz. Bakara: 2/187; Âl-i İmrân: 3/14
[386] Bkz. A'râf: 7/189, Rûm: 30/21
[387] Bkz. Fecr: 89/20; Me'âric: 70/19; Ahzâb: 33/72
[388] Bkz. Rûm: 30/21
[389] Adler, Yaşam, s. 264
[390] Bkz. Yûsuf: 12/24; Buhar", Tevhîd, 35; Müslim, İmân, 203
[391] Bkz. Yûsuf: 12/30
[392] Bkz. Yûsuf: 12/53
[393] Bkz. Yusuf: 12/24
[394] Bkz. Enfâl: 8/24
[395] Zamahşerî, Keşşaf, 11/311-312
[396] Bkz. Nûr: 24/32-33
[397] Bkz. Ahzâb: 33/32-34; Nisa: 4/34; Ayrıca bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56; Tirmizî, Tefsîr, Sûre, 9/2; Redâ, 11; İbn Mâce, Menâsik, 84; Nikâh, 13; Dârimî, Menâsik, 24; Ahmed, V/73
[398] Bkz. Kutub, Muhammed, Çağdaş Fikir Akımları, tere. M. Beşir Eryarsoy, 2. baskı, İşaret Yay., İstanbul, 1989, s. 261-265.
[399] Kutub, Akımlar, s. 241
[400] Adler, İnsan, s. 159
[401] Kutub, Akımlar, s, 242-43, Fazla bilgi için bkz. Adler, İnsan, s. 159-160
[402] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 87-93.
[403] Onur, Gelişim, s. 75; Aile hakkında geniş bilgi için bkz, Onur, Gelişim, s. 75-86; Akyüz, Sosyoloji, s. 234.
[404] Bkz. Rûm: 30/21; Fâtır: 35/11; Şûra: 42/11; Araf: 7/189; Nahl: 16/72
[405] Bkz. Zuhruf: 43/12;Yâsîn: 36/36; Ra'd: 13/19; Şûra: 42/11; Tâhâ: 20/53; Bakara: 2/187
[406] Bkz. Rûm: 30/21; Ayrıca bkz. Buhârî, Şirket, 7; Müslim, Tefsîr, 6; Ebû Dâvûd Nikâh 12
[407] Bkz. Nûr: 24/32; Nisa: 4/3.
[408] Bkz. Nûr: 24/33
[409] Bkz. Furkân: 25/68; Nûr: 24/30-31; Ahzâb: 33/32, 59
[410] Aydın, Mehmet Akif, "Aile", DİA, ist. 1989, 11/196, 199
[411] Bkz. Nisa: 4/3, 25; İbn Mâce, Nikâh, 1.
[412] Yavuz, Kerim, Çocukta Dînî Duygu ve Düşüncenin Gelişmesi, Ankara, 1983, s. 26
[413] Adler, Yaşam, s. 260; Cole, Luella, Morgan, John J: B., Çocukluk ve Gençlik Psikolojisi, (çev. B. Halim Vassaf), MEB, İstanbul, 2001, s. 227.
[414] Bkz. Yavuz, Çocuk, a.y.
[415] Bkz. Lokman: 31/14
[416] Bkz. Kutub, Atomlar, s. 258
[417] Bkz. Kutub, Fi Zilâl, I/236
[418] Tezcan, Kültür, s. 56-37
[419] Bkz. Cassâs, Ebubekr, Ahmed, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1. Baskı Beyrut, 1320, 1/330-32; İbn Arabî, Ebubekr Muhammed b. Abdullah, Ahkâmu'l-Kur'ân, thk. Ali Muhammed el-Buhârî, Beyrut, 1972, 1/154-55, 319-326; Kurtubî, Cami', II (c. 3)62; III (c. 5)34; Elmalılı, Hak Dînî, II/768-69, 1280
[420] Bkz. Bakara: 2/220; Nisa: 4/6
[421] Bkz. Buhârî, Talak, 25; Edeb, 25; Müslim, Zühd, 42; Ebû Dâvûd, Edeb, 1 23; Tırmizî, Birr, 14; Mâlik b. Enes, ei-Muvatta, Çağrı Yay, İstanbul, 1992, Sa'r, 5; Ahmed, II/375
[422] Bkz. Ebû Dâvûd, Nikâh, 23, 25; Tirmizî, Nikâh, 18; Nesâî, Nikâh, 31; Dârimî, Nikâh, 12; İbn Mâce, Edeb, 6; Ahmed, 1/261; H/429
[423] Bkz. Buhârî, Nikâh, 41; Tirmizî, Nikâh, 3; İbni Mâce, Nikâh, 12; Dârimî, Nikâh, 14; Ahmed, I/264
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 93-96.
[424] Bkz. Adler, Yaşam, s. 239-240; Akyüz, Sosyoloji, s. 234.
[425] Bkz. Rûm: 30/20-21; A'râf: 7/189
[426] Âl-i İmrân: 3/36.
[427] Adler, İnsan, s. 1 60.
[428] Adler, İnsan, s. 241-242.
[429] Adler, İnsan, s. 242.
[430] Adler, İnsan, s. 135.
[431] Bkz. Nisa: 4/28.
[432] Bkz. Nisa,: 4/58.
[433] Bkz. Adler, İnsan, s. 137-1 38; Onur, Gelişim, s. 94.
[434] Bkz. Buhârî, Zekât, 10;Edeb, 18; Müslim, Birr, 147, 148; Tirmizi, Birr, 13; Ahmed, VI/22,88,166.
[435] Bkz. İbn Mâce, Nikâh, 50; Dârimî, Nikâh, 55.
[436] Bkz. Adler, İnsan, s. 141.
[437] Bkz. Adler, İnsan, a.y.
[438] Adler, Yasam, s. 138.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 96-101.
[439] Bkz. Bakara: 2/223, 233.
[440] Bkz. Hucurât: 49/13.
[441] Bkz. Râğıb, Müfredat, s. 495-496; İbn Manzûr, lisân, IX/236-243; Wehr, Hans, Mu'cemü'l-Lugati'l-Arabîyyeti'l-Mu'asıra, 3. Baskı, Ofset, Lübnan, 1980, s. 605
[442] Bkz. Kutub, Akımlar, s. 252
[443] Acar, Çocuk, s. 145-146,
[444] Adler, Yaşam, s. 126.
[445] Kutub, Akımlar, s. 237, 238.
[446] Adler, İnsan, s. 159-160.
[447] Adler, İnsan, s. 196-255-258; fazla bilgi için bkz. Adler, İnsan, s. 148-158.
[448] Kutub, Akımlar, s. 196.
[449] Adler, Yaşam, s. 241.
[450] Adler, Yaşam, s. 124.
[451] Adler, Yaşam, s. 245.
[452] Bkz. Morgan, Psikoloji, s. 201-202
[453] Adler, Yaşam, s. 124-125; Fazla bilgi için bkz. Adler, İnsan, s 142-143.
[454] Adler, İnsan: 5. 142-143.
[455] Bkz. Nahl: 16/57; Saffât: 37/149; Zuhruf: 43/16-18; Necm: 53/21-22.
[456] Bkz. Nahl: 16/58-59; Zuhruf: 43/17-18.
[457] Adler, Yaşam, s. 126.
[458] Bkz. Kutub, Akımlar, s. 187-284; Adler, Yaşam, s. 145.
[459] Kutub, Akımlar, s. 210
[460] Nisa: 4/117.
[461] Bkz. Zamahşerî, Keşşaf, I/564; Kurtubî, Cami', III (c. 5) 387, Ebû Hayyân, Bahr, U/352-354, Tabatabâi, Mizân, III (c. 5), 83-84.
[462] İtan Manzûr, Lisân, 11/112.
[463] Elmalılı, Hak Dînî, 111/1469-1470.
[464] Yavuz, Çocuk, s. 21.
[465] Yavuz, Çocuk, s. 144-145.
[466] Yavuz, Çocuk, s. 21; Akyüz, Sosyoloji, s. 218-19.
[467] Yavuz, Çocuk, s. 148; Akyüz, Sosyoloji, s. 218-19.
[468] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 101-110.
[469] Yavuz, Çocuk, s. 105.
[470] Bkz., Adler, İnsan, s. 57.
[471] Bkz. Adler, İnsan, s. 59-60.
[472] Adler, İnsan, s, 90.
[473] Adler, İnsan, s. 182-183.
[474] Reıche, Wilhelm, Kişilik Çözümlemesi, tere Berhan Onaran, 3. Baskı İst. 1997 s 200
[475] Reiche, Kişilik, s. 178.
[476] Reiche, Kişilik, s. 203.
[477] Adler, İnsan, s. 42.
[478] Reiche, Kişilik, s. 179-180.
[479] Reiche, Kişilik, ay.
[480] Adler, İnsan, s. 49.
[481] Reiche, Kişilik, s. 232.
[482] Reiche, Kişilik, s. 165.
[483] Adler, İnsan, s. 177; Morgan, Psikoloji, s. 205-207.
[484] Cüceloğlu, İnsan, s. 255.
[485] Morgan, Psikoloji, s. 205.
[486] Adler, İnsan, s. 181.
[487] Adler, İnsan, s. 181.
[488] Yavuz, Çocuk, s. 110.
[489] Adler, İnsan, s. 181.
[490] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 110-114.
[491] Bkz. Nisa: 4/28.
[492] Adler, İnsan, s. 50.
[493] Cüceloğlu, İnsan, s. 357.
[494] Bkz. Baltaş, Bedenin Dili, s. 118.
[495] Reiche, Kişilik, s. 240-241; Morgan, Psikoloji, s. 66-68.
[496] Adler, Yaşam, s. 123; Akyüz, Sosyoloji, s. 215-217.
[497] Acar, Çocuk, s. 89.
[498] Acar, Çocuk, s. 89.
[499] Bkz. Yavuz, Çocuk, s. 27.
[500] Bkz. Yavuz, Çocuk, s. 27.
[501] Bkz. Teber, Davranış, $ 13?; Cole-Morgan, Psikoloji, s. 380-96.
[502] Teber, Davranış, s. 143.
[503] Teber, Davranış, s. 166.
[504] Morgan, Psikoloji, s. 43; Yavuz, Çocuk, s. 27; Cuceloğlu, İnsan, s.88.
[505] Adler, Yaşam, s. 135.
[506] Kutub, Akımlar, s. 259.
[507] Bkz. Lokman: 31/14.
[508] Bkz. Bakara: 2/233.
[509] Bkz. Lokman: 31/14; Ahkâf: 46/15.
[510] Bkz. Lokman: 31/15.
[511] Bkz. İsrâ: 17/23-24; Ahkâf: 46/17.
[512] Bkz. Mülk: 67/3.
[513] Bkz. Tâhâ: 20/50.
[514] Bkz. Buhârî, Edeb, 3, 6; Cihâd, 138; Müslim, Birr, 1, 9; Ebû Dâvûd, Cihâd, 3, 130; Tirmizî, De'avât, 100; İbn Mâce, Edeb, 1; Ahıned, V/3.
[515] Bkz. Bakara: 2/198, 213; A’la: 87/3; Beled: 90/10; En'âm: 6/87; Isrâ: 17/9; Cin: 72/2; Şu'arâ: 26/78; Zuhruf: 43/27; Hac: 22/54; Rûm: 30/53.
[516] Adler, Yaşam, s. 134.
[517] Adler, Yaşam, s. 135.
[518] Adler, Yaşam, s. 136-137.
[519] Bakara: 2/187.
[520] Rûm: 30/21.
[521] Bkz. Yâsîn: 36/36; Ra'd: 13/3; Zâriyât: 51/49.
[522] Râğıb, Müfredat, s. 316; İbn Manzûr, Lisân, 11/291
[523] Türkçe Sözlük, I/308.
[524] Türkçe Sözlük, f/470.
[525] Bkz. Nahl: 16/72.
[526] Bkz. Bakara: 2/187.
[527] Bkz. Rûm: 30/21; A'râf: 7/189.
[528] Bkz. Rûm: 30/21.
[529] Yûsuf: 12/24.
[530] Bkz. Adler, İnsan, s. 160.
[531] Mevdûdî, Tefhîm, 1/357.
[532] Nisa: 4/34.
[533] Adler, Yaşam, s. 139.
[534] Adler, Yaşam, s. 140-141.
[535] Bkz. Adler, Yaşam, s. 142-145.
[536] Bkz. Yûsuf: 12/7-18.
[537] Bkz. Yûsuf: 12/8.
[538] Bkz. Yusuf: 12/18, 83.
[539] Bkz. Yûsuf: 12/89.
[540] Bkz. Yûsuf: 12/91-91, 97-98.
[541] Bkz. Haşr: 59/9.
[542] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 114-123.
[543] Teber, Davranış, s. 67-68.
[544] Teber, Davranış, s. 84.
[545] Teber, Davranış, s. 82-83.
[546] Morgan, Psikoloji, s. 53.
[547] Bkz. Teber, Davranış, s. 87.
[548] Teber, Davranış, s. 170.
[549] Bkz. Teber, Davranış, s. 178; Ayrıca bkz. Condillac, İnsan, s 205-207; Kaplan, Kültür, s. 125-126.
[550] Teber, Davranış, s. 242.
[551] Teber, Davranış, a.y.
[552] Teber, Davranış, s. 243.
[553] Teber, Davranış, s. 244.
[554] Cüceloğlu, İnsan, s. 577.
[555] Teber, Davranış, s. 244.
[556] Teber, Davranış, s. 245.
[557] Teber, Davranış, s. 247.
[558] Teber, Davranış, s. 250.
[559] Teber, Davranış, 3. 261.
[560] Teber, Davranış, s. 262.
[561] Teber, Davranış, s. 262-263.
[562] Teber, Davranış, s. 263.
[563] Teber, Davranış, a.y.
[564] Bkz. Nisa: 4/7, 33; Bakara: 2/180, 215
[565] Bkz. Haşr: 59/7; Nahl: 16/90; Bakara: 2/83
[566] Bkz. Haşr: 59/9; İnsan: 76/8-9; Nisa: 4/36; İsrâ: 17/26.
[567] Hümeze: 104/2-3; Fecr: 89/17-20; Mâ'ûn: 107/2-3, 7.
[568] Örnek için bkz. Bakara: 2/83, 200, 201; Al-i İmrân: 3/194; Kehf: 18/10; Nisa: 4/2, 4.
[569] Bkz. Teber, Davranış, s. 156.
[570] Teber, Davranış, s. 162-163.
[571] Teber, Davranış, s. 163.
[572] Bkz. Morgan, Psikoloji, s. 81-91; Cüceloğlu, İnsan, s. 141-156.
[573] Teber, Davranış, a.y.
[574] Teber, Davranış, s. 165.
[575] Teber, Davranış, s. 166.
[576] Adler, Yaşam, s, 126-127; Bkz. Pressey, Sindey L, Robinson, Francis R, Psikoloji ve Yeni Eğitim, (tere. Hasan Tan), MEB, İstanbul, 1991, 1/100-103.
[577] Morgan, Psikoloji, s. 60-65; Cüceloğiu, İnsan, s. 346-353; Pressey-Robinson, Psikoloji, s 277-278.
[578] Fromm, İnsan, s, 42.
[579] Cuceloğlu, İnsan, s. 355-362; Morgan, Psikoloji, s. 65-70.
[580] Adler, Yaşam, s. 127.
[581] Adler, Yasam, a.y.
[582] Adler, Yaşam, s. 134.
[583] Rûm: 30/21.
[584] Bakara: 2/187.
[585] Bakara: 2/223.
[586] Bakara: 2/233.
[587] Elmalılı, Hak Dînî, II/796.
[588] Kutub, Fi Zilâl, I/235.
[589] Bakara: 2/233.
[590] Kutub, Fi Zilâl, a.y.
[591] Kutub, Fi Zilâl, a.y.
[592] Cüceloğlu, İnsan, s. 355.
[593] Morgan, Psikoloji, s. 65.
[594] Cüceloğlu, İnsan, s. 356.
[595] Cüceloğlu, İnsan, s. 357.
[596] Morgan, Psikoloji, s. 69; Cüceloğlu, insan, s. 357-358.
[597] Morgan, Psikoloji, a.y. ; Cüceloğlu, İnsan 5, 358
[598] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 123-133.
[599] Cüceloğlu, İnsan, s. 88; Morgan, Psikoloji, s. 44-45; Pressey-Robinson, Psikoloji, I/92-4.
[600] Morgan, Psikoloji, a.y.
[601] Morgan, Psikoloji, s. 31; Arkonaç Psikoloji, s. 59.
[602] Cüceloğlu, insan, s. 335; Baymur, Psikoloji, s. 218.
[603] Morgan, Psikoloji, s. 79.
[604] Acar, Çocuk, 5. 159; (Bandura, 1963, Kurumbaltz, 1972, Kurumbaltz ve Thoresen, 1969; Skinner, 1953-1 972'den); Cüceloğlu, İnsan, s. 154,
[605] Acar, Çocuk, a.y. ; Cüceloğlu, İnsan, s 155.
[606] Molcho, Beden Dili, s. 40-41; Teber, Davranış, s. 84.
[607] Molcho, Beden Dili, a.y.
[608] Molcho, Beden Dili, s. 42.
[609] Molcho, Beden Dili, s. 44.
[610] Molcho, Beden Diii, s. 44-45.
[611] Cüceloğlu, İnsan, s. 136; Morgan, Psikoloji, s. 43.
[612] Molcho, Beden Dili, s. 46.
[613] Molcho, Beden Dili, s. 74.
[614] Molcho, Beden Dili, s. 78; Cüceloğlu, İnsan, 5. 154.
[615] Molcho, Beden Dili, s. 79; Cüceloğlu, İnsan, s. 1 55.
[616] Molcho, Beden Dili, a.y
[617] Molcho, Beden Dili, s. 80.
[618] Mokho, Beden Dili, s. 80; Cüceloğlu, İnsan, s. 154.
[619] Molcho, Beden Dili, s. 82.
[620] Molcho, Beden Dili, s. 83.
[621] Molcho, Beden Dili, a.y.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 133-138.
[622] Bkz. Baymur, Psikoloji, s. 14, 25, 27; Arkonaç Psikoloji, s. 452.
[623] Adier, Yaşam, s. 34-35.
[624] Adler, Yaşam, s. 38.
[625] Adler, Yaşam, s. 45.
[626] Bkz. Baymur, Psikoloji, s. 27; Arkonaç, Psikoloji, s. 432.
[627] Cüceloğlu, İnsan s. 515-16; Arkonaç, Psikoloji, s. 452.
[628] Morgan, Psikoloji, 3. 231.
[629] Arkonaç, Psikoloji, s. 453; Cüceloğlu, İnsan s. 519.
[630] Arkonaç, Psikoloji, s. 440.
[631] Bkz. Arkonaç. Psikoloji, s. 455-58; Cüceloğlu, İnsan, s. 517-519.
[632] Bkz. İsrâ: 17/84.
[633] Molcho, Beden Dili, s. 72.
[634] Molcho, Beden Dili, s. 73.
[635] Bkz. Sâf: 61/2.
[636] Molcho, Beden Dili, s. 74.
[637] Molcho, Beden Dili, 3. 75.
[638] Molcho, Beden Dili, s. 85.
[639] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 138-143.
[640] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 143-144.
[641] Morgan, Psikoloji, s. 311.
[642] Arkonaç, Psikoloji, s. 379.
[643] Tezcan, Kültür, s. 17; Baymur, Psikoloji, s. 253; Cüceloğlu, İnsan, s. 404.
[644] Bkz. Baymur, Psikoloji, s. 227; Morgan, Psikoloji, 319-323; Terzioğlu, E. Ahmet, "Türk Folkloru İçinde" Halk Oyunları Oynayanların Psiko-Sosyal Özellikleri ve Oyunların Şahsiyet Gelişimine Etkisi, MEB, İstanbul, 2000, s. 31.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 144-145.
[645] Cüceloğlu, İnsan, s. 407; Baymur, Psikoloji, s. 254; Arkonaç, Psikoloji, s. 386.
[646] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 145.
[647] Cüceloğlu, insan, a.y. ; Baymur, Psikoloji, a.y. ; Arkonaç, Psikoloji, a.y.
[648] Cüceloğlu, İnsan, 3. 408.
[649] Cüceloğlu, İnsan, s. 408.
[650] Yûsuf,: 12/53.
[651] Bkz. Bakara: 2/155; Zümer: 39/42; Fecr: 89/27; Şems: 91/7.
[652] İbn Manzûr, Lisân, VI/233; Elmalılı, Hak Dînî, 1/222; VI/4127; VIII/5814, 5856.
[653] Elmalılı, Hak Dînî, I/223.
[654] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 145-146.
[655] Bkz. İbn Manzûr, Lisân, VI/233-240; Ebu'l-Bekâ, Külliyât, s. 897-98.
[656] Bkz. Tâhâ: 20/41; En'âm: 6/12, 54; Âl-i İmrân: 3/28.
[657] Bkz. Nur: 24/3.
[658] Bkz. Kıyâme: 75/2; Şems: 91/7-8; Fecr: 89/27-28.
[659] Bkz. Bakara: 2/87, 109; Neml: 27/14; Yûsuf: 2/77; Tâhâ: 20/67.
[660] Bkz. Yûsuf: 12/26-30-32-51.
[661] Bkz. Al-i-İmrân: 3/25, 61; En'âm: 6/151; Zumer: 39/42; İnfitâr: 82/19.
[662] Bkz. Yûsuf: 12/53; Mâide: 5/30; İbrahim: 14/22; Kâf: 50/16; Bakara: 2/130; Tâhâ: 20/91.
[663] Bkz. Bakara: 2/48; Lokman: 31/28; 34; Zâriyât: 51/21.
[664] Bkz. Mûddessir, 74/38; Lokman, 31/34.
[665] Bkz. Tevbe: 9/128; Rûm: 30/28; A'râf: 7/189; Nahl: 16/72; Şûra: 46/11.
[666] Bkz. En'âm: 6/60.
[667] Âl-i İmrân: 3/28.
[668] Bkz. Mâide: 5/116.
[669] Bkz. Tekvîr: 8/18.
[670] Bkz. Muttaffifîn: 83/26.
[671] İbn Kayyim, el-Cevziyye, Krtabu'r-Ruh, tere. (Şaban Haklı), İz Yayıncılık, ist. 1993, s. 237, 279-80.
[672] İbn Kayyim, Ruh, s. 237-38, Dihlevî, Şâh Veliyyullah, Hüccetullahi'l-Baliğa, 1. Baskı, Beyrut, 1990/1410, I/67; Condillac, İnsan, s. 23.
[673] Bkz. Âl-i İmrân: 3/61; Yûsuf: 12/54; Zâriyât: 51/21.
[674] İbn Kayyım, Ruh, s. 280.
[675] Bkz. En'âm: 6/93; Kâf: 50/16; Teğâbun: 64/16; Nâzi'ât: 79/40.
[676] Er, İzzet, Sosyal Gelişme ve İnsan, 3. Baskı, İstanbul, 1999, s. 133.
[677] Râzî, Fahruddin, Kitabun Nefs ve'r-Ruh ve Şerhu Kuvâhumâ, thk. Muhammed Sağır Hasan el-Ma'sumî, İslâmabad, 1990, s. 29-33.
[678] Dihlevî, Hüccet, a.y.
[679] İbn Kayyım, Ruh, s. 274; Erzurumlu, İbrahim Hakkı, Marifetnâme, İstanbul, 1981, s. 223
[680] İsrâ: 17/85.
[681] Erzurumlu, Marifetnâme, a.y.
[682] Bkz. A'râf: 7/54; Neml: 27/64; Fâtır: 35/3; Tâhâ: 20/50; Secde: 32/5.
[683] Bkz. A'râf: 7/54; Neml: 27/64; Fâtır: 35/3; Tâhâ: 20/50; Secde: 32/5.
[684] İhlâs: 112/1-2.
[685] Bkz. İsrâ: 17/85.
[686] Er, Sosyal, s. 133.
[687] Bkz. Nisa: 4/128; Zuhruf: 43/71; Kâf: 50/16; Yûsuf: 12/18-30; Mâide: 5/30; Nâzi'ât: 79/42; Necm: 53/23; Tâha: 20/96.
[688] Bkz. Âl-i İmrân: 3/61; Yûsuf: 12/53; Zâriyât: 51/21.
[689] Er, Sosyal, s. 133. 135; Nefs kavramı hakkında geniş bilgi için bkz. Ögke, Ahmed, Kur'ân'da Nefs Kavramı, insan Yayınları, İstanbul, 1997.
[690] Bkz. Fecr: 89/27; Mâide: 5/32; Nâzi'ât: 79/40; Kehf: 18/28.
[691] Bkz. Âl-i İmrân: 3/14; A'râf: 7/31-32; Kehf: 18/46; Tâhâ: 20/81; Kasas: 28/77.
[692] Bkz. Buhârî, Savm, 51, 54, 55; Teheccüd, 20; Nikâh, 89; Edeb, 84/86; Müslim, Siyam, 186, 187; Ebû Dâvûd, Tatavvu 27; Savm, 56; Tirmizî, Savm, 44, Rıda, 11; Zühd, 64; Nesâî, Sıyâm, 76; İbn Mâce, Nikâh, 3; Dârimî, Nikâh, 3; Ahmed, VI/26S.
[693] Bkz. Tâhâ: 20/96; Yûsuf: 12/18.
[694] Bkz. Mâide: 5/30.
[695] Bkz. Yûsuf: 12/53.
[696] Bkz. İbrahim: 14/22.
[697] Bkz. Necm: 53/23.
[698] Bkz. Kâf: 50/16.
[699] Bkz. Nâzi'ât: 79/40.
[700] Râzî, Mefâtih, X (t, 19) 114.
[701] Bkz. Beled: 90/10.
[702] Elmalılı, Hak Dînî, Vlll/5839.
[703] Bkz. Bakara: 2/36.
[704] Elmalılı, Hak Dînî, Vlll/5839; 1/214-15.
[705] Elmalılı, Hak Dînî, VIII/5847.
[706] Şems: 91/8.
[707] Elmalılı, Hak Dînî, VIII/5858.
[708] Yûsuf: 12/24.
[709] Yûsuf: 12/24.
[710]Zamahşerî, Keşşaf, 11/311.
[711] Yûsuf: 12/32-33.
[712] Bkz. Buhârî, Kader, 9; Müslim, Kader, 20; Ebû Dâvûd, Nikâh, 43.
[713] Müslim, Birr, 14, 15;Tırmizî, Zühd, 52; Dârimî, Büyü, 2; Ahmed, IV/182, 194.
[714] Buhârî, Rikâk, 31; Müslim, İmân, 202; Tirmizî, Tefsir, Sûre, 6; Dârimî, Rikâk, 70; Ahmed, I/279.
[715] Bakara: 2/7.
[716] Muttaffifin: 83/14.
[717] Fazla bilgi için bkz. Elmalılı, Hak Dînî, 1/214-216; VII/5658-55.
[718] Libida: Freud'ın kişilik kuramına göre id'de bulunan ve tüm davranışları guduleyen cinsel enerji (Cüceloğlu, İnsan, s. 582).
[719] Fromm, İnsan, s. 39; Cüceloğlu, İnsan, s. 408.
[720] Baymur, Psikoloji, s. 254.
[721] Bilgi için bkz. Bolay, Süleyman Hayri, "Akıl", DİA, ist. 1989, H/238.
[722] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 146-153.
[723] Baymur, Psikoloji, s. 254.
[724] Arkonaç, Psikoloji, s. 386.
[725] Cüceloğlu, İnsan, s. 408.
[726] Ebu'l Beka, Külliyât, s. 67.
[727] Hac: 22/46.
[728] Örnek için Bkz. Bakara: 2/179-197-269; Sâd: 38/43.
[729] Condıllac, İnsan, s. 17.
[730] Condıllac, İnsan, s. 18, 34-110.
[731] Condıllac, İnsan, s. 111.
[732] Condıllac, İnsan, s 114.
[733] Condıllac, insan, s. 68.
[734] Condıllac, İnsan, s. 112.
[735] Bkz. Râğıb, Müfredat, s. 511; İbn Manzûr, Lisân, XI/458-59.
[736] Râğıb, Müfredat, a.y.
[737] Bolay, "Akıl", II/238.
[738] Bolay, "Akıl", 11/239.
[739] Bolay, "Akıl", 11/240-242.
[740] Bkz. Yavuz, Yusuf Şevki, "Akıl", DİA, İstanbul, 1989, II/242-245.
[741] Bkz. Condıllac, İnsan, s. 46, 111-113, 123.
[742] Condıllac, İnsan, s. 64-68.
[743] Bilgi için bkz. Condıllac, İnsan, s. 34-1 23.
[744] Bkz Yavuz, "Akıl", II/242-245; Er, Sosyal, s. 133.
[745] Bkz. Şems: 91/7-8.
[746] Bkz. Condıllac, insan s. 110; Yavuz, "Akıl", s. 243; Muhâsibî, Haris, Şerefü'l-Akl, Beyrut 1406/1986 s. 17; İbn Teymıye, Takiyyuddin, Mecmu'u Fetevâ, VII/24, 539; IX/271, 286-288'den; Er, Sosyal, s. 134.
[747] Bkz. Condıllac, insan, s. 123.
[748] Arkonaç, Psikoloji, s. 386.
[749] Cüceloğlu, İnsan, s. 408.
[750] Akseki, İslâm, s. S0.
[751] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 153-158.
[752] Cüceloğlu, İnsan, a.y., Arkonaç, Psikoloji, s. 386; Baymur, Psikoloji; s. 254.
[753] Cüceloğlu, İnsan, a.y.
[754] Baymur; Psikoloji, a.y.
[755] Cjceioğlü, İnsan, s. 405.
[756] Munn, Psikoloji, II/393-395; arrett, Psikoloji, s 225.
[757] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 158-160.
[758] Garrett, Psikoloji, s. 241; Baymur, Psikoloji, s. 256.
[759] Baymur, Psikoloji, a.y.
[760] Garrett, Psikoloji, a.y. ; Baymur, Psikoloji, a.y.
[761] Bkz. Cüceloğlu, İnsan, s. 417; Munn, İnsan, İt/420.
[762] Devetioğlu, Ferit, Osmanlı ca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, ys., 1986, s. 619-620.
[763] Bkz. Erzurumlu, Marifetnâme, s. 210-211.
[764] İsrâ: 17/84.
[765] Erzurumlu, Marifetnâme, s. 211-214.
[766] Munn, Psikoloji, 11/418.
[767] Adler, Yaşam, s. 48.
[768] Garrett, Psikoloji, s. 241; Baymur, Psikoloji, s. 256.
[769] Garrett, Psikoloji, a.y. ; Baymur, Psikoloji, a.y.
[770] Garrett, Psikoloji, a.y. Baymur, Psikoloji, a,y.
[771] Munn, Psikoloji, 11/41 S; Garrett, Psikoloji, s. 241; Cüceloğlu, İnsan, s. 417; Baymur, Psikoloji, s. 257
[772] Garett, Psikoloji, s. 242; Cüceloğlu, İnsan, a.y., Baymur, Psikoloji, a.y.
[773] Garett, Psikoloji, a.y. Cüceloğlu, İnsan, a.y., Baymur, Psikoloji, a.y,
[774] Cüceloğlu, İnsan, a.y., Garett, Psikoloji, a.y. Baymur, Psikoloji, a.y. Munn, İnsan, a.y.
[775] Garett, Psikoloji, a.y.
[776] Adler, Yaşam, s. 48-49.
[777] Bkz. Tın: 95/4.
[778] Adler, Yaşam, s. 49.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 160-163.
[779] Bkz. Baymur, Psikoloji, s. 252; Terzioğlu, Folklor, s. 41.
[780] Fromm, İnsan, s. 81;Tezcan, Kültür, s. 18; (Köknel, Özcan, Kişilik, İst. 1982, s. 22'den).
[781] Bkz. Fromm, İnsan, s. 83-84.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 163.
[782] Adler, İnsan, s. 41.
[783] Necm: 53/39.
[784] Buhârî, BecTu'l-Vahy, 1; Itk, 6; Menâkıbu'l-Ensâr, 45; Talak, 11; imân, 23; Hıyel, 1; Müslim, imâre, 155; Ebû Dâvûd, Talak, 11; Nesâî, Taharet, 59; Talak, 24; İmân, 19; İbn Mâce, Zühd, 26.
[785] Adler, İnsan, s. 42.
[786] Bkz. Ahzâb: 33/72.
[787] Adler, İnsan, s. 42-43.
[788] Bkz. Beled: 9/10; Şems: 91/8.
[789] Fazla bilgi için Bkz. Elmalılı, Hak Dînî, 1/214-15.
[790] İsra: 17/84.
[791] Adler, insan, s. 42.
[792] Adier, İnsan, s. 173.
[793] Adler, İnsan, a y.
[794] Adler, İnsan, s, 175.
[795] Bkz, Müslim, Kader, 21; Ahmed, II/343.
[796] Bkz, Buhârî, İmân, 39; Müslim, Murâkat, 107; İbn Mâce, Filen, 14, 35; Dârimî, Büyü; 1, Ahmed, IV/27.
[797] Bkz. Buhârî, İmân, 13; Ahmed, H/177.
[798] Bkz. Müslim, İmân, 284; Tirmizî, Edeb, 76; Tefsir, Sûre 53/6; Ahmed, 11/177, 403.
[799] Bkz. Tirmizî, Fiten, 26; Nesâî, Cihâd, 8.
[800] Ahmed, IV/194, III/28.
[801] Bkz. Buhârî, İmân, 15; Edeb, 18; Rıkâk, 51; Müslim, imân, 302; Ahmed, H/256; Müslim, İmân, 200.
[802] Bkz. Buhârî, Cenâiz, 33, İmân, 9; Müslim, Cenâiz, 17; Birr, 158; Nesâî, Cenâiz, 22.
[803] Muttaffifin: 83/14.
[804] Bakara: 2/7.
[805] Müslim, İmân, 231, Tirmizî, Sûre 83/1; Muvatta, Kelâm, 18; Ahmed, V/386; İbn Mâce, Zühd, 29.
[806] Elmalılı, Hak Dînî, 1/214-15,
[807] Adler, İnsan, s. 176.
[808] Adler, İnsan, s. 176.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 164-167.
[809] Fromm, İnsan, s. 84.
[810] Bkz. Fromm, İnsan, s. 84-87. Bkz. Spranger, Eduard, İnsan Tipleri, ftrc, Ahmed Akdoğan), iz Yayıncılık, ist., 20001, s. 210, 229-231.
[811] Fromm, İnsan, s. 87.
[812] Fromm, İnsan, s. 88.
[813] Tezcan, Kültür, s. 19 (Köknel, Kişilik, s. 23'den)
[814] Adler, İnsan, s, 173-174; Tezcan, Kültür, a.y.
[815] Adler, İnsan, s. 175; Tezcan, Kültür, a.y.
[816] Bkz. Morgan, Psikoloji, s. 44; Baymur, Psikoloji, s. 222, Cüceloğlu, İnsan, s. 136; Arkonaç, Psikoloji, s. 59.
[817] Adler, İnsan, s. 175; Tezcan, Kültür, s. 175; Tezcan, Kültür, s. 19.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 167-169.
[818] İbn Manzûr, Lisân, 11/366-67.
[819] Wehr, Mu'cem, s. 906.
[820] Baymur, Psikoloji, s. 252; Tezcan, Kültür, s. 18; Terzioğlu, Folklor, s. 38-40.
[821] Baymur, Psikoloji, s. 252-53.
[822] Baymur, Psikoloji, s. 253.
[823] Baymur, Psikoloji, ay; Fazla Bilgi için Bkz. Cüceloğlu, İnsan, s. 84-87.
[824] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 169-170.
[825] Baymur, Psikoloji, s. 264; Tezcan, Kültür, s. 20; Fazla bilgi için Bkz. Cüceloğlu, İnsan, s. 427-432; Terzioğlu, Folklor, s. 43-44.
[826] Baymur, Psikoloji, s. 264-65; Tezcan, Kültür, s. 20.
[827] Cüceloğlu, İnsan, s. 432; terzıoğlu, Folklor, s. 44-45.
[828] Bkz. Baltaş, Bedenin Dili, s. 159.
[829] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 171-172.
[830] Dilemre, Sai'm Ali, Genel Dilbilgisi, İstanbul, 1939, s LVII,
[831] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 173.
[832] Baltaş, Bedenin Dili, s. 30.
[833] Baltaş, Bedenin Dili, s. 30.
[834] Morgan, Psikoloji, s. 390; Baymur, Psikoloji, s. 272.
[835] Acar, Çocuk, s. 93.
[836] Tezcan, Kültür, s. 10.
[837] Tezcan, Kültür, s. 21-22.
[838] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 173-174.
[839] Baltaş, Bedenin Dili, s. 30, 38.
[840] Baymur, Psikoloji, s. 69; Cüceloğlu, İnsan, s. 229.
[841] Cüceloğlu, İnsan, 5. 230; Baymur, Psikoloji, s. 69.
[842] Vakî Ah b. Abdülvehhab, İlmu'l-Luğa, Mısır, 1957, s. 79-80.
[843] Vakî, İlm, s. 74-75.
[844] Cüceloğlu, İnsan, s. 270; Arkonaç, Psikoloji, s. 276; Baymur, Psikoloji, s. 70-71; Baltaş, Bedenin Dili, s. 25.
[845] Bkz. Rahman: 55/4.
[846] Bkz. Tâhâ: 20/49-50.
[847] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 174-176.
[848] Tezcan, Kültür s. 21 (Kneller, F. George, Kültür, Kişilik ve Eğitim, çev. M. Tezcan, isimli kitaptan: Ankara Üniv. Eğitim Fak. Dergisi, cilt: 10, say:: 1-4, Ankara, 1978, s. 4-5.
[849] Tezcan, Kültür, s. 21 (Kneller, Kültür, s. 42'den).
[850] Tezcan, Kültür, s. 23.
[851] Cüceloğlu, İnsan, s. 271-72; Baltaş, Bedenin Dili, s. 26; Türkkan, Reha Oğuz, "Beden Dili", Eğitim-Bılım Dergisi, 3. sayı, Mayıs 2000, s. 23.
[852] Baltaş. Bedenin Dili, s. 39.
[853] Vakî, İlm, s. 75-77.
[854] Cüceloğlu, İnsan, s. 272.
[855] Cüceloğlu, İnsan, s. 272.
[856] Schober, Otto, Beden Dili (tere. Sueda Özbent), 4. baskı, İstanbul, 1999, s. 27-28. Bkz. İbn Manzûr, Lisân, lX/6-7; İsrâ: 17/23; Enbiyâ: 21/67; Ahkâf: 45/17.
[857] Cüceloğlu, İnsan, s. 154.
[858] Cüceloğlu, İnsan, s. 155.
[859] Baltaş, Bedenin Dili, s. 22.
[860] Soykan, Felsefe, s. 86.
[861] Soykan, Felsefe, s. 86.
[862] Condon, John, C, Kelimelerin Büyülü Dünyası, çev. Murat Çftkaya, insan Yayınları, İstanbul, 1995, s. 56.
[863] Bkz. Baymur, Psikoloji, s. 220-23; Arkonaç, Psikoloji, s. 59; Morgan, Psikoloji, s. 44.
[864] Morgan, Psikoloji, s. 44.
[865] Morgan, Psikoloji, s. 42-43.
[866] Baltaş, Bedenin Dili, s. 30.
[867] Bkz. Türkkan, "Beden Dili", s. 23.
[868] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 176-180.
[869] Porzig, Dil, s. 66.
[870] Bkz. Secde: 32/7; Bakara: 2/31.
[871] Bkz. A'râf: 7/189; Nisa: 4/1; Zümer: 39/6.
[872] Bkz. Bakara: 2/31; Rahman: 55/4; Kitab-ı Mukaddes, İstanbul, 1972, Tekvîn, 11/19-20.
[873] Condillac, İnsan, s. 201, 1 nolu dipnot.
[874] Porzıg, Dil, s. 57.
[875] Porzıg, Dil, s. 52.
[876] Bkz. Porzıg, Dil, 57.
[877] Bkz. Rahman: 55/4; Tâhâ: 20/49-50.
[878] Baltaş, Acar, Bedenin Dili, s. 11.
[879] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 180-181.
[880] Schober, Beden Dili, s. 39; Krş. Türkçe Sözlük, 11/1027.
[881] Schober, Beden Dili, s. 63; Krş. Türkçe Lügat, I/744.
[882] Malcho, Beden Dili, s. 68; Kaplan, Kültür, 5. 125.
[883] Munn, Psikoloji, 1/121.
[884] Garrett, Psikoloji s.247
[885] Garett, Psikoloji, s. 250.
[886] Molcho, Beden Dili, s. 69-70.
[887] Kaplan, Kültür, 5. 125,
[888] Akarsu, Bedia, Wilhelm won Humboldt'da Dil-Kültür Bağlantısı, İstanbul, 1984, s. 79-80.
[889] Kaplan, Kültür, s. 225.
[890] Kaplan, Kültür, s. 225.
[891] Cüceloğlu, İnsan, s. 274; Akarsu, Dil-Kültür, s. 80; Kaplan, Kültür, s. 126.
[892] Bkz. Molcha, Beden Dili, s. 11-12.
[893] Cüceloğlu, İnsan, s. 335.
[894] Morgan, Psikoloji, s. 34.
[895] Munn, Psikoloji, 1/117.
[896] Onur, Gelişim, s. 46.
[897] Onur, Gelişim, s. 48.
[898] Cüceloğlu, Doğan, İçimizdeki Çocuk, 16. baskı, İstanbul, 1997, s. 155.
[899] Cüceloğlu, Çocuk, s. 156.
[900] Acar, Çocuk, s. 166.
[901] Acar, Çocuk, s. 87.
[902] Tezcan, Kültür, s. 98
[903] Baymur, Psikoloji, s. 272.
[904] Morgan, Psikoloji, 5. 390.
[905] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 182-185.
[906] Bkz. Schober, Beden Din, s. 38-9.
[907] Bkz. Nahl: 16/58; Zuhruf: 43/17.
[908] Bkz. Muhammed: 47/20.
[909] Bkz. Nisa: 4/142; Tevbe: 9/54.
[910] Bkz. Schober, Beden Dili, s. 63-64.
[911] Schober, Beden Dili, s. 66-67.
[912] Condillac, İnsan, s. 208.
[913] Kitab-i Mukaddes, Tarihler, 15/24.
[914] Kitab-ı Mukaddes, Tarihler, 13/8, 10; 21/16.
[915] Condillac, İnsan, s. 208.
[916] Kitab-ı Mukaddes, Tekvîn, 4/5-6.
[917] Kitab-ı Mukaddes, Tekvîn, 4/15.
[918] Bkz. Kitab-ı Mukaddes, Luka, 1/5-24, 57-67.
[919] Al-i İmrân: 3/41; Meryem: 19/10.
[920] Meryem: 19/11.
[921] Condillac, İnsan, s. 209.
[922] Condillac, insan, s. 210.
[923] Condillac, İnsan, s. 210.
[924] Kitab-ı Mukaddes, Mezmurlar, 149/3-4.
[925] Kitab-ı Mukaddes, Mezmurlar, 150/4-6; Dâvûd (as)'ın raks edişi ile ilgili olarak bkz. I. Tarihler, 13/8, 10; 15/16, 24; 16/5, 6; İkinci Samuel, 6/3-6, 16, 21.
[926] Condillac, insan, 3. 209.
[927] Bkz. Kara, Necati, "Bir Bildirişim Dizgesi Olarak Beden Dili -Kur'ân Örneği-", Kur'ân ve Dil-Dilbilim ve Hermenötik- Sempozyumu, Erzurum, 2001, s. 428.
[928] Bkz. Âl-i İmrân: 3/45-48; Meryem: 19/1730; Tafsilat için bkz. Kara, "Beden Dili", s. 435.
[929] Bkz. Müddessir: 74/18-25; Tafsilat için bkz. Kara, "Beden Dili", s. 436-437.
[930] Bkz. Muttaffifin: 83/24; Rûm: 30/48.
[931] Bkz. Zuhruf: 43/17.
[932] Bkz. Abese: 80/1-6.
[933] Bkz. Bakara: 2/19.
[934] Bkz. Bakara: 2/19.
[935] Bkz. Bakara: 2/273.
[936] Bilgi için bkz. Kara, "Beden Dili", s. 438-439.
[937] Râzî, Mefâtih, VI (c. 11) s. 214.
[938] Mâide: 5/30-31.
[939] Tabâtabâî, Mîzân, III (c. 5), s. 324-25.
[940] Taberî, Ebû Cafer Muhammed b. Cerîr, Câmi'u'l-Beyân an Te'vil li Âyi'l-Kur'ân, Beyrut, 1988/1408, lll(c. 6) s. 196-7; Kurtubî, Cimi', III (c. 6), 143.
[941] Câhız, Ebû Osman, Hayatu'l-Heyevân, thk. A. M. Harun, Beyrut, 1988/1408, 111/411.
[942] Bkz. Mâide: 5/78; Kasas: 28/34; Duhân: 44/58; Beled: 90/9; Kıyâme: 75/16; Tâhâ: 20/27; Şu'arâ: 26/13; Nahl: 16/116; Nur: 24/15; Âl-i İmrân: 3/78; Nisa: 4/46; Feth: 48/11; Mümtehine: 60/2.
[943] Bkz. İbrahim: 14/4; Nahl: 16/103; Meryem: 19/97; Duhân: 44/58.
[944] Bkz. İbrahim: 14/4; Şu'arâ: 26/195; Ahkâf: 46/12.
[945] Bkz. Meryem: 19/97; Ahkâf: 46/12.
[946] Bkz. Rûm: 30/22.
[947] Bkz. Kehf: 18/92.
[948] Bkz. İbrahim: 14/4.
[949] Bkz. Müzzemmil: 73/5; Zümer: 39/18-23-55; Fussilet: 41/33; Hakka: 69/41-42; Bakara: 2/252.
[950] Bkz. Âl-i İmrân: 3/41; Meryem: 19/25-26.
[951] Bkz. Bakara: 2/164; İsrâ: 17/12-101; Nahl: 16/11-13-65-67-69; Feth: 48/29.
[952] Bkz. Bakara: 2/158; Mâide: 5/2; Hac: 22/32, 36.
[953] Kara, "Sunuş Konuşması", Kur'ân ve Dil -Dilbilim ve Hermenötik- Sempozyumu, s. XIII.
[954] Schober, Beden Dili, s. 39.
[955] Bkz. Nûr: 24/24.
[956] Bkz. Yûsuf: 12/2; Yâsîn: 36/69; Hicr: 15/1.
[957] Râğıb, Müfredat, s. 70; İbn Manzûr, Lisân, XIII/67; Ebu'l-Bekâ, Külliyât, s. 230.
[958] Elmalılı, Hak Dînî, IV/2842.
[959] Bkz. Nahl: 16/44.
[960] Bkz. Nahl: 16/89.
[961] Bkz. Kehf: 18/1; En'âm: 6/38.
[962] Bkz. Neml: 27/18.
[963] Bkz. Mâide: 5/31.
[964] Bkz. Alak, 96/4; Kalem, 68/1.
[965] Bkz. Meryem: 19/41-51; Zümer: 39/41.
[966] Bkz. Câhız, Ebû Osman, el-Beyânve't-Tebyin, thk. A. M. Harun, 5. baskı, Kahire, 1985/1405, I/79-80; Câhız, Heyevân, I/48-50, 96-98.
[967] Bkz. Neml: 27/20-28.
[968] Bkz. Buhârî, Mağazi, 28.
[969] Bkz. A'râf: 7/62.
[970] Bkz.Mâide: 5/67; Nahl: 16/44.
[971] Bkz. Nahl: 16/64.
[972] Bkz. Şâfi'î, Muhammed b. İdris, er-Risâle, thk. M. S. Geylânî, 1. baskı, Kahire, 1969/1388, s. 21-23; Şâtibî, İbrahim b. Musa, el-Muvâfâkât İi Usûli'ş-Şerfa, thk. Abdullah Draz, Beyrut, K IV/11-20.
[973] Şâfi'î, Risale, s. 16; Şâtibî, Muvafakat, IV/6.
[974] Âmidî, Ebu'l-Hasan Ali b. Ali, el-İhkâm fî Usuli'l-Ahkâm, Beyrut, ts., 1/145; Şâtibî, Muvâfâkât, IV/5.
[975] Bkz. Razı, Fahruddin, el-Mahsul fî İlmi Usuli'l-Fikh, 1. baskı, Beyrut, 1988/1408, 1/501-518; Âmidî, İhkâm, 1/148-160; Şâtibî, Muvafakat, 111/229.
[976] Âmidî, İhkâm, II/25.
[977] Buhârî, Ezan, 18; Edeb, 27; Dârimî, Salât, 42; Ahmed, IV/53.
[978] Nesâî, Menâsik, 220; Müslim, Hac, 310; Ebû Dâvûd, Menâsik, 77.
[979] Buhârî, Vüdû, 28.
[980] Müslim, Hudûd, 12, 13; Ebû Dâvûd, Hudûd, 23; Tirmizî, Hudûd, 8,
[981] Buhârî, Savm, 53; Müslim, Müsafirin, 220; Sıyâm, 177.
[982] Muvatta, Sıyâm, 9.
[983] Muvatta, Sıyâm, 9.
[984] Bkz. Râzî, Mahsûl, 1/508-509; Âmidî, İhkâm, 11/25-26.
[985] Bkz. Baltaş, Bedenin Dili, s. 29.
[986] Bkz. Âmidî, İhkâm, H/27-28; Şâtibî, Muvafakat, II/236-237.
[987] Bkz. Şâtibî, Muvafakat, IH/231.
[988] Buhârî, Hac, 66; Müslim, Hac, 250; Nesâî, Menâsik, 148; Muvatta, Hac, 115.
[989] Bkz. Râzî, Mahsûl, 1/504-505; Âmidî, İhkâm, 1/152-161. Fazla bilgi için bkz. Kara, Necati, Kur'ân-Sünnet Bütünlüğü, 2. baskı, İstanbul, 1999, s. 216-220.
[990] Bkz, Ahzâb: 33/21.
[991] Bkz. A'râf: 7/158; En'âm: 6/155; Nûr: 24/63.
[992] Bkz. Râzî, Mahsûl, 1/511-518; Âmidî, ihkâm, 1/148-161.
[993] Bkz. Wensinck, A. J., el-Mu'cemu'l-Müfehres li Elfazi'l-Hadisi'n-Nebevi, tere. Fuad Abdülbaki, İstanbul, 1988, 111/209-211.
[994] Bkz. Buhârî, Cuma, 37; Sulh, 1, 14; Müslim, Cuma, 14; Hac, 8; Sıyârn, 52; Nesâî, Sehv, 69.
[995] Bkz. Müslim, Siyam, 16; Nesâî, Dehâya, 7; İbn Mâce, İkâme, 27.
[996] Bkz. Buhârî, İlim, 24; Talak, 24; Vüdû, 37; Nesâî, Kâsâme, 27; Müslim, Küsûf, 11; Kâsâme, 15; İbn Mâce, Diyat, 24; Muvatta, Küsûf, 4.
[997] Bkz. Müslim, Zühd, 42; Ebû Dâvûd, Salât, 115; Nesâî, Sehv, 30; Dârimî, Salât, 83.
[998] Bkz. Buhârî, Gusl, 4; Ezan, 91.
[999] Bkz. Müslim, Salât, 121; Nesâî, Sehv, 72.
[1000] Bkz. Buhârî, Tevhîd, 37; Müslim, Birr, 32.
[1001] Bkz. Müslim, Zühd, 33; Nesâî, Sehv, 35; İbn Mâce, ikâme, 27.
[1002] Bkz. Dârimî, Salât, 201.
[1003] Bkz. Buhârî, Sayd, 5.
[1004] Bkz. Buhârî, Sehv, 9; Ebû Dâvûd, Salât, 170; Tirmizî, Salât, 124.
[1005] Bkz. Buhârî, Talak, 24; Nesâî, Talak, 23.
[1006] Bkz. Buhârî, İlim, 24.
[1007] Bkz. Ebû Dâvûd, Salât, 166; Tirmizî, Salât, 154; Nesâî, Sehv, 6.
[1008] Bkz. Tirmizî, İsti'zan, 7.
[1009] Bkz. Nesâî, Talak, 23; Buhârî, Talak, 24.
[1010] Bkz. Buhârî, İlim, 24.
[1011] Bkz. Buhârî, Talak, 25.
[1012] Bkz. Râzî, Mahsûl, 1/473; Şevkânî, Muhammed b. Ali, İrşâdu'l-FuhÛl ila Tahkîki'l-Hak min İl-mİ'1-UsuI, Mısır, ts., s. 173; Kara, Bütünlük, s. 267-68.
[1013] Âmidî, İhkâm, 1/152; Geniş bilgi için bkz. Buhârî, Muhsar, 1, 3, 4; Sulh, 7; Meğazi, 43; Nesâî, Menâsik, 102; Dârimî, Menâsik, 57; Harun, Abdüsselâm, TehZîbu Sîrett İbn Hişâm, 3. baskı, Kahire, 1976/1396, s. 249-259; İbn Kesîr, Ebu'l-Fidâ, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 1. baskı, Beyrut, 1966, IV/176; Şiblî, Mevlana, Asr-l Sadet, tere. Ö. Rıza Doğrul, İstanbul, 1921/1345, 1/421-428, Başka örnekler için bkz. Kara, Bütünlük, 5. 216-220.
[1014] Râzî, Mahsûl, 1/473; Âmidî, İhkâm, 1/161-162; Şâtibî, Muvafakat, IH/230.
[1015] Râzî, Mahsûl, f/473-4; Bkz. Şâtibî, Muvafakat, 111/240-241; Şevkânî, İrşâd, s. 173; Aşkar, Muhammed Süleyman, Efalü'r-Resul ve Delaletüha Ala Ahmedi'ş-Şeria, 2. baskı, Beyrut, 1988, I/89.
[1016] Bkz. İbn Hazm, Ebû Muhammed Ali b. Ahmed ez-Zâhirî, el-İhkâm fî Usûli'i-Ahkâm, 1. baskı, Beyrut, 1985/1405, I/458-474; Razı, Mahsûl, 1/501-518; Âmidî, İhkâm, 1/148*161; Şevkânî, İrşâd, s. 35-42; Kara, Bütünlük, s, 202-209.
[1017] Bkz. Şâfi'î, Risale, s. 15-33; Gazâlî, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed,
el-Mustasfâ min Ilmi'l-Usûl, 1. baskı, Mısır, 1322/1324, I/364-367; Râzî, Mahsûl, I/472-5OO; Âmidî, İhkâm, I-I/24-47; Şâtibî, Muvafakat, III/229-256; Kara, Bütünlük, s. 266-270.
[1018] Bkz. Ahzâb: 33/21, 36; Nisa: 4/59, 65, 69; Enfal: 8/20.
[1019] Rahman: 55/4.
[1020] Câbirî, Muhammed Abid, Bünyetü'i-Akli'l-Arabî, 1. baskı, Rabat, 1986, s. 9.
[1021] Şâfi'î, Risale, s. 15.
[1022] Bilgi için bkz. Şâfi'î, Risale, s. 15-24.
[1023] Bkz. Râzî, Mefâtih, IV (c. 8) 45.
[1024] Bkz. Âl-i İmrân: 3/42; Meryem: 19/10.
[1025] Râzî, Mahsûl, I/473; Ebû Hayyân, Bahr, II/452-53; Kurtubî, Cami', II (c, 4) 81.
[1026] Bkz. İbn Hazm, İhkâm, i/80; Âmidî, İhkâm, I/145; II/25; Fazla bilgi için bkz, Haydar, Ali, Düreru'l-Hükkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, 3. baskı, İstanbul, 1930, s. 144; Berki, Ali Himmet, Açıklamalı Mecelle, İstanbul, 1990, s. 25 (madde: 67); Kara, "Beden Dili", s. 429.
[1027] Bkz. Taberî, Cami', III (c. 3) 259-261; IX (c. 16) 75; Zamahşerî, Keşşaf, I/429; Beydâvî, Nasi-ruddin, Envâru't-Tenzîl ve Esrâru't-Te'vil, 2. baskı, Mısır, 1968/1388, 1/159; Rıza, Reşit, el-Menâr, ys., 1931, IH/299; Tabâtabâî, Mîzân, 111/179.
[1028] Câhız, Beyân, 1/76.
[1029] Câbirî, Bünye, s. 16, 20.
[1030] Câhız, Beyân, I/7-76; Câhız, Heyevân, I/48-50, 96/98.
[1031] Câhız, Beyân, I/75.
[1032] Câhız, Beyân, f/76-77.
[1033] Câhız, Beyân, I/78; Câhız, Heyevân, J/50.
[1034] Câhız, Beyân, I/77.
[1035] Câhız, Beyân, 1/81-82. Bu konuda geniş bilgi için bkz. Kara, "Beden Dili", s. 419-538.
[1036] Câhız, Heyevân, I/32; IV/7-8; V/419, 538.
[1037] Câhız, Beyân, 1/78-79.
[1038] Câhız, Heyevân, 1/78-79.
[1039] Câbirî, Bünye, s. 9-10.
[1040] Bkz. Pease, Beden Dili, s. 10; Baltaş, Bedenin Dili, s. 46.
[1041] Bkz. Hevves, G. W., Language Origin Theories, ABD, 1977, s. 20.
[1042] Bkz. Câhız, Beyân, I/7-8, 11-12, 75-79.
[1043] Bkz. Câhız, Beyân, I/77-79, 81-82; Câhız, Heyevân.. 1/34-35,
[1044] Bkz. Câhız, Beyân, 1/77-78.
[1045] Bkz. Câhız, Beyân, 1/32; IV/32; IV/7-8; V/419, 518.
[1046] Hewes, Language, s. 21-22.
[1047] Hewes, Language, s. 48.
[1048] Baltaş, Bedenin Dili, s. 46.
[1049] Bilgi için bkz. Beden Dili, s. 431-32.
[1050] Bkz. Schober, Beden Dili, s. 27,
[1051] Schober, Beden Dili, s. 27,
[1052] Schober, Beden Dili, s. 28
[1053] Schober, Beden Dili, s. 87-88; Baltaş, Beden Dili, s. 46; Cooper, Sözsüz, s. 27.
[1054] Baltaş, Beden Dili, s. 46; Schober, Beden Dili, s. 37, 163.
[1055] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 185-203.
[1056] Baltaş, Bedenin Dili, s. 48.
[1057] Batîaş, Bedenin Dili, s. 48.
[1058] Bkz. Schober, Bedenin Dili, s. 34-37; Balîaş, Bedenin Dili, s. 48-49.
[1059] Bkz. Baltaş, Bedenin Dili, s. 48.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 204.
[1060] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 204-205.
[1061] Bkz. Schober, Beden Dili, s. 15-18.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 205.
[1062] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 205.
[1063] Schober, Beden Dili, s, 21.
[1064] Schober, Beden Dili, s. 163.
[1065] Bkz. Schober, Beden Dili, s. 167-168.
[1066] Bkz. Baltaş, Bedenin Dili, 5. 47.
[1067] Bkz. Baltaş, Bedenin Dili, s. 46-7; Schober, Beden Dili, s. 36, 42, 45-57.
[1068] Bkz. Baltaş, Bedenîn Dili, s. 47.
[1069] Bkz. Schober, Beden Dili, s. 35, 36-37, 39-40, 46.
[1070] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 205-207.
[1071] Bkz. Malcho, Beden Dili, s. 11-24; Baltag, Bedenin Dili, s. 11-15; Cücelioğlu, İnsan, s. 272-273; Pease, Beden Dili, 13-22; Cooper, Sözsüz, s. 97-132; Mounin, Georgon, La Ünquistu-que Etidions Seqhers, Paris, 1987, s. 36; Morgan, Psikoloji, s. 177-178.
[1072] Cooper, Sözsüz, s. 27.
[1073] Kaplan, Kültür, s. 125.
[1074] Kaplan, Kültür, s. 125.
[1075] Bkz. Câhız, Beyân, 1/81.
[1076] Câhız, Beyân, 1/76-81.
[1077] Türkkan, "Beden Dili", s. 23; Molcho, Beden Dili, s. 264; Aksan, Doğan, Her Yönüyle Dil, Ankara, 1998, 1/44.
[1078] Pease, Beden Dili, s. 17.
[1079] Bkz, Baltaş, Beden Dili, s. 23.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 208-211.
[1080] Bkz. Schober, Beden Dili, s. 34.
[1081] Bkz. Baltaş, Beden Dili, s. 23.
[1082] Baltaş, Beden Dili, s. 24.
[1083] Cüceloğlu, İnsan, s. 209.
[1084] Molcho, Beden Dili, s. 11-12; Baltaş, Bedenin Dili, s. 12.
[1085] Baltaş, Bedenin Dili, s. 11.
[1086] Molcho, Beden Dili, s. 12; Baltaş, Bedenin Dili, s. 13.
[1087] Molcho, Beden Dili, s. 12; Baltaş, Bedenin Dili, s. 13.
[1088] Molcho, Beden Dili, s. 12-13.
[1089] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 211-213.
[1090] Molcho, Beden Dili, s. 14.
[1091] Kayaalp, İsa, İletişim ve Dil, Ankara, 1998, s. 115.
[1092] Baltaş, Bedenin Dili, s. 22.
[1093] Cüceloğlu, İnsan, s. 272.
[1094] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 213-214.
[1095] Pease, Beden Dili, s. 10.
[1096] Baltaş, Bedenin Dili, s. 31.
[1097] Pease, Beden Dili, s. 10.
[1098] Cooper, Sözsüz, s. 21.
[1099] Pease, Beden Dili, s. 10; Baltaş, Bedenin Dili, s. 31.
[1100] Cüceloğlu, İnsan, s. 275.
[1101] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 214-215.
[1102] Porzıg, Dil, I/77.
[1103] Porzıg, Dil, I/77.
[1104] Porzıg, Dil, 1/78 (J. Locke, Essay Concerning Human Understanding, Ken, 1890'dan naklen).
[1105] Cooper, Sözsüz, s. 65; Molcho, Beden Dili, s. 21.
[1106] Pease, Beden Dili, s. 19.
[1107] Pease, Beden Dili, s. 17.
[1108] Molcho, Beden Dili, s. 20.
[1109] Cüceloğlu, İnsan, s. 52.
[1110] Molcho, Beden Dili, s. 21.
[1111] Molcho, Beden Dili, s. 21.
[1112] Molcho, Beden Dili, s. 27.
[1113] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 215-217.
[1114] Molcho, Beden Dili, s. 74.
[1115] Baltaş, Bedenin Dili, s. 37.
[1116] Bkz. Schober, Beden Dili, s. 39, 53.
[1117] Schober, Beden Dili, s. 63.
[1118] Türkçe Sözlük, I/744.
[1119] Schober, Beden Dili, 3. 64-65.
[1120] Schober, Beden Dili, s. 66.
[1121] Mounin, Linguistique, s. 36.
[1122] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 217-218.
[1123] Bkz. Baltaş, Bedenin Dili, s. 38.
[1124] Vaki, İlm, s. 74-75. (Dumas, Traite de Psychologic, 1. baskı, s. 606-733'den naklen).
[1125] Baltaş, Bedenin Dili, s. 26; Cüceloğlu, İnsan, s, 270.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 219.
[1126] Baltaş, Bedenin Dili, s. 39.
[1127] Bkz. Âl-i İmrân: 3/41; Meryem: 19/10, 26.
[1128] Baltaş, Bedenin Dili, s. 26; Cooper, Sözsüz, s. 141.
[1129] Baltaş, Bedenin Düi, s. 26.
[1130] Baltaş, Bedenin Dili, s. 30.
[1131] Cooper, Sözsüz, s. 140-141.
[1132] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 219-220.
[1133] Baltaş, Bedenin Dili, s. 41; Fazla bilgi için bkz. Cooper, Sözsüz, s. 125, 143.
[1134] Bakara: 2/19.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 220.
[1135] Baltaş, Bedenin Dili, s. 41; Örnek için bkz. Bakara: 2/273.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 220-221.
[1136] Baltaş, Bedenin Dili, s. 41-42.
[1137] Baltaş, Bedenin Dili, s. 44.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 221.
[1138] Cüceloğlu, İnsan, s. 104.
[1139] Bkz. Schober, Beden Dili, s. 69.
[1140] Baltaş, Bedenin Dili, s. 118.
[1141] Molcho, Beden Dili, s. 208-209.
[1142] Baltaş, Bedenin Dili, a.y.
[1143] Baltaş, Bedenin Dili, a.y.
[1144] Baltaş, Bedenin Dili, s. 118.
[1145] Molcho, Beden Dili. s. 213.
[1146] Molcho, Bedenin Dili, s. 215.
[1147] Baltaş, Bedenin Dili, a.y.
[1148] Molcho, Beden Dili, s. 209.
[1149] Molcho, Beden Dili, s. 219.
[1150] Baltaş, Beden Dili, s, 119.
[1151] Molcho, Beden Dili s. 210.
[1152] Baltaş, Bedenin Dili, a.y.
[1153] Molcho, Bedenin Dili, s. 213-214.
[1154] Baltaş, Beden Dili, s. 119.
[1155] Cooper, Sözsüz, s. 117-118; Molcho, Beden Dili, s. 91-98.
[1156] Cooper, Sözsüz, s. 117.
[1157] Baltaş, Bedenin Dili, s. 120.
[1158] Bkz. İsrâ: 17/46.
[1159] Baltaş, Bedenin Dili, s. 126.
[1160] Fazla bilgi için bkz. Molcho, Bedenin Dili, s. 91-98; Cooper, Sözsüz, s. 117-119; Pease, Beden Dili, s. 39-151.
[1161] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 221-225.
[1162] Molcho, Beden Dili, s. 216; Scrober, Beden Dili, s. 89.
[1163] Molcho, Beden Dili, s. 217/18.
[1164] Türkkan, Beden Dili, s. 23.
[1165] Baltaş, Bedenin Dili, s. 117-118.
[1166] Molcho, Beden Dili s. 218; Scrober, Beden Dili, s. 90.
[1167] Molcho, Bedenin Dili, s, 221; Pease, Beden Dili, s. 29; 5crober, Beden Dili, s. 90-91
[1168] Molcho, Beden Dili s. 224; Pease, Beden Dili, s. 31; Cooper, Sözsüz, s. 35.
[1169] Pease, Beden Dili, 3. 27.
[1170] Molcho, Beden Dili s a.y.
[1171] Molcho, Bedenin Dili, s. 228.
[1172] Bkz. Nûr: 24/27-28; Ahzâb: 33/53.
[1173] Molcho, Beden Dili s. 236.
[1174] Molcho, Beden Dili,, ay; Pease, Bedenin Dili, 3. 37.
[1175] Pease, Bedenin Dili, s. 34-35.
[1176] Cooper, Sözsüz, 28; Pease, Beden Dili, 25; Baltaş, Bedenin Dili, 113.
[1177] Bakara: 2/186.
[1178] Meryem: 19/52.
[1179] Kasas: 28/46,
[1180] A'râf: 7/22.
[1181] Tevbe: 9/3.
[1182] Hucurât: 49/10.
[1183] Bakara: 2/187.
[1184] Bkz. Nisa: 4/23.
[1185] Nûr: 24/58, 61.
[1186] Tâhâ: 20/44.
[1187] Nahl: 16/125.
[1188] Furkân: 25/63.
[1189] Baltaş, Bedenin Dili, s. 113; Cüceloğlu, insan, 273.
[1190] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 225-231.
[1191] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 231.
[1192] Pease, Beden Dili, s. 26.
[1193] Cooper, Sözsüz, s. 28; Pease, Beden Dilİ, s. 26; Baltaş, Bedenin Dili, s. 114; Cüceloğlu, İnsan 274; Schober, Beden Dili, s. 88.
[1194] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 231.
[1195] Cooper, Sözsüz, s, 30; Pease, Beden Dili, 27; Baltaş, Bedenin Dili, s. 116.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 232.
[1196] Cooper, Sözsüz, s. 31; Pease, Beden DİN, 27; Baltaş, Bedenin Dili, 116. Cüceloğiu, insan a.y.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 232.
[1197] Cooper, Sözsüz, ay; Pease, Beden Difİ, a.y. ; Baltaş, Bedenin Dili, a.y. Cüceloğlu, İnsan a y. Schober, Beden Dili, s. 88.
[1198] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 232.
[1199] Baltaş, Bedenin Dili, s. 159; Fazla bilgi için bkz. Schober, Beden Dili, s.
39.
[1200] Pease, Beden Dili, s. 17.
[1201] Âl-i İmrân: 3/118-119.
[1202] Pease, Beden Dili, s. 18.
[1203] Molcho, Beden Dili, s. 13-17.
[1204] Cooper, Sözsüz, s. 120; Baltaş, Bedenin Dili, s. 64-65.
[1205] Molcho, Beden Dili s. 27.
[1206] Molcho, Beden Diti, s. 33.
[1207] Bkz. Nisa: 4/28.
[1208] Bkz. Me'âric: 70/19-23.
[1209] Muhammed: 47/30.
[1210] Wehr, Mu'cem, s. 604.
[1211] İbn. Manzûr, Lisân, IX/236.
[1212] Askerî, Ebu Hilal, el-Furûku'l-Lugaviyye, thk. Hüsamuddin el-Kudsî, Daru'l-Kütübi'l-ilmiyye, Beyrut, ts., s. 62-63; Râğıb, Müfredat, s. 495; İbn. Manzûr, Lisân, IX/237.
[1213] bn. Manzûr, Lisân, ay; Râğıb, Müfredat, s. 596.
[1214] Askerî, Furuk, a.y.
[1215] İbn Manzûr, Lisân, lX/236.
[1216] İbn Manzûr, Lisân, lX/236.
[1217] Muhammed: 47/30.
[1218] Taberî, Cami', XIV (c.28)83-84.
[1219] İbn Kesîr, Tefsîr, IV/357-58.
[1220] Saf: 61/2-3.
[1221] Kurtubî, Cami'.
[1222] Bkz. Bakara: 2/177; Meryem: 19/54.
[1223] Bkz. Bakara: 2/44.
[1224] Bkz. Hûd: 11/88.
[1225] Bkz. Saf: 61/2-3.
[1226] Nisa: 4/77.
[1227] Muhammed: 47/20.
[1228] İbn Manzûr, Lisan, X/358-59
[1229] Muhammed: 47/29.
[1230] İbn Manzûr, Lisân, XII/255.
[1231] Bkz. Muhammed: 47/30.
[1232] İbn Kesîr, Tefsîr, IV/180.
[1233] Ğâfir: 40/19.
[1234] Kurtubî, Cami', VIII (c. 16) 253.
[1235] Bkz. Kurtubî, Cami', IV (c. 8) 218; İbn Kesîr, Tefsîr, II/378-80.
[1236] Bkz. Tevbe: 9/84.
[1237] Bkz. Bakara,: 2/155.
[1238] Schober, Beden Dili, s. 37.
[1239] Pease, Beden Dili, s. 23-24; Balta;, Bedenin Dili, s. 143-45.
[1240] Pease, Beden Dili, s. 24.
[1241] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 232-240.
[1242] Pease, Beden Dili, s. 22.
[1243] Molcho, Beden Dili, 5. 33.
[1244] Molcho, Beden Dili, s. 47.
[1245] Pease, Beden Dili, s. 23; Fazla bilgi için bkz. Molcho, Beden Dili 14-47; Schober, Beden Dili, s. 39.
[1246] Fazla bilgi için bkz. Schober, Beden Dili, s. 28-29.
[1247] Bkz. Bakara: 2/187; Nisa: 4/23; Nûr: 24/27-31; Tâhâ: 20/44; Nahl: 16/25; Furkân: 25/63; Meryem: 19/52; Kasas: 28/46; A'râf: 7/22; Tevbe: 9/3; Hucurât: 49/10.
[1248] Molcho, Beden Dili, s. 27.
[1249] Bkz. Fussilet: 41/53.
[1250] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 240-241.
[1251] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 242.
[1252] Molcho, Beden Dili, a.y. ; Schober, Beden Dili, s. 38-39.
[1253] Pease, Beden Dili, s. 22.
[1254] Molcho, Beden Dili s. 135-136.
[1255] Bkz. A'râf, 7/46, 48.
[1256] Bkz. Âl-i İmrân: 3/106-107; Kiyâme: 75/22- 24; Abese: 80/38-40; Ğâşiye: 88/2- 8.
[1257] Bkz. Bakara: 2/273.
[1258] Bkz. Yûnus: 10/26-27.
[1259] Bkz. Hac: 22/72.
[1260] Bkz. Zümer: 39/40.
[1261] Bkz. Fetih: 48/29.
[1262] Bkz. Rahman: 55/41.
[1263] Bkz. Bkz. Mülk: 67/27.
[1264] Bkz. Muttaffifîn: 83/24.
[1265] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 242-243.
[1266] Schober, Beden Dili, s. 28.
[1267] Bkz. Cooper, Sözsüz, s. 210.
[1268] Cooper, Sözsüz, s. 217; Schober, Beden Dili, z. 29.
[1269] Cooper, Sözsüz, s. 221
[1270] Kutub, Fi Zilâl, VI/3298.
[1271] Muhammed: 47/30.
[1272] İbnManzûr, Lisân XIII/379-382.
[1273] Kurtubî, Cami', VIII (c. 16) 252-53; Elmalılı, Hak Dînî, VI/4396.
[1274] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 243-244.
[1275] Izutsu, Toshihiko, Kur'ân'da Ailah ve İnsan, tere. S. Ateş, Ankara, 1975, s. 126.
[1276] Izutsu, Allah, s. 127.
[1277] Fussilet: 41/53.
[1278] Zâriyât: 51/20-21; ayrıca bkz. Neml: 27/93.
[1279] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 244-246.
[1280] Baltaş, Beden Dili, 5. 19.
[1281] Porzig, Dil, I/120.
[1282] Türkçe Sözlük, I/744.
[1283] Porzig, Dil, I/120.
[1284] Aksan, Dil, 1/44
[1285] Baltaş, Beden Dili. s. 12
[1286] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 246-247.
[1287] Başkan, Özcan, Bildirişim, İnsan Dili ve Ötesi, 1. baskı, İstanbul, 1988, s. 17.
[1288] Başkan, Bildirişim, s. 17.
[1289] Morgan, Psikoloji, s. 167; Akalın, Mehmet, Modern Linguistiğe Giriş, izmir, 1983, s. 9; Başkan, Bildirişim, s. 17.
[1290] Sami, Şemsettin, Resimli Kamusi Fransevi, 4. baskı, Mihran Matbaası, İstanbul, 1905/1352, s. 2002.
[1291] Morgan, Psikoloji, s. 167.
[1292] Türkçe Sözlük, s. 1278; Baymur, Psikoloji, s. 193.
[1293] Haglund, Karin, "Sembollerle Haberleşme", İnsan ve Kainat, sayı: 60, Ağustos 1 990, s. 64.
[1294] Haglund, "Sembol", s. 66-67.
[1295] Morgan, Psikoloji, s. 167.
[1296] Schober, Beden Dili, s. 15.
[1297] Akalın, Linguistik, s. 16.
[1298] Condon, Kelimeler, s. 21.
[1299] Condon, Kelimeler, s. 23.
[1300] Başkan, Bildirişim, s. 17.
[1301] Başkan, Bildirişim, s. 14.
[1302] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 248-251.
[1303] Başkan, Bildirişim, s. 39.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 251.
[1304] Molcho, Beden Dili,s. 27.
[1305] Cüceloğiu, İnsan, s. 103.
[1306] Cüceloğiu, İnsan, s. 103.
[1307] Bkz. Secde: 32/9; Mülk: 67/23.
[1308] Bkz. Nahl: 16/78.
[1309] Baltaş, Bedenin Dili, s. 11-12.
[1310] Molcho, Beden Dili, s. 17.
[1311] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 251-252.
[1312] Cüceioğlu, İnsan, s. 54.
[1313] Cüceloğiu, İnsan, s. 64.
[1314] Carrel, Alexis, İnsan Denen Meçhul, tere. Refik Özdek, 2. baskı, M. Sait Matbaası, İstanbul, 1973, s. 119,
[1315] Fussilet: 41/53.
[1316] Bkz. Zâriyât: 51/47.
[1317] Bkz. Enbiyâ: 21/30.
[1318] Bkz. Yâsîn: 36/38.
[1319] Kutub, Fi Zilâl, V/3130-31.
[1320] Cüceloğlu, İnsan, s. 54.
[1321] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 253-254.
[1322] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 254.
[1323] Munn, İnsan I/65; Cüceloğlu, İnsan, s. 65; Baymur, Psikoloji, s. 29-30; Arkonaç, Psikoloji, s. 37.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 254.
[1324] Munn, İnsan, I/65.
[1325] Cüceloğlu, İnsan, s. 66-7; Arkonaç, Psikoloji, s. 49.
[1326] Cüceloğlu, İnsan, s. 67.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 254-255.
[1327] Cüceloğlu, İnsan, 67; Baymur, Psikoloji, s. 35-6.
[1328] Cüceloğlu, İnsan, s. 26.
[1329] Carrel, İnsan, 122; Arkonaç, Psikoloji, s. 44-5; Cüceloğlu, İnsan, s.81-24.
[1330] Carrel, İnsan, s. 127; Cüceloğlu, İnsan, s. 83
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 255-256.
[1331] Cüceloğlu, İnsan, s. 65.
[1332] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 256.
[1333] Cüceloğlu, İnsan, s. 54.
[1334] Cüceloğlu, İnsan, s. 63. Fazla bilgi için bkz. Arkonaç, Psikoloji, s. 28-36.
[1335] Başkan, Bildirişim, s. 41.
[1336] Cüceloğlu, İnsan, s. 65; Arkonaç., Psikoloji, s. 34-5.
[1337] Carlle, İnsan, s. 127.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 256-258.
[1338] Arkonaç, Psikoloji, s.59-60; Başkan, Bildirişim, s.41; Cüceloğlu, İnsan, s. 88-9,
[1339] Arkonaç Psikoloji, s.59-60; Başkan, Bildirişim, s. 41; Cüceloğlu, İnsan, s.88-9.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 258-259.
[1340] Başkan, Bildirişim, s.41; Cüceloğlu, İnsan, s. 84-6; Baymur, Psikoloji, s. 36.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 259.
[1341] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 259.
[1342] Bkz. Meryem: 19/11; Mâide: 5/111; Nisa: 4/163.
[1343] Bkz. Nahl: 16/68.
[1344] Bkz. Fussilet: 41/12; Zelzele: 99/5
[1345] Izutsu, Allah, 5. 126.
[1346] Izutsu, Allah, a.y.
[1347] Izutsu, Allah, s. 127.
[1348] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 259-260.
[1349] Bkz. Başkan, Bildirişim, s. 39.
[1350] Bkz. Neml: 27/18-19-22-29.
[1351] Bkz. Neml: 27-16.
[1352] Bk2. Başkan, Bildirişim, s. 40.
[1353] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 260-261.
[1354] Bkz. Tâhâ: 20/53; Yâsîn: 36/36.
[1355] Bkz. Başkan, Bildirişim, s. 39.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 261.
[1356] Aksan, Dil, 1/43.
[1357] Baltaş, Bedenin Dili, s. 13.
[1358] Balta;, Bedenin Dili, a.y.
[1359] Göka, Erol ve arkadaşları, Önce Söz Vardı, 1. Baskı, Ankara, 1996, s. 75.
[1360] Göka ve ark.. Söz, s. 24.
[1361] Göka ve ark., Söz, s. 78
[1362] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 261-262.
[1363] Kayaalp, İletişim, s. 107.
[1364] Pease, Beden Dili, s. 11.
[1365] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 263.
[1366] Kayaalp, İletişim, s. 99.
[1367] Cooper, Sözsüz, s. 14; Baltaş, Bedenin Dili, s. 20.
[1368] Bal taş, Bedenin Dili, 5. 21.
[1369] Lokman: 31/6-7.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 263-264.
[1370] Baltaş, Bedenin Dili, s. 7, 130.
[1371] pease, Beden Dili, s. 10
[1372] Baltaş, Bedenin Dili, s. 20.
[1373] Batlaş Bedenin Dili, s. 8.
[1374] Cooper, Sözsüz, s. 244-45.
[1375] Saf: 61/2-3.
[1376] Cooper, Sözsüz, s. 244.
[1377] İsra: 17/84.
[1378] İbn Manzûr, Lisân, XI/356-357.
[1379] Elmalılı, Hak Dînî, V/3196.
[1380] Bkz. Ahzâb. 33/21.
[1381] Hûd: 11/112; Şûra: 42/15.
[1382] Bkz. Beled: 90/11; Şems: 91/8.
[1383] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 264-267.
[1384] Bkz. En'âm: 6/165.
[1385] Bkz. İsrâ: 17/84.
[1386] Cooper, Sözsüz, s. 14; Baltaş, Bedenin Dili, 3. 20.
[1387] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 267.
[1388] Cooper, Sözsüz, s. 16; Baltaş, Bedenin Dili, 21; Kayaalp, İletişim, s. 115.
[1389] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 268.
[1390] Bkz. Âl-i İmrân: 3/38-41; Meryem: 19/8-11; Kars. Kitab-ı Mukaddes, Luka, 1/20,22-23,62-64.
[1391] Bkz. Âl-i İmrân: 3/45-48; Meryem: 19/17-30.
[1392] Bkz. Müddessir: 74/18-25.
[1393] Bkz. Rûm: 30/48; Muttaffıfîn: 83/24.
[1394] Bkz. Zuhruf: 43/17,
[1395] Bkz. Abese: 80/1-6.
[1396] Bkz. Ahzâb: 13/19; Muhammed: 47/20.
[1397] Bkz. Bakara: 2/19
[1398] Bkz. Bakara: 2/273.
[1399] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 269-270.
[1400] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 270.
[1401] İbn Manzûr, Lisân, XIII/67; Ebu'l-Bekâ, Külliyât, s. 230.
[1402] Rahman: 55/4.
[1403] Câbirî, Bünye, s. 16, 20.
[1404] Bkz. Câhız, Beyân, 1/76-78.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 270-271.
[1405] İbn Manzûr, Lisân, XII/419-420.
[1406] Şâfi't, Risale, s. 24.
[1407] Nahl: 16/16.
[1408] Şâfi'î, Risale, s. 17.
[1409] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 271-272.
[1410] İbn Manzûr, Lisan, IV/5-6.
[1411] İbn Manzûr, Lisan, Xll/419-420.
[1412] Fetih: 48/29.
[1413] Tâhâ: 20/96
[1414] Tâhâ: 20/84.
[1415] Mâide: 5/46
[1416] Rûm: 30/50.
[1417] Kehf: 18/6; Hadîd: 57/27.
[1418] Yâsîn: 36/12
[1419] Ğâfir: 40/21
[1420] Esed, Mesaj, 111/1052, 45. nolu dipnot.
[1421] Bakara: 2/144, 150.
[1422] Bakara: 2/112.
[1423] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 272.
[1424] Râğıb, Müfredat, s. 428-29; İbn Manzûr, Lisân, XII/350-51.
[1425] Meryem: 19/26.
[1426] Râğıb, Müfredat, 429; İbn Manzûr, Lisân, XII/35O.
[1427] Bakara, 2/183, 187, 196; Nisa, 4/92; Mâıde, 5/89, 95; Mücadele, 58/4; Ahzâb, 33/35.
[1428] Buhârî, Savm, 3; Müslim, Siyam, 12; Ebû Dâvûd, Savm, 29; Nesâî, Savm, 43.
[1429] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 273.
[1430] Râğıb, Müfredat, s. 296; İbn Manzûr, Lisân, V/356.
[1431] Âl-i İmrân: 3/41.
[1432] Kurtubi, Cami, II, (c.4)80.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 273-274.
[1433] İbn Manzur, Lisan, IV/436-37
[1434] Meryem: 19/29.
[1435] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 274.
[1436] Meryem: 19/11.
[1437] Ragıb, Müfredat, s. 809.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 274.
[1438] İbn Manzur, Lisan, IV/409-415.
[1439] İbn Manzur, Lisan, IV/413.
[1440] İbn Manzur, Lisan, a.y.
[1441] Razi, Mefatih, VI (c. 11)130
[1442] Mide: 5/2
[1443] Razi, Mefatih, a.y.
[1444] Hac: 22/36.
[1445] Razi, Mefatih, VI (c.11) 130.
[1446] Mâide: 5/2.
[1447] Râzî, Mefâtih, a.y.
[1448] Bakara: 2/158.
[1449] Detayı için bkz. Müslim, Hac: 259-264; İbn Kesîr, Tefsîr, 1/198-199.
[1450] Hayatınızın sonuna kadar (Beydâvî, Envâr, 11/91).
[1451] Hac: 22/32-33-36 (Esed, Mesaj, II/676-7).
[1452] Bkz. Râzî, Mefâtih, XII (c. 23) 33; Beydâvî, Envâr, 91; Kurtubî, Cami', VI (c. 12), 56; Ebû Hayyân, Bahr, VI/366.
[1453] Zamahşerî, Keşşaf, 111/13.
[1454] Bkz, Bakara: 2/154-156,
[1455] Râzî, Mefâtih, II (c. 4) 175.
[1456] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 274-278.
[1457] İbn Manzûr, Lisân, XIV/61.
[1458] İbn Manzûr, Lisân, XIV/61-62; Râğıb, Müfredat, s. 40,
[1459] İsrâ: 17/12.
[1460] Âl-i İmrân: 3/41.
[1461] Bkz. Yûnus: 10/92; Yûsuf: 12/105; Nahl: 16/11-13-67-69; Şu'arâ: 26/7-8; Yûnus:10/5-6.
[1462] Âl-i İmrân: 3/97.
[1463] Bakara: 2/158.
[1464] Hac: 22/36.
[1465] İbn Manzûr, Lisân, XIV/61.
[1466] İbn Manzûr, Lisân, XIV/62.
[1467] İbn Manzûr, Lisân, XIV/61.
[1468] Bkz. Yûsuf: 12/7; Şu'arâ: 26/65-67; Neml: 27/50-51; İbrahim: 14/5.
[1469] Şu'arâ: 26/158; Furkân: 25/37; Ankebut: 29/15; Hicr: 15/75, 77.
[1470] İbn Manzûr, Lisân, IV/531.
[1471] Râğıb, Müfredat, s. 41.
[1472] Bakara. 2/145; Araf: 7/133-134.
[1473] Âl-i İmrân: 3/49; Mâide: 5/114.
[1474] Bakara: 2/48; Yûnus: 10/92; Sebe: 34/15; Neml: 27/50-51.
[1475] En'âm: 6/65-97-126.
[1476] En'âm: 6/98.
[1477] Râğıb, Müfredat, s. 40, Razı, Mefâtih, XII (c. 24) 157; Kurtubî, Cami', VII (c. 13) 123.
[1478] Esed, Mesaj, II/752 (56 nolu dipnot)
[1479] Şu'arâ: 26/128.
[1480] İbn Manzûr, Lisân, XIV/61
[1481] Râğıb, Müfredat, s. 40; Ebu'l-Bekâ, Külliyât, s. 219,
[1482] Bkz. Bakara: 2/61-98-106, 118; Âl-İ İmrân: 3/4-7-19.
[1483] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 278-281.
[1484] Adler, İnsan, s. 26.
[1485] Fromm, İnsan, s. 157.
[1486] Malcho, Beden Dili, s. 17.
[1487] Malcho, Beden Dili, s. 17.
[1488] Bkz. Baltaş, Bedenin Dili, s. 12.
[1489] Malcho, Beden Dili, s. 14.
[1490] Malcho, Beden Dili, s. 20-21.
[1491] Baltaş, Bedenin Dili, s. 22.
[1492] Malcho, Beden Dili, s. 24.
[1493] Baltaş, Bedenin Dili, s. 24,
[1494] Baltaş, Bedenin Dili, 5. 24.
[1495] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 281-283.
[1496] Izutsu, Allah, s. 126.
[1497] Izutsu, Allah, s. 139.
[1498] Bkz. Elmalılı, Hak Dînî, 1/341.
[1499] Bakara: 2/45,
[1500] Elmalılı, Hak Dînî, 1/341.
[1501] Kaplan, Kültür, s. 125-126; Terzioğlu, Folklor, s. 21, 22-23.
[1502] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 284-286.
[1503] Ra'd: 13/28.
[1504] Bakara: 2/152.
[1505] Âl-i İmrân: 3/191.
[1506] Bakara: 2/203.
[1507] Nisa: 4/103.
[1508] Bakara: 2/198.
[1509] Bakara: 2/200.
[1510] Enfâl: 8/45.
[1511] Âl-i İmrân: 3/41.
[1512] A'râf: 7/205.
[1513] Kehf: 18/24.
[1514] Müzzemmil: 73/8.
[1515] İnsan: 76/25.
[1516] Nûr: 24/37.
[1517] Ra'd: 13/28.
[1518] Tâhâ: 20/14
[1519] Tâhâ: 20/124.
[1520] Ankebut: 29/36.
[1521] Zuhruf: 43/36.
[1522] Haşr: 59/19.
[1523] Tâhâ: 20/124.
[1524] Tâhâ: 20/124.
[1525] Bkz. Condillac, İnsan, 5. 210.
[1526] Bkz. Şu'arâ: 26/85; A'râf: 7/29; Ankebut: 29/65; Yûnus: 0/22; Beyine: 98/5.
[1527] Bkz. Bakara: 2/45; Âl-i İmrân: 3/199; Enbiyâ: 21/90; Mü'minûn: 23/2.
[1528] İbn Manzûr, Lisân, VII/26-29; Pakalın, M. Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, MEB., İstanbul, 1993, II/38; Wehr, Mu'cem, s. 255.
[1529] İbn Manzûr, Lisan, VNI/71-72; Pakalın, Deyimler, I/859; Wehr, Mu'cem, s. 238.
[1530] Tâhâ: 20/108.
[1531] Kamer: 54/7.
[1532] Kalem: 68/43.
[1533] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 286-289.
[1534] İbn Manzûr, Lisan, VII/42-43.
[1535] Pakalın, Deyimler, 111/8; Türkçe Sözlük, 1/338; Terzioğlu, Folklor, s. 22-23.
[1536] Morgan, Psikoloji, s. 226; Fazla bilgi için bkz. Terzioğlu, Folklor, 5. 18-21.
[1537] Morgan, Psikoloji, s. 226.
[1538] Condillac, İnsan, s. 203.
[1539] Condillac, İnsan, s, 208-9.
[1540] Condillac, İnsan, s. 210; Krş. Kitab-ı Mukaddes, II Samuef, 6/5, 16, 21.
[1541] Bkz. Jotab-ı Mukaddes, Mezmurlar, 149/3; 150/4.
[1542] Condillac, İnsan, s. 210.
[1543] Condillac, İnsan, s. 239.
[1544] Condillac, İnsan, s. 243.
[1545] Baltaş, Bedenin Dili, s. 41
[1546] Bkz. Hucurât: 49/7. Fazla bilgi için bkz. Kutub, Fi Zilâl, VI/3342.
[1547] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 289-293.
[1548] Molcho, Beden Dili, s, 27; Baltaş, Bedenin Dili, s. 11.
[1549] Cüceloğlu, İnsan, s. 98.
[1550] Cüceloğlu, İnsan, s. 99.
[1551] Cüceloğlu, İnsan, s. 103.
[1552] Bkz. Mülk, 67/23; Mü'minûn, 23/78; Secde, 32/9.
[1553] Bkz. Nahl: 16/78; Hac: 22/46.
[1554] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 293-294.
[1555] Secde: 32/7; Mümınun: 23/12.
[1556] İnsan: 76/2.
[1557] Mülk: 67/2.
[1558] İbn Manzûr, Lisân, IV/423-24.
[1559] Buhârî, Teheccüd, 6; Tefsîr Süre, 48; Müslim, Münafıkîn, 79-81; Tirmızî, Salât, 187; Nesâî, Kıyamu'l-Leyl, 17.
[1560] Mülk: 67/23.
[1561] Kutub, Fi Zilâl, VI/3645.
[1562] En’am: 6/103.
[1563] En'âm: 6/46.
[1564] Elmalılı, Hak Dînî, Ih/2016; Kutub, Fi Zilâl, VI/3645-46.
[1565] Fussılet: 41/53,
[1566] Kutub, Fi Zilâl, V/3130,
[1567] Kütub, Fi Zilâl, V/3131,
[1568] Yûnus: 10/31.
[1569] Fussilet: 4;/53; Zâriyât: 51/21.
[1570] Fazla bilgi için bkz. Condıllac, İnsan, s. 45-64.
[1571] En'âm: 6/103.
[1572] Ğâfir: 40/19.
[1573] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 294-298.
[1574] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 298.
[1575] Mülk: 67/23; Muminun: 23/78, Secde: 32/9
[1576] En'âm: 6/46.
[1577] Ayrıca bkz. Yâsin: 36/9, 66; Bakara: 2/7, 20; Nahl: 16/108; Kamer: 54/37; Me'âric: 70/44; Muhammed: 47/23; En'âm: 6/109-110.
[1578] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 298-299.
[1579] Nahl: 16/78.
[1580] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 299.
[1581] Beled: 90/8-10.
[1582] Bkz. Şems: 91/8.
[1583] Bkz. İnsan: 76/2-3.
[1584] Bkz. En'âm: 6/104.
[1585] Hac: 22/46.
[1586] A'râf: 7/179.
[1587] Bkz. A'râf: 7/203.
[1588] Elmalılt, Hak Dînî, III/2017-18.
[1589] Ğâşiye: 88/17-20.
[1590] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 299-300.
[1591] Nahl: 16/6.
[1592] Âl-i İmrân: 3/170-171.
[1593] Bkz. Zuhruf: 43/71; Fussilet: 41/31; Enbıya: 21/102; Nahl:16/57; Sebe: 34/54.
[1594] Bkz. Saffât:37/48.
[1595] Bkz. Kasas: 28/9, 13; Meryem: 19/26; Tâhâ: 20/40; Furkân: 25/74.
[1596] Bkz. Kâf: 50/7.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 301.
[1597] Bkz. Hûd: 11/37; Mü'minun: 23/27; Tûr: 52/48; Kamer: 54/14.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 301.
[1598] En'âm: 6/104.
[1599] Hac: 22/46.
[1600] En'âm: 6/104.
[1601] Elmalılı, Hak Dînî, IV/2019.
[1602] Nisa: 4/1.
[1603] Ahzâb: 33/52.
[1604] İsrâ: 17/36.
[1605] Kutub, Fi Zilâl, IV/2227.
[1606] Bkz. Hucurât: 49/12, Buhârî, Vesaya, 18; Müslim, Birr, 28; Tirınizî, Birr, 56; Muvatta, Husmül-Halk, 15.
[1607] Enfâl: 8/21.
[1608] Ğâfir: 40/19.
[1609] Nur: 24/30-31.
[1610] Enfâl: 8/21-22.
[1611] Bakara: 2/44, 76; Âl-i İmrân: 3/65; En'âm: 6/32; A'râf: 7/1 69.
[1612] En’am: 6/50; Ra'd, 13/16.
[1613] Hûd: 11/24.
[1614] Fâtır: 35/19-22.
[1615] Buhârî, ilim, 39; Müslim, Musakat, 107; İbn Mâce, Fiten, 14; Dârimî Büyü 1; Ahmed IV/27.
[1616] Müslim, Bir; 32, 33; İbn Mâce, Zühd 9; Ahmed, II/285.
[1617] Bakara: 2/225; Ayrıca bkz. Isra: 17/36; Bakara: 2/283.
[1618] Ahzâb: 33/5.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 301-304.
[1619] Gazâlî, Ebû Hamid, Mubammed b. Muharnmed, İhyâ-u Ulûmid-Din, Kahire, ts. III/3; Krş. Türkçe Sözlük, 11/771.
[1620] Elmalı, Hak Dînî, i/210; Erzurumlu, Marifetnâme, s. 202-203
[1621] Elmalılı, Hak Dînî, 1/211; Kalbe gelen düşünceler hak. bilgi me, s. 347-349.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 304-305.
[1622] Gazâlî. İhya, IH/180; Elmalın, Hak Dînî, VIII/5856
[1623] Bkz. Fecr: 89/27-28.
[1624] Bkz. Kıyâme: 75/2.
[1625] Gazâlî, İhya, III/4; Fazla bilgi için Bkz. Erzurumlu, Marifetnâme, s. 203-204.
[1626] Bkz. Yûsuf: 12/53.
[1627] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 305.
[1628] Bkz: On Manzûr, Lisân, XI/458-59; Wehr, Mu'cem, s. 630; Gazâlî, ihya, III/4; Erzurumlu, Marifetnâme, s. 207; Elmalılı. Hak Dînî, 1/566-68.
[1629] Gszâlî, İhya, a.y. ; İbn Manzûr, Lisân, ay.
[1630] Gazâlî, İhya, III/5.
[1631] Gazâlî, İhya, a.y. Kars. Araf: 7/179.
[1632] Gazâlî, ihya, III/5; Erzurumlu, Marifetnâme, s. 167.
[1633] Gazâlî, İhya, İli/6; Erzurumlu, Marifetnâme, s. 202-203.
[1634] Gazan, ihya, III/5; Erzurumlu, Marifetnâme. ay.
[1635] Gazâlî, İhya, IH/6; Erzurumlu, Marifetnâme, s. "67.
[1636] Gazâlî, jhyâ. ay; Erzurumlu, Marifetnâme, s. 223.
[1637] Gazâlî, İhya. a.y. , Akıl, zihin, muhayyile, teemmül, hafıza hakkında geniş bilgi için bkz. Condıllac, insan, s. 46-124.
[1638] Câsiye: 45/23. 23
[1639] Gazâlî İhya, III/7-8.
[1640] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 305-308.
[1641] Zümer: 39/23; Şems: 91/60.
[1642] Müslim, Kader, 21; Ahmed, II/329, 343.
[1643] Fetih: 48/4-18.
[1644] Buhârî, Rikâk, 35; Müslim, İmân, 230; Tirmizî, Fiten, 17; İbn Mâce, Fitin, 27; Ahmed, V/383.
[1645] Sebe: 34/23; Haşr: 59/2; Hac: 22/35; Enfâl: 8/2; Ahzâb: 33/26.
[1646] Hûd: 11/120; Buhârî, imân, 3; Tevhîd, 2; Tirmizî, Nüzür, 13; Nesâî, İmân, 1, 2; İbn Mâce, Keffaret, 1; Muvatta, Nüzur, 15.
[1647] A'râf: 7/179; Hac: 22/46; Muhammed: 47/24.
[1648] Tür: 49/7; Ahmed, II/325; Müslim, Birr, 158.
[1649] Âl-i İmrân: 3/14.
[1650] Ahzâb: 33/8; Buhârî, İlim, 49; Tirmizî, Fezailu'l-Cihat, 19; İbn Mâce, Cihâd, 15; Ahmed, IV/16; V/413.
[1651] 58/22 Buhârî Tevhîd, 32, Tirmizî, Cehennem 10; Nesâî, İmân, 18; İbn Mâce, Mukaddime, 9; Ahmed, 11/256; Müslim,, imân, 148, 200; Ebû Dâvûd, Libâs 26; Tirmizî, Birr, 61.
[1652] Tûr: 49/3; Hac: 22/32; İbn Mâce, Zühd, 30; Ahmed, V/71, 160.
[1653] Hac: 22/54; R’ad: 13/28; Ahmed, II/28, 29. IV, 94, 228, Tırmizî, De'avat, 68, 114; Müslim, De'avat 73, Ebû Dâvûd, Vitr, 32; Nesâî, isti'are, 2, 13, 18, İbn Mâce, Mukaddime, 23;
[1654] En'âm, 6/104; 22/46; Müslim, İmân, 284; Tirmizî, Tefsîr, Süre, 53/6; Ahmed, 1/222.
[1655] En’am: 6/25; Buhârî, İmân, 13.
[1656] Bakara: 2/250; Tirmizî, Zühd, 60.
[1657] Buhârî, İlim, 37, Müslim, Zühd 78; Nesâî Taharet, 107; İbn Mâce, Hudûd, 36; H/16; Müslim, Lukata, 16; Tirmizî, Edeb 76; Ahmed, II/403, II, 77.
[1658] A'râf: 7/150, 154; Tirmizî, Fitin, 26.
[1659] Hadid: 57/27; Buhârî, Edeb, 18; Tirmizî, De'avat, 30; Buhârî, Cenâiz, 33; imân, 9; Müslim, Cenâiz, 11; Nesâî, Cenâiz 22; Ahmed, II/204, 206.
[1660] Enfâl: 8/63; Al-i İmran: 3/103; Ebû Dâvûd, Salât, 93, 178; Ahmed, III/104; IV/276.
[1661] Ahmed, IV/278.
[1662] A’râf: 7/29; Buhârî, İlim, 33; Ahmed, V/147; Müslim, Salât, 12.
[1663] Bakara: 2/97; Şu'arâ: 26/193-94.
[1664] Kâf: 50/37.
[1665] Bakara: 2/225.
[1666] Hac: 22/37.
[1667] Râzî, Mefâtih, XII (c. 24) 166.
[1668] Hucurât: 49/3.
[1669] Âdiyât: 100/10.
[1670] Mülk: 67/10.
[1671] Râzî, Mefâtih a.y.
[1672] İsrâ: 17/36.
[1673] Ğâfir: 40/19.
[1674] Tabâtabâî, MîZân, VIII (c. 15) 317.
[1675] Buhârî, ilim, 39.
[1676] Bakara: 2/10.
[1677] Bakara. 2/7.
[1678] Buhârî, Cenâiz, 92; Ebû Dâvûd, Sünnet, 17; Tirmizî, Kader, 5; Muvatta, Cenâiz, 52.
[1679] Elmalıl'ı, Hak Dînî, 1/215.
[1680] Beled: 90/8-10.
[1681] Elmalılı, Hak Dînî, VIII/5839.
[1682] Şems: 91/8.
[1683] Elmalılı, Hak Dînî, Vlll/5858.
[1684] Ahmed: IV/194/228.
[1685] Şu'arâ: 26/89.
[1686] Râzî, Mefâtih, XII (c. 24)150.
[1687] Elmalılı, Hak Dînî, VI/40/60
[1688] Râzî, Mefâtih, XII (t 24) 151.
[1689] Kaaf: 50/33.
[1690] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 308-312.
[1691] Râğıb, Müfredat, s. 707; İbn Marızûr, Lisan, VII/231.
[1692] Râğıb, Müfredat, a.y. ; İbn Manzûr, Lisân, VII/232.
[1693] İbn. Manzûr, Lisân, a.y.
[1694] Bakara: 2/7.
[1695] Münâfikûn, 63/3.
[1696] İbn. Manzûr, Lisân, XI1/1 63-165.
[1697] Muhammed: 47/24.
[1698] Muttaffıfîn: 83/14.
[1699] İbn, Manzûr, Lisan, XII/463.
[1700] Râzî, Mefâtih, I (c. 2) 56.
[1701] Muttaffifîn: 83/14.
[1702] Tirmizî, Tefsîr süre, 83/1; İbn Mâce, Zühd, 29; Muvatta, Kelam, 18; Ahmed ü/297
[1703] Râzî, Mefâtih, XII (c. 24) 167.
[1704] "Kalbin kötü Halleri" için Bkz. Gazâlî, İhya, V/21-22.
[1705] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 312-314.
[1706] Mümin: 40/35; Müslim, İmân, 147; Ebû Dâvûd, Libâs 26; İbn Mâce, Zühd, 16; Ahmed, II/164.
[1707] Nahl: 16/22; Müslim, imân, 63; Ebû Dâvûd, Sünnet, 27.
[1708] Bakara: 2/264.
[1709] Haşr: 59/10.
[1710] Nesâî, Cihâd, 8.
[1711] Âl-i İmrân: 3/118.
[1712] Muhammed: 47/29.
[1713] Tirmizî, Fiten, 26.
[1714] Ahmed, II/256.
[1715] Nisa: 4/54.
[1716] Nahl: 16/104; Hucurât: 49/7.
[1717] En'âm: 6/125.
[1718] Fetih: 48/26.
[1719] Hucurât: 49/7
[1720] Muttaffifîn: 83/14
[1721] Tevbe: 9/77; Bakara: 2/10.
[1722] Hucurât: 49/7
[1723] En'âm: 6/36, 122.
[1724] Bakara: 2/74; Mâide: 5/13; En'âm: 6/43.
[1725] Âl-i İmrân: 3/7-8.
[1726] Tevbe: 9/127.
[1727] Âl-i İmrân: 3/118.
[1728] Tevbe: 9/45, 110.
[1729] Tevbe: 9/15.
[1730] Bakara: 2/1.5,
[1731] Hac: 22/37.
[1732] Muhammed: 47/20.
[1733] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 314-316.
[1734] Türkçe Sözlük, 1/147.
[1735] Bkz. Bakara: 2/196; Mâide: 5/6; Yûsuf: 12/36-41; A'râf: 7/150; Fetih: 48/27; Tâhâ: 20/94; Hac: 22/19; Saffât: 37/65; Duhân: 44/48.
[1736] İbrahim: 14/43; İsrâ: 17/51; Meryem. 19/4; Enbiyâ: 21/65; Secde: 32/12, Munafıkun: 63/5.
[1737] Bakara: 2/279.
[1738] Schober, Beden Dili, s. 61.
[1739] Baltaş, Bedenin Dili, s. 39-47.
[1740] Baltaş, Bedenin Dili, s. 50.
[1741] Baltaş, Bedenin Dili, s. 51.
[1742] Pease, Beden Difi, s. 105.
[1743] Bkz. Cooper, Sözsüz, s. 97-98; Pease, Beden Dili, s. 105-107; Schober, Beden Dili, s. 61-62.
[1744] Bkz. Cooper, Sözsüz, ay; Pease, Beden Dili, a.y.
[1745] Baltaş, Bedenin Dili, s. 37.
[1746] Bkz. Pease, Beden Dili, 22-23 (Robert L. VViteside'nin "Yüz Dili" Kitabından)
[1747] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 316-318.
[1748] Meryem:1 9/4-6.
[1749] İbn Manzûr, Lisân, XI/353-54.
[1750] Kutub, Fi Zilâl, IV, 2302.
[1751] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 319.
[1752] Munafıkun: 63/5.
[1753] İbn Manzûr, Lisân, XV/263-64.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 320.
[1754] İbrahim: 14/43.
[1755] Râzî, Mefâtih, X (c. 19) 144.
[1756] İbn Manzûr, Lisân, VII/299.
[1757] Kurtubî, Cami', V (c. 9) 377.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 320.
[1758] İsra: 17/51.
[1759] Bkz. İbn Manzur, Lisan, VII/238-39;
[1760] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 321.
[1761] Ragıb, Müfredat, s. 771; İbn Manzûr, Lisân, VI/241.
[1762] Yâsîn: 36/68.
[1763] Enbiyâ: 21/65.
[1764] İbn Manzûr, Lisân, a.y.
[1765] Bkz. Enbiyâ: 21/57-65.
[1766] Secde: 32/12.
[1767] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 321-322.
[1768] İbn Manzûr, Lisan Xll/312; Râğıb, Müfredat, s. 365.
[1769] Bakara: 2/273.
[1770] Araf: 7/46.
[1771] A'râf: 7/48.
[1772] Muhammed: 47/30.
[1773] Fetih: 48/29.
[1774] Rahman: 55/41.
[1775] Razî, Mefâtih, IV (c. 7) 87; Kurtubî, Cami', II (c. 3) 342.
[1776] Zümer: 39/.
[1777] Al-i İmrân: 3/106.
[1778] Râzî, Mefâtih, XII (c. 29) 120; Kurtubî, Câmİ', IX (c. 17) 175.
[1779] Ebû Hayyân, Bahr, VIII/196.
[1780] Bkz. Schober, Beden Dili, s. 38-41.
[1781] Kehf: 18/29.
[1782] Furkân: 25/34; Neml: 27/90.
[1783] Kamer: 54/48.
[1784] İbrahim: 14/50.
[1785] Mülk: 67/22.
[1786] İsrâ: 17/97.
[1787] Nisa: 4/47.
[1788] Yûnus: 10/27-28.
[1789] Âl-i İmrân: 3/106.
[1790] Tahâ: 20/111.
[1791] Râğıb, Müfredat, s. 807-8; İbn Manzûr, Lisân, XIII/554-558.
[1792] Bakara: 2/112-115; Rahman: 55/27; Kasas: 28/88; Rûm: 30/30-43; Nisa: 4/125, Hac: 22/11; Lokman: 31/22; Zümer: 39/24; Âl-i İmrân: 3/20; En'âm: 6/79, A'râf: 7/29; İsrâ: 17/7; Ahzâb: 33/66; Fetih: 48/29.
[1793] Bakara: 2/272; Rûm: 30/38-39; Yûsuf: 12/9; Ra'd: 13/22; İnsan: 76/9.
[1794] Bakara: 144, 149-50-177; Yûsuf: 12/96; Nisa: 4/43; Mâide: 5/6; Enfâl: 8/50, Muhammed: 47/27.
[1795] Âl-i İmrân: 3/106-7; Ankebût: 75/22-23; Abese: 80/38-39, Gafir: 40/42; Ğaşiye: 88/8; Muttaffifîn: 83/24.
[1796] Âl-i İmrân: 106; Yûnus: 10/26-27, Nahl: 16/58; Zümer: 39/60; Zuhruf: 43/17; Kıyamet: 75/24-25.
[1797] Ğâşiye: 88/2.
[1798] Tâhâ: 20/111.
[1799] Mülk. 67/27.
[1800] Hac: 22/72.
[1801] Bakara: 2/273.
[1802] Morgan, Psikoloji, s. 233.
[1803] İnsan: 76/10-11; Muttaffifîn: 83/24; Kıyamet: 75/22; Abese: 80/38-39.
[1804] Hac: 22/72; Muddessir: 74/22-23.
[1805] Hac: 22/11; Zuhruf. 43/17; Zümer: 39/60; Mülk: 67/27; Ğâşiye: 88/2; Yunus: 10/27; Nahl: 16/58.
[1806] Fetih: 48/29.
[1807] İsrâ: 17/28.
[1808] Baltaş, Bedenin Dili, s. 46-47; Schober, Beden Dili, s. 34-35.
[1809] Pease, Beden Dili, s. 13-14.
[1810] Pease, Beden Dili, s. 12; Baltaş, Bedenin Dili, 5. 47, Âl-i İmrân: 3/2; Yûnus: 10/27; Nahl: 16/58.
[1811] Pease, Beden Dili, a.y.
[1812] Cooper, Sözsüz, s. 103.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 322-327.
[1813] İbn Manzûr, Lisân, III/204-206. Alak, 96/19; Yusuf, 12/100. Bkz. Bakara: 2/34 A’raf: 7/206; Ra'd: 13/15; Nahl: 16/89; İsra. 17/107; Meryem: 19/58; Hacc: 22/18; Furkan: 25/60, 27/25; Secde: 32/15; Sâd. 38/24; Fussilet: 41/37; Necm: 53/63; İnşikak: 84/21.
[1814] İbn Manzûr, Lisân, Vlll/483; Râğıb, Müfredat, s. 120.
[1815] Türkçe Sözlük, 1/51.
[1816] Cooper, Sözsüz, s. 103; Schober, Beden Dili, 5. 21.
[1817] Baltaş, Bedenin Dili, s. 48.
[1818] Tevbe: 9/35.
[1819] Râzî, Mefâtih, VIII (c. 16) 50; Kurtubî, Cami', IV fc. 8) 129.
[1820] Müddessir: 74/16-23; Nâzi'ât: 79/22; İsrâ: 17/46.
[1821] Me'âric: 70/17-18.
[1822] Al-i İmrân: 3/111.
[1823] Kurtubî, Cami', VIII (e, 16) 293.
[1824] Fetih: 48/29.
[1825] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 327-329.
[1826] Cooper, Sözsüz, s. 104; Schober, Beden Dili, s. 41.
[1827] Bkz. Schober, Beden Dili, s. 45-46.
[1828] Râğıb, Müfredat, s. 60; İbn Manzûr, Lisân, IV/57-58.
[1829] Râğıb, Müfredat, s, 480; İbn Manzûr, Lisan, VI/128-29.
[1830] Müddessir: 74/11-25.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 329-330.
[1831] Kara, "Beden Dili", s. 439.
[1832] Câhız, Beyân, 1/78.
[1833] Câhız, Beyân, a.y.
[1834] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 330-331.
[1835] İbn Manzûr, Lisân, Xlll/301, 305-305; Râğıb, Müfredat, 5. 521-30
[1836] İbn Manzûr, Lisan, XIN/301; Râğıb, Müfredat, s, 530.
[1837] Âl-i İmrân: 3/13; Mâide: 5/45; Yûsuf: 12/84; Beled: 30/8.
[1838] Kasas:28/9; Meryem: 19/26; Tâhâ: 20/40; Kasas,: 28/13.
[1839] Bakara: 2/60; A'râf: 7/160; İnsan: 86/6, 18; Kasas: 54/12.
[1840] Tâhâ: 20/39; Hûd: 11/37; Mü'minûn: 23/37; Tûr: 52/48.
[1841] Enbiyâ: 21/61.
[1842] Âl-i İmran: 3/13.
[1843] Kasas: 28/9-13; Meryem: 19/26; Tâhâ: 20/40.
[1844] Kalem: 68/51.
[1845] Şûra, 42/45.
[1846] Kehf, 28/18.
[1847] Tâhâ, 20/131.
[1848] Hicr 15/88.
[1849] Tâhâ, 20/39; Hûd, 11/373; Tûr, 52/48; Kamer, 54/14.
[1850] A'râf, 7/116.
[1851] Ğâfir, 40/19.
[1852] Enfâl, 8/44.
[1853] Kahf: 18/101.
[1854] Ahzab: 33/19.
[1855] Saffât: 37/48.
[1856] Zuhruf: 43/71.
[1857] Kara, "Beden Dili", s. 439-440.
[1858] Fazla bilgi için bkz. Aksan, Dil, 111/35-37.
[1859] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 331-333.
[1860] İbn Manzûr, Lisan, V/21 5-220; Râğıb, Müfredat, s. 758-59.
[1861] Yûnus: 10/101; Ğâşiye: 88/17; Saffât: 37/88; A'râf: 7/185.
[1862] Âl-i İmrân: 3/77; Müslim, Birr, 32; İbn Mâce, Zühd, 9; Ahmed
[1863] Hadîd: 57/13; Zuhruf: 43/66; Yûnus: 10/14; Neml: 27/17.
[1864] A'râf: 7/14; Hicr: 15/36; Sâd: 38/79.
[1865] Bakara: 2/50-55; Vâkı'a: 56/84.
[1866] Bakara: 2/46-104; Âl-i İmrân: 3/77.
[1867] Saffât: 37/88.
[1868] Şûra: 42/45.
[1869] Bakara: 2/55.
[1870] Tevbe,: 9/127; Muddessir: 74/21; Bakara: 2/259; A'râf: 7/143.
[1871] A'râf: 7/129; Neml: 27/27; Hac: 22/15; Kehf: 18/19.
[1872] Şûra: 42/45.
[1873] Muhammed: 47/20.
[1874] Saffât: 37/88.
[1875] Âl-i İmrân: 3/77.
[1876] Bakara: 2/104.
[1877] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 333-334.
[1878] İbn Manzûr, Lisân, XIV/291.
[1879] İbn Manzûr, Lisân, XIV/295-97.
[1880] Bkz. En'âm: 6/86-88; Yusuf: 12/24, 28; A'râf: 28/11,
[1881] En'âm, 6/46, 47; Yûnus, 10/50, 59; Hûd, 11/28, 63, 88.
[1882] Yûsuf: 12/5-43-100; İsrâ: 17/60; Saffât: 37/105; Fetih: 48/27.
[1883] Nisa: 4/44.
[1884] Bakara: 2/243.
[1885] Nisa:4/105.
[1886] Bakara.2/264; Nisa: 4/38-142; Enfâl: 8/47.
[1887] İbn Manzûr, Lisan, XIV/301.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 334.
[1888] Tâhâ: 20/96.
[1889] Kıyâme: 75/14.
[1890] İbn Manzûr, Lisân, IV/64-66.
[1891] İbn Manzûr, Lisan, IV/65-66
[1892] İbn Manzûr, Lisân, V/218.
[1893] Râğıb, Müfredat, s. 63; İbn Manzûr, Lisan, IV/65.
[1894] Elmalılı, Hak Dînî, 111/2018.
[1895] En'âm: 6/104 (Elmalılı, Hak Dînî, ILI/2013-19'dan)
[1896] Hac: 22/46.
[1897] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 334-335.
[1898] Pease, Beden Dili, s. 118.
[1899] Bkz. Türkçe Sözlük, s. 568-573.
[1900] Pease, Beden Dili, ay; Schober, Beden Dili, s. 56-57.
[1901] Pease, Beden Dili, s 118-19; Cooper, Sözsüz, s. 106.
[1902] Pease, Beden Dili, s. 119.
[1903] Cooper, Sözsüz, 106-107; Schober, Beden Dili, s. 56.
[1904] Cooper, Sözsüz, s. 107; Schober, Beden Dili, s. 54-55.
[1905] Pease, Beden Dili, s. 120; Schober, Beden Dilİ, s, 53.
[1906] Cooper, Sözsüz, 5. 108; Schober, Beden Dili, s. 53.
[1907] Pease, Beden Dili, s. 121.
[1908] Pease, Beden Dili, s. 121.
[1909] Pease, Beden Dili, s. 121
[1910] Pease, Beden Dili, s. 123: Schober, Beden Dili, s. 56-57.
[1911] Cüceloğlu, İnsan, s. 272.
[1912] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 336-338.
[1913] Câhız, Beyân, 1/79.
[1914] Câhız, Beyân, a.y.
[1915] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 338-339.
[1916] Molcho, Beden Dili, 5. 147; Schober, Beden Dili, s. 56.
[1917] Pease, Beden Dili, s. 123.
[1918] Muhammed: 47/20.
[1919] Kutub, Fi Zilâl, Vl/3296.
[1920] Ahzâb: 33/19.
[1921] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 339-340.
[1922] Kara, "Beden Dili", s. 440.
[1923] Ahzâb: 33/10.
[1924] Enbiyâ:21/97.
[1925] Me'âric: 70/4; Kamer: 54/7.
[1926] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 340-341.
[1927] İbn Manzûr, Lisân, V/86-87.
[1928] Meryem: 19/26.
[1929] Tâhâ: 20/40; Kasas: 28/13.
[1930] Kasas: 28/9.
[1931] Secde: 32/17; Zuhruf: 43/71.
[1932] Furkân: 25/74.
[1933] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 341-342.
[1934] Kara, "Beden Dili", s. 440.
[1935] Râzî, Mefâtih, XIV (c. 27), 182.
[1936] Şûra: 42/45.
[1937] Kurtubî, Cami', VIII (c. 8), 45.
[1938] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 342-343.
[1939] Kara, "Beden Dili", s. 440.
[1940] İbn Manzûr, Lisân, V/98-99; Kurtubî, Câmi', VIII (c. 15), 80.
[1941] Saffât: 37/48.
[1942] Saf: 38/52.
[1943] Rahman: 55/56.
[1944] Rahman: 55/72.
[1945] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 343-344.
[1946] Hicr: 15/88.
[1947] Tâhâ. 20/131.
[1948] İbn Manzûr, Lisan, IH/396-97; karşılaştırınız: Schober, s. 53.
[1949] Râzi, Mefâtih, X (c 19), 215.
[1950] Kurtubî, Cami', V (c. 10), 56; Râzî, Mefâtih, XI (c. 22), 135.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 344-345.
[1951] Kara, "Beden Dili", s. 440.
[1952] Kehf: 18/28.
[1953] İbn Manzûr, Lisan, XV/34.
[1954] Râzî, Mefâtih, XI (c. 21), 116; Kurtubî, Cami', V (c. 10), 390.
[1955] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 345-346.
[1956] Kara, "Beden Dili", s. 440.
[1957] Kutub, Fi Zilâl, II/962.
[1958] Mâide: 5/83.
[1959] Tevbe: 9/92.
[1960] Râzî, Mefâtih, VIII (c. 16), 162.
[1961] İbn Manzûr, Lisan, VII/210-11.
[1962] Yûsuf: 12/16.
[1963] Kurtubî, Cami', IV (c. 8)229.
[1964] İbn Kesîr, Tefsîr, II/85; Râzî, Mefâtih, VI/72.
[1965] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 346-347.
[1966] Kara, "Beden Dili", s. 440.
[1967] Türkçe Sözlük, I/573.
[1968] Bkz. Hûd: 11/25-36.
[1969] Hûd: 11/37.
[1970] Müminun: 23/27.
[1971] Râzî, Mefâtih, IX (c. 17) 231.
[1972] Razı, Mefâtih, a.y.
[1973] Râzi, Mefâtih, a.y.
[1974] Kamer: 54/14.
[1975] Tur: 52/48.
[1976] Taha: 20/39.
[1977] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 347-350.
[1978] Kara, Beden Dili, s. 440.
[1979] Türkçe Sözlük, ü/1074.
[1980] Elmalınlı, Hak Dînî, VIII/5305.
[1981] Râzî, Mefâtih, XV (c. 30) 100; Kuftubî, Cami', IX (c. 18) 255; Elmalılı, Hak Dînî, a.y.
[1982] Buhâri, Tıb, 36; Libâs, 86; Müslim, Selâm, 41, 42; Ebû Dâvûd Tıb, 15; Tirmızi, Tıb, 19; Muvatta, Ayn, 1; Ahmed, 1/274, 294.
[1983] Râzî, Mefâtih, a.y.
[1984] Elmalılı, Hak Dînî, a.y.
[1985] Tabâtabâî, Mîzân, X (c. 19) 388.
[1986] Kalem: 68/51.
[1987] Kurtubî, Cami', IX (c. 18) 254; Elmalılı, Hak Dînî, /5305; Tabâtabâî, Mîzân, X (c. 19), 255.
[1988] İbn Manzûr, Lisân, X/144-45.
[1989] Râzî, Mefâtih, XV (c 30) 100; Kurtubî, Cami', IX (c. 18).
[1990] Buhârî, Tıb, 35; Müslim, Selâm, 58.
[1991] Buhârî, Tıb, 35, 36; Ttrmizî, Tıb, 17; İbn Mâce, Tıb, 12; Müslim, Tıb, 42.
[1992] Miras, Tecrid, XII/90.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 350-352.
[1993] Mülk: 67/4.
[1994] İbn Manzûr, Lisân, I/65.
[1995] İbn Manzûr, Lisan, IV/187-190.
[1996] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 352-354.
[1997] Kara, Beden Dili; s. 440.
[1998] Lokman: 31/16.
[1999] Mü'min: 40/19.
[2000] Zamahşerî, Keşşaf, III/421.
[2001] İbn Kesir, Tefsîr, IV/75.
[2002] Kurtubî, Cami', VIII (c. 15), 303.
[2003] Kurtubî, Cami', a.y.
[2004] Müslim, Edeb, 45; Tirmizî, Edeb, 28; Ebû Dâvûd, Nikâh, 43; Ahmed, IV, 258.
[2005] Ebû Dâvûd, Cihâd, 117; Hudûd, 1.
[2006] Câhız, Beyân, 11/79.
[2007] Cüceloğlu, İnsan, s. 272.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 354-356.
[2008] Molcho, Beden Dili, s. 152-53; Shcober, Beden Dili, s. 49.
[2009] Cooper, Sözsüz, s. 109.
[2010] Schober, Beden Dili, s. 49-50.
[2011] Tevbe: 9/8.
[2012] Râzî, Mefâtih, VIll (c. 15), 239.
[2013] İbrahim: 14/9.
[2014] Râğıb, Müfredat, s. 28; İbn Manzûr, Lisan, VII/188.
[2015] Âl-i İmrân: 3/118.
[2016] Kurtubî, Cami', III (C. : 4) 180-181.
[2017] Nahl: 16/116,
[2018] İbn Manzûr, Lisan, XV/263.
[2019] Ahzâb: 33/19.
[2020] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 356-357.
[2021] Türkçe Sözlük, I/24.
[2022] Türkçe Sözlük, I/409.
[2023] Türkçe Sözlük, I/374.
[2024] Ra'd: 13/14.
[2025] Nûr: 24/15; Ahzâb: 33/4; Âl-i İmrân: 3/118-167; Mâide, 5/4; Tevbe: 9/8-30-32; İbrahim: 14/5; Kehf: 18/5; Yâsîn: 36/65; Saff: 61/8.
[2026] Ra'd: 13/14.
[2027] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 357-358.
[2028] İbn Manzûr, Lisan, XIV/323.
[2029] Tevbe: 9/8.
[2030] Râzî, Mefâtih, VIII (c. 15), 239.
[2031] Râğıb, Müfredat, s. 572.
[2032] Heyet, Türkçe Sözlük, 1/24-25.
[2033] Schober, Beden Dili, s. 27.
[2034] Schober, Beden Dili, s. 28-9.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 358-359.
[2035] İbrahim: 14/9.
[2036] Kurtubî, Câmi', V (c. 9), 345.
[2037] Râğıb, Müfredat, s. 28; İbn Manzûr, Lisân, VI1/1SS.
[2038] Râğ(b, Müfredat, a.y. ; Kurtubî, Cami', V (c. 9) 345-6.
[2039] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 359-360.
[2040] İbn Kesîr, Tefsîr, 1/398.
[2041] Âl-i İmrân: 3/118.
[2042] Al-i İmrân: 3/119-120.
[2043] Kurtubî, Cami', II (c. 4) 180-181.
[2044] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 360-361.
[2045] Bkz. Beled: 90/9.
[2046] Bkz. Beled: 90/5-7.
[2047] Beled: 90/8-10.
[2048] Başka örnek için Bkz. Mâide, 5/78; İbrahim: 14/4; Meryem: 19/97; Ahzâb: 33/19; Rûm: 30/15; Nahl: 16/62.
[2049] Nahl: 16/116.
[2050] Nûr: 24/15.
[2051] Kâf: 50/18.
[2052] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 361-362.
[2053] Bkz Türkçe Sözlük, H/336.
[2054] Âl-i İmrân: 3/78; Ayrıca Bkz. Nisa: 4/46; Nahl: 16/116.
[2055] İbn Manzûr, Lisân, XV/263.
[2056] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 362-363.
[2057] Ahzâb: 33/18-19.
[2058] Kurtubî, Cami', VII (c. 14) 154.
[2059] İbn Manzûr, Lisan, XIII/385-86.
[2060] Türkçe Sözlük, I/376.
[2061] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 363-364.
[2062] Mumtehine: 60/1.
[2063] Mumtehine: 60/2.
[2064] Râğıb, Müfredat, s. 60-61; İbn Manzûr, Lisân, VII/269-270.
[2065] Türkçe Sözlük, i/376.
[2066] Râğıb, Müfredat, a.y.
[2067] Kurtubî, Cami', IX, (c. 18), 55.
[2068] Türkçe Sözlük, I/374.
[2069] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 364.
[2070] Türkçe Sözlük, 1/375-76.
[2071] Nûr: 24/15-19.
[2072] İbn Manzûr, lisân, XV/253-256.
[2073] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 365.
[2074] Morgan, Psikoloji, s. 23; Schober, Beden Dili, s. 28-29.
[2075] Morgan, Psikoloji, a.y.
[2076] Schober, Beden Dili, s. 29.
[2077] Cooper, Sözsüz, s. 210.
[2078] Schober, Beden Dili, s. 28-29.
[2079] Cooper, Sözsüz, s. 216-221.
[2080] Cooper, Sözsüz, s. 227.
[2081] Schober, Beden Dili, s. 78-79.
[2082] Schober, Beden Dili, s. 82.
[2083] Bkz. Schober, Beden Dili, s. 85-87.
[2084] Bkz. Schober, Beden Dili, s. 86-87.
[2085] Zamahşerî, Keşşaf, I/500.
[2086] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 366-368.
[2087] Lokman: 31/6.
[2088] Râğıb, Müfredat s. 688; İbn Manzûr, Lisân, XV/259; Ebu'l-Bekâ, Külliyât, s. 778, 799.
[2089] İbn Manzûr, Lisan, XV/259; Elmalılı, Hak Dînî, VI/3838.
[2090] Fâtır: 35/15.
[2091] İbrahim: 14/24, 26.
[2092] Hucurât: 49/4.
[2093] Hucurât: 49/6.
[2094] Hucurât: 49/11; Tevbe: 9/58, 79.
[2095] Bakara: 2/83.
[2096] Bkz. Nisâ: 4/8.
[2097] Bkz. İsrâ: 17/28.
[2098] Bkz. Ahzâb: 33/70.
[2099] Bkz. Hac: 22/24.
[2100] Bkz. Hucurât: 49/12.
[2101] Bkz. Hakka: 69/44-45; Hac: 22/30.
[2102] Bkz. Ahzâb: 33/32.
[2103] Bkz. Nisa: 4/148.
[2104] Bkz. Âl-i İmrân: 3/78.
[2105] Bkz. Mumtehine: 60/2.
[2106] Fetih: 48/11.
[2107] Bkz. Hümeze: 104/1.
[2108] Bkz. En'âm: 6/112-113.
[2109] Bkz. İsrâ: 17/40.
[2110] Bkz. Kâf: 50/18.
[2111] Bkz. Tâhâ. 20/44.
[2112] Bkz. Nisâ: 4/5.
[2113] Bkz. Furkân: 25/63.
[2114] Bkz. Nisa: 4/5; Tâhâ: 20/44.
[2115] Bkz. Nisa: 4/9.
[2116] Bkz. İsrâ: 17/23.
[2117] Bkz. İsrâ: 17/40.
[2118] Sâf: 61/2-3.
[2119] Hucurât: 49/12.
[2120] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 368-370.
[2121] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 370.
[2122] Hucurât: 49/2-3.
[2123] İsrâ: 20/23.
[2124] Bkz. Zamahşerî, Keşşaf, IH/79; Krş. Nûr: 24/63; Âlûsî, Şihâbuddin, Ruhu'i-Me'ânî, Beyrut, ts. XXVI/137.
[2125] Bkz. Âlûsî, Ruh, XXVI/137.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 370-371.
[2126] Lokman: 31/19.
[2127] Hucurât: 49/4.
[2128] Hucurât: 49/2.
[2129] Hucurât: 49/3
[2130] Hucurât: 49/5.
[2131] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 371.
[2132] İbn Manzûr, Lisan, 1/206.
[2133] Develioğlu, Lügat, s. 241.
[2134] Hucurât: 49/2.
[2135] Bkz. Bakara: 2/31-33.
[2136] Yûsuf: 12/76.
[2137] Hucurât: 49/13.
[2138] En'âm: 6/132.
[2139] Tirmizı, Birr, 15; Ebû Dâvûd, Edeb, 58; Ahmed, 1/257.
[2140] Ahzâb: 33/21.
[2141] Buhârî, Tefsir, Sûre, 49/1; Tirrnizî, Tefsir, Sûre, 49/1.
[2142] Razı, Mefâtih, XIV (c. 28} 112.
[2143] Kurtubî, Cami', VIII (c. 16), 306.
[2144] Kurtubî, Cami', VIII (c. 16), 307.
[2145] Cassâs, Ahkâm, 1II/397-98.
[2146] A'râf: 7/204.
[2147] İbn Arabi, Ahkâm, IV/1715; Kurtubî, Cami', VIII (c. 16), 306.
[2148] Kurtubî, Cami', VIII (c. 16), 306.
[2149] Kurtubî, Câmi', a.y.
[2150] Bkz. Hucurât: 49/2.
[2151] Ahzâb: 33/6.
[2152] Râzî, Mefatih, XIV fc. 28) 114.
[2153] Râzî, Mefâtih, XIV (r. 28) 112-11 3.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 372-374.
[2154] Râğıb, Müfredat, s. 833; İbn Manzûr, Lisân, XV/403.
[2155] Elmalılı, Hak Dînî, 1/169.
[2156] Elmalılı, Hak Dînî, 11/1152.
[2157] Hucurât: 49/3.
[2158] Râzî, Mefâtih, XIV (c. 28) 115.
[2159] Buhârî, Tefsîr, 49/1; Tirmizî, Tefsîr, 49/1.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 374-375.
[2160] Hucurât: 49/4.
[2161] Buhârî, Tefsir, 49/1.
[2162] Lokman: 31/19.
[2163] Hucurât: 49/2.
[2164] Hucurât: 49/4.
[2165] Hucurât: 49/5.
[2166] Kurtubî, Cami', VIII (c. 16) 310.
[2167] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 375-376.
[2168] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 376.
[2169] Türkçe Sözlük, 11/1605.
[2170] İbn Manzûr, Lisan, V/391.
[2171] İsrâ: 17/64.
[2172] Kutub, Seyyid, RZilâl, IV/2239.
[2173] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 377.
[2174] Türkçe Sözlük, I/28, 709.
[2175] Hûd: 11/106.
[2176] Enbiyâ: 21/100.
[2177] Furkân: 25/12; Mülk: 67/7.
[2178] İbn Manzûr, Lisan, X/191; IV/324.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 377-378.
[2179] Kurtubî, Cami', VII (c. 14), 71.
[2180] Lokman: 31/19.
[2181] Bkz. İbn Manzûr, Lisân, IV/149-150; Kurtubî, Cami', VII (c. 14), 72.
[2182] Kurtubî, Cami', a.y.
[2183] İbn Manzûr, Üsân, VI1/197.
[2184] Râzî, Mefâtih, XIII (c. 25), 151-52.
[2185] Râzî, Mefâtih, XIII (c. 25) 151-52.
[2186] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 378-379.
[2187] Elmalılı, Hak Dînî, V/3333.
[2188] Tâhâ: 20/105-108.
[2189] Tâhâ: 20/108.
[2190] İbn Manzûr, Lisân, VIII/71.
[2191] Râğıb, Müfredat, s. 213; İbn Manzûr, Lisân, a.y.
[2192] İbn Manzûr, Lisân, a.y.
[2193] Türkçe Sözlük, I/638.
[2194] Kurtubî, Cami', VI (c. 12), 247.
[2195] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 379-380.
[2196] Râğıb, Müfredat, s. 7 1 6; İbn Manzûr, Lisân, XIV/454-55.
[2197] Bkz. Enfâl: 8/35.
[2198] Râğıb, Müfredat, s. 411; İbn Manzûr, Lisân, XV/2S9.
[2199] Dilaçar, Dil, s. 4.
[2200] Bkz. Zamahşerî, Keşşaf, II/156; Râzî, Mefâtih, VIII (c. 15) 164-165; Kurtubî, Cimi', IV (c. 7) 400; İbn Kesîr, Tefsîr, 11/156-157.
[2201] Enfâl: 8/35.
[2202] Kurtubî, Cami', a.y.
[2203] Cooper, Sözsüz, s. 213.
[2204] Başkan, Özcan, Lengüistik Metodu, İstanbul, 1967, s. 141-143.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 380-381.
[2205] Türkçe Sözlük, 1/581.
[2206] Türkçe Sözlük, 1/27.
[2207] Necm: 53/43.
[2208] Kurtubî, Cami', IX (c. 17), 116.
[2209] Kutub, Fi Zilâl, VI, 3415-16.
[2210] Molcho, Beden Diii, s. 157; Schober, Beden Dili, s. 44.
[2211] Molcho, Beden Dili, a.y.
[2212] Schober, Beden Dili, s. 45.
[2213] Schober, Beden Dili, s. 53.
[2214] Râğıb, Müfredat, s. 435
[2215] Türkçe Sözlük, 1/761.
[2216] Molcho, Beden Dili, s. 157.
[2217] Schober, Beden Dili, s. 43; Molcho, Beden Dili, a.y.
[2218] Râğıb, Müfredat, s. 75,
[2219] İbn Manzûr, Lisân, XIV/82; Wehr, Mu’cem, s. 535.
[2220] Wehr, Mu'cem, s. 70.
[2221] İbn Manzûr, Lisân, X/459, 461.
[2222] Bkz. Abese: 80/39; Neml: 27/19; Tevbe: 9/82.
[2223] Bkz. Neml: 53/43; Hûd: 11/71.
[2224] Bkz. Muttaffiffn: 83/29-34.
[2225] Râğıb, Müfredat, s. 435; İbn Manzûr, Lisan, X/460-61.
[2226] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 382-384.
[2227] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 384.
[2228] Hûd: 11/69-72.
[2229] Zamahşerî, Kesşâf, II/281; Ebû Hayyân, Bahr, V/242-43, Mevdûdî, Tefhîm, 11/410.
[2230] Ebû Hayyân, Bahr, V/243-44.
[2231] Tafsilat için bkz. Tevrat, Çıkış, 18/6-15.
[2232] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 385.
[2233] Tevbe: 9/82.
[2234] Ebû Hayyân, Bahr, V, 80.
[2235] Mü'minûn: 23/110.
[2236] Bkz. Mü'minûn: 23/108.
[2237] Bkz. Necm: 53/59.
[2238] Necm: 53/60-61.
[2239] Bilgi için bkz. Kurtubî, Cami', IX (c. 17) 122.
[2240] Abese: 80/38-39.
[2241] Kutub, Fi Zilâl, VI/3834.
[2242] Abese: 80/40-41.
[2243] Kutub, Fi Zilâl, VI/3834-35.
[2244] Abese: 80/42.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 385-387.
[2245] Bkz. Neml: 27/18.
[2246] Neml: 27/19.
[2247] Râzî, Mefâtih, XII (c. 24), 188; Kurtubî, Cami', VII (c. 13), 171.
[2248] Râzî, Mefâtih a.y.
[2249] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 387.
[2250] Zuhruf: 43/47.
[2251] Bkz. İsrâ: 17/103.
[2252] Bkz. Zuhruf: 43/48.
[2253] Bkz. Kurtubî, Cami', VIII (c 16), 97.
[2254] Bkz. Kutub, Fi Zilâl, VI/3860-61.
[2255] Muttaffifîn: 83/29-36.
[2256] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 387-388.
[2257] Bkz. Necm: 53/43.
[2258] Bkz. Tevbe: 9/82,
[2259] Örneğin Tebuk seferine çıkmamışlardı (Bkz. Tevbe: 9/81)
[2260] Necm: 53/60.
[2261] Buhârî, Kusuf, 3; Tefsîr, Sûre, 5; Nikâh, 107; Rıkat, 27; İmân, 3; Müslim, Salât, 112; Küsûf, 1; Fedail, 134; Nesâî, Sehv, 102; Küsûf, 11; Tirmizî, Zühd, 9; İbn. Mâce, Zühd, 19; Dârimî, Rikâk, 26; Muvatta, Küsûf, 1; Ahmed, 11/257.
[2262] Duhân: 44/29.
[2263] Kurtubî, Cami', VIII (c. 16), 139-140.
[2264] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 388-389.
[2265] Bkz. İsrâ: 17/105-107.
[2266] Bkz. Meryem: 19/58.
[2267] Bkz. İsrâ: 17/107-109.
[2268] Kutub, Fi Zilâl, IV/2254.
[2269] Kutub, Fi Zilâl, IV/2314.
[2270] Bkz. Meryem: 19/58.
[2271] Bkz. İsrâ: 17/109.
[2272] Bkz. İsrâ: 17/107-109.
[2273] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 389-390.
[2274] Bkz. Mâide: 5/82.
[2275] Mâide: 5/83.
[2276] Kurtubî, Cami', III (c. 6), 255; İbn Kesîr, TefSîr, II/86; Rıza, Reşit, Menâr, VI1/12.
[2277] Zamahşerî. Keşşaf, 1/638-39; Elmalılı, Hak Dînî, 111/1795.
[2278] Bkz. Bakara: 2/143.
[2279] Bkz. Mâide: 5/83.
[2280] Kutub, Fi Zilâl, I/962.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 390-391.
[2281] Tevbe: 9/92.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 391.
[2282] Bkz. Yûsuf: 12/7-15.
[2283] Yûsuf: 12/16-17.
[2284] Âlûsî, Ruh, Xll/199.
[2285] Bkz. Kurtubî, Cami', V (c. 10), 145.
[2286] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 391-392.
[2287] Cürcânî, Abdulkahir, Esrâru'l-Belagati fî ilmi'l-Beyân, thk. M. Reşid, Rıza, Beyrut, 1992, s. 437; Tîbî, Şerafuddin Hüseyin b. Muhammed, Kİtabu't-Tİbyân fî İlmi'l-Me'ânîi ve'l-BedT ve'l-Beyân, thk. Hai Atiyye Matare'l-Hılali, 1, Baskı, Beyrut, 1987, s. 218; Hâşjmî, Ahmed, Cevâhirul-Belağa, Beyrut, ts. S. 292; Cârim, Mustafa Ali, el-Belagatu'l-Vâdıhâ, Mısır, 1959 s. 110; BÜgegil, Kaya, Edebiyat Bilgi ve Teorileri, Ankara, 198. s. 169.
[2288] Bilgegil, Edebiyat, a.y.
[2289] Örnek için Bkz. Kurnaz, Cemal, Mecaz'dan Hakikat'e, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, V/72 (1991) s. 309-313.
[2290] Tîbî, Tıbyân, s. 261; Hâşimî, Cevahir, s. 346; Bilgegil, Edebiyat, s. 175; Mecazın hakikat anlamında da kullanılacağına dair örnekler için bkz. Tartan, Ali Nihat, Edebiyat Meseleleri, İstanbul, 1981, s. 181-182.
[2291] Külekçi, Numan, Edebi Sanatlar, 2. Baskı, Ankara, 1999, s. 58-59.
[2292] Bekrî, Şeyh Emin, el-Belagatu'l-Araiyye fî Sevbiha'l-Cedid: İlmil'l-Beyân, 3. baskı, Beyrut, 1990, 11/164.
[2293] Tarlan, Edebiyat, s. 153.
[2294] Bekrî, Belagat, H/166.
[2295] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 392-394.
[2296] Molcho, Beden Diii, s. 164; Baltaş, Bedenin Dili, s. 53.
[2297] Molcho, Beden Dili, s. 165; Baltaş, Bedenin Dili, s. 54.
[2298] Baltaş, Beden Dili, s. 55.
[2299] Cooper, Sözsüz, s. 119
[2300] Cooper, Sözsüz, s. 120.
[2301] Baltaş, Bedenin Dili, s. 61.
[2302] Baltaş, Bedenin Dili, s. 62-68; Pease, Beden Dili, s. 42. 1
[2303] Baltaş, Bedenin Dili, s. 68.
[2304] Pease, Beden Dili, s. 59-60; Baltaş, Bedenin Dili, s. 71-72; Cooper, Sözsüz, s. 141.
[2305] Cooper, Sözsüz, s. 140.
[2306] Baltaş, Bedenin Dili, s. 75-77; Cooper, Sözsüz, s. 135.
[2307] Cooper, Sözsüz, s. 138.
[2308] Pease, Beden Dili, s. 53.
[2309] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 394-397.
[2310] Molcho, Beden Dili, s. 163.
[2311] Türkçe Sözlük, I/442.
[2312] İbn Manzûr, Lisan, XV/419-426.
[2313] Türkçe Sözlük, I/368.
[2314] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 397-399.
[2315] Türkçe Sözlük, 1/442.
[2316] İbn. Manzûr, Lisan, XV/41 9.
[2317] Tâhâ: 20/22.
[2318] Bkz. A'râf: 7/108; Neml: 27/12; Kasas: 28/32.
[2319] Bkz. Bakara: 2/249.
[2320] Bkz. A'râf: 7/195.
[2321] Bkz. Nûr: 24/40.
[2322] Bkz. Sâd: 38/44.
[2323] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 399-400.
[2324] Molcho, Beden Dili, s. 166.
[2325] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 400.
[2326] Âl-i İmrân: 3/118-119.
[2327] Kurtubî, Cami', II (c. 4) 182; Krş.: İbn Manzûr, Lisân, XV/424.
[2328] Kurtubî, Cami', a.y.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 400-401.
[2329] Kurtubî, Cami', ay: Krş. : İbn Manzûr, Üsân, a.y.
[2330] Furkân: 25/26-27.
[2331] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 401-402.
[2332] İbn Manzûr, Lisân, XV/424.
[2333] İbrahim: 14/9.
[2334] Bkz. Kurtubî, Cami', V (c. 9), 354; Ebû Hayyân, Bahr, V/408-9.
[2335] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 402.
[2336] Tîbî, Tibyan, s. 263; İbn Manzûr, Lisân, XV/423; Krş.: Türkçe Sözlük, I/387.
[2337] A’raf: 7/149.
[2338] Tîbî, Tİbyân, a.y.
[2339] Bkz. Türkçe Sözlük, I/445.
[2340] Kurtubî, Cami', IV (c. 7), 286; Ebû Hayyân, Bahr, IV/393.
[2341] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 402-403.
[2342] İbn Manzûr, Lisan, XV/421.
[2343] Hâşimî, Cevahir, s. 293.
[2344] İbn Manzûr, Lisân, XV/422.
[2345] İbn Manzûr, Lisân, a.y.
[2346] Zâriyât: 51/47.
[2347] İbn Manzûr, Lisan, XV/422; Krş.; Zâriyât, 51/47; Bu âyet (51/47) aynı zamanda Modern bilimin tespit ettiği "evrenin genişlemesi" anlayışının ön habercisidir. (Esed, Mesaj, 111/1071, 30 nolu dipnot).
[2348] Bkz. Kurtubî, Cimi', IX (c. 17), 52; Krş. : İbn Manzûr, Lisân, a.y.
[2349] Bkz. Ebû Dâvûd, Cihâd, 147; Diyât 11; Nesâî, Kâsâme, 9, 13; İbn Mâce, Diyât, 31; Ahmed, 1/122.
[2350] İbn Manzûr, Lisân, a.y.
[2351] Sâd: 38/45.
[2352] İbn Manzûr, Lisân, XV/423.
[2353] Tîbî, Tıbyân, s. 263; İbn Manzûr, Lisân, XV/423; Krş.: A'râf: 7/149.
[2354] İbn Manzûr, Lisân, a.y.
[2355] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 403-405.
[2356] İbn Manzûr, Lisân, 11/512-514; Ebu'l-Bekâ, Külliyât, s. 28.
[2357] Bkz, Buharı, isti'zan, 27; Tirmizî, İsti'zan, 31; Ebû Dâvûd, Edeb, 146; İbn Mâce, Taharet, 80.
[2358] Râğıb, Müfredat, s. 416-17; İbn Manzûr, Lisân, 11/515.
[2359] Ebu'l-Bekâ, Külliyât, s. 562-66.
[2360] Bakara: 2/109; Buhârî, Edeb, 115; İsti'zan, 20; Tefsir, Sûre, 48/3; Müslim, Cihâd, 116; Tirmizî, Birr, 69; Ahmed, VI/174.
[2361] Mâide: 5/13.
[2362] Hicr: 15/85.
[2363] Nûr: 24/22.
[2364] Zuhruf: 43/89.
[2365] Teğabun: 64/14.
[2366] İbn Manzûr, Lisân, VIII/26.
[2367] Feth: 48/10, 18.
[2368] Bkz. Tevbe: 9/111; Mumtehine: 60/12; Bakara: 2/282.
[2369] Örnekler için bkz. Buharı, imân, 43; Cihâd, 110; Ahkâm, 43, 45, 47; Diyat, 22; Müslim, imân, 97; Hacc, 489; Kâsâme, 10; Nesâî, Beyat, 6, 22; Ebû Dâvûd, imâre, 25; Edeb, 59; Me-lahim, 35; Muvatta, Zekat, 49; Dârimî, Buyu, 9,
[2370] Bkz. Buharı, isti'zan, 27, 28; Mağazi, 79; Müslim, Tevbe, 53; Ebû Dâvûd, Cihâd, 16; Edeb, 143, 146; Tirmizî, Kıyâme, 46; isti'zan, 31; İbn Mâce, Taharet, 80; Dârimî, Vücud, 108; Ah-med, 111/212, V/163, 250, 417.
[2371] Bkz. Nesâî, Beyat, 18; İbn Mâce, Cihâd, 43; Muvatta, Bey'at, 3; Ahmed VI/305, 357.
[2372] Bkz. Buhârî, Talak, 20; Sürüt, 1; Ahkâm, 49; Müslim, imâre, 88; Nesâî, Cenâiz, 15; İbn Mâce, Cihâd, 43; Ahmed, 111/197; Vl/27, 367.
[2373] Bkz. Molcho, Beden Dili, s. 249-251; Baltaş, Bedenin Dili, s. 86-87; Pease, Beden Dili, s. 47-51.
[2374] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 405-407.
[2375] Cooper, Sözsüz, s. 131.
[2376] Baltaş, Bedenin Dili, s. 83.
[2377] Pease, Beden Dili, s. 51; Baltaş, Bedenin Dili, s. 84
[2378] Feth: 48/10.
[2379] Feth: 48/18.
[2380] Kurtubî, Cami', VIII (c. 16) 267-68.
[2381] Tirmizî, Fıten, 7; Nesâî, Tahrim, 6,
[2382] İbn Manzûr, Lisân, XV/422.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 407-408.
[2383] Tevbe: 9/29.
[2384] Tîbî, Tıbyân, s. 221.
[2385] Tîbî, a.g.e., a.y. ; İbn Manzûr, Lisân, XV/424; Krş.: Tevbe: 9/29.
[2386] Bkz. Zamahşerî, Keşşaf, ü/184; Tîbî, Tıbyân, a.y.
[2387] Zamahşerî, Keşşaf, II/185; Kurtubî, Cami', IV (c. 8) 115.
Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 409.
[2388] Bakara: 2/195.
[2389] Leheb, 111/1.
[2390] Taberî, Cami', II (c. 2) 205; Zamahşerî, Keşşaf, I/343; IV/296; Kurtubî, Cami', I (c. 2) 363; X (c. 20) 235-36; Âlûsî, Ruh, II/78, XXX/260.
[2391] Bkz. Yâsîn: 36/71; Sâd: 38/75.
[2392] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 410.
[2393] Bakara: 2/195.
[2394] Bakara: 2/195.
[2395] Taberî, Cami', I (c. 2), 205.
[2396] Kurtubî, Cami', ! (c. 2) 363,
[2397] Türkçe Sözlük, I/368.
[2398] Bkz. Bakara: 2/237; Âl-i İmrân: 3/26, 73; Nisa: 4/91; Enfâl: 8/70; Tevbe: 9/14-52; Mûminun: 23/88; Rûm: 30/41; Sâd: 38/75; Yâsîn: 36/83; Fetih: 48/24; Hadîd: 57/29; Mülk: 67/1.
[2399] Bkz. Bakara: 2/95-97-255; Al'i İmran: 3/3-182; Yûsuf: 1 2/111, A'râf: 7/57; Ra'd: 13/11; Furkân, 25/48; Sebe: 34/2-31-46; Yûnus: 10/37; Mâide: 5/46-48; Hac: 22/10; Mücadele: 58/12-13, Fussilet: 41/42; Hucurât: 49/1.
[2400] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 410-411.
[2401] Rûm: 30/41.
[2402] Râğıb, Müfredat, s. 846; İbn Manzûr, Lisân, XV/425.
[2403] Tevbe: 9/30.
[2404] Râğıb, Müfredat, a.y.
[2405] Nisa: 4/77.
[2406] Bkz. Nisa. 4/77- 84-91; Mâide: 5/11-110; Fetih: 48/20-24.
[2407] Mâide: 5/64; İsrâ: 17/29.
[2408] Tevbe: 9/67; İsrâ: 17/29.
[2409] Mâide. 5/64; İsrâ: 17/29.
[2410] Mâide: 5/28.
[2411] Hûd: 11/70.
[2412] Türkçe Sözlük, 1/445.
[2413] Rûm: 30/41; Bakara: 2/79; Şu'arâ: 42/30; Yâsîn: 36/45.
[2414] Hac: 22/10; Kehf: 18/57; Nebe: 78/40.
[2415] İbn Manzûr, Lisan, XV/425.
[2416] Rûm: 30/41.
[2417] Zamahşerî, Keşşaf, III/224; Kurtubı, Cami', VII (c. 14), 41.
[2418] Bkz. Harun, Tehzib, s. 202-206.
[2419] Enfâl: 8/5S.
[2420] Buhârî, Tefsir, sûre, 59/1.
[2421] Haşr: 59/2.
[2422] İbn Manzûr, Lisân, 1/347.
[2423] Zamahşerî, Keşşaf, IV/80; Kurtubî, Cami, IX (c. 18)= 4.
[2424] Bkz. Haşr: 59/4.
[2425] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 411-414.
[2426] Schober, Beden Dili, s. 79.
[2427] Baltaş., Bedenin Dili, 5. 95.
[2428] Cüceloğlu, İnsan, s. 273-4.
[2429] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 414-416.
[2430] Cooper, Sözsüz, s. 51; Battaş, Bedenin Dili, s. 112.
[2431] Molcho, Beden Dili, s. 111-12.
[2432] Molcho, Beden Dili, s. 112.
[2433] Cooper, Sözsüz, s. 51.
[2434] Molcho, Beden Dili, s. 11 9; Baltaş, Bedenin Dili, s. 99; Schober, Beden Dili, s. 85.
[2435] Baltaş, Bedenin Dili, s. 105.
[2436] Cooper, Sözsüz, s. 52; Baltaş, Bedenîn Dili s. 108.
[2437] Molcho, Beden Dili, s. 114.
[2438] Bkz. Hıcr: 15/47; A'râf: 7/43; Haşr: 57/10.
[2439] Molcho, Beden Dili, s. 11 2-113.
[2440] Baltaş, Bedenin Dili, s. 95-6; Pease, Beden Dili, s. 91-2.
[2441] Baltaş, Bedenin Dili a.y.
[2442] Cooper, Sözsüz, s. 54-55.
[2443] İsrâ: 17/9.
[2444] Bakara: 2/129; Âl-i İmrân. 3/164; Cuma: 62/2.
[2445] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 416-418.
[2446] Nûr: 24/60.
[2447] Nisa: 4/95.
[2448] Fazla bilgi için bkz. İbn Manzûr, Lisan, 111/357-61.
[2449] Izutsu, Allah, s. 15.
[2450] Izutsu, Allah, s. 21-22.
[2451] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 418-419.
[2452] Bkz. Kurtubî, Cami', IV (c. 7), 12; Kâsimî, Muhammecl Cemaluddin, Mehâsinu't-Te'vil, thk. M. Fuad Abdulbaki, 1. baskı, Mısır, 1957/1376, V/1612.
[2453] Kâsimî, Mehâsin, a.y.
[2454] En'âm: 6/68.
[2455] Nisa: 4/140.
[2456] Kurtubî, Cami', III/417, Kâsimî, Mehâsin, a.y.
[2457] Bkz. Nisa: 4/540
[2458] Kâsimî, Mehâsin, V/1612.
[2459] Bkz. Kurtubî, Cami'.. III (c, 5), 12-14; Kâsimî, Mehâsin, V/1612-13.
[2460] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 419-420.
[2461] Nûr: 24/60.
[2462] Nisa: 4/95.
[2463] Nûr: 24/60.
[2464] İbn Manzûr, Lisan, 111/361.
[2465] Nisa: 4/95.
[2466] Âl-i İmrân: 3/168.
[2467] Mâide: 5/24.
[2468] Tevbe: 9/81.
[2469] Tevbe: 9/83
[2470] Tevbe: 9/86.
[2471] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 420-421.
[2472] Araf: 7/86.
[2473] Razî, Mefâtih, VII (c. 14), 182; Kurtubî, Cami', IV (c. 7) 249; İbn Kesîr, Tefsîr, 11/231-2; Kasimî, Mehâsin, VII/2812.
[2474] Zamahşerî, Keşşaf, II/94; Râzî, Mefâtih, a.y.
[2475] A'râf: 7/16.
[2476] Skz. Zamahşerî, Keşşaf, N/70, 94; Râzî, Mefâtih, VI1/ (c. 14),41,182
[2477] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 421-422.
[2478] Tevbe: 9/5.
[2479] İbn Manzûr, Lisân, III/178.
[2480] İbn Manzûr, Lisân, a.y.
[2481] Bkz. Cin: 72/8-9.
[2482] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 422-423.
[2483] İsrâ: 17/22.
[2484] İbn Manzûr, Lisân, Xl/202.
[2485] Kutub, Fi Zilâl, IV/2220.
[2486] Isrâ: 17/29.
[2487] İbn Manzûr, Lisan, XII/557.
[2488] İbn Manzûr, Lisân, IV/188.
[2489] Kutub, Fi Zilâl, IV/2223.
[2490] Ebû Hayyân, Bahr, VI/31.
[2491] Ebû Hayyân, Bahr, a.y.
[2492] Bkz. İsrâ: 17/29.
[2493] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 423-425.
[2494] Molcho, Beden Dili, s. 114.
[2495] Bkz. Hicr: 15/47.
[2496] Bkz, Duhân: 44/51-3.
[2497] Bkz. Kehf: 18/31.
[2498] Bkz. Vâkı'a: 56/15-6; Saffât: 37/44.
[2499] Baltaş, Beden Dili, s, 39.
[2500] Bkz. Vâkı'a: 56/15-6; Saffât: 37/44.
[2501] Bkz. Râzî, Mefâtih, X (c. 19) 197.
[2502] Bkz. İbn Manzûr, Lisân, IV/361.
[2503] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 425-426.
[2504] Bkz. Cüceloğlu, İnsan, s. 273.
[2505] Bkz. Buhârî, Cenâiz, 47, 48; Nesâî, Cenâiz, 45, 46, 47; Ebû Dâvûd, Cenâiz, 43; Tirmizî, Cenâiz, 52; İbn Mâce, Cenâiz, 35.
[2506] Buhârî, Cenâiz, 50.
[2507] Ebû Dâvûd, Edeb, 143, 144.
[2508] Bkz., Ebû Dâvûd, Edeb, 144.
[2509] Bkz., Ebû Dâvûd, Edeb, 151, 152.
[2510] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 426-427.
[2511] Tevbe: 9/45.
[2512] Tevbe: 9/38.
[2513] Tevbe: 9/46.
[2514] Râzî, Mefâtih, VIII (c 16), 80.
[2515] Tevbe: 9/46.
[2516] Tevbe: 7/47.
[2517] Kutub, Fi Zilâl, 111/1663.
[2518] Nisa: 4/142.
[2519] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 427-429.
[2520] Molcho, Beden Dili, s. 101; Schober, Beden Dili, s. 39.
[2521] Molcho, Beden Dili, s. 102.
[2522] Malcho, Beden Dili, s. 107.
[2523] Molcho, Beden Dili, s. 104.
[2524] Bkz. Cooper, Sözsüz, s. 122; Molcho, Beden Dili, s. 107-108.
[2525] Cooper, Sözsüz, a.y.
[2526] Cooper, Sözsüz, a.y.
[2527] Bkz. İsrâ: 17/37; Lokman: 31/18.
[2528] Bkz. Lokman: 31/19; Furkân: 25/65.
[2529] Bkz. Kasas. 28/25.
[2530] Bkz. Nûr: 24/31.
[2531] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 429-431.
[2532] İsrâ. 17/31-35.
[2533] İsrâ.17/36.
[2534] İsrâ: 17/36-39.
[2535] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 431-432.
[2536] Bkz. İbn Manzûr, üsân, II/591.
[2537] Bkz. Türkçe Sözlük, 1/272.
[2538] Türkçe Sözlük, a.y.
[2539] Kutub, Fi Zilâl, IV/2228.
[2540] Lokman, 31/18.
[2541] İbn Manzûr, Lisân, IV/456.
[2542] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 432-433.
[2543] Lokman: 31/19
[2544] İbn Manzûr, Lisân, III/353.
[2545] Furkân: 25/65.
[2546] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 433-434.
[2547] Kutub, Fi Zilâl, V/2577.
[2548] Furkân: 25/65.
[2549] Bkz. Fussilet: 41/17; Rûm: 30/27; Ahkâf: 46/20; En'âm,: 6/93.
[2550] Furkân: 25/65.
[2551] İbn Manzûr, Lisân, Xlll/438-39.
[2552] Elmalılı, Hak Dînî, V/3611.
[2553] Kutub, Fi Zilâl, a.y.
[2554] Bkz. Buhârî, Hac, 94; İmân, 43; Ezan, 21; Müslim, Hac, 268; Ebû Dâvûd, Menâsik, 63; Tirmizî, Hac, 54; Nesâî, Menâsik, 3; Dârimî, Salât, 59; Ahmed, 1/211.
[2555] Kurtubi, Cami', VII (c. 13), 69.
[2556] Kurtubî, Cami', a y. (2 nolu dipnot).
[2557] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 434-435.
[2558] Kasas: 28/4-24.
[2559] Kasas: 28/25.
[2560] Bikâ'î, Burhanuddin ibrahim b. Ömer, Nazmud-DurerfîTenasübi'l-Ayati ve's-Süver, 1. baskı, Haydarabad, 1969/1 984, XIV/268.
[2561] İbn Manzûr, Lisan, XV/85, 87.
[2562] Bikâ'î, Nazm, a.y.
[2563] Kutub, Fi Zilâl, V/2686-87.
[2564] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 435-437.
[2565] Ahzâb: 33/33.
[2566] İbn Manzûr, Lisan, V/290.
[2567] İbn Kesîr, Tefsîr, III482.
[2568] İbn Manzûr, Lisân, 11/212.
[2569] Türkçe Sözlük, I/478.
[2570] Kutub, Fi Zilâl, IV/2511.
[2571] Kutub, Fi Zilâl, a.y.
[2572] Nûr: 24/31.
[2573] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 347-438.
[2574] İbn Manzûr, Lisân, XNl/200.
[2575] Nûr: 24/31.
[2576] Râzî, Mefâtİh, XII (c. 24) 206; Kurtubî, Câmi', VI (c. 12), 229-30.
[2577] Râzî, Mefâtih a.y.
[2578] Tabeâ Cami', X (c. 18), 124; Kurtubî, Cami', VI (c. 12), 238.
[2579] Kurtubî, Cami', a.y.
[2580] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 438-439.
[2581] Bakara: 2/31.
[2582] Rahman: 55/4, Taha: 20/49-50.
[2583] Ali İmran: 3/45-48; Meryem: 19/17-30.
[2584] Muddessir: 74/ 18-25.
[2585] Mutaffifin: 83/24; Rum: 30/48.
[2586] Zuhruf: 43/17.
[2587] Abese: 80/1-6.
[2588] Nahl: 16/58.
[2589] Bakara: 2/19.
[2590] Bakara: 2/273.
[2591] Muddessir: 74/18-25.
[2592] Schober, Beden, s.61.
[2593] Bkz. Meryem: 19/4-6)
[2594] Bkz. Munafikun: 63/5
[2595] Bkz. İbrahim: 14/43.
[2596] Bkz. İsra: 7/51.
[2597] Bkz. Enbiya: 21/57-65; Secde: 32/12.
[2598] Al-i İmran: 3/106-7; Ankebut: 29/22-23.
[2599] Bkz. Al-i İmran: 3/106; Yunus: 10/26; Zuhruf: 43/17.
[2600] Bkz. Gaşiye: 88/2.
[2601] Taha: 20/111.
[2602] Mülk: 67/27.
[2603] Bkz. Hac: 22/72.
[2604] Ahzab: 33/19.
[2605] Ahzab: 33/10.
[2606] Meryem: 19/26; Taha: 20/40.
[2607] Şura: 42/45.
[2608] Saffat: 37/48.
[2609] Hicr: 1 5/88; Taha: 20/131.
[2610] Kehf, 18/28.
[2611] Maide. 5/83; Tevbe. 9/92.
[2612] Hud: 11/25-26.
[2613] Kalem: 68/51.
[2614] Mülk: 67/4.
[2615] Mümin: 40/19.
[2616] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 441-451.
[2617] Prof. Dr. Necati Kara, Kur’an’da Beden Dili, Bilge Yayınları, İstanbul, 2004: 453-459.