KUR’AN’DA FİRAVUN.. 2

Kur'an'ın Yeni Kitaplığı Hakkında. 2

Önsöz. 2

Firavunluk Ve Firavunlar 2

Birinci Tablo. 3

İkinci Tablo. 13

Üçüncü Tablo. 21

Dördüncü Tablo. 22

Beşinci Tablo. 24

Altıncı Tablo. 36

Yedinci Tablo. 37

Sekizinci Tablo. 49

Dokuzuncu Tablo. 50

Onuncu Tablo. 55

Onbirinci Tablo. 60

Onikinci Tablo. 64

 

 

 


KUR’AN’DA FİRAVUN

 

KURANDA FİRAVUN / yazarı: mevdudi / özgün adı: fıravn fil kur'an / baskıda esas alınan nüsha : el muhtarü'l İslami - kahire / çe­viren: ömer turan / redaksiyon : mehdi akman / tashih: i.e.çetinkaya - ali yenar / kapak ve iç tasarım: çizgi basım yayın organizasyon / dizgi: mecgraf/ ofset hazırlık anons / baskı: engin ofset / birinci ba­sım: ocak 1993

 

Kur'an'ın Yeni Kitaplığı Hakkında

 

Seyyid Kutub'un eserleri arasında ele aldığı konu, işleniş tarzı ve özgünlük bakımından apayrı önemi olan ve "Fizalal-il Kuran a kaynaklık teşkileden "Kur'an'da Edebi Tasvir" ve "Kur'an'da Kıya­met Sahneleri", Şehidin; "Kuranın Yeni Kitaplığı" dizisinden çıka­cak olan Kur'an'da Edebi Tasvir, Kur'an'da Kıyamet Sahneleri, Tev­rat ve Kur'an'a Göre Kıssa, Kur'an'da Vicdana Hitap, Kur'an'da Ede­bi Sunuş Yöntemleri adlı eserlerimi okuyanların kalpleri ve vicdan­ları benim ulaştığım kanaate ve kesin bilgiye kavuşacaktır' cümlele­riyle sunduğu Kur'an Okulunun iki mükemmel örneğini oluştur­maktadır. Seyyid Kutup bu iki eserin dışında Kur'an'ın Yeni Kitaplığı'nı tamamlayamaması, müslümanlar için elbette büyük bir ka­yıptır. Üstelik İslam dünyasında Kuran üzerine hâlâ bu tür çalış­maların yok denecek kadar az olması sözkonusu kaybı bir kat daha artırmaktadır.

Kur'an'da Edebi Tasvir ve Kur'an'da Kıyamet Sahneleri ile üs­lup ve yaklaşım tarzı ortaya konmuş; diziyi oluşturacak diğer eserle­rin adlandırılmasıyla da hedef belirtilmiştir.

Belirtilen hedef ve var olan örneklerden aldığımız cesaretle, di­ziyi tamamlayabilmek amacıyla başta Muhammed Kutup olmak üzere birçok kişinin düşüncesine başvurduk.

"Kur'an'ın Yeni Kitaplığı"nı, Seyyid Kutup'un çerçevesini çizdi­ği tarza uygun bulduğumuz Mevdudi'nin "Kur'an'da Firavun" adlı eseriyle sürdürüyoruz. Bu eserin "Tevrat ve Kur'an'a Göre Kıssa" adıyla hedeflenene yakınlığının yanısıra, tarz ve biçim olarak Edebi Tasvir ve Kıyamet Sahneleri ile şaşırtıcı bir benzerliği var.

Amacımız, "Kur'an'ın Yeni Kitaplığı"nı, bu anlayış çerçevesin­de tamamlayabilmektir.

çizgi yayınları

 

Önsöz

 

Firavunluk Ve Firavunlar

 

Allah (c.c.)'a, çokça hamdedenler gibi hamdeder, pak ve tertemiz olan Rasulüne ve O'nun âline salât ve selam ederim.

Firavunluk her zaman her yerde mevcuttur. Herhangi bir zaman dilimiyle sınırlı olmadığı gi­bi, yeryüzünün herhangi bir bölgesine de özgü de­ğildir.

O bir yaşam tarzıdır... Siyasal ve toplumsal bir düzen, ekonomik strüktür, hukuk sistemi, yö­netim biçimi, kişilik karakteri ve bir ahlâk yapısı­dır.

Kısaca o, toplumu çepeçevre kuşatan bir ha­yat tarzıdır. Nasıl olur da sadece herhangi bir mekâna ve zamana ait olabilir.

Eski Firavunluk örnekleri Kur'an-ı Kerim'de ve tarihte sadece Mısır ile ilgili olarak gelmişse de, bu başka yerlerde bulunmadığı anlamına gel­mez. Ülkeden ülkeye, çağdan çağa kimi ayrıntı­larda farklılıklar olabilir. Bir çoğu iç, pek azı da dış faktörlerden ötürü aralarında nicelik ve nite­lik açısından birbirinden değişik yönleri vardır. Fakat her ne olursa olsun neticede, hepsi de fira­vunluktur.

Firavunların hal ve hareketleri toplumlarına da yansır ve o toplumlar ahmakça uyuşmuş; sü­rekli uyuyan, bilinçlerine perde düşen fîravunlaşmış toplumlar olurlar.

Aslında düşüncemiz, Firavun'un kişiliğinden söz ederken, bunun yanısıra çağdaş firavunlar­dan ve onların sözlerinden örnekler vermekti. Malzemeleri de hazırladık, fakat Allah (c.c.) baş­ka şey irade etti. Derlemesi uzun zaman alan alıntılarımız ve çalışmalarımız maalesef hiçbir işe yaramadı. Kitabın derlemesi geceli gündüzlü dört sene sürdü. Mısır, Nijerya, İngiltere ve Pakistan arasında gidip gelirken kaleme alındı. Kitap, za­fer ve bela arasında bir dizi önemli olaylara ve zor dönemlere şahit oldu. Dolayısıyla bu kitabın say­faları kazıklar sahibinin helaki ile aynı çağı pay­laştı. Kendisiyle yazıldığı mürekkep, temiz ruhla­rın ve güzel şehitlerin kanlarıyla karıştı... Mesa­fenin uzaklığına ve bölgelerin dağınıklığına rağ­men...

Kitabı hazırlarken şu yöntemi kullandım: Kur'an'da Musa ve Firavun kıssasıyla ilgili yerle­ri tesbit ettim. Daha sonra bunları, Üstad Mevdudi'nin "Tefhimul-Kur'an"ından tercüme ettim.

Üstad'ın zikrettikleriyle, İbni Kesir, Şevkânî, Beyzavî ve Alûsî'nin tefsirlerinde anlatılanları karşılaştırdım. Kitabı kaleme alırken mekik do­kuduğum bu ülkelerde ancak bu kadarını yapa­bildim.

Üstad'ın tefsiriyle benim açıklamalarımın arasına (***) işaretini koydum. Kendisinde Fira­vun ismi geçen, fakat dramatik bir tablo sergile­meyen ve hak-batıl çarpışması kıssasında başka olaylara değinen ayetleri buraya almadım.

Tefsir ilminden az çok nasibini alan herkes, müfessirler arasındaki ihtilafın temel bir sorun olmadığını, sadece zahiri farklılıklar olduğunu anlayabilir. Dolayısıyla eşanlamlı kelimeler kul­lanmış olabilirler. Örneğin, Allah'ı soran birine, "O, Rahman'dır" da denilebildiği gibi, "O, yara­tandır" da denilebilir. Ayrıca birçok çeşitleri kapsayan bir sözün tek bir çeşidi belirtilmiş olabilir. Örneğin, biri ekmek istediğinde, ona çörek veya buğday (arpa) ekmeği de verilebilir. (Örnek, Arap dili yapısına göredir)

Bu yüzden bazı ihtilaflar okuyucuya önemli bir sorunmuş gibi geliyor ise de hepsi de birbirine benzer şeylerdir.

Allah'tan bu çalışmayı kendi rızası için halis kılmasını, bunu kulundan kabul etmesini ve aklı olan veya hazır bulunup kulak veren herkese fay­dalı kılmasını dilerim.

Ahmed İdris

İslamabad 27.5.1985

 

Birinci Tablo

 

Allah (c.c.) A'raf sûresinde şöyle buyuruyor:

"Onlardan (peygamberler) sonra Musa'yı mu­cizelerimizle Firavun ve kavmine gönderdik."

Bu sûrede geçen ayetlerde anlatılan kıssala­rın amacı, Allah (c.c.)'ın mesajı kendilerine ulaştı­ğı halde, onu kabullenmeyenlerin kesin helâka uğrayacaklarının belirtilmesidir.

Musa (a.s.), Firavun ve İsrailoğullarını konu edinen bu kıssa, Mekke kâfirlerine, yahudilere ve inananlara pek önemli dersler vermektedir.

Kureyş kâfirlerine, hakka davetin ilk aşama­larında batıl güçlerin, hak güçlerine karşı ağır basma görüntüsüne aldanmayın denilmektedir. Zira tarih şahittir ki, bu tür çalışmalar ilk etapta, koca toplum içerisinde tek kişiyle başlar. Ve hat­ta tek kişi olarak, koca alemde -topsuz silahsız- arkasında süper güçlerin ve kalabalık toplulukla­rın bulunduğu batıla karşı savaşır. Sonuçta da savaşı kazanan odur. Kıssa devamla onlara şunu açıklıyor: Bir bakın... Hakka davet edenleri engel­lemek için kurulan tuzaklar nasıl bozuluyor! Ve yine onun davetini yıpratmak ve onu dara düşür­mek için alınan tedbirler nasıl alt-üst oluyor! Al­lah onları helak etmeden önce, onlara kendilerini düzeltmeleri ve inançlarını sağlamlaştırmaları için ne fırsatlar veriyor. Uyarılara, tenbihlere, öğütlere ve ayetlere kulak asmayıp kıpırdamadık­ları ve eski halleri üzere devam ettikleri sürece ne derslere, ne ibretlere ve ne azaplara muhatap olacaklar!

Muhammed (s.a.v.)'e inananlara da iki ders veriliyor:

1. Sayılarının azlığını, güçlerinin yetersizliği­ni ve düşman güçlerin çokluğunu görüp azimleri­ni kırmamalı ve Allah'ın yardımının son planda gelmesinden ötürü ümitsizliğe kapılmamalıdırlar.

2. İman ettikten sonra yahudiliği benimse­yenlere Allah (c.c.) lanet eder. Nitekim İsrailoğulları bu gazaba ve lanete uğramışdır.

Daha sonra İsrailoğullarına, batıla inanıp ona uymalarının kötü sonuçları anlatılıyor. Konuyu kavramaları için de, apaçık ibretlerle dolu tarih­leri onlar için sergileniyor. Ardından, önceki pey­gamberlerin getirdiği dine bulaştırılan her şeyi ayıklayan ve önlerine çıkıp halis bir şekilde, katıksız gerçek dini onlara sunan peygambere iman etmeye davet ediliyorlar.

"O mucizeleri inkar ettiler..."[1]

Ayetlere zulüm; onu yalanlamak, sihir diye inkara kalkışmak ve iman etmemektir. Nitekim bize edebi bir şiir okuduklarında, bu üstün edebi değeri olan şiir için, kafiyesi bozuk ve vezinleri uyumsuzdur dersek, sadece o şiiri küçümsemiş ol­mayız. Bilakis sanatla, edebiyatla ve şairlikle alay etmiş oluruz. Ayetler için de aynı durum geçerlidir. Zira o ayetlerin Allah tarafından olduğu­nun en kesin kanıtı, bizzat kendileridir. Dolayı­sıyla hiçbir akıllı ins'an o ayetlerin sihir gücüyle veya sihirbazların maharetiyle meydana geleceği­ni söyleyemez. Çünkü sihirbazların bizzat kendi­leri, bu mucizelerin kendi sanatlarıyla bir ilişkisi olmadığını ve kendi tekniklerinin bu kadar geliş­mediğini itiraf etmişlerdir. Demek ki ayetler-mucizeler için sihir demek, sadece onlara hakaret de­ğil belki, "gerçeğe", ve "aklı selime" bir haksızlık­tır.

"Ama bak ki fesatçıların sonu ne oldu!" [2]

Firavun, "güneş tanrısının oğlu" demektir. Eski Mısırlılar yüce rabbleri ve ulu tanrıları olan güneşe "Ra" adını vermişlerdi. Firavun ismi de buradan geliyor.

Eski Mısır inancına göre her kralın iktidarı, tanrı "Ra"nın yeryüzündeki temsilcisi ve cismani görüntüsü olma esasına dayanmalıydı. Bu yüz­den, Mısır'da, iktidara yükselen her aile, insanlara kendisinin güneş tanrılarının soyundan geldi­ğini söylerdi. Her kral, tahtına oturduğunda artık Firavun lakabını alır ve kendini insanlara "En Yüce Rab" olarak tanıtırdı.

Kur'an bize kıssayı anlatırken, iki Firavun'dan söz ettiğini bilmemiz gerekir. Birincisi, Musa (a.s.)'nın evinde yetişip büyüdüğü Firavun; İkincisi ise, Musa (a.s.)'nm İslama davet edip İsrailoğullarını serbest bırakmasını istediği ve so­nunda da boğulan Firavun'dur.

Çağdaş araştırmacılara göre birincisi, M.Ö. 1202-1225 yılları arası hüküm süren Ramses II'dir. İkincisi ise, -ayetlerde zikredilen- idari ko­nularda babası Ramses ile yardımcı olan ve ölü­münden sonra da ülke yönetimini eline alan Miniptah veya Minfitah'dır. Fakat bu bilgi pek sağ­lıklı gözükmüyor. Zira yahudi kaynaklarına göre Musa (a.s.)'nın vefatı M.Ö. 1272 yılındadır.

Her neyse... Bunlar sadece birer tarihi tah­minlerdir. Mısır, yahudi ve hıristiyan takvimleri­ni uzlaştırarak sağlıklı bir sonuç çıkarmak çok güçtür.

Musa (a.s.) dedi ki: "Ben alemlerin Rabbi ta­rafından gönderilmiş bir peygamberim. Allah'a karşı gerçekten başkasını söylememek benim üze­rime borçtur. Size Rabbinizden açık delil (mucize) getirdim, artık İsrailoğullarını benimle gönder," [3]

Allah (c.c.), Musa (a.s.)'yı Firavun'a gönderir­ken iki görev vermişti:

1. Alemlerin Rabbine kulluğa yani İslama ça­ğırmak. 2. Önceleri müslüman olan İsrailoğulları­nı Firavun'un zulüm ve taşkınlığından kurtar­mak. Kur'an bu iki unsuru bazı yerlerde beraber anmış, bazı yerlerde ise sadece birini ele almıştır.

"(Firavun) dedi ki: Eğer bir mucize getirdiysen ve gerçekten doğru söylüyorsan onu göster bakalım. Bunun üzerine Musa asasını (bastonu­nu) yere attı. Bir de ne görsünler o, apaçık bir ej­derha (oluverdi)! Ve elini (cebinden) çıkardı, bir­den bakanlar için o, bembeyaz parlayan bir şey oldu." [4]

Allah (c.c.) bu iki mucizeyi, Musa (a.s.)'ya, Alemlerin Rabbinin, yaratıcısının bir temsilcisi olduğunu kanıtlaması için vermiştir.

Daha önce de değindiğimiz gibi, peygamberler kendilerini insanlara, Allah'ın elçileri olarak tak­dim ettiklerinde, onların şu sözleriyle karşılaşı­yorlardı: Siz gerçekten doğruysanız bize, Allah (c.c.)'m sizi desteklemek amacıyla özel olarak ya­rattığı alışılmadık, olağanüstü bir şeyler göster­melisiniz. Buna karşılık peygamberler de onlara, Kur'an'ın "ayetler", kelamcılarm ise "mucizeler" diye söz ettiği birtakım alâmetler getiriyorlardı.

Bu ayetleri veya mucizeleri tabiat kanunları­na göre meydana gelen olağan durumlarmış gibi göstermeye çalışanlar, aslında Kur'an'a iman ile inkar arasında bir yer edinmeye çalışıyorlar. Böy­le bir durum ise akıl almaz bir hâldir. Çünkü Kur'an, belli yerlerde açıkça bir takım alışılmışın dışında, olağanüstü olaylardan söz etmiştir. Şimdi kalkıp bunları -Kur'an üslubunun yapısına ters olduğu halde- olağan durumlarmış gibi ileri sür­mek kelimelerle oynamaktan başka bir şey değil­dir. Böyle bir saçmalığa da bir açıdan kendisinde olağandışı hadiselerin zikredildiği kitaba inan­mak istemezken, diğer yandan da ancak bir miras olarak babalarının, atalarının dinini reddetmeyi göze alamayanlar başvurur.

Mucizeler konusunda şöyle önemli bir soru var: Allah'ın, evreni belli bir sistemle yönettikten sonra kudreti artık tükendi mi? Devam etmekte olan bu sisteme müdahale edemez mi artık? Yok­sa mülkünün iradesi, onu düzenlemesi, yönetmesi yine O'nun elinde midir? Verdiği hükümler her an geçerli midir? İstediği zaman istediği şekilde, kısmen veya tamamıyla olayların akışını, alışıl­mış düzenini ve eşyanın, tabiatın şeklini değişti­rebilir mi acaba? Her zaman buna gücü var mı?

Buna ilk şıkla cevap verenlerin mucizelere inanmaları imkânsızdır. Çünkü mucize, onların Allah (c.c.)'ı kavrayış biçimlerine zıt, evreni de ta­nımalarına terstir. Fakat bu tip insanlara yara­şan tek şey var ki; o da, hiç çekinmeden, açıkça Kur'an'ı reddetmeleridir. Yoksa tefsir yazmaları değil. Zira Kur'an'ın ağırlık noktası, Allah (c.c.)'ın birinci şekilde düşünülmesinin yanlışlığında ve ikinci şekildeki gibi tasavvur edilmesinin kanıtlamasındadır. Bilakis kim Kur'an delilleriyle ikna olur ve ikinci tasavvur biçimini benimserse, muci­zelere inanması hiç te zor değildir.

Doğal olarak sen eğer yılanların var olabilmesi için normal doğum aşamalarından geçmeleri gerektiğine ve başka yöntemle yaratılmalarının Allah (c.c.)'m gücünün dışında olduğuna inanıyor­san, sana sopanın yılana dönüştüğünü ve sonra tekrar eski haline geldiğini söyleyen kişiyi kesin olarak yalanlamaktan başka çaren kalmayacak! Fakat Allah (c.c.)'ın cansız bir varlığa can verme­sini düşünebiliyorsan, o zaman durum farklıdır. Dolayısıyla senin için sopanın yılana dönüşmesi normal bir hadisedir.

Bu ikisinden birinin sürekli olması, diğerinin ise sadece üç defa olması; ilkinin olağan kabul edilip ikincisinin garip karşılanması için yeterli değildir.

"Firavun kavminden ileri gelenler dedi ki:

"Bu çok bilgili bir sihirbazdır. Sizi yurdunuzdan çıkar­mak istiyor. Ne buyurursunuz?"

Burda kendiliğinden şöyle bir soru ortaya çı­kıyor: Bir adam düşün: Kimsesi yok, fakir köle bir toplumdan kalkmış; Şam'dan Libya'ya, Akde­niz'den Habeşistan'a kadar uzanan geniş bir coğ­rafyanın krallık sarayına girmiş, onları korkut­muş... Hem de Firavun sadece bir kral değil, aynı zamanda bir tanrıydı. Bu adam, böyle bir kralın sarayına girdiğinde, o koca devlet sadece sopayı yılana çevirmesinden korkar da, o tek kişinin tah­tını altüst etmesinden ve kraliyet ailesini ülke yönetiminden uzaklaştırmasından endişe etmez mi?

Bu adam peygamberlik iddiasından ve İsrailoğullarınm serbest bırakılmasını istemekten başka bir şey yapmazken, bu siyasal devrim korkusu da niçin? Halbuki o hiçbir siyasi dava gütmemişti.

Musa (a.s.) peygamberlik iddiasının yanında, genel olarak hayat nizamını değiştirmeyi de he­defliyordu. Bu sorunun karşılığı budur.

Herhangi bir kişinin kendisini insanlara Alemlerin Rabbinin temsilcisi olarak sunması, zo­runlu olarak onların kendisine tam itaat etmele­rini gerektirir. Zira Alemlerin Rabbinin elçisi ita­at edilen ve gözetendir. İtaat eden ve gözetilen değil. Ve bir kafirin hakimiyetini tanımak, pey­gamberlikle bağdaşmaz. Musa (a.s.)'nın ağzından peygamberlik ifadesini duyunca Firavun ve dev­let erkanının ülkede toplumsal, ekonomik ve poli­tik bir devrim olmasından korkmaları işte bun­dandır.

Musa (a.s.)'ın davasının krallık sarayında bu denli yankı yapmasının sebebi neydi acaba? Oysa O'nun kardeşinden başka bir yardımcısı ve pey­gamberliğini kanıtlayan "asanın yılana dönüşme­si" ile "parlayan beyaz el" mucizelerinin dışında bir kanıtı da yoktu. Bence bunun iki sebebi var.

Birincisi: Firavun ve yandaşları, Musa (a.s.)'nın kişiliğini yakından tanıyorlar ve O'nun temiz bir geçmişe sahip olduğunu, olağanüstü şeyler yapabileceğini ve hükümdarlık ve liderlik için de elverişli bir yapıya sahip olduğunu gayet iyi biliyorlardı. Eğer doğruysa, Talmut ve Josephus'un rivayetlerine göre, Musa (a.s.) -fıtrî ye­tteneklerine[5] ve imkanlarına ek olarak- Firavun'un evinde savaş ve idarecilik eğitimi görmüş ve böy­lece gününün ilim ve tekniğini de öğrenmişti. Oy­sa böyle bir eğitimi sadece iktidar ailesinin çocuk­ları alabiliyordu. Habeşistan'a komutan olarak gittiği savaşta kendisini kanıtlamıştı. Ayrıca on yıl çölde çektiği zor koşulların hayatında büyük rolü vardı. Böylece krallık sarayında refah içinde geçirdiği yıllarda gidermesi mümkün olmadığı ki­mi eksikliklerini gidermiş ve kendisini zorluklara göğüs germe konusunda iyice eğitmişti.

Firavun ve taraftarlarının karşısına peygam­berlik iddia ederek, namuslu ve şerefli büyük bir insan olarak çıkınca, tabiki söyledikleri dikkate alınacak ve kendisiyle alay edilemeyecekti.

İkincisi: Firavun ve etrafındakiler, "asa" ve "beyaz el" mucizelerini görünce tamamen bölük pörçük oldular. Zira bu adamın arkasında olağa­nüstü bir gücün varlığına neredeyse kesin olarak inanacaklardı.

Musa (a.s.) için bir yandan sihirbaz deyip, di­ğer yandan da ülkede yönetimi kendilerinden al­masından korkmaları apaçık bir çelişki ve daha ilk mucize karşısında bilinçlerini kaybettiklerinin ve korktuklarının kanıtıydı. Musa (a.s.)'yı gerçek­ten bir sihirbaz olarak düşünüyorlarsa, neden si­yasal bir devrim yapmasından endişe etsinler? Çünkü tarihte sihirbaz gücüyle hiçbir siyasi dev­rim yapıldığı görülmemiştir.

"Dediler ki: O'nu da kardeşini de beklet, şehirlere toplayıcı (memurlar) yolla. Bütün bilgili sihirbazları (toplayıp) sana getirsinler." [6]

Kral yakınlarının sarfettikleri bu sözler, onla­rın sihir ile mucize arasındaki farkı bildiklerini açıkça gösteriyor. Onlar mucizenin gerçek bir de­ğişiklik yaptığını, büyünün ise sadece göz boya­madan ibaret olduğunu biliyorlardı. Bunlarla bir­likte yine de Musa (a.s.)'nın peygamberlik iddiası­nı kabul etmediler ve O'na sihirbaz dediler. Yani, "Biz sopanın yılana dönüşmesinin Allah tarafın­dan bir mucize olduğunu kabul ediyoruz; ama O'nun -Musa (a.s.)'nın- yaptığı da diğerlerininki gibi sihirdir" diyorlardı. Daha sonra da Firavun'a, bütün sihirbazları toplatıp sopalarını yılana dö­nüştürmelerini söylemesini tavsiye ediyorlardı. Böylece Musa (a.s.)'nın mucizesinin etkisini az da olsa kırmayı hedefliyorlardı.

"Sihirbazlar Firavun'a geldi ve

“Eğer üstün gelen biz olursak, bize kesin bir mükafat var mı?” dediler. (Firavun),

“Ey Musa sen mi (önce hüneri­ni ortaya) atacaksın, yoksa önce atanlar biz mi olalım?” dediler.

“Siz atın” dedi.

“Onlar atınca, in­sanların gözlerini büyülediler, onları korkuttular ve büyük bir sihir (ortaya) getirdiler.” Biz de Mu­sa'ya,

Asanı at!” diye vahyettik. Bir de baktılar ki bu, onların uydurduklarını yakalayıp yutuyor." [7]

Musa (a.s.)'nın değneğinin (asasının), sihir­bazların insanlara yılanlarmış gibi gösterdikleri ip ve sopaları yuttuğu anlamı çıkmaz burdan. Kur'an burda asanın yılana dönüşüp onların al­datmacalarını, büyülerini bozduğunu ifade ediyor. Yılana dönüşen asa, ne tarafa yönelip oraya gitmişse, orada ejderler gibi kıvrılan, sürünen, so­pa ve iplerin göz boyayan etkisi yok olmuştur. Bundan sonra da yılanlar gibi gözüken o şeyler eski hallerine dönmüştür.

"Böylece gerçek ortaya çıktı ve onların yap­makta oldukları yok olup gitti. (Firavun ve kav­mi) orada yenildi ve küçük düşerek geri döndüler. Sihirbazlar ise secdeye kapandılar.

Musa ve Ha­run'un da Rabbi olan Alemlerin Rabbine inandık” dediler." [8]

Allah (c.c.) böylece Firavun ve grubunun tu­zaklarını bozdu, hilelerini kendi başlarına geçirdi. Onlar ülkedeki tüm büyü uzmanlarını toplayıp büyükçe bir alanda, insanlara, Musa (a.s.)'nın ya­lancı bir sihirbaz olduğunu kanıtlayıp, en azından O'nun hakkında birtakım şüpheler uyandırmak için gösteri yapacaklardı. Fakat bütün sihirbazlar -ki bunları ülkenin her yanından Firavun getirt­mişti- Musa'nın yaptığının sihir olmadığını, Allah (c.c.) tarafından gelen bir mucize olduğunu anla­dılar ve bu konuda görüş birliğine vardılar. Çün­kü hiçbir büyünün gücü buna yetmezdi.

Bu uygulamalı sınavdan ve pratik deneyim­den geçtikten sonra Musa (a.s.)'nın getirdiğinin sihir olmayıp mucize olduğuna iman ettiler. Artık bundan sonra Firavun’un, halkı bunun tersine ikna etmek için hiçbir fırsatı, imkanı kalmamıştı.

"Firavun dedi ki: 'Ben size izin vermeden O'na iman mı ettiniz? Bu, hiç şüphesiz şehirde (Mısır'da) kıptî olan halkım oradan çıkarmak için kurduğunuz bir tuzaktır. Ama yakında (başınıza gelecekleri) bileceksiniz. Mutlaka ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra da he­pinizi asacağım”. Onlar:

Biz zaten Rabbimize döneceğiz. Sen sadece Rabbimizin ayetleri geldiğin­de onlara inandığımız için bizden intikam alıyor­sun. Ey Rabbimiz üstümüze sabır yağdır ve bizi müslüman olarak öldür” dediler." [9]

Firavun, hilesinin geri teptiğini görünce, son bir hileye daha başvurdu: Her şeyi, Musa (a.s.) ve sihirbazların karşı karşıya gelip anlaştıkları bir tuzak olarak yaymaya çalıştı. Dolayısıyla artık si­hirbazları işkenceyle, asıp kesmekle tehdid etme­ye başlamıştı. Ta ki bu suçu üstlenene kadar.

Fakat O'nun bu kurnazlığı da bir şeye yara­madı. Zira sihirbazlar her işkenceye razı oldukla­rını belirtmişler ve böylece O'na, bu olayın bir an­laşma sonunda varılan bir tezgah olmadığını, Mu­sa'ya gerçekten inandıklarını kanıtlamışlardır. Dolayısıyla O'nun bu tür hileleri artık bırakıp açıkça zulmetmekten başka çaresi kalmamıştı.

Burada kayda değer bir konu da şudur: İman, onların karakterlerinde ve yaşamlarında büyük değişiklikler yaratmıştı. Onlar bu sihirbaz kişilik­leriyle az da olsa bir karaktere sahiptiler. Çünkü Musa'nın saldırısından babalarının-atalarının di­nini korumak için evlerinden çıkıp gelmişler ve Firavun'dan hediyeler, ödüller istemişlerdi. An­cak iman ettiklerinde dereceleri yükselmiş, bü­yük nimetlere sahip olmuşlardı. Öyle ki, önceleri aşağılanarak karşısına çıktıkları Firavunla artık alay ediyorlardı. Bundan sonra onlar karşılaşa­cakları her türlü işkenceye konsantre olmuşlardı. Haktan vazgeçemezlerdi artık.

"Firavun kavminden ileri gelenler dediler ki:

“Musa'yı ve kavmini, seni ve tanrılarını bırakıp yeryüzünde bozgunculuk çıkarsınlar (halkı senin aleyhine) kışkırtsınlar diye bırakacak mısın?” (Fi­ravun) ise,

“Biz onların oğullarını öldürüp, kadın­larını sağ bırakacağız” dedi." [10]

Burda iki tane zulüm çağı olduğunu unutma­mak gerekir. İlk çağda Musa (a.s.)'nın doğumun­dan önce Ramses II hüküm sürüyordu, ikinci çağ ise Musa (a.s.)'nın peygamberliğinden sonra baş­lar. Fakat her iki çağın ortak özelliği; İsrailoğullarının yavaş yavaş tükenmelerini ve diğer milletler-kavimler arasında eriyip gitmelerini sağlamak için erkeklerin öldürülüp kadınların sağ bı­rakılmasıdır.

Büyük bir olasılıkla Milattan önce 1896 yılın­da, Mısır tarihi eserlerinin incelenmesi sırasında bulunan tarihi bir kaynak, sözünü ettiğimiz ikin­ci çağa yönelikti. Çünkü bu kaynakta, Firavun Miniftah'ın bir takım fetih ve hareketlerinden sonra şu yazılıydı: "Geride hiçbir kimse kalma­mak üzere İsrailoğulları tamamen yok edilmiş­tir."

"Elbette biz onları ezecek üstünlükteyiz, dedi. Musa, kavmine dedi ki: 'Allah'tan yardım isteyin ve sabredin. Şüphesiz ki yeryüzü Allah'ındır. Kullarından dilediğini ona varis kılar. Sonuç ise (Allah'tan korkup günahtan) sakınanlarındır.'

Onlar da, 'Sen bize (peygamber olarak) gelmeden önce de, geldikten sonra da bize işkence edildi' de­diler. (Musa):

“Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı helak edecek ve onların yerine sizi yeryüzüne ha­kim kılacak da nasıl hareket edeceğinize baka­caktır” dedi.

Andolsun ki, biz de Firavun ailesini ders alsınlar diye, yıllarca kuraklık ve mahsul kıtlığı ile cezalandırdık. Onlara bir iyilik (bolluk) gelince, 'Bu bizim hakkımızdır. (Bizim yüzümüz­den geldi, ve kendi davranışımızla bunu elde ettik dediler). Eğer kendilerine bir fenalık gelirse, Mu­sa ve O'nunla beraber olanları uğursuz sayarlardı. (Onların yüzünden kıtlık ve belaya uğradıkla­rını iddia ederlerdi). Bilesiniz ki, onların uğursuz­luğu Allah katındadır, fakat onlardan çoğu bunu bilmezler. Ve dediler ki: Bizi sihirlemek için ne mucize getirirsen getir, biz sana inanacak deği­liz." [11]

Firavun ve aristokrat kesimin gördükleri şe­yin sihir olmadığını bildikleri halde hâlâ ısrar et­meleri, inat, kibir ve inkardan başka bir şey de­ğildir. Herhangi bir kara cahil bile yıllarca ülkeyi kasıp kavuran kıtlığın ve verimsizleşen toprağın bu hale gelmesini bir sihirbazın büyüsüne bağla­maz. Kur'an şöyle der:

"Ayetlerimiz onların gözle­ri önüne serilince, 'Bu apaçık bir sihirdir' dediler. Vicdanları da bunların doğruluğuna tam kanaat getirdiği halde, zulüm ve kibirlerinden ötürü on­ları bile bile inkar ettiler".[12]

"Biz de ayrı ayrı mucizeler olarak onların üze­rine tufan gönderdik." [13]

Burda "tufan"dan kasıt, dolu ile beraber ya­ğan yağmur fırtınasıdır. Bununla beraber herşeyin tufanı da olabilir. Tevratın ifadesine göre, do­lu ve yağmur tufanıdır. Biz de (doğru olma ihti­maliyle) bu anlamı tercih ediyoruz.

"(Ayrı ayrı mucizeler olarak) Çekirge, haşa­rat... (gönderdik)"

Ayette geçen "kummel" kelimesinin birçok an­lamı vardır. Güve, kurtçuk, sinek, sivrisinek, çe­kirge, tahıl biti anlamlarına gelir. Muhtemeldir ki, geniş anlamı olan bu kelime burda; bit ve siv­risineklerin insanlara, kurtçukların ise ekinlere aynı anda musallat olmasından dolayı kullanıl­maktadır.[14]

"Biz de ayrı ayrı mucizeler olarak kurbağalar ve kan gönderdik; yine de büyüklük tasladılar ve günahkâr bir kavim oldular. Azap üzerlerine çö­künce, 'Ey Musa! Sana verdiği söz hürmetine, bi­zim için Rabbine dua et, eğer bizden azabı kaldırırsan, mutlaka sana inanacağız ve muhakkak İsrailoğullarını seninle göndereceğiz' dediler. Biz, ulaşacakları bir müddete kadar onlardan azabı kaldırınca hemen sözlerinden dönüverdiler. Biz de, onların ayetlerimizi yalanlamaları ve onlar­dan gafil kalmaları sebebiyle kendilerinden inti­kam aldık ve onları denizde boğduk. Hor görülüp ezilmekte olan o kavmi (yahudileri) de içini (bol­luk ve) bereketle doldurduğumuz yerin doğu ve batı taraflarına mirasçı kıldık." [15]

Yani Filistin topraklarına varis kılındıkları anlamına gelir bu! Fakat bazıları bundan Mısır topraklarını anlamışlardır. Kur'an'daki işaretler de bu konuyu açıklamaz. Nitekim tarihte ve eski eserlerde de konuyla ilgili sağlam bir belge yok. Biz de bu yüzden, bu anlamı tercih etmekte endi­şe ediyoruz.

"Rabbinin İsrailoğullarına verdiği güzel söz, (onların) sabırlarına karşılık yerine geldi. Fira­vun ve kavminin yapmakta olduklarını (binaları) ve yetiştirdikleri bahçeleri helak ettik." [16]

Kitabımızdaki ilk tabloyu A'raf Suresinin ayetleri sergiliyor. Musa ve Firavun kıssasından önce, peygamberlere isyan eden kavimlerin kıssa­ları anlatıldı. Nuh (a.s.)'un kavmiyle, Hud (a.s.)'ün Ad ile, Salih'in Semud ile, Lut (a.s.)'un kavmiyle ve Şuayb (a.s.)'ın da Medyenle ilgili kıs­salarına hep değinildi.

Bu toplumlardan her birinin suçu vardı. Bü­tün peygamberlerden her birinin davetinin üslu­bu ve ifadeleri farklı olsa bile hepsi ortak bir te­mele dayanıyordu: Alemlerin Rabbine teslim ol­mak ve doğru yola dönmek.

Kur'an, kıssaları aktarırken, birtakım gerçek­leri de ifade ediyor:

1- "Biz hangi ülkeye bir peygamber gönderdiysek, ora halkını, (peygambere başkaldırmasınlar ve bize) yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır." [17]

2- "O (peygamberlerin gönderildiği) ülkelerin halkı insanlar ve (Allah'ın azabından) korunsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden ni­ce bereket (ve bolluk kapılarını) açardık." [18]

3- "Allah'ın tuzağından (onlara mühlet verip de sonra ansızın yakalamasından) emin mi oldu­lar? Fakat ziyana uğrayan topluluktan başkas ı, Allah'ın (böyle) mühlet vermesinden emin olmaz." [19]

4-"İşte o ülkeler -ki sana onların haberlerin­den bir kısmını anlatıyoruz- andolsun ki, peygam­berleri onlara apaçık deliller (mucizeler) getirmiş­lerdi. Fakat önceden yalanladıkları gerçeklere iman edecek değillerdi. İşte kafirlerin kalplerini Allah böyle mühürler. Onların çoğunda, sözde durma (diye bir şey) bulamadık. Gerçek şu ki: On­ların çoğunu yoldan çıkmış bulduk." [20]

Kur'an kıssaları anlatmaya yeniden dönüyor. Bu sefer başka bir peygamber ve değişik bir küfür topluluğunun kıssasını anlatmakla başlıyor işe.

"Onlardan sonra Musa'yı mucizelerimizle Fi­ravun ve kavmine gönderdik de o mucizeleri in­kar ettiler. Ama bak ki, fesatçıların sonu ne ol­du?" [21]

Bütün peygamberleri Allah (c.c.) mesajlarla, ayetlerle kavimlerine göndermişti. Fakat Musa ve Yusuf (a.s.)'un durumları böyle değildi. Evet onlar da Mısır'daki insanlara gönderilmişlerdi, ancak onların yöntem ve metodları diğerlerinkinden çok farklıydı.

Nuh, Şuayb, Lut, İbrahim (a.s.)'in metodları insanlara genel davet yapmak, onları belli bir çatı altında toplamaktı. Yusuf ve Musa (a.s.) ise böyle değildiler. Yusuf (a.s.) davetini gerçekleştirirken halktan ziyade, onların liderini muhatab almıştı. Tarihi kaynaklara, Talmut'un ve Tevrat'ın riva­yetlerine göre zamanın Firavun'u, Yusuf (a.s.)'a iman etmiştir. Musa (a.s.) da çatışmaya, zamanın Firavun'unda somutlaşan toplum düzeninin lideriyle başlamıştır. Diğer peygamberler neden bu metodu izlememişlerdir? Veya başka bir ifadeyle: Niçin Musa ve Yusuf (a.s.) davet görevlerini, di­ğer peygamberlerinkinden farklı bir yöntemle uy­gulamaya çalışmışlardır?

Kafası olan herkesin anlayabileceği şekilde Kur'an buna işaret ediyor. Mısır'da davet ilk etapta düzenin başına yönelik yapıldığında daha çabuk meyve veriyor. Zira toplulukların karakter­leri, yaratılış tarzları farklıdır. Mısır halkı karak­ter olarak, baştaki liderlere bağımlıdır. Eğer başa kafir geçerse, ona boyun eğer, eğer bir mümin li­der olursa da ona ayak uydurur. Allah, yarattık­larının karakterlerini daha iyi bilir.

Biz bunu gelişigüzel söylemiyor, geçmişten ve yakın tarihten öğreniyoruz. Tarihte, kendilerini sömüren İskender'e ve Batlamyus ve karısına tapmışlar; onlar için tapmaklar yapmışlar, anıt­lar dikmişlerdir. Oysa İskender ve Batlamyus Mı­sır halkına savaş açmış ve ülkeyi ele geçirmişler­dir. Yakın tarihe gelince, bugün durum zaten bellidir. Ayrıca belirtmeye gerek yok.

Allah (c.c.) Musa (a.s.)'yı mucizelerle gönder­miştir, fakat onlar o mucizelere zulmettiler. Zulüm aslında, bir şeyi uygun olmayan bir yere koy­maktır. Onu gerektiği gibi kabullenememek, hep bunların, Allah'ın ayetlerine karşı yaptıkları zu­lümdür.

"Bak ki" şeklindeki hitap, düşünen ve ibret alanlara olduğu gibi Resulullah (s.a.v.)'a da yöne­lik olabilir. Ayetin sonunda, Firavun ve yandaşla­rı için, "onlar" yerine "fesatçılar" ifadesi kullanıl­mıştır. Bu, zulmün, fesadı gerektirdiğinin imasıdır. Şüphesiz, her zalim fesatçıdır. "Bak ki, onla­rın sonu ne oldu" yerine, şöyle buyurmuştur Allah (c.c): "Bak ki fesatçıların sonu ne oldu?" Yani Fi­ravun ve ileri gelenlerin sonu...

"Musa dedi ki: Ey Firavun! Ben Alemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Allah'a karşı hakikatin dışında bir şey söyleme­mek benim üzerime borçtur. Size Rabbinizden açık delil (mucize) getirdim. Artık İsrailoğullarını benimle gönder". [22]

Bundan sonraki bölümde Kur'an, olayların detaylarına iniyor... Firavun ve grubunun Al­lah'ın ayetlerine karşı zulümlerini ele alıyor.

Musa diyor ki: Ey Firavun, gücünü, imanın­dan alan mümin, daima kafir ve zalime üstündür. Ben, alemlerin, benim, senin, gelmiş ve gelecekle­rin Rabbi tarafından gönderilen bir peygambe­rim. Ben sadece doğruyu söylemekle yükümlü­yüm.

Bu, Firavun ve çevresindekilerin, Musa (a.s.)'ya attıkları sihirbazlık, yalancılık ve delilik iftirasına bir cevaptır. Eğer Musa başka birinin elçisi olmuş olsaydı, o zaman az da olsa yalan ve­ya iftira sözkonusu olabilirdi. Fakat O, -kendisi de ifade ettiği gibi- Alemlerin Rabbinin, efendisi­nin, sahibinin, hakiminin bir elçisidir. Alemlerin Rabbinin elçisi de şüphesiz sadece doğruyu söyle­mekle sorumludur.

Sonra söze başlıyor: Ben Rabbiniz tarafından açık bir delil ve kesin bir alametle geldim. Artık İsrailoğullarını bırakın da benimle beraber kutsal topraklara gitsinler.

Bu konuşma -Firavun'un cevabı az sonra gelecek- Musa (a.s.) ile Firavun'un ilk karşılaşmala­rında değil, aralarında birçok olaylar geçtikten sonra olmuştur. Bu olaylar Kur'an'm değişik yer­lerinde zikrediliyor. Burda ise konu kesilmiştir. Musa (a.s.)'nın, "Size getirdim", "Sizin Rabbiniz" derken, kimse bundan bir iltifat anlamı çıkarma­sın. O'nun böyle söylemesinin sebebi, Firavun ve yanmdakilerin tümüne hitap etmesindendir.

"(Firavun) dedi ki: Eğer bir mucize getirdiysen ve gerçekten doğru söylüyorsan onu göster bakalım." [23]

Firavun'un, Musa (a.s.)'ya cevabı budur işte. Musa (a.s.) eğer gerçekten Allah'ın elçisiyse, Firavun'a gösterecek bir delili olmalıdır. Zira peygam­berlik iddiasının doğruluğunu kanıtlayan tek şey ayet mucizedir.

Nas burda, Firavun'un Allah'ın varlığına kar­şı çıkmadığını ve Musa (a.s.)'dan Allah'ın varlığını kanıtlamayı değil, sadece kendisinin Allah (c.c.) tarafından gönderilen bir peygamber oldu­ğunu isbat etmesini istiyor. Bu konuyu ilerde ay­rıntılarıyla ele alacağız.

"Bunun üzerine Musa, asasını (bastonunu) yere attı. Bir de ne görsünler o, apaçık bir ejderha (oluverdi)." [24]

Asanın nasıl ve hangi ağaçtan olduğunu bil­mek hiçbir şey kazandırmaz bize. Önemli olan, Musa (a.s.)'nın asasını atıp büyükçe bir ejderhaya dönüşmesi olayıdır. Onun ejderha olduğundan da kimse şüphe edemez... Ayette geçen "Apaçık" keli­mesinin anlamı budur.

"Ve elini (cebinden) çıkardı, birden o da ba­kanlar için bembeyaz parlayan bir şey oldu." [25]

Musa (a.s.) elini cebinden veya koltuğunun al­tından çıkardığında, eli parlıyordu. Bazıları Tev­rat rivayetlerinden etkilenerek, "alacabeyazlık gi­bi" beyaz demişlerdir. Fakat bu görüş sakattır. Müfessirlerin çoğu ilk manayı benimsemişdir. Üs­tadımız da açıklama ve çevirisinde bunu tercih et­miştir.

Burda kısaca durup, o günkü toplumun arka planda kalan bazı özelliklerini anlatacağız. Zira görüyoruz ki, bu ayetler gelişigüzel gönderilme­miştir. Allah'ın gönderdiği bu mucizelerin, o top­lumun tarihi, inançları ve adetleriyle sıkı ilişkisi vardır. Firavunlar,"Ra" adında bir "güneş tanrı­sına tapıyorlardı. Firavun'un krallığı, "Ra"nın oğlu veya gölgesi olma veya tanrı "Ra"nın kendi­sinde insan şekline bürünmesi esasına dayalıydı.

Görüldüğü gibi, güneşin, eski Firavunların dini inançlarında, tarihlerinde ve edebiyatlarında önemli bir yeri vardır.

İbni Kesir ve diğer hadis imamlarının bazı ri­vayetlerini dikkate alırsak, Musa (a.s.)'nın elinin güneşten daha çok parladığım ve yerle gök ara­sındaki her yeri aydınlattığım öğreniyoruz. Bun­dan da, "Musa (a.s.)'nın "parlayan eli" ile eski Mı­sırlıların inançları arasında derin bir bağlantı ol­duğu sonucunu çıkarabiliriz. Işık saçan ve her ye­ri aydınlatan özelliğinden ötürü güneşe tapılıyorsa; Musa (a.s.)'nın elinin güneşe nisbetle daha kuvvetli bir şekilde parlaması da, Musa'nın ilahı­nın, onların tanrılarından çok daha büyük oldu­ğuna dair bir imajdır.

Ejderha da kutsal hayvanlardan sayılıyordu. Kutsal ejderler Mısır'ın her yerine yayılmışlardı. Her tanrının adı birer ejder resmine verilmişti. Daha sonra da bu adet, tapınaklarda canlı bir ör­neğinin bulundurulmasıyla devam etti.

Firavunlar ejderi bir güç sembolü olarak gö­rüyorlardı. Öyle ki, "Kobra (veya engerek)" yılanı, taçlarının, alınlarının üstüne konan krallık sem­bolü haline geldi. Tanrı "Ra" bile gücünü semboli­ze etmek için anlının üstüne bir yılan koyuyordu.

Şimeon öğretileri geliştiğinde kendilerini ya­ratan Amon'u bir ejder-yılan suretinde yapmışlar­dı. Daha sonra, Amon bir çocuk dünyaya getirin­ce, onu da bir yılan suretine koydular. Amon'un sekiz tanrının yaratanı olduğunu ve bütün yara­tıkların ondan türediğini iddia ediyorlardı. Halk arasında -eski Mısır tarihinin değişik dönemle­rinde diğer hayvanların da başına geldiği gibi- yı­lanların-ejderlerin inanç bakımından büyük öne­mi vardı. Öldüklerinde, sözkonusu bu yılanların defin işleriyle uğraşmak büyük sevaplardan sayı­lıyordu.

Osiris ve İsis'in yerini anlatmaya herhalde gerek yok. (Bunlar eski Mısırlılara göre büyük ilahlardan sayılıyordu). Bunların kabrinin bulun­duğu yere Mısırlılar, 'Abaton', yani "Harem" adını vermişler. Osiris'in haremini bir dağ şeklinde tas­vir etmişler. Bu dağda bir mağara var. Tanrı Osi­ris işte orda bulunuyor. Ve O'nu bir ejder koru­yor.

Demek ki, ejder onlara göre sadece bir güç sembolü değil, aynı zamanda koruyucu bir bekçi­dir. Osiris'i böyle düşündükleri gibi, karısı İsis'i de tanrı "Ra"ı koruyan bir yılan şeklinde tasavvur etmişler. İki büyük ilah Osiris ve İsis'i büyük bir ejder şeklinde temsil eden eserler günümüze ka­dar gelmiştir.

Bunları öğrendikten sonra kıssayı okursak, Allah (c.c.)'ın Musa (a.s.)'ya, neden sihirlerin etki­sini bozan ve yılana dönüşen bir asa verdiğini da­ha iyi kavrayabiliriz. Bunun anlamı bütün çıplak­lığıyla ortadadır. Eğer sihirbazlar -ve dolaylı ola­rak Firavun- yılanı (ejderi) inançlarında olduğu gibi, güç sembolü olarak da getiriyorlarsa, Musa bundan da âlâsını getirdi. Bu yüzden de yenilgiye uğradılar ve Musa'ya iman ettiler. Çünkü Mu­sa'nın ilahı en büyük ve en yüceydi.

"Firavun kavminden ileri gelenler dediler ki: Bu çok bilgili bir sihirbazdır. Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor; ne buyurursunuz? Dediler ki:

"O'nu da kardeşini de beklet, şehirlere toplayıcı (memurlar) yolla. Bütün bilgili sihirbazları (topla­yıp) sana getirsinler." [26]

Kur'an, mucize olayının inatçılar tarafından reddedilmesini tasvire başlıyor ve şöyle diyor: Musa (a.s.)'yı iki şeyle suçladılar: 1. O sihirbazdır. 2. O düzeltmek için değil kişisel ihtirasını tat­min için gelmiştir. Bu da, Firavun ve ileri gelenle­ri ülke yönetiminden uzaklaştırmak ve ülkenin idari sistemini değiştirmektir.

İki suçu kapsayan bu sözlerin amacı iki şeyi reddetmektir:

1- Musa (a.s.)'nın getirdiği mucizeler, ki onlar bunun sihir olduğunu söylüyorlar.

2- Musa'nın Alemlerin Rabbine teslim için yaptığı genel çağrı ve hayatı Allah (c.c.)'ın istediği şekilde düzenlemek... Ülke yönetimi de şüphesiz bunun bir parçasıdır. "Musa'nın amacı tahta otur­mak ve iktidarı ele geçirmektir" diyerek bunu da reddettiler.

İkinci şık, ayetler tarafından açıklanmamışsa da, inkarcıların karşı koymaları ve böylesi iftira­lar atmaları bunu gösteriyor. Yoksa "yılanın" ve "beyaz elin", Firavun'un yönetimden uzaklaştırılmasıyla ne ilgisi olabilir?

Firavun kavminin ileri gelenlerinin bir sözü olarak aktarılan bu ayetle, Firavun'un sözü olarak nakledilen şu ayetin arasını uzlaştırmak bi­raz güç olmuştur:

"Firavun, çevresinde bulunan ileri gelenlere, "Bu, dedi, doğrusu çok bilgili bir sihirbaz! Sizi sihiriyle yurdunuzdan çıkarmak is­tiyor. Ne buyurursunuz?"[27]

Söz, bir keresinde Firavun kavminin ileri gelenlerinin di­linden, başka bir kere de Firavun'un dilinden naklediliyor.

Bunun uzlaştırılması iki şekilde olabilir:

1. Bu sözü Firavun da, çevresindekiler de söy­lemiştir. Firavun'un sözü olarak Şuara sûresinde, kavmin ileri gelen danışmanlarının sözü olarak da bu surede zikrediliyor.

2.  Aslında bu sözler Şuara sûresinde olduğu gibi Firavun'a aittir.

Daha sonra Firavun kavminin ileri gelenleri bu sözü, diğer insanlara aktarmak ve onlara ulaş­tırmak için söylemişlerdir. Alûsî, tefsirinde bunu açıklamıştır.

"Ne buyurursunuz?" Yani, görüşünüz nedir? Nasıl düşünüyorsunuz? İbni Abbas da böyle yo­rumlar. Bazı müfessirler bu sözün kavmin ileri ge­lenleri tarafından söylendiğini ifade ederlerken; bir kısmı da, kavmin ileri gelenlerinin sözlerinin şu ayetle bittiğini söylüyorlar: "Sizi (sihiriyle) yurdunuzdan çıkarmak istiyor. "Firavun da kar­şılık veriyor: "Ne buyurursunuz?" Dediler ki: "...beklet..." Üstad, yorumunda ikinci görüşü be­nimsemiştir.

"Sihirbazlar Firavun'a geldi ve, 'Eğer üstün gelen biz olursak, bize kesin bir mükafat var mı?' dediler. (Firavun) “Evet, hem de siz mutlaka ya­kınlarımdan olacaksınız” dedi." [28]

Firavun'un yardımcıları O'na, Musa ve Ha­run'u halkın önünde rezil olana kadar bırakması­nı öğütlediler. Firavun da polislerini göndererek sihirbazları getirtti.

Kur'an, devlet adamlarının duygularını, İs­lam davetinden ötürü krallarına gelebilecek bela­lardan endişeye düşmelerini, savunma yöntemle­rini ve davetçilere yönelttikleri yalan ve iftira suçlamalarını anlattıktan sonra daha değişik bir tablo sergiliyor..

İçeriği çok geniş ve ince işaretlerle dolu bir tablodur bu! Devlet başkanı sihirbazları getirti­yor ve pazarlık başlıyor.

Firavunlar, günümüzde bu tür bir sihirden medet ummuyorlar. Davet sahiplerine karşı çağ­daş Firavunların kullandıkları büyücüler eskisin­den daha iğrençtir. Yazarlar, gazeteciler, sanatçı­lar, televizyon yayıncıları, emniyet yetkilileri ve istihbarat büroları v.s. bunlar sihirden daha etki­li ve güçlüdür. Belki bütün dünya sihiri bir araya getirilse, bunlardan yalnız birinin verdiği zehiri verebilmesi mümkün değildir.

Ve devam ediyoruz: Sistemini korumaya çalı­şan Firavunla, sihirbazlar arasında artık pazarlık başlamıştır. Yalan düzmede uzman bir sihirbaz ne isteyebilir? Hediyeler, ödüller, bahşişler... "Eğer biz kazanırsak kesin bize bir mükâfat var mı?"

Ne ödülü? Bu bir devlet sorunudur. İslam da­vetine karşı tağutî düzeni koruma meselesidir.

Cevap, kesinlikle evettir. Belki binlerce evet... Ödüller bahşişler, armağanlar değil sadece... ma­kam ve mevkilerde var. Onların devlet başkanına yakınlaşmalarını sağlamak, mevkiler...

Bu tablo aynı zamanda bize, Firavnî-Şeytanî rejimlerde makam sahibi olmanın ölçülerini de öğretiyor.

Firavun'u ve O'nun küfrünü, zulmünü, işken­cesini ve yoksulları ezmesini sağlayanlar ve koru­yanlardır O'na yakın olanlar. Dolayısıyla makam ve mevkiler onlarındır. Bu kişiler kara cahil, si­hirbaz, yalancı ve dalkavuk olsa bile durum de­ğişmez.

"(Sihirbazlar), ey Musa, sen mi (önce hünerini ortaya) atacaksın, yoksa önce atanlar bizler mi olalım? dediler. "Siz atın" dedi. Onlar atınca in­sanların gözlerini büyülediler, onları korkuttular ve büyük bir sihir (ortaya) getirdiler. Biz de Mu­sa'ya,

"Asanı at" diye variyettik. Bir de baktılar ki; bu, onların uydurduklarını yakalayıp yutuyor. Böylece gerçek ortaya çıktı ve onların yapmakta oldukları yok olup gitti." [29]

Kur'an burda başka bir çehre sergiliyor... Mu­sa (a.s.) ve sihirbazların karşılaşma sahnesi... Bü­tün insanlar etraflarına toplanmışlar ve geniş halkalar oluşturmuşlardı... Ve artık yarışma baş­lıyor.

"Ey Musa, önce ya sen at, ya da biz!" "Siz atın" dedi. Böylece kendisi sonra atıp onlarınkini bozacak, ve yarışmayı kazanacaktı.

Bazıları bu olayı garipsiyor ve şöyle diyorlar: İlahi mucizeyi sihirle karşılaştırmak küfürdür. O bir peygamber olarak nasıl bunu emredebiliyor? Bunun cevabı şudur: Onlara bunu Musa (a.s.) emretmemiştir. Onlar atma zamanında O'nu serbest bırakmışlardır. O da ilkin onların başlamasını tercih etmiştir. Ayette de O'nun buna razı olduğu­nu belirten bir işaret yoktur.

Sihirbazlar ip ve sopalarını atınca insanların gözlerini -bir çeşit onları kandırma yöntemiyle- büyülediler ve onları korkuttular. Sanat ve çeşit itibariyle büyük bir sihir ortaya koymuş soldular. O sırada da Allah (c.c.) "Asanı at!" diye Musa'ya vahyetti. Ve asa onların büyüsünü yok etti. Sihir­bazlar yenilgiye uğradı, Musa (a.s.) kazandı.

Burada bir kavmin başına gelen iğrenç bir ye­nilginin, ve diğer bir kavmin de zaferinin ardın­dan başlayan olayları anlatmak yerinde olacaktır. Dolayısıyla, Firavun ve kavminin ileri gelenleri­nin rezaleti ile iman eden kalplerdeki imanın et­kilerinin tasvir edilmesi gerekiyor. Bu yüzden de Kur'an, olayı canlandırıp şöyle buyuruyor:

"(Firavun ve kavmi) orada yenildi ve küçük düşerek geri döndüler. Sihirbazlar ise secdeye ka­pandılar. "Musa ve Harun'un da Rabbi olan Alemlerin Rabbine inandık" dediler. Firavun dedi ki: "Ben size izin vermeden O'na iman mı ettiniz? Bu hiç şüphesiz şehirde (Mısır'da) kıptî olan hal­kını oradan çıkarmak için kurduğunuz bir tuzaktır. Ama yakında (başınıza gelecekleri) bileceksi­niz! Mutlaka ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra da hepinizi asacağım." Onlar, "Biz zaten Rabbimize döneceğiz. Sen sadece, Rabbimizin ayetleri geldiğinde onlara inandığımız için bizden intikam alıyorsun. Ey Rabbimiz üstü­müze sabır yağdır ve bizi müslüman olarak öldür" dediler." [30]

Bu karşılaşmada Firavun ve zümresi kaybet­mekle, halkın önünde rezil olmuştu. Sihirbazların ise kalpleri uyandı; hakikat onları çepeçevre kap­layarak teslime zorladı. Secde etmeleri bunu gös­teriyor. Sanki biri onları secdeye itmişti. Kur'an'ın buradaki ifadesi gayet açıktır. Ayrıntı­ya ve yoruma gerek yok. Fakat konuyu biraz be­yinlere işlemekte yarar var.

Bu ayette Firavun'un, sihirbazların Alemlerin Rabbine iman etmelerini engelleyecek hiçbir tep­kisi yok. O'nu kızdıran tek şey, izni olmaksızın iman etmeleridir. Bu da Firavunluğun boyutunu tasvir ediyor. Zira O, kalplere ve vicdanlara hük­metmeyi istiyor ki; O'nun emri olmaksızın kimse hakka inanıp bağlanmasın.

Firavun'un tuzağı geri tepince, bu sefer ken­disinin ve rejiminin şerefini içine düştüğü pislik­lerden kurtarmak için bahaneler aramaya başla­dı. İnsanlara, Musa batıl üzeredir mi diyor; sihir­bazlar Firavun'un adamlarından oldukları halde niçin iman ettiler mi diyor? Hayır! O taktirde bir kurnazlık gerek. Ve iftirasına başladı: Bu yenilgi, devlet aleyhine bölücü bir grubun yaptığı tezgahm sonucudur. Onlar, devlet yetkililerini yöne­timden uzaklaştırmak ve hükümetin yasal başka­nını alaşağı etmek için aralarında anlaştılar.

Görüldüğü gibi Firavun'un bu buluşu, tarih boyunca süregelen bütün Firavunların yöntemle­rine son derece uygundur.

Taslib, asarak idam etmektir. Genelde, kişi­nin boynuna ip geçirerek asıp ölmesini sağlamak şeklinde uygulanır. İbnül-Münzir ve başkalarının da İbni Abbas'tan naklettiklerine göre bu tür ida­mı ve organları parçalama çeşidini Firavun baş­latmıştır.

Anlaşıldığı gibi Firavun, muhaliflerini bastır­mak için birçok işkence çeşitleri icad etmiştir. Bunları ister kendi kafasıyla bulsun, isterse istih­baratçıların, emniyet güçlerinin, içişleri bakanlık­larının yardımlarıyla bulsun ve hatta yabancı devletlerden getirtsin, durum değişmez. Mümin­ler bunlarla ilgilenmezler. Onlar Allah'a döneceklerdir.

İbni Ebi Hatim'in, İbni Cübeyr ve Evzâî'den naklettiğine göre; sihirbazlar secdeye kapandıkla­rında, cennet onlara gösterilmiştir. Sihirbazlar cennete bakmışlar ve kendileri için yapılan yerle­ri görmüşler ve Rablerine şu duada bulunmuşlar­dır: "Ey Rabbimiz üstümüze sabır yağdır ve bizi müslüman olarak öldür".

Bize sabır ve tahammül yağdır ki; işkence acı­ları, sopa ağrıları, bıçak kesikleri ve boyunların vurulmasından doğan dehşet bizden uzaklaşsın.

İbni Abbas ve Süddî'den nakledildiğine göre, Firavun bu tehditlerini uyguladı, kimini parçala­dı kesti, kimini de idam etti... Suç? Ülkeden halkı çıkarmak için kurduğunuz tuzak...

Firavun, Musa (a.s.)'yı ve davetini küçümse­yerek O'nu idam ipinden istisna etti, asmadı. Öy­le gözüküyor ki, çağdaş Firavunlar hocalarının bu tutumunu pek beğenmediler. Çünkü Musa (a.s.) yaşadığı sürede davetini yaymış ve Firavun'un adamları tarafından da garip bulunmuştu:

"Firavun kavminden ileri gelenler dediler ki: "Musa'yı ve kavmini, seni ve tanrılarını bırakıp yeryüzünde bozgunculuk çıkarsınlar (halkı senin aleyhine) kışkırtsınlar diye bırakacak mısın?" (Fi­ravun) ise,

"Biz onların oğullarını öldürüp kadın­larını sağ bırakacağız. Elbette biz onları ezecek üstünlükteyiz." dedi." [31]

Musa (a.s.) davete başladıktan sonra, artık O'nun da bir kavmi olmuştu. İbni Cerir'in İbni Abbas'tan naklettiğine göre, sihirbazların iman etmesinin akabinde altıyüz kişi Musa (a.s.)'ya inanıp, O'na tabi olmuştu.

Firavun'un adamları aslında kendi güçlerini savunuyorlardı. Fakat müminlere karşı Fira­vunu kışkırtıyor ve şöyle diyorlardı: İnsanları sa­na uymaktan çıkarmak için ülkede fesat çıkaran­ları ve onları senin düzenine karşı kışkırtanları, öylece bırakacak mısın?

Ayette geçen ifade; ister 'tanrılar' olsun, ister 'tanrı' olsun, Firavun'un bir veya birkaç tanrıya taptığını gösteriyor.

Bazıları 'âlihetek' ifadesini 'ibadetek' diye tef­sir etmişlerse de bir diğer bölüm 'tanrılar' diye yo­rumlanmıştır. Üstad her iki anlamı da kullana­rak şöyle demiştir: "Sana ve senin tanrılarına..."

Fakat Firavun onlara, müminleri yok etmek için başka bir yöntem kullanacağını söylemiştir. O müminler devam ettikleri sürece, çocuklarına da bu gerçeği öğretecek, telkin edecek ve sonunda Firavun sultasına karşı nesiller yetişecektir. Fi­ravun, müminlerin erkeklerini öldürüp, kadınla­rını sağ bırakmayı düşünüyordu. Böylece kadın­lar, Firavun'un kafir-müşrik taraftarlarıyla evle­necek ve inananların nesli de kuruyacaktı. Elbette biz onları ezecek güçteyiz; yani biz bu söyledi­ğimi yapabiliriz. Biz onlara hakimiz çünkü. Her caddede polislerimiz, her yerde adamlarımız var. Her şey bizim elimizde. İdare benim irademdir, sistem benim sistemimdir, vezirler benim hizmetçimdir, basın benim direktifim altındadır. Telaş­lanmayın. Biz her şeye kadiriz, her şeye sahibiz. Müminlere istediğimizi yaparız. Hiç endişe etme­yin ve rahatsız olmayın.

Firavun bunları, Musa (a.s.)'nın ve O'na ina­nanların huzurunda söylemişti. Müminler buna karşılık ne demişlerdi acaba?

"Musa kavmine dedi ki: Allah'tan yardım iste­yin ve sabredin. Şüphesiz ki yeryüzü Allah'ındır. Kullarından dilediğini ona varis kılar. Sonuç ise (Allah'tan korkup günahtan) sakınanlarındır. On­lar da "Sen bize (peygamber olarak) gelmeden önce de, geldikten sonra da bize işkence edildi" dedi­ler. (Musa),

"Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı he­lak edecek ve onların yerine sizi yeryüzüne hakim kılacak da nasıl hareket edeceğinize bakacaktır." dedi". [32]

Sabır, ölüm ve parçalanmakla tehdit edilen nefisleri sakinleştirmek ve kalpleri sağlamlaştır­mak için Musa (a.s.)'nın başvurduğu nebevi ilaç­tır. Allah'a itimat edip müstazaflara yardım ko­nusunda O'na güvenmekle oluşan sabırdır bu.

İman etmeden önce de, sonra da, Firavun'un zulmünden müminler şikayette bulununca, Musa (a.s.) onlara hikmetli sözlerle cevap veriyor: "Ta­rih birtakım derslerden, hayat ise ibretlerden iba­rettir. Umulur ki, Rabbiniz düşmanlarınızı helak eder de mülke sizi varis kılar, ve sizi denemek için güç verir ve bakar ki; siz de Firavun ve kav­mi gibi Firavunlaşıyor musunuz, yoksa ibret mi alıyorsunuz; yeryüzünde Allah'ın rızasına uygun tarzda yönetim izliyor musunuz?" Sanki bu Musa (a.s.)'dan kavmine bir uyarıydı. Eğer Allah size ihsan edip yeryüzüne ve yönetime varis kılarsa sakın zulmetmeyin, kibirlenmeyin!

Kur'an bu gelecek bölümde kıssayı bağlıyor; ibret, öğüt ve ders veriyor. Olaylar kısaca anılı­yor, ayetler ve durumlarla dolduruluyor. Bütün bunları, Allah'ın, Firavun ve kavmini nasıl helak ettiğini ve muttakilerin sonunun da nasıl olduğu­nu görelim diye yapıyor.

"Andolsun ki, biz de, Firavun ailesini ders al­sınlar diye, yıllarca kuraklık ve mahsul kıtlığı ile cezalandırdık. Onlara bir iyilik (bolluk) gelince, "Bu bizim hakkımızdır (bizim yüzümüzden geldi. Ve kendi davranışımızla bunu elde ettik.)" dedi­ler.

"Eğer kendilerine bir fenalık gelirse Musa ve O'nunla beraber olanları uğursuz sayarlardı. (On­ların yüzünden kıtlık veya belaya uğradıklarını iddia ederlerdi). Bilesiniz ki, onların uğursuzluğu Allah katındandır, fakat onların çokları bunu bil­mezler." [33]

Bu Allah (c.c.)'m evrendeki kanunudur. O'nun sistemini reddedip kendilerine ve toplumlarına başka sistemler edindiklerinde, onlara bir azap ve bela indirir. Belki düşünür ve Alemlerin Rabbinin onlar için istediği asıl konumlarına dönerler.

Allah'ın azabı renk renk, çeşit çeşittir.

Allah (c.c.) Firavun ehline kıtlık, açlıklarla dolu yıllar ve mahsul kıtlığıyla bela vermiştir. Belki düşünürler diye...

Bu tür belalar günümüzde başımızdan hiç ek­sik olmaz. Bu belalar, kendini müslüman sayan toplumların başına hep gelir.

Kıtlık, hastalık salgınları, ilmi yetersizlik, kültürel kıtlık, ekonomik bozukluk, siyasal çö­küntü ardarda gelen yenilgiler, rezalet üstüne re­zalet, sahtekarlık, yalancılık, sapıklık, bozguncu­luk, kısacası dünyadaki hiçbir sözlükte bile bulu­namayan toplumsal, politik, ekonomik ve psikolo­jik hastalıklar... Bizler bu belalılar listesinin ilk başında yer alırız. Eğer son peygamber Muhammed (s.a.v.) gelmeseydi, her gün bir peygamber gönderilirdi bize. Bizler Nuh (a.s.) kavminden da­ha inatçı, Ad ve Semud'dan daha kibirli, Firavun'dan daha azgın, Şuayb (a.s.) kavminden daha sahtekâr, Lut (a.s.) kavminden daha günahkârız. Önceki ümmetlerin-milletlerin yapıp ta, bizlerin onlara yetişemediği hiçbir suç-günah yoktur.

İyilik, bolluktur. Mücahid ve İbni Kesir böyle söylemişlerdir. Üstad da çevirisinde bunu tercih etmiştir.

Firavun ehli ülkelerine bolluk geldiğinde, "Bu bizimdir, onu biz hakettik" derlerdi. Kıtlık geldi­ğinde de, bunu Musa (a.s.) ve müminlerin uğur­suzluğuna bağlarlardı. Bunun üzerine Kur'an şöyle buyuruyor:

"Bilesiniz ki, onların uğursuzlu­ğu Allah katındandır." Allah tarafından ve hükmündendir. İbni Abbas böyle der. İbni Kesir ve diğerleri ise, "Belaları Allah katındandır" yoru­munu yapmışlardır. Üstad bunu benimsemiştir.

"Ve dediler ki: "Bizi sihirlemek için ne mucize getirirsen getir, biz sana inanacak değiliz." [34]

Musa (a.s.)'nın getirdiği mucizeleri gördükten sonra dediler ki:

"Ne gösterirsen göster, biz sana asla inanmayacağız". İşte bu inadın zirvesidir. Onların mucizeden ayet delil diye sözetmeleri, onu aşağılamalarından kaynaklanıyor. Alûsî tef­sirinde bunu söylemiştir. Bu sonraki ifadeden anlaşılıyor: "Bizi onunla sihirlemek için". Onlar, ona ne kadar ayet ifadesini kullansalar bile, yine de sihir olmasında ısrar ediyorlar.

Kibirlenip, küfürde ısrar edip devam edince, Allah (c.c.) onları cezalandırdı.

"Biz de ayrı ayrı mucizeler olarak onların üze­rine tufan, çekirge, haşarat, kurbağalar ve kan gönderdik. Yine de büyüklük tasladılar ve günahkâr bir kavim oldular." [35]

Müfessirler tufan kelimesinde ihtilaf etmiş­lerdir. İbni Abbas'a göre,boğucu miktarda yağ­mur; bir rivayete göre ise ölümün çok olmasıdır. Mücahid, "Su ve veba hastalığı" der. Tevrat'ta ise bu, su-yağmur fırtınasıdır. Üstad bu görüşü be­nimser.

(El-Cerad) Çekirge: Onların ekinlerini telef ederdi. (El-Kummel): Bir görüşe göre, çekirgenin kanatları çıkmadan önceki küçüklük halidir. Di­ğer görüşlere göre de, kene veya güvedir. Bu ko­nuda sahabe ve tabiinden birçok rivayet vardır.

(Ed-Defadi) Kurbağalar: Rivayete göre Allah onlara böyle bir bela verince, kurbağalar ağızları­na bile girebiliyordu.

(Ed-Dem) Kan: Dendiğine göre, onların bütün suları kana dönüşmüş; Nü nehri tamamen kan ol­muştu. Kuyu suları da hep kan olmuştu. Su iç­mek istediklerinde bir de bakıyorlar ki, kan... Alûsî'nin rivayet ettiğine göre, Firavun kıptî ile yahudiye bir kap veriyor; yahudinin tarafındaki su, kıptinin tarafındaki ise kan oluyor. Öyle ki, Firavun ehlinden bir kadın İsrailoğullarından bir kadından su istiyor; o da suyu veriyor, fakat he­men kabın içinde kan oluyor. Hatta ona şöyle demiş: Suyu ağzına koy, bana ağzınla ver. Böyle yaptığı halde yine de kan oluyordu. Üstad burayı, "onlara kan yağdırdı" diye çevirmiştir.

İşte tüm bu ayetleri inkar ettiler, onlara inanmayıp suçlu kavimlerden oldular.

"Azap üzerlerine çökünce, "Ey Musa sana ver­diği söz hürmetine, bizim için Rabbine dua et, eğer bizden azabı kaldırırsan, mutlaka sana ina­nacağız, ve muhakkak İsrailoğullarını seninle göndereceğiz" dediler. Biz, ulaşacakları bir müd­dete kadar onlardan azabı kaldırınca hemen söz­lerinden dönüverdiler." [36]

Onlara az önce zikredilen azap gelince -Ha­san el-Basrî, Katade, Mücahid bu görüştedir- şöy­le dediler: "Ey Musa sana peygamberlikten verdi­ği söz hürmetine bizim için Rabbine dua et." Pey­gamberlikten söz diye bahsedilmiştir. Çünkü Al­lah (c.c.) peygamberlere iyilik sözü vermiştir. On­lar da bunun sorumluluklarını yerine getirecekle­rine söz vermişlerdir. Veya diğer sözler gibi onun da korunması için birtakım haklar vardı. Veya o bir verilen söz durumundaydı. Çoğu bilginler bu­radaki kaşıtın, peygamberlik olduğunu söylemiş­lerdir.

Musa'nın davetine inanmak ve İsrailoğulları­nı bırakmak için böyle söz verdiler. Azap kalkınca iman edeceklerdi. Allah (c.c.) azabı, şüphesiz ula­şacakları bir zamana kadar kaldırdı. Yani ecelleri gelip onlara çatıncaya kadar. Çünkü o zaman sözlerini bozmuş olacaklar.

Kuran her iki zümrenin sonlarını tasvire ge­çiyor.. Bir tarafta kibirli, inatçı kafirler zümresi; diğer tarafta inanan, şükreden, sabır gösteren müstazaf zümre... Böylece kıssa tamamlanmış oluyor.

"Biz de onların ayetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil kalmaları sebebiyle kendilerinden intikam aldık ve onları denizde boğduk. Hor görü­lüp ezilmekte olan o kavmi (yahudileri) de, içini (bolluk ve) bereketler doldurduğumuz yerin doğu taraflarına ve batı taraflarına mirasçı kıldık. Rabbinin İsrailoğullarına verdiği güzel söz (onla­rın) sabırlarına karşılık yerine geldi. Firavun ve kavminin yapmakta olduklarını (binaları) ve yetiştirdikleri bahçeleri helak ettik." [37]

Allah (c.c.) Firavun'dan intikam aldı ve O'nu ve taraftarlarını denizde boğdu. Çünkü onlar Al­lah'ın ayetlerini yalanladılar, onu umursamadılar ve ilgilenmediler bile... Ve helak oldular! İman edenleri ise -ki onlar güç ve kuvvetleri olmayan müstazaflar dı- Allah, Filistin'in doğu ve batı ta­raflarına varis kıldı. Orası Allah (c.c.)'ın bereket­lendirdiği topraklardır. Allah onlara iyilik etti. Onları imamlar ve varisler yaptı; yeryüzünde on­lara mekan verdi ve onları emreden hakimler kıl­dı.

Birisi kalkıp İsrailoğullarının Musa (a.s.) za­manında Filistin'e giremediklerini söyleyebilir. "... İçini bereketle doldurduğumuz yerin doğu ta­raflarına ve batı taraflarına..." ifadesi birçok yer­de geçer. Bu yerin neresi olduğu konusunda iki görüş vardır.

1. Bu topraklar Şam topraklarıdır. Yani, do­ğuda Fırat'tan, batıda Arîş sınırına kadar olan bölgedir. Veya o bölgelerde en önemli konumda bulunan  Filistin'dir.  Hasan'ül-Basrî, Katade, Zeyd b. Eşlem ve Mevdudi bu görüştedir.

2. Burası Mısır topraklarıdır. Zira Firavun boğulduktan sonra İsrailoğulları orayı ele geçir­mişlerdir. Bu da, el-Cübaî ve Leys b. Sa'd'ın görü­şüdür.

Gerçek şu ki: Şam'ın değeri hakkında birçok hadis vardır. Bunları, İbn Ebi Şeybe, İbn Asakir, Ahmed, Hakim, Tirmizi, Taberani ve İbn Hibban rivayet etmişlerdir. Nasıl olursa olsun, nas tevil edilmiştir. Zira Allah (c.c.)'ın, "Hor görülüp ezil­mekte olan o kavmi mirasçı kıldık" ayeti, illede, Musa (a.s.) ve Firavun zamanındakileri işaret et­miyor. Maksat, onların zürriyetleri ve nesilleri­dir. Elbette Allah daha iyi bilir.

İşte sonu böyle oldu. Allah'ın yardımı ezilen­leredir. İyiliği onlar üzerinedir. Allah (c.c.) onları rezil ve helak etmiş; Mısır'da yaptıkları binaları, sarayları, şirketleri, fabrikaları kökünden yıkmış­tır. Hasan el-Basrî'nin dediği gibi, yetiştirdikleri bahçeleri helak etti. Veya Mücahid'in dediği gibi, yaptıkları yüksekçe binaları helak etti. Üstad bu görüşü benimsemiştir.

Musa ile Firavun kıssasının, hak-batıl çarpış­ması kıssasının ilk perdesi böylece kapanmış olu­yor.

 

İkinci Tablo

 

Allah (c.c.) Yunus suresinde şöyle buyuruyor:

"Sonra onların ardından da Musa ile Harun'u mucizelerimizle Firavun ve toplumuna gönder­dik." [38]

A'raf suresinde, Musa (a.s.) ve Firavun kıssa­sını anlatırken zikrettiklerimizi gözlerimizin önü­ne getirelim. Zira bunları tekrar belirtmeye gerek duymuyoruz,

"...fakat onlar kibirlendiler ve (pey­gamberleri yalanlayarak) günahkâr bir toplum ol­dular." [39]

Yani onlar mallarının, servetlerinin çokluğu­na, iktidar ve sultalarının büyüklüğüne kandılar. Ve kendilerini Allah'a kulluk etmekten daha yük­seklerde hissettiler. Bu yüzden de O'na itaat etmek bir yana, onlar daha da kibirlendiler! "Katı­mızdan onlara hak (mucize) gelince "Bu elbette apaçık bir sihirdir" dediler." [40]

Onlar Musa (a.s.)'nın çağrısına, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in davetine Mekkeli müşriklerin ver­dikleri cevabın aynısını verdiler: "Bu elbette apa­çık bir sihirdir". Daha geniş açıklama için bu su­renin ikinci ayetine bakabilirsiniz. Zira Allah (c.c.) buyuruyor ki:

"İçlerinden bir adama, "İnsan­ları uyar ve iman edenlere Rableri katında onlar için yüksek bir doğruluk makamı olduğunu müj­dele" diye vahyetmemiz, insanlar için şaşılacak bir şey mi oldu ki (Peygamber onları uyarınca) o kâfirler, "Bu elbette apaçık bir sihirbazdır" dediler." [41]

İşte bu Kur'anî üsluptan anlaşılıyor ki, Musa (a.s.), Harun (a.s.), Nuh (a.s.) ve ondan sonraki peygamberler verilen görevin aynısıyla muhatap kılınmışlardı. İşte bu sure tek bir anlam etrafında dönüp dolaşıyor ki; o da şudur: Rabb ve ilah ola­rak, sadece Alemlerin Rabbine iman edin. Ve unutmayın ki, kıyamet gününde O'nun huzuruna çıkacaksınız ve O sizlerden yaptıklarınızın hesa­bını soracaktır.

Resulün davetini inkar edenlere, Kur'an'ın ifade etmeye çalıştığı şu gerçektir: Her zaman, her yerde onların ve hatta bütün beşeriyetin kur­tuluşu; asırlar boyunca peygamberlerin çağrısını yaptığı ahiret gününe inanmaya ve "tevhid" aki­desini benimsemeye bağlıdır. Ve yine hayat niza­mını bu temel üzerine kurmakla mümkündür. Bunu kabul edenler kurtuluşa erenlerdir. İnkar edenlerin akibetleri ise helak olmaktır.

Yunus suresinin ana fikri işte budur. Diğer peygamberlerin zikredilmesi, tarihi gerçekler ve örnekler olarak gerekli bir durumdur. Zira bu su­renin söz ettiği davet diğer peygamberlerinkinden farklı değildir. Onların çağrısı, Musa (a.s.) ve Ha­run (a.s.)'un, Firavun ve yandaşlarına yaptığı çağrının aynısıdır. Bazılarının sandığı gibi Musa ve Harun (a.s.)'un görevi, sadece Israiloğullarmı başka bir kavme kölelik etmekten kurtarmak de­ğildir. Eğer böyle olsaydı, bu olayı burda zikret­mek yersizce yapılan tarihi bir örneklendirmeden ibaret olurdu.

Doğal olarak (müslüman kavimlerden biri olan) İsrailoğullarını, kafir bir toplumun zulmün­den kurtarmak bu iki peygamberin görevlerinin bir parçası olduğu da şüphe götürmez bir gerçek­tir. Fakat bu onların gönderilmelerinin asıl amacı değil, belki ikinci amacı olabilir. Çünkü Kur'an açısından onların gayesi, bütün peygamberlerin görevlerinin ta kendisiydi. Naziat suresinde açık­ça belirtilen gerçek te budur: "Firavuna git! Çün­kü O tuğyan etti. De ki: "Arınmağa gönlün var mı? Sana Rabbinin yolunu göstereyim de O'ndan kork"[42] Fakat Firavun ve ileri gelenleri bu daveti reddedip, Musa (a,s.) da müslüman olan kavmini O'nun tahakkümünden kurtarmak zo­runda kalınca, bu tarih sayfalarında bariz bir olay olarak belirdi. Kur'an da bunu tarihi bir ger­çek olarak böyle sundu.

Kur'an'ın ayrıntılarını genel prensipler ışığın­da inceleyen bir kimsenin bu tür yanılgıya düşmesi zordur. Herkes rahatlıkla anlayabilir ki, öz­gürlük ikinci planda tutulmuş, asıl görev davet olmuştur.[43]

"Musa;

"Size hak geldiğinde onun için (hep böyle) mi dersiniz: Bu bir sihir midir? Halbuki si­hirbazlar iflah olmazlar." dedi." [44]

Yani siz, aralarındaki dış benzerliğe aldanarak mucizeye sihir diyorsunuz. Fakat siz ey cahil takımı, hiç sihirbazların tavırlarına bakmaz mısı­nız? Nasıl davranırlar? Sihirle uğraşmalarının ve sanatlarını sergilemelerinin asıl nedeni nedir? Düşünebilir misiniz, bir sihirbaz kalkacak da hiç­bir çıkarı yokken kralın sarayına gidecek? Kork­madan, ürkmeden... sonra da ayaklarına sarılıp onu Allah'a kulluk etmeye ve nefsini arındırmaya davet edecek!

Hangi sihirbaz olursa olsun huzurunuza çık­mak istediğinde önce saray korumasına ve görev­lilerine gider. Onlara güzel bir selam verip, eser­lerini sergilemek için izin ister. Saraya girdiğinde alışılmış selamla yetinmeyip, zillet ve aşağılık içinde saray erkanına dalkavukça dualar eder. Daha sonra da, büyük bir alçak gönüllülükle di­lekte bulunur: "Zatı aliniz iyilikte bulunup itaatkâr tebaasının eserlerini izlerler mi acaba?" İzleme faslı bittikten sonra elini uzatır ve bahşişi­ni ister. Bu taplonun manasını şu tek cümle ifade eder: "Halbuki sihirbazlar iflah olmazlar."

"Onlar dediler ki: Babalarımızı üzerinde bul­duğumuz (dinden) bizi döndüresin ve yeryüzünde ululuk sizin ikinizin olsun diye mi bize geldin?"[45]

Bundan anlaşılıyor ki, Musa (a.s.) ve Harun (a.s.)'un asıl istekleri İsrailoğullarını kölelikten kurtarmak değildir. Eğer böyle olsaydı, Firavun ve taraftarları Mısır'ın dininin değişmesinden, li­derlik ve ululuğun Musa ve Harun'a geçmesinden korkmazlardı.

Onların feryat ve korkularının yegane sebebi, Musa (a.s.)'nın Mısır halkını hakka davet etme­sinden başka birşey olamazdı. Firavun saltanatı­nın, komutanlarının liderlikleri ile din adamları­nın dayanağı olan müşrik sistemin endişe ettiği nokta da zaten buydu.[46]

"Halbuki biz size inanacak değiliz. Firavun dedi ki: "Bilgili bütün sihirbazları bana getirin." Sihirbazlar gelince Musa onlara

"Atacağınızı atın" dedi. Onlar (iplerini) atınca, Musa dedi ki:

"Sizin getirdiğiniz sihirdir." [47]

Yani benim size gösterdiğim şey sihir değil­dir. Fakat sizin yaptığınız şey sadece bir sihirdir.

"Allah onun batıl olduğunu mutlaka açığa çı­karacaktır. Çünkü Allah bozguncuların işini dü­zeltmez. Suçluların hoşuna gitmese de Allah (Mu­sa'ya vaadettiği) sözleriyle gerçeği açığa çıkara­caktır. Firavun'un kendilerine işkence etmesinden korktukları için, kavminden bir grup gençten başka kimse Musa'ya iman etmedi." [48]

Kur'an-ı Kerim'in burada kullandığı "zürriyeten" (bir grup genç) ifadesi, genç erkekler ve genç kızlar anlamındadır. Biz de bu yüzden "genç" ola­rak tercüme ettik. Kur'an-ı Kerim'in bu özel lafız­la açıklamak istediği asıl nokta şudur: Tehlike ve korkularla dolu bu asırda, hak safında yer almak, hakkı desteklemek ve hakkın liderlerini birer "ko­mutan ve "mürşid" olarak benimsemek hiç de ko­lay değildi. Buna rağmen bir takım genç erkekler ve genç kızlar bu korkuları yenip iman etmişler­di. Fakat anne-babalar, nineler buna muvaffak olamadılar. Çünkü çıkarlarına olan düşkünlükle­ri, dünyevi amaçları, rahat ve huzur içinde yaşa­ma istekleri tehlikelerle dolu "hakkı" destekleme­ye engel oluyordu. Bunun da ötesinde gençlere de mani oluyorlar ve onları uyararak şöyle diyorlar­dı: "Sakın Musa'nın yanına gitmeyin. Yoksa başı­mıza bir sürü belalar, musibetler açarsınız."

Kur'an-ı Kerim bu noktayı özellikle vurgulu­yor. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.v.)'i desteklemek için ileri atılanlar, Mekkelilerin yaşlıları değil, ce­saretli gençleriydi. Bu ayetlerin nüzul sırasında yaşayan ilk müslümanlar çetin ve güç bir zulüm karşısında İslamı koruyorlardı. Göğüsleri, azgın­lık ve düşmanlık fırtınasının ortasında islamı koruyan birer kaleydi. Fırsat kollayan ihtiyarlar yoktu aralarında. Bilakis hepsi delikanlı gençler­di.

Ali b. Ebu Talib, Cafer el-Tayyar, Zübeyr, Talha, Sa'd b. Ebî Vakkas, Musab b. Umeyr, Ab­dullah b. Mes'ud (r.a.) müslüman olduğunda yir­mi yaşından küçüktüler.

Abdurrahman b. Avf, Bilal, Süheyl (r.a.) yirmi-otuz yaşları arasındaydı;

Ebu Ubeyde b. el-Cerrah, Zeyd b. Harise, Os­man b. Affan, Ömer (r.a.) de otuz-otuzbeş yaşları arasındaydı.

En büyükleri Hz. Ebu Bekir'di. Ama O'nun yaşı da otuzsekizden fazla değildi.

İlk müslümanlar arasında yaş itibariyle Resulullah (s.a.v.)'dan büyük olan tek zat Ubeyde b. Haris (r.a.)'dir. Yaklaşık olarak Resulullah'ın ya­şında olan (yaşıtı olan) tek kişi de Ammar b. Yasir'dir.

Bu yüzden bazıları, "Musa'ya iman etmedi­ler..." ifadesini anlamakta güçlük çektiler ve şu kanıya vardılar: Muhtemelen İsrailoğullarının tü­mü kafirdi. Başlangıçta da O'na iman edenler çok az bir gruptu. Fakat şunu belirtmek gerekir ki; "Amene" fiili, "Lâm" harfi ile kullanıldığında, ge­nel anlamda "saygı gösterme" ve "boyun eğme" manasına gelir. Yani verilen emri benimseyip onu uygulamak demektir. Dolayısıyla ayetin manası gerçekte şöyledir: Bütün İsrailoğulları -Musa (a.s.)'yı komutan, önder kabul etmekle beraber- O'na uyup, arkasından gidip, O'nu destekleyecek karaktere sahip değillerdi. Sadece birkaç genç ha­riç.

Zira bu cümleden sonraki ikinci cümlenin açıkladığı gibi onların bu tutumu; Musa (a.s) nın doğruluğu veya O'nun davetinin gerçekliği konu­sundaki şüphelerinden değil, -özellikle büyükleri ve ileri gelenleri- Musa (a.s.)'yı desteklediklerinde Firavun'un zulmüne maruz kalma korkusundan kaynaklanıyordu.

Oysa bu insanlar neseb ve din itibariyle İbra­him, İshak, Yakub ve Yusuf (a.s.)'un ümmetindendiler. Dolayısıyla da müslümandılar. Fakat derin bir ahlâki çöküntüye uğradılar. Köleleştirilmeleri sonucu karakterlerini alçaklık ve korkak­lık bürüdü. Ve artık bu durum, onlarda iman ve hidayet sancağını taşıma gücünü iyice yok etti. Küfür ve sapıklık güçlerine karşı duramaz veya bu görevi üstlenenleri destekleyemez hale geldi­ler.

Peki bu durumda, Musa ve Firavun çarpışma­sında, İsrailoğullarının izlediği yol nasıldı?

İşte bu yolu Tevrat'tan öğreniyoruz:

"Onlar Firavun'un yanından çıktıkları zaman yolda durmakta olan Musa ve Harun'a rastladı­lar. Rabb sizi görüyor ve gereken hükmü veriyor. Çünkü bizi öldürmek üzere onların eline bir kılıç vermek için Firavun'un ve adamlarının gözlerin­de bizi nefret ettirdiniz. [49] Talmut'un belirttiğine göre de İsrailoğulları Musa (a.s.) ve Harun (a.s.)'a demişlerdi: "Durumunuz kurdun yakaladığı kuzuya benziyor. Çobanın biri gelip oru kurtarmaya çalışıyor ve böylece her ta­rafı parçalanıyor. Bizim akıbetimiz de, siz Fira­vunla çatışırken böyle olacak."

İsrailoğullarının bu sözüne Allah (c.c.) A'raf suresinde şöyle değinir:

"Sen bize (peygamber ola­rak) gelmeden önce de, geldikten sonra da bize iş­kence edildi." [50]

"Çünkü Firavun yeryüzünde ulunanan (bir diktatör) ve haddi aşanlardan idi." [51]

Burada kullanılan "el-Müsrifin" ifadesi, "had­di aşanlar" anlamındadır. Fakat harfi harfine ya­pılan bu tercümeden asıl maksat hasıl olmuyor. "El-Müfessirin"den kasıt, çıkarları ve arzuları için hangi yol olursa olsun gitmekten çekinmeyen kimselerdir. Bunlar zulmetme, ahlaksızlık yapma ve insanları ezme gibi suçları işlemekten kaçınmazlar. İsteklerinin ardından sonuna kadar gi­derler. Çünkü onların aşmamaları gereken bir sı­nır yoktur.

"Musa dedi ki: Ey kavmim eğer Allah'a inan­dıysanız ve O'na teslim olduysanız, sadece O'na güvenip dayanın."

Gayet iyi anlaşılıyor ki, kafir bir kavme böyle bir hitap mümkün değildir. Musa (a.s.)'nın bu sö­zü de İsrailoğullarının o zamana kadar müslüman olduklarını gösteriyor. Musa (a.s.) şöyle öğüt veriyordu: Gerçekten müslümansanız Firavun'un gücünden, nüfuzundan korkmamalısınız. Bilakis Allah'a tevekkül edip O'nun gücüne güvenmelisi­niz.

"Onlar da dediler ki..."

Bu cevabı verenler, İsrailoğullarının içindeki Musa (a.s.)'yı destekleyen gençlerdir.

Buradaki zamir toplumun tümüne değil, "zürriyet"e aittir. Ayetin üslubundan da bu anlaşılı­yor.

"Allah'a dayandık. Ey Rabbimiz! Bizi o zalim­ler topluluğuna bir fitne (konusu) yapma. Ve bizi rahmetinle, o kafirler topluluğundan kurtar!" [52]

Derin ve temiz imana sahip gençlerin; "Bizi o zalimler topluluğuna bir fitne (konusu) yapma!" şeklindeki dualarının çok geniş ve derin anlamı vardır.

Zulmün hakim olduğu ve haktan uzaklaşıldığı bir dönemde, "Hakkı" hakim kılmaya çalışan­lar, birkaç çeşit "zalimler topluluğuyla" karşılaşa­bilirler.

Bir tarafta, var güçleriyle hak davetçilerini etkisiz hale getirmeye çalışan batılın asıl öncüle­ri; diğer tarafta da, isim olarak hakkı savunan büyük topluluklar... Bunlar hakka inanmaya da­vet ederler. Fakat onlar batıl sultasına ve ege­menliğine karşı, hakkın hakim kılınmaya çalışıl­masını gereksiz ve hatta fayda sağlamayan boş şeyler ve boş hevesler olarak görürler. Bunu ka­nıtlamak için de, her vesileyi kullanırlar. Onların bu alçaklıkları hak üzerine olduklarını belirtmek için yaptıkları çabalardır. Halbuki onlar batıl üzeredirler. Kalplerinin derinliklerine kok salmış olan bu gerçeği silmek için açık veya gizli olarak bütün gayretlerini harcarlar.

Üçüncü bir grup daha vardır ki, bunlar durup sonucu beklerler. Sonunda kim güç sahibi olmuşsa onu desteklerler. İster hak olsun, ister batıl; onlar için farketmez. Böyle bir ortamda, hak davetçilerinin attıkları en küçük bir yanlış adım, başlarındaki ufak bir sorun, yaptıkları en ufak bir hata bu tip gruplar için fitne vesilesidir. Çeşit­li yöntemler ve değişik biçimlerle onları kullanır­lar.

Hak davetçileri yenilgiye uğradıklarında veya başarısız olduklarında; birinci grup: "Hak üzere olanlar bizleriz. Onlar ise boş hevesler peşinde koşan başarısız budalalardır." diyerek kendilerini savunurlar.

İkinci grup ise şöyle der: "Evet! İşte bakınız... Biz dememiş miydik büyük güçlerle (yani hükü­metle) çatışmaya girmek birtakım değerli insan­ların kaybolmasından başka bir netice doğurmaz. Halbuki dinin bizi bağlayıcı olan esaslarını ve prensiplerini yerine getirmek, asrın firavunları­nın verdiği imkanlarla inançlarımızı koruyarak ve amel ederek de mümkündür."

Üçüncü grup ta der ki: "Hak, galip olan ve ka­zananındır!"

İşte böyle. Hakka davet edenler, bu görevleri esnasında bir hata etsinler, sorunların ve engelle­rin hesabını yapamamaktan dolayı onlarda bir zafiyet belirsin veya -tek bir fertten olsa bile- on­lardan ahlâkî bir ayıp zuhur etsin... işte o zaman insanlar batıla sarılmak için binlerce bahane uy­dururlar. Böylece başka biri de kalkıp bu davet görevini üstlenmeye cesaret edemesin ki, davet senelerce başarısız olsun.

Gerçekten Musa (a.s.)'nın ashabının yaptığı bu duanın geniş bir manası ve derin bir anlamı vardır. Ya Rabbi, bize iyilikte bulun da, biz de za­limler topluluğuna fitne (konusu) olmayalım. Ya­ni, bizi hatalardan, ayıplardan ve ayaklarımızın kaymasından koru! Çalışmalarımızın ve cihadı­mızın meyvesini bize dünyada göster. Öyle ki, varlığımız mahlukatımn hayrına sebep olsun, za­limlerin şerrine vesile değil.

"Biz de Musa ve kardeşine, "Kavminiz için Mısır'da evler hazırlayın ve evlerinizi namaz kılı­nacak yerler yapın, namazlarınızı da dosdoğru kı­lın."[53]

Müfessirler bu ayetin mealinde ihtilafa düş­tüler. Burdaki lafızları dikkate alarak üsluptan çıkarttığım sonuç şu: O güne kadar Mısır hükü­metinin baskısından dolayı İsrailoğulları ve Mı­sırlılar cemaatle namaz kıl anlıyorlar di. Tabii İsrailoğullarının imanlarının zayıf olmasının bunda büyük payı vardı. İşte bölük pörçük olmalarının, dini aktivitelerinin ölmesinin yegane sebebi buy­du.

Bu sebepten ötürü Allah (c.c.) -ayette görül­düğü gibi- Musa (a.s.)'ya cemaatle namaz sistemi­ni yeniden kurmasını ve Mısır'da bu amaca yöne­lik evler inşa etmesini emir buyurdu.

Çünkü bozulmuş ve dağılmış bir topluluğun dini dinamizmini diriltmek ve gücünü yeniden to­parlamak için, yapılacak İslami bir girişimde atı­lacak ilk adım; o toplumun bireyleri arasında ce­maat namazını uygulamak, hatta yaygınlaştırmak olmalıdır.

Evlerin namaz kılınacak yerler yapılması, be­nim görüşüme göre, bütün topluluğun merkezi ol­ması içindir. Akabindeki, "Namazı dosdoğru kı­lın" ifadesi ise şu anlama gelir: Kararlaştırılmış olan bu yerlerde toplanın. Tek tek kılma yerine, namazı cemaatle kılın. Zira Kur'anî bir terim ola­rak, "Namazı dosdoğru kılmak", onun cemaat ha­linde kılınmasını gerektirir.

"(Ey Musa size uyan) müminleri (zaferle) müjdele! (diye vahyettik)." [54]

Korku ve yeisden onları kurtar. Onları ümitvar kıl. Cesaretlendir onları ve gayretlerini uyan­dır. Bütün bu manalar, "müjdele" kelimesinden çıkıyor.

Yukardaki ayetler, Musa (a.s.)'nın davet göre­vinin ilk aşamasını anlatıyor. Bedduaları kapsa­yan sonraki ayetler ise, O'nun Mısır'da kalma saf­hasını teşkil ediyor. Halbuki bu arada yıllarca sü­ren büyük bir zaman dilimi var. Bu konu da Kur'an-ı Kerim'in değişik yerlerinde zikrediliyor.

"Musa dedi ki: Ey Rabbimiz! Gerçekten sen Firavun ve kavmine dünya (zinet) verdin."[55]

Onlara bolca nimetler, mal-mülk, güç-saltanat, parlak bir medeniyet ve bütün alemi kendine meftun eden cazib bir uygarlık bahşettin. Öyle ki, insanlık onlara aşık olmuş ve onlar gibi olmayı arzuluyor daima.

"Ve nice mallar verdin." [56]

Onlara tanıdığın imkanlar ve vesileler sayesinde istedikleri önlemleri alıyorlar ve istedikleri oyunları çeviriyorlar. Bu imkanların hak taraf­tarlarında az oluşu ise, onları, davalarını uygula­maktan aciz bırakıyor.

"Ey Rabbimiz! (Onlara bu nimetleri) insanları senin yolundan saptırmaları için mi (verdin)? Ey Rabbimiz! Onların mallarını yok et, kalplerini de şiddetle sık ki, acıklı azabı görünceye kadar iman etmesinler." [57]

Daha önce de belirtmiştik ki; bu beddua olayı, Musa (a.s.)'nın Mısır'da bulunuşunun son sırala­rında meydana geldi. Zira Firavun peşpeşe gelen mucizeleri artık görmüş ve dinin hücceti de ken­disine kanıtlanmıştı. Fakat O buna rağmen kibir­lenerek hakka karşı gelmekten geri durmadı. Böylesi durumlarda, peygamberlerin insanlara yaptığı bu tür beddualar, Allah'ın küfürde dire­nenlere verdiği kararın aynısıdır. Yani onlar ar­tık iman etmeyi başaramazlar.

"(Allah), ikinizin de duası kabul olunmuştur; o halde siz doğruluğa (ve insanları doğru yola ça­ğırmağa) devam edin ve sakın o bilmezlerin yolu­na gitmeyin! dedi." [58]

Gerçeği göremeyenler, Allah'ın hikmetini kavrayamayanlar, batılın önünde hakkın zaafa uğradığını, hakkı hakim kılmaya çalışanların üst üste başarısız olmalarını, bunun tersine de batıl önderlerinin istedikleri gibi yaşayıp dünya haya­tının tadını çıkarmaya çalıştıklarını görünce he­men şüpheye kapılırlar. Ve sanarlar ki, Allah (c.c.) azgınların dünyayı ele geçirmesine razıdır veya belki de, Allah (c.c.) batıla karşı hakkı des­teklemeyi, ona yardım etmeyi uygun bulmuyor. Sadece zanlarıyla hareket eden bu bilgisiz cahil takımı nihayet şu sonuca varır: Demek ki "hak di­ni" hakim kılmaya çalışmak, neticede faydası ol­mayan boş şeymiş. Bizim yapmamız gereken ve doğru olan tek şey, küfür rejiminin ve küfür dev­letinin bize tanıdığı imkanlar nisbetinde çalışmak ve buna razı olmaktır. İşte bu ayette Allah (c.c), Musa (a.s.) ve arkadaşlarının bu yanlıştan uzak olduklarını kesin olarak belirtiyor.

"Biz İsrailoğullarını denizden geçirdik. Ama Firavun ve askerleri zulmetmek ve saldırmak üzere arkalarından onlara yetişti. Nihayet (deniz­de) boğulma haline gelince;

"Gerçekten, İsrailoğullarının inandığı tanrıdan başka tanrı olmadı­ğına ben de iman ettim. Ben de müslümanlardanım!" dedi." [59]

Bu olay Tevrat'ta geçmiyor. Talmud'un fadesi ise şöyle: Firavun boğulma haline gelince aynen şöyle dedi: "Yarabbi sana iman ettim. Senden başka hiçbir tanrı yoktur."

"Şimdi mi (iman ettin)?! Halbuki daha önce isyan etmiş ve bozgunculardan olmuştun (Ey Fi­ravun!) senden sonra geleceklere ibret olman için bugün senin bedenini (cansız olarak) kurtarıp (sa­hilde) bir tepeye atacağız."[60]

Sina yarımadasının batı kıyısındaki bu yer, günümüzde de meşhurdur. Bugün oraya Cebel-i Firavun (Firavun Dağı) denir. Onun hemen yakı­nında da, bölge halkının Hamam Firavun (Firavun Hamamı) dediği sıcak bir kaplıca vardır. Ebu Zemime'den birkaç mil uzaktadır. Burada yaşa­yan halkın dediğine göre, Firavun'un cesedi burda atılmış olarak bulundu.

Eğer boğulan Firavun, asrımızda yapılan ça­lışmaların kanıtladığı Musa (a.s.)'nın Firavun'u olan Miniftah ise, O'nun cesedi bugün Kahire mü­zesinde mevcuttur. Miladı 1907'de Sir Grofton E.Simith mumyadan bandajları kaldırdığında ce­sedin üzerinde tuz tabakası görmüştü. Bu da O'nun tuzlu suda boğulduğunun kanıtıdır.

"İşte insanlardan bir çoğu hakikaten ayetleri­mizden gafildirler." [61]

Biz gereken dersleri veriyoruz, ibret tabloları sergiliyoruz. Ve deliller gönderiyoruz. Fakat in­sanların çoğu öğüt almıyorlar ve uyanmıyorlar. Öyle ki, ayetlerimizin en büyüklerini ve en önem­lilerini görseler bile.

Bu sahne, surede geçen diğer kıssalara naza­ran daha geniş açıklanmışsa da, yine de genel çiz­gileriyle ele alınmıştır.

Hadise, -A'raf suresinde olduğu gibi- Allah (c.c.)'ın, önceki peygamberlerin kavimlerinden, onların da peygamberlerini yalanlamalarından ve Allah (c.c.)'ın kendisine uyan kimselere yardım edip inatçı ve kibirlileri helak etmesinden söz ederken geçiyor.

İşte bu tablo, diğer naslarda belirtilmeyen ko­nuları aydınlatıyor. Başka bir yerde anlatılan noktayı ikinci kere ele almıyor. Bu yüzden kıssa ne kadar tekrar edilse bile, okuyan bıkmıyor. Edebi yön, üslup diğerlerinden tamamen farklı­dır. Anlatılmak istenen husus apayrı bir konu... Kur'an kıssalarındaki edebi üstünlük burda ken­dini gösteriyor.

Bu surede, Musa-Firavun kıssasını anlatma­dan önce, hıristiyanların sapıklıkları, Allah'a ifti­ra etmeleri anlatıldı. Akabinden de Nuh (a.s.)'un kavmiyle olan mücadelesi zikredildi. Daha sonra da bu kıssaların hedefi, diğer peygamberlerden ve kıssalarından söz edilmeyerek net bir şekilde be­lirtildi:

"Sonra O'nun arkasından birçok peygamber­leri kendi toplumlarına gönderdik, onlara mucize­ler getirdiler. Fakat (onlarda kibir karakter hali­ne geldiği için) önceden yalanladıkları şeye inana­cak değillerdi. İşte haddi aşanların kalbini biz böyle mühürleriz." [62]

Sonra Musa ve Firavun kıssasını tasvir edi­yor:

"Sonra onların ardından da Musa ile Harun'u mucizelerimizle Firavun ve toplumuna gönderdik, fakat onlar kibirlendiler ve (Peygamberleri yalan­layarak) günahkâr bir toplum oldular. Katımız­dan onlara hak (mucize) gelince, "Bu elbette apa­çık bir sihirdir" dediler. Musa, "Size hak geldiğin­de onun için (hep böyle) mi dersiniz? Bu bir sihir midir? Halbuki sihirbazlar iflah olmazlar" dedi.

Onlar dediler ki: "Babalarımızı üzerinde bul­duğumuz (dinden) bizi döndüresin ve yeryüzünde ululuk sizin ikinizin olsun diye mi bize geldin? Halbuki biz sana inanacak değiliz." [63]

Toplumlarına, delilleriyle giden peygamber­lerden sonra, Musa ve Harun'u da Firavun ve ta­raftarlarına gönderdik. Fakat onlar kibirlendiler, inat ettiler. Musa'ya verileni kabul etmediler. Böylelikle günahkâr oldular. Burda günahkârlık, kibirlenip peygamberin getirdiğini reddedenlerin vasfıdır.

Bizim tarafımızdan hak gelince, onlar çelişki­li bir duruma düştüler. Burdaki "Hak" kelimesi, Allah (c.c.)'ın, Musa (a.s.)'ya lütfettiği mucizelere işarettir. Sopanın yılana dönüşmesi ve elinin ce­binden parlayarak çıkması olayı burada kısaca anlatılmış oldu. Kur'an bu olayı tek bir kelimeyle ifade ediyor: Hak! Bundan sonra Firavun ve adamlarının tutumu ne olabilir? Onlar yine bir şey söylemekten geri durmadılar: "O apaçık bir sihirdir". Yani onun sihir olduğu apaçık bir ger­çektir. Hiç kimse bunda şüphe etmez.

Musa (a.s.) onların bu sözlerine şöyle karşılık verdi: "Hak geldiğinde hep böyle mi dersiniz." Ya­ni hakkı gördüğünüzde hep "Bu apaçık bir sihir­dir" mi dersiniz siz? Daha sonra bu aşağılayıcı ve azarlayıcı üslup daha farklı biçimde sürüyor: "Bu bir sihir midir?" Her iki soru şeklinde de, iddiala­rını çürütme ve azarlama vardır. Bunun akabin­de de üçüncü defa onları kınayan ve cehaletlerini ortaya çıkaran bir ifadeyle önemli bir gerçeği vur­guluyor: "Halbuki sihirbazlar iflah olmazlar." Ya­ni benim size getirdiğim bu şey sihir midir? Sihirbazların ebediyyen iflah olmadıkları gerçeğini bil­mez misiniz siz?

Aslında müfessirler, "Size hak geldiğinde onun için (hep böyle) mi dersiniz?" ayetinin anla­mında görüş birliğine varamamışlardır. Biz ise Şevkanî, Beyzavî ve Alusî'nin görüşünü tercih et­tik. Şeyhimiz de aynı görüşü paylaşıyor. İbni Ke­sir bu konuda hiçbir şey kaydetmedi.

Tartışma Musa (a.s.) ile Firavun ve adamları arasında sürüp gitti. Musa onlara bunları söyle­yince, onlar da, "Babalarımızı üzerinde bulduğu­muz (dinden) bizi döndüresin ve yeryüzünde ulu­luk sizin ikinizin olsun diye mi bize geldin?" kar­şılığını verdiler.

Kafirlerin savunuculuğunu yaptıkları konu ikiye ayrılıyor:

Birincisi: Babalarını, atalarını ve doğru veya yanlış olsun eski adetleri taklid etmek...

İkincisi: Liderlik ve saltanat... Bundan yeryü­zünde, yani Mısır'da "ululuk" diye söz ediyorlar.

Sanki onlar şöyle demiş oluyorlardı: Bu ne­dir? Sizin getirdiğiniz şeyi biz daha önce görme­dik, böyle terbiye edilmedik biz. Babalarımızdan, dedelerimizden miras kalan şeye benzemiyor bu. Bilakis adet ve geleneklerimize, ömrümüz boyun­ca sürdüğümüz hayata ters bunlar. Yoksa sizin amacınız bunları değiştirmek mi? Ve nitecede de dini değişen ülkenin hakimiyetini ele geçirmek midir amacınız? Kesinlikle hayır! Biz buna kesin­likle inanmayız.

Aslında bu iki unsur, Allah'a itaat etmeyen ve O'nun dinine ve öğretilerine muhalif sistemlerin direkleridir. Çünkü adet ve geleneklerin kutsallaştırılmasıyla halklar, aydınlıktan uzaklarda, ce­halet içinde yüzerler ve böylelikle onların yönetil­mesi de kolaylaşır. Güç de ele geçirilince, toplu­luklar, koltuklarda oturanların çıkarları doğrul­tusunda idare edilirler. İşte bundan dolayı da ka­firler bu iki unsuru kullanır ve savunurlar.

Bunların ardından Şevkanînin şu sözlerini aktarmak yerinde olur: "Bundan şu anlaşılıyor: Onlar delil getiremediler ve kanıt getirmeye güç­leri de yetmedi zaten. Musa (a.s.)'nın sözlerine karşılık bir cevap bulamadılar. Cahil ve ahmakla­rın yöntemlerine başvurdular. Bu da, atalarının üzerinde bulundukları şeylerle delil getirmeye ça­lışmaktı. Ayrıca buna gayelerini, hakka karşı di­renmelerinin ve apaçık mucizeleri inkar etmeleri­nin sebebini de eklediler: Üzerinde titredikleri dünyevi liderlik tutkusunu yani... Sandılar ki, iman ettikleri takdirde bunu kaybedecekler. Gel­mişte de, geçmişte de bu alemin topluluklarından nice insanlar -batıl olduğunu bildikleri halde- bu düşünceyle batıl üzere devam ettiler. Bu düşünce, bir kısım insanın küfürden çıkmasını engeller­ken, bir kısmının da bidattan sünnete geçmesine mani oldu.

Kısacası onlar Musa (a.s.)'nın davetini kabul etmemeyi iki şeye bağladılar: Atalarını taklid et­mek ile dünya siyasetine aşırı hırslı olmak. Çün­kü onlar peygambere icabet edip, O'nu tasdik et­tiklerinde, insanlar O'na bağlanacaklardı. Dolayısıyla kralın yetkisi daralacaktı. Zira insanları din ile yönetmek, kralların kendilerine özgü siyaset ve gelenekleriyle idare etmelerini ortadan kaldı­racaktı. "

Müfessirler buradaki "el-Kibriya (ululuk)" ke­limesinin, krallık ve başkanlık anlamında olduğu konusunda icma etmişlerdir. İleri gelen dil bilim­cileri de bunu doğrulamışlardır. Mücahid'den de böyle rivayet edilmişdir.

"Firavun dedi ki: Bilgili bütün sihirbazları ba­na getirin. Sihirbazlar gelince Musa onlara, "ata­cağınızı atın" dedi. Onlar (iplerini) atınca, Musa dedi ki:

"Sizin getirdiğiniz sihirdir. Allah onun batıl olduğunu mutlaka açığa çıkaracaktır. Çün­kü Allah bozguncuların işini düzeltmez. Suçlula­rın hoşuna gitmese de Allah (Musa'ya vaadettiği) sözleriyle gerçeği açığa çıkaracaktır."[64]

Kuran olayları seri olarak tasvir ediyor. Hızı, cümlelerin ve ibarelerin gayet kısa ve net olma­sından anlaşılıyor. Firavun emir veriyor: "Bilgili bütün sihirbazları bana getirin!" Fakat sihirbaz­ların nasıl toplandığı açıklanmıyor. Bu ilan yoluy­la mı olmuştu, yoksa Firavun askerlerinin çabala­rıyla mı, veya başka bir vesileyle mi? Bilinmiyor. Ama sihirbazların toplanıp geldiği kesin.

Sihirbazlar gelince Musa (a.s.) şöyle dedi: "Atacağınızı atın". Yine Kur'an-ı Kerim burada si­hirbazların şu sözünü naklediyor: ,

"Sen mi (önce hünerini ortaya) atacaksın, yoksa önce atanlar biz mi olalım?"[65] Bu, başka surelerde değişik tablolarda zikrediliyor.

Onlar hünerlerini ortaya atınca, Musa (a.s.): "Sizin yaptığınız sihirdir. Ama benim yaptığım değil ve Allah kudretiyle, gücüyle onun batıl oldu­ğunu ortaya çıkaracaktır. Zira Allah ebediyen bozguncuların işini düzeltmez" dedi. Burada şuna dikkat çekiliyor: Sihir ve sihri yapmak bozguncu­luktur! Ve Allah, sihirbazların ve onlara bu emri veren günahkâr liderlerin gayretlerine rağmen hakkı gözler önüne seriyor...

"Sözler"den kasıt burda ilâhî emirlerdir. Alûsî ve Beyzavî'nin görüşü budur. Üstadımız da böyle tercüme etmiştir. Şevkani ise, "Delilleri ve bur­hanları kapsaması itibariyle, peygamberlerine in­dirilen sözlerdir" der. İbni Kesir bu konuda her­hangi birşey belirtmemiştir.

Kur'an nassı, burda, mucizenin sergilenmesi, sihirbazların imana gelmesi, Firavun ve yandaş­larının rezil olup hezimete uğramaları olaylarına değinmemiştir. Fakat değişik yerlerde bu konular ele alınmıştır. Burada ise vurgulamak istediği tek şey Israiloğullarının mucizeleri gördükten sonra iman etmiş olmaları hadisesidir. "Firavun ve ka­vinin kendilerine işkence etmesinden bir korkuya düşerek, kavminden bir grup gençten başka kim­se Musa'ya iman etmedi. Çünkü Firavun yeryü­zünde ulunanan (bir diktatör) ve haddi aşanlar­dan idi." [66]

Musa (a.s.)'ya bir grup gençten başka kimse iman etmemişti. "Zürriyyef'ten kasıt, gençlerdir. Alûsî, Beyzavî, İbni Kesir ve Üstad bu görüştedir.

İşte bu gençler, Firavun ve kavminin kendilerine işkence etmesinden korkmalarına rağmen Musa (a.s.)'ya inandılar. Tefsir alimleri ayette ge­çen, "Meleihim" ifadesindeki zamiri değişik tarz­larda yorumlamışlardır. Üstad bunu şöyle çevir­miştir: "Firavun ve kendi kavimlerinin ileri ge­lenlerinden korkmalarına rağmen iman etmişlerdir." Daha sonra tefsirinde bunu açıklamıştır. On­dan önce gelen İbni Kesir ve Alusi de bu görüşü benimsiyorlardı. Zira O şöyle der: "Akla en uy­gun olan bu zamirin (him) "zürriyyet" kelimesine ait olduğudur. Çoğul olarak kullanılması anlam itibariyledir. Dolayısıyla ayetin anlamı da şöyle olur: Onlar Firavun'dan ve kavimlerinin ileri ge­lenlerinden korkmalarına karşın yine de iman et­tiler.

"En yeftinehüm, "onlara işkence etmesi" de­mektir. Burada özne Firavun'dur. Çünkü işkence emrini veren O'dur.

Firavun yeryüzünde ululanan biridir. Ululan­mak, yani herşeyi ele geçirmek ve mahvetmek. Bu Kur'anî ifade, günümüzde kullanılan "dikta­tör" kelimesiyle eş anlamdadır. Yeryüzünden ka­sıt, Mısır'dır. Yani Firavun Mısır diktatörüdür. Ululuk her şeyden yükseklerde, yüce olmak de­mektir.

Devlet başkanı bütün yetkileri kendinde top­lar. Nerdeyse diğer yetkililere bir görev kalmaz. Bir bakmışsınız başbakan, bir bakmışsınız ki si­lahlı kuvvetler başkomutanıdır O. Zaman zaman iktidar partisinin başkanıdır da. Veya yargı kuru­lunun başındadır. Kısacası O herşeyin başkanıdır. Hayır kurumlarının, sanatçılar derneğinin, basın konseyinin ve hatta çocuk kulüplerinin bile.

Bizzat herşeyin başına geçmesi gerekmez. Herhangi bir kurulun başına istediği adamı ata­ması, O'nun endirekt yolla oraya başkanlık etme­si demektir. Zira O işine geleni, fikirlerini ve kafa yapısını beğendiği kişileri atar. Dolayısıyla o ku­rumu idare eden de, oraya başkanlık eden de O'dur. İşte Kur'an-ı Kerim'in tek kelimeyle ifade ettiği, (Âlin = ululanan) Firavûnî sistem de bu­dur.

Edebiyattan nasibini almış kişiler, Kur'an'ın, Firavun'a atfen yaptığı alayvari üslubu kolayca anlarlar. Zira Kur'an şöyle buyurur:

"Çünkü Fira­vun yeryüzünde ulunanan biridir." Başka bir ayette ise şöyle geçer: "Firavun yeryüzünde ger­çekten ululanmış..." [67]

Evet O uludur. Ama yerde, yeryüzünde. İşte bu nükteyi sadece belagat ehli kavrayabilir.

"O müsriflerdendir". Yani zulüm ve bozguncu­lukta haddi aşanlardandır. Şevkani ve Alusi de böyle tefsir etmişlerdir. Şeyhimiz de böyle çevir­miştir.

Fakat davet sahibi Musa (a.s.) davetine ina­nanların bu korkularını görüp diğerlerinin de es­ki hallerinden vazgeçmeyeceklerini anlayınca, on­lara öz ve yeterli nasihatta bulunmaya başladı.

"Musa dedi ki:

"Ey kavmim, eğer Allah'a inan­dıysanız ve O'na teslim olduysanız, sadece O'na güvenip dayanın. Onlar da dediler ki: Allah'a dayandık. Ey Rabbimiz! Bizi, o zalimler topluluğuna bir fitne (konusu) yapma! Ve bizi rahmetinle o ka­firler topluluğundan kurtar!" [68]

Ey kavmim, gerçekten inandıysanız, aklınız­la, kalbinizle Alemlerin Rabbine teslim olduysa­nız, o takdirde Allah'a tevekkül edin. Musa'nın kavmine öğütü, "Allah'a tevekkül ediniz" idi. Bu yüzden onlardan şevke gelen yiğitler, "Allah'a te­vekkül ettik" diye karşılık verdiler. Tevekkül du­aya engel değildir. Zira dua da bir sebeptir. Aslın­da tevekkül de; sebepleri, o sebepleri yaratan Al­lah'a havale etmek ve her şeyin Onun dilemesine bağlı olduğuna inanmaktır. Eğer kişi inanarak sebeplere sarılırsa tevekkül etmiş olur. Üstad, Musa (a.s.) kavminin yaptığı duanın anlamını ga­yet geniş bir şekilde açıklamıştır.

"Biz de Musa ve kardeşine, "Kavminiz için Mısır'da evler hazırlayın ve evlerinizi namaz kılı­nacak yerler yapın. Namazlarınızı da dosdoğru kılın. (Ey Musa size uyan) müminleri (zaferle) müjdele!" diye vahyettik. Musa dedi ki: Ey Rabbi­miz! Gerçekten sen Firavun ve kavmine dünya hayatında zinet ve nice mallar verdin. Ey Rabbi­miz! (Onlara bu nimetleri) insanları senin yolun­dan saptırmaları için mi (verdin)? Ey Rabbimiz! Onların mallarını yok et! Kalplerini de şiddetle sık ki, acıklı azabı görünceye kadar iman etme­sinler. (Allah) "İkinizin de duası kabul olunmuş­tur. O halde siz doğruluğa (ve insanları doğru yo­la çağırmaya) devam edin ve sakın o bilmezlerin yoluna gitmeyin!" dedi".[69]

İki grup birbirinden ayrıldı: Firavun önderli­ğindeki kafirler topluluğu ile Musa ve Harun (a.s.) komutasındaki müminler toplumu ...

İlahi vahiy onları burada hayra, ilk göreve, namaza yönlendiriyor. Müfessirler bu ayeti çok farklı biçimlerde yorumlamışlardır. Fakat en gü­zel biçimde tefsir eden bizce Üstadımızdır. İbni Abbas ve İbni Cübeyr'den rivayet edildiğine göre, Firavun (Allah lanet eylesin) mescidlerini harab etmiş ve namaz kılmalarını yasaklamıştır. Bu yüzden namazları evlerde kılmaları vahyedilmiştir.

Burdan anlaşıldığına göre, eski Firavun da camilere hakimdi ve müminleri namaz kılmaktan engelleyebiliyordu. Durum, çağdaş firavunların yaptığının aynısıdır.

Yine anlaşılıyor ki, eski firaunların evler üze­rinde bir kontrolleri yoktu. Çünkü evler insanla­rın şahsi mülkleriydi. Günümüz firavunları ise, her yerde gözlerini dört açıyorlar: Üniversiteler­de, evlerde, okullarda, fabrikalarda, şirketlerde, ülkenin bütün her yerinde. Musa'nin Firavun'u lanete layıksa, bu firavunlar binlerce kez lanete layıktır. Allah onlara lanet etsin.

Musa (a.s.) onlara bedduada bulunmak için işe şikayetten başlıyor. Önce şikayet ediyor, sonra da beddua. Ya Rabbi, sen Firavun ve halkına re­fah verdin; konforlu arabalar, yüksek binalar, göz alıcı yapılar... Her şeyde zinet yemekte zinet, elbi­sede zinet.. içecekde zinet.. gümüş kaplar, süper mobilyalar., eğlence araçları, rahat yataklar, lüks hayat... çeşitli yollardan kazanılmış bolca mal-mülk... Halkın günlük yiyeceklerinin ticaretinden bazı merkez ve makamlara sağlanan imkanlar, rüşvetler, komisyonlar.. Fukaranın kanları onla­rın ceplerinde harcanan mallara dönüşüyor.

Ey Rabbimiz, (nimetleri) senin yolundan sap­tırmaları için verdin... Onlara bunları verdin ki, giderek daha çok günah işlesinler ve sapıklığa düşsünler.

Ey Rabbimiz, onların mallarını helak et. Mücahid böyle demiştir. Üstadımız da bunu benim­semiştir. Kalplerini şiddetle sık... Kalplerini mü­hürle. (Üstad böyle çevirmiştir. İbni Abbas ve yeni-eski müfessirlerin de yorumları böyledir) Ta ki, acıklı azabı görünceye kadar iman etmesinler, kalpleri imana açılmasın.

Nuh (a.s.) kavmine bedduada bulunduğu gibi, Musa (a.s.) da o zamana kadar küfürde bulunan­lara beddua etmiştir. Musa (a.s.), onlarda bir ha­yır, fayda sezmeyince ve Allah'ın dinine yaklaş­madıklarını görünce beddua etmiştir. Bu yüzden de talebi yerine getirilmiştir. "Ey Musa ve Harun, ikinizin de duası kabul olunmuştur" denilmiştir. Bu bağlamda gelen rivayetlere göre, Musa (a.s.) bedduada bulunurken, Harun (a.s.) da "Amin" diyordu. O halde siz doğruluğa devam edin. Üzerin­de bulunduğunuz doğru hal üzere sebat ediniz. Beyzavi, Alûsî, Şevkanî, Üstad ve diğerlerinin yo­rumları bu şekildedir. Er veya geç Allah'ın ka­nunlarının birer birer gerçekleşeceğini bilmezle­rin yoluna gitmeyin. Veya, "Allah'ın sözüne güvenmeyen cühelanın yoluna sakın gitmeyin." Aye­tin tefsirinde birçok müfessirler ve Üstad aynı gö­rüşü paylaşıyorlar.

Daha sonra Kur'an, acıklı azabı sergilemek üzere son tabloyu ortaya koyuyor. Peygambere is­yan eden, ulunanan ve böbürlenenin; azıp taşkın­lık yapanın sonu boğulup gitmektir. İtaat ve iman eden, doğru yolu bulup, doğru kalanın sonu ise kurtuluştur.

"Biz İsrailoğullarını denizden geçirdik. Ama Firavun ve askerleri zulmetmek ve saldırmak üzere arkalarından onlara yetişti. Nihayet (deniz­de) boğulma haline gelince, "Gerçekten, İsrailoğullarının inandığı tanrıdan başka tanrı olmadı­ğına ben de iman ettim. Ben de müslümanlarda­nım" dedi. Şimdi mi (iman ettin)?! Halbuki daha önce isyan etmiş ve bozgunculardan olmuştun. (Ey Firavun!) Senden sonra geleceklere ibret ol­man için, bugün senin bedenini (cansız olarak) kurtarıp (sahilde) bir tepeye atacağız. İşte insan­lardan bir çoğu hakikaten ayetlerimizden gafil­dirler." [70]

Musa ve kavmi deniz tarafına doğru yöneldi­ler. Sonra Rabbi diğer tablolarda belirtilen sopay­la denize vurmasını ve denizin yarılmasını vahyetti. İsrailoğulları denizi yarıp karşıya geçtiler. Firavun ve askerleri düşmanlık ve azgınlık sebe­biyle peşlerine takıldılar. Kur'an, dier ayetlerde ayrıntılı olarak açıklanan olayı burada bir defa daha kısaca ele alıyor... Firavun ve askerlerinin denize girmesiyle, denizin eski haline dönüşme­si... Öyle ki, boğulacağını anlayınca Firavun şöyle demişti: "Gerçekten İsrailoğullarınm inandığı tanrıdan başka tanrı olmadığına ben de iman et­tim. Ben de katıksız olarak Allah'a teslim olanlar­danım."

Kurtuluştan umudunu kesip gözleriyle hela­kin yaklaştığını görünce, "iman ettim" diyor. Bu umutsuzluk halindeki kişinin imanıdır ki, Kur'an'da böylesi bir imanın geçersiz olduğu sa­bittir.

"Artık o çetin azabımızı gördükleri zaman "Allah'a inandık ve O'na ortak koştuğumuz şeyle­ri inkar ettik" dediler. Fakat azabımızı gördükle­ri zaman imanları kendilerine bir fayda vermeye­cektir. Allah'ın kullan hakkında süregelen adeti budur. İşte kafirler burada hüsrana uğramışlar­dır." [71]

Evet!... O, imanın artık fayda sağlamadığı yerde iman etmişti. Bu yüzden Allah (cc), O'na azarlayıcı ve imanını reddedici bir soru edasıyla karşılık verdi. Şimdi mi iman edesin geldi ey Fi­ravun?! Hani ne oldu, daha önce isyan etmiştin? Sapık-saptıran bozgunculardandın hani!

Bugün bedenini kurtaracağız. Yani yüksek bir tepeye kaldıracağız. Müfessirler "bedenini kurtaracağız" ifadesinin yorumunda, görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Fakat bir çoğu şöyle yorumla­mışlardır: Biz bugün bedenini su yüzünde kalır halde kılacağız. Mücahid, el-Hasan İbni Kesir, Alûsî, Beyzavî ve diğerlerinin görüşleri de böyle­dir. Üstadın tercümesi, "Bugün cesedini kurtara­cağız" şeklindedir. Kastolunan anlam da zaten budur.

İşte sonuç... Firavun'un cesedi boşuna su yü­zünde öyle bırakılmadı. Böyle oluşunun şüphesiz bir hikmeti vardı: Firavun'dan sonra gelenler O'nun cesedini veya mumyasını gördüklerinde, kıssasını okuduklarında veya işittiklerinde öğüt alsınlar diye.

Bu olaydan kasıt; peygambere karşı gelen, peygamberlerin risaletini reddeden, ilahhğa kal­kışıp Allah'ın özelliklerinin ve sıfatlarının ken­dinde bulunduğunu iddia eden., herşeyi tahakkü­mü altına alan, fîravunlaşan, ululuk taslayıp ki birlenenlere bir ibret ve ders vermektir. Sonuçta O'nun varacağı yer dünyada ve ahirette azaptır. Ama şüphesiz ki, ahiret azabı daha korkunçtur.

Tefsir bilginleri "senden sonra gelecek olan­lar" ifadesinde ihtilaf etmişlerdir. Bir kısmına gö­re bunlar İsrailoğullarıdır. Çoğuna göre ise, sonra gelen ümmetler ve topluluklardır. Şevkânî, Beyzavî ve Üstad bu görüştedir. Şevkani ayrıca, "senden sonra gelen liderler" ekini yapmıştır.

Çoğu insan, hala ibret almak şöyle dursun Al­lah'ın gösterdiği ibret ve derslere aldırış bile et­miyor. Hepsi Firavun'un izinden gidiyor. Fira­vun'un şeriatıyla hükmediyorlar. Firavun'un söz­lerini sarfediyorlar... Firavun'un reddettiği gibi, onlar da peygamberlerin şeriatını reddediyorlar. Firavun gibi, onlar da ululanıyorlar. Firavun sih­ri kullandığı gibi, onlar da bu işi yapıyorlar.. Fira­vun'un yaptığı işkencenin aynısını onlar da Al­lah'a ve Resulüne yapıyorlar. Firavun'un yaptığı gibi onlar da inananlara iftira ediyorlar. İşte bunların isimleri, lakapları ve sistemleri ne olursa ol­sun mana açısından, eski Firavundan daha azılı firavunlardır. Onlar Allah'ın uyarılarından ve öğütlerinden gafildirler.

İşte bu yüzden Allah bu tabloyu üstün edebi bir üslupla kesin bir gerçeği dile getirerek kapatı­yor:

"İşte insanlardan birçoğu hakikaten ayetleri­mizden gafildirler." [72]

 

Üçüncü Tablo

 

Allah 'c.c.) Hud suresinde şöyle buyuruyor:

"Andolsun ki Musa'yı da mucizelerimizle apa­çık bir delille gönderdik. (O'nu) Firavuna ve O'nun ileri gelenlerine (gönderdik). Fakat onlar Firavun'un emrine uydular. Oysa Firavun'un em­ri doğru değildi. Zira Firavun, kıyamet gününde kavminin önüne düşecek ve onları (çekip) ateşe götürecektir. Varacakları yer ne kötü yerdir!" [73]

Bu ayetten ve Kur'an'ın değişik yerlerindeki açıklamalardan anlaşıldığına göre, herhangi bir halkın veya toplumun dünyada önderliğini yapan kişi kıyamet gününde de onlara önderlik yapa­caktır. Eğer onları dünyada, hakka, doğruluğa, hayra yönlendiriyor idiyse, kıyamet gününde de ona uyanların hepsi, onun sancağı altında topla­nacaktır. Dolayısıyla onun ardından hepsi de cen­nete gireceklerdir.

Eğer onları dünyada sapıklığa, fesada ve hak dinden başka bir yola sürüklüyorsa, o zaman, ona uyanların tümü, ahiret gününde de ardına düşe­cekler ve o da onları cehenneme itecektir.

Rasulullah'ın hadisinde de aynı şeyi görüyo­ruz:

"İmrü'l-Kays cahiliye şairlerinin sancağını cehenneme taşıyandır."

Herkes bu iki güruhun başına gelecekleri ka­fasında canlandırabilir. Her iki grup nasıl da va­racakları yere, sonlarına gidiyorlar! Doğal olarak insanlar, kendilerini bu zalimlerin sürüklediği o korkunç yeri görünce, başlarına gelen bu felaket ve musibetlerden, onları dünyada saptıran, hak­ka zıt yollara sürükleyen liderlerini sorumlu tuta­caklardır. Zira az sonra liderleri önde, arkasında da ona söven ve lanetleyen büyük kalabalık topyekün cehenneme gireceklerdir.

Ama insanları cennet ehli yapan lider ve ön­derlerin fertleri ise varacakları o mutlu kurtuluş yerini gördüklerinde, büyük bir topluluk halinde imamlarını överek, onlara duada bulunarak cen­nete doğru ilerleyeceklerdir.

"Onlar burada da, kıyamet gününde de lanete tabi tutuldular. (Onlara) verilen bu armağan ne kötü armağandır."

Hud süresindeki bu sahne çok özel bir sahne­dir. Özel bir noktayı tasvir ediyor. Çok önemli bir konu olmakla beraber Kur'an bunu gayet kısa tutmuş ve birkaç ayetle tasvir etmiştir. Ama çok edebi ve üstün bir tasvirdir bu.

Bu tablo, Kur'an üslubunda, hak-batıl müca­delesi ve davetçi peygamberlerin sabrı anlatılır­ken ele alınmıştır. Her peygamberin davetine de yer verilmiştir.

Kıssalar da, hak ve batıl taraftarı iki grubu anlatmaya başlamadan kesin ve sabit gerçekleri zikrediyor:

1. "İşte onlar kendilerine yazık ettiler. Uydur­makta oldukları şeyler de kendilerinden kaybolup gitti. Şüphesiz onlar ahirette en çok ziyana uğra­yanlardır." [74]

2. "İnanıp da güzel işler yapan ve Rablerine gönülden boyun eğenlere gelince, işte onlar cen­net ehlidirler. Onlar orada ebedi kalırlar." [75]

3. Bu iki zümrenin (müminlerle kafirlerin) durumu kör ve sağır ile gören ve işiten kimseler gibidir. Bunların durumu hiç eşit olur mu? Hala ibret almıyor musunuz?

Daha sonra bazı olayları genişçe anlatıyor... Nuh (a.s.)'un kavmiyle olan durumu, Ad kavmi­nin peygamberleri Hud (a.s.) ile aralarındaki olaylar, Semud kavminin kardeşleri Salih (a.s.) ile olan mücadeleleri, İbrahim (a.s.) ve Lut (a.s.), Şuayb (a.s.) ve kavmi...Daha sonra da Musa (a.s.)'nm Firavun'la olan kıssası ele alınıyor.

Kıssa önceki ayetlerde anlatıldığı için burda sadece bir yönüne dikkat çekiliyor: Önderlik ve li­derlik ile, o önderlerin ve onlara uyanların so­rumlulukları...

"Andolsun ki, Musa'yı da mucizelerimizle ve apaçık bir delille gönderdik. (O'nu) Firavun'a ve O'nun ileri gelenlerine (gönderdik) fakat onlar Firavun'un emrine uydular. Oysa Firavun'un emri doğru değildi." [76]

Musa (a.s.) kesin mucizelerle ve apaçık delil­lerle Allah tarafından gidip Firavun'a ve devlet adamlarına bunları sunmuştu. Fakat Musa'ya uymayı reddettiler ve Firavun'un yoluna gidip, O'nun izini takip ettiler. (Müfessirlerin ileri ge­lenleri de bunu söyler). Çünkü O, Alemlerin Rabbi'ndendi.

Düşünceler dünyada doğru olmayınca, düzen ve metod da sapıklık ve azgınlık düzeni olunca, ahirette durum nasıl olur acaba?

"Zira Firavun, kıyamet gününde kavminin önüne düşecek ve onları (çekip) ateşe götürecek­tir. Varacakları yer ne kötü yerdir." [77]

Firavun dünyada olduğu gibi ahirette de lider olacaktır. Fakat O, dünyada kurduğu düzenin ve nazariyenin oluşturduğu yere varacaktır.

Firavun, kavminin önünde yürüyecektir. İleri gelen adamlarının önünde değil sadece. Bilakis adamlarının, onlara uyanların, onların fikirlerini haykıranların önünde gidecek. Nereye? Toplu ola­rak içecekleri yere: Ateşe! Ateş, kaynar su ve ateş... Ne fena bir içecek ve ne kötü bir dayanma yeri!

Burası hesab gününde varacakları yer... Dün­yadaki lanetlerine, kıyamette bir lanet daha ekle­necek; böylece iki lanete sahip olacaklar.

"Onlar burada da, kıyamet gününde de lanete tabi tutuldular. (Onlara) verilen bu armağan ne kötü armağandır." [78]

(Ayette geçen) "Rafd", Sahih-i Buhari'de, "yar­dım" olarak tefsir edilmiştir. Fakat müfessirlerin çoğu "armağan" diye yorumlamışlardır. Dilciler­den ve ileri gelen müfessirlerden Kısaî, Ebu Ubeyde, İbni Hayyan ve Leys bu görüştedirler. Üstadımız da manayı tercüme ederken bunu be­nimsemiştir.

Evet! İşte durura budur, Hud suresinde oldu­ğu gibi. Şer, sapıklık önderleri dünyada olduğu gibi, kıyamette de böyledirler. Cehenneme yürü­yüp giderler.

Hakkı, iyiliği, hak dini savunanlar, ve bunları uygulamak için cihad edenler kıyamet gününde, dünyada olduğu gibidirler. Hep beraber nimetli cennetlere doğru yürürler.

Şer önderlerine tabi olanlar cehennemde on­larla beraber haşrolunacaklar. Hakkın önderleri­ni ve doğrunun öncülerini destekleyip tabi olanlar ise, liderleriyle birlikte nimetlerle donanmış cen­netlere girecekler.

İşte bu yüzden Resulullah (s.a.v.) cahiliye eğ­lencelerinin şarabın ve ahlaksızlığın sözcülüğünü yapan şair İmru'l-Kays'dan şöyle söz etmişlerdi: "(O) cahiliye şairlerinin sancağını cehenneme ta­şıyandır." Yani onların komutanıdır. Bu hadisi, Ahmed, Ebu Hureyre'den rivayet etmiştir.

 

Dördüncü Tablo

 

Allah (c.c.) İsra suresinde şöyle buyuruyor:

"Andolsun ki, biz Musa'ya açık açık dokuz ayet verdik." [79]

Bunun, Mekke kafirlerinin mucize isteklerine karşı verilen üçüncü cevap olduğunun açıklanma­sı gerekir. Onlar Peygamberimize şöyle diyorlar­dı: "Şu vaya bu mucizeleri bize göstermedikçe biz sana asla inanmayız." Kuran da onlara cevap ve­rip şöyle diyor: Biz, sizden önce de Firavun'a bir tane değil, iki tane değil, peşpeşe apaçık dokuz mucize göstermiştik. Artık siz biliyorsunuz; iman etmek istemeyen kişi, onları gördükten sonra bile reddetmişti ve akibeti de nasıl olmuştu.

Araf suresinde bu dokuz mucize açıklanmıştı.[80] Bunlar:

1. Yılana dönüşen asa.

2. Cebine sokup çıkardığı güneş gibi parlayan eli.

3. Si­hirbazların sihirlerinin bozulması.

4. Musa (a.s.)'nın duyurduğu kıtlık.

5. Turfan.

6. Çekirge.

7. Buğday güvesi.

8. Kurbağa.

9. Kan belası.

"Haydi İsrailoğullarına sor. Musa onlara gel­diğinde Firavun, O'na "Ey Musa! dedi, senin bü­yülenmiş olduğunu sanıyorum!" [81]

Bu karşılık, Mekke müşriklerinin Resulullah (s.a.v.)'a verdikleri cevabın aynısıdır. Bu surede daha önce geçmişti:

"Siz büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz." [82]

Kur'an'ın burda anlattığı şey şudur: Firavun da, Musa'ya (a.s.) sizin verdiğiniz cevabın aynısı­nı vermişti.

"(Musa, Firavun'a) Pekala biliyorsun ki, dedi, bunları birer ibret olmak üzere ancak göklerin ve yerin Rabbi indirdi." [83]

Bunları Musa (a.s.) şunun için söylemişti: Bir ülkenin böylesine kıtlık içinde olması; onbinlerce kilometre karelik bir yere çekirgelerin yayılması, güvelerin ülkenin bütün mahsulünü bitirmesi, iş­te bütün bu bela ve musibetler, herhalde bir sihir­bazın işi olamazdı, ve hiçbir beşerin gücü de buna yetmezdi.

Bu olaylar olmadan önce Musa (a.s.),bunların olacağını haber verdi. Eğer vazgeçmezse bu musi­betlerin geleceğini söyledi. Sonra da aynen dediği gerçekleşti. Böyle bir durumda bu bela ve musi­betlerin, göklerin ve yerin Rabbinden başkası ta­rafından gönderildiğini ancak deliler veya haddi aşmış zalimler söyleyebilir.

"Ey Firavun ben de senin hakikaten mahvolduğunu sanıyorum!"[84] Yani benim herhangi bir zararım yok. Fakat şu kesin ki, ziyanda olan sensin. Çünkü peşpeşe gelen bunca mucizeleri görmene rağmen hâlâ inat ve kibirde ısrar etmen, senin kendine çok yazık ettiğini gösteriyor.

"Derken, Firavun onları ülkeden çıkarmak is­tedi. Bu yüzden biz O'nu ve maiyetindekilerin hepsini (denizde) boğduk. Arkasından da İsrailo­ğullarına, "O topraklarda oturun! Ahiret vaadi ta­hakkuk edince hepinizi toplayıp bir araya getire­ceğiz" dedik." [85]

Kıssanın sergilenmesindeki asıl amaç işte bu­dur. Mekke müşrikleri, müslümanları Arap top­raklarından sürmeyi düşünüyorlardı, O yüzden Kur'an bu olayı hikaye ediyor. Firavun, Musa (a.s.) ve İsrailoğullarına neler düşünüyordu; ama Firavun ve yandaşları helak oldu. Musa (a.s.) ve İsrailoğulları ise orada kaldılar. Siz de onlar gibi yapar, onların yolunu izlerseniz, işte o zaman si­zin akibetiniz de onlarınkinden hiç farklı olma­yacaktır.

Bu tablonun suredeki diğer ayetlerle bağlan­tısı var. İndirildiği zamanki durum da tabiiki önemli.

O sıralarda müşrikler Peygamberimizi ve da­vetine inananları tamamen kökünden koparıp at­mak istiyorlardı. Kur'an da buna değiniyor:

"Yine onlar seni yurdundan çıkarmak için neredeyse dünyayı başına dar getirecekler. O takdirde, se­nin ardından kendileri de fazla kalamazlar." [86]

Müşrikler de o zaman Peygamberimizden (s.a.v.) mucizeler istemişlerdi: "Onlar, "Sen, dedi­ler, bizim için yerden bir kaynak fışkırtınadıkça sana asla inanmayacağız. Veya senin bir hurma bahçen ve üzüm bağın olmalı. Öyle ki, içlerinden gürül gürül ırmaklar akmalı. Yahut iddia ettiğin gibi. üzerimize gökten parçalar yağdırmalısın ve­ya Allah'ı ve melekleri (söylediklerinin doğrulu­ğuna) şahit getirmelisin. Yahut da altından bir evin olmalı ya da göğe çıkmalısın. Bize, okuyaca­ğımız bir kitap indirmediğin sürece (göğe) çıktığı­na da asla inanmayız." [87]

Daha sonra Kur'an iki noktaya dikkat çeke­rek kıssayı anlatmaya başlıyor.

Birincisi: Firavun ve kavmine apaçık mucize­ler geldi. Fakat onlar, iman etmek istemedikleri için kibir ve inatlarına devam ettiler. Küfürde ve azgınlıkta ısrarlıydılar. Mesele, mucize meselesi falan değil; aklın ve vicdanın dengeli ve insaflı bi­çimde davete olan yaklaşımıdır. Bu dünyada kör olan kimse ahirette de kördür; üstelik iyice yolu­nu şaşırmıştır.

İkincisi: Eğer siz inanan cemaati Arap top­raklarından çıkarmaya kararlıysanız, bir düşü­nün; Firavun ve kavmi de Musa (a.s.)'yı ve O'na inananları yok etmede ısrarlıydı. Fakat sonu na­sıl oldu? Onları topraklarından çıkarmak istedi. Fakat biz O'nu da kavmini de boğduk, helak ettik. Mustazaflara yardım ettik. Onları yeryüzüne varis kıldık. Ve onları insanlara önderler yaptık.

Burda, böyle bir şeye girişmeleri durumunda, Arap müşriklerine gizli bir uyarı var. Zira tasar­ruf sahibi olan, kahreden, yücelten ve alçaltan mutlak güçle her şeye kadir olan sadece Allah (c.c.)'dır.

Kur'an kıssayı anlatıyor ve diyor ki:

"Andolsun biz, Musa'ya açık açık dokuz ayet verdik. Haydi İsrailoğullarına sor: Musa onlara geldiğinde Firavun O'na: "Ey Musa' dedi, senin büyülenmiş olduğunu sanıyorum!" [88]

Dokuz mucize A'raf suresinde ayrıntılı olarak geçmişti. Müfessirler dokuz mucizenin mahiyetle­ri konusunda görüş birliğinde değiller. Bunlar, İbni Abbas, Mücahid, İkrime, Şa'bî, Katâde (r.a.)'ye göre şunlardır: Beyaz el, asa, yıllarca ku­raklık, mahsul kıtlığı, tufan, çekirge, güve, kur­bağa, kan. Hasan el-Basri kuraklık ve mahsul kıtlığını bir saymıştır. Ona göre dokuzuncusu, -İbni Kesir'in ifadesine göre- sihirbazların sihrinin bozulmasıdır. Şeyhimiz Hasan el-Basri'nin görü­şünü benimsemiştir.

Müfessirler, ayette geçen "hadi sor" ifadesindeki muhatabın kim olduğu konusunda farklı gö­rüşler belirtiyorlar. Bu da kıraat farklılıklarından kaynaklanıyor. Fakat, bir çoğuna göre neticede burdaki hitap Peygamberimize (s.a.v.) yöneliktir. Üstadın tercih ettiği görüş te budur.

Tabii ki bu soru, öğrenme ve meseleye açıklık isteme babından değildir. "Yahudilerden iman edenlere bir sor bakalım. Onların kitabında bu yok mu?" manasındadır.

Nas, kısa ifadelerle Firavun'un Musa (a.s.)'ya verdiği cevabı belirtmiş. Musa (a.s.) Firavun'a ge­lip, O'na daveti sunduğunda, Firavun şöyle de­mişti: Senin büyülenmiş olduğunu sanıyorum. Aklın karıştı veya büyülendin. Bu yüzden saçma sapan laflar ediyorsun.

Zamanımızda bu tür lafları sıkça işitmek mümkün. Hakkın davetçileri, çağdaş firavunlar tarafından hep böyle suçlanırlar. Değişik ifadeler­le, Firavun'un cevabı, "Ben sende delilik olduğu­nu sanıyorum" anlamındadır. Eski firavunlar çağdaş firavunlardan daha adiller. Öyle ki, "deli olduğuna inanıyoruz" gibi kesin bir ifade yerine, "sanıyorum" ifadesini kullanıyorlar. Günümüz fi­ravunları ve İslam düşmanları ise, İslama davet eden herkese deli damgası vuruyorlar.

Musa (a.s.) bu ithama karşılık verdi aynı üs­lupla. Arada sadece bir fark var: Firavun'un "sa­nıyorum" demesi, zaten boşunadır; fakat Musa (a.s.)'nın (Firavun için) "sanıyorum" ifadesini kul­lanması "kesin bilme" anlamına daha yakındır. Bu yüzden O'na bu ifadeyi kullanması, herhalde Firaun'un küfür üzere kalacağını yakın, olarak bilmem esindendi. Bu da bir hikmet çeşididir.

"(Musa Firavun'a) Pekala biliyorsun ki, dedi, bunları birer ibret olmak üzere, ancak göklerin ve yerin Rabbi indirdi. Ey Firavun! Ben de senin ha­kikaten mahvolduğunu sanıyorum." [89]

Bu apaçık kesin mucizeleri, göklerin ve yerin Rabbinden başka kimsenin indirmediğini gayet iyi biliyorsun. Ben de senin helaka uğradığına ve ziyanda olduğuna inanıyorum. "Basair" kelimesi burda, Allah'ın indirdiği mucizelerin "hal"idir. Yani o mucizeler açık ve kesindir. (Beyzavi, İbni Kesir, Şevkânî ve diğerleri böyle söyler). Onlar benim ve davetimin doğruluğunu kesin ifade eden apaçık mucizelerdir. Alûsî ve Üstadımız böyle yorumlarlar.

Nasda geçen Firavun, diğerlerinden daha müsamahakâr ve daha demokrattır. Musa (a.s.)'nın davetini arzetmesine izin veriyor. Eski Firavun ile zamane firavunları arasındaki farkı kavramak için, olayı zihnimizde şöyle canlandıra­lım: Çağdaş firavunlardan biri, bir gence veya ih­tiyara "sen saçmalıyorsun" veya "sen delisin" di­yecek, o da kalkıp "ben senin hüsrana uğramış bir melun olduğunu sanıyorum" diyebilecek! Bunun karşılığı nasıl olur acaba? Sonucunu tabii ki hepi­miz biliyoruz.

Firavun ayetleri inkar edip, küfründe ve ina­dında direnince, artık biraz bu mümin toplulu­ğundan kurtulmak istemişti. Onları katledip yok etmeyi planlıyordu. Fakat Allah, O'nun oyununu tersine çevirdi. Yok olan da, O ve zümresi oldu. Mustazaflar ise oraya yerleştiler.

"Derken Firavun onları ülkeden çıkarmak is­tedi. Bu yüzden biz O'nu ve maiyetindekilerin hepsini (denizde) boğduk. Arkasından da İsrailoğullarına,

"O topraklarda oturun" (dedik)." [90]

Firavun müminlerin kökünü kazımak ve da­vetlerini engellemek istedi. Fakat Allah (c.c.) hile­sini geri teptirdi. Bu Allah'ın kanunudur. Kim da­veti reddeder, ömrü uzar da devlet koltuğunda uzun süre kalırsa, Allah onu da, taraftarlarını da boğar.

Allah (c.c), Musa (a.s.) aracılığıyla İsrailoğullarına şöyle diyordu:

“Firavunun, kafir ve facirlerin oturmasını istediği yere gidin, yerleşin. Yer­leşmek, hak davetçilerinin üstün ve güçlü olması­nı sağlar.”

"Ahiret vaadi tahakkuk edince, hepinizi top­layıp bir araya getireceğiz, dedi."[91] Yani top­lu olarak. İbni Abbas, Mücahid, Katade, Dahhak ve diğerleri böyle tefsir etmişlerdir. Üstad da böy­le çevirmiştir.

Hesap gününde sizi ve düşmanlarınızı topla­yıp, hesap soracağız.

Firavun'u küfründen ve isyanından dolayı he­saba çekeceğiz. Sizden de hesap soracağız. Size verdiğimiz emaneti gerektiği gibi korudunuz mu? O'nun sorumluluğunu ve vecibelerini Allah (c.c.)'ın istediği gibi yerine getirdiniz mi? Yoksa Allah size mekan verdikten ve yeryüzünde efendi kıldıktan sonra kibirlendiniz mi? Allah'tan kor­kan, vefakâr, iyi müminlerin yolundan döndünüz mü?

 

Beşinci Tablo

 

Allah Teala Taha suresinde buyuruyor ki:

"Sen ve kardeşin birlikte ayetlerimi (Firavun'a) götürün. Beni anmayı ihmal etmeyin. Firavun'a gidin. Çünkü O iyiden iyiye azdı. O'na tatlı dille konuşun. Belki O, aklını başına alır veya korkar." [92]

İnsanın doğru yolu seçip, o yolda gitmesi iki şekilde mümkündür: Ya kendisine anlatılarak ve nasihat verilerek ikna olur da doğru yolu seçer; ya da sonucun kötülüğünden korkar ve düzelir. "Belki O aklını başına alır veya korkar" ayeci de bunu ifade ediyor.                                                  

"Dediler ki..."

Anlaşılıyor ki, bu ifade, Musa ((a;.s.), Mısır'a varıp kardeşi Harun'u da peygamber olarak kendişine ortak edince sarfedilmiştir. O takdirde bu sözleri, Firavun'a yönelmeden önce Allah (c.c.)'a hitaben söylemişlerdir.

"Doğrusu biz, O'nun bize aşın derecede kötü davranmasından yahut iyice azmasından endişe ediyoruz. Buyurdu ki:

"Korkmayın. Çünkü ben si­zinle beraberim, işitir ve görürüm. Haydi, gidin de O'na deyin ki: Biz senin Rabbinin elçileriyiz. İsrailoğullarını hemen bizimle birlikte bırak; on­lara eziyet etme! Biz, senin Rabbinden bir ayet getirdik. Kurtuluş, hidayete uyanlarındır. Haki­katen bize vahyolundu ki; azap, (peygamberleri) yalanlayan ve yüz çevirenlerin üstünedir" [93]

Olayla ilgili olarak Tevrat'ın ve Talmut'un ri­vayetlerine bir göz atmakta fayda var.

"Ve şimdi gel benim kavmimi, İsrailoğulları­nı, Mısır'dan çıkarmak için seni Firavun'a gönde­reyim. Ve Musa, Allah'a dedi: Ben kimim ki Fira­vun'a gideyim ve İsrailoğullarını Mısır'dan çıka­rayım. Allah, Musa'yı iyice anlayışlı kıldı. O'nu cesaretlendirdi. Kalbini sağlam-sabit kıldı. Ve O'na mucizeler verdi. Fakat Musa Allah'a dedi ki: Aman ya Rab Niyaz ederim, göndereceğin adamın eliyle gönder" [94]

Talmut ise daha da ileri giderek şöyle der:

"Allah ve Musa bu konuda tam yedi gün tar­tıştılar." Rab O'na der ki:

“Peygamber olacaksın.” Musa da cevap verir:

“Ben fasih konuşamıyorum, nasıl peygamber olurum.” Sonunda Rab şöyle der:

“Benim mutluluğum senin peygamber olmana bağlıdır. Musa da karşılık verir: Lut'u kurtarmak için melek gönderdin; Hacer, Sare'nin evinden çıktığında O'na beş melek gönderdin. Şimdi ço­cuklarını (İsrailoğullarını) Mısır'dan çıkarmak için sadece beni mi göndereceksin?” Ve Rab kızdı.

“Harun'u da O'nun beraberinde peygamberliğe or­tak etti. Musa'nın neslini rahiplikten (kâhinlik) mahrum bıraktı ve bunu Harun'un nesline bah­şetti.”

İşte sefillerin övündüğü kitablar. Bir de kal­kıp, Kur'an bu kıssaları onlardan aldı derler.

"Firavun, Rabbiniz de kimmiş ey Musa, dedi." [95]

Burada, Musa (a.s.)'nın Firavun'a varması, ve O'na daveti sunmasıyla ilgili ayrıntılar ele alın­mıyor. Bunlar daha önce A'raf suresinde anlatıl­mıştı. Allah dilerse, Şuara, Kasas ve Naziat sure­lerinde tekrar göreceğiz bunları. Firavun'a ait ge­rekli bilgileri edinmek için A'raf suresinde zikret­tiklerimize müracaat etmek faydalı olacaktır. Risalet yönünden Hz. Musa (a.s.) daha önce olduğu için, Firavun O'na hitab etmiştir. Belki de Harun (a.s.)'un fasih ve edebi konuşmasından çekinip tartışma ortamına girmek istemiyişinden ve Mu­sa (a.s.)'nın hitabetteki zafiyetinden yararlanma­yı düşünmesin dendir bu.

Firavun bu soruyu sorarken şunu demek isti­yor: Siz kendinize bir rab edinmişsiniz. Ben de Mısır ve ahalisinin rabbiyim. Naziat suresi olayı şöyle naklediyor: "Ben sizin en yüce rabbinizim."[96] Zuhruf suresinde ise, etrafındakilere hitaben diyor ki:

"Ey kavmim Mısır'ın mülkü ve altından akıp giden şu ırmaklar benim değil mi?"[97] Kasas suresinde ise, milletin önüne çıkmış heyecan­la haykırır:

"Ey ileri gelenler, sizin için benden başka bir ilah tanımıyorum. Ey Hâmân, haydi be­nim için çamur üzerine ateş yak (ve tuğla imal et) bana bir kule yap ki, Musa'nın tanrısına çıka­yım." [98] Şuara suresinde ise, Musa (a.s.)'yı tehdid eder:

"Benden başkasını tanrı edinirsen, andolsun ki seni zindana kapatılmışlardan ederim." [99]

Burdan, Firavun'un kavminde tek tanrı inan­cının hakim olduğu ve başka ilahlara tapılmadığı anlamı çıkarılmaz. Çünkü Firavun kendisinin krallığa layık oluşunu, güneş tanrısı "Ra"ın ken­disinde tecelli etmesini bir cismani varlık olması­na bağlıyordu. O, bu özelliği taşıdığı için hüküm­dardı.

Zira Mısır tarihini incelediğimizde, o zamanki toplumun birçok tanrılara taptıklarını görürüz. Dolayısıyla O, yegane kulluğun kendisine yapıl­masını savunmuyor, bilakis bunun siyasi anlam­da tanrılık ve rablik olduğunu iddia ediyordu. Çünkü O, pratikte sadece Mısır halkının, teorik olarak ise bütün insanlığın tanrısıydı. Bu yüzden de, kendisinin üstünde hükmeden, elçilerini ve temsilcilerini gönderip emirlerini ileten, kendisi­ne itaat edilmesini ve kendi hükümlerinin uygu­lanmasını isteyen bir tanrıyı kabullenemiyordu.

Bazı kişiler Firavun'un, Allah'ın varlığını in­kar edip kendisinin tanrı olduğunu iddia ettiğini sanarak, konuyu yanlış anlamışlardır. Halbuki Kur'an-ı Kerim, O'nun kendisinden başka bir var­lığın evren üzerinde hakimiyeti olduğuna inandı­ğını zikrediyor. Şu ayetleri dikkatlice okuyun: Gafir: 28-34, Zuhruf: 53. Göreceksiniz ki Firavun, Allah (c.c.)'ın ve meleklerin varlığını inkar etmi­yor. Fakat O'nun inkar ettiği tek şey; insanlar üzerindeki siyasi tanrılığına Allah'ın karışması, O'na elçilerini göndermesi ve emirlerinin uygu­lanmasını istemesiydi.

"O da, "Bizim Rabbimiz her şeye hilkatini ve­ren sonra da hidayete yöneltendir." dedi." [100]

Yani biz kelimenin tam anlamıyla rab olarak sadece O'na inanıyor ve O'ndan hoşnut oluyoruz. O bizim hakimimiz, malikimiz ve efendimizdir. Sadece O'dur rabbimiz. Hangi anlamda olursa ol­sun, O'ndan başkasına inanamayız.

Her şeye hilkatini veren, sonra da hidayete yönelten Allah'ın emriyle, evrende bulunan her şey yaratılmıştır. Kainattaki suretler, terkipler, şekiller, cisimler, güçler, yetenekler, özellikler.. hepsi O'nun rahmetinden ve ihsanmdandır.

Allah Teala, eli, göreceği işe uygun sitilde ya­ratmıştır. Ayakları da, en münasip tarzda yap­mıştır. İnsana, hayvana, bitkilere, cansız varlık­lara, havaya, suya, ışığa, kısacası herşeye, görece­ği işe en elverişli şekil verilmiştir.

Allah Teala (c.c.) hiçbir şeyi yaratıp, şekil ve­rip, onu öylece bırakmamıştır. Bilakis ona görevi­ni göstermiş ve öğretmiştir. Evrende ne için yara­tıldığı öğretilmeyen ve yaratılma amacını sağlayan yöntemi kendisine bildirilmeyen hiçbir varlık yoktur. Kulağa duymayı, göze görmeyi öğreten O'dur. Balıklara yüzmesini, kuşlara uçmasını öğ­reten yine O'dur. Bitkilere verim sağlayan ve toprağı yeşerten O'dur. Kısacası Allah (c.c.) evre­nin ve içindeki varlıkların sadece yaratıcısı değil, O aynı zamanda onları yönelten, onlara öğreten ve uygulattırandır.

Firavun ve tebasından hiçbiri Allah'ın varlığı­nı dikkate almıyordu. Bununla beraber Allah (c.c.)'ın onlara öğrettiği sistem üzere çalışmadıkça bir an yaşayamazlar. Dolayısıyla Firavun'un ken­disini rab ilan edip, insanların da O'na teslim ol­maları budalalıktan başka birşey değildir.

Musa (a.s.) bu küçük cümleyle, kendisinin peygamber olduğuna da değinmiştir. Allah (c.c.)'ın her şeyin yönelticisi ve yaratanı olması, evrenin genel hidayetçisi olması sonucunu doğu­rur. İnsanın hidayeti diğerlerinden farklıdır. Do­ğal olarak, balıkların ve kuşların hidayeti, insa­noğlunun hidayetine benzemez. Hepsi birbirinden farklıdır. Beşerin hidayeti için en uygun, en sağ­lıklı yol; kendi cinsinden akıl ve idrak sahibi in­sanlar (peygamberler) göndermektir. O, onların kafa yapılarını, duygularını daha iyi bilir.

"Öyle ise önceki milletlerin hali ne olacak?" dedi." [101]

Yani olay gerçekten senin dediğin gibi ise, herşeyi yaratan ve yarattıklarına görevlerini öğ­reten ise ve O'ndan başka rab de yoksa, o takdir­de, başka tanrılara tapan babalarımızın, atalarımızın durumu ne olacak? Onlar sapıklık üzerinde miydiler? Şimdi hepsi de azabı hak ettiler mi? De­li miydiler?

Firavun, Musa (a.s.)'ya işte böyle cevap ver­mişti. Belki cahilliğinden yaptı, belki de kötülü­ğünden; her ikisinden de olabilir. Atalarına sapık damgasını vuran Musa (a.s.)'ya öfkelendi. Fakat bunu açıkça belli etmedi. Bunun yerine, Musa (a.s.)'nın davetini engellemek için, Mısır halkının ve saray adamlarının zihinlerinde ırkçılık duygularını alevlendirdi.

Bu silah hak davetçilerinin karşısında hiç ya­bancı değildir. Cahil kesimi her zaman etkilemiş ve onları provake etmiştir. Özellikle bu ayetler in­diği sırada, Mekke'de Peygamberimiz (s.a.v.)'in davetini engellemek için bolca oynanmıştır bu oyun. Bu yüzden de hadise tam yerinde zikredil­miştir.

"Musa:

"Onlar hakkındaki bilgi, dedi, Rabbimin yanında bir kitapta bulunur. Rabbim, ne ya­nılır, ne de unutur." [102]

Musa (a.s.)'nın bu cevabında öğrenmemiz ge­reken çok ders var. En güzel davet hikmetlerini kapsıyor bu. Firavun önce ırkçılık ateşini alevlen­dirip bütün halka bu düşünceyi yaymayı planlı­yordu. Musa (a.s.), O'na, "Evet hepsi de sapıktı­lar. Cehennem yakıtı olacaklar" diye de cevap ve­rebilirdi. Firavun'un amacına uygun karşılık da buydu. Oysa Musa (a.s.) hakkı söylemekte gayet cesur bir örnekti. Musa (a.s.) gerçekte de doğru olan bu cevabı verince, Firavun fırsatı kaçırmış oldu. Birşey yapamadan zehirli dişleri kırılmıştı artık. Musa şöyle diyordu: Bu insanlar şimdi Rabblerine ulaşmış, O'nun yanmdalar. Bende, on­ların amellerini, niyetleri değerlendirip ona göre bir hüküm vermeme yardımcı olacak bilgi yok. Onlarla ilgili bilgiler Allah katında bir kitapta mahfuzdur. Allah, onların hareketlerini, niyetle­rini, tavırlarının sebeplerini iyi bilir. O'ndan hiç­bir şey kaçmaz. Onların ne yaptıkları ve ne ola­cakları, ne seni, ne de beni ilgilendirmez. Bizim düşünmemiz ve ilgilenmemiz gereken konu kendi durumumuzdur. Ne haldeyiz? Ve acaba sonumuz nasıl olur?

Gayet net olarak anlaşıldığı gibi Musa (a.s.)'nın sözü, "Rabbim ne yanılır, ne de unutur" ile tamamlanıyor. "O, size yeri beşik yapan(dır)" ayetinden, "ve bir kez daha sizi ondan çıkaraca­ğız" ifadesine kadar olan bölümler, Allah (c.c.)'ın açıklayıcı mahiyetteki ayetleridir. Bunun benzer­leri Kur'an'da çoktur. Birinde gelmiş veya gelecek olaylarla ilgili söylediklerini aktarırken,kendisi de öğüt niteliğinde ayetler ekler. İşte anlaşılıyor ki bu ayetler, az önce konuşan kişinin değil, Allah (c.c.)'ın sözleridir.

Şunu da dikkatten kaçırmamak gerekir ki, bu ayetler, Musa (a.s.)'nın sadece son sözüyle değil, "Bizim Rabbimiz, her şeye hilkatini veren, sonra da hidayete yöneltendir" ifadesinden, "Rabbim ne yanılır ne de unutur" ayetine kadar bütün sözle­riyle ilgilidir.

"O, yeri size beşik yapan ve onda size yollar açan ve gökten de su indirendir. Onunla biz çeşit­li bitkilerden çiftler çıkardık. Yeyiniz; hayvanları­nızı otlatınız; şüphesiz bunda akıl sahipleri için (Allah'ın kudretine) alametler vardır." [103]

Aklı selim ile hakkı bulmaya çalışanlar bu alametler sayesinde doğru yola ulaşabilirler. Bu ayetler gösteriyor ki, bu evrenin tek bir rabbi var­dır, değişik anlamlarıyla da rububiyet (rablik) sa­dece O'na mahsustur. Kısacası kainatta O'ndan başka hiçbir rabden söz edilemez.

"Sizi ondan (topraktan) yarattık. Yine oraya döneceksiniz ve bir kez daha sizi ondan çıkaraca­ğız." [104]

İnsan şu üç merhaleden geçer:

1- Doğumdan ölüme kadar olan safha.

2- Ölümünden kıyamete kadar olan dönem.

3- Kıyamette tekrar diriltilmesi... Bu ayete bakıldığında bu üç merhale, ardarda yeryüzünde vuku bulacaktır.

"Andolsun biz O'na (Firavun'a) delillerimizin hepsini gösterdik." [105]

Tabiat alametleri, Allah (c.c.)'m Musa (a.s.)'ya gönderdiği mucizeler, Firaun'u davet etmek için Musa (a.s.)'nın sarfettiği sözler... Bunlar işte hep o delilleri teşkil ediyor. Bunlar, Kur'an'm birçok yerinde zikredilmiştir.

"... yine de yalanladı ve diretti. Dedi ki:

"Yap­tığın büyü ile bizi yurdumuzdan çıkarasın diye mi geldin bize ey Musa?" [106]

Büyüden kasıt, A'raf ve Şuara süresindeki bilgilere göre Musa (a.s.)'nın, Firavun'un adamla­rının önünde sergilediği "asa" ve "beyaz el" muci­zeleridir.

"Yaptığın büyü ile bizi yurdumuzdan çıkarasın diye mi geldin bize ey Musa" ayetinden, Fira­vun un, mucizeleri gördüğünde saçmalamaya baş­ladığını anlıyoruz.

Ne şimdi, ne de eskiden, dünya tarihinde hiç­bir kişinin büyü gücüyle bir ülkeyi fethettiği gö­rülmüş mü? Firavun'un etrafında pervane gibi dolaşıp sanat ve oyunlarını sergileyip, bahşişler, ödüller isteyen yüzlerce, binlerce sihirbaz vardı. Firavun'un, bir taraftan Musa (a.s.)'yı büyücülük­le suçlaması; öbür yandan da sultayı kendi elin­den kapacağından korkması, dengeli konuşamaz hale geldiğini gösteriyor.

Aslında Firavun, Musa (a.s.)'nın davetini işi­tip, mucizeleri de görünce anlamıştı ki -sadece kral çevreleri değil- halktan ve ileri gelenlerden büyük bir kesim O'na inanacak, O'ndan etkilene­cek. Bu yüzden bir dizi yalan uydurup, oyunlar tezgahlayıp, ırkçılığı yaymaya başladı: "Bu bir mucize değil, büyüdür. Benim ülkemde her sihir­baz bir sopayı yılana çevirebilir." Halka hitaben de şöyle haykırıyordu: "Şu adama bakınız!.. Kalk­mış, sizin atalarınızın cehennemde olduğunu söy­lüyor. Ondan sakınınız. O bir peygamber değil, iktidar ve liderlik heveslisi bir kişidir. Hakimiyeti Kıptilerden alıp, -Yusuf (a.s.) zamanında olduğu gibi- İsrailoğullarına geçirmeyi  arzuluyor." İşte Firavun, hakka daveti, bu tür oyunlar ve tezgah­larla engellemeye çalışıyordu.

Şunu da unutmamak gerekir ki, güç sahibi kişiler ve liderler her zaman hak davetçilerini sultayı, iktidarı ele geçirmekle suçlarlar. İşte böy­le söyleyen ve yapanların tek amacı da budur.[107]

"Öyle ise muhakkak surette biz de sana, ay­nen onun gibi bir büyü getireceğiz. Şimdi sen, se­ninle bizim aramızda ne senin, ne de bizim muha­lefet etmeyeceğimiz uygun bir yerde buluşma za­manı ayarla. Musa,

"Buluşma zamanımız, bay­ram günü, kuşluk vaktinde, insanların toplanma­sı (zamanı) olsun" dedi." [108]

Firavun, sihirbazların sopa ve iplerinin yıla­na dönüştüğünü görünce, Musa'nın artık kalpler­den silineceğini düşünüyordu. Bu da Musa (a.s.)'nın işine geldi ve dedi ki: Özel bir yer ve gün tayin etmeye gerek yok. Bayram günü zaten ya­kın. İnsanlar şehre akın edecekler. Kalabalık top­landığı zaman olsun bu iş. Bütün insanlar seyretsin. Vakte gelince; güpegündüz olsun ki, herhangi bir şüpheye mahal kalmasın.

"Bunun üzerine Firavun dönüp gitti. Hilesini tertipledikten sonra çok geçmeden geldi." [109]

Bu buluşma veya karşılaşma Firavun ve adamları açısından çok önemliydi. Geleceklerini bu olay belirleyecekti. Bu yüzden Firavun ülkenin her yanına adamlarını gönderdi; ne kadar usta si­hirbaz, iyi büyü yapan kişi varsa hepsini getireçeklerdi. Dolayısıyla halk ta bu karşılaşmaya çok büyük bir ilgi gösterdi. Çünkü sihir tekniklerini kendi gözleriyle görecekler ve böylece Musa (a.s.)'nın asasından etkilenmeyeceklerdi. Öyle ki, artık insanlar arasında açıkça şu laflar geçiyordu: "Dinimiz, şimdi sihirbazların yeteneklerine kaldı. Başarabilirlerse dinimiz kurtulur ve devam eder; eğer aksi olursa, Musa (a.s.)'nın dini hakim olur."

Burada şunu unutmamalıyız: Mısır'da, üst ta­bakanın ve kraliyet ailesinin dini, halkın dinin­den tamamen farklıydı. Hatta iki gruptan her bi­rinin ilahı, sadece kendisine ait ve diğerininkinden değişikti. Dini sembolleri ve törenleri de fark­lıydı, insanlar, Mısır dininde önemli yeri olan, "öldükten sonra tekrar dirilme" konusunda bile aynı düşünmüyorlardı. Teorik ve pratik alanda hep farklılıklar vardı [110] Ayrıca Mısır'daki dini gelenekler halk arasında birçok akımların doğma­sına sebep oldu. Bunlardan bir kimse tevhid inan­cını benimserken, bir diğeri de çok tanrılı dini tercih edebiliyordu.

İsrailoğulları ve onların dinine inananlar hal­kın % 10'unu oluşturuyordu. Ayrıca, Firavun'dan iki buçuk asır önce, dini reform yapan Amnonphisıv veya Akhnaton (M.Ö. 1377-1360) bütün ilah­ları kaldırdığını ve tek "Aton"a ibadet edileceğini ilan etmişti.

Tabii bu reform daha sonraki Firavunlar ta­rafından kaldırıldı. Yine de şüphesiz epey etki bı­rakmıştı.

Evet, şimdi biz bu olayları ve durumları itiba­ra alırsak Firavun'u kaplayan bu korku ve endi­şenin sebebini anlayabiliriz.

"Musa, onlara dedi ki..." [111]

Musa (a.s.)'nın bu hitabı, olayın sihir mi, mu­cize mi olduğuna karar vermeleri gereken insan­lar topluluğuna değil, kendisinin sihirbaz ve deccal olduğunu söyleyen Firavun ve adamlarına yö­neliktir.

"Yazık size! Allah hakkında yalan uydurma­yın." [112]

Allah'ın mucizesine sihir demeyin, Rasulüne de sihirbaz diyerek iftira atmayın.

"Sonra o bir azap ile kökünüzü keser, iftira eden muhakkak perişan olur. Bunun üzerine on­lar, durumlarını aralarında tartıştılar, gizli gizli fısıldaştılar." [113]

Burdan anlaşılıyor ki, onlar, zafiyetlerini his­sediyorlardı. Musa'nın getirdiğinin sihir olmadığı­nı da biliyorlardı. Karşılaşmanın ilk anlarında korkmaya başlamışlar ve titremişlerdi. Bir de o esnada Musa (a.s.) onları uyarıp, Allah'ın azabıyla korkutunca, azimleri sarsılmış, ve aralarında ihtilafa düşmüşler: "Acaba güpegündüz halkın önünde, halkın her taraftan akın akın geldiği bir günde karşılaşmak isabetli bir karar mıydı? Eğer kaybedersek, mucize ile sihir arasındaki fark her­kesin önünde anlaşılacak. İşte biz bunu düşüne­medik."

"Dediler ki"

Diyenler tabii ki, Firavunî sistemin kahra­man savunucusu olan koruyucularıdır. Zira onlar, Musa (a.s.) aleyhine tezgahlanan her oyuna or­tak olurlar. Kafası çalışan tecrübeliler ise dikkatli davranıyorlar. Kahraman müdafiler şöyle diyor­lardı: Uyarılara kulak asmayın. Fazla düşünme­yin. Cesaretli olun ve karşılaşmaya başlayın ar­tık.

"Bu ikisi, muhakkak ki sihirleriyle sizi yurdu­nuzdan çıkarmak ve sizin ideal yolunuzu ortadan kaldırmak isteyen iki sihirbazdırlar sadece (dedi­ler)." [114]

Bu kavmin güvendiği iki nokta vardı:

Birincisi: Sihirbazlar sopalarını ve iplerini yılanlara dönüştürebilirlerse, Musa'nın sihirbaz ol­duğu ortaya çıkacak.

İkincisi: Onlar ırkçılık ateşini alevlendirmeyi ve yönetici tabakayı tahrik etmeyi düşünüyorlar­dı. "Musa'nın başarılı olması, gücün sizin eliniz­den çıkması ve güzel hayatınızın sona ermesi de­mektir" diyorlardı. Halk üzerinde etkinliği olan kesimi de uy arıyorlardı. Musa iktidara gelirse kültürünüz, sanatınız, medeniyetiniz, refahınız, kadınlarınızın özgürlüğü -ki Yusuf (a.s.) zama­nında kadınlar özgürlüğün en büyük örneğini vermişlerdi- kısacası tatlı olan her şey bitecektir.

"Öyle ise hilenizi kurun; sonra sıra halinde gelin". [115]

Onun karşısında tek cephe olun. Eğer karşı­laşma sırasında tartışmaya girer ve çekişirseniz; halk da bu hali görürse rezil olursunuz ve hava­nız da söner. Ve o zaman doğru hal üzere olmadı­ğınıza kendinizin de kesin olarak inanmadığınızı ve korkarak, şüphe ederek buraya geldiğinizi sa­nacaktır halk.

"Muhakkak ki, bugün üstün gelen kurtulmuş­tur. Dediler ki..."[116]

Burda, Firavun taraftarlarının, bu olayın akabinde, tekrar cesaretlenip, sihirbazların mey­dana çıkmaları için emir verildiği anlatılmamış­tır.

"Ey Musa, ya sen at veya önce atan biz ola­lım. Hayır siz atın, dedi. Bir de baktı ki, büyüleri sayesinde ipleri ve sopaları gerçekten koşuyor gi­bi görünüyor". [117]

Kur'an-ı Kerim A'raf suresinde şöyle buyurur:

"Onlar atınca insanların gözlerini büyülediler, on­ları korkuttular." [118]

Burada ise diyor ki; sihir sadece halkı değil, Musa (a.s.)'yı da etkiledi. Öyle ki, sadece gözleri değil bütün azalarıyla etkilenmişti. İpler ve sopa­lar sanki koşmakta olan yılanlar gibiydi.

"Musa birden içinde bir korku duydu." [119]

Anlaşılıyor ki, ipleri ve sopaları, Musa (a.s.) onlara, "Önce siz atın" demesinden dolayı, O'na doğru atmışlardı. Bir de baktı ki önünde yürüyen, sürünen yüzlerce yılan. Musa (a.s.)'nın korku his­setmesinde bir gariplik yoktur. Çünkü herkes gibi O da -peygamber de olsa- bir insandır. Dolayısıyla beşeri özelliklerden de kurtulamaz.

Ayrıca, Musa (a.s.), büyük ölçüde mucizeye benzeyen olayı seyretmekte olan halkın teleşa düşmesinden ve ortalığı saran gürültüden de et­kilenmiş olabilir.

Burda kayda değer bir konu da şudur: Kur'an, peygamberlerin diğer insanlar gibi sihir­den etkilenmesini doğruluyor. Fakat sihirbaz, si­hir gücüyle peygamberliğe etki edemez ve vahye de halel getiremez.

"Korkma! dedik. Üstün gelecek olan kesinlik­le sensin. Sağ elindekini at da, onların yaptıkları­nı yutsun." [120]

Mucize yılan, gerçekten, yılanlar gibi gözüken sopa ve ipleri yutmuş olabilir. Fakat buradaki ve diğer yerdeki ayetlerdeki lafızlar şu yorumun da­ha doğru olduğunu gösteriyo: Mucize"yılan, ipleri ve sopaları, gerçekte yutmamıştır. Sadece onların yılanlar gibi gözükmesini sağlayan büyüyü yok etmiştir. Araf (117) ve Şuara (45) surelerindeki ifadeler şöyle: Onların uydurduklarını yutuyor". Buradaki ifade ise, "Onların yaptıklarını yutsun" şeklindedir.

Uydurdukları ve yaptıkları şey ise sopalar ve ipler değildir. Bilakis, onlara yılanlar gibi gözük­mesini sağlayan sihirdir. Biz, mucize yılanın, on­ların sihrini bozduğuna ve o ip ve sopaların ise öylece kaldıklarına inanıyoruz.

"Yaptıkları sadece bir büyücü hilesidir. Büyü­cü ise nereye varsa iflah olmaz. Bunun üzerine si­hirbazlar secdeye kapandılar." [121]

Sihirbazlar Musa (a.s.)'nın asasını görünce, onun gerçek bir mucize olduğuna inandılar. He­men secdeye kapandılar; bunu yaparken de öyle bir niyetleri olmaksızın, farkına bile varmadılar. Sanki biri onları zorluyordu buna.

"Harun'un ve Musa'nın Rabbine iman ettik" dediler." [122]

Bu ifade de gösteriyor ki, herkes bu karşılaş­manın asıl amacını biliyordu. O topluluk arasın­da, bu olayı, Musa (a.s.) ve sihirbazlar arasında bir yarışma olarak algılayan ve kimin daha usta sihirbaz olduğunu kanıtlayacak bir karşılaşma olarak değerlendiren kimse yoktu. Herkes biliyor­du ki, bir tarafta kendisini yerin ve göğün yaratı­cısı Alemlerin Rabbi olan Allah tarafından gönde­rilen bir elçi olarak takdim eden ve mucize olarak sopayı, gerçek yılana çevirerek peygamberliğini kanıtlayan Musa (a.s.); diğer yanda da sihirbaz­ları halkın önüne çağırıp, sopanın yılana dönüş­mesinin bir mucize olmadığını sadece bir hile ol­duğunu kanıtlamaya çalışan Firavun var.

Değişik bir ifadeyle söylemek gerekirse; aslın­da Firavun, sihirbazlar ve küçük-büyük olayı iz­leyen herkes mucize ile sihir arasındaki farkı bili­yordu. Karşılaşmanın amacının Musa'nın yaptığı şeyin sihir mi yoksa Allah'ın kudretiyle ancak mümkün olabilen mucize mi olduğunu ayırt et­meye yönelik olduğunun farkındaydılar. İşte bu sebeple sihirbazlar, büyülerinin başarısızlığını görünce; "Biz Musa'nın üstünlüğünü kabul ettik" demeyip, Alemlerin Rabbine iman ettiler. Ve hay­kırdılar: "Musa (a.s.) ve Harun (a.s.)'u elçi olarak gönderen Allah'a iman ettik.

Bu yenilginin o günkü topluma ve toplumdan da öte, o devlete ne denli etki ettiğini tahmin et­memiz hiç de güç değil!

Firavun bu karşılaşmayı ülkenin her yanın­dan gelen büyük bir kalabalık önünde düzenle­mişti. Musa (a.s.)'nın kaybedeceğini ve hüsrana uğrayacağını sanıyordu. Mısır'ın her yöresinden gelen kişiler, sopanın yılana dönüşmesinin Mu­sa'nın dehşet veren bir mucizesi olmadığını gözle­riyle görecekler ve her sihirbazın bunu başarabi­leceğini anlayacaklardı. Fakat Firavun tezgahla­dığı oyuna kendisi geldi. Bütün sihirbazlar, dere­den tepeden, her taraftan gelen insanların huzu­runda, Musa (a.s.)'nın yaptığının sihir olmayıp gerçek bir mucize olduğunu ve bunu da Allah (c.c.)'ın elçisinden başka kimsenin getiremeyece­ğini itiraf ettiler.

"(Firavun) şöyle dedi: Ben size izin vermeden önce O'na inandınız ha! Hakikat şu ki O, size bü­yü öğreten ulunuzdur." [123]

Allah (c.c.) Araf suresinde şöyle buyurur:

"(Firavun, diyor:) Bu hiç şüphesiz şehirde (Mı­sır'da) Kıpti olan halkını oradan çıkarmak için kurduğunuz bir tuzaktır." [124]

Kur'an burda olayı genişçe ele alıyor ve Firavun'un dilinden naklediyor. Bu sizinle Musa (a.s.) arasındaki sadece bir hile anlaşması değildir. Bi­lakis görünen o ki, o sizin liderinizdir. Siz mucize sebebiyle yenilmediniz. Aksine hocanız sizi yenil­giye uğrattı. Önceden O'nun üstünlüğünü kanıtlamaya karar vermişsiniz, sonra da nübüvvetine inanıp ülkenin yönetim sistemini devireceksiniz.

"Şimdi elleriniz ile ayaklarınızı tereddüt et­meden çaprazlama keseceğim." [125]

Yani sağ el ve sol ayak veya tersi.

"Ve sizi hurma dallarına asacağım." [126]

Eskiden birini asacaklarında bir kalas getiri­lir ve yere dikilirdi. Veya bunun yerine hurma ağaçları da kullanılabilirdi. Sonra başka bir ağaç parçası enine bir şekilde o direğin üstüne çakılır­dı. Daha sonra da suçlu getirilerek; elleri, çiviler­le, enine konan ağaç parçasına çakılırdı. Ve öyle­ce acı çekerek yavaş yavaş ölmesi için asılı bırakı­lırdı. İnsanlar görüp ibret alsınlar diye.

"Böylece hangimizin azabının daha şiddetli ve sürekli olduğunu iyice anlayacaksınız." [127]

Bu oyun Firavun'un kaybettiği puanları yeni­den kazanmak için yaptığı son hileydi. Sihirbaz­ları, Musa (a.s.) ile anlaşıp ülke yönetimini değiş­tirmeye çalıştıklarını söyletmek için acı işkence­lerle tehdit etmeye başladı. Fakat sihirbazların kararlılıkları azim ve sebatları, Firavun'un oyu­nunu geri teptirdi. Onlar en katı işkencelere bile razı oldular. Ülke yönetim sistemini değiştirme ve Firavun aleyhine propaganda yapma suçlama­larının gerçeklerle hiçbir ilişkisi olmadığını; sade­ce Musa (a.s.)'ya eziyet etmek için Firavun tara­fından kurulan rezil ve alçak bir tuzak olduğunu; ve kendilerinin de Musa (a.s.)'nın peygamberliği­ne inandıklarını bütün dünyaya duyurdular.

"Dediler ki: Seni, bize gelen apaçık mucizelere ve bizi yaratana tercih edemeyiz." [128]

Ayet iki şekilde tefsir ediliyor.

1- Seni bize ge­len apaçık mucizelere ve bizi yaratana tercih ede­meyiz.

2- "Bizi yaratana" ifadesi yemin ifade eder. "Bizi yaratana andolsun ki, seni bize gelen apaçık mucizelere tercih edemeyiz" anlamını çıkarmak daha uygundur.

"Öyle ise yapacağını yap! Sen ancak bu dünya hayatında hükmünü geçirebilirsin. Hatalarımızı ve senin bize zorla yaptırdığın büyüyü bağışlama­sı için Rabbimize iman ettik. Allah, (mükafatı) en hayırlı ve cezası en sürekli olandır. Şurası mu­hakkak ki, kim Rabbine günahkar olarak varırsa, cehennem sırf onun içindir. O ise orada ne ölür, ne dirilir." [129]

"Şurası muhakkak ki, kim Rabbine günahkar olarak varırsa cehennem sırf onun içindir. O ise orada ne ölür ne dirilir" ayeti, Allah (c.c.)'ın sihir­bazların sözüne ilavesidir. Zaten bu üsluptan da anlaşılıyor.

"Ne ölür, ne dirilir." yani ikisinin arasında kalır. Ölmez ki, acıları dinsin. Hayatı ise tad ver­mez ki, ölüme tercih etsin. Elem verici bir hayat sürer. Ölmek ister ölemez.

Cehennem azabı Kur'an'da ayrıntılı biçimde ele alınmıştır. Fakat bunların en acısı, en kötüsü işte bu durumdur.

"Kim de iyi davranışlarda bulunmuş bir mü­min olarak O'na varırsa, üstün dereceler işte sırf bunlar içindir. İçinde ebedi kalacakları, zemininden ırmaklar akan Adn cennetleri! İşte tertemiz arınanların mükafatı budur. Andolsun biz vahyettik." [130]

Burada, Musa (a.s.)'nın Mısır'da kaldığı uzun süre içerisinde gelişen olaylarla ilgili ayrıntılara yer verilmemiştir.[131]

"(Andolsun ki biz Musa'ya), kullarımla birlik­te geceleyin yola çık da (size) yetişilmesinden korkmaksızın ve (boğulmaktan) endişe etmeksi­zin onlara denizde kuru bir yol aç (diye vahyetmiştik)."[132] Yani Allah Teala, İsrailoğullarının ve diğer müslümanların Mısır'ı terketmeleri için belli bir gece tayin etmişti.

Belli bir yerde toplandılar ve yürümeye ko­yuldular. O zaman Süveyş Kanalı mevcut değildi. Askeri savaşlar sebebiyle, Kızıldeniz'den Akde­niz'e kadar olan bölge de berbattı. Bu yüzden Mu­sa (a.s.) Kızıldeniz'e varan yoldan devam etti. Öyle anlaşılıyor ki, Sina'ya ulaşmak için sahile paralel olarak gidiyordu. Kervan sahile vardığın­da, Firavun ordusuyla O'na yetişti.

Şuara suresinde geçtiğine göre, Musa (a.s.)'nın kafilesi, Firavun ordusuyla deniz arasın­da sıkıştığında, Allah Musa'ya şöyle vahy etmiş ti:

"Asan ile denize vur! (Vurunca) deniz derhal yarıldı (oniki yol açıldı) her parça koca bir dağ gi­bi oldu."[133] Musa denize asasıyla vurduğunda ortada kupkuru bir yol açıldı. İşte apaçık mucize­lerden biri de budur. Dolayısıyla, bunun bir fırtına sebebiyle meydana geldiğini veya medcezir olayı olduğunu söyleyenler yanlış düşünüyorlar. Zira suyun çekilmesiyle iki yana su yığılıp da or­tasından yürümeye mevcut bir yol oluşmaz her­halde.

"(Size) yetişilmesinden korkmaksızın ve bo­ğulmaktan endişe etmeksizin (onlara denizde ku­ru bir yol aç diye vahyetmiştik). Bunun üzerine O, askerleri ile birlikte onların peşine düştü. De­niz onları öyle bir kapladı ki, boğuverdi onları." [134]

Şuara suresinin 64-66. ayetlerinden, İsrailoğulları karşıya geçince Firavun'un ve ordusunun onları takib ederken, açılan yolda boğulduklarını öğreniyoruz. Burda Kur'an, denizin O'nu ve ordu­sunu boğduğunu ifade ediyor. Bakara suresi 50. ayet, İsrailoğullarının karşı sahilden Firavun ve ordusunun boğulmalarını izlediklerini beyan edi­yor. Yunus suresi 30-32. ayetlerde Firavun'un şöyle dediği belirtiliyor:

"Gerçekten İsrailoğullarının inandığı tanrıdan başka tanrı olmadığına ben de iman ettim. Ben de müslümanlardanım".

Fa­kat son anda yapılan bu iman bir yarar sağlamı­yor ve Allah (c.c.) O'nu reddediyor: "Şimdi mi (iman ettin)? Halbuki daha önce isyan etmiş ve bozgunculardan olmuştun." "Firavun kavmini saptırdı doğru yola sevketmedi."[135]

Kur'an burda, Mekke kafirlerine kucaklayıcı bir üslupla uyarıda bulunuyor. Onları, liderleri aynen Firavun gibi kötü yollara sürüklüyor. Yani sizin sonunuz da aynı olabilir, uyarısı yapılıyor.

Taha suresinde yaptığımız gibi burda da kıs­sayı Tevrat'ın sözleriyle kapatacağız. Böylece, Kur'an'ın bu kıssaları, yahudilerden aldığını söy­leyenlerin yalanı da ortaya çıkacak.

Çıkış kitabından şunları öğreniyoruz:

1- Bab 4, ayet 2-5'de, Musa (a.s.)'ya mucize verildiği ve ayet 17'de O'na şöyle dendiği belirtili­yor: "Ve alametleri onunla yapacağın bu değneği eline alacaksın." Bu değneğin Harun'a nasıl geçti­ğini ve Harun'un bu mucizeleri onunla nasıl ya­pacağını bilmiyoruz. Bab 7, ayet 9'da ise, Ha­run'un bu değnekle o mucizeleri gösterdiği ifade ediliyor.

2- 5. Bab'da Musa ile Firavun karşılaşması anlatılıyor. Fakat Musa (a.s.)'nın (Tevhid ve rububiyyetle ilgili) Firavunla aralarında geçen ko­nuşmaya yer verilmiyor. Sadece şu ifade ediliyor: "Firavun dedi: "Yehova (Rab) kimdir ki, İsrailoğullarını salıvermek için O'nun sözünü dinleye­yim. Yehova'yı tanımam." Musa ve Harun (a.s.) bu söze sadece şöyle karşılık vermişler: "İbranilerin Allah'ı bize rastgeldi" [136]

3- Musa (a.s.)  ile Firavun arasındaki büyük karşılaşma şu kısa ifadelerle geçiştiriliyor:

"Ve Rab Musa'ya ve Harun'a dedi: Firavun, kendiniz için bir harika gösterin, diye size söyle­yeceği zaman Harun'a diyeceksin: Kendi değneği­ni al ve yılan olsun diye Firavun'un önüne at ve Musa ile Harun Firavun'un yanına geldiler ve Rabbin emrettiği gibi öyle yaptılar ve Harun değneğini Firavun'un önüne, ve kullarının önünde yere attı ve yılan oldu. Ve Firavun da hikmetli adamları ve efsuncuları çağırdı. Ve Mısır'ın sihir­bazları, onlar da büyüleri ile öyle yaptılar. Ve her biri kendi değneğini attı ve yılan oldular ve Ha­run'un değneği onların değneklerini yuttu."[137].

Kur'an'la karşılaştırdığımızda kıssanın ama­cının nasıl çarpıtıldığını görüyoruz. Kıssanın ru­hunu teşkil eden en önemli olaylar olan, meydan okuma, bayram günü kalabalık meydandaki bü­yük karşılaşma, sihirbazların kaybettikten sonra iman etmeleri anılmamıştır.

4- Kur'an, Musa (a.s.)'nın İsrailoğullarını ser­best bırakmasını istediğini söylerken, Tevrat sa­dece Firavun'dan biraz toleranslı davranmasını istediğini ifade eder: "Çölde üç günlük yol gidelim ve Rabbe kurban keselim".[138]

5- Bab: 11-14'de, Mısır'dan çıkış ve Fira­vun'un boğulması ile ilgili geniş ve faydalı bilgiler var. Kur'an'ın kısa kestiği yerler, garip ifadelerle ele alınmıştır.

Örneğin, Bab: 14, ayet 16'da Allah (c.c), Mu­sa (a.s.)'ya şöyle emrediyor: "Ve sen kendi değne­ğini kaldır. (Burda değneğin Harun'dan Musa (a.s.)'ya geçtiğini düşüneceğiz). Ve elini deniz üzerine uzat ve onu yar ve İsrailoğulları denizin orta­sına kuru yerden gireceklerdir. 21-22. ayetlere gö­re ise olay şöyle: Ve Musa deniz üzerine elini uzattı ve Rab bütün gece kuvvetli şark yeli ile de­nizi geri çevirdi ve denizi kara etti, ve sular yanldı. Ve İsrailoğulları kuru yerden denizin ortasına girdiler ve sular sağlarında ve sollarında onlara duvar oldu."

İnsanın kafası almıyor; bu bir mucize mi, yok­sa normal bir tabiat olayı mı? Eğer mucize ise, Musa (a.s.)'nın asasıyla vurması yeterlidir; yok eğer tabii bir hadiseyse ne kadar da garip bir şey! Doğu rüzgarı suyun ortasında esecek ve her iki taraf da duvarlar gibi olacak! Ortasında da kup­kuru bir yol meydana gelecek! Hiç şimdiye kadar böylesine olağan bir olay görülmüş mü acaba?

Talmut'un açıklamaları Tevrat'tan farklı ve Kur'an'a biraz daha yakındır. Fakat her ikisini karşılaştırdığımızda, Kur'an'ın, olayları, direkt vahiy olarak geldiği gibi net bir öğüt olarak sun­duğunu; Talmut'un ise asırlar boyunca, ağızdan ağıza nakledilip hadiselerin gerçek yüzünü yansı­tamadığını görüyoruz.[139]

Taha süresindeki tablo çok geniş ele alınmış­tır. Musa (a.s.) ve Firavun kıssasına baştan baş­lanıyor. Musa (a.s.)'nın çocukluğu, gençliği ve sonra da peygamber oluşu detaylıca işleniyor.

Kıssanın tamamı, Allah'ın kitabından ve O'nun şeriatından yüz çevirenlerin kötü akibetlerine yöneliktir. "(Rasulüm) işte böylece geçmiştekilerin haberlerinden bir kısmını sana anlatıyo­ruz. Şüphesiz ki tarafımızdan sana bir zikir ver­dik. Kim ondan yüz çevirirse, şüphesiz ki kıyamet gününde o, ağır bir günah yükünü yüklenecektir. Bu kimseler onda (o günah yükünün altında) ebe­di kalırlar. Onlar için, kıyamet gününde bu, ne kötü bir yüktür. O günde sûra üflenir ve biz o za­man günahkârları, gözleri (korkudan) göm gök bir halde mahşerde toplarız." [140]

Kıssada baştan sona anlatılan olayların odak noktasını işte bu konu teşkil ediyor. Kur'an, sanki Firavun'un, sihirbazların ve İsrailoğullarının risalete karşı tutumlarını belirterek, Mekke kafir­lerinin dikkatini bu gerçeğe çekiyor.

Bu tablo birçok detaylara da değinmiştir: Mu­sa (a.s.)'nın peygamber oluşu ve vahiy gelmesi; mucizeler sahnesi; Musa (a.s.)'ya Firavun ve kav­mine gidip, O'nu hakka davet etmesi için verilen ilahi emir; Musa (a.s.)'nın kardeşinden yardım is­temesi ve Allah (c.c.)'m da bunu kabul etmesi...

Daha sonra Kur'an merceği, önce olan olayla­rı tasvir etmek üzere başka yöne çevriliyor. Al­lah'ın işleri idare etmesi, Musa (a.s.)'yı annesinin denize atması, Firavun ehlinin O'na denizde rast­laması, Allah Teala'nın Musa (a.s.)'nın sevgisini Firavun'un evine yayması, tekrar anasına iade et­mesi... Allah (c.c.) Musa'ya ne güzel bir akıl, kalb ve şahsiyet kazandırmış ve O'nu nasıl da mükem­mel korumuştur.

Musa (a.s.)'nın çocukluğu ile ilgili konular iş­lendikten sonra, Musa ve Harun (a.s.)'un Firavun'a gitmesi, hak ve batıl çatışmasının başlangı­cı ele alamyor. Kitabımızın konusu da zaten bu olaydır. Bu yüzden diğerlerine yer vermedik.

"Sen ve kardeşin birlikte ayetlerimi (Firavun'a) götürün. Beni anmayı ihmal etmeyin. Firavun'a gidin. Çünkü O iyiden iyiye azdı. O'na tatlı dille konuşun. Belki O, aklını başına alır veya korkar." Dediler ki:

“Rabbimiz! Doğrusu biz O'nun bize aşırı derecede kötü davranmasından yahut iyice azmasından endişe ediyoruz. Buyurdu ki,

"Korkmayın, çünkü ben sizinle beraberim; işitir ve görürüm. Haydi, gidin de O'na deyin ki, biz se­nin Rabbinin elçileriyiz. İsrailoğullarını hemen bizimle birlikte bırak, onlara eziyet etme! Biz, se­nin Rabbinden bir ayet getirdik. Kurtuluş hidaye­te uyanlarındır.” Hakikaten bize vahyolundu ki: Azap (peygamberleri) yalanlayan ve yüz çeviren­lerin üstünedir." [141]

Musa ve Harun'a, mucizelerle desteklenerek Firavun'a gitmeleri emrediliyor; "Beni anmayı ih­mal etmeyin" diye de tavsiyede bulunuluyor. Ba­zıları bunu daha değişik yorumlamıştır. Bence en uygun olanı, "Davetimi iletmede kusur etmeyin" şeklinde olanıdır. Üstad, "Beni anmakta kusur et­meyin" diye çevirmiştir. Beyzavî ve Şevkanî bunu benimsemişlerdir.

Birinci öğüt bu. Allah elçilerini Firavun'a ni­çin göndermiştir? Çünkü O azmış ve ayaklanmış­tır. İbni Kesir ve Üstad böyle yorumluyorlar.

İkinci öğüt ise şu: O'na tatlı dille konuşun, belki düşünür veya korkar. Üstad, "tatlı dil"i ka­ba değil, nazik konuşan diye tercüme etmiştir, ib­ni Abbas'dan gelen iki rivayetten biri de budur.

Musa ve Harun, O'nun firavunluğunun ne derece olduğunu bildiklerinden, kendilerine işkence etmesinden korktular ve şöyle dediler: "Rabbimiz! Doğrusu biz Onun bize aşırı derecede kötü dav­ranmasından yahut azmasından endişe ediyo­ruz." Üstad, ayette geçen "en yefruta aleynâ" ifa­desini, "bize düşmanlık etmesi" diye tercüme et­miştir. İbni Abbas, Mücahid ve selefin çoğundan gelen rivayet te budur. "En yetğa"yı da, "üzerimi­ze gelir, işkence eder" diye tercüme etmiştir. İbni Abbas'dan gelen bir rivayete göre de, "bize düş­manlık eder" şeklindedir.

Fakat Allah (c.c.) onları teselli etti ve şöyle dedi:

Korkmayın ben sizinleyim. İşitir ve görü­rüm. Bütün işleri ben bilerek yönetiyorum. Siz O'na gidip şunları iletin:

1. İsrailoğullarını bizimle gönder. Onlara iş­kence etme. Zira biz sana Rabbinden bir delille geldik. Kurtuluş ve selamet hakka tabi olanadır.

2. Hakikaten bize vahyolundu ki: Azap, pey­gamberi yalanlayan ve yüz çevirenlerin üstüne­dir.

Davetin iki şıkkı bunlardan oluşuyor: İsrailoğullarının özgürlüğe kavuşturulması ve İslamın Firavun'a, ileri gelenlerine ve tüm insanlığa iletil­mesi.

Burda bazı olaylara yer verilmemiştir. Örne­ğin, Musa ve Harun'un Firavun'un huzuruna çık­ması, O'na risaleti iletmesi anlatılmamıştır. Kar­şılaşma sahnesine ağırlık verilmiştir. Mezkur ha­diseler dolaylı olarak anlaşılıyor zaten.

"Firavun, Rabbiniz de kimmiş ey Musa, dedi.

O da, "Bizim Rabbimiz her şeye hilkatini veren, sonra da hidayete yöneltendir" dedi. Öyle ise, ön­ceki milletlerin hali ne olacak? dedi. Musa, onlar hakkında bilgi, dedi, Rabbimizin yanında bir ki­tapta bulunur. Rabbim ne yanılır, ne de unutur." [142]

Sorun şu: İtaat ve teslimiyete layık kim?Allah (c.c.) mı, yoksa Firavun mu? Firavun, tebasının, kendisinden başkasına boyun eğmesini istemiyor. O, Mısır ailesinin dahası bütün Mısırlıların rabbi olduğunu iddia etmektedir. Aslında bu sadece bir Musa (a.s.) ile Firavun çatışması değil, tarih bo­yunca bütün diktatörler ile muvahhidlerin çatış­masına çekirdek teşkil eden önemli bir örnek hü­viyetindedir.

Ey Musa! Sen benden başkasına mı itaat edi­yorsun? Kimmiş bu saygı duyduğun kişi? Musa dedi ki: O benim Rabbimdir... O herşeyi yaratan, yaşama yöntemlerini gösteren ve görevini öğreten yüce varlıktır. Solunum sistemlerinde, sinir sis­temlerinde, kan dolaşımında... hep O'nun kanun­ları uygulanır. Bitkiler, hayvanlar, cansız varlık­lar ve hatta insanın ruhu ve bedeni de O'nun yön­temlerine bağlıdır. Yaşamda ve sosyal münase­betlerde kanunlarına uyulması gereken tek varlık O'dur. Çünkü O yeryüzünde de gökte de ilandır. Uyku, nefes gibi bizim dahlimizin söz konusu ola­mayacağı hususlarda O'nu ilah kabul edip; ekono­mi, siyaset, eğitim ve toplumla ilgili alanlarda O'nu bir tarafa bırakmak budalalıktan başka birşey değildir. Zira O'nun şeriatı bölünemez bir bü­tündür.

Allah (c.c.) hayvanları, bitkileri, cansız varlık­ları yaratıp, her birine uygun ayrı bir hayat tarzı verdiği gibi, insanoğluna da doğru yolu göstermiş ve ona, yaşamı için en uygun sistem olan şeriatı lütfetmiştir. Çünkü Allah onu yaratan, yoktan var edendir. Bu yüzden de insanoğlunun yarata­nına saygı gösterip kanunlarını uygulaması gere­kir.

Üstad şöyle tercüme etmiştir: Herşeyi yara­tan ve gideceği yolu gösteren O'dur. İleri gelen müfessirlerin çoğu da böyle tefsir etmişlerdir. Mücahid ise şöyle der: Her şeye suretini, şeklini veren ve her hayvanı düzgünce yaratandır.

Firavun bu akıllı cevabı görünce, olayı başka yöne çekip, Musa (a.s.)'yı kötü bir tartışma içine sürüklemek istedi. Musa (a.s.)'ya dedi ki: "Öyle ise önceki milletlerin hali ne olacak?" Dinleyenle­rin dikkatini, Musa'nın, babalarının ve atalarının düşmanı olduğuna ve onlara saygı göstermediği­ne çekecekti. Aslında bu konu tartışma alanının dışındadır. Bize ne önceki milletlerin durumun­dan!

Sorun onlar değil, sen ve bizim sorunumuz: Senin sisteminle Alemlerin Rabbinin sistemi ara­sındaki sorundur. Bu yüzden Musa (a.s.) eski olayların hakemliğini yapmaktan kaçınarak ve davetinin başarısızlığına yol açacak kapıları ka­payarak zekice bir cevap verdi: "Onlarla ilgili bil­gi Rabbimin yanındadır, O bilir. Gaybı bilen sade­ce O'dur. Allah'ın bilgisi yanılmaz. O unutmaz. Uyumaz ve uyuklamaz. Onların varacağı yer Allah'a aittir. O bilir. Ben birşey bilemem."

Tefsir bilginleri ayette geçen "lâ yadillu" ifa­desinde ihtilafa düşmüşlerdir. Bazıları, "helak ol­maz" diye yorumluyorlar. Bir kısmı ise, "yanıl­maz" anlamında olduğunu söylüyorlar. Üçüncü gruba göre ise, "yok olmaz-gaib olmaz" anlamın­dadır. İbni Abbas'tan iki söz rivayet edilmiştir: 1-Hiçbir şeyin bilgisi O'ndan kaybolamaz. 2- Yanıl­maz. Bunu İbni Cerir, İbnül Münzir ve İbni Ebi Hatim rivayet etmiştir. Üstad, "yanılmaz" diye tercüme etmiştir.

Daha sonra Allah (c.c.) kendisinden söz ede­rek şöyle buyuruyor:

"O yeri size beşik yapan ve onda size yollar açan, gökten de su indirendir. Onunla biz çeşitli bitkilerden çiftler çıkardık. Yeyiniz, hayvanlarınızı otlatınız. Şüphesiz bunda akıl sahipleri için Allah'ın kudretine alametler vardır. Sizi topraktan yarattık; yine oraya döne­ceksiniz ve bir kez daha sizi ondan çıkaracağız." [143]

Müfessirlerin bir kısmına göre bu sözler, Mu­sa (a.s.)'ya aittir. Bir kısıma göre ise, Allah (c.c.)'ın Musa (a.s.)'nın sözlerine yaptığı bir ektir. Alûsî ise, kesin olarak bu ifadelerin Allah (c.c.) ta­rafından Musa (a.s.)'nın sözlerine bir ekleme ol­duğunu ve Musa (a.s.)'nın sözlerinin "Rabbim ne yanılır, ne de unutur" ayetiyle sona erdiğini belir­tiyor. Üstad, Alûsî'nin görüşünü benimsemiştir.

Üstad, "çeşitli bitkilerden çiftler" ifadesini, muhtelif neviler diye tercüme ediyor. İbni Abbas da böyle tefsir etmiştir. Ondan da îbni Cerir, İbnü'l-Münzir ve  İbn Ebi  Hatim  nakletmiştir. Beyzavî, Alûsî, İbni Kesir ve Şevkanî bu görüşü benimsemişlerdir.

"Ülinnühâ" ifadesini Üstad "akıl sahipleri" di­ye çevirmiştir. İbni Abbas'tan gelen iki rivayetten biri de budur. Bunu belirten de İbnü'l-Münzir'dir.

Bu "ilahi ek'te, Allah (c.c.) bazı nimetlerini, ayetlerini ve varlığının delillerini sayıyor. Daha sonra da, bitkilerin yerin dibinden çıkarılmasıyla, insanın da öldükten sonra tekrar ordan çıkarıl­ması arasında bağlantı kuruyor. Topraktan yara­tıldık ve defnedilirken de oraya döneceğiz. Bitki­lerin toprağın içinden çıkması gibi, biz de ondan çıkacağız. İşte bu öldükten sonra tekrar dirilme günü gerçekleşecektir.

Bundan sonra Kur'an, Firavun ve grubunun, Musa (a.s.)'nın davetine ve getirdiği apaçık delil­lere -mucizelere- karşı tutumunu tasvir edecektir.

"Andolsun biz O'na (Firavun'a) delillerimizin hepsini gösterdik; yine de yalanladı ve diretti." De­di ki:

“Yaptığın büyü ile bizi yurdumuzdan çıkarasın diye mi geldin bize ey Musa?! Öyle ise, mu­hakkak surette biz de sana, aynen onun gibi bir büyü getireceğiz. Şimdi sen, seninle bizim ara­mızda, ne senin, ne de bizim muhalefet etmeyece­ğimiz uygun bir yerde buluşma zamanı ayarla.” Musa:

“Buluşma zamanımız, bayram günü, kuşluk vaktinde insanların toplanması (zamanı) olsun, dedi.” [144]

Yani Alemlerin Rabbi buyuruyor ki, Firavun, Musa (a.s.)'nın elinde bütün mucizeleri gördü, fakat onları yalanlayarak, reddederek karşılık ver­di. Musa (a.s.)'yı sihirbazlıkla, delilikle suçladı. Fakat bu tabloda görülüyor ki Firavun, günümüz fîravunlarıyla karşlaştırıldığında daha demokrat­tır. Musa'nın davetini benimsememesine rağmen, O'na yine karşılaşma fırsatı veriyor. Üstelik ran­devu ayarlama işini de O'na bırakıyor. Elbette ki Firavun kendi düşüncesinin doğruluğuna inandı­ğı için, Musa (a.s.) ile dalga geçmek maksadıyla böyle bir olayı tertiplemeyi uygun buluyor. Bu melun, kendi davasına sarılmakta, çağdaş fira­vunlardan daha samimiydi. Çünkü onlardan da­ha demokrat davranıyordu. Ne enteresandır ki insanlar bu eski Firavun'a lanetler yağdırıp duru­yorlar da, kendi firavunlarına birşey demiyorlar. Hatta onlara karşı devrim yapmayı, muhalefet et­meyi düşünemiyorlar bile!

Firavun yaymaya çalıştığı ırkçılık düşünce­siyle Kıptî halkı, Musa (a.s.)'ya karşı kışkırtmaya çalışıyordu: "Taptığın büyü ile bizi yurdumuzdan çıkarasın diye mi geldin bize ey Musa?!" Bizi çıka­rıp da ülke hakimiyetini ele geçirmeyi mi istiyor­sun? İsrailoğulları ile birlikkte Mısır'ı yönetmek mi istiyorsun? Sanki O, Mısırlılara, sakın Mu­sa'nın davetine kanmayın, diye tenbihte bulunu­yordu. Çünkü bu durumda, yönetimi onlardan alıp başkasına verebilirlerdi. Ve onları da ülkele­rinden uzaklaştırabilirlerdi. Bu, çağdaş firavunla­rın koltukları sallandığında ve çıkarları zedelen­diğinde ileri sürdükleri bir iddiadır.

Üstadın, konuyla ilgili tefsirinde zikrettiklerini daha önce Alûsî de ele almıştı.

Eski firavunlar zamanında sihrin insanlar arasındaki değerini anlatmakta yarar var.

Eski firavun toplumunda sihir büyük rağbet görüyordu. Sihir yazarları ve kitapları vardı. Ve sihir çeşitli amaçlarda kullanılıyordu. Hatta her sabah kralı korumak için bir takım tertipler yapı­lıyor ve dualar okunuyordu. Sihirle ilgili eski kay­naklar bize Mısırlıların, krala ve hükümete yöne­lik tehlike durumlarında nasıl sihirden yardım beklediklerini aktarıyor. Bu da, içinde seci'li söz­lerin, şiir türü ifadelerin ve muskaların bulundu­ğu bir mecmuadan ibaretti. Mısır'da sihiri ve si­hirbazları korumaya yönelik, "Darü'l-Hayat = Ha­yat Evi" adlı bir ilim medresesi bile vardı. Her si­hirbaz, sadece kral için, O'nun kullanması için si­hirle ilgili eserler yazmışdı. Sihir ürünleri etkile­yici olmasından ötürü bayağı revaçtaydı. Öyle ki, ceplerine giren paralar sayesinde, sihirbazlar bor­sası epey gelişmişti. Buna karşın, insanlar -halk ve hükümet olarak- sihiri, hatırlanan bir etki ol­maktan öte birşey görmüyorlardı. Çünkü uzun ta­rihleri boyunca bir sihirbazın ülke yönetimini de­ğiştirdiği duyulmamıştı. Bu olayda kazananlar sadece sihirbazlar oluyordu. Günümüz firavunla­rının da, eski firavunlar gibi sihirle uğraştıklarını öğrenirsek, herhalde artık bu olaylara fazla hay­ret etmeyiz. Günler geçtikten sonra Abdunnasır'ın sihirle uğraştığı ortaya çıkmıştı. İndira Gandhi ise Hindistan'da bu özelliğiyle meşhurdu. Daha sonraları ise bunlardan daha ilginç şeyler öğreniyoruz. Uluslararası gazetelerde yazdığına göre; 1983 Mart ayında, Hindistan'ın başkentinde Bağlantısızlar Doruk Toplantısı için toplanan Müslüman-Arap ülkeleri başkanları bir münecci­min odasının önünde, hükümetlerinin geleceğini öğrenmek için bekliyorlardı! Bu buluşmaya mü­neccim ile sadece o kral veya başkan katılabiliyordu. Müneccim zaman zaman öfkelenip görüş­meleri iptal edebiliyordu.

Şimdi ayetlere dönelim.... Firavun, Musa (a.s.)'nın ileri sürdüğü şeyin mucize değil sihir ol­duğunu kanıtlamak için, O'ndan karşılaşma yer ve zamanını belirtmesini istedi: "Şimdi sen, se­ninle bizim aramızda ne senin, ne de bizim muha­lefet etmiyeceğimiz uygun bir yerde buluşma za­manı ayarla." Kuşeyri'nin dediği gibi, "Mev'id"den kasıt, söz vermedir. Cevheriye göre ise, "miâd" ve "mevid" yer anlamındadır. Üstad da böyle çevir­miştir. Ayette geçen "Süvâ" ise eşit-uygun yer an­lamındadır. Alûsî, "Bana göre bu anlam en uy­gundur" diyor. Bunu Abdurrahman b. Zeyd b. Eş­lem de ifade etmiştir. İbni Ebi Hatim de O'ndan nakleder. Üstad da çeviride bunu seçmiştir.

Musa, "Buluşma zamanımız,bayram günü, kuşluk vaktinde, insanların toplanma (zamanı) olsun" dedi. Musa (a.s.) sadece zamanı belirledi. Halbuki Firavun, O'ndan yeri ve zamanı ayarla­masını istemişti. Burada bir gariplik sözkonusu değil. Çünkü o gün insanların toplandığı yer de belliydi. Sanki Musa (a.s.), "Bayram günü, kutlamaların yapıldığı yerde" demişti.

Konuyu daha iyi anlamak için, eski Mısırlıla­rın kutlama törenlerine de kısaca değinelim.

Her şehrin kendine özgü bir veya birkaç bay­ramı vardı Mısır'da. O gün eski anılar tazelenir, olaylar anlatılırdı. Mısır halkı buna çok önem ve­rirdi. Şarkılar, türküler söyleyerek her taraftan insanlar oralara dökülürdü.

Bazı bayramlarda insanların toplandığı tören meclisleri oluşturulurdu. Bir kısmı da şehrin her tarafını lambalarla aydınlatırdı. Örneğin bir kentte, büyük bayramda yediyüz bin kişi her te­peden gemilerle gelirdi. Çoluk-çocuk, kadın-erkek şarkılar söyleyerek, raksederek yolları kapatırlar­dı. Kadınlar tarafından büyük ilgi gören sevgi tanrısı "Hathor Bayramı" da çok neşeli, eğlenceli bayramlardandı. Öyle anlaşılıyor ki, (ayette ge­çen) bayram günü bu bayramlardan biriydi. Tabii bununla ilgili birçok rivayetler vardır. Fakat bu önemli değildir. Bu yüzden, Südî, Katade, Mukatii, İbni Zeyd ve Mücahid; "Onların bir bayram günü" diye tefsir etmişlerdir. Üstad da böyle çe­virmiştir.

A'raf suresinde, "Beyaz el" ile ilgili olarak söylediğimiz; güneşten daha parlak olduğu, ve bunun da güneş tanrısı "Ra" ile alakası olduğu gi­bi konuları hatırlarsak; Musa'nın, Firavun'a za­man ayarlaması yaparken niçin "Kuşluk vaktin­de, insanların toplanması (zamanı) olsun" dediği­ni daha iyi anlarız. Çünkü güneş, her tarafı aydınlatmaktadır ve böyle bir ortamda insanlar işin hayal değil gerçek olduğunu anlayacaklardır.

Burda şöyle bir soru yöneltilebilir: "Beyaz el mucizesine burda hiç yer verilmedi, neden?" Bu mucizeye değinilmemesi, Musa (a.s.)'nın onu in­sanlara göstermediği anlamına gelmez. Genelde yılan meselesine ağırlık verilmiştir. Çünkü insan­lar ona karşı çıkıyorlardı. "Beyaz el"e ise karşı çı­kan yoktu.

Bundan sonra Kur'an karşılaşma tablosunu sergiliyor:

"Bunun üzerine Firavun dönüp gitti. Hilesini tertipledikten sonra çok geçmeden geldi. Musa onlara, yazık size! dedi. Allah hakkında yalan uy­durmayın! Sonra O, bir azap ile kökünüzü keser! İftira eden, muhakkak perişan olur. Bunun üzeri­ne onlar, durumlarını aralarında tartıştılar; gizli gizli fısıldaştılar. Bu ikisi muhakkak ki, sihirleriyle sizi yurdunuzdan çıkarmak ve sizin ideal yo­lunuzu ortadan kaldırmak isteyen iki sihirbazdır­lar sadece, dediler. Öyle ise hilenizi kurun; sonra sıra halinde gelin! Muhakkak ki bugün üstün ge­len kurtulmuştur."[145]

Bu, karşılaşma sahnesinin ilk perdesini teşkil ediyor.

Musa (a.s.) zamanı ve yeri belirledikten sonra Firavun gitti ve malzemesini topladı; hilesini kur­du ve sonra geldi. Bunları anlatmaya aslında bu kısa cümleler yetmez. Firavun Musa (a.s.) ile ko­nuşmasından sonra yazılı bir emir çıkarmak için gitti; veya içişleri bakanına, yahut emniyet mü­dürüne siyasi emir verdi. Sonra sihirbazları çağırmak üzere birini gönderdi. Sihirbazlarla toplantı yaptı. Onlara Musa (a.s.)'nın durumunu, da­vetini, ülkeye ve insanlara olan tehlikelerini anlattı. Onlara birtakım makam-yetki vaadetti. Aralarında anlaştılar. Daha sonra hepsi başların­da Firavun olmak üzere meydana döküldüler.

Ayetteki "tevellâ", dönüp gitti anlamındadır. Şevkânî ve Alûsî de böyle der. Üstad da böyle çe­virmiştir.

Musa (a.s.) aralarında sihirbazların da bulun­duğu karşı gruba öğüt veriyor ve diyordu ki: "Mu­cizelerini reddederek, O'nu ve peygamberlerini yalanlayarak Allah'a iftira etmeyin. Eğer böyle yaparsanız, Allah azabıyla sizi helak eder. Allah'a iftira atanların sonu hep helak ve hüsran olmuş­tur."

Ayette geçen, "yüshiteküm"; helak eden anla­mındadır. İbni Abbas böyle söyler. Bunu tahric eden İbnül-Münzir ve İbn Ebi Hatim'dir. İbni Ke­sir tefsirinde böyle yorumlamış, Üstad da böyle uygun görmüştür.

Kur'an akıcı üslubuyla, şer cephesinde bölün­melerin nasıl başladığını anlatıyor. Önce arala­rında atışıyorlar, sonra da aralarında istişare edi­yorlar. Sonunda onlardan bir gurup diyor ki: Bu iki adam -Musa ve Harun (a.s.)- sizi Mısır haki­miyetinden çıkarmak ve sizin çıkarlarınızı, siste­minizi ve gücünüzü ele geçirmek isteyen iki sihirbazdan başka birşey değiller. Bugün dikkatli olun. Onlara karşı tek cephe olun. Kurtuluş, bu gün kazananındır. Kur'an nassı bizlere, hakim gücün, İslam davetinin o nimetler ve kibir içerisindeki yaşantılarına engel olmasından nasıl korktuğunu açıklıyor. Çünkü İslamın temelinde halkı, müstazafları kucaklamak vardır. Ayette geçen "ideal yolunuz", birçok mana ifade ediyor, derin konulara işaret ediyor. Hakim tabaka kendi sistemlerinin en ideal sistem olduğunu sanır. Halkı görmek ve düşünmeksizin gönüllerince ya­şarlar. Sahip oldukları imkanların, çıkarların, arabaların, koltukların kaybolmasından endişe ederler. İslam hakim olduğunda devlet koltuğuna Allah'tan korkan salih kişiler oturdu mu, onların hayatları alt-üst olur. Onlar tebaları gibi yaşaya­mazlar çünkü. Bu tür insanlar ne Allah'ın dinini, ne de vatan toprağını savunurlar. Sadece kendi zevk, yaşam ve şöhretlerini savunurlar. İşte bun­ları hep "ideal yolunuz" ifadesinden anlıyoruz. Aslında burda açıklaması uzun nice şeyler vardır.

Kur'an merceği şimdi başka bir olayı görüntülüyor: Hakim güçle İslam davetçilerinin çarpış­ması...

"Dediler ki: Ey Musa! Ya sen at veya önce atan biz olalım. Hayır, siz atın, dedi. Bir de baktı ki, büyüleri sayesinde ipleri ve sopaları gerçekten koşuyor gibi görünüyor. Musa birden içinde bir korku duydu. Korkma! dedik, üstün gelecek olan kesinlikle sensin. Sağ elindekini at da onların yaptıklarını yutsun. Yaptıkları sadece, bir büyücü hilesidir. Büyücü ise, nereye varsa iflah olmaz." [146]

Sihirbazlar Musa (a.s.)'yı ip ve sopaları atma konusunda serbest bıraktılar. Musa (a.s.) önce onların atmasını istedi. Onların mağlubiyetlerinden iyice emin olmak istiyordu. Zaten ideal olan da buydu. İnsanlar, onların attıklarını görünce deh­şete düşecekler ve sonra da Musa (a.s.) atacak ve onların yaptıklarını yutacaktı. Tabii ki bu daha etkileyici olacaktı. Tersi olsaydı, aynı düzeyde et­ki bırakmazdı elbette. Üstadın, Musa (a.s.)'nın -beşer olması nedeniyle- korktuğu yolundaki yoru­munu, daha önce birçok müfessir de yapmıştır.

Üstad'ın, sihirbazların sopa ve iplerini Musa (a.s.)'ya doğru ansızın attıklarında, O'nun kork­ması ile ilgili düşüncelerini Kur'an nassı da des­tekliyor: "Hayır siz atın, dedi. Bir de baktı ki..." İşte burda ani bir heyecan sözkonusudur. Sanki onlar, Musa (a.s.); "Siz atın" der demez hemen so­palarını ve iplerini atmışlar ve Musa (a.s.)'yı ür­kütmeye çalışmışlardır.

Musa, içinde bir korku duyunca -ayetteki "hîfeten" sözcüğü az korkuyu ifade eder- Allah (c.c.) O'nu teselli edip, "korkma galip gelecek olan sensin" dedi. Ayetteki "el-A'lâ"yı Beyzavî, Şevkânî ve Alûsî böyle tefsir etmişlerdir. Üstad da böyle çevirmiştir.

Ve sonra Musa (a.s.)'ya asasını atması için ilahi emir geliyor. Ve sihrin etkisi gidiyor veya di­ğer sihirbazların yaptıklarını yutuyor. (Birçok sa­habenin ve ileri gelen müfessirlerin belirttiği gi­bi.)

Musa asasını atınca, sihirbazların yaptığı herşeyi yutmuş, orda bulunan herkes dehşete ka­pılmıştı. Firavun ve grubu artık rezil olmuştu. Sihirazlar hemen secdeye kapandılar. Ve tam ola­rak Allah'a teslim oldular. Ya Firavun'a ne oldu?

"Bunun üzerine sihirbazlar secdeye kapandı­lar. Harun'un ve Musa'nın Rabbine iman ettik, dediler. Firavun şöyle dedi: Ben size izin verme­den önce O'na inandınız ha! Hakikat şu ki O, size büyü öğreten ulunuzdur. Şimdi elleriniz ile ayak­larınızı tereddüt etmeden çaprazlama keseceğim. Ve sizi hurma dallarına asacağım! Böylece hangi­mizin azabının daha şiddetli ve sürekli olduğunu iyece anlayacaksınız." [147]

Bu tablo bize mutlak hakim gibi davranan Firavun'un kişiliği hakkında temel düşünceyi açık­lıyor. Nitekim O, ben sizin en yüce Rabbinizim demişti.

Sihirbazlar "Musa'nın Rabbine" iman ettikle­rinde O, iman etmelerinden çok kendisinden izin alınmamasına kızmıştı. İşte eski-yeni bütün fira­vunların ortak ve temel karakteristik özellikleri budur. O, her şeyi kendi iznine bağlamak istiyor; biri O'ndan izinsiz birşey yaptığında O'na ve ka­nunlarına hakaret etmiş oluyor. Kur'an nassı bize üstü kapalı şunu belirtiyor: Firavun ülkenin her tarafına hükmediyor; her ne iş olursa olsun, O'nun mutlaka dahli vardır. Hatta vezirleri, dev­let adamları bile O'na sunmadan en ufak bir şey yapamazlardı. O, ülkede her şeyin üstündeydi. "Ben sizin en yüce Rabbinizin’in anlamı da buy­du zaten. Firavun görünen maddi şeyleri deneti­mi altına almakla kalmıyor, insanların vicdanla­rına, kalblerine tahakküm  kurmaya çalışıyordu.

Onun iznini almaksızın iman edemezsin!

Firavun, halkının ve ileri gelenlerinin gözleri önünde kaybedince Musa (a.s.)'nm davetini yıp­ratmaya çalıştı. Mağlubiyetini, Musa (a.s.) ve si­hirbazların oyunu olarak halka sunmaya başladı ve şöyle dedi: Musa size büyüyü öğreten hocanızdır.

Ayette geçen "ulunuz" ifadesi sihirde hocanız anlamındadır. Kisaî, Vahidi, Şeykanî, Alûsî ve di­ğerleri böyle ifade etmişlerdir. Üstad'ın tercümesi de böyledir.

Firavun işkenceyle tehdid savurmaya başlı­yor: Ellerinizi ayaklarınızı keserim, asarım, idam ederim, işkence ederim. Firavun, "Yakında göre­ceksiniz kim daha iyi azab edermiş; ben mi, Musa mı? Ben mi koltuğumda, tahtımda kalıcıyım, yok­sa Musa (a.s.) mı?" diyerek sözlerine son verdi.

"Ebka" ifadesi, ülke yönetiminde en çok kalan anlamındadır. "Hangimiz" ifadesindeki zamir, Musa ve Firavun için kullanılıyor. Beyzavî, .Şevkânî ve Taberi gibi ileri gelen müfessirler de bu görüşü benimsiyorlar. Üstad da böyle tercüme etmiştir.

Firavun inananlara tehditler savurup onları korkuttuğunda, acaba onlar ne düşünüyorlardı?

"Dediler ki: Seni bize gelen apaçık mucizelere ve bizi yaratana tercih edemeyiz. Öyle ise yapaca­ğını yap! Sen ancak bu dünya hayatında hükmü­nü geçirebilirsin? Hatalarımızı ve senin bize zorla yaptırdığın büyüyü bağışlaması için Rabbimize iman ettik. Allah (mükafatı) en hayırlı ve (cezası) en sürekli olandır." [148]

Ayet burada iman ile küfür arasındaki seçim özgürlüğünü açıklıyor. Seçim yapabilmek için ki­şinin özgür olması gerekir. İnananlar Firavun'a dediler ki: Seni bize gelenlere ve bizi yaratana tercih edemeyiz. "Bizi yaratan" ifadesi, yemin için de kullanılmış olabilir. Yani, "bizi yaratana andolsun ki, seni bize gelen mucizelere tercih edemeyiz". Bir grup birinci görüşü, bir grup da ikinci görüşü zikretti, fakat yemin için olmasını tercih etti.

Müminler Firavun'a şöyle dediler: Seni Rab­bimize tercih edemeyiz. Sana taatı, Allah'a taattan üstün tutamayız. Öldürecekmisin, işkence mi edeceksin, kovacak mısın ne yaparsan yap. Ahireti kazandıktan sonra, dünyayı kaybetmek hiç umurumuzda değil. Bize, hatalarımızı ve senin bize zorla yaptırdığın büyüyü bağışlaması için Rabbimize iman ettik.

Şüphesiz, Allah senden daha sürekli olan, en sürekli olandır. Ve her zaman daim olandır.

Daha sonra Allah (c.c.) onların sözlerini şöyle bağlıyor:

"Şurası muhakkak ki, kim Rabbine gü­nahkar olarak varırsa, cehennem sırf onun için­dir. O ise orada ne ölür, ne dirilir. Kim de iyi dav­ranışlarda bulunmuş bir mümin olarak Ona va­rırsa, üstün dereceler işte sırf bunlar içindir. İçin­de ebedi kalacakları, zemininden ırmaklar akan Adn cennetleri! İşte tertemiz arınanların mükafa­tı budur." [149]

Bu ayetleri kimin söylediği konusunda ihtilaf edilmiştir. Kimine göre sihirbazların konuşması­nın devamı, kimine göre Allah (c.c.)'ın sözleridir. Birinci görüşü İbni Kesir ve Alûsî, ikinci görüşü ise Nisaburî ve Şeyhimiz tercih ediyorlar. Üstad'ın "orada ne ölür ne dirilir" ayetindeki tefsiri­ni daha önce Müberrid yapmıştı.

Her halükârda ayetler, her iki zümrenin va­racağı sonu açıklıyor: Bir gurup cennete, bir grup ise cehenneme.

Kur'an bu tabloyu kapatmak üzere son safha­yı anlatıyor:

"Andolsun ki, biz Musa'ya, kullarım­la birlikte geceleyin yola çık ta (size) yetişilmesin­den korkmaksızm ve (boğulmaktan) endişe et­meksizin onlara denizde kuru bir yol aç, diye vahyetmiştik. Bunun üzerine O, askerleri ile birlikte onların peşine düştü. Deniz onları öyle bir kapla­dı ki, boğuverdi onları. Firavun kavmini saptırdı, doğru yola sevketmedi." [150]

Musa (a.s.) Allah (c.c.)'ın emrettiği gibi iman edenlerle birlikte gece yola çıktı. Musa asasını de­nize vurdu ve diğer ayetlerde de belirtildiği gibi deniz yarıldı. Musa (a.s.) ve beraberindekiler de­nizi karşıya geçtiler. Firavun ve yanındakiler O'nu takibe koyuldular. Burada ve diğer tablolar­da anlatıldığı gibi deniz de onları boğdu.

Allah (c.c.) bu olayı ebedi bir gerçekle kapatı­yor. Firavun kavmini saptırdı. Onları doğru yola yönlendirmedi. Bu son söz herhalde Firavun'un başka bir yerde dediği şu söze cevaptır:

"Ben size ancak doğru yolu gösteriyorum." [151]

Burada ayetin kapsadığı sarsılmaz bir gerçek daha var ki; o da, eski veya yeni bütün firavunların kavimlerini saptırdığı ve doğru yola iletmediğidir. Çünkü onların sistemi Allah'ın kulları için indirdiği ve istediği sistemden farklıdır. Nerede firavun var­sa, şüphesiz orada -dünya ve ahiret için olsun- sa­pıklık, hüsran, helak ve fesat vardır.

Ayette geçen, "lâ tehafü dereken", "Firavun ve kavminin size yetişmesinden endişeye düşmeden" anlamındadır, "lâ tahşâ" ifadesi ise, "denizde boğul­maktan korkmadan" demektir. Beyzavî, İbni Kesir, Alûsî, Şevkânî ve diğerleri bu görüştedirler. Üstad da böyle tercüme etmiştir.

 

Altıncı Tablo

 

Allah (c.c.) Mü'minun suresinde şöyle buyuru­yor:

"Sonra ayetlerimiz ile ve apaçık bir ferman ile Musa ve kardeşi Harun'u gönderdik." [152]

Apaçık bir ferman(delil)ın ayetlerden sonra zikre dilişinin iki nedeni olabilir: Bu ayetlerin-mucizelerin Musa ve Harun'a verilişi, onların Alem­lerin Rabbinin elçileri olduklarının apaçık bir ka­nıtıdır. Veya "ayetler"den kasıt, asa dışında, Mı­sır'da, Musa (a.s.)'ya verilen mucizelerdir. Apaçık bir ferman (delil) ise, "asa"dır. Zira bu iki karde­şin, Allah'ın elçileri oldukları ancak bu mucize­den sonra tam anlamıyla açığa kavuşmuştur.[153]

"Firavun ve ileri gelenlerine (gönderdik). Bunun üzerine onlar kibire kapıldılar ve ululuk taslayan zorba bir kavim oldular." [154]

Ayet şu iki anlama gelebilir: 1- Onlar zalim ve azgın topluluk oldular. 2- Yüksek makamlar ve üstün yetkileri vardı onların.

"Bu yüzden dediler ki: Bizim benzerimiz olan bu iki adama inanacak mıyız?" [155]

Bu düşünce bütün sapıkların ortak noktası­dır. Onlar derler ki: İnsanoğlu peygamber olamaz veya bir peygamberin beşer olması mümkün de­ğildir. Kur'an-ı Kerim çoğu kez bu cahilane dü­şünceyi ele alıyor ve sonra da, bütün peygamber­lerin beşer olduklarını ve beşere gönderilen pey­gamberin de ille de onların içinden birinin olması gerektiğini var gücüyle kanıtlıyor. [156]

"Kavimleri bize kölelik ederken (bizim benze­rimiz olan bu iki adama inanacak mıyız?)" [157]

Arap dilinde, tapınan ile (kul-köle olup) boyun eğen yaklaşık aynı anlamdadır. Birine boyun eğen, sanki ona tapıyordur. Bu konuya gerçekten önemli bir açıklık kazandırıyor. Peygamberler, kavimlerini hakka davet ederken, "Allah'a olan dini görevlerinizi yerine getirin de, sosyal yaşan­tınızda istediğinize uyun-tapınm" demiyorlardı. Aksine onlardan sadece Allah'a ibadet etmelerini ve yine sadece O'na kul-köle olup boyun eğmelerini istiyorlardı. Onlar, Allah'dan başkasına "iba­det"in yanlışlığını ve geçersizliğini söylerlerken, kelimenin bu iki anlamıyla bunu ifade ediyorlar­dı.

"Böylece onları yalanladılar, bu yüzden de he­lak edilenlerden oldular." [158] [159]

Musa (a.s.) ve Firavun kıssasının bu tablosu, suredeki diğer peygamberlerin kıssalarında oldu­ğu gibi genel çerçevede ele alınıyor.

Ayetlerin amacı; cahillerin, peygamber hak­kındaki sakat inançlarının yanlışlığını ve pey­gamberleri yalanlamanın sonucunu belirtmektir.

Bu yüzden, Kur'an, bu surede Nuh (a.s.) kav­minin şöyle dediğini naklediyor:

"Bu tıpkı sizin gibi bir beşer olmaktan başka bir şey değildir. Si­ze üstün ve hakim olmak istiyor. Eğer Allah (peygamber göndermek) isteseydi, muhakkak ki me­lek gönderirdi."[160] Nuh (a.s.)'u yalanladılar ve Allah (c.c.) da onları boğdu.

Sonra da Ad kıssasını anlatıyor, onlar da pey­gamberleri için şöyle demişlerdi: "Bu sadece sizin gibi bir insandır; sizin yediğinizden yer, sizin içti­ğinizden içer. Gerçekten, tıpkı kendiniz gibi bir beşere itaat ederseniz, herhalde ziyan edersiniz." [161] Peygamberlerini yalanladılar ve, "Nite­kim, Hak tarafından korkunç bir ses yakalayıverdi onları. Kendilerini hemen çepeçevre kuşattık. Zalimler topluluğunun canı cehenneme." [162]

Sonra sıra Musa (a.s.) Firavun kıssasına ge­liyor ve şöyle diyor Kur'an: "Sonra ayetlerimiz ile ve apaçık bir ferman ile Musa (a.s.) ve kardeşi Harun (a.s.)'u Firavun'a ve ileri gelenlerine gön­derdik. Bunun üzerine onlar kibire kapıldılar ve ululuk taslayan zorba bir kavim oldular."

Üstadın "ayetler" ve "apaçık bir ferman (de­lil)" ile söylediklerini Beyzavi, Alûsî ve Şevkanî de zikretmişlerdir. Her iki anlam da caizdir. Üstad, tefsirde her iki görüşü zikretmiş fakat ikisin­den birini tercih etmemiştir. Çeviride de lafızları olduğu gibi almıştır.

"Kölelik ederken" ifadesindeki tefsirini de, ön­ceden, Müberrid, Ebu Ubeyde, Beyzavî, Alûsî ve Şevkanî belirtmişlerdi. Şevkanî der ki: Müberrid'e göre "âbid", boyun eğen, itaat edendir. Ebu Ubeyde'ye göre ise, krala itaat edene abid denir. Ragıb el-İsfahani de, "abid" gerçek anlamda hiz­metçidir, der.

Gerçekte bu dört ayet, kitaplara, ciltlere yığ­mayacak birçok önemli konuları kapsıyor:

1- İki rasülün, Alemlerin Rabbi tarafından kesin-açık mucizelerle gönderildiklerini içeriyor.

2- Firavun ve kavminin suç-günahlarını ele alıyor. Onları şöylece sıralıyorum:

a) Kibire kapıldılar ve Allah (c.c.)'ın rasüllerine itaat etmediler.

b) Onlar zalim, azgın ve büyüklük-ululuk taslayan bir kavim oldular.

c) Peygamberlerin beşeriyetini reddettiler.

d) Kavimleri kendilerine boyun eğen kişilere karşı geldiler.

e) Allah (cc.)'ın peygamberlerini yalanladılar.

3- Bütün bu olayların sonucu, varacakları ke­sinleşmiş yerleri kapsıyor. Mahvolarak, boğula­rak, helak edilenlerden oldukları belirtiliyor.

Bu suçları işleyenlerin varacağı sonuçlar hep bunlardır. Metodlar ve yöntemler değişik olsa bile durum değişmez.

 

Yedinci Tablo

 

Allah (c.c.) Şuara suresinde şöyle buyuruyor:

"Hani Rabbin Musa'ya seslenmişti." [163]

Surenin (1-9) ayetlerinin kapsadığı kısa bir girişten sonra, Musa (a.s.) ve Firavun kıssasının tarihi açıklaması yapılmakta ve bu açıklamadan edinmemiz gereken şu dersler sunulmaktadır:

1- Musa (a.s.)'nın karşılaştığı şartlar, Rasulüllah (s.a.v.)'ın karşılaştığı şartlardan daha güç­tü. Musa (a.s.) Firavun tarafından zulme uğrayan köleleştirilmiş bir toplumun ferdiydi. Resulullah (s.a.v.) ise Kureyş kabilesinin bir ferdiydi ki, O'nun kabilesi diğer kabilelerle eşit düzeydeydi.

Musa (a.s.), bizzat Firavunun evinde büyüdü. Daha sonra cinayetle suçlanmasından ötürü firar etti. On sene kavminden uzak gizlice yaşadı. Akabinde de, kendisinden kaçtığı, uzak durmaya ça­lıştığı Firavun'a gitmesi için ilahi emir verildi. Resulullah (s.a.v.) ise böyle zor bir durumla karşı­laşmadı.

Ayrıca, zamanında Firavunun devleti, dünya devletlerinin en güçlüsüydü. Bu durumun ise Kureyş'in gücüyle kıyaslanması kesinlikle mümkün değildir. Bununla beraber Firavun, Musa (a.s.)'ya hiçbir şey edemedi ve sonunda yenilgiye uğrayan da kendisi oldu.

Bununla Allah (c.c.) Kureyş kafirlerine şu dersi veriyor: Allah'ın desteklediği ve koruduğu kişiye kimse karşı koyamaz ve onu yenemez. Fi­ravun bu gücüyle, Musa (a.s.) karşısında bir adım atamamışken, siz ey alçak ve aşağı varlık­lar, nasıl Muhammed s.a.v.)'i yenilgiye uğrata­caksınız.

2- Musa (a.s.)'nın gösterdiklerinden daha açık ve daha kesin bir ayet-mucize olamaz. Zira anla­şıldı ki -Firavun meydan okuyup binlerce insanın gözü önünde, Musa'yı, ve sihirbazları karşılaştır­dıktan sonra- Musa (a.s.)'nın getirdiği sihir değil­dir. Firavun tarafından olan ve Firavun'un kendi­lerini davet ettiği usta sihirbazlar da, asanın yıla­na dönüşmesinin gerçek bir değişim olduğuna ve bunun da Allah tarafından bir mucize olup sihir yoluyla mümkün olamayacağına şahitlik etmiş­lerdi. Sihirbazlar hayatlarını tehlikeye atarak inandıklarında, Musa'nın getirdiğinin sadece ger­çek bir mucize olup sihir olmadığı konusunda şüpheye yer bırakmamışlardı. Bununla beraber inatçı kafirler yine de peygamberlerini onaylama­mışlardı. Şimdi siz, ey Kureyş kavmi, nasıl olur da inanmanız için ille de görünür ve tutulur bir mucize-ayet istersiniz?

Gerçekte ise, taraftarlık pisliklerinden, cahiliyet taassubundan, menfaatçilik, bencillik ve kişi­sel çıkarlardan uzak, temiz ve hak ile batılı birbi­rinden ayırabilen insan, batılı reddedip hakkı be­nimser. O'na, Allah'ın kitabındaki ayetler... kitabı getirenin hayatındaki ayetler., akıl sahibi herke­sin, her zaman görebileceği kainattaki ayetler yeterlidir.

Fakat zalim ve inatçı, gerçeği araştırmayan, kişisel çıkarlarına ters düşmesinden korkup kul­luk görevlerine aldırmayan ve çıkarlarıyla çatı­şan hiçbir gerçeği kabul etmemekte ısrarlı olan kişi, elbetteki ayetlere de inanmayacaktır. Gök ve yeryüzü altüst olsa bile...

3- Firavun'un sonu, diğer insanların hasretle görmek isteyecekleri iyi bir son değildir. İlahi mu­cizeleri gördükten sonra aynı sonuçtan başka va­racakları yer yoktur. İbret almak ve bir şeyler el­de etmek yerine aynı akibete uğramak ister misi­niz? [164]

"O zalimler güruhuna, Firavun kavmine git" [165]

Bu üslup Firavun kavminin ne derece zalim olduğunu güzelce açıklıyor. Zira onları zalimler güruhu-kavmi diye tanımlıyor. Sanki bu, onların asıl ismi olmuştur. "Firavun kavmi" ise bir tefsir, tercüme mahiyetindedir.

"Hala (başlarına gelecekten) sakınmayacak­lar mı onlar?" [166]

Yani ey Musa, şuna bir bak: Bu insanlar nasıl kendilerini mutlak hükümdar sanıyorlar ve dün­yada fesat ve zulmü yayıyorlar. Kendilerini hesa­ba çekecek olan Allah'tan hiç korkmuyorlar.

"Musa şöyle dedi: Rabbim doğrusu beni ya­lancılıkla itham etmelerinden endişeleniyorum. Benim ise göğsüm daralır, dilim dönmez; onun için Harun'a da elçilik ver." [167]

Bu ayetlerle, Taha ve Kasas süresindeki ay­rıntıları karşılaştırdığımızda şu sonuçlar ortaya çıkıyor:

1- Musa (a.s.) tek başına bu görevi yapmak­tan korkuyordu. Musa (a.s.)'nın "ruhuma genişlik ver" sözü de bunu gösteriyor.

2- Ayrıca Musa (a.s.) güzel konuşamadığını düşünüyor. Bu yüzden de kardeşi Harun'u, yar­dımcı ve destekleyici olarak istiyordu. Zira O da­ha iyi konuşuyordu. Gerektiğinde, Musa (a.s.)'ya destek verecek, yardımcı olacaktı.

Muhtemeldir ki, Musa (a.s.), ilk olarak bu gö­revi Harun (a.s.)'a vermesini istemiştir. Fakat da­ha sonra, Allah (c.c.)'ın, Harun'u değil kendisini bu göreve getireceğini anlayınca, Harun'u yanına yardımcı istemiştir.

Bu tereddüdün sebebi, Musa (a.s.)'nın, Harun (a.s.)'u yardımcı olarak istemesi yerine, "Harun'a elçilik ver" demesidir. Oysa Taha suresinde

"Bana ailemden bir de vezir ver; kardeşim Harun'u" [168] Kasas suresi 35. ayette ise

"Karde­şim Harun'un dili benimkinden daha düzgündür. O'nu da, beni doğrulayan bir yardımcı olarak be­nimle birlikte gönder" diyor. Bu yüzden öyle sanı­yoruz ki, bu sürede belirtilen sözü ilkin söylemiş­tir. Diğerlerini de daha sonra sarfetmiştir.

Tevrat'ın ifadesi daha farklıdır. O'na göre, Musa (a.s.), Firavun'un kavminin kendisini ya­lanlamasından korkmuş ve iyi konuşamadığını ileri sürerek, Allah (c.c.)'ın verdiği bu görevi ta­mamen reddetmiştir. Ve şöyle demiştir: "Aman ya Rab, niyaz ederim, göndereceğin adamın eliyle gönder". Rab, kendiliğinden Harun'u, O'na yar­dımcı yapmış ve iki kardeşin Firavun'a gitmesine razı olmuştur. [169]

"Hem onların bana isnat ettikleri bir suç var. Bundan ötürü beni öldürmelerinden korkuyo­rum."

Burada, Kasas süresindeki olaya değiniliyor: Bir İsrailli ile bir Kıpti kavga ederken, Musa Kıptiyi öldürmüştü. Musa (a.s.) bu olayı, Firavun kavminin öğrendiğini ve ondan kısas istediklerini anlayınca, Mısır'ı terkederek Medyen'e kaçmıştı. Aradan on yıl geçtikten sonra, kendisine risalet verilmiş ve kendisini cinayetle suçlayan Firavun'a gitmesi emrolunmuştu. Musa (a.s.) da -do­ğal olarak- tebliğ görevini yapamadan kısas edil­mekten korkmuştu.

"(Allah) buyurdu: Hayır, ha­yır (seni öldüremezler)! İkiniz de mucizelerimizle gidin. Şüphesiz ki biz sizinle beraberiz, (olanları) işitiyoruz." [170]

Mucizelerden kasıt; "asa" ve "beyaz el" muci­zeleridir. [171]

"Haydi Firavun'a gidip deyin ki: Gerçekten biz, Alemlerin Rabbinin elçisiyiz. İsrailoğullarını bizimle beraber gönder." [172]

Musa ve Harun (a.s.)'un davetinin iki unsuru vardı: 1- Firavun'u Allah'a ibadete çağırmaktır. Bu ise bütün peygamberlerin göreviydi. 2- Sadece bu iki peygambere mahsus olan İsrailoğullarını Firavun köleliğinden kurtarma görevi. Bu unsur­lar Kur'an'ın değişik yerlerinde tek tek ele alın­mıştır.

"(Kendisine Allah'ın emri tebliğ edilince Fira­vun) dedi ki: "Biz seni çocukken himayemize alıp büyütmedik mi?"[173]

Bu ayet, sözü söyleyenin, Musa (a.s.)'nın sa­rayında büyüdüğü Firavun değil, O'nun oğlu ol­duğu görüşünü güçlendiriyor. Eğer öyle olsaydı, "Biz" yerine "Ben" ifadesi kullanılırdı. [174]

"Hayatının birçok yıllarını aramızda geçirmedin mi?".

Musa (a.s.)'nın işlediği cinayet olayına değini­yor. "Sen nankörün birisin..." Musa:

"Ben dedi, o işi, o anda sonunun ne olacağını göremeyerek yaptım." [175]

Ayette geçen dalalet (mastar olarak), Arap dilinde, bir şeyi bilmemek, anlamamak, yanılmak, unutmak anlamında da kullanılır. Kasas suresin­de de anlaşıldığı gibi, dalalet burada yanılmak, kasdetmemek anlamındadır. Zira Musa (a.s.) Kıptinin, yahudiyi dövdüğünü görünce, Kıptiye sade­ce bir yumruk vurmuştu. Normalde insan bir yumruk darbesiyle ölmez. Zaten, Musa (a.s.) da öldürme amacıyla vurmamıştı. Fakat, Kıptinin Musa (a.s.)'nın yumruğuyla öldüğü kesin. Şu ka­dar var ki, bu olay kasten öldürme değildi. Zira olayda öldürmek için kullanılan veya ölüme ne­den olabilecek herhangi bir alet, silah yoktur.

"Sizden korkunca da hemen aranızdan kaç­tım. Sonra Rabbim bana hikmet bahşetti ve beni peygamberlerden kıldı." [176]

Yani Rabbim bana, nübüveti, marifeti ve bil­giyi lütfetti. Hüküm, Allah (c.c.)'ın peygamberle­re, güvenle konuşmalarını sağlamak için verdiği güç, bilgi, senet ve hikmettir.

"O nimet diye başı­ma kaktığın ise (aslında) İsrailoğullarını kendine kul köle etmendir." [177]

Yani aslında, sen İsrailoğullarına zulmetti­ğinden dolayı senin evinde büyüdüm. Annem beni bir sandığa koyarak denize attı. Sanki benim hiç büyütüleceğim bir ev olmayacak mıydı? Zaten be­ni evine alman, sana bir meziyet sağlamaz, aksi­ne senin için bir lekedir.

Burada, Musa (a.s.)'nın kendisini, Alemlerin Rabbinin bir elçisi olarak sunması ve Firavun'a ilahi mesajı iletmesi olaylarına yer verilmiyor. Zi­ra bu karşılıklı konuşmadan, Musa'nın O'na mesajı ulaştırdığı anlaşılıyor. Bu yüzden bu olaya değinilmeden, tebliğ sonrası meydana gelen ko­nuşmalar aktarılıyor.

"Firavun şöyle dedi: Alemlerin Rabbi dediğin nedir ki?" [178]

Bu, Musa (a.s.)'nın sözüne karşılık söylenen bir sorudur. Nitekim, Musa (a.s.) demişti ki: Dünyadakilerin sahibi, efendisi, onların hakimi olan Alemlerin Rabbinin elçisiyim. O, İsrailoğuilarını benimle göndermen için, beni sana gönderdi. Ger­çekten de bu, gayet açık siyasi bir mesajdı. Alem­lerin üzerindeki otorite, hakimiyet, Musa'nın temsilcisi olduğunu iddia ettiği varlığa aittir. Fi­ravun O'na uymak zorundadır. Ayrıca O, Firavun'un sadece hükümet işlerine karışmakla kal­mıyor, teb'asının bir kısmım ülkeden çıkartması için emir verip temsilci gönderiyordu. Firavun so­ruyor: Kimmiş o alemlerin sahibi, hakimi ki; hal­kın en basit ferdinin eliyle Mısır'ın kralına, impa­ratoruna emir gönderiyor?

Musa cevap verdi: "Eğer işin gerçeğini düşü­nüp anlayan kişiler olsanız (itiraf edersiniz ki) O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şe­yin rabbidir."

Yani ben yeryüzünde krallık ve liderlik iddia­sında bulunan bir yaratık tarafından değil, gökle­rin ve yeryüzünün sahibi tarafından geldim. Ger­çekten bu evrenin bir yaratıcısı, sahibi ve maliki­nin varlığına inanıyorsanız, o takdirde Alemlerin Rabbini tanımanız hiç de güç olmayacaktır.

"(Firavun) etrafında bulunanlara, "işitmiyor musunuz?" dedi. Musa dedi ki:

"O, sizin de rabbiniz, daha önceki atalarınızın da rabbidir." [179]

Firavun'un ağzından aktarılan "işitmiyor mu­sunuz?" ifadesi saray ileri gelenlerine yönelik bir hitaptır. Musa onlara şöyle diyordu: Ben, dün bu­lunup bugün bulunmayan veya bugün bulunup dün olmayan uydurma rablere, tanrılara inanmı­yorum. Bu gün kendinize ilah edindiğiniz Fira­vun dün yoktu. Dün atalarınızın ilah edindikleri firavunlar da bugün yok. Ben sadece, bugün sizin ve bu Firavun'un, dün de bütün atalarımızın rab­bi olan varlığın rububiyetini ve otoritesini kabul ediyorum.

"Firavun, size gönderilen bu elçiniz mutlaka delidir, dedi. Musa devamla şunu söyledi:

"Şayet aklınızı kullansanız (anlarsanız ki), O, doğunun batının ve ikisinin arasında bulunanların rabbi­dir." [180]

Yani eğer ben deliyim de sizler akıllıysanız, bir düşünün: Gerçek rab kimdir? Yeryüzünün kü­çücük bir parçasına hakim kıldığınız bu Firavun mu? Yoksa doğunun, batının ve bunların bir par­çası olan Mısır'daki her şeyin sahibi olan varlık mı? İşte ben sadece, bu rabbin sultasını ve otori­tesini kabul ediyor ve mesajını kullarından birine iletiyorum.

"Firavun, "Benden başkasını tanrı edinirsen, andolsun ki seni zindana kapatılmışlardan ede­rim!" [181]

Bu sözü iyi kavrayabilmek için "mabud" kavramının, bugün olduğu gibi, eskiden de dini an­lamla sınırlı bir kavram olduğunu unutmamak gerekir. Yani o zaman mabut, kendisine ibadet edilen ve adaklar kesilen varlıktı.

Mabud(ilah)un gücü, otoritesi her şeyin üs­tündedir. İnsanlar bütün işlerinde ve sosyal ya­şantılarında ondan dilekde bulunur. Fakat, huku­ki ve siyasal alanda hakim, otorite sahibi, dünye­vi konularda her hükmü verebilecek ve insanoğ­lunun da bu emir ve yasakları her şeyin üstünde tutmaya zorunlu olduğu bir tanrı anlayışını, bu­gün olduğu gibi, yeryüzünün eski hükümdarları da kabul etmiyorlardı. Onlar sürekli kendilerinin dünya işlerinde mutlak otorite sahibi olduklarını ve hiçbir mabudun da onların siyasetlerine ve ka­nunlarına karışamayacağını savunurlar.

Yeryüzünün güçleriyle, peygamberlerin ve di­ğer ıslahatçıların çarpışmasının sırrı da budur iş­te. O peygamberler, ıslahatçılar ve davetçiler; dünya güçlerinin, Alemlerin Rabbinin otoritesini ve hakimiyetini kabullenmeleri için uğraşmışlar­dır. Fakat o güçler, mutlak gücün ve otoritenin sadece kendilerine ait olduğunu savundukları gi­bi, kendilerinden başkalarına inananları, kanuni ve siyasi alanda suçlu ve asi saymışlardır.

Bu açıklamayla, Firavun'un sözü daha iyi an­laşılabilir. Mesele sadece tapınma meselesi değil. Böyle olsaydı, Musa (a.s.)'nın, Allah (c.c.)'dan baş­ka bütün tanrıları terketme, sadece Alemlerin Rabbine ibadet etme gibi sınırlı anlamda tevhide daveti, Firavun'un önemsemediği ve kızmadığı konular olurdu.En fazla, "Biz babalarımızın ve atalarımızın dinini bırakmayız" der veya Musa (a.s.)'nın diğer din adamlarıyla tartışmasını ister­di. Fakat O'nu öfkelendiren asıl olay; Musa (a.s.)'nın kendisini Alemlerin Rabbinin temsilcisi, elçisi olarak sunması ve ardından da siyasi bir emir iletmesiydi.

Sanki Firavun, büyük bir bölgenin hakimiydi de O'na, daha büyük bir hakimin elçisi gelmiş ve kendisine uyma emri iletmişti.

Bu anlamda, Firavun, siyasal ve yasama ko­nularında kendisinin üstünde hiçbir güç kabul edemez ve halkından herhangi birinin kendisin­den başka bir hükümdar tanımasını onaylayamazdı. Bu yüzden, sadece ibadet alanındaki bir tapınma anlamını taşımayan ve açıkça yüce siya­sal bir gücün çağrısı olan "Alemlerin Rabbi" ifadesine karşı çıktı. Musa (a.s.) da Alemlerin Rab­binin kim olduğunu defalarca açıklayınca; Fira­vun, Mısır'da kendisinden başka yüksek bir otori­tenin varlığından söz ettiği takdirde zindana ata­cağını belirterek O'nu tehdit etti.

"Musa sordu: Sana apaçık bir şey getirmiş ol­sam da mı?" [182]

Yani, sana, doğunun, batının, göklerin ve yer­yüzünün rabbi olan Alemlerin Rabbinin elçisi ol­duğumu kanıtlayan kesin bir delil getirsem de, yine davetimi reddedecek ve beni zindana atacak mısın?

"Firavun, doğru söylemekte isen, haydi getir onu, dedi." [183]

Firavun'un, Musa'nın, sorusuna karşılık bu cevabından anlaşılıyor ki, O'nun durumu eski ve çağdaş müşriklerin durumundan hiç te farklı de­ğildi. Firavun -diğer müşrikler gibi- tabiatüstü bir ilahın varlığına inanıyordu. Ve yine diğerleri gibi, Allah'ın kudretinin, bütün ilahlardan daha büyük olduğuna inanıyordu. Bu yüzden Musa (a.s.), eğer benim Allah'ın elçisi olduğumu kabul etmiyorsan, sana bunu kanıtlayan açık deliller getireyim, dedi.  Bu sebeple Firavun karşılık ver­mişti: "Eğer iddianda doğru isen haydi getir onu." Tartışma konusu, eğer Allah'ın varlığı ve kaina­tın sahibi olması gibi konular olsaydı, Firavun'un ayet-mucize istemesi de sözkonusu olmayacaktı. Firavun'un mucize istemesi Allah'ın varlığına ve mutlak kudretine inanmasını ifade eder. Dolayısıyla tartışma, Musa (a.s.), Allah (c.c.) tarafından gönderilen birisi midir, yoksa değil midir, konusu etrafmdadır.

"Bunun üzerine Musa, asasını atıverdi. Bir de ne görsünler, apaşikar koca bir yılan oluvermiş." [184]

Kur'an, asa için, bazı yerlerde "hayye" (yılan) kelimesini, ve bazı yerlerde de "cânn" (yılan) keli­mesini kullanmıştır. "Cânn" genelde küçük yılan­lar için kullanılır. Burda ise, "sü'bân" (ejderha) ifadesi kullanılmıştır. İmam Razi, "hayye"nin kü­çük, büyük bütün yılanları kapsadığını, büyüklü­ğü nedeniyle ejderha, seri hareket ettiği için de "cânn" ifadesinin kullanıldığını söyler.

"Elini de (koynundan) çıkardı. O da temaşa edenlere bembeyaz (görünen, nur saçan bir şey) oluvermiş!" [185]

Bazı müfessirler israiliyatın etkisinde kala­rak, Musa (a.s.)'nın elinin abraş hastalığına tu­tulduğunu, bu yüzden renginin değiştiğini ileri sürerler. Fakat ileri gelen müfessirler den İbni Kesir, İbni Cerir, Zemahşeri, Razî, Ebu's Suud el-İmâdî ve Alûsî elin, parıldayan ve ışıldayan nite­likte olduğu konusunda görüş birliğindedirler. Musa (a.s.) elini koynundan (koltuk altından) çı­kardığında her taraf güneşle aydınlanmış gibi pı­rıl pırıl parladı.

"Firavun çevresinde bulunan ileri gelenlere; Bu, dedi, doğrusu çok bilgili bir sihirbaz! Sizi sih­riyle yurdunuzdan çıkarmak istiyor." [186]

Firavun -birkaç dakika önce gördü ki- halkın­dan biri, ileri gelen yetkililer önünde peygamber­lik iddiasında bulunuyor ve İsrailoğullarının ser­best bırakılmasını istiyor. Musa (a.s.)'yı delilikle itham etmeye başladı. (Çünkü O'na göre, böylesi­ne güçlü bir kralın karşısında, köle toplumdan bi­rinin karşı durması ancak delilikle açıklanabilir.) Daha sonra da tehditler savurdu: "Benden başka­sını tanrı edinirsen, andolsun ki seni zindana kapatılmışlardan ederim!" Ancak mucizeleri de gö­rünce iyice korkmaya ve endişelenmeye başladı. Musa idareyi ve mülkü O'ndan alabilirdi. Ve ar­tık, erkanının ve halkının önünde ne dediğini bil­mez hale gelmiş ve iyice saçmalamaya başlamıştı.

Zayıf ve güçsüz olan İsrailoğullarından iki ki­şi, hiçbir güçleri ve silahları yokken, zamanın en büyük kralının karşısında duruyorlardı. Ülkenin hiçbir yerinde, hiçbir bölgesinde de en ufak bir is­yan belirtisi, devrim hareketi yoktu. Ayrıca onları destekleyen bir devlet te bulunmuyordu. Fira-vun'un gördüğü ise, sadece yılana dönüşen bir asa ve ve parıldayan bir elden başka bir şey değildi. Buna rağmen bu iki kişinin ülkede devrim yap­masından ve hakim tabakayı alaşağı etmesinden korkarak, gayri ihtiyari bağırıp duruyordu. O za­man bunun anlamı ne? Firavun'un, Musa'nın bunları sihir gücüyle yapacağını söylemesi de, bi­lincini ve şuurunu artık kaybettiğini gösteriyor­du. Zira dünya tarihi boyunca hiçbir ülkede sihir yoluyla devrim yapılmamış ve hiçbir ülke de bu yolla fethedilmemişti. Sihirbazlar yaptıkları oyunları sergileyip O'ndan ödüller, bahşişler isti­yordu. Maksatlarının sadece para olduğunu O da biliyordu. Bu miskinler en küçük bir devlet yetki­lisine karşı koyamazken, nasıl ülke yönetimini değiştireceklerdi?

"Şimdi ne buyurursunuz?" [187]

Bu, Firavun'un kafasının nasıl karıştığını faz­lasıyla açıklıyor. Bu nasıl ilahtı ki, herkes O'nun kuluydu. Ve O, korkup dehşete kapılmış kulları­na soruyordu: "Ne buyurursunuz?" Diğer bir ifa­deyle, benim aklını bunu düşünmeye şimdi yetmi­yor; söyleyin bana bu tehlikeye nasıl karşı koya­bilirim?" diyordu.

"Dediler ki: O'nu ve kardeşini eğle ve şehirle­re toplayıcılar gönder. Ne kadar bilgisi derin si­hirbaz varsa sana getirsinler. Böylece, sihirbazlar belli bir günün tayin edilen vaktinde bir araya getirildi." [188]

Taha suresinde geçtiği gibi, bu gün Kıptîlerin ulusal bayram günüydü. Ülkenin her yanından bütün herkes bu günü kutlamak için gelecek ve bu büyük karşılaşmayı izleyeceklerdi. Hiçbir şüp­heye yer vermemek ve izleyicilerin rahat izleye­bilmesi için, zaman olarak gündüz ortası, kuşluk vakti kararlaştırılmıştı.

"Halka, siz de toplanıyor musunuz? (Haydi çabuk olun) denildi." [189]

Yani, sadece yarışma ilan edilmekle kalınma­mış ayrıca etrafa halkı, izlemeleri için teşvik eden memurlar gönderilmişti. Bundan anlaşılıyor ki, Musa (a.s.)'nın saray erkanına gösterdiği mucize­lerin haberi bütün insanlar arasına yayılmış ve Firavun da, halkın bundan etkilenmesinden korkmuştu. Bu yüzden Firavun, Musa (a.s.)'nın yaptığı şeyin mucize olmayıp her sihirbazın başa­rabileceği türden bir sihir olduğunu, halkın kendi gözleriyle görmesini sağlamak için, insanların bü­yük bir kısmının toplanmasını istemişti.

"Üstün gelirlerse her halde sihirbazlara uya­rız, dediler." [190]

Bu ayet, Firavun sarayında bu mucizeyi gö­renlerle, dışarda bunu işitenlerin artık atalarının dininden uzaklaşmaya başladıklarını ve inançla­rının, sihirbazların Musa (a.s.)'nınkine benzer bir şey ortaya koymalarına bağlı olduğunu savunan görüşü destekler.

Firavun ve devlet erkanı ise bu karşılaşmayı, sonucu belirleyen bir olay olarak değerlendiriyor ve sihirbazlar galip çıktığında, Musa (a.s.)'nın di­nine girmekten kurtulacaklarına, aksi halde din­lerinin ve inançlarının sonunun pek iyi olmayaca­ğına halkı ikna etmeye çalışıyorlardı.

"Sihirbazlar geldiklerinde Firavun'a, şayet biz üstün gelirsek muhakkak bize bir ücret vardır değil mi? dediler."[191]

Bunlar, dinlerini Musa (a.s.)'nın saldırısından korumak için, sonucu belirleyici yarışmaya katı­lan, müşriklerin dininin koruyucularıdır. İşte bunlar dinlerini böylesine temiz ve iyi niyetlerle koruyordular: Biz kazanırsak, ödüller, hediyeler alacağız değil mi?"

"Firavun cevap verdi: Evet, o takdirde hiç şüphe etmeyin, gözde kimselerden olacaksınız." [192]

Bu, din ve ümmet hizmetçilerinin, dönemin sultanından elde edecekleri en büyük ödüldü. Ya­ni siz sadece birtakım mal-mülk edinmekle kal­mayıp, aynı zamanda sarayda önemli görevlere getirileceksiniz.

İşte başta Firavun ve sihirbazlar, peygamber­le aralarındaki büyük ahlâki farkı böyle ortaya koymuşlardı.

Bir tarafta cinayetle suçlanmasının ardından on sene gizli yaşayan, köleleştirilmiş bir toplum olan İsrailoğullarından bir fert, büyük bir cesaret örneği sergileyip Firavun ve adamlarının önünde duruyor ve "Ben Alemlerin Rabbinin elçisiyim, İs­railoğullarını benimle gönder ey Firavun" diyerek en ufak bir korkuya kapılmadan O'nunla tartışıyor; diğer yanda da, "Eğer biz kazanırsak bize bahşişler, mükafatlar vereceksin değil mi?" soru­sunu soran, atalarının dinini korumak için Firavun'un çağırdığı korkak sihirbazlar.

İşte bu iki karakter, Peygamberin durumunu ve sihirbazların tabiatlarını net bir şekilde ortaya koyuyordu. Zira haya perdesini yırtan kişi, pey­gambere sihirbaz diyebilir.

"Musa onlara, "ne atacaksanız atın!" dedi. Bu­nun üzerine iplerini ve değneklerini attılar ve, Firavun'un kudreti hakkı için elbette bizler galip geleceğiz, dediler." [193]

Sihirbazların, Musa (a.s.)'nın "atın" demesi­nin ardından ip ve sopalarının büyük bir yılan sürüsüymüş gibi ansızın Musa (a.s.)'ya doğru hare­ket etmeye başlaması olayına burda yer verilme­miştir. Bu olay Kur'an'ın diğer yerlerinde anlatıl­mıştır. A'raf suresinde şöyle geçer:

"Onlar atınca insanların gözlerini büyülediler, onları korkuttu­lar ve büyük bir sihir (ortaya) getirdiler." [194] Taha suresinde ise bu olay şöyle anlatılır:

"Bir de baktı ki, büyüleri sayesinde ipleri ve sopaları ger­çekten koşuyor gibi görünüyor. Musa birden için­de bir korku duydu." [195] "Ardından Musa (a.s.) asasını attı; bir de ne görsünler, onların uydurduklarını yutuyor! Sihirbazlar derhal secdeye kapandılar. Alemlerin Rabbine, Musa ve Harun'un Rabbine iman ettik, de­diler." [196] Bu, olayı gören birinin, büyük bir sihirbaz küçük sihirbazları hezimete uğrattı diyerek geçip gi­deceği, Musa (a.s.) karşısında sihirbazların basit bir itirafı değildir. Onların secdeye kapanıp, Alemlerin Rabbine iman ettiklerini ilan etmeleri, açıkça binlerce Mısırlının gözü önünde, Musa (a.s.)'nın getirdiği şeyin sihir olmayıp, Alemlerin Rabbinin kudretiyle meydana gelen bir mucize ol­duğunu kanıtlıyordu.

"Firavun (kızgınlık içinde) dedi ki: Ben size izin vermeden O'na iman ettiniz ha! Doğrusu size siniri öğreten büyüğünüzmüş O!"[197]

Bu, apaçık mucizeyi gören ve sihirbazların mucizeye şehadet etmelerini kulaklarıyla duyan fakat buna rağmen hala onun sihir olduğunda ıs­rar eden zalim, inkarcı ve büyüklük taslayan inatçı Firavun'un durumunu ortaya koyuyor. Kur'an, burda, bunu sadece tek cümleyle ifade ediyor. Firavun'un yenilmesinin ardından siyasi bir tuzak kurma hikayesi A'raf suresinde ele alı­nıyor:

"Bu hiç şüphesiz şehirde (Mısır'da) Kıpti olan halkını oradan çıkarmak için kurduğunuz bir tuzaktır."[198] Firavun, halkı, sihirbazların imanının sözkonusu olmadığını, aslında Musa (a.s.) ile önceden anlaşıp ülkede yapacakları siya­sal devrimin meyvelerini birlikte yiyeceklerine inandırmaya çalışıyordu.

"Ama şimdi (size yaptığımı görecek ve) bile­ceksiniz: Andolsun, ellerinizi ve ayaklarınızı çap­razlama kestireceğim, hepinizi astıracağım!" [199]

Bu korkutma ve tehditleri Firavun, sihirbaz­lar Musa ile anlaşarak sahaya indiler, şeklinde ortaya attığı hileyi başarılı kılmak için savuru­yordu. Firavun bu tehditler sonucu, sihirbazların bu anlaşma hilesini canlarını kurtarmak için ka­bulleneceklerini, böylece yenilmelerinin ardından secdeye kapanmalarının, yarışmayı izlemek için Firavun'un davetiyle toplanan binlerce izleyicinin gözleri önünde, Musa (a.s.) ve Harun (a.s.)'un Rabbine inandıklarını ilan etmelerinin bıraktığı derin etkilerin silineceğini sanıyordu.

Mısır halkının inançlarının ve dininin sihir­bazların dayanışmasına bağlı olduğuna iknaya çalışıyordu adamlarını. Eğer yenerlerse ataları­nın dini üzere devam edebilecekti halk. Aksi tak­dirde Musa (a.s.)nın daveti, halkın dinini, Fira­vun'un iktidarını sarsabilirdi.

"Zararı yok, dediler, (nasıl olsa) biz Rabbimize döneceğiz. Biz (Firavun'un avanesi içinde) ilk iman edenler olduğumuz için, Rabbimizin hatala­rımızı bağışlayacağını umarız." [200]

Yani zaten biz, her halükarda bir gün Rabbimize döneceğiz; sen bizi öldürürsen, ölüm vakti­miz, ecelimiz gelmiş olur; öyleyse niye korkalım ki? Tam aksine biz, Allah'ın bağışlamasını, affet­mesini umuyoruz. Zira biz, bugün, gerçeği anla­dıktan sonra bir an bile beklemeden iman ettik. Ve bu toplulukta daha hiç kimse inanmadan önce biz inandık.

Sihirbazların bu cevabı, Firavun'un topladığı halk üzerinde şu iki noktayı ortaya koymaktadır:

1- Firavun inatçı ve yalancı birisidir. Musa (a.s.) olayını bitirmek için bir karşılaşma düzenlemiş; ardından da Musa (a.s.) galip çıktığı halde, O'na iman etme yerine "uydurma anlaşma" hika­yesini ortaya atmış, ölüm ve işkenceyle tehdit et­miş ve sihirbazları bunu kabullenmeleri için zor­lamıştır.

Eğer bu uydurma senaryonun en ufak bir doğruluk payı olsaydı, sihirbazlar ellerinin ve ayaklarının çaprazlama kesilmesine ve asılmala­rına razı olamazlardı. Bu zavallılar elleri ayaklan kesik yaşamayı bile göze alıyorlardı. Sihirbazla­rın bunca tehditten sonra imanda ısrar etmeleri, Firavun'a karşı tuzak kurma suçlamasının kesin olarak geçersiz olduğunu ortaya koyuyor. Sihir­bazlar -sihir alanında uzman ve usta olduklarını da gözönünde bulundurmak gerekir- Musa (a.s.)'nın getirdiğinin kesinlikle sihir olmayıp Alemlerin Rabbinin kudreti ile meydana gelen bir mucize olduğunu artık anlamışlardı.

2- Ülkenin her yanından gelen binlerce insan, sihirbazların Alemlerin Rabbine imanla kalple­rinde oluşan büyük ahlaki değişikliği görmüşler­di. Atalarının dinini desteklemek için geldikleri sırada nasıl da aşağı düşüncelere sahiplerdi. Ve nasıl boyunları bükük Firavun'un karşısına geçip ödüller, hediyeler, bahşişler istiyorlardı. Şu anda ise, Firavun'u hiç umursamayacak düzeye nasıl yükseldiler ve devletin bütün güçlerine karşı ko­yup ölümü ve en acı işkenceleri nasıl göze aldılar? Bunun da ötesinde onlar, Mısırlıların putperest dinini aşağılayıp, bu ince psikolojik durumda, Musa (a.s.)'nın getirdiği hak dine daveti kabullen­mişlerdi.

"Bunun üzerine Musa'ya vahyettik.'

Hicret hadisesinin bu olaylardan sonra zikredilişi, Musa (a.s.)'nın İsrailoğullarını acele topla­yıp Mısır'dan çıktıkları anlamına gelmez.

Burada, arada geçen birkaç seneyi anlatan bölüme yer verilmemiştir. Bunlar A'raf: 127-135 ve Yunus: 83-89'da geçmiştir ve bir kısmı da Mü­min: 23-46, Zuhruf: 46-56'da ele alınacaktır.

Burada Firavun'un ayetleri gördüğü halde, nasıl da hâla inat ve zulümde ısrar ettiği arkasın­da Allah'ın desteği bulunan davetin başarı ve kurtuluşu anlatılmakta, sadece Musa (a.s.) Fira­vun çarpışmasına yer verilmektedir. Şimdi ise kıssaın son tablosu sergileniyor:

"Kullarımı geceleyin yola çıkar; çünkü takip edileceksiniz, (diye vahyettik)" [201]

Şunun bilinmesi gerekir ki, İsrailoğulları, Mı­sır'da belli bir yerde oturmayıp, Memfis ile Ramses arasında ve Goşen denen yerde oturuyorlardı. Bu yüzden emir geldiğinde bütün her tarafı dola­şıp hicrete hazırlık yapmalarını sağlayacaktı. Do­layısıyla da hareket için belli bir gecenin ayarlan­ması gerekiyordu. Ayet te geceleyin çıkma nede­nine değiniyor. Yani geceleyin yola çıkın ve Fira­vun ordusu izinizden gelip size yetişmeden uzun mesafe katedin. "Firavun da şehirlere (asker)" top­layıcılar gönderdi. Esasen bunlar, sayılan azar azar, bölük pörçük cemaattir. (Böyle iken) artık kesinkes bizi öfkelendirmişlerdir. Biz ise elbette uyanık (ve yekvücut) bir cemaatiz, diyor ve dedirtiyorlardı." [202]

Bu sözler gösteriyor ki, Firavun aslında kor­kusunu cesaretli görünerek örtmeye çalışıyordu. Bir taraftan askeri güç topluyor -ki bu O'nun İsrailoğullarından korktuğunu gösteriyor- öbür ta­raftan da uzun zamandır kendisine kölelik yapan İsrailoğullarından korkuyor. Ama yine de korktu­ğunu hissettirmemeye- çalışıyordu. Bu nedenle halka şu üslupta sesleniyordu: Bu İsrailoğulları da kimler oluyormuş? Onlar bölük pörçük, sayıla­rı az bir topluluktur. Bize hiçbir şey yapamazlar. Kılınızı bile kıpırdatamazlar. Fakat onlar bizi kızdıracak bir takım yanlış şeyler yaptılar. Onları bu yüzden cezalandıracağız. Asker toplatmamıza gelince, kesinlikle onlardan korkmamızdan kay­naklanmıyor bu. Bunlar sadece güvenlik önlemle­ridir. Zira bizim görevimiz, ufukta bir tehlike ihti­mali belirir belirmez hemen bunu önlemek için hazırlık yapmaktır.

"Ama (sonunda) biz onları (Firavun ve kavmi­ni) bahçelerden, pınarlardan, hazinelerden ve şe­refli makamlardan çıkardık." [203]

Firavun, ordan burdan asker kuvvetleri top­luyor, hazırlık yapıyordu. Amacı İsrailoğullarım yok etmekti. Fakat Allah'ın tedbiri, tuzaklarını altüst etti; Firavun güçleri boğulacakları yere vardılar. Eğer Firavun ve ordusu, takibe koyulmasaydı, sonuçta sadece Mısır'dan küçük bir halk topluluğu ayrılmış olacaktı. Ve yine onlar eğlen­celi, tatlı hayatlarına devam edeceklerdi. Fakat onlar üstün zekaya ve akla sahip olduklarını ispat etmek için, İsrailoğullarının rahatça gitmele­rini engelleyecek, onların kafilesine hicret esna­sında saldıracak ve baştan sona onları yok ede­ceklerdi. Bu yüzden devlet ileri gelenleri, komu­tanlar, yetkililer ve Firavun yola çıkmışlardı. Fa­kat bu durum iki şeyi meydana getirdi: 1- İsrailo­ğulları Mısır'dan çıktılar. 2- Mısır'ın zorba, firavunî devletinin komutanları boğulup helak ol­dular.

"Böylece bunlara İsrailoğullarını mirasçı yap­tık." [204]

Bazı müfessirler bu ayetten şu sonucu çıkar­mışlardır: Firavun'un zalim kavminin çıktığı bah­çelere, pınarlara, hazinelere ve şerefli makamla­ra, Allah (c.c.) İsrailoğullarını varis kılmıştır. Bu­nu kabul edersek şu tablo ortaya çıkar: Firavun boğulduktan sonra İsrailoğulları Mısır'a dönmüş ve Firavun'un servetine, mal-mülküne sahip olmuştur. Tarihte bunu açıklayan birşey olmadığı gibi, Kur'an'da da bunu destekleyen bir kanıt yoktur. Bakara, Maide, A'raf ve Taha süresinde­ki ayetler, İsrailoğularının, Firavun'un boğulma­sının ardından Mısır'a dönmeyip, hedef mekanla­rına (Filistin) doğru gittiklerini belirtir. Ayrıca Davud (a.s.)'un (M.Ö. 1013-973) zamanına kadar meydana gelen tüm olaylar Sina yarımadasında, Ürdün'ün doğusunda ve Filistin'de meydana gel­miştir. Dolayısıyla Allah (c.c), İsrailoğullarına, Firavun ve tebasının bırakıp gittiği bahçeleri, pı­narları, hazineleri miras bırakmamıştır. Allah (c.c), Firavun'u bu nimetlerden mahrum bırakmış ve İsrailoğullarını bu nimetlerle donatmıştır. Kısacası onlar, bu bağ-bahçelere, pınarlara Filis­tin topraklarında sahip oldular. A'raf süresindeki şu ayetler de bunu destekler:

"Biz de onların ayetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil ol­maları sebebiyle kendilerinden intikam aldık ve onları denizde boğduk. Hor görülüp ezilmekte olan o kavmi (yahudileri) de içini bolluk ve bere­ketle doldurduğumuz yerin doğu taraflarına ve batı taraflarına mirasçı kıldık." [205]

"İçini bolluk ve bereketle doldurduğumuz yer" ifadesi, Kur'an'ın Filistin'e özgü kullandığı bir te­rimdir. Kur'an'da, isim verilmeden belirtilen bu sıfattan "Filistin" anlaşılır. Örneğin İsra suresin­de; "... çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya..." (ayet 1) diye, Enbiya suresinde de, "Biz onu ve Lut'u kurtararak, içinde cümle aleme bereketler verdiğimiz ülkeye ulaştırdık." (ayet 71) ve "Süleyman'a da kasırga gibi esen rüzgarı bo­yun eğdirdik ki, O'nun emriyle içinde bereketler yarattığımız yere doğru esti." (ayet 81) diye geçer. Sebe süresindeki "İçine feyz ve bereket verdiğimiz memleketler" (ayet 18)'den kasıt, Şam ve Filis­tin'dir.

"Derken (Firavun ve adamları) gün doğumun­da onların ardına düştüler. İki topluluk birbirini görünce, Musa'nın adamları, "Eyvah, yakalandık" dediler. Musa, asla! dedi, Rabbim şüphesiz be-nimledir, bana yol gösterecektir."[206]

"Bunun üzerine Musa'ya, "Asan ile denize vur!" diye vahyettik. (Vurunca deniz) derhal yarıldı (oniki yol açıldı), her parça koca bir dağ gibi oldu." [207]

Tavd, Arap dilinde, geniş-büyük dağ demek­tir. Lisanu‘l-Arab'da da, Tavd; büyük dağ diye ta­nımlanır. Yani su her iki tarafa çekilince koca­man dağlar gibi oldu. Musa (a.s.)'nın asası ile de­nize vurmasıyla denizin yarılması ve bunun da, İsrailoğullarının karşıya geçmelerine yeterli olu­şu, Firavun ve ordusunun boğulması için de ye­terlidir. Musa (a.s.) suya asasıyla vurduğunda su yarılmış ve büyük bir dağ gibi iki tarafta durmuş­tur. İsrailoğullarından binlerce kişi karşıya geçip, Firavun ordusunun denizin yarısına kadar gelebi­leceği bir süre orada kalmıştır. Taha suresinde de şöyle geçer:

"Onlara denizde kuru bir yol aç."[208] Yani, su sadece ikiye bölünüp yüksek dağ gibi ol­makla kalmamış, ortasından çamursuz, kupkuru bir yol açılmıştır. Duhan süresindeki ilgili ayet ise, iyice düşünülmesi gereken bir konuya deği­nir:

"Denizi sakin iken geride bırak. Çünkü onlar boğulacak bir ordudur." [209] Burdan anlaşılıyor ki, Musa (a.s.) karşı kıyıya geçtiğinde asasıyla su­ya vursaydı, deniz suları birleşecek ve deniz eski haline dönecekti. Fakat Firavun ordusuyla denize girinceye kadar Allah bu emri vermemiştir. Firavun denize girdikten sonra suyu birleştirmiş ve onların hepsini boğmuştur. Bu apaçık bir mucize­dir. Böylece, bu olayı genel tabiat kanunları çer­çevesinde değerlendirenlerin yanlışlığı da ortaya çıkıyor.

"Ötekilerini de buraya yaklaştırdık." [210]

Yani Firavun ve ordusunu...

"Musa ve beraberinde bulunanların hepsini kurtardık. Sonra ötekileri suda boğduk. Bunda şüphesiz bir ibret vardır." [211]

Yani bunda Kureyş için pek çok ders vardır. İnatçı ve kibirliler apaçık mucizeleri gördükten sonra nasıl da iman etmezler? Ve bu kibrin, ina­dın sonucu da ne acıdır. Firavun ve adamları yıl­larca gördükleri ayetleri sanki göremiyorlardı. Öyle ki, İsrailoğullarının peşine düştüklerinde, denizin yarılmasını, suyun iki tarafa yüksek dağlar gibi çekilip ortadan kuru bir yol açılmasını dikkate bile almıyorlardı. Bu açık ayetleri ve mu­cizeleri gördüklerinde Musa (a.s.)'nm arkasında, O'na destek veren ilahi bir gücün varlığını anla­yamadılar. Bilakis O'na savaş açtılar. Fakat su birleşip onları iyice kapladığında -Allah'ın gazabı onları kaplayınca- Firavun bağırmaya başladı:

"Gerçekten İsrailoğullarının inandığı tanrıdan başka tanrı olmadığına ben de iman ettim. Ben de müslümanlardanım." [212]

Burada -diğer bir yönden- müminlere de bir ders vardır: Zulüm güçleri ve orduları, azgınlık yapıp, görünürde herşeyi ele geçirseler de, sonuç­ta Allah, hakkı hakim kılar ve batılı hüsrana uğ­ratıp mağlub eder.

"Ama çokları iman etmiş değillerdir. Şüphesiz Rabbin, işte O, mutlak galip ve engin merhamet sahibidir." 67-68

Şuara süresindeki tablo, surenin başından be­ri belirtilen ve diğer kıssalarla bağlantısını sağla­yan ortak hedef çerçevesinde ele almıyor. Bu da, kafirlerin Allah (c.c.)'ın afetlerine ve mesajlarına karşı olan tutumlarıdır. Kur'an bu konuda bir ta­kım metodik prensipleri ortaya koymuştur:

1- "Biz dilesek, onların üzerine gökten bir mu­cize indiririz de, ona boyun eğmek zorunda kalır­lar." [213]

2- "Kendilerine, o çok esirgeyici Allah'tan yeni bir öğüt gelmeye dursun, ille ondan yüz çevirirler. Üstelik (ona) yalandır dediler, fakat alay edip durdukları şeylerin haberleri yakında onlara ge­lecektir." [214]

Daha sonra, Kur'an, diğer surelerdeki kıssa­lardan farklı bir üslupla Musa (a.s.) ve Firavun kıssasına geçiyor: "Hani Rabbin Musa'ya, "O za­limler güruhuna, Firavun'un kavmine git. Hâlâ (başlarına gelecekten) sakınmayacaklar mı on­lar?" diye seslenmişti. Musa şöyle dedi: Rabbim doğrusu beni yalancılıkla itham etmelerinden en­dişeleniyorum. Benim ise göğsüm daralır, dilim dönmez, onun için Harun'a da elçilik ver. Hem onların bana isnad ettikleri bir suç var. Bundan ötürü beni öldürmelerinden korkuyorum. Allah buyurdu: Hayır, hayır (seni öldüremezler)! ikiniz mucizelerimizle gidiniz; şüphesiz ki, biz sizinle beraberiz (olanları) işitiyoruz. Haydi Firavun'a gi­dip deyin ki: Gerçekten biz, Alemlerin Rabbinin elçisiyiz; İsrailoğullarını bizimle beraber gönder." [215]

Yani Allah (c.c.) buyuruyor ki; ey Muhammed, onlara Musa kıssasını anlat. Hani Rabbi O'na seslenip, zalimler topluluğuna gitmesini em­retmiştir. Kimdir onlar? Firavun kavmi. Bu en ağır zulüm ifadesidir. Çünkü Allah (c.c.) Firavun kavmine bunu isim vermiştir. Halbuki sadece, za­limler kavmine git diyebilirdi. Firavun kavmine git, diyor. Öyle ki, sanki onlardan başka zalim bir topluluk yok. Bu kavim hiç Rabblerinden korkup sakınmaz mı? Musa, bir peygamber olarak, "kor­kuyorum" diyor. Peygamberlerin korkusu, diğerlerinkinden farklıdır. Beşer tabiatı gereği psikolo­jik bir durum olarak, peygamberler de diğerleri gibi olmakla birlikte bu korkunun sebebi... Onlar neden korkuyorlar? Biz niçin korkuyoruz?

Musa (a.s.), Firavun kavminin "masajı" ya­lanlamalarından korkuyor; bu yüzden göğsü da­ralıyor ve dili dönmüyor. Ve çok eskilere dayalı bir cinayet suçundan dolayı kendisini öldürmele­rinden korkuyor. Ama O, katledilmekten, ölmek­ten korkmuyor. Mesajı iletmeden, emaneti yerine ulaştırmadan kendisini öldürmelerinden korku­yor. Bu yüzden, Allah (c.c.)'dan Harun'u kendisi­ne yardımcı istedi. İşte peygamberlerin korkusu bu... hepsi Allah için. Bize gelince., biz diğer in­sanlar., bizim korku sebeplerimiz başka...

Biz fakirlikten korkuyoruz. Onlarsa korkmu­yorlar... Allah yolunda bir gün işkence görmekten korkuyoruz. Onlar korkmuyorlar. Allah'ın yolun­da.. O'nun mesajı, dini için bile olsa katledilmek­ten, ölmekten korkuyoruz. Ama onlar hiçbir şeyden kormuyorlar. Bizler ilk etapta, her şeyden ön­ce firavunlardan korkuyoruz, ama onlar korkmu­yorlar, bilakis onlarla alay ediyorlar. İşte Musa (a.s.) bize örnekler sergiliyor. Önceden de Yusuf (a.s.), zindana atılarak ve ahlâksızlıkla suçlana­rak bize sabır örnekleri vermişti. Bütün müslümanların böyle olması gerekir. Lut (a.s.), Nuh (a.s.), Davud (a.s.), İbrahim (a.s.), Yahya (a.s.), ve diğerleri bizler için örnektirler. Fakat insanların çoğu bunu anlamazlar.

Kur'an kıssayı anlatmaya devam ediyor. Fa­kat gelecek bölümde, eski ve yeni firavunların şahsiyetlerindeki önemli bir yönü ele alıyor. Bu da savunma yöntemidir: Daha değişik bir ifadey­le, her ikisi de geçersiz olan iki silahı kullanarak daveti yıpratma metodudur.

Birinci silah: Davetçinin şahsına saldırıp, halk önünde onu değişik suçlamalarla yıpratma­ya çalışmaktır..

İkinci silah: Davet öğretilerine karşı çıkmak; delillerini ve kanıtlarını reddetmek ve alaya al­mak.

Zira onun şöyle demekte olduğunu görüyoruz:

1- Biz seni çocuk iken himayemize alıp büyüt­medik mi? Hayatının birçok yıllarını aramızda geçirmedin mi? Yani sana iyilik yapanlara karşı Öyle susma. Biz seni büyüttük, seninle ilgilendik, aramızda yaşadığın sürece sana baktık, bize min­net borcun var.

2- "Sonunda o  yaptığın (kötü) işi de yaptın."[216] Yani sen aramızda suçlulukla, katillikle bili­niyorsun. Bizden birini öldürmüştün.

3- "Sen nankörün birisin."[217] Sana yaptığı­mız bunca iyiliklere karşın sen nankörlük ediyor­sun.

Musa (a.s.) kendini savunarak, bu suçlamala­ra şöyle karşılık verdi:

1- "Ben o işi, o anda sonunun ne olacağını göremeyerek yaptım."[218] Ben bunu kasten yapma­mıştım. Ayrıca ben yasaları da bilmiyordum. "Siz­den korkunca da hemen aranızdan kaçtım. Sonra Rabbim bana hikmet bahşetti ve beni peygamber­lerden kıldı."[219] Yasaları ve her şeyi öğrendim. Ve nübüvvet ışığıyla aydınlandım. Rabbim beni seçti ve peygamberlerden kıldı.

2- Beni büyütmenize gelince: "O nimet diye başıma kaktığın ise (aslında) İsrailoğullarını ken­dine kul köle etmendir."[220] Eğer sen İsrailoğul­larını köleleştirmeseydin, annem de beni denize atmayacaktı. Ben de sizin evinize gelmeyecektim ve aranızda yetişmeyecektim. Aslında bu senin bana başa kakmanı meşrulaştıracak bir iyilik de­ğildir. İşin gerçeği ise, sen İsrailoğullarını köleler olarak kullanıyordun ve erkek çocuklarını kesi­yordun. Durum böyle olmasaydı, ben sizin evinize gelip aranızda büyümezdinı. Dolayısıyla, sen bu­nunla övünemezsin ve başa kakamazsın.

Firavun, Allah'ın davetçisini böyle suçladı... Allah'ın Rasulü de O'na böyle karşılık verdi, ve Firavun'un yıpratmak için ileri sürdüğü suçlama­lara karşı kendini sıradan bir davetçi gibi savun­du. Zira davetçilerin ahlâkî yapılarıyla davetleri arasında bir bağlantı vardır.

Firavun ithamlarda başarılı olamayınca ikin­ci aşamaya, ikinci silaha sarılıyor: Musa (a.s.)'nın davetini yalanlamak...

Aralarında geçen konuşma gerçekten zekice ve üstün bir davet üslubuyla geçmiştir. Zira bu üslubu ortaya koyan bir peygamberdir. Dolayısıy­la bu konuşmayı diyaloglar halinde sunuyoruz:

Firavun: "Alemlerin Rabbi dediğin nedir ki?"[221] Alemlerin Rabbi ne demektir? Sen bu te­rimi hangi anlamda kullanıyorsun?

Musa (a.s.): "Eğer işin gerçeğini düşünüp an­layan kişiler olsanız, (itiraf edersiniz ki) O, gökle­rin, yerin ve ikisi arasında bulunan herşeyin Rabbidir."[222] Yeryüzünün ve göklerin gerçeklerini anlarsanız, bilirsiniz ki O, onların ve ikisi arasındakilerin rabbi... evrenin, bitkilerin, denizlerin, dağların her şeyin rabbidir.

Firavun: (Etrafındakilere bakarak) "İşitmi­yor musunuz?"[223] bu iddiaları. (Firavun burda, dinleyicilerin de konuşmaya katılmalarını sağla­maya çalışıyor. Böylece Musa (a.s.), tek kişiyle tartışırken bir toplulukla tartışmak zorunda ka­lacaktı.)

Musa (a.s.): (Dinleyicilerle uğraşmayarak davetine devam ediyor) "O sizin de Rabbiniz, da­ha önceki atalarınızın da Rabbidir." [224] Sizi de, sizden öncekileri de O yaratmış, ve sonrakileri de O yaratacaktır.

Firavun: (Musa (a.s.) ile alay edip kavmine hitaben) "Size gönderilen bu elçiniz mutlaka deli­dir."[225] Bunda delilik var, kafası karışmış olma­lı. Nasıl olur da, Allah, bütün insanların rabbi, hâkimi, koruyanı, sultanı ve maliki olur?

Musa (a.s.): (Suçlamalara karşı savunma yapmıyor ve alaylara da aldırış etmeden davetini sunmaya devam ediyor.) “Şayet aklınızı kullansa­nız (anlarsınız ki) O, doğunun, batının ve ikisinin arasında bulunanların Rabbidir."[226] Yani O, Al­lah (c.c), doğunun ve oradaki devletlerin, batının ve oradaki bütün bölgelerin ve ikisi arasındakinin -Mısır'ın- de rabbidir. Çünkü her ülkenin doğusu batısı vardır, eğer düşünüyorsanız. Ey Firavun sen Mısır'ın rabbi olduğunu iddia ediyorsan, o takdirde doğu ve batıdaki ülkelerin rabbi kimdir?

Firavun: (Musa (a.s.)'ya öfkelenerek) "Ben­den başkasını tanrı edinirsen, andolsun ki seni zindana kapatılmışlardan ederim."[227] Yani ey Musa, seni zindana atarım, eğer Mısır'da benden başka bir tanrının otoritesini benimsersen. Ülke­nin yasal Firavun'u benim ve halk da benim yö­netimimden memnundur. Eğer karşı koyarsan kendini zindanda bil.

Musa (a.s.): (Artık bu durumda Firavun, tar­tışmanın doruk noktasına ve kasidenin en güzel beytine yavaş yavaş gelmiş bulunuyordu) "Sana apaçık bir şey getirmiş olsam da mı?" [228] Beni zindana atacak mısın ey Firavun, mesajıma apaçık bir delil getirsem de...

Firavun: (Gayri ihtiyari) "Doğru söylemek­te isen haydi getir onu."[229]       

Ve Musa (a.s.) mucizelerini sergilemeye başlı­yor, böylece çarpışma başka aşamaya girmiş bu­lunuyor.

Musa (a.s.) konuşmayı böyle yönetti. Başkala­rı önemli bir meseleymiş gibi bir takım ayrıntılar­la konuyu saptırmak istedilerse de, Musa (a.s.) doğru bildiği çizgiden dönmedi. Bu da bir zeka işi­dir. Bizlerin, Allahl'a davet ederken ihtiyaç duy­duğumuz şeydir yani.

Şimdi burda kısaca durup, konuyu daha iyi kavramak için zamanın dini inançlarına bir göz atalım. "Benden başkasını tanrı edinirsen, andol­sun ki, seni zindana kapatılmışlardan ederim." "Ben sizin en yüce Rabbinizim".

Firavunlar nezdinde, ilah-hakim, rab-kral arasında ortak bir anlayış vardı. İlahı takdis et­mek istediklerinde, bir kralı takdis ettikleri gibi yaparlardı. Krala saygıda bulunacakları zaman ona ilah muamelesi ederlerdi. Bütün firavunluk tarihi şahittir ki tanrı, onlarda, kendisine törenle saygı gösterilen bir insan durumundaydı. Ona tatlı yemekler, içecekler ve en güzel çiçekler su­narlardı. Ayrıca onun için ve onun etrafına güzel kokular yayılan yüksek binalar yaparlardı. Onla­rın edebi ve tarihi eserlerinden anlıyoruz ki, gü­neşi, evrenin hakimi sayıyorlardı. Uzun zaman "Aton salonu" adını verdikleri ona ait bir saraydan sözetmişlerdi. Firavun'un sarayında olduğu gibi, küçük tanrılar gerekli emirleri almak üzere oraya dökülürlerdi.

Tanrı ve kral kavramları arasındaki bu ortak anlayış, firavunlar tarihinde apaçık görülür. Bir tanrıda bulunan her vasıf, firavun-kralda da bu­lunur.

Kral dinin bir parçası olmuştu. Takdis edilir, saygı gösterilirdi. Din, kral dinine dönüşmüştü. Tanrılar, firavunun tanrıları olmuştu. Halk bun­lardan uzak, hiçbir şey anlamazdı. Öyle ki tapı­naklarını bile krallık sarayı biçiminde yapmışlar­dı.

Karnak'taki Ramses III'ün tapınağına bir göz atalım: Kent caddelerinin ortasında, tapınağa doğru giden geniş dümdüz bir yol... Kenarlarında da, Tanrı-kralın yoluna bakan, oraya konmuş koç heykelleri...

Yol, tapınağın duvarlarına kadar devam edi­yor. Burada dehşet veren koca bir bina vardır.

Büyük bir kapı, yan taraflarında da yüksek iki duvar, onun arkasında da üstü açık, sütunlara oturtulmuş revaklarla çevrili., bunun arkasında da çatısı direklere oturtulmuş büyük bir salon... Bunu da Firavun'un oturduğu taht takib ediyor. Yan taraflarda da kralın karısına ve çocuklarına ait birtakım sanat eserleri bulunuyor.

Büyük yapının önünde iki dikili taş bulunu­yor. Onun üzerinde de çeşitli renklerdeki bayrak­lar dalgalanıyor.

Takdis olayı sadece krallara mahsus değildi. Büyük şahsiyetlere de yapılırdı. Örneğin Amen-hotep III'ün zamanında da ileri gelenlerden Hobu'nun oğlu Amenhotep'u Mısırlılar, hayatında ve ölümünde hep kutsamışlardır. O'nun Thbes'in ba­tı sahilindeki mezarı, kutsal bir yer olmuştur.

Mısırlılar kralların karıları gibi, birçok kadını da yüceltmişlerdir. Örneğin, aşk tanrısı Hathor. Kadınlar O'na hizmet ederler, şarkılar söyleyerek dans ederek, O'nu kutlarlardı. O'na, "Tanrların efendisi" deniyordu. Yukarı Mısır'da, Etfu'da "ineklerin efendisi" denmişti. (Bazı ilahlar inek­lerle sembolize ediliyordu). Mısırlılar, tanıdıkları başka bir Hathor'a da tapıyorlardı. Ayrıca Tıba (Thbes) da tapılan "Mut" vardı. Buna bazen "Gö­ğün efendisi" veya "Güneşin anası" deniyordu. Tıba, ülkenin başkenti olunca, "Mut"a en değerli isimler verildi. Çünkü O, devletin resmi tanrısı, Amon'un karısıydı.

Mısırlılar, Hathor'a birçok lakap takmışlardı. Örneğin, "Büyük-yüce", "Dendara efendisi", "Gü­neşin gözü" "Tanrıların efendisi", "Göğün efendi­si", "Dans efendisi", "Müzik tanrısı", "Sevinç tan­rısı", "Şarkı tanrısı" v.s.

Ne gariptir ki, krallara tapma duygusu Mısır­lıların içlerine işlemişti. Ülkelerini işgal eden ya­bancı liderlere de tapınışlardır. Eski Mısır tarihi­ne göre, Makedonyalı İskender'e bile tapınışlar­dır. Böylece İskender devletin resmi tanrısı ol­muştur. Ayrıca Batlamyus ve karısına tapar ve doğum günlerini kutlarlardı.

Mısırlılar birbirinden ayırdedilmesi güç bir şekilde tanrı ile kralı birbirine karıştırmışlardır.

Kral her şeye karışırdı. İnsanların siyasal, ekonomik ve toplumsal durumlarını o belirlediği için, insanlar şöyle demeye başlamışlardı: Bizi o yaratmıştır. O bizim rabbimiz, koruyammızdır.

Burada, Adolf Erman'ın "Eski Mısır Dini" ki­tabından, okuyucuya bazı şeyler aktarmak yerin­de olacaktır. Fikirlerimiz bağdaşmasa da, Fira­vun çağındaki tanrılık inancını tasvir etmesi açı­sından kayda değer bilgiler söz konusudur.

Diyor ki: "(Parantez içindeki sözler bana ait) Onlar (üst tabaka) krallarını, insanları yaratan tanrı olarak isimlendirirlerdi. (Onların sosyal ya­pılarını belirler, istediği duruma getirirdi) İnsan­ları büyük ve küçük yapan o idi. Onu sürekli överlerdi. Çünkü o, onların en zenginiydi. O, onla­rın nezdinde insanları doyuran "Nil" durumundaydı. Kralın sevdiği bir kimsenin fakir kalması sözkonusu değildir. (Servetleriyle) hayretler sa­çan bu zenginler açıkça konuşurlardı. Onlardan biri (kitabelerinde) anlatıyor: Kral adamın birini müsteşarlar arasına sokmuştu. Adam böyle bir durumu asla beklemiyordu.Fakat o kralın sırları­nı bilen biri oldu. Fakirken, birden zengin oluver­di. Ve bir diğeri de anılarını daha açıkça anlatı­yor. (Diyor ki) Annesinin, babasının maddi duru­mu hiç iyi değildi. Kendisinin de hiçbir şeyi yoktu ve toplumun alt tabakasındandı. Sadece bir ek­mek peşindeydi. Kral bu adama imkanlar tanıdı. Öyle ki sanki onu yaratmıştı. Onu yedirdi, içirdi ve kendine müsteşar yaptı."

İnsanlar Firavun'un kendilerini yarattığına inanıyorlardı. Yani toplum içindeki düzeyleri O belirliyordu. Firavun da kendisini her şeyin rabbi sanıyordu. Toplumun her şeyini etkileyen O idi. "Kimini üst düzeylere getirir, kimini ise alt düzey­lere... Kiminin öldürülmesi, kiminin de öldürülmemesi için emirler verirdi. Kimini zindana atar, kimini de serbest bırakırdı.

Şimdi ilah-rab kavramlarını daha iyi anlaya­biliriz. Bunların anlamı, günümüzdeki yaygın manada değildir. O, herşeye karışabilen, yönetim sisteminin temeli ve karşı koyulmaz sultadır. Ya­saları, kanunları koyan, hakim, güç sahibi odur. Ülkedeki herkes ona boyun eğecektir. Bunda şaşı­lacak bir şey yok. Firavun diniyle, adamlarıyla, tapmaklanyla her şeyi kontrol altına almıştı.

Kur'an, seri bir şekilde, Firavun'un başka tanrılara taparken nasıl kendisinin tanrı olduğu­nu iddia etmesine de değiniyor. "Ben sizin en yü­ce Rabbinizim" sözünü ve diğerlerini tefsir ediyor.

"Ey kavmim Mısır'ın mülkü ve altından akıp gi­den şu ırmaklar benim değil mi?" [230] Ve bunun dışındaki bazı sözleri, ilerde açıklanacak.

Şimdi kaldığımız yere dönelim. Musa (a.s.) Fi­ravunla konuşmasında en önemli yere gelmişti. Firavun dedi:

"Doğru söylemekte isen haydi getir onu." [231]

"Bunun üzerine Musa, asasını atıverdi. Bir de ne görsünler, asa apaşikar koca bir yılan oluvermiş! Elini de (koynundan) çıkardı; o da temaşa edenlere bembeyaz (görünen, nur saçan bir şey) oluvermiş!" [232]

İki mucize burda kısaca zikredilmiş, diğer yerlerde ise detaylarıyla anlatılmıştır. Üstad, "Beyaz el" kelimesini, ışıldayan, parlayan, diye çevirmiştir. Bunu İbni Abbas söylemiş, İbni Cerir de tahric etmiştir.

Musa (a.s.) mucizeleri serdettikten sonra, Fi­ravun'un tutumu; "Bu doğrusu çok bilgili bir si­hirbaz! Sizi siniriyle yurdunuzdan çıkarmak isti­yor. Şimdi ne buyurursunuz?" şeklindeydi. Dedi­ler ki: O'nu ve kardeşini eğle ve şehirlere toplayı­cılar gönder. Ne kadar bilgisi derin sihirbaz varsa sana getirsinler. Böylece, sihirbazlar belli bir gü­nün tayin edilen vaktinde bir araya getirildi. Hal­ka, "Siz toplanıyor musunuz (haydi çabuk olun)" denildi. Üstün gelirlerse, herhalde sihirbazlara uyarız, dediler. Sihirbazlar geldiklerinde Firavun'a, Şayet biz üstün gelirsek, muhakkak bize bir ücret vardır değil mi? dediler. Firavun cevap verdi: Evet, o takdirde hiç şüphe etmeyin, gözde kimselerden olacaksınız."[233]

Firavun Musa (a.s.)'yı yalancılık ve büyücü­lükle suçladı; arkasından da mucizenin onları et­kileyip, O'na inanmalarından korkunca, çıkarları­nı korumaları için onları tahrik etmeye koyuldu. Şöyle diyordu Firavun: Musa sizi ülkenizden çı­karmak istiyor. Eğer ülkenizden çıkanlırsanız bir daha ne iktidar, ne de huzur bulursunuz. Aynı za­manda O, bu sözleriyle ırkçılık duygularını harekete geçirmeye çalışıyordu: Bu Musa İbranidir. Ey Mısırlılar, sizi topraklarımızdan sürmeyi dü­şünüyor. Görüşünüz nedir?

Dediler ki: Biraz oyala.. elemanlarını şehirle­re gönder, belli günün belli saatinde sihirbazları toplasınlar.

Diğer ayetlerde de, bu karşılaşmayı izlemek için insanları teşvik ettikleri geçiyor. Onlara den­di ki: Haydi,siz de toplanıyor musunuz? Sihirbaz­lar geldiklerinde kazandıkları takdirde belli bir ücret almak için Firavunla anlaştılar. Firavun da onlara daha büyük imkanlar verdi; onları kendi­sine yaklaştırmaya söz verdi.

Gerçek şu k'i, Kur'an-ı Kerim'in buradaki üs­lubu da mucizevî bir üsluptur; son derece üstün bir değere sahiptir. Zira bütün olayları kısaca, net olarak açıklıyor. Firavun'un çevresine danış­ması, onların görüşleri, memurlar göndermesi, si­hirbazların toplanması, halkı izlemeye teşvik, Fi­ravun ve sihirbazlar arasındaki anlaşma... bütün bunlar gayet seri bir şekilde, peşpeşe, edebi, üs­tün bir üslupla net olarak anlatılıyor.

Üstad "sihirbazlara uyarız" ifadesini "onların dini üzere kalırız" diye çevirmiştir. Alûsî de bu görüştedir.

Daha sonra Kur'an, karşılaşma sahnesini ve Firavun'un sonucu reddetmesini tasvir ediyor:

"Musa onlara, "Ne atacaksanız atın!" dedi. Bunun üzerine iplerini ve değneklerini attılar ve Firavun'un kudreti hakkı için elbette bizler galip geleceğiz, dediler. Ardından Musa asasını attı, bir de ne görsünler, onların uydurduklarını yutuyor! Sihirbazlar derhal secdeye kapandılar. Alemlerin Rabbine, Musa ve Harun'un Rabbine iman ettik dediler. Firavun (kızgınlık içinde) dedi ki: Ben si­ze izin vermeden O'na iman ettiniz ha! Doğrusu size sihiri öğreten büyüğünüzmüş O! Ama şimdi (size yapacağımı görecek ve) bileceksiniz. Andolsun, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestire­ceğim, hepinizi astıracağım! Zararı yok, dediler (nasıl olsa) biz Rabbimize döneceğiz. Biz (Firavun avanesi içinde) ilk iman edenler olduğumuz için, Rabbimizin hatalarımızı bağışlayacağını umarız." [234]

Karşlaşma böyle başladı ve böyle bitti. Fira­vun da sonucu böyle reddetti. Bunları değişik yer­lerde açıkladık, tekrar etmeye gerek duymuyoruz.

Üstad ayetteki, ilk inananları, "Musa'ya ilk inananlar" diye ifade etmiştir. Bu İbni Zeyd'den rivayet edilmiş, İbni Cerir de tahric etmiştir.

Kur'an, kıssanın başka bir tablosunu sergili­yor:

"Musa'ya, kullarımı geceleyin yola çıkar, çün­kü takip edileceksiniz" diye vahyettik. Firavun da şehirlere (asker) toplayıcılar gönderdi. Esasen bunlar, sayıları azar azar, bölük pörçük bir cema­attir. (Böyle iken) artık kesinkes bizi öfkelendir­mişlerdir. Biz ise,elbette uyanık (ve yekvücut) bir cemaatız (diyor ve dedirtiyordu). Ama (sonunda) biz onları (Firavun ve kavmini), bahçelerden, pı­narlardan, hazinelerden ve şerefli makamlardan çıkardık. Böylece bunlara, İsrailoğullarını mirasçı yaptık. Derken (Firavun ve adamları) gün doğu­munda onların ardına düştüler. İki topluluk bir­birini görünce, Musa'nın adamları, "Eyvah yaka­landık" dediler. Musa, "Asla!" dedi. "Rabbim şüp­hesiz benimledir, bana yol gösterecektir." Bunun üzerine Musa'ya "Asan ile denize vur!" diye vah­yettik. Vurunca (deniz) derhal yarıldı. (Oniki yol açıldı) her parça koca bir dağ gibi oldu. Ötekileri­ni de buraya yaklaştırdık. Musa ve beraberinde bulunanların hepsini kurtardık. Sonra ötekilerini suda boğduk. Bunda şüphesiz bir ibret vardır. Ama çokları iman etmiş değillerdir. Şüphesiz Rabbin, işte O, mutlak galip ve engin merhamet sahibidir." [235]

Bu tablo kıssanın son tablosudur.

Allah (c.c), Musa (a.s.)'ya Mısır'dan hicret et­mesini vahyetti. Bunun üzerine Firavun, gerekli önlemleri almaya başladı. Asker toplamak için şe­hirlere görevlileri gönderdi. Üstad, Beyzavî, İbni Kesir, Şevkanî ve Alûsi de böyle açıklarlar. Yani Firavun olağanüstü hal ilan etti: Sıkıyönetim!

Bunu Firavun'un kendisi açıklamış olabilece­ği gibi, içişleri bakanı da açıklamış olabilir: Bun­lar bir grup aşırı kesimdir. Durum, halk arasında iyidir, sakindir. Ülkenin yasal sistemine karşı ayaklanan bu gruptan başka, herkes yönetime bağlıdır. Onlar bizi öfkelendiriyorlar, yönetimi ra­hatsız ediyorlar. Ülkede genel güvenliği ihlal edi­yorlar. Sistemimiz, bize tehdit oluşturan bu grup­tan sakınma esasına dayalıdır.

"Şir zimetün" (Bölük pörçük, küçük cemaat) ifadesini, bugün çağdaş firavunlar da, kendilerine karşı ayaklanan cemaatlere karşı kullanıyorlar.

Allah (c.c.)'ın hükmü tamamlandı. Firavun ve ordusu lüks evlerinden, bahçelerinden, köşklerin­den, nimetlerinden uzaklaştırıldı ve bunlara İsrailoğulları varis oldu.

"Böylece bunlara İsrailoğullarını mirasçı yap­tık" cümlesi ara cümledir. Allah Teala'nın zayıf-güçsüz topluma yaptığı iktidar ve nimetler ihsa­nını belirtiyor.

Firavun orduda böyle olağanüstü hal ilan etti. Kuvvetlerini topladı. Sabahleyin de İsrailoğulları­nı takibe koyuldu. Çünkü onlar geceleyin yola çıkmışlardı. Ayetten de böyle anlaşılıyor. İki grup birbirlerini gördüklerinde, Musa'nın adamları, "Bize yetiştiler, yakalayacaklar" dediler. Gerçek­ten de durum çok kötüydü:

Bir tarafta dinleri için Allah'a hicret eden, güçsüz bir toplum; diğer tarafta ordusuyla, asker­leriyle güçlü, silahlı bir toplum... Önlerinde deniz, arkalarında da iblis ordusu; ya boğulup gitme, ya da soykırım...

Böyle bir durumda, genelde liderler kendileri­ni savunacak, destek verecek bir devlete sığınır­lar; doğudan veya batıdan... Genelde de bu devlet, peşlerindeki insanlara düşman bir devlettir. Fa­kat Musa fa.s.) herşeyi ayarlamıştı; Allah (c.c.)'ın, O'nu kurtaracağından, hiçbir şüphesi yoktu; mu­cize yoluyla bile olsa kurtulacaktı.

"Şimdi bu durumdan nasıl çıkılacak? Onlar bizi yok edecekler, ne yapacağız?" dediler. Musa (a.s.) da: "Asla, Rabbim şüphesiz benimledir. O, en büyük güç sahibidir. Biz O'nunla olduğumuz sürece O bize kur­tuluş yolunu gösterecektir." dedi.

Allah (c.c.) direkt olarak mucizesiyle olaya müdahale etti. Müminlerin liderine, asasıyla denize vur­masını vahyetti ve hemen ardından deniz ikiye ay­rıldı; her iki taraf ta kocaman bir dağ gibi oldu. Or­tada ise kupkuru bir yol açıldı. Musa (a.s.) ve adam­ları karşıya geçtiler. Firavun ve ordusu da denize girdi. Fakat deniz üzerlerine kapandı. Ve Allah zayıf toplum olan müminleri kurtardı. Bunda elbette bir ayet vardır. Anlayıp ibret alanlara ayet vardır. Ba­siret sahibi herkese ayet vardır. Ama çokları iman etmiş değillerdir. Gerçek şu ki, Firavun ve askerleri­ni mahveden; fakir, zayıf ta olsalar müminlere mer­hamet eden senin güçlü mutlak galip olan Rabbindir.

 

Sekizinci Tablo

 

Allah (c.c.) Neml suresinde şöyle buyuruyor:

"Ey Musa! İyi bil ki, ben, mutlak galip ve hik­met sahibi olan Allah'ım. "Asanı at!" Musa (asayı atıp) onu yılan gibi deprenir görünce..." [236]

Kur'an-ı Kerim, A'raf ve Şuara surelerinde, "Su'ban (Büyük yılan, ejderha) ifadesini kullan­mıştır. Burda ise, "küçük yılan" anlamındaki "caann" kelimesini kullanmıştır. Yılanın büyüklüğü açısından "su'ban"; küçük yılanlar gibi seri atik hareket etmesi açısından da bu ifadeler kullanıl­mıştır. Kur'an bunu Taha suresinde "hızla sürü­nen bir yılan" diye açıklamıştır.

"... dönüp arkasına bakmadan kaçtı. (Dedik ki:) "Ey Musa korkma, çünkü benim huzurumda peygamberler korkmaz." [237]

Yani benim huzurumda peygambere bir ezi­yet gelmesi söz konusu değildir. Peygamberlik makamındaki birini yardımcı olmak için huzuru­ma çağırdığımda, onu korumakla ben sorumlu olurum. Bu nedenle, böyle garip durumlarda, pey­gamberin, kendisine bir eziyet gelmesinden kork­maması gerekir.

"Ancak kim haksızlık yapar". Bu iki anlama gelir: Eğer orada korkmak için makul bir sebeb varsa, o, peygamberin bir kusurudur. Veya, kim­se hata etmedikçe, benim huzurumda korkmaz.

"Sonra yaptığı kötülüğü iyiliğe çevirirse, bil­sin ki, beji (O'na karşı da) çok bağışlayıcıyım, çok merhamet sahibiyim." [238]

Yani hata edenler, kusur edenler, tevbe edip, durumlarını düzeltirler ve kötülüklere karşılık iyi şeyler yaparlarsa, bilmiş olsunlar ki, benim bağış­lama kapım açıktır. Allah (c.c.)'ın bu sözünde bir müjde olduğu gibi, uyarı da vardır. Musa (a.s.)'nın kasıtsız, yanlışlıkla bir Kıbtiyi öldürme­si olayına ufak bir işarettir. Musa (a.s.) Allah'a yalvardı:

"Yarabbi ben nefsime zulmettim, beni bağışla" dedi ve Allah (c.c.) da O'nu affetti." [239]

İşte burda Musa (a.s.) affedilmekle müjdelen­di. Ayet sanki şu manayı ifade etmektedir: Senin benim huzurumda korkman için bir sebeb var. Çünkü sen bir yanlışlık yapmıştın. Fakat onu iyi­liğe çeviririm, iyi şeyler yaptığından seni affede­rim. Ben şimdi seni buraya, cezalandırmak için değil, sana büyük mucizeler ve önemli bir görev vermek için çağırdım.

"Elini koynuna sok; kusursuz bembeyaz çıka­caktır. Dokuz mucize ile Firavun ve kavmine (git)." [240]

İsra suresinde şöyle buyuruluyor:

"Andolsun biz Musa'ya açık açık dokuz ayet verdik."[241] A'raf suresinde bunlar belirtiliyor.

"Çünkü onlar yoldan çıkmış bir kavim olmuş­lardır. Ayetlerimiz onların gözleri önüne serilince "Bu apaçık bir sihirdir" dediler. Vicdanları da bunlar(ın doğruluğun)a tam bir kanaat getirdiği halde, zulüm ve kibirlerinden ötürü onları bile bi­le inkar ettiler." [242]

Ülkeye, tam Musa (a.s.)'nın dediği gibi belalar basınca, Firavun O'na şöyle dedi: "Ey Musa! Sana verdiği söz hürmetine, bizim için Rabbine dua et, eğer bizden azabı kaldırırsan mutlaka sana ina­nacağız". Azap onlardan kalkınca yine inat ve in­karlarına devam ettiler: A'raf: 134, Zuhruf: 49-50. Bu olay Tevrat'ta da anlatılmaktadır:[243] Zira bunca olayın bir sihirbazın mu­cizesi olması, zaten düşünülemez. Bu mucizeler herkesin anlayabileceği gibi apaçıktı. Bunca mu­sibetlerin, Peygamberin uyarısının akabinde gelip ve yine O'nuri söylemesi sonucu ortadan kalkma­sının Alemlerin Rabbinin bir hikmeti olduğunu anlamamak, sadece budalalık olabilir.. Bu nedenle Musa (a.s.) Firavun'a açıkça şöyle demişti:

"Peka­la biliyorsun ki, bunları birer ibret olmak üzere, ancak göklerin ve yerin Rabbi indirdi." [244] Fakat Firavun ve çevresinin bu mucizeleri inkar etmelerinin asıl sebebi şuydu:

"Kavimleri bize kö­lelik ederken, bizim benzerimiz olan bu iki adama inanacak mıyız?" [245]

"Bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bak." [246]

Bu tablo suredeki, peygamber kıssaları zinci­rinin ilk halkasını oluşturuyor: Musa, Süleyman, Salih, Lut (a.s.). Bu kıssalar bize, surenin başın­daki ayetlerin değindiği ve Kur'an'ın vasıflarını belirttiği gerçeği ima ediyor:

1- "Namazı kılan, zekat veren ve ahirete de ke­sin olarak iman eden müminler için hidayet reh­beri ve müjdedir."[247]

2- "Şüphesiz biz ahirete inanmayanların işleri­ni kendilerine süslü gösterdik de, o yüzden boca­lar dururlar. İşte bunlar kendileri için oldukça ağır bir azap bulunan kimselerdir, ahirette en çok ziyana uğrayacaklar onlardır."[248]

Daha sonra kıssa anlatılıyor, müminler Allah (c.c.)'ın hidayet ve müjdesine, kafirler de dünyada ve ahirette belalara nail oluyorlar.

Burda ilk kıssa, Muşa (a.s.)'nın Firavun ile olan kıssasıdır. Kur'an kıssaya, ailesine ateş koru götürmek için gidip ateşi gördüğünde kendisine ilk vahyin gelmesi ile başlıyor:

"Ey Musa iyi bil ki, ben mutlak galip ve hik­met sahibi olan Allah'ım! "Asanı at" Musa (asayı atıp) onu yılan gibi deprenir görünce dönüp arka­sına bakmadan kaçtı. (Dedik ki:) Ey Musa, korkma! Çünkü benim huzurumda peygamberler korkmaz. Ancak kim haksızlık yapar, sonra yaptı­ğı kötülüğü iyiliğe çevirirse, bilsin ki ben (ona karşı da) çok bağışlayıcıyım, çok merhamet sahi­biyim." [249]

Allah (c.c), Musa (a.s.)'ya asasını atmasını emretti. O da attı. Fakat onu hızlı ve çevikçe sağa sola hareket eder görünce korktu ve arkasını dön­dü, bir daha arkasına bakmadı. Allah (c.c.) Musa (a.s.)'ya seslendi. Ey Musa, korkma! Benim huzu­rumda peygamberler korkmaz, sadece yanlış ya­panlar korkar.

Fakat hatasını iyiliğe dönüştürürse, o zaman O'nu affederim. Zira ben çok bağışlayıcı ve çok merhametliyim.

Müfessirlerin çoğu "velem yuakkib" ifadesini, arkasına bakmadı diye tefsir etmişlerdir. Rağıb el-İsfahanî de bunu benimser. Üstad da böyle çe­virmiştir.

"La yehafû ledeyye" ifadesini Şevkanî, "Be­nim yanımda korkmaz" diye, Alusi ise, '"Bana ya­kın durumda" şeklinde yorumlamışlardır. Üstad, "Benim huzurumda" olarak çevirmiştir.

Gerçek şu ki, bu iki ayet birçok konuya deği­niyor. Peygamberlerin beşer olmaları gereği korkabilmeleri, peygamberlerin masum oluşları, ve daha nice konular.. Onları buraya almamız müm­kün değil. Zira bizim konumuz, firavunluk ve hak-batıl çarpışmasıdır.

Üstad'ın, ayetten, Musa (a.s.)'nın Kıptiyi öldürme olayını çıkarması, Şevkani'nin görüşüdür. Sonra Allah (c.c.)'ın ikinci emri geliyor:

"Elini koynuna sok, kusursuz bembeyaz çıka­caktır. Dokuz mucize ile Firavun ve kavmine (git). Çünkü onlar yoldan çıkmış bir kavim olmuş­lardır." [250]

El-Ceyb, gömleğin boş kısmıdır. Yoksa günü­müzde kullanılan cep anlamında değildir. "Min gayri sûûîn", yani abraş hastalığı gibi bir hastalık olmaksızın. Beyzavi ve Şevkani bu görüştedirler. Üstad da buna ağırlık vermiştir. Dokuz mucize, yani dokuz mucizeden bu iki mucize... İbni Kesir ve Şevkani bu görüştedirler. Üstad da çevirisinde böyle demiştir.

Yani anlamı şu: Asa ve beyaz el, dokuz muci­zeden ikisidir. Ey Musa, bu iki mucize ile Firavun'un kavmine git. Zira onlar yoldan çıkmış bir kavimdirler.

"Ayetlerimiz onların gözleri önüne serilince, "Bu apaçık bir sihirdir" dediler. Vicdanları da bunların doğruluğuna tam bir kanaat getirdiği halde, zulüm ve kibirlerinden ötürü onları bile bi­le inkar ettiler. Bozguncuların sonunun nice oldu­ğuna bir bak!" [251]

Firavun kavmi Allah'ın apaçık mucizelerine karşı böyle bir tutum sergiliyor: Bu apaçık bir si­hirdir. Aslında kalpleri, bu mucizelerin doğru ol­duğunu, Musa (a.s.)'nın getirdiklerinin batıl ol­madığını kesin olarak biliyordu. Fakat onlar zu­lüm, gurur ve kibirlerinden ötürü, inanmayıp inkar ettiler. Sonları ise, dünyada boğulmak, ahirette de yanmak oldu. Çünkü onlar bozgunculuk yapıyorlardı. Ey Muhammed bak! Ey Mekke ka­firleri -ima yoluyla- bakınız! Ey Ümmet-i Muham­med, bakınız! Bozguncuların akibetleri nasıl olu­yormuş!..

 

Dokuzuncu Tablo

 

Allah (c.c.) Kasas suresinde şöyle buyuruyor:

"Tâ. Sîn. Mîm. Bunlar apaçık kitabın ayetleri­dir. İman eden bir kavim için (faydalı olmak üze­re) Musa ile Firavunun haberlerinden bir kısmını sana dosdoğru nakledeceğiz." [252] [253]

Yani bu kıssaları, söz dinlemeyenlere anlat­mak anlamsızdır. Dolayısıyla burda muhatap, inat kilidiyle kalplerini kilitlemeyenler ile kibir sürgülerini kalplerine çekip kapatmayanlardır.

"Firavun (Mısır) toprağında gerçekten azmış." [254]

Yeryüzünde böbürlendi, taşkınlık yaptı ve gerçek, asıl durumunu aştı, kulluktan öte gitti. Ve ilahlık elbisesi giyip mutlak bir diktatör, ulu­luk taslayan, her şeye tahakküm eden biri olmuş, boyun eğmeyi bırakmıştı.

"Halkını parça parça etmişti."

O'nun yönetiminde, hukuk önünde insanlar eşit haklara sahip değildi. Ülkeyi çeşitli gruplara bölmüştü. Kimine büyük toleranslar ve imkanlar tanırken, kimini de fakir, güçsüz bırakıyordu.

Konuyu yanlış anlayıp şu düşünceye kapılınmamalıdır: İslam devleti de müslümanlar ile zimmiler arasında ayrılık yapıyordu. Onlar da eşit haklara sahip değillerdi. Hakları ve imkanları ay­nı değildi. Bu düşünce sakattır. Zira İslam hükü­metinde ayırım, Firavun sisteminde olduğu gibi, ırk, renk, dil ve sınıf ayrımına dayanmıyor. Bila­kis genel prensiplerden (metod ve yaşam tarzın­dan) kaynaklanıyor. İslam hükümetinde müslüman ile zimmi arasında kanuni haklar açısından hiçbir fark yoktur. Ayırım ise siyasal haklarda sözkonusudur. Bu ise gayet doğaldır ve sebebi de açıktir. Zira belli bir ideoloji ve düşünce yapısı te­meline dayalı bir devletin yöneticilerinin elbetteki bu ideolojiyi ve düşünceyi benimsemesi gere­kir. Bu ideolojiyi kabullenen herkesin yönetici ol­ma hakkı vardır. Kabul etmezse bu hakkı kaybe­der. Şimdi bu sistemle Firavunî ayırım arasında­ki benzerlik nerde? Firavunî ayırımda, yöneten kesimin hiçbir bireyi yönetici sınıfına dahil ola­maz. Halk, değil siyasal ve kanuni haklara, temel insan haklarına bile sahip değildir. Zaman zaman yaşama hakları da elinden alınabilir. Yönetilen halkın, haklarını garantileyen hiçbir şey de yok­tur. Bütün gelirler, imkanlar, çıkarlar, yetkiler, makamlar sadece yönetici sınıfa aittir. Bu sınıf içinde doğmayan hiç kimse bu hakları elde ede­mez.

"Onlardan bir zümreyi güçsüz buluyor, bunla­rın oğullarını boğazlıyor, kızlarını ise sağ bırakı­yordu." [255]

Tevrat bu konuda şöyle diyor:

"Ve Mısır üzerine Yusuf u bilmeyen yeni bir kral çıktı. Ve kavmine dedi: İşte İsrailoğullarının kavmi bizden çok ve kuvvetlidir. Gelin onlara karşı akıllıca davranalım. Yoksa çoğalacaklar ve savaş olursa, onlar da düşmanlarımızla birleşirler ve bize karşı savaşıp memleketten çıkarlar. Ve onlara yükleriyle eziyet etsinler diye üzerlerine angarya memurları koydular. Ve Firavun için Pitom ve Ramses ambar şehirlerini yaptılar... Ve Mısırlılar İsrailoğullarını zorla köleleştirdiler; bü­tün işlerinde, tarlada, her çeşit işte, harçta ve kerpiçte, ağır işle hayatlarını acı ettiler. Ve Mısır kralı, birinin adı Şifra ve diğerinin adı da Pua olan İbrani ebelerle konuşarak şöyle dedi: İbrani kadınları için ebelik hizmetini yaptığınız ve onla­rı doğurma iskemlesi üzerinde gördüğünüz zaman eğer doğan erkek çocuksa onu öldüreceksi­niz, fakat eğer kız ise o yaşayacaktır." [256]

Burdan anlaşılıyor ki, Yusuf (a.s.)'dan sonra, Mısır'da kavmiyetçi bir devrim olmuştu. Kiptiler tekrar yönetimi ele alınca, yeni kavmiyetçi hükü­met İsrailoğullarının gücünü kırmak için bir ta­kım değişikler yaptı. İsrailoğuîlarını köleleştirip en kötü işlerde çalıştırmakla da kalmayıp daha da ileri gitmişler; sayılarını azaltmak için erkek­lerini öldürüp kadınlarını sağ bırakmışlardır. Böylece kadınlar, Kıptilerin eline düşecekler ve yahudi nesil yerine artık Kıpti nesil oluşturacak­lardı.

Talmud konuyu genişçe ele alıyor ve şöyle di­yor:

Bu devrim Yusuf (a.s.)un vefatından yaklaşık bir asır sonra vuku buldu. Kavmiyetçi yeni hükü­met önce İsrailoğullarının elinden verimli toprak­larını, evlerini, servetlerini aldı. Ve onları idare­cilik görevlerinden uzaklaştırdı. Daha sonra Kip­tiler, İsrailoğullarının ve onların dinini benimse­yen bazı Mısırlıların güçlü olduklarını görünce, onları ücretli veya ücretsiz zor işlerde çalıştırdı­lar. "Onlardan bir zümreyi güçsüz buluyor" ile Bakara süresindeki, "Onlar size azabın kötüsünü reva görüyorlar." [257]ayetlerinin açıklaması bu­dur.

Ne Kur'an-ı Kerimde, ne de Tevrat'ta; bir müneccimin Firavun'a, İsrailoğullarından doğa­cak bir çocuğun, O'nun iktidarını altüst edeceğini söylediği, bunun üzerine de Firavun -korkup- İs­railoğullarının bütün erkek çocuklarının öldürül­mesini emrettiği, şeklinde bir olay geçmiyor. Ayrica yine Kur'an-ı Kerim'de ve Tevrat'ta, Firavun'un korkunç bir rüya gördüğü, bu rüyanın da İsrailoğullarından doğacak bir çocuğun, O'nu ikti­dardan edeceği şeklindeki yorum yer almaz. Bi­zim müfessirlerimiz bu hikayeleri Talmut'tan ve diğer israili rivayetlerden aktarmışlardır.[258]

"Belli ki O bozgunculardandı. Biz ise istiyor­duk ki, o yerde güçsüz düşürülenlere lütufta bu­lunalım, onları önderler yapalım." [259]

Yani onlara dünyada önderlik verelim. "Onlara (ötekilerin) yerlerini aldıralım." [260]

Onları yeryüzüne varis kılalım. Onlar orda hakim olsunlar.

"Ve o yerde onları hakim kıldım. Firavun ile Haman'a ve ordularına, onlardan (geleceğinden) çekinmekte oldukları şeyi gösterelim." [261]

Batılı oryantalistlere göre Haman, Musa (a.s.)'dan birkaç asır sonra, M.Ö. 486-465 yılları arası hüküm süren İran Kralı Xerxes'in emirle­rinden biriydi. Kur’an ise, O'nun Mısır'da Firavun'un veziri olduğunu söylüyor. Onlar önyargı­dan kurtulup bir düşünseler; Xerxesin emiri olan bu Hâmân'dan önce, aynı isimde dünyada hiçbir şahıs olmadığını kanıtlayacak tarihi bir belge var mı ellerinde? Eğer bu saygıdeğer oryantalistler güvenilir bir kaynaktan, Hâmân'dan başka Firavun'un bütün bakanlarının, emirlerinin isimleri­nin yer aldığı bir liste bulmuşlarsa, niye onu bizden gizliyorlar, yayımlamıyorlar? Hemen onun bir kopyasını yayımlamaları gerekir. Zira Kur'an'ı yalanlamak için bundan etkili bir silah asla bulamazlar.

(Bundan sonra Kur'an konumuz dışındaki kıssanın diğer yönlerini ele alıyor.) Kur'an bu arada şu olayları anlatıyor: Allah (c.c), Musa (a.s.)'nın annesine, O'nu sandığa koyup denize at­masını nasıl bildirdiği, Firavun’un evine düşmesi, Firavunun karısının tutumu, Musa (a.s.)'nın tek­rar anasına dönüşü, Musa (a.s.)'nın bir Kıptiyi öldürmesi, Allah (c.c.)'ın O'nu affetmesi, Medyen'e kaçışı ve orda ihtiyar adamın kızlarına yardımcı olması, onlardan biriyle evlenmesi, orda on sene kalması, sonra ailesiyle birlikte yola çıkması, bir ateş görmesi ve ailesine ısınmaları için ateş par­çası getirmek için oraya gitmesi ve o mübarek yerdeki vadinin sağ kıyısındaki (oradaki) ağaç ta­rafından kendisine şöyle seslenilmesi:

"Ey Musa! Bil ki ben, bütün Alemlerin rabbi olan Allah'ım. Ve "asanı at" (denildi). Musa (attı­ğı) asayı yılan gibi deprenir görünce, dönüp arka­sına bakmadan kaçtı. "Ey Musa! Beri gel, kork­ma; çünkü sen emniyette olanlardansın" (buyur­du.). Elini koynuna sok; kusursuz, bembeyaz çı­kacaktır." [262]

Bu iki mucizenin Musa (a.s.)'ya gösterilmesi­nin iki nedeni vardır:

1- Musa (a.s.) kesin olarak bilecek ve inana­cak ki, muhatabı olduğu bu varlık, evrenin yara­tıcısı, hakimi ve sahibidir.

2- Bu mucizeleri görünce, Firavun'a silahsız olarak değil, bu iki mucize ile gideceğine kani olacaktır.

"Korkudan (açılan) kollarını kendine çek." [263]

Yani tehlikeli bir durumla karşılaşıp içine bir korku düştüğünde kollarını kendine çek ki, sana cesaret gelsin ve sende korkudan bir eser kalma­sın.

Koldan kasıt, sağ koldur. Kolu çekmek iki şe­kilde olabilir: 1- Kolunu yanına yapıştırmak. 2-Elini diğer koltuğunun altına sokmak. Birinci şık burda kastedilmektedir. Çünkü bu durumda kar­şısındaki adam korkudan ötürü, korkusunu yen­mek için böyle yaptığı imajına varmaz.

Musa (a.s.)'ya böyle talimat verildi. Çünkü O, hazırlıksız ve ordusuz, zalim bir hükümete gönde­riliyordu. Peygamberler de tehlikeli durumlarla karşılaştıklarında korkabilirlerdi. Ve Allah O'na şöyle dedi: Tehlikeli bir durumla karşılaşırsan böyle yap. Firavun bütün devlet gücünü kullansa da seni sarsamayacak, korkutamayacaktır.

"İşte bu ikisi Firavun ve O'nun adamlarına karşı Rabbin tarafından iki kati delildir. Çünkü onlar, yoldan çıkan bir kavim olmuşlardır, (diye seslenildi)" [264]

Bütün bu sözler şu emirleri kapsıyor: Bu mu­cizeleri al, Firavun'a git. Ve kendini, Allah (c.c.)'ın elçisi olarak takdim et. O'nu ve devletinin ileri gelenlerini Alemlerin Rabbine kulluğa çağır.

Bu nedenle bunlar, burada açıkça zikredilmedi. Başka yerlerde ise ele alınmıştı.

"Firavun'a git. Çünkü O iyice azdı."[265]

"Hani Rabbin Musa'ya, O zalimler güruhuna, Firavun kavmine git, diye seslenmişti." [266]

Taha suresinin 9-48. ayetleri Musa (a.s.)'nın Rabbiyle buluşmasını ve O'nunla konuşmasını detaylı olarak ele alıyor. Kur'an'ın bu açıklamala­rıyla, Tevrat'ta bu kıssanın anlatıldığı bölümü[267] karşılaştıran herkes, hangisinin ger­çekten Allah (c.c.)'ın kelamı olduğunu ve hangisi­nin de insanların uydurma hikayeleri olduğunu idrak edebilir.

"Musa onlara apaçık ayetlerimizi getirince; Bu, olsa olsa uydurulmuş bir sihirdir, dediler." [268]

Ayette geçen "müfteran" yalan anlamında kullanılmışsa, anlamı o zaman şöyledir: Asanın yılana dönüşmesi ve elin parlaması gerçek bir de­ğişim olmayıp sadece bir büyü ve göz boyamadır. Onun mucize olduğunu söyleyen bizi kandırmaya çalışıyor.

Eğer hile, düzmece anlamında olursa şu ma­na çıkar:

Bu adam -uydurarak- bir şey getirmiş. Nor­malde bir sopa, ama atınca insanlara yılan gibi geliyor. Elinde de bir şey var ki, elini koynundan çıkarınca parlıyor. Bu sadece, kendisinin hazırla­dığı, yapmacık, zor anlaşılan bir düzmecedir. Fa­kat O bize, onu kendisine Allah (c.c.)'ın verdiğini söylüyor.

"Biz önceki atalarımızdan böylesini işitmemiştik" (dediler)" [269]

Burada Musa (a.s.)'nın mesajını iletirken söy­lediği sözlere işaret ediliyor. Bu sözler Kur'an'ın çeşitli yerlerinde anlatılmıştır. Musa (a.s.) şöyle demişti,

"Arınmağa gönlün var mı? Sana Rabbinin yolunu göstereyim de O'ndan kork" [270]

"Biz senin Rabbinden bir ayet getirdik. Kurtuluş hidayete uyanlarındır. Hakikaten bize vahyolundu ki: Azap (peygamberleri) yalanlayan ve yüz çevirenlerin üstünedir ve biz senin Rabbinin elçileriyiz. İsrailoğullarını hemen bizimle bir­likte bırak." [271]

Bunlara karşılık Firavun şöyle diyordu: Bi­zim atalarımız bize, Mısır Firavunundan üstün, herşeyi emredip yasaklayabilen, gerekirse ceza­landıran, Firavuna talimatlarını gönderip kork­masını ve sakınmasını söyleyen ve her şeye gücü yeten bir varlıktan söz etmemişlerdi. Bunlar se­nin gibi birinden ilk defa işittiğimiz tuhaf sözler.

"Musa şöyle dedi: Rabbim kendi katından ki­min hidayet rehberi getirdiğini ve hayırlı akibetin kime nasib olacağını en iyi bilendir. Muhak­kak ki zalimler iflah olmazlar." [272]

Yani sen benim yalancı bir sihirbaz olduğumu söylüyorsun. Fakat Allah (c.c.) beni tanıyor. Ve tarafından elçi atayacağı kimsenin halini de ga­yet iyi biliyor. Sonucu belirleyen O'dur. Eğer ben yalancıysam, o zaman benim sonum kötüdür. Yok eğer sen yalancıysan, bilmiş ol ki, sonun hüsran­dır. Her ne olursa olsun, sürekli geçerli olan bir gerçek var ki, o da, zulmün asla iflah olmayacağı­dır. Kim Allah (c.c.)'ın bir elçisi olmadığı halde peygamberlik iddiasında bulunmuş ve bununla çıkar sağlamaya çalışmış ise, o zalimdir ve başa­rıya ulaşamayacaktır. Ve yine her kim de gerçek bir peygambere her türlü suçu yapıştırmış, doğru­luğunu yalancılıkla, hakkı batılla yok etmeye ça­lışmışsa, o da zalimdir ve asla başarıya ulaşama­yacaktır.

"Firavun: Ey ileri gelenler! Sizin için benden başka bir ilah tanımıyorum, dedi." [273]

Bununla, Firavun; "Sizi, gökleri ve yeri yara­tan sadece benim" demek istemiyordu. Zira bu tür sözü de sadece bir deli söyleyebilir. Bu, "Ben­den başka tapacağınız kimse de olamaz" anlamı­na da gelmez. Çünkü Mısırlılar çok tanrılı din an­layışına sahiptiler ve Firavun da güneş tanrısının kendisine hulul ettiği bir şahıstı. Kur'an, bizzat Firavun'un birçok tanrıya taptığını ifade ediyor.

"Firavun kavminden ileri gelenler dediler ki, "Musa'yı ve kavmini, seni ve tanrılarını bırakıp yeryüzünde bozgunculuk çıkarsınlar (halkı senin aleyhine) kışkırtsınlar diye bırakacak mısın?"[274]

Dolayısıyla bundan anlaşılıyor ki, Fi­ravun, "İlah" kelimesini, "yaratıcı, mabud" anla­mında değil, "mutlak hakim" ve "itaat edilen" an­lamında kullanmıştır. O şunu demek istiyordu: Mısır'ın sahibi benim, orda benim yönetimim ge­çerlidir. Bu Musa da kim oluyor ki, Alemlerin Rabbinin elçisi olarak benimle muhatab olmaya çalışıyor ve bana emirler veriyor. Sanki asıl kral O, ben de O'na tabiyim. Bu yüzden saray erkanı­na şöyle demişti:

"Ey kavmim! Mısır'ın mülkü ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi?"[275] Musa (a.s.)'ya söylediği şu sözler de hep bu temele dayanıyordu:

"Babalarımızı üzerin­de bulduğumuz (dinden) bizi döndüresin ve yeryüzünde ululuk sizin ikinizin olsun diye mi bize geldin?"[276]

"Yaptığın büyü ile bizi yur­dumuzdan çıkarasm diye mi geldin bize, ey Mu­sa?"[277]

"Çünkü ben O'nun dininizi değiş­tireceğinden, yahut yeryüzünde fesat çıkaracağın­dan korkuyorum." [278]

Konuyu iyice incelediğimizde göreceğiz ki, Fi­ravun'un durumu, Allah (c.c.)'ın şeriatını bir tara­fa bırakıp kendilerine (İslamın dışında) hukukî ve siyasi hakimiyet sağlayan devletlerden hiç te farklı değildir. Bu devletler ister kanun koyucu, emir ve yasakları belirleyen bir kral-hakim be­nimsesinler, isterse halkı yasaların kaynağı kabul etsinler; orda Allah (c.c.)'ın kanunları, yasala­rı değil de, başkasının kanunları uygulandıkça bunların durumuyla, Firavun'un durumu arasın­da hiç fark yoktur. Tabii bu arada cahil olan hal­kın bir taraftan Firavun'u lanetleyip öbür taraf­tan da bu devletleri desteklemeleri başka bir du­rum! Gerçekçi olan kişi, lafızlara ve terimlere de­ğil, asıl manaya, öze, ruha bakar. O takdirde, Fi­ravun'un kullandığı "ilah" kelimesi ile bu devlet­lerin kullandığı "hakimiyet" kelimesi arasında hiçbir fark yoktur.[279]

"Ey Hâmân, haydi benim için, çamur üzerine ateş yak (ve tuğla imal et), bana bir kule yap ki, Musa'nın tanrısına çıkayım. Ama sanıyorum O, mutlaka yalan söyleyenlerdendir (dedi)". [280]

Kur'an, burada, Firavun'un bir kule yaptıra­rak Allah'ı aramaya koyulduğunu söylemiyor. Çünkü Firavun, 20. yüzyılda; bir feza pilotunun; "Ay'da Allah'a rastlamadım" ifadesiyle yaptığı ap­tallığı yapmıyor, sadece Musa (a.s.) ile alay etme­ye çalışıyordu.

Firavun gerçekten Allah'ın varlığını inkar mı ediyordu; yoksa kibirinden, inadından mı böyle söylüyordu? tam olarak bilinmiyor. O'nun bu du­rumu, günümüz inkarcılarında da sıkça rastla­nan, zihinsel çarpıklığı gösteriyor.

Bir bakmışsınız, göğe yükselerek şunu söyle­meyi amaçlıyordu: "Ben oradan geliyorum. Mu­sa'nın ilahını orada hiçbir yerde bulamadım". Bir de bakmışsınız diyor ki:

"O'na altın bilezikler ve­rilmeli, yahut kendisi ile beraber yardımcı melek­ler gelmeli değil miydi?" [281]

Bu sözler, Rusya eski başbakanı Kruşçev'in sözlerinden hiç te farklı değildir. O da bir yandan Allah'ın varlığını inkar ediyor; öte yandan da O'nun ismini anıp,O'nun adına yemin ediyordu.

Biz şöyle değerlendiriyoruz: Mısır'da, Yusuf (a.s.) ve haleflerinin iktidar dönemi sona erip, Kıptî kavimiyetçilik hareketi de gelişince, ırkçılı­ğa dayalı siyasal bir devrim yaşandı. Kavimiyetçi­lik duyguları kabaran bu yeni liderler de, Musa (a.s.) ile İsrailoğulları ve Mısırlılardan, O'na uy­makta olanların inanmaya davet ettikleri ilaha, Allah (c.c.)'a isyan etmeye başlamışlardı. Zira on­lar, Allah'a iman ettikleri takdirde, Yusuf (a.s.)'un maddi ve manevi etkisinden kurtulamıyacaklarını anlamışlardı. Bu medeniyet devam ettiği sürece de iktidarlarını oturtamayacaklar ve siyasal istikrar sağlayamayacaklardı. Allah'ın varlığını benimseme ile islami otoritenin birbirin­den ayrılmaz iki unsur olduğunu da kavrıyorlar­dı. Bu nedenle de diğerinden kurtulmak için, ille de birinin inkar edilmesini zorunlu görüyorlardı. Halbuki bu inanç, söküp atmaya ne kadar uğraş­salar da, kalplerinin derinliklerinden çıkmazdı.

"O ve askerleri, yeryüzünde haksız yere bü­yüklük tasladılar.." [282]

Yani, bu evrende, ululuk ve yücelik hakkı sa­dece Alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)'a mahsus­tur. Fakat Firavun ve askerleri yeryüzünün kü­çük bir parçasına sahip olunca kendilerini büyük ve ulu sandılar.

"Ve gerçekten bize döndürülmeye çeklerini sandılar."[283]

Yani onlar, kendilerinden hiç hesap sorulma­yacağını sandılar. Daha sonra da hesap vermek için kimsenin önüne çıkmayacaklarını düşünerek tamamen serbest hareket etmeye başladılar.

"Biz de O'nu ve askerlerini yakalayıp denize atıverdik." [284]

Burada, Allah (c.c.) onların büyüklenmelerine karşılık, ne kadar aşağı ve alçak olduklarını tasvir ediyor. Onlar kendilerini büyük bir şey sa­nıyorlardı. Fakat Allah (c.c), kendilerini düzelt­meleri ve doğru yolda gitmeleri için verdiği süre bitince, onları yakaladı ve süprüntü şeyler gibi denize attı.

"Bir bak, zalimlerin sonu nasıl oldu! Onları (insanları) ateşe çağıran öncüler kıldık." [285]

Yani onları gelecek nesillere örnek kıldık. İşte zulüm böyle olur. İnada ve hakkı inkara ısrarın sonu da budur. Batıl taraftarları hak karşısında her türlü silaha ve yönteme başvuruyorlar.

Bütün bu metodları, dünyaya da gösterdik­ten-öğrettikten sonra cehenneme uçtular. Onların halefleri şimdi onların izinden gidiyorlar, aynı ge­çitten geçiyorlar ve aynı akibete doğru ilerliyor­lar.                       

"Kıyamet günü onlar yardım görmeyecekler­dir. Bu dünyada arkalarına lanet taktık. Onlar kıyamet gününde de kötülenmişler arasındadır." [286]

Ayette geçen, "Onlar kıyamet gününde de kö­tülenmişler arasındadır" ifadesinin birkaç anlamı vardır: Onlar kıyamet gününde Allah'ın rahme­tinden kovulmuş, geri çevrilmiş ve mahrum bıra­kılmış olarak kalacaklar ve sonra da çok kötü bir azapla azap edilecekler ve suratları da iyice çirkinleştirilecektir...

Bu tablodaki ayetler, insanlık tarihinin, uy­garlığın ve toplumun kanunlarını koyanın yani beşeriyetin rabbi olan Allah'ın, inananların istifa­desine sunmak için, insanlık medeniyetinde dev­letlerin kalkınması ve çöküşleriyle ilgili önemli bir kanunu belirtiyor. İşte bu ayetlerde, Allah (c.c), tarihi kendisinin yaptığını ifade ediyor:

"Biz ise istiyorduk ki, o yerde güçsüz düşürülenlere lütufta bulunalım, onları önderler yapalım, onlara (ötekilerin) yerini aldıralım. Ve o yerde onları ha­kim kılalım. Firavun ile Hâmân'a ve ordularına, onlardan (geleceğinden) çekinmekte oldukları şe­yi gösterelim."[287] Bu medeniyet kanununu Al­lah (c.c.) başka bir ayette kısaca şöyle açıklıyor:

"İşte böylece biz, zafer günlerini insanların kâh bir kesimine, kâh diğer kesimine nasib ederiz."[288] Allah (c.c.) tarih hareketini kendisine isnat ediyor. Tabii ki bu, devletlerin kurulmasında veya çöküşlerinde, insanların irade ve çalışmaları olmadığı anlamına gelmez. Onlar serbesttirler. Gönüllerine göre yaparlar, ederler. Allah (c.c.) yaptıklarını biliyor ve onları, görüyor. Ne zaman ki ellerinden geleni yaparlar ve planla­rını güzelce çizerler, işte o zaman, Allah (c.c.)'ın yardımı çok yakındır.

Müfessirlerin, Talmut'a dayanarak söyledik­leri; Firavun'un rüyasının İsrailoğullarından do­ğan bir çocuğun, O'nu tahtından edeceği şeklinde­ki tabiri ile ilgili görüşlerine, Üstad cevap vermiş­tir. Müfessirler bu konuda, Süddî'nin rivayetine de dayanmış olabilirler.

Müfessirlerin "Hâmân vezirdi" sözlerinden, bugünkü anlamda vezir (bakan) anlamı çıkmaz. Zira burda ve eski devletlerde -terim olarak- gü­nümüz başbakanlığına tekabül eder bu. Ayetten de, Firavun hükümetinde başbakanlık makamı bulunduğu ve Hâmân'ın da bu makamda olduğu anlaşılıyor.

Daha sonra Kur'an, Musa (a.s.)'nın, Firavun'un sarayına gitmesini ve sonra, Musa (a.s.)'nın peygamberliğinin başlamasını, asa ve beyaz el mucizelerini, Allah (c.c.)'ın korku anında­ki talimatlarını -Bu konuda uzmanlara başvur­mak gerekir. Zira bu hareketin korkuyu giderdi­ğinde müfessirler icma etmiştir- v.s. bütün bir olayları tasvir ediyor.

Ayetteki, "min gayri sûûin" ifadesinin anla­mı, Beyzavi ve Alûsî'ye göre "Kusursuz" demek­tir. İbni Kesir ise; "Abraş hastalığı olmaksızın" di­ye yorumlamıştır. Üstad da, "Eziyetsiz olarak" di­ye çevirmiştir.

Musa (a.s.) pek düzgün konuşamıyordu. Bu yüzden kardeşi Harun'u kendisine yardımcı iste­di. Bazı müfessirler bunun sebebinin "ateş ko­nandan kaynaklandığını söylerler. Musa (a.s.) ço­cuk iken Firavun, hurma ile kordan birini seçme­sini istemiş...

Freud Singmund'un kitabında bu konuda baş­ka bir görüşe rastladım. O, sorunu, İsrailoğulları ve Kiptiler olarak iki kavmin farklı dilleri konuş­masına bağlıyor. Bu konunun da uzmanlarca iyi­ce araştırılması gerekir.

Daha sonra Kur'an ikinci kez Musa (a.s.) ve Firavun karşılaşmasını, onların; O'nu sihirbazlık­la suçlamasını, sonra Firavun'un iyice saçmala­yıp, Allah (c.c.)'ı görebilmek için Hâmân'dan bir kule yapmasını istemesini ve dinleyenlerin de bu saçmalığa karşı susmalarım tasvir ediyor. Alûsi bu konuda gerçekten ne güzel söylemiş: "Onların arasında Firavun'un söylediklerinin saçma ve al­datmaca olduğunu bilen bir akıllı da olabilir; fa­kat lanetlinin durumuna ters bir tavır takınmamıştır. Bu da, ya O'na yaklaşma arzusundan veya zulmünden korkmasından olabilir. Biz birçok alimler, akıllılar, değerli insanlar gördük ki böyle zalimlere muvafakat ediyorlar, dediklerini onaylı­yorlar. Ahirete küfür olsa bile..." Bu tür insanlar zamanımızda da ne çok!

Sonra Kur'an, zalim firavunların ateşe götü­ren önderler kılındıklarını belirtiyor. Ateşe götür­mek, kulları ateşe ulaştıran yollara, vasiyetlere itmekle mümkün olur, Şevkani şöyle der: "Onlar küfürde diretip sürekli onda kalmalarıyla, sanki halklarını ateşe davet ederler. Zira onlar da, onla­ra uyarlar ve onların yolundan giderler."

Kur'an tabloyu şöyle tamamlıyor: "Bu dünya­da arkalarına lanet taktık." [289] İbni Kesir ve ba­zı müfessirler şöyle demişlerdir: "Allah (c.c), pey­gamberlerine uyan mümin kullarına, onlara ve kralları Firavun'a laneti meşru kılmıştır." Bura­dan da anlaşılıyor ki, yeni eski, gelmiş gelecek ve şimdiki bütün firavunlara lanet etmek caizdir. Onları rahmetle anmaya cevaz verenlere ve din ehli sayanlara itibar edilmez. "Onlar, kıyamet gü­nünde de kötülenmişler arasındadır." [290]

 

Onuncu Tablo

 

Allah (c.c.) Gafir suresinde buyuruyor ki:

"Andolsun ki, biz Musa'yı mucizelerimiz ve apaçık hüccetle gönderdik." [291]

Yani O'nu, Allah (c.c.) tarafından gönderilen bir elçi olduğunda ve arkasında da Alemlerin Rabbinin gücü bulunduğunda şüpheye yer verme­yen açık ve kesin delillerle gönderdik. Kur'an'daki şekliyle kıssanın detaylarına indiğimizde, Mu­sa (a.s.)'nın Alemlerin Rabbinin elçisi olduğuna "apaçık hüccet" olan bu ayetler ve alametler ken­diliğinden ortaya çıkar.

Ne tuhaftır ki, birkaç sene önce Firavun kav­minden birini öldürüp kaçıyor; hakkında yetkili­ler tutuklama emri veriyor; sonra dönüyor, izinsiz ve direkt olarak, korkmadan, elinde do asası Firâvun sarayına giriyor ve devlet ileri gelenleriyle muhatap oluyor; onları kendisinin Alemlerin Rab­binin elçisi olduğuna inanmaya ve O'nun emirle­rinin uygulanmasına davet ediyor; onlardan hiç kimse de O'na elini uzatmaya cesaret edemiyor. Halbuki O köleleştirilmiş zayıf bir topluluktandı. Eğer O cinayet suçuyla tutuklansaydı, Musa'nın kavmi, değil Firavuna kaı'şı ayaklanmak, ağızını bile açamazdı.

Bu da gösteriyor ki, asa ve beyaz el mucizesi­ni görmeden önce sırf Musa (a.s.)'nın daveti sebe­biyle Firavun ve adamları korkuya kapılmışlar; daha ilk etapta arkasında büyük bir gücün varlı­ğını hissetmişlerdi. Zira O daha sonra, sihir olma­yıp mucize olduğuna insanları ikna etmek için tek tek mucizeleri getiriyordu. Hangi sihir sopayı bir yılana dönüştürebilir? Hangi sihir sözüyle bir ülkeyi kıtlık ve tufan basar. Bu nedenle -Kur'an'ın açıklamasına göre- Firavun ve kavmi­nin ileri gelenleri dilleriyle inkar etseler de, aslın­da O'nun Alemlerin Rabbi tarafından gönderilen bir peygamber olduğunu biliyorlardı.

"Firavun, Hâmân ve Karun'a (gönderdik).On­lar, bu "çok yalancı bir sihirbazdır!" dediler. İşte O (Musa) tarafımızdan kendilerine hakkı getirin­ce... [292]

Hani, Musa (a.s.), onlara çeşitli mucize ve ayetleri gösterip kesin delillerle Allah'ın elçisi ol­duğunu kanıtlayınca...

"Onunla beraber iman edenlerin oğullarını öl­dürün, kadınları sağ bırakın!" dediler". [293]

A'raf suresinde, 127. ayette geçtiği üzere, kav­mi Firavun'a şöyle demişdi:

"Musa'yı ve kavmini, seni ve tanrılarını bırakıp, yeryüzünde bozguncu­luk çıkarsınlar (halkı senin aleyhine) kışkırtsın­lar diye bırakacak mısın?" Firavun da şöyle cevap verdi:

"Biz onların oğullarını öldürüp kadınlarını sağ bırakacağız. Elbette biz onları ezecek üstün­lükteyiz." Ayette görüldüğü gibi bu emir, Firavun tarafından veriliyor. Amaç, Musa taraftarlarını korkutmak ve O'nu desteklemekten vazgeçmeleri­ni sağlamak.

"Ama kafirlerin tuzağı elbette boşa çıkar." [294]

Bu sözlerden şu anlam da çıkabilir: Kafirlerin tuzağı ancak sapıklık yolunda ve hakka karşı du­rumdadır. Yani hak kendilerine açıkça belirtildiği ve vicdanları da ona inandığı halde inat ve kibir­lerinde devam ettiler; doğruluğu aşağılamak ve hakkı yok etmek için, en kötü, en iğrenç önlemle­ri almaktan geri kalmadılar.

"Firavun dedi:"

Burda anlatılacak olan kıssanın, İsrailoğulları tarihinde özel bir önemi vardır. Fakat onlar bu­nu unutmuşlar ne Tevrat, ne Talmut ne de diğer israilî kaynaklar bundan söz etmezler. Dünya bu­nu, Kur'an sayesinde öğreniyor sadece.

Kıssayı okuyan kişi, -İslam ve Kur'an'a karşı önyargılı olmamak koşuluyla- tarafsız bir gözle baktığında bunun büyük önemi olduğunu idrak edecektir. Firavun'un devlet adamlarından biri­nin Musa (a.s.)'nın şahsiyetini, davetini ve getirdiği mucizeleri görüp iman etmiş ve Musa (a.s.)'yı öldürmeğe hazırlandığı sırada, Firavun'u vazge­çirmeye çalışmış olması hiç te akla, mantığa aykı­rı değildir. Ne var ki, araştırma-inceleme iddia­sındaki batılı oryantalistler önyargılarından kur­tulamamışlar ve sürekli Kur'an'a çamur atmaya çalışmışlardır. Onlardan biri İslam Ansiklopedisi'nin Musa maddesinde şunları yazıyor: "Kur'an'ın, Firavun'un adamlarından birinin Mu­sa (a.s.)'yı korumaya çalışması ile ilgili kıssası pek net değildir. Acaba bu kıssanın, Haggay [295] da anlatılan; Yetro'nun Musa'yı bağışlaması için Fi­ravun'a işaret etmesi olayıyla bir ilgisi var mı?"

İşte bilimselliğin ve araştırmacılığın savunu­cuları her defasında Kur'an nassları için şüphe oluşturmaya çalışırlar. Eleştirecek bir yanını bu­lamazlarsa da en azından, konunun tam net ol­madığını ileri sürerler. Sonra yavaş yavaş okuyu­cuyu şüpheye düşürürler: "Acaba Musa (a.s.)'nın doğumundan önce, Haggay'da anlatılan bu kıssa­yı, Muhammed (s.a.v.) herhangi bir kaynaktan işitmiş de, aynen buraya geçmiş olamaz mı?" İşte sözde araştırmacıların, İslam, Kur'an ve Muham­med (s.a.v.)'den söz ederken izledikleri yöntem budur.

"Bırakın beni (dedi), Musa'yı öldüreyim, var­sın Rabbine yalvarsın!" [296]

Bu sözlerle Firavun insanlara, şu imajı ver­meye çalışıyordu: Aslında Musa (a.s.)'yı öldürebi­lirim, ancak bazıları karşı çıktığından dolayı başaramıyorum. O'nu engelleyecek dış bir etken yoktu oysa. Tabii aslında Allah'ın elçisine el kaldırmasını engelleyen tek şey korkusuydu.

"Çünkü ben O'nun, dininizi değiştireceğinden, yahut yeryüzünde fesat çıkaracağından korkuyo­rum."[297]                                                            

Yani ben O'nun bir devrim yapmasından veya en azından fitne, fesat ve kargaşaya sebep olma­sından korkuyorum. Bu nedenle, idam gerektiren bir suç işlemediyse de, devletin genel güvenliği açısından O'nun öldürülmesi gerekir. Bu şahsın tehlike oluşturup oluşturmadığına "başkanları­nın" kani olması yeterlidir. Hükümet artık O'nun genel güvenliğe bir tehlike oluşturduğunu kabullenmişse, O'nun boynunun vurulması gerekir.

Firavun'un, Musa (a.s.)'nın katledilmesine neden olarak gördüğü, "dini değiştirmek" olayını iyi analiz etmek gerekir. Dinden kasıt burda, yö­netim sistemidir.

Firavun ve ailesinin otoritesine bağlı olan ekonomi, siyaset, toplum, din ve o zamanki Mı­sır'da yürürlükte olan sistemler devletin dinini oluşturuyordu. İşte Firavun böyle bir dinin Musa (a.s.)'nın daveti ve mesajı ile değişmesinden kor­kuyordu. Fakat O diğer iğrenç liderler gibi, "İkti­darı benden almasından korkuyorum, bu amaçla O'nu öldürmek istiyorum" demeyip daha değişik bir üslup kullanıyordu: "İnsanlar! O'nun bana verebileceği bir zarar yok. Olan size olur. Musa (a.s.)'nın hareketi eğer başarılı olursa o zaman di­niniz değişir. Ben kendim için değil, sizin için endişeleniyorum. Benim iktidarım sona ererse, siz ne yapacaksınız. Bu yüzden bu zalimin öldürül­mesi gerekir. Çünkü O, vatan, millet düşmanı­dır."

"Musa da, ben hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz (olan Allah'a) sığındım, dedi." [298]

Burada birbirine denk iki ihtimal söz konusu­dur: 1- Musa (a.s.) o anda Firavun meclisinde bu­lunuyordu. Firavun O'nu tehdit ettiğinde, Musa (a.s.) da O'na böyle karşılık vermişti. 2- Firavun, bir mecliste veya devlet yetkililerinin bulunduğu yerde, Musa (a.s.)'yı öldüreceğini açıklayınca içle­rinden biri de bunu Musa (a.s.)'ya haber vermiş, o zaman bu sözleri söylemiştir. Her ne olursa olsun, bu tehditler Musa (a.s.) ve O'na inananlarda zer­re kadar bir korkuya neden olmamış, Allah (c.c.)'a olan güvenleri ve imanları sayesinde bu tehditle­re aldırmamışlardır.

"Firavun ailesinden olup imanını gizlemekte bulunan bir mümin adam (şöyle) dedi: Siz bir adamı, Rabbim Allah'tır, demesiyle, öldürür mü­sünüz? Halbuki O, size Rabbinizden apaçık muci­zeler de getirmiştir. Bununla beraber eğer O ya­lancı ise, yalanı kendisinedir. Eğer doğru sözlü ise, sizi tehdit edegeldiği (azabın) bir kısmı olsun sizi çarpar. Şüphesiz Allah, haddi aşan yalancı kimseyi muvaffak etmez. Ey kavmim! Bugün bu yerde, başta olan kimseler olarak hükümranlık sizindir. Ama Allah'ın hışmı gelip bize çatarsa, kim bize yardım eder? Firavun, ben size kendi gö­rüşümden bankasını işaret etmiyorum. Ben size ancak doğru yolu gösteriyorum, dedi."[299]

Firavun'un verdiği bu cevaptan anlaşılıyor ki, O, bu kişinin Musa (a.s.)'ya iman ettiğini henüz farketmemiş, bu yüzden dediklerine kızmamıştır. Fakat dediklerini dinledikten sonra da, niyetin­den, kendi görüşünden vazgeçmiyeceğini belirt­miştir. (Firavun ailesinden olan bu mümin, sözü­ne devam ediyor. Dinleyicilere, peygamberlere is­yan edip, itaat etmeyenlerin kara günlerini hatır­latıyor. Kıyamet gününden söz ediyor. Mısır tari­hinden deliller sıralıyor. Onlar da, Musa (a.s.)'ya takındıkları tavrı önceden Yusuf (a.s.)'a takınmış­lardı. Onları gayet etkileyici bir üslupla, Allah'ın azabından ve inadın sonuçlarından sakındırıyor. Fakat Firavun hiç aldırış etmeyerek konuşması­na devam ediyor..)

"Firavun, "Ey Hâmân, bana yüksek bir kule yap, belki yollara, göklerin yollarına erişirim de Musa'nın tanrısına yükselip çıkarım! Doğrusu ben O'nu, yalancı sanıyorum" dedi. Böylece Firavun'a yaptığı kötü işi süslendi ve yoldan saptırıl­dı. Firavun'un tuzağı tamamen boşa çıktı." [300]

Firavun ailesinden olan mümin, iman dolu sözlerine devam ediyor... Kavmine ahireti hatırla­tıyor, dünya zevklerinden sakındırıyor. Onlara cennetten, hesaba çekilmekten ve azaptan söz ediyor; şirkten ve kötü işlerden uzak durarak, bü­yük bir cesaretle Allah (c.c.)'a yönelmelerini söy­lüyor. Kavminin bir karşılık vermediğini görünce de, onlara şöyle diyor:

"Size söylediklerimi yakın­da hatırlayacaksınız. Ben işimi Allah'a ısmarlıyo­rum. Çünkü Allah, kullarını çok iyi görendir." [301]

Ve tablonun son kısmı şöyle sona eriyor:

"Nihayet Allah, onların kurdukları tuzakların kötülüklerinden bu zatı korudu." [302]

Burdan anlaşıldığı üzere, o mümin şahıs, Fi­ravun devletinde önemli bir mevkiye sahipti. Zira kimse O'nu cezalandırmaya cesaret edemiyor ve O hakkı açıkça söylüyordu. Bu nedenle de Fira­vun ve adamları O'nu yok etmek ve O'ndan kur­tulmak için gizli görüşmeler yapıyorlardı. Fakat Allah (c.c.) O'nu korudu ve planları suya düştü.

"Ve Firavun'un kavmini ise kötü azap kuşatıverdi." [303]

Bu üsluptan anlaşıldığına göre, Firavun aile­sinden bu müminin, hakkı aşikarca söylemesi olayı, Musa (a.s.) ile Firavun çatışmasının son safhasında vuku bulmuştur. Büyük bir ihtimalle Firavun, Musa (a.s.)'yı öldürmek istediğinde, dev­let ileri gelenlerinden biri buna karşı çıkmış, O da, bu durumda Musa (a.s.) ve davetinin etkisinin, hükümet adamlarında da kök salmasından korkmuştur.

Bu nedenle de Firavun, Musa'yı öldürmeden önce, O'na inananları ve etkilenenleri cezalandır­mayı ve daha sonra da öldürmeyi kararlaştırmış­tı. Firavun bu önlemleri almaya çalışırken, Musa (a.s.) ve adamları hicret için yola çıkmışlardı. Fi­ravun da askerleriyle birlikte onları takibe koyul­du ve hepsi beraber denizde boğuldular.

"(Azaptan biri de) ateştir ki, onlar sabah ak­şam buna sokulurlar. Kıyametin kopacağı günde,

"Firavun ailesini azabın en çetinine sokun!" (deni­lecek)." [304]

Bu ayet, birçok hadisde, kabir azabı ismiyle geçen "Berzah azabına" delildir. Allah (c.c.) bura­da açıkça iki çeşit azaptan söz ediyor. İlki, kıya­metten önceki azaptır ki, bu en hafifidir. O da şöyle olacak: Firavun ve kavmi, sabah akşam ce­hennem ateşiyle karşı karşıya getirilecektir, de­mek sonunda buraya atılacağız, diyerek tiril tiril titreyecekler. Kıyamet günü gelince ise, onlar için kararlaştırılan büyük ve gerçek cezaya erişecek­ler, yani cehenneme atılacaklar. Bu durum sade­ce Firavun ve O'nun taraftarlarına mahsus değil­dir. Bütün günahkarlar, ölümlerinden itibaren, böyle sabah akşam cehennemin karşısına getirile­cekler ve kendilerini beklemekte olan o cehenne­me bakacaklar. Cennet ehli de böyle; her gün cen­netin karşısına getirilecek ve kıyamete kadar onu izleyecekler. Buharı, Müslim ve Ahmed, Abdullah b. Ömer (r.a.)'den Rasulullah (s.a.v.)'ın şöyle bu­yurduğunu naklederler:

Sizden biriniz öldüğünde, ona sabah akşam, cennet ehlindense cennetteki yeri, cehennem ehlindense cehennemdeki yeri gösterilir.” Ve ona şöyle denir:

"İşte burası kıya­met günü Allah'ın seni göndereceği yerdir".

"(Kafirler) ateşin içinde birbirleriyle çekişirlerken zayıf olanlar, o büyüklük taslayanlara, "Biz size uymuştuk. Şimdi ateşin birazını bizden savabilir misiniz?" derler." [305]

Onlar bunu söylerlerken, liderlerinin kendile­rini bu azaptan kurtarmaları veya biraz hafifletmeleri için söylemiyorlar. Zira o zaman gerçeği anlamış ve onların hiçbir şey yapamayacaklarını kavramış olacaklar. Fakat bunu alayvari bir üs­lupta, aşağılamak için söyleyecekler: Siz dünyada her şeyinizle bize önderlik ediyordunuz. Öyleyse, sizin sebebinizle düştüğünüz bu musibetten kur­tarın bizi.

"O büyüklük taslayanlar ise, "Doğrusu hepi­miz bunun içindeyiz. Şüphe yok ki, Allah kulları arasında vereceği hükmü verdi." derler." [306]

Yani siz ve biz hepimiz bunu, ilahi mahkeme­nin verdiği kararı, azabı çekiyoruz. Aramızda hiç kimsenin bu hükmü değiştirmeye veya azaltmaya gücü yetmez.

"Ateşte bulunanlar cehennem bekçilerine, "Rabbinize dua edin. Bizden bir gün olsun azabı hafifletsin!" diyecekler. (Bekçiler) Size peygam­berleriniz açık açık deliller getirmediler mi? der­ler. Onlar da,"Evet getirdiler" derler. (Bekçiler ise) O halde kendiniz yalvarın, derler. Halbuki kafirlerin duası heder olmaktan başka hiçbir değeri haiz değildir." [307]

Gerçek şu ki, peygamberleriniz size açık de­liller getirmişler. Siz ise onları inkar ettiniz. Bu yüzden de buraya azap edilmek için geldiniz. Biz Rabbimize yalvaramayız. Çünkü bu tür bir dua için bir özür olsa gerek. Sizin ise bir özürünüz kalmamış. Eğer siz dua etmek istiyorsanız, buyu­run edin. Fakat şunu söyleyebiliriz ki, sizin gibi küfredenlerin duası hiçbir fayda sağlamayacak­tır.

"Şüphesiz peygamberlerimize ve iman edenle­re hem dünya hayatında, hem de şahitlerin şahit­lik edecekleri günde yardım ederiz. O gün zalim­lere özür dilemeleri hiçbir fayda sağlamaz. Artık lanette, kötü yurt ta onlarındır." [308]

Mümin (Gafir) suresinde de olduğu gibi, Mu­sa (a.s.) ve Firavun kıssasının ayrı bir önemi var. Zira Kuran bu surede bundan başka, inkarcıla­rın, inatçıların kıssasını zikretmemiştir. Bu sure­de birçok suçlardan söz edilmiştir. Sanki Allah (c.c.) bütün kötülüklerin somutlaştığı bu kıssayı, diğerleri arasından seçip zikretmiştir.

Bu surede, peygamberlere karşı inatlaşmak, batılı savunmak, şirk, Allah (c.c.)'ın ayetlerini ya­lanlamak; zayıf bir topluma, erkek, kadın, çoluk-çocuk herkese işkence etmek; ibadetleri terketmek, halkların ve milletlerin batıl nazariyeleri ile yeryüzünde büyüklük taslamak gibi bütün bu suçlar yer almıştır. Ve Kur'an burada sadece ör­nek olarak, Firavun ve kavminin ileri gelenlerini vermiştir. Çünkü bütün kafir toplulukların gü­nah ve suçlarını kendilerinde barındıran onlardır. Bunlardan sonra Allah (c.c.) şu gerçeği ortaya ko­yuyor:

"Doğrusu O kuvvetlidir, azabı da pek çe­tindir." [309]

Daha sonra da Firavun kıssasına geçiyor:

"Andolsun ki, biz Musa'yı, mucizelerimiz ve apaçık hüccetle, Firavun, Hâmân ve Karun'a gön­derdik. Onlar, "Bu, çok yalancı bir sihirbazdır!" dediler. İşte O (Musa) tarafımızdan kendilerine hakkı getirince, "O'nunla beraber iman edenlerin oğullarını öldürün, kadınları sağ bırakın!" dedi­ler. Ama kafirlerin tuzağı elbette boşa çıkar."[310]

Allah (c.c), burada Firavun, Haman, Karun diye isim belirtmesi, Musa (a.s.)'nın sadece bu üçüne gönderildiği anlamına gelmez.

Bu üç isim gerçekte, o zaman ve günümüzde Mısır toplumuna hükmeden üç ayrı tabakayı, grubu temsil ediyordu: Firavun şahsıyla, siste­miyle her asırda gelen ve insanların hürriyetleri­ni kısıtlayan, ağızlarını kapatan, yazdıklarına ka­rışan, mutlak hükümdarlığın ve diktatörlüğün sembolüydü. Hâmân da emniyet güçlerini temsil ediyordu. Bazı rivayetlere göre O, Firavun'un içiş­leri bakanıydı. Eski-yeni Mısır tarihinde, Firavunî sistemlerin kurmakla meşhur oldukları, neredeyse her eve bile soktuları istihbarat birim­lerini, ajanları yönetiyor ve kontrol ediyordu. Ka­run da zenginlerin, gayri meşru yollarla gelir sağ­layan servet sahiplerinin sembolüydü. Bunların ışığı altında her zaman ve her yerde firavun sis­temlerinin üzerine kurulduğu temelleri kavra­mak daha kolaydır. Musa (a.s.) zamanında, Mısır toplumunun tek diktatörü Firavun değildi. O'na uyan, O'nu destekleyen ve hep birlikte Firavunî sınıfı oluşturan insanlar vardı. Aynı şekilde Hâmân da Karun da sahalarında tek değillerdi. Fakat onların sınıfı, çağımızda olduğu gibi tarihte de Mısır toplumunu sömürmüşdür.

"Firavun, brakın beni, dedi. Musa'yı öldüre­yim, varsın Rabbine yalvarsın! Çünkü ben O'nun, dininizi değiştireceğinden, yahut yeryüzünde fe­sat çıkaracağından korkuyorum." Musa da,

"Ben hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz (olan Allah'a) sığın­dım" dedi.

Kur'an burada, en edebi şekilde, diktatörlerin durumlarını tasvir ediyor. Firavun ağlında kendi iktidarını, sistemini düşünüyorsa da, bunu belli etmeyip, halkı kandırıyor ve onlara kendi sultası­nı hiç umursamadığını, sadece onların tehlikeye maruz kalan çıkarlarını, menfaatlerini düşündü­ğünü söylüyordu. Bu yüzden onlara, "Dininizi de­ğiştirmesinden korkuyorum"; yani hayatınızı, dü­zeninizi değiştirmesinden endişe ediyorum, diyor­du. "Veya O'nun yeryüzünde fesat çıkaracağından korkuyorum". Zira diktatörlere göre davetçilerin hareketleri sadece bozgunculuktur. Onlara Allah (c.c.)'dan sakının, O'na teslim olun, iman edin di­yenler, ancak fesat çıkaran bölücü gruplardır.

Ayetteki "Firavun" kelimesinin bizi sözetmeye zorladığı bazı yeni terimleri ele alırsak, her­halde konumuzdan uzaklaşmış olmayız. Firavunî sistemler bir terim ortaya koyduklarında, onu asıl anlamında; işlevi açısından değil, Firavunî sistem açısından değerlendirmek gerekir. Örne­ğin, insanların huzurunu bozan, hak ehline saldı­ran askerlere, polislere "güvenlik güçleri" deni­yor. Aslında onlar ancak "korku güçleri" olabilir­ler. "Güvenlik güçleri" ifadesi diktatörler tarafindan kullanılıyor. Bu güçler aslında onlara, emni­yet sağlıyor. Fakat diğer insanlar için bir terör oluyor. "Kara liste" de böyledir. O diktatörlere gö­re kapkara, fakat hak ehli için ise bembeyazdır. Firavun, Musa (a.s.) için "yeryüzünde fesat çıka­racağından korkuyorum" derken aynen günümüz firavunlarının ve çağdaş diktatörlerin zihniyetiy­le konuşuyordu. Yoksa ağızından doğrudan başka hiçbir şey çıkmayan bir Peygamberin bozgunculu­ğu nasıl sözkonusu olabilir? Fakat hak, firavunla­ra göre fesattır. Çünkü o, onları rahatsız ediyor ve otoritelerini, sistemlerini altüst ediyor.

Tablo burda yeni bir olayla, dramatik şekle dönüşüyor. Zira Firavun çevresinden biri iman et­miş ve imanını saklamış ve daha sonra da man­tıksal bir dille, katılaşmış kalpleri yumuşatan öğütlerle Firavun'a hitab etmeye başlamıştı. Fira­vun ise hiç aldırış etmeden yine büyüde ısrar ede­rek, bu müminin sözünü edebe aykırı şekilde kesiyordu.

Firavun, "Ben size kendi görüşümden başka­sını işaret etmiyorum. Ben size ancak doğru yolu gösteriyorum" dedi. İşte bu yeni-eski tüm firavun­ların ortak iddiasıdır.

"Firavun ailesinden olup imanını gizlemekte bulunan bir mümin adam şöyle dedi: Siz bir ada­mı Rabbim Allah'tır, demesiyle öldürür müsünüz? Halbuki O, size Rabbinizden apaçık mucizeler de getirmiştir. Bununla beraber eğer O yalancı ise, yalanı kendisinedir. Eğer doğru sözlü ise, sizi teh­dit edegeldiği (azab)ın bir kısmı olsun sizi çarpar.

Şüphesiz Allah, haddi aşan, yalancı kimseyi mu­vaffak etmez. Ey kavmim! Bugün, bu yerde, başta olan kimseler olarak hükümranlık sizindir. Ama Allah'ın hışmı bize gelip çatarsa, kim bize yardım eder? Firavun: "Ben size kendi görüşümden baş­kasını işaret etmiyorum. Ben size ancak doğru yolu gösteriyorum" dedi. İman etmiş olan (adam) dedi ki: Doğrusu ben sizin için, Nuh kavminin, Ad, Semud ve onlardan sonra gelenlerin durumu gibi, peygamberleri yalanlayan toplulukların uğ­radıkları bir günün benzerinden korkuyorum. Al­lah, kullarına bir zulüm dileyecek değildir. Ey kavmim! Gerçekten sizin için o bağırışıp çağırış-ma gününden (kıyametten) korkuyorum. Arkanı­za dönüp kaçacağınız gün, sizi Allah (ın azabın)dan kurtaracak kimse yoktur. Allah kimi saptırırsa, artık onu doğru yola iletecek de yoktur. Andolsun ki (Musa'dan) önce Yusuf da size açık burhanlar getirmişti. O vakit de O'nun size getir­diği şeyler hakkında şüphe edip durmuştunuz. Hatta O vefat edince de "Allah O'ndan sonra pey­gamber göndermez" dediniz. İşte Allah o aşırı gi­den, şüphecileri böyle şaşırtır. Onlar, kendilerine gelmiş hiçbir hüccet olmadığı halde, Allah'ın ayet­leri hakkında mücadele edenlerdir. Gerek Allah yanında, gerekse iman edenler yanında bu davra­nışa karşı kin ve öfke büyümüştür. Allah büyük­lük taslayan her zorbanın kalbini işte böyle mü­hürler." [311]

Fakat Firavun -kendi çevresinden olan mümi­nin, tarihi bilgisine ve firavunları iyi tanımasına dayanarak ve onlara atalarının da Hz. Yusuf (a.s.)'a karşı inatçı tutumlarından örnekler suna­rak bunca öğütler vermesine karşın- yine de aynı durumunda ısrar ediyor ve aşağılayıcı, alayvari bir üslupla vezirine şöyle diyordu: "Ey Hâmân, bana yüksek bir kule yap; belki yollara, göklerin yollarına erişirim de, Musa'nın tanrısına yükselip çıkarım. Doğrusu ben O'nu, yalancı sanıyorum". Kur'an bu sözlerin ardından durumu şöyle değer­lendiriyor: "Böylece Firavun'a, yaptığı kötü iş süs­lendi ve yoldan saptırıldı. Firavun'un tuzağı ta­mamen boşa çıktı."[312]

Üstad ayette geçen, "el-Esbâb" kelimesini, "yollar" diye çevirmiştir. Bu tefsir de Süddî'ye ait olup O'ndan Beyzavî nakletmiştir. "Firavun'un tuzağı tamamen boşa çıktı" ifadesini de, "Her tu­zağı, helak olması yolunda kullanılmıştır" şeklin­de çevirmiştir. Yani Firavun'un bütün tuzakları, kendisinin yok olmasına, helak olmasına sebep olmuştur.

Daha sonra mü'min, Firavun'un inadına, red­detmesine karşın yine de o dramatik öğütüne de­vam ediyor:

"Ey kavmim! Siz bana uyun, sizi doğru yola götüreceğim. Ey kavmim! Şüphesiz bu dünya ha­yatı geçici bir eğlencedir. Ama ahiret, gerçekten kalınacak yurttur. Kim bir kötülük işlerse, onun kadar ceza görür. Kim de kadın veya erkek mü­min olarak faydalı bir iş yaparsa onlar, kendileri­ne hesapsız rızık verilmek üzere cennete girerler. Ey kavmim! Nedir bu hal? Ben sizi kurtuluşa ça­ğırıyorum, siz beni ateşe çağırıyorsunuz. Siz beni, Allah'ı inkar etmeye ve hiç tanımadığım şeyleri O'na ortak koşmaya çağırıyorsunuz. Ben ise sizi o aziz ve çok bağışlayan Allah'a davet ediyorum. Si­zin beni davet ettiğiniz şeyin dünyada da ahirette de hiçbir davete yetkisi yoktur. Gerçekte dönüşü­müz Allah'adır. Aşırı gidenlere gelince, işte onlar ateş ehlidirler. Size söylediklerimi yakında hatır­layacaksınız. Ben işimi Allah'a ısmarlıyorum. Çünkü Allah, kullarını çok iyi görendir." [313]

Şüphe yok ki, Kur'an'ın, Firavun ehlinden olan müminin inandığı nazariyelerle Firavun ta­raftarlarının nazariyeleri arasında yaptığı muka­yesedeki üstünlüğü apaçık ortadadır. Bu mümi­nin sözleri etkileyici ve göz yaşartıcı olmakla bir­likte, aynı zamanda, Musa (a.s.)'nın getirdiği ile Firavun'un durumu arasında bir karşılaştırma sahnesidir.

Bu müminin sözlerinin ardından Kur'an, O'nun ve Firavun taraftarlarının sonuna değine­rek, konuyu kapatıyor:

"Nihayet, Allah, onların kurdukları tuzakla­rın kötülüklerinden bu zâtı korudu ve Firavun'un kavmini ise kötü azap kuşatıverdi.(Azaptan biri de) ateştir ki, onlar sabah akşam buna sokulur­lar. Kıyametin kopacağı gün de, "Firavun ailesini azabın en çetinine sokun!" (denilecek)"[314] Üstadın ilk ayeti, "Allah (c.c.) onu Firavun çevresinin kurduğu tuzaklardan kurtardı" diye tefsiri, aslında İbni Abbas (r.a.)'a aittir. Müfessirlerin ço­ğu kabir azabına delil olarak bu ikinci ayeti kul­lanmışlardır.

Bundan sonra Kur'an, tabi (uyan) metbu (uyulan) ve ateşte aralarında geçecek konuşma tablosunu sergiliyor:

"(Kafirler) ateşin içinde birbirleriyle çekişirlerken zayıf olanlar, o büyüklük taslayanlara, "Biz size uymuştuk. Şimdi ateşin birazını bizden savabilir misiniz?" derler. O büyüklük taslayanlar ise;  

"Doğrusu hepimiz bunun içindeyiz. Şüphe yok ki, Allah kulları arasında vereceği hükmü verdi." derler. Ateşte bulunanlar cehennem bekçi­lerine;  

"Rabbinize dua edin, bizden birgün olsun azabı hafifletsin!" diyecekler. (Bekçiler)

"Size pey­gamberleriniz açık deliller getirmediler mi?" der­ler. Onlar da,

"Evet getirdiler" derler. (Bekçiler ise)

"O halde kendiniz yalvarın" derler. Halbuki kafirlerin duası, heder olmaktan başka hiçbir de­ğeri haiz değildir."[315]

Bu tabloda Kur'an, tağut'un, Allah (c.c.)'ın emirlerine ters herhangi bir emrini yerine getir­menin, hiçbir özrün kabul edilmediği bir suç oldu­ğunu belirtiyor. Eğer devlet başkanı, hiçbir suçu olmayan sadece Allah (c.c.)'ın hükmünü uygula­maya çalışan birinin tutuklanmasını veya ona iş­kence edilmesini emretse, bu işe karışan herkes, aynı suçu ve aynı akıbeti paylaşmış olur. Şuna dikkat etmek gerekir ki, Allah (c.c.) sadece Firavun'u değil, askerlerini de helak etmiştir. Halbu­ki asker, itaat etmek, emri yerine getirmek zo­runda olandır. Burada kısaca durup Firavun'un gölgesindeki sıradan bir ferdin durumunu ele ala­lım.

Firavunluk, yönetende ve yönetilende eşit olarak vardır. Firavun, halkını da firavunlaştırır; bir de bakmışsın ki o halk, O'nun emirlerinin dı­şına çıkmaktan korkan zeliller haline gelmiş. Li­derleri bir şey söylediğinde hemen onu yerine ge­tirirler. Öyle ki bunu vatani bir görev olarak gö­renler bile vardır. Böylelerine yapılan en basit iti­raza karşın alınan cevap: "Ben ne yapabilirim? Ben bir emir kuluyum" olacaktır. Fakat firavun­luğun ve firavunların bozamadığı müslüman bir fert ise, Allah'a isyan olan ve kendisinde bir suç bulunan her emri reddeder. Hatta bunun için ca­nını bile verir. Çünkü o öldürülürse şehitler züm­resine girecektir.

Kur'an, birçok yerde açıkladığı gibi; diktatör Firavun'un emirlerini uygulayan, O'na itaat eden herkes cehennemliktir. Orada birbirlerini kınayıp çekişecekler. Fakat bunun hiçbir yararı olmaya­caktır. Çünkü o zaman Allah (c.c), kulları arasın­da vereceği hükmü vermiş olacaktır. O'nun hük­mü de adil olup, dönüşü de yoktur.

Kur'an bu tabloyu da, bir olayı iyice pekiştire­rek kapatıyor:

"Şüphesiz peygamberlerimize ve iman edenle­re hem dünya hayatında, hem şahitlerin (şahit­lik) edecekleri günde yardım ederiz. O gün zalim­lere, özür dilemeleri hiçbir fayda sağlamaz. Artık lanet de, kötü yurt da onlarındır."[316]

Bu ayet her topluluğun sonunu belirten tablo­yu tamamlayıcı özelliktedir. Firavunlara, cehen­nemde onlara uyanlarla beraber azap edileceği gibi, peygamberler ile onlara inananlara dünyada ve ahirette yardım edilecektir.

Biri kalkıp ta bu, gerçeğe ters düşüyor diyebi­lir. Çünkü peygamberlerden Yahya, Zekeriyya katledilmiş, bir kısmı hicrete zorlanmış, diğer bir kısmı ise bütün azap çeşitlerini tatmışlardır. Ha­ni nerede Allah'ın yardımı?

Buna verilecek cevap şudur: İmanla ilgili ko­nular dış görünüşlerle mukayese edilemez. Bu­nunla beraber Allah (c.c.) Yahya ve Zekeriyya (a.s.)'yı öldürenlere azap etmiş, kanlarını akıtmış­tır. Hz. İsa (a.s.)'ya eziyet edenlerin başına Rum­ları bela etmiştir ve onları kesmişlerdir. Bu Allah (c.c.)'ın kanunudur. Peygamberlerine ve onlara inananlara kötülük edenleri böyle perişan eder. Bu ise apaçık bir yardımdır. Süddî şöyle der: "Al­lah (c.c.) bir kavime peygamber gönderdiğinde onu öldürebilirler. Veya hakka davet eden bir top­luluk gönderdiğinde onları da öldürebilirler. Fa­kat Allah (c.c.), onların dünyada bu yaptıkları­nın, döktükleri kanların hesabını soracak ve ina­nanlara yardım edecek birini muhakkak aynı çağ­da gönderecektir. Peygamberler ve müminler dünyada yardım edildikleri halde öldürülebilirler."

Üstad ayeti çevirirken "nasr" kelimesinin an­lamı olarak değil de şöyle almıştır: "Şüphesiz pey­gamberlerimize ve iman edenlere hem dünya ha­yatında... yardımcı oluruz." Bu da garip bir du­rum. Ayrıca bu ayeti de fazla ele almıyarak oku­yucuyu Sâffât suresinin şu ayetlerine yöneltmiştir:

"Andolsun ki, peygamber kullarımıza söz vermi­şizdir. Şüphesiz onlar, mutlaka mansur ve muzaffer­dirler. Bizim ordumuz şüphesiz üstün gelecektir." [317]

Biz de konuyu kapatırken bu ayetlerin açıkla­malarını buraya aktarmayı uygun bulduk:

Allah'ın ordusundan kasıt, Allah'ın elçilerine inanıp ona tabi olanlar, onu destekleyenler ve ona yardım edenler ve Allah'ın hak ehline kendisiyle yardım ettiği gaybî, gizli güçlerdir. Burdaki yardım­dan, her zaman peygamberlere tabi olanların, dö­nemlerinin siyasal iktidarlarını ele geçirmesi anla­şılmaz. Bu, yardım çeşitlerinden sadece biridir. Pey­gamberler siyasal bir üstünlük sağlayamadıkları yerde, ahlaki üstünlük sağlamışlardır. Peygamberle­rin davetini benimsemeyip onların getirdiklerine ters, aykırı yollar, hükümler, cehalet felsefeleri, in­sanların icat ettikleri sapıklıklar ve bozulmuş hayat tarzları seçen topluluklar ve kavimler belli bir süre böyle devam etmişlerse de, bir gün tükenmiş, bit­mişleridir.

Fakat peygamberlerin, binlerce yıldan beri tak­dim edegeldikleri gerçekler ise, geçmişte sapasağ­lam olduğu gibi, bugün de böyledir. Kimse ona elini sürememiş, yerinden de oynatamanııştır.

 

Onbirinci Tablo

 

Allah (.c.) Zuhruf suresinde şöyle buyuruyor:

"Andolsun ki, biz Musa'yı ayetlerimizle Firavun'a ve O'nun ileri gelen adamlarına gönderdik..." [318]

Bu kıssa burda üç noktayı belirtiyor. 1- Allah (c.c.) bir ülkeye, bir kavme peygamber gönderip on­lara fırsatlar verdiğinde -ki o zaman bu fırsat, Hz. Muhammed'in (s.a.v.) gönderilmesiyle Arap yarıma­dasına verilmiş oluyor onlar bunun değerini anla­mıyor ve ondan yararlanamıyorlar. Dolayısıyla onla­rın sonu da, tarihte ibret örneği olarak geçen akibetin aynısı oluyor. 2- Firavun malıyla, servetiyle gücü ve otoritesiyle gururlanarak, Musa (a.s.)'yı hakir görmüştü. İşte şimdi de bu ayetlerin nüzulü sırasın­da Kureyş kafirleri Hz. Muhammed (s.a.v.)'i küçük ve hakir görüyorlardı. Fakat Allah (c.c.)'m kararı ve hükmü kimin alçak ve hakir olduğunu gözler önüne sermişti. 3- Allah'ın ayetleri ile alay etmek ve O'nun uyarılarına karşı diretmek, öyle pek ucuz değildir. Aksine bedeli çok ağırdır. Siz de eğer on­ların tattıklarından öğüt almazsanız, aynı şeyleri tadacak ve aynı bedeli ödeyeceksiniz .

Ayetlerden kasıt burada, âsa ve beyaz eldir. [319]

"... "Ben alemlerin Rabbinin elçisiyim" dedi. Onlara ayetlerimizi getirince..." [320]

Burada ayetlerden kasıt, Allah (c.c.)'ın Musa (a.s.)'ya verdiği şu mucizelerdir:

1- Sihirbazların Hz. Musa (a.s.)'ya meydan okuyup, daha sonra yenilip iman etmeleri.

2- Mısır'da, Musa (a.s.)'nın haber vermesinin ardından kıtlık başlar ve sonra Musa (a.s.)'nın duasıyla sona erer.                                       

3- Musa (a.s.)'nın önceden haber vermesiyle her yeri altüst eden, ekinleri mahfeden fırtınalar esmesi, ve sel  baskınından sonra da Musa (a.s.)'nın duasıyla bunların son bulması.

4- Ülkenin her yanını bir bulut gibi saran çe­kirgeler. Bunu da önceden Musa (a.s.) haber ver­miş ve daha sonra da O'nun duasıyla yok olmuş­tur.

5- Yine Musa (a.s.)'nın önceden haber verme­siyle, insanların ve hayvanların hayatını azaba çeviren, ekinleri mahfeden güve, pire gibi haşeratın yayılması. Bu da Musa (a.s.)'nın duasıyla kalkmıştır.

6- Musa (a.s.)'nın önceden bildirmesinin ar­dından, kurbağa selinin yayılması. Öyle ki; insan­ları dilsiz hale getirmiştir. Bu ilahi ordu da Musa (a.s.)'nın duasıyla geri dönmüştür.

7- Musa (a.s.)'nın haber verdiği, her tarafı kan basması olayı: Nehirlerin, gözelerin, kuyula­rın, göllerin, havuzların bütün suları halis kana dönüşür; bütün balıklar ölür ve suların bulundu­ğu her yer kokuşmaya başlar. Mısır halkı, tam bir hafta sudan mahrum kalır. Musa (a.s.)'ya bu aye­tin kalkması için Rabbine dua etmesini rica eder­ler. Musa (a.s.)'nın duasıyla da bu afet sori bulur.

Tevrat bu ilahi azabın çeşitlerini detaylı ola­rak ele almıştır.[321] Fakat gerçekle yalan birbirine karıştırılmıştır. Örneğin her tara­fa kan afeti yayılınca sihirbazların da böyle yap­tıklarını söyler. Fakat haşarat gönderince, bunun benzerini yapamamışlar ve bunun Allah'ın işi ol­duğunu söylemişler. Sihirbazlar ilahi azap olan kurbağa baskınına karşılık olarak, onlar da kur­bağalar getirmişlerdir. Bununla beraber, Fira­vun, Musa (a.s.)'ya yalvarıp, bu afeti kaldırtması­nı istemiştir. Sihirbazlar da eğer kurbağa selini sağlayabiliyorlarsa, neden Firavun Musa (a.s.)'ya yalvarıyor? Yine ülkenin her tarafına yayılan kurbağaları birbirinden; Allah'ın afeti olan kur­bağalar ile sihirbazların kurbağaları diye ayır­mak nasıl mümkün olabilir? Yine aynı soru: Her tarafa Musa (a.s.)'nın uyarısından sonra kan ya­yılmış, bütün sular kana dönüşmüştü. Peki o za­man sihirbazlar hangi suyu kana dönüştürmüş­ler? İnsanlar, kanları, buradaki sular sihirbazların büyüsüyle, şuradaki sular da Allah'ın kudre­tiyle kana bulanmıştır diye nasıl birbirinden ayırdetmişlerdir?

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, günümüzde elde bulunan Tevrat ilahi kelam dışındaki hurafe­lerle doldurulmuştur. Onu bu hale getirenler, kendi kafalarından birçok şeyler uydurarak kat­mışlardır. Üstelik pek yetenekli kimseler değiller­miş; çünkü söz uydurmayı ve yazmayı pek becerememişler.

"Bizim onlara göstermekte olduğumuz afet(mucize)den her biri elbette diğerinden daha büyüktür. Biz onları azap ile yakaladık. Umulur ki küfürden imana dönerler. (Azabı görünce) dedi­ler ki: Ey büyü ustası! Sana verdiği ahid uyarınca bizim için Rabbine dua et; çünkü biz doğru yola gireceğiz.Fakat biz onlardan azabı kaldırınca, hemen sözlerinden caymağa başladılar." [322]

Buradan, Firavun ve taraftarlarının tutumla­rında ne denli inatçı oldukları anlaşılıyor. Al­lah'ın azabıyla dara, sıkıntıya düşmüşler ve azabı kaldırması için Musa (a.s.)'ya yalvarmışlar, fakat yine de O'na, "Ey sihirbaz" diye hitap etmişlerdir. "Ey peygamber" diyemiyorlar. Halbuki onlar sihirin ne olduğunu ve bu mucizelerin sihir gücüyle olamayacağını biliyorlar. Sihirbazın belli bir alan içerisinde bulunan insanlara sadece bir şeyle ha­yal ettirdiğini böylelikle onlar, suyu kana dönü­şür, kurbağaları artar ve çekirge ordusunu her tarafı basar gibi görüyorlar, aslında bunların ger­çek olamayacağını da gayet iyi kavrayabiliyorlardi. Kurbağalar doğarak oluşmuyor, orada eline bir kurbağa alsan ve oradan ayrılsan, bir bakar­sın ki, elin bomboş. Çekirgeler de böyle. Ülkeyi kıtlık basmasına,bütün suların kana dönüşmesi­ne, çekirgelerin her şeyi telef etmesine ise sihir­bazların gücü yetmez. Kralların yanında bunları beceren sihirbazlar da olsaydı, hiç ordu kurmaya ve hazırlamaya, savaş etmeye, bu tür tehlikelere girmeye gerek kalmaz ve bütün dünyayı sihir gü­cüyle ele geçirirlerdi. Belki o takdirde, sihirbazlar da, kralların yanında memur olarak kalmazlar, kendi krallıklarını ilan ederlerdi.

Müfessirler, Firavun'un ve taraftarlarının, Musa (a.s.)'dan azabı kaldırması için ricada bu­lundukları halde, "sihirbaz" diye hitap etmelerini anlamakta zor duruma düşmüşlerdir. Bu yüzden de; sihirin o zaman değerli bir ilim olduğunu, as­lında onlar "ey sihirbaz" derlerken, O'na iltifat et­tiklerini, saygı gösterdiklerini, bunun "ey alim" demek olduğunu belirterek, ayetin garip bir yorumunu yapmışlardır. Fakat bu yorum çok tutarsız­dır. Zira Kur'an-ı Kerim'in birçok yerinden anla­şıldığı gibi, Firavun Musa (a.s.)'yı sihirbaz, muci­zelerini de sihir diye tanımlarken O'nu aşağıla­mış ve kınamıştır. Sihir yalancılık ve uydurmacı­lıktı. Musa (a.s.)'yı sihirbazlıkla suçlarlarken, O'nun yalan yere peygamberlik iddiasında bulun­duğunu ifade ediyorlardı. Diğer yerlerde hep bu anlamda kullanılmışken, bu ayette, sihir ve sihir­bazlığı, Firavun'un ve gurubunun saygı gösterdiği bir iş olarak göstererek anlamını değiştirmek yersiz olsa gerek.

Burada, Firavun, Musa (a.s.)'yı küçük düşü­rürken, niçin Musa (a.s.) O'nun bu isteğini kabul ediyor? diye bir soru akla gelebilir. Buna verile­cek cevap şudur: Musa (a.s.) onlara tam hüccet sunmak istemiştir. Zira onların Musa (a.s.)'dan bu tür bir dilekte bulunmaları, onların aslında, bu azabın başlarına niçin geldiğini, nerden geldi­ğini ve kimin kaldırabileceğini gayet iyi bildikle­rini gösteriyor. Bununla beraber, sihirbaz diye sesleniyorlar ve daha sonra da verdikleri sözü tutmuyorlar. Gerçekte onlar, Musa (a.s.)'ya bir şey etmiş olmuyorlar. Kendilerinin ne kadar suç­lu olduklarını ortaya koyuyorlar ve Allah (c.c.)'ın kendilerini tamamen yok etmesine neden oluyor­lar. Onlar Musa (a.s.)'ya sihirbaz derlerken, aslın­da bu azabın sihir gücüyle geldiğine inanmıyor­lardı. Bilakis bunun ilahi ayet olduğunu gayet iyi kavrıyorladı. Fakat onlar inatlarından ötürü ka­bul etmiyorlardı. Neml suresinin şu ayeti de bu konuya değiniyor:

"Vicdanları da bunlar(ın doğru­luğun)a tam bir kanaat getirdiği halde, zulüm ve kibirlerinden ötürü, onları bile bile inkar ettiler." [323]

"Firavun kavmine seslendi ve dedi:"

Herhalde o zaman, Firavun'un mesajlarını çevreye ulaştırma şekli köylere, şehirlere münadiler gönderme biçimindeydi. Zira o miskinler za­manında, yağcı basın, kendi kontrollerine aldıkla­rı haber ajansları, radyo, televizyon gibi araçlar yoktu.

"Ey kavmim! Mısır'ın mülkü ve altından akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Hala görmüyor musunuz?" [324]

Bu sözden, Firavun'un tahtının artık sallan­maya başladığı anlaşılıyor. Zira Musa (a.s.)'nın ardarda getirdiği mucizeler, insanların tanrıları hakkındaki inançlarını sarsmıştı. Firavun'un ilahlık tasladığı ve titizlikle koruduğu hileler su yüzüne çıkmıştı. Etkinliğini yitiren Firavun ba­ğırmaya başladı: Ey alçaklar! Gözlerinizle görmü­yor musunuz ki, bu ülkenin mülkü kimindir? Nil’­den çıkan ve ekonominizin kaynağı olan bu ır­maklar kime aittir. Bütün bu imkanlar, kalkınma projeleri benim ve ailemin eseridir.

"Yoksa ben, kendisi zayıf ve neredeyse söz an­latamayacak durumda bulunan şu adamdan daha hayırlı değil miyim?" [325]

Yani, malı ve gücü olmayan kişiden daha ha­yırlı değil miyim? Kureyş kafirleri de Rasulullah (s.a.v.)'a karşı aynı şeyi söylemişlerdi.

Bazı müfessirler ("Neredeyse söz anlatamaya­cak durumda bulunan" sözüyle) Firavun'un, Mu­sa (a.s.)'nın kekeme oluşunu kastettiğini ileri sü­rerler. Fakat bu sağlıklı bir görüş değildir. Taha suresinde, Musa (a.s.) Rabbinden şu istekte bu­lunmuştur.

"Dilimin bağını çöz ki, sözümü anla­sınlar."[326] Allah (c.c.) isteklerinin tümünü yerine getirmiştir.[327] Kur'an-ı Kerim'in çeşitli yerlerinden de, Musa (a.s.)nın ga­yet mükemmel ve akıcı konuştuğu anlaşılıyor. Fi­ravun asıl şunu demek istiyor: Bu adamın söyle­diği bu anlaşılmaz sözler de neyin nesi? Bizlerin aklı, böyle şeyleri kesinlikle almaz.

"Ona altın bilezikler verilmeli, yahut kendisi ile beraber yardımcı melekler gelmeli değil miy­di?" [328]

Eskiden biri bir bölgeye vali tayin edildiğinde veya bir devlete elçi olarak atandığında, ona üze­rinde değerli zincirler, takılar bulunan bir elbise verilir; yanma da asker, koruma, hizmetçi kata­rak gönderilirmiş. Bunlar onu gönderen, atayan kralın gücünü, ihtişamını temsil edermiş. Dolayı­sıyla Firavun burada demek istiyor ki; Bu Musa gerçekten göğün sultanı tarafından gönderilen bir elçiyse, O'nun üzerinde, sultanın verdiği elbise veya yanında sıra sıra melekler olmalı. Bu ise sı­radan biri. Eline bir sopa almış, ben Alemlerin Rabbinin elçisiyim diyor.

"İşte Firavun bu şekilde kavmini küçümserdi. Onlar da O'na boyun eğdiler. Çünkü onlar yoldan çıkmış bir kavim idiler."

Kur'an bu kısa sözle büyük bir gerçekten söz ediyor: Bir ülkede diktatörlüğünü sürdürmeye ça­lışan hükümdar; bu amaçla her türlü hileye, ya­lancılığa, aldatıcılığa başvurur; bazı vicdanları satın alır; satın alamadıklarını ise zorbalıkla or­tadan kaldırır. Bu diktatör bu uygulamalarıyla açıkça ifade etmese de, halkın aklını, ahlâkını, yiğitliğini ayaklarının altına almış olur. Ve artık, kafası çalışmayan bu korkak budala halkı istediği yöne çekebileceğini düşünür. Halk da ona boyun eğer. Ve diktatörün istediği gibi, yaşam tarzlarıy­la da, ona bağlılıklarını kanıtlarlar. Bu duruma düşmelerinin tek sebebi de "fasık" olmaları dır. Zi­ra onlar, hiçbir şeyi tartışmazlar, hak-batıl, adalet-zulüm neymiş sormazlar. Takdir edilmesi ge­reken doğruluk şeref mi, yoksa yalancılık ve al­çaklık mıdır bilmezler. Bu tür konular onların ilgi alanlarının dışındadır. Onları ilgilendiren tek şey kişisel çıkarlarıdır. Bu nedenle de her zalimi des­teklerler, her azgın diktatörün önünde boyun eğerler, ve her batılı benimseyip, hak sesini sus­tururlar.

"Bizi öfkelendirince onlardan intikam aldık, böylece hepsini suda boğduk. Böylece onları geç­mişin karanlıklarına boğup sonradan gelenlere bir ibret örneği kıldık." [329]

Onların izinden gidenler için selef, ibret alan­lar için ise ibret ve örnek kıldık.

Zuhruf suresi uzun surelerden olmadığı için kıssa, öz olarak anlatılmıştır. Bununla beraber birçok dersi içermektedir ki, bunları açıklamak için üç kıssa zikredilmiştir: İbrahim (a.s.), Musa (a.s.) ve İsa (a.s.) kıssaları. Bu üç kıssanın ana fikri de, edebi bir üslupla dile getirilmiştir.

"Biz de bunlardan daha güçlü olanları helak ettik, öncekilerin örneği de geçmiştir." "Sen­den önce de hangi memlekete uyarıcı göndermişsek, mutlaka oranın varlıklıları, "Biz babalarımı­zı bir din üzerinde bulduk. Biz de onların izlerine uyarız" dediler. Ben size, babalarımızı üzerinde bulduğunuz (din)den daha doğrusunu getirmişsem (yine mi bana uymazsınız?) deyince, dediler ki: "Doğrusu biz sizin gönderildiğiniz şeyi inkar ediyoruz." Biz de onlardan intikam aldık. Bak, yalanlayanların sonu nasıl oldu?"[330]

"Kim Rahman'ın Kur'an'ından yüz çevirirse ona, bir şeytanı arkadaş veririz, ve o şeytan artık onun ayrılmaz dostudur. Şüphesiz bu şeytanlar onları doğru yoldan saptırırlar da onlar kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar." [331]

Zuhruf suresinde peygamber kıssalarının ana fikirleri değişik yerlerde ele almıyor. Bununla be­raber zaman ve mekan açısından aralarında uzaklık bulunan üç peygamberle ilgili olaylar bir arada, bağlantılı olarak zikrediliyor.

"Andolsun biz Musa'yı afetlerimizle Firavun'a ve O'nun ileri gelen adamlarına gönderdik de, "Ben Alemlerin Rabbinin elçisiyim" dedi. Onlara afetlerimizi getirince birden bire onlarla alay et­meğe koyuldular. Bizim onlara göstermekte oldu­ğumuz afet (mucize)lerden her biri, elbette diğe­rinden daha büyüktür. Biz onları azap ile yakala­dık. Umulur ki küfürden imana dönerler." [332]

Ayetin açıkça belirttiği gibi, kişiler de, halk­lar da imtihan edilebilir. İşte belli alanlardaki se­batlar şöyle sınanıyor:

"Yoksa Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?"[333]

"İnsanlar, imtihandan geçiril­meden, sadece "iman ettik" demeleriyle bırakılıverecekierini mi sandılar?" [334]

Halklar da kendilerini toplu şekilde imtihan eden bu ilahi kanuna boyun eğerler. Siyasi ve ik­tisadi krizler... her yerde çarpıklık... yerleşim, gı­da ihtiyaçları, eğitim alanında buhranlar, kriz­ler... Niçin ya Rabbi? Belki dönerler. İmtihanın asıl gayesi budur.. Allah'a dönmek., bunun çok kapsamlı anlamı vardır. Milletler, topluluklar için de geçerlidir bu. Halklar Allah'a dönmeye ay­kırı yolda yürüdükleri sürece, Allah'ın azabı da sürecektir, ta ki; Allah'ın emri gelip, başka bir toplulukla değiştirilene kadar. Dönüş yolu ise bu yol dışındakilere uyanlardan kopmakla, cehen­nem yürüyüşünün liderini reddetmekle ve halkını Allah yoluna götüren bir lidere uymakla müm­kündür.

"Fakat biz onlardan azabı kaldırınca, hemen sözlerinden caymağa başladılar." [335]

Üstad'ın, müfessirlerin "ey sihirbaz" ifadesini "saygı" olarak algılamalarıyla ilgili sözü doğru­dur. Müracaat ettiğim tefsir kitapları -İbni Kesir, Şevkani, Alûsî, Beyzavî- Üstad'ın benimsediği gö­rüşü zikretmişlerdir. Üstad, "sana verdiği ahid uyarınca" ifadesini, "senin makamın" diye tercü­me etmiştir.

"Firavun kavmine seslendi ve dedi: Ey kav­mim! Mısır'ın mülkü ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Halâ görmüyor musu­nuz? Yoksa ben, kendisi zayıf ve neredeyse söz anlatamayacak durumda bulunan şu adamdan daha hayırlı değil miyim? O'na altın bilezikler ve­rilmeli değil miydi?" İşte Firavun bu şekilde kav­mini küçümsedi; onlar da O'na boyun eğdiler. Çünkü onlar yoldan çıkmış bir kavim idiler." [336]

Firavun itaat edilmeye kendisinin daha layık olduğunu kanıtlamak için şu temellere dayanı­yordu:

1- Çünkü O, Mısır'da bulunan insan, hayvan, bitki her şeye hükmediyordu.

2- O, krallarda bulunan azamet ve güce sahip olmayan Musa (a.s.)'dan daha hayırlıydı.

3- Krallar tarafından gönderilen elçiler gibi, O (Musa a.s.) da ihtişamsız, gösterişsiz gelmişti.

4- Mısır'ın fasık ehlini küçümsemek.

Birincisi şu sözünden anlaşılıyor ki: Mısır'ın mülkü benim değil mi? Üstad, "Mısır'ın yönetimi bana ait değil mi?" diye çevirmiş, daha farklı bir şey söylememiştir. Alûsî de, "Mısır'a hükmetmek" diye tefsir etmiştir.

İkincisi ise şu sözüne dayanıyor: "Yoksa ben, kendisi zayıf ve nerdeyse söz anlatamayacak du­rumda bulunan şu adamdan daha hayırlı değil miyim?" Üstad, ayetteki "mehin" kelimesini, al­çak, aşağılık diye çevirmiştir. İbni Kesir, Beyzavi ve Alûsî de böyle yorumlamışlardır. "Nerdeyse söz anlatamayccak" ifadesini, maksadını açıklamayan biçiminde yorumlamıştır. Alûsî'nin tefsi­rinde belirttiği gibi, bu da bir görüştür. Aslında bu, bir dil meselesidir. Zira Musa (a.s.) İsrailoğullarından bir İbraniydi ve dili de Kıptilerinkinden farklıydı. Firavun'un evinde büyümesi dolayısıyla Kıptîce biliyordu, fakat doğal olarak ana dili olan İbranice gibi konuşamıyordu. Kur'an'dan anlaşıl­dığı üzere, Musa (a.s.)'nın anası Firavun sarayın­da mürebbiye olarak bulunuyordu ve çocuğunu kendisi büyütmüştü. Mürebbiyelerin de çocukla­rın dili üzerinde büyük etkisi olduğu bir gerçek. Dolayısıyla annesi O'na kendi dillerini öğretmiş­tir. Musa (a.s.) kaçmcaya kadar beraber yaşamış­lardır. Zira Kur'an-ı Kerim'de O'nun belli bir süre sonra öldüğüne veya Firavun sarayında belli süre çalışıp ta sonra ayrıldığına dair herhangi bir açık­lama yok. Musa (a.s.) kaçınca Kıpti dilinden uzak kaldı. Ayrıca İbranice konuşulan bölgeden bir ha­nımla evlendi. Daha sonra da Kıptî dilini konu­şan Firavun'a hitap etmek üzere görevlendirildi. Bu nedenle pek iyi konuşamadığı dille mesajını iletmeye çalışmasında bu durum garipsenemez. İşte Firavun, "Nerdeyse söz anlatamayacak du­rumda" derken bunu kastediyordu. Bu açıkla­mayla konu hakkında uydurulan hikayeler de bertaraf edilmiş oldu.

Üçüncüsü: Musa (a.s.)'nın yanına adamlarını almadan, değerli elbiseler giymeden, törensiz, şa­tafatsız olarak Firavun'a gitmesidir.

Dördüncüsü: Kavimle alay etmek, onları kü­çümsemek... Üstad, ayetteki ilgili sözleri, "kavmi­ni hafife aldı" diye çevirmiştir. Alûsî'nin belirtti­ğine göre bu tefsir, İbnü'l-Arabî'ye ait olup şöyle­dir: Kavmini küçük-hafîf gördü.

Gerçek şu ki,

"İşte Firavun bu şekilde kavmi­ni küçümsedi; onlar da O'na boyun eğdiler. Çün­kü onlar yoldan çıkmış bir kavim idiler."[337] ayeti, önemli toplumsal ve siyasal kanunları kapsa­yan mucizevi bir ibaredir. Allah (c.c.) ciltlerce kitaplara sığmayan birçok konuyu bu kısacık ifa­deyle açıklıyor. (Yönetenle, yönetilenlerin arala­rındaki bağ, veya halkın yönetimle alakası...) Bu karşılıklı ve dinamik bir bağlantıdır, tek taraflı değil. Her iki taraf ta hareket halindedir. Yöne­tim halkı, halk da yönetimi karşılıklı etkiler. Bu Kur'an ibaresi, "İnsanlar krallarının, hükümdar­larının dini üzeredirler" gerçeği ile, "Nasıl iseniz öyle yönetilirsiniz" gerçeğini bir araya getiriyor. Firavun Mısır halkının akıllarını küçümsedi, on­lar da O'na boyun eğdiler. Kur'an, halkını küçüm­seyene itaati, "fısk" olarak niteliyor. Firavun'a itaat etmeleri de fasık oluşlarından kaynaklanı­yor. Zira O, onları küçümsedi; onları helaka sü­rükledi. Fakat onlar sustular. O'na teslim oldular ve boyun eğdiler. Bütün bunlar sebebiyle de yol­dan çıkmış kavim oldular.

"Bizi öfkelendirince onlardan intikam aldık, böylece hepsini suda boğduk. Böylece onları, geç­mişin karanlıklarına boğup, sonradan gelenlere bir ibret örneği kıldık." [338]

Emir'ül-Mü'minin Hz. Ali (r.a.)'nın dediği gi­bi; yani "bizi öfkelendirince" ve diğerlerinin söyle­diği gibi, "bizi kızdırınca"; "onlardan intikam al­dık, böylece hepsini suda boğduk." Emirleri ve­renle onu uygulayan, ve ona boyun eğen arasın­da, itaat edenle -tehditle de olsa- itaat olunan arasında hiçbir fark yoktur.

Onları, onların yolundan, izinden gidenlere, onların siyasetini uygulayanlara selef; onların akibetlerinden ibret alıp firavunlaşmayan ve hal­kını fîravunlaştırmayanlara bir örnek yaptık.

 

Onikinci Tablo

 

Allah (c.c.) Naziat suresinde şöyle buyuruyor:

"(Habibim!) Sana Musa'nın haberi geldi mi? Tuva'daki kutsal vadide Rabbi O'na seslenmişti."[339]

Mekkelilerin, kıyamete inanmamaları, onun­la alay etmeleri herhangi bir felsefeyi reddetmek için değil, Allah'ın Rasulünü yalanlamak içindi. Yine onlar Rasulullah (s.a.v.)'a tuzak kurarlarken normal ve sıradan bir insana değil, Allah'ın Rasulüne karşı koymak için kuruyorlardı. Allah (c.c.) ahiretle ilgili deliller serdettikten sonra burda, Alemlerin Rabbine, ve peygamberlerin risaletine karşı koyanları uyarmak için Musa (a.s.) ve Fira­vun kıssasını zikrediyor.

Müfessirler "Tuva" nın bir vadi ismi olduğunu söylerler. Fakat kelimenin burada farklı bir anla­mı vardır. Birincisi: "İki defa mübarek kılman kutsal vadi"dir. İlki, Allah (c.c.), Musa'ya hitab et­tiğinde; diğeri de, İsrailoğullarıyla çıkıp bu vadiye geldiğindedir. İkincisi "Geceleyin"dir. O takdirde ayetin anlamı şöyledir: Rabbi, O'na, gece kutsal vadide seslenmiştir. Örneğin Araplar, birinin ge­ce geldiğini ifade ederken bu deyimi kullanırlar.

"Firavun'a git! Çünkü O tuğyan etti. Arınma­ğa gönlün var mı? Sana Rabbinin yolunu göstere­yim de O'ndan kork". [340]

Burada iyice anlaşılması gereken bazı husus­lar var: 1- Musa (a.s.)'ya peygamberlik verilirken onunla, Allah (c.c.) arasındaki konuşma bazen kı­saca, bazen de detaylı olarak verilmiştir. Burada­ki durum kısa olmasını gerektirdiğinden, fazla yer verilmemiştir.[341]

2- Firavun'un tuğyanının anlamı, kulluk sı­nırlarını aşması ve yaratan ve yaratılanlara karşı azmasıdır. Kur'an'ın bunun ardından zikredeceği gibi, Firavun kavmini toplayıp, "Ben sizin en yüce Rabbinizim" diyerek yaratana karşı gelmiştir. Halka karşı ise, onları gruplara bölerek, müstazafları ezerek, kavmini aşağılayarak ve kendisine hayvanlar gibi boyun eğdirerek isyan etmiştir.[342]

3- Allah (c.c.) Musa ve Harun (a.s.)'a şöyle söyleyerek emir vermiştir:

"O'na tatlı dille konu­şun. Belki O aklını başına alır veya korkar." [343] Naziat suresinin bu ayetlerinde, davetçiye, hangi bozuk insan olursa olsun, doğruya davet ederken kullanması gereken tatlı dilin örnekleri veriliyor. Şu surelerde de bu tür örneklere yer ve­rilmiştir: Taha: 49-52, Şuara: 23-28, Kasas: 37. Bütün bunlar, Allah (c.c.)'ın bize davet hikmetini öğrettiği ayetlerdir.

4- Bazılarının sandığı gibi, Musa (a.s.) sadece İsrailoğullarını Firavun'un zulmünden kurtar­mak için gönderilmemiştir. O'nun birinci görevi Firavun ve kavmine doğru yolu göstermektir. İsrailoğullarını Firavun'un işkencesinden kurtar­ması ve Mısır'dan çıkarması ise ikinci görevidir. Bu ayetlerden de anlaşılan budur. Zira Kur'an burada sadece İsrailoğullarını kurtarmasını değil, Firavunu hakka davet etmesini de zikrediyor.[344]

5- Arınma (Tezekki) burda inanç, ahlak ve ya­şayış tarzı olarak söz konusudur. Başka bir deyiş­le, yani islamı kabullenmektir. İbni Zeyd arınma­nın, İslam anlamına geldiğini söyler ve bunu ka­nıtlamak için Kur'an'dan üç örnek getirir:

"İşte tertemiz arınanların mükafatı budur." [345] (Yani müslüman olanların)

"O'nun halini sana kim bildirdi? Belki temiz­lenecek." [346] (Yani belki müslüman olacak).

"Oysa ki O'nun temizlenip arınmasından sen sorumlu değilsin." [347] (Yani müslüman ol­masından...)

6- "Sana Rabbinin yolunu göstereyim de, O'ndan kork." Eğer Rabbini tanır ve senin de O'nun kulu olduğunu, başıboş bırakılmadığını an­larsan, o zaman kalbinde korku belirir. Kişinin dünyada doğru yolda bulunması Allah korkusuna bağlıdır. Zira Allah'ı tanımadan, O'ndan korkma­dan arınma, temizlenme sözkonusu olamaz.

"O anda, O'na en büyük mucizeyi gösterdi." [348]

"En büyük mucize"den kasıt, asanın yılana dönüşmesidir. Kur'an'ın birçok yerinde zikredil­miştir. Doğal olarak da, cansız olan asanın izleyi­cilerin gözü önünde, sihirbazların iplerle, sopalar­la yaptıkları sun'î yılanları yutan bir yılana dö­nüşmesinden daha büyük bir mucize olamaz. Öy­le ki, Musa (a.s.), onu tekrar eline aldığında eski haline dönüyor. Bu da, O'nun, Allah (c.c.) tarafın­dan gönderildiğin apaçık bir alâmetidir.

"Hemen yalanladı ve isyan etti. Sonra tuzak kurmağa çalışarak geri döndü." [349] Bu olay Kur'an-ı Kerim'in bir çok yerinde detaylı olarak anlatılmıştı. Firavun ülkenin her yanından sihir­bazlar toplamıştı. Onlar da herkesin önünde iple­rini, sopalarını yılanlara, ejderhalara dönüştüre­ceklerdi. Boyleee halk da, Musa (a.s.)'nın peygam­ber değil, aslında sihirbaz olduğunu ve sopayı yı­lana dönüştürmeyi her sihirbazın başarabildiğini anlayacaktı. Fakat Firavun'un tuzağı tersine dön­dü. Siharbazlar yenildiler ve Musa (a.s.)'nın getir­diğinin sihir değil, gerçek bir mucize olduğuna inandılar.

"Derhal adamlarını topladı ve onlara bağırdı: Ben, sizin en yüce Rabbinizinı, dedi." [350]

Firavun'un bu iddiası Kur'an'ın değişik yerle­rinde geçmişti. Musa'ya şöyle demişti:

"Benden başkasını tanrı edinirsen andolsun ki, seni zindana kapatılmışlardan ederim". [351] Devlet adamlarına da şöyle diyerek hitap etmişti:

"Sizin için benden başka bir ilah tanımıyorum." [352]

Firavun bunları söylerken, kendisinin evre­nin yaratıcısı olduğunu söylemiyor ve Allah (c.c.)'ın varlığını da inkar etmiyordu. İlah olduğu­nu iddia etmek; insanları kendisine dini anlamda bir tanrı olarak inanmaları için sorumlu tutmak gibi bir maksat taşımaz. Zira Kur'an, O'nun baş­ka ilahlara taptığını ifade ediyor. Nitekim bir ke­resinde, adamları O'na şöyle seslenmişti:

"Mu­sa'yı ve kavmini, seni ve tanrılarını bırakıp yer­yüzünde bozgunculuk çıkarsınlar (halkı senin aleyhine) kışkırtsınlar diye bırakacak mısın?" [353] Firavun şöyle diyordu:

"O'na altın bi­lezikler verilmeli, yahut kendisi ile beraber yar­dımcı melekler gelmeli değil miydi?" [354]

Gerçek şu ki, Firvun dini değil, siyasi anlam­da tanrılık taslıyordu. O şunu demek istiyordu: En üst düzeyde yetkili benim. Benim devletimde, benden başkasının yönetme hakkı olamaz. Benim üstümde emrine boyun eğilecek hiçbir otorite yok­tur.

"Allah Onu, herkese ibret olarak dünya ve ahiret azabıyla cezalandırdı. Elbette onlarda, kor­kan kimseler için bir ibret vardır." [355]

Kur'an-ı Kerim diğer bir kere de peygamber kıssalarından sadece Musa (a.s.) ve Firavun kıs­sasını seçiyor. Kıyamete ve hakka inanmamanın, isyanın örneği insanlığa sunuyor. Sanki bu kıssadan devlet adamlarının, peygamberlerin islam davetlerine karşı tutumlarını sergileyen eksiksiz mükemmel bir numunedir. Kıssa, Musa (a.s.)'nın Firavun'un ahirete inanmamasının üzerinde fazla durmamıştır. Çünkü eski Mısırlılar öldükten son­ra dirilmeye ve hesap gününe inanıyorlardı. Fa­kat O, uygulamalarıyla kıyamet gününü yalanla­yan en ideal bir devlet başkanı örneğiydi. O'nun ve adamlarının izledikleri siyaset; insanları ez­meleri, ülkeyi zulümle yönetmeleri, müslümanlara -o dönemin İsrailoğullarına- işkence etmeleri ve ülkedeki her şeye tahakküm etmeleri aslında onların ahirete inanmadıklarını gösteriyor. Zira kıyamet gününde, Allah'ın önünde uyguladığı yö­netim sisteminden hesaba çekileceğine inanan bir lider, ahirette cezasını çekeceği işleri yapmaz ve başkalarının yapmasına da izin vermez. İşte "korkmak" kelimesi bu durumla ilgilidir.

Akla şöyle bir soru gelebilir: Biz de bugün -İslami hareketimizde- Musa (a.s.)'nın, Firavun'a karşı izlediği üslubu, günümüz firavunlarına kar­şı sürdürmek ve tatlı dille konuşmak zorunda mı­yız?

Bu soruya iki şıkla cevap verilebilir:

1- Musa (a.s.)'nın Firavun'u müslüman değil­di. Bu nedenle de Musa (a.s.)'nın, O'nu tatlı bir üslupla davet etmesi gerekirdi. Davette ise şidde­te yer yoktur. Zira kılıcı adamın boynuna daya­yıp, "iman et" dersen, adam nasıl iman etsin? İnanç meselesi çok farklıdır. Musa (a.s.)'nın, Rabbinin emriyle yaptığı gibi, sadece anlatma ve ikna etme yoluyla olur. O, Firavunla girdiği tartışnıada da bunun en güzel örneğini vermiştir.

2- Tatlı konuşma uygulama safhasında değil, davet aşamasında gereklidir. Uygulamada ise, güce başvurulur. Bedir, Uhud ve diğer savaşlar hep buna örnektir.

Şimdi tabloyu kısaca ele alan ayetlere döne­lim:

"(Habibim!) Sana Musa'nın haberi geldi mi? Tuva'daki kutsal vadide Rabbi O'na seslenmişti. Firavun'a git! Çünkü O tuğyan etti. De ki: Arın­mağa gönlün var mı? Sana Rabbinin yolunu gös­tereyim de O'ndan kork. O anda O'na en büyük mucizeyi gösterdi. Hemen yalanladı ve isyan etti. Sonra tuzak kurmağa çalışarak geri döndü. Derhal adamlarını topladı ve onlara bağırdı: "Ben si­zin en yüce Rabbinizim!" dedi. Allah O'nu, herke­se ibret olarak dünya ve ahiret azabıyla cezalan­dırdı. (Dünya azabı denizde boğulmak, ahiret aza­bı cehenneme gitmektir). Elbette onlarda, korkan kimseler için bir ibret vardır." [356]

Ayetlerin lafızları az ve serice geçiyor. Her söz, uzun zaman alan bir hareketi, çok geniş bir olayı kapsıyor. Örneğin, "Sonra tuzak kurmağa çalışarak geri döndü" ayeti birçok olayı kapsıyor. "Derhal adamlarını topladı ve onlara bağırdı" ayeti de, birçok olayı kapsıyor... İnsanları toplu­yor; bunun için ilgili bakanlıklarla konuşup organizeyi sağlıyor. Bütün halka mesajlarını iletmek için birçok şey tertib ediyor.

İşte kıssa, üstün bir üslupla, hiçbir edebi ek­sikliğe yer vermeden olayı böyle açıklıyor.



[1] A’raf: 7/103.

[2] A’raf: 7/103-104.

[3] A’raf: 7/104-105.

[4] A’raf: 7/106-108.

[5] Yahudilik dini tarihçisi. (Derleyen)

[6] A’raf: 7/111-112.

[7] A’raf: 7/113-117.

[8] A’raf: 7/118-122.

[9] A’raf: 7/123-126.

[10] A’raf: 7/127.

[11] A’raf: 7/127-132.

[12] Neml: 27/13-14.

[13] Neml: 27/133.

[14] Bakınız, Tevrat-Çıkış; Bab: 7-12.

[15] A’raf: 7/133-137.

[16] A’raf: 7/137.

[17] A’raf: 7/94.

[18] A’raf: 7/96.

[19] A’raf: 7/99.

[20] A’raf: 7/101-102.

[21] A’raf: 7/103.

[22] A’raf: 7/104-105.

[23] A’raf: 7/106.

[24] A’raf: 7/107.

[25] A’raf: 7/108.

[26] A’raf: 7/109-112.

[27] Şuara: 26/34-35.

[28] A’raf: 7/113-114.

[29] A’raf: 7/115-118.

[30] A’raf: 7/119-126.

[31] A’raf: 7/127.

[32] A’raf: 7/128-129.

[33] A’raf: 7/130-131.

[34] A’raf: 7/132.

[35] A’raf: 7/133.

[36] A’raf: 7/134-135.

[37] A’raf: 7/136-137.

[38] Yunus:10/75.

[39] Yunus: 10/75.

[40] Yunus: 10/76.

[41] Yunus: 10/2.

[42] Yunus: 10/17-19.

[43] Daha geniş açıklama için şu ayetlere bakabi­lirsiniz: Taha: 20/44-52; Zuhruf: 43/46-56; Müzzemmil: 73/15-16.

[44] Yunus: 10/77.

[45] Yunus: 10/78.

[46] Daha geniş açıklama için Araf ve Gafîr sure­lerinin şerhlerine bakabilirsiniz.

[47] Yunus: 10/78-81.

[48] Yunus: 10/81-83.

[49] (Çıkış: 5/20-21)

[50] A'raf: 7/129.

[51] Yunus: 10/83.

[52] Yunus: 10/85-86.

[53] Yunus: 10/87.

[54] Yunus: 10/87.

[55] Yunus: 10/88.

[56] Yunus: 10/88.

[57] Yunus: 10/88.

[58] Yunus: 10/89.

[59] Yunus: 10/90.

[60] Yunus: 10/91-92.

[61] Yunus: 10/92.

[62] Yunus: 10/74.

[63] Yunus: 10/75-78.

[64] Yunus: 10/79-82.

[65] A'raf: 7/115.

[66] Yunus: 10/83.

[67] Kasas: 28/4.

[68] Yunus: 10/84-86.

[69] Yunus: 10/87-89.

[70] Yunus: 10/90-92.

[71] Gafir: 84-85

[72] Yunus: 10/92.

[73] Hud: 11/96-98.

[74] Hud: 11/21-22.

[75] Hud: 11/23.

[76] Hud: 11/96-97.

[77] Hud: 11/99.

[78] Hud: 11/99.

[79] İsra: 17/101.

[80] İsra: 17133.

[81] İsra: 177/101.

[82] İsra: 17/47.

[83] İsra: 17/102.

[84] İsra: 17/102.

[85] İsra: 17/103-104.

[86] İsra: 17/76.

[87] İsra: 17/90-93.

[88] İsra: 17/101.

[89] İsra: 17/102.

[90] İsra: 17/103-104.

[91] İsra: 17/104.

[92] Taha: 20/42-44.

[93] Taha: 20/45-48.

[94] Çıkış, 3

[95] Taha: 20/49.

[96] Naziat: 79//24.

[97] Zuhruf: 43/51.

[98] Kasas: 28/38.

[99] Şuara: 26/29.

[100] Taha: 20/50.

[101] Taha: 20/51.

[102] Taha: 20/52.

[103] Taha: 20/53-54.

[104] Taha: 20/55.

[105] Taha: 20/56.

[106] Taha: 20/56-57.

[107] Ör­nekler için şu ayetlere bakabilirsiniz: A'raf: 7/110-123, Yunus: 10/78, Müminun: 23/24.

[108] Taha: 20/58-59.

[109] Taha: 20/60.

[110] Arnold Toynbye, Dirasetü't-Tarih, s. 31-32.

[111] Taha: 20/61.

[112] Taha: 20/61.

[113] Taha: 20/61-62.

[114] Taha: 20/63.

[115] Taha: 20/64.

[116] Taha: 20/64-65.

[117] Taha: 20/65-66.

[118] Taha: 20/116.

[119] Taha: 20/67.

[120] Taha: 20/68-69.

[121] Taha: 20/69-70.

[122] Taha: 20/20.

[123] Taha: 20/71.

[124] A’raf: 7/123.

[125] Taha: 20/71.

[126] Taha: 20/71.

[127] Taha: 20/71.

[128] Taha: 20/72.

[129] Taha: 20/72-74.

[130] Taha: 20/75-77.

[131] Geniş açıklama için şu ayetlere müracat ediniz: Araf: 7/130-147, Yunus: 10/83-92, Mü­min: 40/23-50, Zuhruf: 43/46-56.

[132] Taha: 20/77.

[133] Şuara: 26/63.

[134] Taha: 20/77-78.

[135] Taha: 20/79.

[136] Bab: 5, ayet: 2-5.

[137] Bab: 7, ayet: 8-12

[138] Bab: 5, ayet: 3.

[139] The Talmut selections by H. Polano, PP. 150-154.

[140] Taha: 20/99-102.

[141] Taha: 20/42-48.

[142] Taha: 20/49-52.

[143] Taha: 20/53-54.

[144] Taha: 20/56-59.

[145] A’raf: 7/60-64.

[146] Taha: 20/65-69.

[147] Taha: 20/70-71.

[148] Taha: 20/72-73.

[149] Taha: 20/74-76.

[150] Taha: 20/77-79.

[151] Gafir: /29

[152] Mü’minun: 23/45

[153] Da­ha geniş bilgi için Zuhruf suresine müracat ediniz.

[154] Müminun: 23/46.

[155] Müminun: 23/47.

[156] Bakınız; A'raf: 7/63-69, Yunus: 10/2, Hud: 11/27-31, Yusuf: 12/109, Ra'd: 13/38, İbrahim: 14/10-11, Nahl: 16/43, İsra: 17/94-95, Kehf: 18/11, Enbiya: 21/3-34, Müminun: 23/33-47, Furkan: 25/7-20,Şuara: 26/154-186, Yasin: 36/15.

[157] Müminun. 23/47.

[158] Mü’minun: 23/48.

[159] Musa (a.s.) ve Firavun kıssasının ayrıntıları için bakınız; Bakara: 2/49-50, Araf: 7/103-136, Yu­nus: 10/75-92, Hud: 11/96-99, İsra: 17/101-104, taha: 20/9-80.

[160] Mü’minun: 23/24.

[161] Mü’minun: 23/33-34.

[162] Mü’minun: 23/41.

[163] Şuara: 26/10.

[164] Karşılaştırmak için bakınız: A'raf: 7/103-137, Yunus: 10/75, 92, İsra: 17/101-104, Taha: 20/9-79.

[165] Şuara: 26/10-11.

[166] Şuara:26/11.

[167] Şuara: 26/12-13.

[168] Şuara: 26/29-30

[169] Bakınız: Çıkış: 4/1-71. Daha detay­lı bilgi için Taha suresine müracat ediniz,

[170] Şuara: 26/15.

[171] Ayrıntıları A'raf:7 Taha:20 Neml:27 ve Kasas:28 surelerinde zikredilmişti.

[172] Şuara: 26/16-17.

[173] Şuara: 26/18.

[174] Detaylı bilgi için A'raf:7 suresine bakınız.

[175] Şuara: 26/19-20.

[176] Şuara: 26/21.

[177] Şuara: 26/22.

[178] Şuara: 26/23.

[179] Şuara: 26/25-26.

[180] Şuara: 26/27-38.

[181] Şuara: 26/29.

[182] Şuara: 26/30.

[183] Şuara: 26/31.

[184] Şuara: 26/32.

[185] Şuara: 26/33.

[186] Şuara: 26/34-35.

[187] Şuara: 26/35.

[188] Şuara: 26/36-38.

[189] Şuara: 26/39.

[190] Şuara: 26/40.

[191] Şuara: 26/41.

[192] Şuara: 26/42.

[193] Şuara: 26/43-44.

[194] Şuara: b26/116.

[195] Şuara: 26/66-67.

[196] Şuara. 26/45-48.

[197] Şuara: 26/49.

[198] A’raf: 7/123.

[199] Şuara: 26/49.

[200] Şuara: 26/50-51.

[201] Şuara: 26/52.

[202] Şuara: 26/53-56.

[203] Şuara: 26/57-58.

[204] Şuara. 26/59.

[205] A’raf: 7/136-137.

[206] Şuara: 26/60-62.

[207] Şuara: 26/63.

[208] Taha: 20/77.

[209] Duhan: 44/24.

[210] Şuara: 26/64.

[211] Şuara: 26/65-67.

[212] Yunus: 10/90.

[213] Şuara: 26/4.

[214] Şuara: 26/5-6.

[215] Şuara: 26/10-17.

[216] Şuara: 26/19.

[217] Şuara: 26/19.

[218] Şuara: 26/20.

[219] Şuara: 26/21.

[220] Şuara: 26/22.

[221] Şuara: 26/23.

[222] Şuara: 26/24.

[223] Şuara: 26/25.

[224] Şuara: 26/26.

[225] Şuara: 26/27.

[226] Şuara: 26/28.

[227] Şuara: 26/29.

[228] Şuara: 26/30.

[229] Şuara: 26/31.

[230] Zuhruf: 43/51.

[231] Şuara: 26/31.

[232] Şuara: 26/32-33.

[233] Şuara: 26/34-42.

[234] Şuara: 26/43-51.

[235] Şuara: 26/52-58.

[236] Neml: 27/9-10.

[237] Neml: 27/10.

[238] Neml: 27/11.

[239] Kasas: 28/16.

[240] Neml: 27/12.

[241] A’raf: 7/101.

[242] Neml: 27/12-14.

[243] (Çıkış Kita­bı, Bab: 8-10)

[244] İsra: 17/102.

[245] Mü'minûn: 23/47.

[246] Neml: 27/14.

[247] Neml: 27/2-3.

[248] Neml: 27/4-5.

[249] Neml: 27/9-11.

[250] Neml: 27/12.

[251] Neml: 27/13-14.

[252] Kasas: 28/1-3.

[253] Karşılaştırmak için bakınız: Bakara: 2/47-59, Araf: 7/100-141, Yunus: 10/75-92, Hud: 11/96-109, İsra: 17/101-111, Meryem: 19/51-53, Taha: 20/1-30, Müminun: 23/51-76, Şuara: 26/10-32, Neml: 27/1-14, Ankebut: 29/39-40, Mümin: 40/23-50, Zuhruf: 43/46-56- Duhan: 44/1-33, Zariyat: 51/38-40- Naziat: 79/15-26.

[254] Kasas: 28/4.

[255] Kasas: 28/4.

[256] Çıkış: 1/8-16

[257] Kasas: 28/49.

[258] (Bkz: Dairetü'l Mearif el-Yahudiyye, Musa Maddesi; The Talmud Selections sh. 123-124)

[259] Kasas: 4-5.

[260] Kasas: 28/5.

[261] Kasas: 28/6.

[262] Kasaas: 28/30-32.

[263] Kasas: 28/32.

[264] Kasas: 28/32.

[265] Taha: 20/23.

[266] Şuara: 26/10.

[267] (Çıkış: 3-4)

[268] Kasasa: 28/36.

[269] Kasas: 28/36.

[270] Naziat: 79/18-19.

[271] Taha: 20/47-48

[272] Kasas: 28/37.

[273] Kasaas: 28/38.

[274] A'raf: 77/127.

[275] Zuhruf: 43/51.

[276] Yunus: 10/78.

[277] Taha: 20/57.

[278] Gâfîr: /26.

[279] (Daha geniş açıklama için Ta­ha suresine bakınız.)

[280] Kasas: 28/38.

[281] Zuhruf: 43/53.

[282] Kasas: 28/39.

[283] Kasas: 28/39.

[284] Kasas: 28/40.

[285] Kasas: 28/40-41.

[286] Kasas: 28/41-42.

[287] Kasas: 28/4-5.

[288] Al-i İmran: 3/140.

[289] Kasas: 28/40.

[290] Kasas: 28/42.

[291] Gafir: /23.

[292] Gafir: /24-25.

[293] Gafir: /25.

[294] Gafir: /25.

[295] Yahudi hikayeleri mecmuası

[296] Gafir: /26.

[297] Gafir: /26.

[298] Gafir: /27.

[299] Gafir: /28-29.

[300] Gafir: /36-37.

[301] Gafir: /44.

[302] Gafir: /45.

[303] Gafir: /45.

[304] Gafir: /46.

[305] Gafir: /47.

[306] Gafir: /48.

[307] Gafir: /50.

[308] Gafir: /51-52.

[309] Gafir: /22.

[310] Gafir: /23-25.

[311] Gafir: /28-35.

[312] Gafir: /37.

[313] Gafir: /38-44.

[314] Gafir: /45-46.

[315] Gafir: /47-50.

[316] Gafir: /51-52.

[317] Saffat: 37/171-173.

[318] Zuhruf: 43/46.

[319] Daha geniş açıklama için şu surelere bakınız: Araf:7 Taha:20 Şuara:26 Neml: 27,Kasas:28.

[320] Zuhruf: 43/46-47.

[321] Çıkış, Bab: 7-12

[322] Zuhruf: 43/48-50.

[323] Neml: 27/14.

[324] Zuhruf: 43/51.

[325] Zuhruf: 43/52.

[326] Taha. 20/27-28.

[327] Bkz: 27-36, Taha:20.

[328] Zuhruf: 43/53.

[329] Zuhruf: 43/55-56.

[330] Zuhruf: 43/23-25.

[331] Zuhruf: 43/36-37.

[332] Zuhruf: 43/46-48.

[333] Al-i İmran: 3/142.

[334] Ankebut: 29/2.

[335] Zuhruf: 43/50.

[336] Zuhruf: 43/51-54.

[337] Zuhruf: 43/54.

[338] Zuhruf: 43/55-56.

[339] Naziat: 79/15-16.

[340] Naziat: 79/17-19.

[341] Şu surelerde bu konu genişçe ele alınmıştır: Taha: 20/9-48, Şuara: 26/1-17, Neml: 27/7-12, Kasas: 28/29-35.

[342] Bu husus, Zuhruf: 43/4 ve Neml: 27/54'te belirtilmiştir.

[343] Ta­ha,: 20/44.

[344] Şu ayetlere bakınız: A'raf: 7/104-105, Taha:20/ 47-52, Şu­ara: 26/16-17, 23-28.

[345] Taha: 20/76.

[346] Abese: 80/3.

[347] Abese: 80/7.

[348] Naziat: 79/20.

[349] Naziat: 79/21-22.

[350] Naziat: 79/23-24.

[351] Şuara: 26/29.

[352] Kasas, 38

[353] A'raf: 7/127.

[354] Zuhruf: 43/53.

[355] Naziat: 79/25-26.

[356] Naziat: 79/15-26.