1- Fitne Kelimesinin Semantik Yapısı
2- Kur'an'da Fitne Kavramının Kullanımı
Ftn Kök Ve Türevlerinin İmtihan, Sınama Anlamında Kullanımı
Ftn Kök Ve Türevlerinin Baskı, Zulüm, İşkence Sınama Anlamında Kullanımı
FTN Kök Ve Türevlerinin Sapma, Saptırma Ve Ayartma Anlamlarında Kullanımı
4. Fesat, Kargaşa, Karışıklık Çıkarma
Fitne Kelimesinin Fesat, Kargaşa, Karışıklık Çıkarma Anlamlarında Kullanımı
FTN Kök Ve Türevlerinin Belâ Ve Musîbet Anlamında Kullanımı
FTN Kök Ve Türevlerinin Azap Anlamında Kullanımı
3- Kuranda Fitne Kavramının Anlamını Karşılayan Bazı Kelimeler
4- Vahiy Surecinde Fitne Kavramının Gelişim Seyri
Nüzül Sürecinde F-T-N Kök Ve Türevlerinin Kurandaki Kullanımları
KUR'AN'A GÖRE FİTNENİN MAHİYETİ
A- Allah'ın Sınamasının Mahiyeti
B- Varlık Olarak İnsanın Sınanması
1- Yaratılıştaki Üstünlük Açısından Sınanma
3- Bilgi, İrâde ve Hürriyet Açısından Sınanma
a- Zakkum Ağacı (Şeceretü'z-Zakkûm)
c. Hz. Salih'in Mucizesi Dişi Deve
e. Şeytanın Peygamber'in Düşüncesine Müdahale Etmeye Kalkışması
c- Firavun'un Kavminin Sınanması
1- Beşerî Fitneyi Çıkaranlar Açısından
2- Beşerî Fitneye Maruz Kalanlar Açısından
F- Beşerî Fitne Karşısında Kuranın Tutumu
D- Şeytanî Fitne Karşısında Kuranın Tutumu
1962 yılında Erzincan'da doğdu. İlk ve orta öğrenimini burada sürdürdü. 1980 yılında Erzincan İmam-Hatip Lisesi'nden, 1984 yılında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden mezun oldu. 1986 yılında aynı üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü Tefsir Bilim Dalı'nda Emsâlü'l-Kur'ân adlı Yüksek Lisans tezini, 1993 yılının sonunda Tâcü'l-Kurrâ el-Kirmânî ve Lübâbü't-Tefâsîr Adlı Tefsiri isimli Doktora tezini tamamladı. 1988-1991 yılları arasında Diyanet İşleri Başkanlığı İstanbul Haseki Eğitim Merkezinde İslâmî İlimler İhtisas Kursuna katıldı. 1985-1995 yılları arasında Diyanet İşleri Başkanlığı taşra teşkilatında çalıştı. 1995 yılında Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesine Yrd. Doç. olarak atandı. Halen aynı Fakülte'de Tefsir Anabilim Dalı'nda Öğretim üyesi olarak görevini sürdürmektedir.[1]
İnsanoğlunun doğruyu bulma vasıtalarından biri akıldır. Ancak akıl her konuda doğruyu bulabilme gücüne sahip değildir. Onun için Allah, merhamet ve adaletinin bir tecellisi olarak insanın doğruyu bulabilme çabasında yardımcı olması için, aklın yanında, vahyi devreye sokmuştur. Bundan dolayı dünya ve âhiret için bir hidâyet rehberi olan Kur'an'ı anlamak, insanoğlunun başlıca görevidir.
Kur'an'ın anlaşılma probleminin başında çok anlamlı kelimeler gelir. Fitne kavramı da bunlardan birisidir. Bu tür kelime ve kavramları Kur'an bütünlüğü çerçevesinde anlamaya çalışmak gerekir. Buna uyulmadığı takdirde yanlış anlama ve yorumların oluşması kaçınılmazdır. Kavramsal çalışmaların bu tür yanlış kanaatleri büyük oranda engelleyeceğini söylemek mümkündür. Fitne kavramını etraflı bir şekilde yeni bir okumaya tabi tuttuğumuz bu çalışmanın da söz konusu amaca hizmet edeceğini ümit etmekteyiz.
Çalışmamız, giriş kısmı dışında iki ana bölümden oluşmaktadır. Giriş kısmında konunun önemi, amacı, takip edilen yöntem ve yararlanılan kaynaklar hakkında bilgi verilmiştir. Fitne kavramının kavramsal çerçevesini belirlemeye çalıştığımız birinci bölümde, fitne kelimesinin semantik yapısı ve Kur'an'daki kullanımı üzerinde durulmuştur. Bu bölümde fitne kavramının daha iyi anlaşılmasına katkı sağlayacağı düşüncesiyle diğer bazı kavramların tahliline de yer verilerek vahiy sürecinde bu kavramın kazandığı anlamsal gelişme seyri tespit edilmeye çalışılmıştır. İkinci bölümde Kur'an'a göre fitnenin mahiyeti, ve çeşitleri üzerinde durulmuştur. Burada gerçekleştirmeye çalıştığımız şey, fitne denilen ve insanın en kritik anlarını ifade eden olgunun Kur'an'ın nazarında hangi temele oturtulduğu ve fitne olgusuna karşı insanî tutumun nasıl olabileceğini tespit etmektir. Sonuç kısmında ise bu araştırmada ulaştığımız önemli bulguları özetledik. Çalışmalarım esnasında yardımlarını esirgemeyen değerli mesai arkadaşlarım Doç. Dr. Abdullah Kahraman, Yrd. Doç. Dr. İsmail Çalışkan, Dr. Ömer Aslan ve Durmuş Arslan'a ve emeği geçen diğer meslektaşlarıma teşekkür etmek benim için zevkli bir görev olacaktır. Gayret bizden yardım her zaman Allah'tandır.
Yrd. Doç. Dr. Hasan KESKİN[2]
Yüce Allah'ın insanlığa gönderdiği en son Kitap Kur'an'dır. Bu kitabın temel hedefi maddî ve ruhî açıdan sağlıklı insan yetiştirmek, huzurlu ve müreffeh toplumlar oluşturmaktır. Bu sebeple Kur'an, insanlığın yararına olan şeyleri emir ve tavsiye ederken, zararlı olan şeyleri de yasaklamıştır. Çünkü bazı davranışlar Kur'an'ın hedeflediği ufuklara varmayı engelleyici niteliktedir.
Kur'an, mesajını insanlara ulaştırırken bazı temel kavramları araç edinmiştir. Değişik türevleri ile de olsa, bu kavramların, sık sık Kur'an'ın değişik yerlerinde tekrar edildiğini görmekteyiz. Şüphesiz bu tekrarlar, önemlidir ve boşuna değildir. İlk bakışta bir kavramın tek bir anlamı olduğu ve geçtiği her yerde aynı anlamın kastedildiği sanılabilir; ancak Kur'an kültürüne vakıf olundukça durumun böyle olmadığı rahatlıkla görülebilir. Buna göre bazı kavramlar kullanıldıkları yere göre farklı manalar kazanabilmektedir. Bu durum, bir taraftan Kur'an âyetlerinde var olan anlam zenginliğine işaret ederken, bir taraftan da okuyucuyu daha dikkatli olmaya davet etmektedir.
Farklı yönlere çekilmeye müsait olan ve anlamada hassasiyet gerektiren Kur'anî kavramlardan biri de "fitne" kavramıdır. Bu kavram kültürel ve geleneksel kabullerle bazen siyasî bazen de sosyolojik bir boyut kazanmakta ve bu boyutu ile de algılanmaktadır. Bu sebeple söz konusu kavramın Kur'an'da geçtiği her yerde, Kur'an'ın bütünlüğü çerçevesinde kazandığı anlamların, incelemeğe değer bir husus olduğunda şüphe yoktur. Çünkü Kur'an'da bazen aynı lafızli kelimeler birden çok anlamda kullanılmakta ve için-. de yer aldığı bağlama göre değişik manalar kazanabilmektedir. Bu kelime ve kavramlar, tekrarlandığı her yerde insan zihninde farklı çağrışımlar yaparak onun düşünce ufkunun gelişmesine ve zenginleşmesine katkı sağlayan bir özelliğe sahiptir.
Bugün Türkçe'mizde kullandığımız kelimelerin bir kısmının Kur'an'da yer aldığı bilinmektedir. Başlangıçta belki Kur'anî anlamları ile dilimize giren bu kelimeler zamanla bir takım anlam daralmalarına uğramış, kısmen veya tamamen millî yada yöresel bir içerik kazanmışlardır. Türkçe'mizdeki Kur'an asıllı kelimeler, Kur'anî manalarını kaybedince bunlara dayalı düşünce de Kur'an ekseninden uzaklaşmaya başlamıştır. Kur'an'ı kendi diliyle değil de yöresel ve geleneksel kavramlarla algılamaya çalışmanın bazı yanılmaları beraberinde getirmesi kaçınılmazdır. Dolayısıyla Kur'an'ı her zaman kendi üslûbu ve bütünlüğü çerçevesinde anlamaya çalışmak son derece önemlidir.
Kur'an'da sıkça yer alan fitne kavramı söz konusu hassas özelliklere sahip kelimelerden biridir. Birden çok anlama sahip olan bu kavramı siyak ve sibakından kopararak tek bir kelime ile ifade etmek mümkün değildir. Çünkü Kur'an'ın sağlıklı anlaşılması için onda yer alan kelime ve kavramların Kur'an bütünlüğü çerçevesinde anlaşılması hayati önem taşır. Bizi fitne kavramını incelemeye sevk eden sebeplerin başında da bu durum gelmektedir. Kur'an'ın anlaşılmasına, küçük de olsa, bir katkı sağlamak amacıyla böyle bir çalışmaya giriştiğimizi söylemek en mütevazı bir beyan olacaktır. [3]
Her şeyden önce yaptığımız bu çalışma bir kavram çalışmasıdır. Bu tür çalışmalarda ele alınan kavramın önce etimolojik kökeninin tespit edilmesi, daha sonra semantik tahlilinin yapılması gerekir. Zira kelimenin tarihi süreç içerisinde kazandığı yeni ve yöresel ya da kültürel anlamların ortaya çıkarılması ve bir takım anlamsal daralmaların, yahut farklılaşmaların olup olmadığının bilinebilmesi için etimolojik ve semantik tahliller kadar üzerinde araştırma yapılan metnin bütünlüğü içerisinde de bunun takip edilmesi gerekir.
Bu kapsamda metot olarak önce fitne kelimesinin semantik yapısı çerçevesinde sözlük ve terim anlamlarının tespit edilmesine, bunun yanı sıra söz konusu kelimenin Kur'an bütünlüğü içerisinde kazandığı anlamların ortaya konulmasına çalışılmıştır. Ayrıca Kur'an'da fitne ile anlam ilişkisi olan diğer bazı kelimeler de incelenmiş, bu yolla fitne kavramının boyutları ilişkili olduğu diğer kavramlar yardımıyla tanıtılmaya çalışılmıştır.
Çalışmamızın ilk başvuru kaynaklarını, matbu olarak el altında kolayca ulaşılabilecek olan temel Arapça lügatler oluşturmuştur. Bunlar içerisinde Halil b. Ahmed'in Kitâbü'l-'Ayn'ını, İbn Dureyd'in Cemheretü'l-lüğa'sını, İbn Abbâd'ın el-Muhıt'ını, İbn Fâris'in, Mücmelü'l-Iüğa ve Mu'cemü mekâyîsi'l-lüğa'sını, Cevheri'nin es-Sıhah'ını, Zemahşerî'nin Esâsü’l-belâğa'sını, İbn Man-zûr'un Lisânü'l-'arab'ını, Fîrûzâbâdî'nin Kâmûsu'l-muhît'ını, Zebîdî'nin, Tacü’l-'arûs'unu, Ahmed Rızâ'nın, Mu'cemü metni'l-lü-ğa'sını sayabiliriz.
Daha sonra kelimenin Kur'an'daki şeklî, anlamsal ve kavramsal kullanımları, hangi âyette ne anlamda kullanıldığı belirlenmeye çalışılmıştır. Bunu yaparken de öncelikle Meâni'l-Kur'ân ve Ğarîbü'1-Kur'ân gibi Kur'an lügatlerinden ve temel tefsir kaynaklarından yararlanılmıştır. Böylece ikinci temel başvuru kaynaklarımız Garibü'l-Kur'ân ve üçüncü olarak da tefsirler olmuştur. Bunlar arasında İbn Kuteybe'nin Tefsîrü garîbi'l-Kur'ân'ı, Ebû Ubeyde'nin Mecâzü'l-Kur'ân'ı, Râğıb el-İsfahânî'nin Müfredât’ı, Taberî'nin, Câmi'u'l-beyân'ı, Zemahşerî'nin el-Keşşâf'ı, İbnü’l-Cevzî'nin Zadü'l-mesîr'i, ve Nüzhetü'l-a'yün'ü, Râzî'nin et-Tefsîrü'l-kebîri, 'iz b. Abdüsselâm'ın, Tefsîrü’l-Kur'an'ı, Kurtubî'nin, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân'ı, Beyzâvî'nin, Envârü't-tenzîl’i, Nesefî'nin Medârikü't-tenzîl’i, Hâzin'in, Lübâbü't-te'vîl’i, İbn Kesîr'in Tefsî-rü'1-Kur'ân'ı, Fîrûzâbâdî'nin Besâiru zevî't-temyîz'i, Ebu's-suûd'un İrşâdü'l-aklı's-selim'i, Âlûsî'nin Rûhu'l-meâni’si; Reşîd Rızâ'nın Tefsîrü'l-menâr'ı, Merâğî'nin Tefsîrü'l-Merâğî'si, M. Hamdi Yazır'ın Hak Dini Kur'an Dili, İbn Âşûr'un et-Tahrîr ve't-tenvîr'i, Muhammed Esed'in Kur'an Mesajı en fazla müracaat ettiğimiz kaynaklar olmuştur.
Bunlardan ayrı olarak Hadis ve İslâm Tarihi kaynaklarına da yeri geldikçe müracaat edilmiş olup, özellikle konu ile ilgili gerek ansiklopedi, gerek makale ve gerekse kavramsal düzeyde yapılan çalışmalardan da istifade edilmiştir.
Böylece ilk kaynaklarda yer alan görüş ve beyanlarla çağdaş müfessir ve yorumcuların görüş ve beyanları bir arada verilmek suretiyle, müfessirlerin yaşadığı dönemin ekonomik, sosyal ve kültürel şartlarının Kur'an yorumuna etkisine, fitne kavramının tarihi süreç içerisindeki yorum farklılıklarıyla ışık tutulmaya çalışılmıştır.
Yaptığımız araştırma neticesinde akademik düzeyde bu adla yapılmış bir çalışmaya rastlayamadık. Bu sebeple de çalışmamız bir ilk olma özelliği taşımanın avantaj ve dezavantajlarını taşımaktadır. [4]
Kur'an kavramlarının anlam çerçevesini doğruya en yakın şekilde tespit edebilmek için onların aslı olan kelimenin Arap dilindeki anlam(lar)ını tespit etmek gerekir. Bunun için Kur'an öncesi Arapça'ya kadar gidilmelidir. Zira Kur'an bu ortamda nazil olmaya başlamıştır. İlk dönem sözlükleri ve şiirleri bu konularla ilgili olarak bir takım malzeme sunmaktadırlar. Bu nedenle Kur'an kelimelerinin tahlili bu noktadan başlarsa daha sağlıklı bir temele oturtulmuş olur. Şüphesiz bu yeterli değildir. Kur'an, bir kelimeyi normal bir kelime olarak kullanması yanında ona farklı anlam(lar) yükleyerek; anlamını genişleterek veya daraltarak yeni bir kavram olarak takdim eder. İşte asıl çözümlenmesi gereken nokta burasıdır. Bu yapılabildiği oranda Kur'an daha sağlıklı bir yorum ortamına kavuşmuş olacaktır. Belirlediğimiz bu esasa uyarak araştırmamızın esas kavramı olan fitneyi incelemeye onun temel anlamlarını tespit ederek başlayacağız.
Fitne kelimesi Arapça ftn kökünden türemiş bir isimdir.[5] Bu kök fiil olarak fetene yeftinü, mastar olarak da fetn, fütûn, fitne ve meftun kalıplarıyla kullanılmaktadır.[6] Ftn kökünün Arap
dilindeki anlamları şunlardır:
1- Yakmak[7], bir şeyi ateşle yakmak[8]. Ftn kökünün ilk temel anlamı budur.[9] Nitekim Araplar ateşin ekmeği yakmasını feteneti-n-nârü'r-rağîfe sözüyle ifade etmektedirler.[10] Kelimenin 'yakmak, bir şeyi ateşle yakmak' şeklindeki anlamından yola çıkılarak Arapça'da, ateşte yanmışçasına simsiyah olmuş taşlara el-fetîn[11] (çoğulu: fetâin ve fütün)[12], yanmış gümüşe, el-veriku'l-fetîn[13], ateşte yakmak suretiyle altın derecesi tespit edilmiş olan paraya da dînârün meftun[14] denilmektedir. Yani ateşin şeklini değiştirdiği herşey meftundur. Bu sebeple Araplar zenci toplumuna meftûne demektedirler.[15]
2- Bir şeyi ateşin içerisine atmak, ateşte eritmek[16]. Kelime bu anlamda, özellikle altın ve gümüş gibi herhangi bir madeni, yabancı maddelerden temizleyip saf olarak elde etmek maksadıyla ateşe atıp eritmeyi ifade etmek için kullanılır.[17] Ateşte eritme işlemi, altın ve gümüş gibi madenlerin hâlis ve sahtesini belirlemede yapılması gerekli olan bir deney işlemidir. Bu işlemin neticesinde altın ve gümüş madenleri katışık diğer yabancı maddelerden ayrıldığı gibi, saf olanı da olmayanından yani sahtesinden ayrılır. Araplar, hâlisini karışığından ayırmak için kuyumcunun altını ateşe atıp eritmesini fetene's-sâiğu'z-zehebe (kuyumcu altını ateşte eritti) şeklinde ifade ederler.[18] Ftn kökünün altın, gümüş gibi madenleri ateşte eritmek anlamından dolayı da, onları ateşe atarak eriten kuyumcuya el-fettân derler.[19] Yine onlar bu anlamda ateşte yanarak altın derecesi tespit edilmiş olan paraya meftun derler.[20]
3- Bir şeyi sınamak, denemek, test etmek, imtihan etmek[21], inceleyip tetkik etmek, bir şey hakkında bilgi almak, bir şeyi iyice bilmek, deneyerek öğrenmek, bir şeyi arıtıp katışıksız hale getirmek, denemek için özellikle güç işlere maruz bırakmak.[22] Ftn'nin bu anlamları, altın ve gümüş gibi herhangi bir madeni, yabancı maddelerden temizleyip saf olarak elde etmek için ateşe atıp eritmek anlamına dayanmaktadır. Bu anlamla, az önce zikrettiğimiz "sınamak, denemek, katışıksız hale getirmek'' anlamları arasında mecazen çok yakın bir ilişki bulunmaktadır. Zira az önce de işaret ettiğimiz üzere altın ve gümüş gibi kıymetli madenlerin ateşte eritilmesi neticesinde iyisi kötüsünden ayrılır. Aynı zamanda söz konusu madenler, ateş ile denenmeleri neticesinde katışıksız hale gelerek yüksek bir değere ulaşırlar. Bu deneye tâbi tutulmadan altın ve gümüşün saf olanı olmayanından ayırt edilemez. Araplar hâlis olup olmadığı bilinmeyen bir altın madeninin ateşe konularak hâssının yabancı maddelerden ayrıldığını ifade ederken, fetentü'z-zehebe bi'n-nâri (ateş ile altının hâssını, sahtesinden ayırdım.) sözünü kullanırlar.[23] Yani bir şeyin hakikati ve gerçek yüzü, ancak denenmesi neticesinde anlaşılır. İnsanın da iyiliğinin ve kötülüğünün ortaya çıkarılması için denenmesi gerekir. Zira onun da gerçek yüzü ancak denenmesi neticesinde anlaşılabilir.
Ftn kökü ve türevleri genellikle bu maddede açıklanan anlamlarda kullanılmaktadır.[24] Buradan hareketle, iyiliği ve kötülüğü belli olsun diye insanın kendisi ile denendiği şeylere de fitne tabir edilir.[25] Sözlüklerde belirtilen diğer anlamlar ile bu anlam yani deneme arasında -istisnalar hariç- genel olarak yakın bir ilişki söz konusudur. Zira insan yaşamının tamamı bir denenme içerisinde geçmektedir. Bu açıdan ftn'nin diğer anlamları genelde deneme anlamıyla iç içedir. Araplar ftn’nin "sınamak" anlamından hareketle insanları kabirde zor bir sınavdan geçiren Münker ve Nekir meleklerine de fettânâ’l-kabr; kabirde sorgulanmaya ise fitnetü'l-memât demektedirler.[26] Yine onlar ftn'nin deneme anlamıyla ilgili olarak altının ayarını anlamak için kullanılan bir deney aracı olan taşa (mihenk taşı) da fetâne demektedirler.[27]
4- Öldürmek[28], azap ve işkence etmek[29], eziyet etmek[30], sıkıntı ve belâya sokmak[31], sıkıntıya düşmek[32]. Ftn kökü ve türevlerinin bu anlamları, kelimenin "yakmak", "bir şeyi ateşle yakmak" gibi ilk temel anlamlarına dayanmaktadır. Burada öldürme, azap ve işkence etme, belâ ve musibete uğratma, mecazen yakmak gibi düşünülmüştür. Söz konusu ftn kökü ve türevleri buradan hareketle gerek yakmak suretiyle ve gerekse daha farklı yöntemlerle bir kimseye görüş ve dininden dönmesi için azap ve işkence etmek anlamında da kullanılmıştır.[33] Bunun açık bir şekilde Kur'an'da ifade edildiğini görüyoruz. Arap dilinde kişinin dininden uzaklaştırılma çabaları fütine fi dînihî sözüyle ifade edilir.[34] Öte yandan Araplar insanlar arasında cereyan eden savaşlara fitne[35] demektedirler. Yine onlar, ftn’nin belâya uğratma anlamından hareketle, yol kesen hırsıza da, fettan derler.[36] Özellikle bazı müslümanların girdikleri yeni dinlerinden dönmeleri için müşrikler tarafından işkenceye tâbi tutulmaları[37] yüftenûne bidînîhim (onlar dinlerinden dolayı işkence görüyorlar) cümlesiyle ifade edilmektedir.[38]
5- Bir şeyin kalbe çok hoş ve sevimli gelmesi, hoşa gitmesi, çok beğenilmesi, birini büyülemek, birinin aklını başından almak, aklını çelmek, gönlünü çalmak, insanı ne yapacağını bilmeyecek derecede şaşkına çevirmek, tutkun olmak, âşık olmak[39]. Bu anlamların açılımı sadedinde şu ayrıntılar dikkat çekmektedir. Dünya malının insanı cezp edip kendine çekmesini Araplar fetenehü'l-mâl sözüyle ifade etmektedirler.[40] Yine onlar kadının, erkeğin gönlünü çelerek aklını başından alıp onu şaşkına çevirmesini, aşka düşürmesini, kalbini büyülemesini, kalbine ve aklına hükmetmesini, onda hayranlık duygusu uyandırmasını, erkeğin bir kadına gönül verip âşık olmasını, fetenethü'l-mer'etü (kadın erkeğin gönlünü çelip onu şaşkına çevirdi) sözüyle ifade ederler.[41] Aynı şekilde fetene'r-reculü bi'l-mereti ve'ftetene ve eftenethü sözünü bu anlamda kullanırlar.[42] Fetenethü ve eftenethü burada aynı anlamdadır.[43] Fütine bihâ, ve'ftetene, "bir erkek bir kadına âşık oldu" anlamındadır.[44] Şâir A'şâ Hemdân (83/ 702)[45] şu beytinde ftn' yi bu anlamda kullanmaktadır:
Lein fetenetnî fehye bi'l-emsi eftenet
Saîden, feemsâ kad kala külle müslimin[46]
"O kadın benim gönlümü çelip büyüledi ise dün Saîd'in de gönlünü çelip büyülemişti. Öyle ki Saîd onu bütün müslümanlara tercih etmişti."[47]
Araplar bu anlamda iyiliği ve güzelliğiyle bir erkeğin aklını başından alacak kadar güzel bir kadına fettan demektedirler.[48]
6- Bir şeyi isteme de çok aşın gitmek. Araplar dünyevî bir şeyi çok arzu eden, ona çok düşkün olan kimse hakkında şöyle derler: Fülânün meftunun bi talebid-dünyâ,[49] Meftunun bi'd-dünyâ[50], Fetenethü'd-dünyâ[51]
7- Döndürmek, vazgeçirmek,[52] kişiyi üzerinde olduğu durumdan uzaklaştırmak[53], bir şeyi ortadan kaldırmak[54], kişiyi hedefinden uzaklaştırmak, düşünce ve inançlarından vazgeçirmek.[55] Mesela, fetene'r-recüle, "birisi bir başkasını üzerinde olduğu bir şeyden uzaklaştırdı" anlamındadır.[56]
Araplar, fetenet fülânetün fülânen (: birisi diğerini maksadından uzaklaştırdı) sözünü de bu anlamda kullanmaktadırlar.[57] Bu manada ism-i fail formu olan fâtin, kişiyi üzerinde bulunduğu doğru yoldan saptıran anlamındadır.[58] Araplar fitne mastarını zaman zaman fâtin yani ism-i fail anlamında kullanmaktadırlar.[59]
8- Birini ayartmak, azdırmak, saptırmak[60]. Bu anlamdan hareketle şeytana da "fitneye düşüren" anlamında el-fâtin ve el-fettân[61] (çoğulu futtan) denilmiştir.[62] Eûzü mine'l-fettan (şeytandan Allah'a sığınırım) vestağvethümü'l-füttân (: şeytanlar onları ayarttı) cümlelerinde geçen el-fettân ve füttân bu anlamda kullanılmıştır.[63] Bilindiği üzere şeytân, ayartmak ve aldatmak suretiyle insanları hem maddî ve hem de manevî açıdan fitneye düşürür.[64] Öte yandan bu anlamla ilgili olarak yaşayan insanın fitnesi (fitne-tu'l-mahyâ) onun doğru yoldan ayrılmasıdır.[65] Benzer şekilde Araplar gönle gelen vesveseye de fitenetu's-sadr demektedirler.[66]
9- Kötülüğü istemek, kötü yola düşmek.[67] Bu anlamla ilgili olarak, kullanılan fetene ile'n-nisa sözü, kadınlara yapılan ahlaksız bir teklifi anlatmaktadır.[68] Fütine ileyhinne[69] ise, kadınlarla gayri meşru ilişkiyi istemeyi ifade etmektedir.
10- Fitnenin (fitne kabul edilen bir şeyin) içine düşmek,[70] birini fitnenin içine düşürmek[71], dalâlete düşmek. Bu manada insanların fitneye düşmelerine (günaha girmelerine) sebep olduğu için altın ve gümüşe fettânân denilmiştir.[72]
11- İnsanlar arasında kargaşa/huzursuzluk çıkarmak.[73] Bu manada insanlar arasında söz taşıyarak onları birbirine düşüren kimseye fettan denilmektedir.[74]
Ftn’nin ism-i mefûl ve mastar formu olan meftun'[75], ism-i me-fûl kalıbında, cin ve şeytanların musallat olmasıyla veya deliliğe uğramak suretiyle belâya uğramış (fitneye tutulmuş) kimse[76], dinini terk eden, haktan sapan kimse[77] bir kadının güzelliği veya dünyanın çekiciliği karşısında aklını kaybeden kimse[78] mastar formunda ise cinnet, delilik;[79] anlamındadır.[80]
Fitne isim olarak kullanıldığında yakma[81]; ateş ile yakma[82]; ateşte eritme, eritmek üzere ateşe atma, altın ve gümüşü ateşle eritme[83] anlamlarındadır.[84] Ateş ile yakma ya da ateşte eritme anlamlarından hareketle fitne, sınama, deneme ve tecrübe etme[85] daha çok belâ ve musibetle imtihan etme; öldürme[86] işkence etme[87], azap[88]; belâ, musibet, sıkıntı[89], sıkıntıya sokma[90], acı verme, meşakkat, zorluk[91]; zor bir teste tâbi tutma anlamlarında kullanılmıştır.[92] Fitne bu anlamların dışında, bir şeyden çok hoşlanma, bir şeyi çok beğenme, bir şeye aşırı tutkun olma[93], büyülenme[94]; ayartma; ayıp ortaya çıkarma[95], sapma[96], haktan sapma[97]; saptırma[98]; kargaşa[99], toplumsal kavga[100], fikir karışıklığı[101]; insanlar arasında meydana gelen kavga ve savaş[102]; zulüm[103]; delilik[104] gibi durumları ifade etmek için de kullanılmaktadır. Fitne kelimesinin çoğulu olan fiten[105] (diğer bir çoğulu ise fitîn[106]) genellikle insanlar arasında meydana gelen olaylar ve birbirleriyle savaş etmeleri anlamında kullanılmıştır.[107]
Ftn kökü Arap dilindeki farklı kalıplarda farklı anlamlar ifade eder. Bu kullanımlarından biri fe-te-ne mâzi fiilinin meçhul sığası olan fü-ti-ne (mastarı fütûnen)[108] dir. Farklı biçimlerde kullanılan bu sîğa, bulunduğu konuma göre değişik anlamlara gelmektedir. Fü'ti-ne'nin anlamlarından biri, "aklını veya malını kaybettiği bir belâya maruz kaldı"[109] şeklindedir. Araplar maruz kaldığı musibet neticesinde aklını ya da malını kaybeden kimse için meftun tabirini kullanmaktadırlar.[110] Fü-ti-ne kelimesi, "denendi"[111], "bir şeyde -dünyayı istemekte- çok aşırı gitti"[112] anlamlarına da gelmektedir. Fütine'nin "doğru bildiği dininden vazgeçirildi, uzaklaştırılmaya çalışıldı" anlamında fütine fi dînihî şeklinde yaygın bir kullanımı da bulunmaktadır.[113] Bunların dışında kullanılan bir başka cümle olan fütine'l-kavm, insanların birbirleriyle kavga etmelerini ve savaşmalarını[114], fütine'r-recûl ise birinin ahlaksızlık arzusunu ifade etmektedir.[115]
Ftn kökünün kullanıldığı kalıplardan birisi de "ifâl" kalıbıdır. Söz konusu kök, "ifâl" kalıbında (eftene, iftânen), "birini belâ, musibete (fitne) uğratmak";[116] anlamını ifade etmektedir.[117] Yine bu kök, "tefîl" kalıbında, (Fettene, teftînen) bir kimseyi fitneye düşürmek /sıkıntıya sokmak, saptırmak;[118] "iftiâl" kalıbında (iftetene - iftitânen) fitneye uğramak[119], iyi bir durumdan kötü bir duruma geçmek[120] birini fitneye uğratmak[121], bir kadına aşık olmak[122], bir şeyi çok beğenmek[123] "tefâui" kalıbında (tefâtene-te-fâtünen) harp etmek[124] anlamındadır.[125]
"İfâl" babından mazi fiilinin edilgen (meçhul) sîğâsı olan üftine, yukarıda geçen fütine ile aynı anlamdadır.[126] "Tefîl" babından fettene mazi fiilinin edilgen (meçhul) sîğâsı olan füttine "denendi"[127] anlamındadır.[128] İftiâl" babından iftetene mazi fiilinin edilgen (meçhul) sîğâsı olan üftitine'nin üftitine fi dînihî şeklinde olan kullanımının anlamı yukarıda geçen fütine fi dînihî ile aynıdır. [129]
Ftn kök ve türevleri tespit ettiğimiz bu anlamların dışında da kullanılmaktadır. Meselâ, el-fetn, renk, çeşit, tür, durum, sanat, zaman dilimi anlamlarına gelmektedir.[130] Araplar zamandan bir kesit anlamında fetnün mine'ddehr ifadesini[131], yaşamın acı ve tatlı iki yönünün bulunduğunu anlatırken de el-'îş fetnân (hayat iki türlüdür) ifadesini,[132] kullanırlar. Bu son ifade Şâir Amr b. Ahmer el-Bâhîlî (65/685 dolayları)'nin[133] şu beytinde yer almaktadır:
İmmâ 'ala nefsî ve immâ lehâ
Ve'l-'îşu fetnân fehulvün ve mür[134]
"İster aleyhine, ister lehine olsun, yaşam, acı ve tatlı yönleriyle iki çeşittir.”
Sabah ve akşam iki değişik durum olduğu için onlara da el-fetn'nin tesniye kalıbı olan el-fetnân denmektedir.[135] Nihayet ftn kökünün türevlerinden olan füttân yukarıda belirttiğimiz anlamlardan çok farklı olarak cemaat anlamına gelmektedir.[136]
Görüldüğü üzere Arap dilinde ilk temel anlamı "yakmak" olan ft-n kökü, bu anlamla doğrudan veya dolaylı olarak şu anlamlarda kullanılmıştır: "Bir şeyi ateşte eritmek; bir şeyi sınamak; sınamak için güç işlere maruz bırakmak; bir kimseyi sıkıntıya uğratmak; sınayarak öğrenmek; bir şeyi arıtmak; bir şeyden çok hoşlanmak; bir şeye aşırı düşkün ve tutkun olmak; âşık olmak, birini büyülemek, birinin aklını başından almak, gönlünü çalmak, aklını çelmek, insanı ne yapacağını bilemeyecek derecede şaşkına çevirmek, döndürmek, vazgeçirmek, kişiyi üzerinde olduğu durumdan uzaklaştırmak, bir şeyi ortadan kaldırmak, kişiyi hedefinden uzaklaştırmak, düşünce ve inançlarından vazgeçirmek; birini ayartmak, azdırmak, baştan çıkarmak, kandırmak, saptırmak; fitnenin içine düşmek, dalâlete düşmek, birini fitnenin içine düşürmek..." Sözlüklerde bu anlamlardan en çok "sınamak, sınamak için güç işlere maruz bırakmak, bir kimseyi sıkıntıya uğratmak" anlamları göze çarpmaktadır.
Burada tarihi seyri açısından ftn kökü ile ilgili olarak belirtilmesi gerekli husus şudur: Temelde, "yakmak, bir şeyi ateşle yakmak" anlamında olan ftn kökü, özellikle altın, gümüş gibi madenlerin hâlisini sahtesinden ayırmak için ateşte eritilmesini ifadede kullanılırken, daha sonraları bu kök anlamından yola çıkılarak 'bir şeyi sınama ve özellikle de zor şeylerle deneme' anlamında kullanılmıştır. Zamanla kelimenin anlamı genişleyerek 'sıkıntı, belâ, musibet, baskı, işkence, azap, saptırma, ayartma, bir şeyden çok hoşlanma, tutkun olma, sapıklık, yoldan sapma, aklın gitmesi, zorluk, sıkıntı ve sapıklıkların meydana gelmesi'ni ifade etmede kullanılmıştır.[137] Burada belirtilmesi gerekli olan diğer bir husus da şudur: Sekizinci asır dilcilerinden İbn Manzûr (711/1311)'un Lisânü'l-'arab ve on ikinci asır dilcilerinden Zebîdî (1183/1769)'nin Tâcü'l-'arûs adlı sözlük kitaplarında fitnenin anlamları arasında sayılan 'küfür, günah, rezalet, mal, evlat'[138] gibi anlamlar fitnenin temel sözlük anlamları arasında bulunmamaktadır.[139] Sözü edilen anlamlar, bazı âyetler[140] ve bazı âyet yorumlarından[141] hareketle bu eserlerde yer almıştır. Yoksa bunlar fitnenin temel sözlük anlamları arasında bulunmamaktadır. O halde sonraki dönem dilcilerin Kur'an ve hadisten hareketle kelimeye yeni anlamlar katmaya kalkıştıklarını söyleyebiliriz.
Aslen Arapça olan fitne kelimesi, dilimizde de kullanılmaktadır. Milli Eğitim Bakanlığı'nın hazırladığı Örnekleriyle Türkçe Sözlükte fitnenin şu anlamları yer almaktadır: Karışıklık, kargaşa, ara bozumu, fesat; azdırma, baştan çıkarma, ayartma; fitneci, ara bozan, karıştırıcı; baştan çıkaracak kadar güzel (kadın), âfet, dilber.[142] Türk Dil Kurumu'nun yayımladığı Türkçe Sözlükte ise fitne; geçimsizlik, karışıklık ve kargaşa anlamındadır.[143] Ferit Devellioğlu ise bu kelimenin Türkçe'deki anlamlarını şu şekilde sıralamaktadır: Belâ, musibet, sıkıntı; ayartma, azdırma; fesat, ara bozma, karışıklık, ihtilal; dinsizlik, canilik; ceza; delilik; güzel yüz, güzel göz, güzel kadın.[144] Bir başka sözlükte de kelimeye şu anlamlar verilmiştir: İmtihan, deneme; ayartma, azdırma, baştan çıkarma; karışıklık, kargaşa; ara bozma, bozgunculuk, fesat, küfür, azgınlık, sapıklık; ara bozan, karıştıran, fesat çıkaran; fitneye sebep olacak kadar güzel kadın.[145]
Fitne ile ilgili dilimizde kullanılan bazı tâbirler ve anlamları ise şöyledir: Fitne fücur: çok fitneci, çok karıştırıcı, fesat çıkarıcı[146], insanlar arasına fitne sokmayı iş edinen kimse[147]; fitne sokmak; ara bozmak[148], insanları birbirine düşürmek[149], karışıklık çıkarmak[150]; fitneci: fitne çıkaran, ara bozan, karışıklığa sebep olan, karıştırıcı, ara bozucu, fesat[151]; fitne-kâr: fitneci[152]; fesat çıkarmak âdetinde bulunan[153]; fitneyi uyandırmak: karışıklık meydana getirebilecek bir konuyu deşeleyerek kargaşaya, fesada sebep olmak[154]; fitnelemek: arkasından konuşmak, çekiştirmek, kavga ve kargaşa çıkarmak için çekiştirmek[155], entrika çevirmek[156]; fitnelik: karıştırma, ara bozma, çekiştirme; ara bozuculuk, fesatlık[157]; fitnecilik: fitnecinin davranışı, fitneci olma durumu[158]; fitne-cihân: fitne sıçratan, fitne koparan[159]; fitne engîz: fesat çıkaran[160]; fitne-âmiz: fitne fesat karıştıran, bozgunculuk yapan[161]; fitne-i alem: herkesi birbirine düşüren güzel, ara bozan, karıştırıcı[162]; fettan, gönül ayartan, aşka düşüren; çekici, cilveli, fitne uyandıran, kışkırtıcı, kurnaz[163]; meftun; büyülenmiş gibi birine gönül veren, âşık, vurgun, tutkun, müptela; hayranlık içinde olan şaşakalmış, şaşmış.[164]
Görüldüğü gibi fitnenin dilimizde ön plana çıkan anlamı; kargaşa ve karışıklıktır. 'İmtihan, deneme, belâ, musîbet, sıkıntı, küfür, dinsizlik, azgınlık, sapıklık, canilik, ceza, delilik, güzel söz' gibi Türkçe sözlüklerde yer alan diğer anlamları, konuşma dilinde pek kullanılmamaktadır. Bu durum söz konusu kelimenin Türk dilinde bir anlam daralmasına uğradığını göstermektedir. Fitne kelimesinin dilimize geçerken anlam daralmasına[165] uğrayarak kargaşa ve karışıklık anlamlarında kullanılmasının temelinde, daha çok, söz konusu kelimenin hadis kitaplarında -kitâbu'l-fiten[166] başlığı altında gelecekte olacak bazı olayları bildiren bir takım hadislerde kar-
gaşa ve karışıklık anlamlarında kullanılmış olması[167] ve Hz. Osman döneminde baş gösterip, daha sonraki yıllarda artarak devam eden siyasi ve sosyal kargaşaları tasvir için fitne kelimesinin tercih edilmiş olması bulunmaktadır. Daha sonraki dönemlerde de Araplar bu ve benzeri siyasi ve sosyal kargaşayı genelde fitnenin dilimize geçen anlamlarında kullanmışlardır.[168]
Bu anlamların dışında fitne ile aynı kökten türetilmiş olan ve dilimizde kullanılan fettan daha çok, gönül ayartan, aşka düşüren; çekici, cilveli anlamında; yine aynı kökten gelen ve Türkçe'de kullanılan meftun ise daha çok, birine büyülenmiş gibi gönül veren, âşık, vurgun, tutkun, müptela anlamında kullanılmaktadır.
Görüldüğü üzere ftn kökü ve türevleri Arapça'dan Türkçe'ye geçerken önemli ölçüde anlam daralmasına uğramıştır. Ftn kökü ve türevlerinin Arapça'daki ve dilimizdeki anlamlarını tespit ettikten sonra, şimdi de onun Kur'an'daki kullanımlarını tespit etmeye çalışalım. [169]
Fitne kelimesinin aslı olan ftn kökünden türeyen kelimelerin Kur'an-ı Kerim'de geniş bir kullanım alanı bulunmaktadır. Kur'an'da elli sekiz âyette yer alan ftn kök ve türevleri toplam altmış defa tekrar etmektedir.[170] Toplam otuz âyette herhangi bir zamire bitişmeksizin isim olarak (fitne[171] ve el-fitne[172]), dört âyette bir zamire bitişik olarak[173] geçen bu kök, yirmi beş âyette[174] de diğer türevleriyle yer almaktadır. Aynca yapı itibariyle de otuz yedi yerde[175] isim formunda geçen ftn kökü, yirmi üç yerde de[176] fiil olarak geçer. Tespit edebildiğimiz kadarıyla bu âyetlerin yirmi yedi tanesi Mekkî[177], otuz biri de Medenîdir.[178] Fitne kelimesinin aslı olan ftn kökünden türeyen kelimeler yirmi beş ayrı kalıpta şu şekilde yer almaktadır:
1- Fitne; fetene mazi fiilinden mastar nekre isim olan bu kelime toplam olarak yirmi iki âyette geçer.
2- el-Fitne; fetene mazi fiilinden mastar marife isim olan bu kelime toplam olarak sekiz âyette geçer.
3- Fitnetüke; fitne kelimesinin "kâf" zamirine muzâf olarak gelmesi. Bu kelime sadece bir âyette[179] geçer.
4- Fitnetüküm; fitne kelimesinin "küm" zamirine muzâf olarak gelmesi; Bu kelime sadece bir âyette[180] geçer.
5- Fitnetehü; fitne kelimesinin "hü" zamirine muzâf olarak gelmesi; Bu kelime sadece bir âyette[181] geçer.
6- Fitnetühüm; fitne kelimesinin "hüm" zamirine muzâf olarak gelmesi; Bu kelime, sadece bir âyette[182] geçer.
7- Fütûn; fetene mazi fiilinin mastarlarından birisi olan bu kelime, sadece bir âyette[183] geçer.
8- Fetentüm; fetene mazi fiilinden cem'i müzekker muhatap olan bu kalıp, sadece bir âyette [184] geçer.
9- Fetenû; fetene mazi fiilinden cem'i müzekker gaip olan bu kalıp sadece bir âyette[185] geçer.
10- Fetennâ; fetene mazi fiilinden nefsi mütekellim meâ'l-gayr olan bu kalıp toplam olarak beş âyette [186] geçer.
11- Fetennâke, fetene mazi fiilinden nefsi mütekellim meâ'l-gayr sığasının (kâf) mefûlüne fiil olması şeklindeki bu kalıp, sadece bir âyette [187] geçer.
12- Fetennâhü; fetene mazi fiilinden nefsi mütekellim meâ'l-gayr sığasının (hü) mefûlüne fiil olması şeklindeki bu kalıp, sadece bir âyette[188] yer alır.
13- Lâ Teftinnî; fetene mazi fiilinden nehy-i hâzır müfret sığasının yâ-i mütekellim mefûle fiil olmasından meydana gelmiş bulunan bu kalıp sadece bir âyette[189] yer alır.
14- Li neftinehüm; fetene mazi fiilinden fiil-i muzâri nefsi mütekellim meâ'1-gayr sığasının başına nasb edici (lâm)’ın gelmesinden oluşan bu kalıp iki âyette[190] yer alır.
15- Yeftîneküm; fe-te-ne mazi fiilinden fiili muzâri müfret müzekker gaip sığasının (küm) mefûlüne fiil olmasından meydana gelmiş bulunan bu kalıp, sadece bir âyette[191] yer alır.
16- Lâ Yeftinenneküm; fetene mazi fiilinden fiili muzâri müfret müzekker nehy-i gaibe, "şeddeli te'kid nûn"unun eklendiği sığanın, (küm) mefûlüne fiil olmasından meydana gelmiş bulunan bu kalıp, sadece bir âyette[192] yer alır.
17- En yeftinehüm, fetene mazi fiilinden fiili muzâri müfret müzekker gaip sığasının (hüm) mefûlüne fiil olmasından meydana gelmiş bulunan bu kalıp sadece bir âyette[193] yer alır.
18- Yeftinûke, fe-te-ne (muzârisi-.yeftinü) mazi fiilinden fiili muzâri cem'i müzekker gaip sığasının, (kâf) mefûlüne fiil olması şeklindeki bu kalıp sadece bir âyette[194] yer alır.
19- Leyeftinûneke; fetene mazi fiilinden fiil-i muzâri nefsi mütekellim meâ'l-gayrın başına nasb edici (lâm), mefûl olarak da (kâf)'ın gelmesinden oluşan bu kalıp iki âyette[195] yer alır.
20- Fütintüm; fetene mazi fiilinin meçhul cem'i müzekker muhatap sığasının {tüm) failine fiil olmasından meydana gelmiş bulunan bu kalıp, sadece bir âyette[196] yer alır.
21- Fetenû; fetene mazi fiilinin cem'i müzekker gaip sığası olan bu kalıp sadece bir âyette[197] yer alır.
22- Tüftenûn; fetene mazi fiilinden meçhul fiili muzâri cem'i müzekker muhatap sığası olan bu kalıp, sadece bir âyette[198] yer alır.
23- Yüftenûn; mazi fiilinden meçhul fiili muzâri cem'i müzekker gaip sığası olan bu kalıp, toplam olarak üç âyette[199] geçer.
24. Bifdtinîrt; fe-te-ne mazi fiilinden ism-i fail cem'i müzekker olan bu kalıp, sadece bir âyette[200] yer alır.
25- el-Meftûn; fetene mazi fiilinden ma'rife ism-i mefûl olan bu kalıp, sadece bir âyette[201] geçer.
Buraya kadar yaptığımız tasnifleri bir arada gösterebilmek ve daha kolay kavranmasını sağlamak için ayrıca aşağıdaki tabloda sıralamaya tabi tuttuk.
Tablo -1-
Ftn Ve Türevlerinin Kuranda Geçtiği Yerler
Sıra no |
Sûre no ve Adı |
Ayet No |
Lafız şekli |
Mekkî Medenî |
||||||||||
1 |
2 Bakara |
102 |
Fitnetün |
M |
||||||||||
2 |
2 Bakara |
191 |
ve'l-fitnetü |
M |
||||||||||
3 |
2 Bakara |
193 |
Fitnetün |
M |
||||||||||
4 |
2 Bakara |
217 |
ve'l-fitnetü |
M |
||||||||||
5 |
3 Al-i İmrân |
7 |
el-fitneti |
M |
||||||||||
6 |
4 Nisa |
91 |
el-fitneti |
M |
||||||||||
7 |
4 Nisa |
101 |
Yeftineküm |
M |
||||||||||
8 |
5 Mâide |
41 |
Fitnetehü |
M |
||||||||||
9 |
5 Mâide |
49 |
Yeftinûke |
M |
||||||||||
10 |
5 Mâide |
71 |
Fitnetün |
M |
||||||||||
11 |
6 En'âm |
23 |
Fitnetühüm |
M |
||||||||||
12 |
6 En'âm |
53 |
Fetennâ |
K |
||||||||||
13 |
7 A'râf |
27 |
lâ yeftinen neküm |
K |
||||||||||
14 |
7 A'râf |
155 |
Fitnetüke |
K |
||||||||||
15 |
8 Enfâi |
25 |
Fitneten |
M |
||||||||||
16 |
8 Enfâl |
28 |
Fitnetün |
M |
||||||||||
Sıra no |
Sûre no ve Adı |
Ayet No |
Lafız şekli |
Mekkî Medenî |
|
|||||||||
17 |
8 Enfâl |
39 |
Fitnetün |
M |
|
|||||||||
18 |
8 Enfâl |
73 |
Fitnetün |
M |
|
|||||||||
19 |
9 Tevbe |
47 |
ei-fitnete |
M |
|
|||||||||
20 |
9 Tevbe |
48 |
el-fitnete |
M |
|
|||||||||
21 |
9 Tevbe |
49 |
ve İâ teftinnî |
M |
|
|||||||||
22 |
9 Tevbe |
126 |
fi'l-fitneti |
M |
|
|||||||||
23 |
9 Tevbe |
49 |
Yüftenûne |
M |
|
|||||||||
24 |
10 Yûnus |
83 |
En ye/tînehüm |
K |
|
|||||||||
25 |
10 Yûnus |
85 |
Fitneten |
K |
|
|||||||||
26 |
16 Nahl |
110 |
Fütinû |
K |
|
|||||||||
27 |
17 İsrâ |
60 |
Fitneten |
K |
|
|||||||||
28 |
17 İsrâ |
73 |
Leyeftinûneke |
M |
|
|||||||||
29 |
20 Tâhâ |
40 |
Fetennâke |
K |
|
|||||||||
30 |
20 Tâhâ |
90 |
Fütintüm |
K |
|
|||||||||
31 |
20 Tâhâ |
40 |
Fütûnen |
K |
|
|||||||||
32 |
20 Tâhâ |
131 |
Lineftinehüm |
M |
|
|||||||||
33 |
20 Tâhâ |
85 |
Fetannâ |
K |
|
|||||||||
34 |
21 Enbiyâ |
35 |
Fitneten |
K |
|
|||||||||
35 |
21 Enbiyâ |
111 |
Fitnetün |
K |
|
|||||||||
36 |
22 Hac |
11 |
Fitnetün |
M |
|
|||||||||
37 |
22 Hac |
53 |
Fitneten |
M |
|
|||||||||
38 |
24 Nur |
63 |
Fitnetün |
M |
|
|||||||||
39 |
27 Nemi |
47 |
Tüftenûne |
K. |
|
|||||||||
40 |
25 Furkân |
20 |
Fitneten |
K |
|
|||||||||
41 |
29 Ankebût |
2 |
Lâ Yüftenûne |
M |
|
|||||||||
42 |
29 Ankebût |
3 |
Fetennâ |
M |
|
|||||||||
43 |
29 Ankebût |
10 |
fitnete'n-nâs |
M |
|
|||||||||
44 |
33 Ahzâb |
14 |
el-fitnete |
M |
|
|||||||||
45 |
37 Sâffât |
162 |
Bifâtinin |
K |
|
|||||||||
46 |
37 Sâffât |
63 |
Fitneten |
K |
|
|||||||||
47 |
38 Sâd |
34 |
Fetennâ |
K |
|
|||||||||
48 |
38 Sâd |
24 |
Fetennâhu |
K |
|
|||||||||
49 |
39 Zümer |
49 |
Fitnetün |
K |
|
|||||||||
50 |
44 Duhân |
17 |
Fetennâ |
K |
|
|||||||||
51 |
51 Zâriyât |
13 |
Yüftenûn |
K |
|
|||||||||
52 |
51 Zâriyât |
14 |
fitneteküm |
K |
|
|||||||||
53 |
54 Kamer |
27 |
Fitnelen |
K |
|
|||||||||
54 |
57 Hadîd |
14 |
Fetentüm |
M |
|
|||||||||
55 |
60 Mümtehine |
5 |
Fitnelen |
M |
|
|||||||||
56 |
64 Teğâbün |
15 |
Fitnetün |
M |
|
|||||||||
57 |
68 Kalem |
6 |
el-meftûnu |
K |
|
|||||||||
58 |
72 Cin |
17 |
lineftinehüm |
K |
|
|||||||||
59 |
74 Müddessir |
31 |
Fitnelen |
K |
|
|||||||||
60 |
85 Burûc |
10 |
Fetenû |
K |
|
|||||||||
Ftn'nin Yapı İtibariyle Kurandaki Dağılımı
A- Fiil Olarak:
Sıra No |
Geliş Şekli |
Toplanı Tekrar |
1 |
Fetennâ |
5 |
2 |
Fetannâke |
1 |
3 |
Fetennâhu |
1 |
4 |
Fetentüm |
1 |
5 |
Fetenû |
1 |
6 |
La teftinnî |
1 |
7 |
lineftinehüm |
2 |
8 |
yeftineküm |
1 |
9 |
Lâ yeftinenneküm |
1 |
10 |
yeftinehüm |
1 |
11 |
Yeftinûke |
1 |
12 |
leyeftinûneke |
1 |
13 |
Fütinlüm |
1 |
14 |
Fütinû |
1 |
15 |
tüftenûne |
1 |
16 |
yüftenûne |
3 |
TOPLAM |
|
23 |
B- İsim Olarak:
Sıra No |
Geliş Şekli |
Toplam Tekrar |
1 |
fitnetün |
11 |
2 |
fitnelen |
10 |
3 |
el-fitnetü |
2 |
4 |
el-fitnete |
3 |
5 |
elfitneti |
3 |
6 |
fütûnen |
1 |
7 |
bifatinine |
1 |
8 |
fitnetühüm |
1 |
9 |
fitnetüke |
ı—l |
10 |
fitneteküm |
1 |
11 |
fitnetehü |
1 |
12 |
fitnete'n-nas |
1 |
13 |
el-meftûn |
1 |
TOPLAM |
|
37[202] |
Kur'an-ı Kerim'de fitne kavramını anlamsal açıdan incelediğimizde bu kökten türeyen kelimelerin geniş bir kullanımının olduğunu görmekteyiz. Sözlüklerde geniş anlamlar kümesini kucaklayan fitne, Kur'an'da da çok farklı anlamlarda kullanılan müşterek bir lafızdır.[203] Kavram bu yönü ile Kur'an ilimlerinden birisi olan el-vücûh ve'n-nezâirin ilgi alanına girmektedir. Kelimenin çeşitli yapılarda olması ve değişik anlamlara gelmesi itibariyle de söz konusu ilmin el-vücûh kısmını ilgilendirir.[204] Bu sebeple el-vücûh ve'n-nezâir ile ilgili bazı eserlerde[205] fitnenin Kur'an'da ki farklı anlamları üzerinde durulmuştur. Meselâ, Dâmeğânî (478/1085) Kâmûsu'l-Kur'ân adlı eserinde fitnenin türevleriyle birlikte Kur'an'da şu on bir farklı anlamı içerdiğini belirtmiştir[206]: Şirk[207]; küfür[208]; azap[209]; imtihan[210]; ateşle yakma[211]; öldürme[212]; doğru yoldan alıkoyma[213]; sapıklık[214]; mazeret[215]; fitne[216]; delilik.[217] Yine İbnü'l-Cevzî (597/1201)'nin Nüzhetü'l-a'yün isimli eserinde bu kelimenin türevleriyle birlikte şu on beş farklı anlamlarda kullanıldığı ifade edilmiştir[218]: "Şirk[219]; küfür[220]; imtihan[221]; azap[222]; ateşle yakma[223]; öldürme[224]; doğru yoldan alıkoyma[225]; sapıklık[226]; mazeret[227]; ibret[228]; delilik[229]; günah[230]; ceza[231]; hastalık[232]; hüküm.[233] Fîrûzâbâdî (817/1414) ise Besâir adlı eserinde söz konusu kelimenin şu on iki farklı anlamı karşıladığını söylemiştir[234]: Azap[235]; şirk[236]; küfür[237]; günah[238]; imtihan-deneme[239]; işkence, yakmak[240]; öldürme, helak etme[241]; doğru yoldan alıkoyma[242]; sapıklık, şaşkınlık[243]; mazeret, çare[244]; delilik, gaflet.[245]
Görüldüğü üzere söz konusu eserlerde, fitne ve türevlerine oldukça farklı anlamlar verilmiştir. Bu sebeple olacak ki, müfessirler de, Kur'an'da fitnenin karşılığı olan belirli bir anlam üzerinde ittifak etmemişler, kelimeyi genellikle sözlük anlamından hareket ederek bulunduğu bağlamına göre yorumlamaya çalışmışlardır. Müfessirler az da olsa bazen aynı âyette yer alan fitnenin anlamı üzerinde ittifak etseler de genellikle böyle bir birlikteliği sağlayamamışlardır. Öyle kî ileride de görüleceği üzere bazen aynı âyette yer alan fitnenin anlamları ile ilgili olarak birbirinden farklı çokça görüş belirtmişlerdir. Bu karmaşık durum zaman zaman aynı âyetteki fitnenin anlaşılmasını zorlaştırmıştır. Konu ile ilgili olarak bu kısa açıklamalardan sonra, fitne ve türevlerinin Kur'an'daki anlamlarını, müfessirlerin yorumlarından da yararlanarak tespit etmeye çalışacağız. Buradaki asıl hedefimiz anlamlardaki karmaşaya son verebilmek ve fitnenin hangi âyette hangi anlamda kullanıldığı konusunda doğruyu veya doğruya en yakın anlamı tespit edebilmektir. [246]
Yaygın anlamıyla imtihan, kabiliyeti ölçmek için yapılan yoklama ve kişinin manevi direnme gücünü ortaya koyan zor durumu ifade etmek için kullanılır. Fitne kelimesi Kur'an'da en çok bu anlamda kullanılmıştır.[247] Aşağıda ele alacağımız âyetlerde fitne ve türevleri imtihan (deneme/sınama) anlamını ifade etmektedir.
Konuyla ilgili en dikkat çeken âyetlerden birisi olan Bakara sûresinin 102. âyeti şöyledir: "Süleyman'ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların uydurdukları yalanların ardına düştüler. Halbuki Süleyman (büyü yaparak) küfre girmedi. Oysa şeytanlar insanlara sihri ve (özellikle de) Bâbil’de Hârut ile Mârut isimli iki meleğe ilham edileni öğretmek suretiyle küfre girdiler. Halbuki o iki melek: 'Biz ancak imtihan (fitne) için gönderilmiş birer meleğiz. Bu öğreteceğimiz şeylerden dolayı sakın küfre girme' demedikçe, kimseye (sihir) öğretmiyorlardı. Böylece (insanlar) onlardan kişi ile karısını birbirinden ayıracakları sihri öğreniyorlardı. Halbuki onlar, Allah'ın izni olmadıkça o sihirle hiç kimseye zarar veremezlerdi. (Onlar böyle yaparak) kendilerine zarar veren, fayda getirmeyen şeyleri öğreniyorlardı. Andolsun, onu satın alanın âhirette bir nasibi olmadığını biliyorlardı. Kendilerini karşılığında sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bilselerdi." Âyette Hârut ile Mâruta[248] izafe edilen İnnemâ nahnü fitnetün ifadesindeki fitne kelimesi müfessirlerin geneli tarafından 'imtihan ve deneme' olarak yorumlanmıştır.[249]
Buna göre âyette geçen söz konusu ifadenin anlamı şöyledir: Hârut ve Mârut bunu öğretecekleri zaman şöyle derlerdi: "Biz bir imtihan aracıyız. Yani bizim öğreteceğimiz şeylerle kimin sapıp kimin sapmayacağı denenmektedir." Bu anlamı biraz daha açacak olursak şunları söyleyebiliriz: Hârut ile Mârufa ilham yoluyla öğretilen[250] bilgiler[251] kötü niyetli insanlar tarafından kullanılmaya[252] insanların küfre düşmelerine müsait bir araç olduğundan[253] bura da onların diliyle şu söylenmek istenmiştir: "Bu bilgiler bir sınav aracıdır. Bunlarla sınanırsanız sakın sapmayın." Buradaki açıklamalardan da fitne kelimesinin "sınav aracı" anlamına geldiği açıkça anlaşılmaktadır. Yani fitne imtihana vesile olan olguları tasvir etmektedir.
Fitne farklı bir türevi ile En'âm sûresinin 53. âyetinde şöyle yer alır: "Böylece insanlardan bazısını bazısı ile denedik ki (fe tennâ) 'Allah aramızdan şu adamları mı (iman) nimetine layık gördü?' desinler. Allah şükreden kullarını daha iyi bilen değil mi?" Âyetteki fetennâ ifadesi, 'sınamak, denemek ve imtihan etmek' anlamında kullanılmıştır.[254] Hz. Peygamberin insanlara karşı sorumluluk sınırının belirlendiği bir önceki âyetten[255] hemen sonra gelen bu âyette insanların birbiri aracılığıyla sınandığı ifade edilmektedir. Bu bağlam dikkate alındığında, müminleri küçümseyip doğruyu ve üstünlüğü kendilerinde gören inkarcıların, tavırları yüzünden bir sınava tâbi tutulduklarına işaret edildiği rahatlıkla anlaşılacaktır. [256]
Hz. Musa'nın kavminden yetmiş kadar kişi seçip Allah'ın belirlediği yere gelip bağışlanmak için dua ettiklerini bu arada derin bir sarsıntı geçirdiklerini ifade eden şu âyette[257] fitne kelimesinin de yukarıdaki anlamda olduğu anlaşılmaktadır: "Musa, kavminden, belirlediğimiz yere gitmek için yetmiş adam seçti. Onları o müthiş sarsıntı/deprem yakalayınca (bayıldılar). Mûsâ dedi ki: "Ey Rabbim! Dileseydin onları da beni de daha önce helak ederdin. Şimdi içimizden bir takım beyinsizlerin işledikleri (günah) sebebiyle bizi helâk mi edeceksin? Bu iş, senin imtihanından (fitnetüke) başka bir şey değildir. Onunla dilediğini saptırırsın, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim sahibimizsin, bizi bağışla ve bize acı! Sen bağışlayanların en iyisisin!" Müfessirlerin büyük çoğunluğu bu anlam üzerinde karar kılmışlardır.[258] Ayetin ifadesine göre, bağışlanmak için dua etmek üzere Allah'ın belirlediği yer ve zamanda toplanan yetmiş kişiyi sarsıntı yakalayınca[259] Hz. Mûsâ: "Ey Rabbim! Dileseydin onları da beni de daha önce helak ederdin. Şimdi içimizden bir takım beyinsizlerin işledikleri (günah) sebebiyle bizi helak mi edeceksin? Bu iş, senin imtihanından (fitnetüke) başka bir şey değildir. " demiş ve Allah'a niyazda bulunmuştur. Dolayısıyla Hz. Mûsâ, Allah'ın insanı değişik vesilelerle imtihan edeceğini ifade etmiştir. Buradaki sınav vesilesi de oldukça zor ve sıkıntılı bir durumdur.[260] Kur'an'da fitne formunun sınav, deneme ve deneme aracı anlamında kullanıldığı âyetlerden biri de, "Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız birer sınav aracıdır (fitnetün). Allah katında ise büyük bir mükâfat vardır." mealindeki Enfâl sûresinin 28. âyetidir.[261] Âyette belirtilen bu sınav araçları, sorumluluklarını yerine getirip getirmediğinin, Allah tarafından konulan sınırların gözetilip gözetilmediğinin ortaya çıkması amacıyla insana verilmiştir.[262] Neticede bu araçlarla sınanıp ta, haktan sapmayan kişi bu dünya sınavını kazanırken, mal ve evlâda aşırı düşkünlüğü sebebiyle doğru yoldan ayrılan, haksızlık yapan da söz konusu sınavı kaybederek büyük hüsrana uğrar.[263] Yer aldığı bağlam göz önünde bulundurulduğunda[264] gerek bu âyet ve gerekse aynı ifadelerin bulunduğu Teğâbün sûresi 15. âyette, özellikle mal ve evlatların oldukça önemli bir sınav vesilesi olduğu belirtilerek[265], bu hususta müminlerin daha dikkatli davranmaları vurgulanmakta,[266] onların, mal ve çocuklarına aşırı sevgi ve bağlılık duymalarının doğurabileceği tehlikeye işaret edilmektedir.[267] Bu tehlike de kişinin imanının gerektirdiği ahlak, iyilik ve adalet seviyelerini korumakta güçlük çekmesidir.[268] Zira Esed (ö.l992)’in de ifade ettiği üzere, "dünyevî şeylere karşı duyulan tutku ve meyil, kişinin ailesi için beslediği kayırma ve koruma duygusu bazen insanı haddi aşmaya (ve dolayısıyla Allah'ın mesajında öngörülen ahlâkî ve manevî değerlere ihanete) sevk ettiği içindir ki, bunlar fitne olarak nitelendiriliyor."[269]
Tevbe sûresi 49. âyetinde de teftinnî formunda geçen fitne, zorluk ve sıkıntılarla deneme, çetin bir sınav anlamını ifade etmektedir. Bu âyet meâlen şöyledir: "Onlardan öylesi de var ki: "Bana izin ver, beni çetin bir sınava sokma/başımı sıkıntı ve derde sokma (velâ teftinnî)" der. Bilesiniz ki onlar zaten sapıklık içerisinde bulunmakla fitnenin içerisindedirler/fitneye (fi'l-fitneti) düşmüşlerdir. Cehennem kâfirleri mutlaka kuşatacaktır." Âyette bir kısım münafıkların savaşa katılmayı istemedikleri, bunun için de Hz. Peygamber'e gelerek kendilerini böyle zor ve sıkıntılı bir durumla karşı karşıya bırakmamasını diğer bir ifadeyle başlarını dert ve belâya sokmamasını teklif ettikleri anlatıldıktan sonra, onların zaten fitnenin içerisinde oldukları belirtilmektedir. Bu âyetin nüzul sebebi ile ilgili kaynaklarda zikredilen olayın özeti şöyledir: Rivayetlere göre münafıkların önde gelenlerinden Cedd b. Kays, mazereti olmadığı halde Hz. Peygamber'e gelerek: "Ensâr benim kadınlara düşkün olduğumu bilir, savaşa gidersem sarışın kadınlar yüzünden fitneye düşerim. Savaşa gitmeyip burada kalma hususunda bana izin ver! Ben de size malımla katkıda bulunayım." diyerek savaşa katılmamak için izin istemiş, Hz. Peygamber de ondan yüz çevirerek ona izin vermişti. Bunun üzerine sözünü ettiğimiz âyet nazil oldu.[270]
Bir kısım müfessirler âyette fitnenin türevi olarak geçen i'zen lî velâ teftinnî'deki ve la teftinnî'ye, "beni günaha düşürme” şeklinde anlam vermişlerdir. Bunlar söz konusu ifadeyi şöyle açıklarlar: Bana izin vermemek suretiyle beni günaha düşürme ya da günaha düşmeme sebep olma. Çünkü sen bana izin versen de vermesen de ben bu savaşa katılmayacağım. Bari izin ver de, sana muhalefet ederek günaha düşmeyeyim. [271] Bir kısım müfessirlere göre ve lâ teftinnî'nin anlamı, "beni helak etme" dir. Bunların açıklamaları ise şöyledir: Eğer seninle savaşa gidersem malım ve ailem perişan olur. Dolayısıyla helakime neden olma. [272] Rağıp el-İsfahânî de üzerinde durduğumuz bu ifadeyi, "beni belâ ve azaba uğratma" şeklinde yorumlar.[273] Burada fitnenin türevi olarak geçen teftinnî'nin yer aldığı i'zen lî velâ teftinnî'deki cümleye Esed şöyle anlam verir." (Evde kalmam için) bana izin ver; beni böylesine çetin bir sınava sokma!" [274]
Esed'in yorumunun diğerlerine göre daha isabetli olduğunu düşünüyoruz. Zira bu anlam diğer anlamları da kapsayacak genişliğe sahiptir. Ayrıca bu anlam fitnenin sözlük anlamları arasında da yer almaktadır. Buna göre âyetin açıklaması şöyle olur: Savaşa gitmeyip burada kalma hususunda bana izin ver. Beni böyle zor ve sıkıntılı bir durumla, fedakarlığı gerektiren çok çetin bir sınavla karşı karşıya bırakma. Sana karşı çıkmak suretiyle bu sınavı kaybetmeme neden olma.
Münafıkların Allah'ın âyetleri karşısında takındıkları tavra işaret eden ''(İndirilen sûre) kalplerinde hastalık olanların ise, pisliklerine pislik katmış (küfürlerini artırmış), böylece kâfir olarak ölüp gitmişlerdir." mealindeki Tevbe sûrenin 125. âyetinin ardından gelen "Onlar, her yıl bir veya iki kere (çeşitli belâlarla) imtihan edildiklerini (yüftenûn) görmüyorlar mı? Sonra da ne tevbe ediyorlar ne de ibret alıyorlar." mealindeki 126. âyette geçen fitneyi de "imtihan" anlamında değerlendirmeliyiz. Bu âyette fitne kelimesinin bir türevi olan yüftenûn ifadesi kullanılmıştır. Bu kelime burada münafıkların her sene bir ya da iki kere zor sınav vasıtaları ile imtihan edildiklerine dikkat çekmektedir. "Münafıkların imanları bazen, şehvetlerini sınırlayan bir Kur'an emriyle veya çıkarlarını alt üst eden bir şeye inanmaları emredilerek yahut onların kişisel, ailevî ve kabilevî çıkarlarıyla Allah, Rasûlü ve iman arasında bir tercih yapmaya dahilî mücadeleyle ya da mal, can, vakit ve güç fedakarlığı gerektiren bir savaşla denenmekteydi."[275] Denenme, insanın akılla ve dolayısıyla eğri ile doğru arasında seçim yapabilme kabiliyeti ile donatılmış olmasının bir gereği ya da sonucu olduğundan[276] âyet münafıkların söz konusu yeteneği yeterince kullanmadıklarına işaret etmektedir. Müfessirler genellikle münafıkların yılda bir ya da iki kere çeşitli belâlarla imtihan edilmelerinin amacının, nifaklarını bırakıp peygamberin yanında yer almalarına yöneltmeye teşvik olduğunu ifade etmektedirler.[277] Yazır, ise burada yer alan yüftenûnu "belâ ve musibete uğratılmak" anlamına yorumlamaktadır[278] ki onun bu yorumunun âyetin yer aldığı anlam örgüsüne uygun olduğu da söylenebilir. Bununla birlikte âyetteki ftn türevinin yukarıda da ifade ettiğimiz üzere imtihan ve deneme anlamına yorumlanması daha isabetlidir.[279]
Kur'an'da fitne şeklinde geçip imtihan ve sınav anlamına yorumlanan âyetlerden biri de "(Ey peygamber) Hani sana: 'Rabbin, insanları çepeçevre kuşatmıştır' demiştik. Sana gösterdiğimiz o rüyayı da, ve Kur'an'da lanetlenen o ağacı da, sırf insanları sınamak (fitne) için vesile yaptık. Biz onları korkuturuz da, bu onlara, büyük bir azgınlıktan başka bir şey sağlamaz." mealindeki İsrâ sûresinin 60. âyetidir.[280] Ayet, Hz. Peygamberin gördüğü rüyanın ve Kur'an'da lanetlenen ağacın, insanlar için bir imtihan olduğunu haber vermektedir. İbn Abbâs, (68/687), bu âyette geçen "rü'ya" hakkında: "O rü'yâ, gözün gördüğü âyetlerdir ki, Rasûlullah'a sefer ettirildiği gece gösterildi' demiştir.[281] Müfessirlerin büyük çoğunluğu da âyette geçen "rü'yâ" ifadesini Hz. Peygamberin "gece yolculuğu"nu izleyen Mirâc olayı olarak yorumlamışlardır.[282] İbn Abbâs, yine aynı âyette geçen "eş-şeceretü'l-melûne" (Kur'an'da lanetlenen ağacın)'nîn de, "zakkum ağacı' olduğunu söylemiştir.[283] Müfessirlerin çoğunluğu da İbn Abbas'ın yorumuna uyarak "Kur'an'da lanetlenen ağaç''ın, "zakkum ağacı" olduğunu belirtmektedirler.[284] Bir yoruma göre, hem rüya olayı ve hem de lanetlenen ağaç, "mahiyeti itibariyle farklı yorumlara açık olduğu ve dolayısıyla nesnel realitesi bakımından bir takım şüphelere yol açabileceği için -âyetin devamında ifade edildiği gibi- "insanlar için bir sınama" vesilesi oluşturmaktadır. Şöyle ki: Bu olayla yüz yüze geldiklerinde imanı zayıf olanlarla, sığ düşünenlerin Hz. Muhammed'in dürüstlüğünden ve dolayısıyla peygamberliğinden yana duydukları inanç sarsılırken, Allah'a sarsılmaz bir iman ile bağlı olanlar bu olayda Allah'ın seçtiği kimselere bahşettiği ruhanî nimetin olağanüstü bir tezahürünü görmekte ve böylece Kur'an mesajına duydukları iman daha da güçlenmektedir."[285]
Tâhâ sûresinin "Hani kız kardeşin (Firavun ailesine) gidip de onlara "size onun bakımını üstlenecek kimseyi göstereyim mi?" diyordu. Böylece seni, gözü gönlü mutluluk dolsun ve üzülmesin diye annene geri verdik. Ve sen, birini öldürdün de seni endişeden kurtardık. Seni iyiden iyiye denemeden geçirdik/Seni bir takım sıkıntılarla denedik, (ve fetennâke fütûnen). Bunun için yıllarca Medyen halkı arasında kaldın. Sonra takdire göre (bu makama) geldin ey Mûsâ!" mealindeki 40. âyetinde fitne kelimesinin bir başka türevi olan fetennâ ifadesi denemek, imtihan etmek anlamında kullanılmıştır.[286] Fetennâ ile birlikte kullanılan ve fitne kelimesinin bir başka türevi olan fütûnen kelimesinin, mastar formunda te'kid[287] olabileceği gibi fitne veya fiten kelimelerinin çoğulu da olabileceği belirtilmiştir.[288] Bir kısım müfessirler sözü edilen âyette geçen fetennâya "kurtardık'' anlamı vermişlerdir[289] Bazıları ise burada hem "kurtardık" anlamının ve hem de "imtihan ettik" anlamının verilebileceğini belirtmişlerdir[290] "Kurtardık" anlamını veren müfessirlere göre âyetin anlamı şöyledir: Biz seni peş peşe karşılaştığın zorluklardan kurtardık[291].Yukarıdaki âyet Hz. Musa'nın hayatında bir dönüm noktası oluşturan annesine geri verilmesi[292], Mısırlı bir şahsı öldürüp içine düştüğü tasadan kurtulması gibi olaylar[293] anlatıldıktan sonra gelmektedir. Âyette söz konusu edilen olayların her birisi başlı başına önem arz etmekte ve bu çileli durumlar ftn kökünden gelen bir kelime ile ifade edilmektedir.[294] Aynı sûrenin "Allah: '(Ey Mûsâ) Şüphesiz, biz senden sonra halkını (Harun ile kalan İsrâiloğullarını) sınadık (fetennâ); Sâmirî onları saptırdı." mealindeki 85. âyetinde yine fetennâ kalıbı kullanılarak Hz. Musa'nın yokluğunda Allah'ın onun kavmini sınadığı ifade edilmektedir. Müfessirler burada geçen kelimeye de "sınadık" anlamı vermişlerdir.[295]
Yine "Andolsun, Hârûn onlara daha önce (Hz. Mûsâ daha dönmeden) şöyle demişti: "Ey kavmim! Siz bununla (buzağı heykeli ile) yalnızca imtihan edilmektesiniz. (Fütintüm) Doğrusu sizin Rabbiniz ancak Rahmân'dır. Öyleyse bana uyun. Ve emrime itaat edin." mealindeki Tâhâ sûresinin 90. âyetinde ftn'nin fütintüm şeklindeki bir türevi kullanılarak Hz. Harun'un, İsrâiloğullarının buzağı ile imtihan edildiklerini haber verdiği ifade edilmektedir.[296] Âyette gerçek ilahın Yüce Allah olduğu ifade edilerek buzağının bir sınama aracından başka bir şey olmadığı vurgulanmaktadır.
"Sakın, kendilerini denemek için (lineftinehüm) onlardan bir kesimi faydalandırdığımız dünya hayatının çekiciliğine gözlerini dikme! Rabbinin nimeti hem daha hayırlı, hem de daha süreklidir."[297] âyetinde ise ftn'nin bir başka türevi (lineftinehüm) imtihan ve sınama anlamında kullanılmıştır.[298] Âyette Hz. Peygamberin dünya hayatına mahsus şu ya da bu parlaklığa, görkeme gözünü dikmemesi emredilmekte ve bunların bir sınama aracı olduğuna dikkat çekilmektedir. Gerçekte Kur'an'ın yer yer dünya malının fitne (imtihan vesilesi) olduğunu ifade eden âyetleriyle[299] birlikte düşünüldüğünde söz konusu âyette geçen ve ftn kökünden gelen kelimenin sınama anlamına geldiği söylenebilir.[300]
"Her nefis ölümü tadacaktır, bir imtihan (fitne) olarak sizi hayır ile de şer ile de deniyoruz. Ve siz, ancak bize döndürüleceksiniz." mealindeki Enbiyâ sûresinin 35. âyetinde geçen fitne kelimesi imtihan ve sınama anlamında kullanılmıştır.[301] Her canın ölümü tadacağının, insanların hayır ve şerle imtihan edileceklerinin belirtildiği bu âyette görüldüğü üzere gerek nimetle ve gerekse belâ ile, insanın imtihana tabi tutulması fitne ile ifade edilmiştir. Diğer bir ifadeyle fitne kelimesi burada hem belâ ve musibetler gibi olumsuzlukları ve hem de nimet ve güzellikler gibi olumlu şeyleri karşılamaktadır.[302] Yine aynı sûrenin "Bilmiyorum, belki de o (azabın ertelenmesi), sizi denemek (fitne) ve bir zamana kadar sizi (imkânlardan) faydalandırmak içindir." mealindeki 111. âyetinde kullanılan fitne kelimesi de "imtihan" anlamına yorumlanmıştır. Bu âyetten önce geçen "(Ey Muhammed!) O kâfirler eğer yüz çevirirlerse, de ki: '(Bana emrolunanı, ayırım yapmadan) size eşit olarak bildirdim. Tehdit edildiğiniz şey yakın mı yoksa uzak mı, bilmiyorum." mealindeki 109. âyetteki “tehdit olunulan durum" müfessirler tarafından farklı yorumlanmakla birlikte[303], bu durumun (yani tehdit olunulan şeyin gecikmesi) bir imtihan olduğu bir çok müfessir tarafından ifade edilmiştir.[304] Buradaki fitneyi, "imtihan” anlamında yorumlayanlar, âyetin "ve in edrî leallehü fitnetün" kısmını şöyle açıklamaktadırlar: Belki bu başınıza gelecek azabın vaktinin tehir edilip müphem bırakılması, sizin ne yaptığınızı -tevbe edip etmeyeceğinizi- görmeye tekrar imkan veren bir imtihandır.[305] Âyette geçen fitneye, farklı anlamlar da verilmiştir. Mesela, İz b. Abdüsselâm (660/1262)'ın bu kelimeye verdiği anlamlardan biri de "helaktir.”[306] Yazır da söz konusu kelimeyi "ceza ve mihnetinizi büyütmek için bir istidrâc" olarak açıklamaktadır.[307] Burada "imtihan" anlamı isabetli olmakla birlikte kanaatimizce bu anlamlar da âyetin bağlamına pek ters düşmemektedir. Zira âyette sözü edilen gecikme, müşrikler için dünyada bir sınav aracı olduğu gibi özellikle dünyadaki azgınlıklarının ve fitnelerinin artmasına imkan vermesi sebebiyle âhiret hayatında da azap görmelerine vesile teşkil eden bir durum olarak değerlendirilebilir.[308]
Fitne kelimesinin sınama ve imtihan anlamında kullanıldığı âyetlerden biri de Hac sûresinin 53. âyetidir. Sözünü ettiğimiz sûrenin 52 ve 53. âyetlerinin mealleri şöyledir: "Biz senden önce hiçbir resul ve nebi göndermedik ki, bir şey arzu ettiği zaman, şeytan onun bu temennisine dair vesvese vermiş olmasın. Ama Allah şeytanın vesvesesini giderir. Sonra Allah âyetlerini sağlamlaştırır. Allah (her şeyi) hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. Allah, şeytanın verdiği bu vesveseyi, kalplerinde hastalık bulunanlar ile kalpleri katı olanlara bir imtihan (fitne) vesilesi kılmak için böyle yapar. Zalimler, gerçekten (haktan) oldukça uzak bir ayrılık içindedirler." Bu âyetlerde peygamberlerin yüce hedefleri[309] karşısında şeytanın vesvesesinin[310], özellikle kalplerinde hastalık bulunan kimseler için, ağır bir sınav vesilesi olacağı fitne kelimesiyle ifade edilmiştir.[311] Yazır, âyette geçen fitne kelimesine "mihnet ve azap" anlamı vermiştir.[312]
Fitne kelimesinin Kur'an'da "sınav aracı" anlamında kullanıldığı yerlerden birisi de şu âyettir: "(Resulüm!) Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de şüphesiz yemek yerler, çarşıda pazarda gezerlerdi. (Ey insanlar!) Sizi birbiriniz için sınav aracı (fitne) kıldık. (Bakalım) sabredecek misiniz? Rabbin her şeyi hakkıyla görendir."[313]
Burada fitne kelimesinin "sınav aracı" anlamında kullanıldığı, âyetin hem içeriğinden ve hem de yer aldığı bağlamdan açıkça anlaşılmaktadır. Bu konuda müfessirler de görüş birliği içerisindedirler.[314] Âyet, "(Müşrikler) dediler ki: bu ne biçim peygamber ki yemek yer, çarşıda pazarda dolaşır. Ona bir melek indirilseydi de bu onunla beraber bir uyarıcı olsaydı ya! Yahut kendisine bir hazine verilseydi veya ürününden yiyeceği bir bahçesi olsaydı ya!..."[315] mealindeki âyette ifade edildiği üzere müşriklerin, Hz. Peygamber'in peygamberliğine yönelik itirazlarına cevap vermektedir. Anlaşılan o ki, müşrikler Peygamberin beşer üstü bir varlık olması gerektiğini düşünüyorlar; yemek yiyor ve çarşılarda dolaşıyor diye onun Allah'ın gönderdiği bir peygamber olamayacağını iddia ediyorlardı. Ayette, geçmiş bütün peygamberlerin diğer insanlar gibi yiyip içen ve çarşıda pazarda dolaşan insanlar olduğuna vurgu yapılarak beşeri yönleri öne çıkarılmış; Hz. Peygamber'in de müşriklerin haberdar oldukları peygamberler gibi bir peygamber olduğu belirtilmiştir. Aynı zamanda âyetin devamında insanların bazılarının diğer bazıları için bir sınama aracı olduğu da belirtilerek onların birbirleri ile denendiği ifade edilmiş, müşriklerin bu tür sözlerinden dolayı üzülen Hz. Peygamber ve müminler teselli edilmek istenmiştir.[316]
Konumuzla ilgili olarak âyetin "(Ey insanlar!) Sizi birbiriniz için sınav aracı (fitne) kıldık. (Bakalım) sabredecek misiniz?" kısmında insanların birbirleriyle sınanmaları yasasından (sünnetullah) söz edilmektedir. Âyetin bağlamı göz önünde bulundurulduğunda ilk bakışta "birbiri ile sınanma” ifadesiyle "elçi ve kendilerine elçi gönderilenlerin birbirleri ile sınanmaları”[317] veya "müminlerin müşriklerle sınanmaları"nın kastedildiği akla gelebilir.[318] Çünkü Hz. Peygamber bu âyette de ifade edildiği üzere kendilerine elçi olarak gönderildiği toplumun bir kısmı tarafından gerek sözlü ve gerekse fiilî eziyetlere maruz bırakılmıştır. Bu durum hem Peygamberi ve hem de müminleri çok üzmüştür. Ayetten bu tür eziyetlere maruz kalan Hz. Peygamber'in ve müminlerin sabırlarının sınandığı, müşriklerin eziyetlerinin de bu sınavda bir araç olduğu anlaşılabilir. Ayet özellikle bu tür eziyetler karşısında Hz. Peygamber'in ve müminlerin sabretmeleri gerektiğine işaret etmektedir.[319] Aynı zamanda Hz. Peygamberin servet ve mevkii sahibi olmayan bir aileden gelmesi, diğer insanlar gibi beşerî özelliklere sahip olması gibi hasletleri de müşriklerin inkarcı tavırlarını ortaya çıkaran bir sınav aracı olmuştur.[320] Söz konusu âyetteki, "birbiri ile sınanma" ifadesinden, özel anlamda her ne kadar Hz. Peygamber ve o dönemdeki müminler anlaşılsa da, burada sebebin hususiliğin anlamın umumiliğine engel olmayacağı prensibinden hareketle bütün insanların birbirleriyle deneneceğini[321] söyleyebiliriz. Bu anlamda insanların bir kısmı, diğer kısmı için imtihan vesilesi olmuş olur.[322] Meselâ her peygamber gönderildiği topluluklar (ümmet-i davet) için bir imtihan vesilesi olduğu gibi her ümmet de kendi peygamberi için bir imtihan vesilesidir.[323] Peygamberler, gönderildiği toplumlarda davalarına karşı çıkan insanlarla denenirler. Yani onların sözlü ve fiilî eziyetleri, çıkardıkları güçlük ve engeller karşısında direnç gösterip göstermedikleri hususunda sınanırlar.[324] Kendilerine peygamber gönderilen ümmetler de peygamberlerine inanıp inanmama, onlara uyup uymama hususunda denenirler.[325] Benzer şekilde müşrikler, müminler için bir sınav aracı olabilecekleri gibi, müminler de müşrikler için bir sınav aracı olurlar.[326] Âyetin "(Ey insanlar!) Sizi bir biriniz için sınav aracı (fitne) kıldık. (Bakalım) sabredecek misiniz?" kısmının, Ebû Cehil, Velid b. Muğîre, As b. Vâil ve Kureyş'in ileri gelenleri hakkında nazil olduğu rivayet edilmiştir. Rivayete göre Ebû Zer, Abdullah b. Mesud, Ammâr, Bilal, Suheyb ve Ebû Huzeyfe'nin kölesi Sâlim'in müslüman olduklarını görünce; "Biz de müslüman olup bu müminler gibi aynı safa mı gireceğiz?" dediler. Bu konuşmalar üzerine söz konusu âyet indirilmiştir.[327] Âyeti, zikredilen bu nüzul sebebi ile birlikte değerlendirdiğimizde toplumda inanan inanmayan bütün fertlerin birbiri için sınama aracı oldukları görülür.[328]
Fitnenin türevinin yer aldığı "...(Salih a.s): Sizin uğursuzluğunuzun sebebi, Allah'ın katında (yazılı)dır. Aslında siz (bu olaylarla) sınanan/doğru yoldan ayrılmış (tüftenûn) bir topluluksunuz.' dedi." mealindeki Neml sûresi 47. âyette de fitne "sınanma" anlamını ifade etmektedir. Bu âyetin de içerisinde yer aldığı Neml sûresi 46 ile 47. âyetleri Hz. Salih ile Semûd kavmi arasında geçen bir tartışmayı konu edinmektedir.
Hz. Salih'in "Ey kavmim! İyilik dururken niçin kötülüğe koşuyorsunuz? Allah'tan mağfiret dileseniz olmaz mı? Belki size merhamet edilir."[329] sözüne Semûd kavmi şu karşılığı vermiştir: "Ey Salih senin ve beraberindekilerin yüzünden uğursuzluğa uğradık."[330] Bunun üzerine Hz. Salih, kendisini ve kendisine tâbi olan müminleri uğursuzlukla suçlayan kavmine şunları söylemiştir: "Size çöken uğursuzluk (sebebi), Allah katında (yazılı)dır. Aslında siz (bu olaylarla) sınanan (veya fitneye düşürülmüş) (tüftenûn) bir topluluksunuz."[331]
Âyetteki tüftenûn kelimesine müfessirlerin büyük çoğunluğu "sınanıyorsunuz" anlamını verirken[332] bir kısmı da "fitneye uğruyorsunuz" anlamını vermişlerdir.[333] Diğer bir kısmı da her iki görüşe yer vermekle birlikte "(günahlarınız sebebiyle)[334] azap görüyorsunuz'' şeklinde bir yorumu zikrederek tüftenûn'a her üç anlamın da verilebileceğinin mümkün olduğunu ifade etmişlerdir.[335] 'İz b. Abdüsselâm (660/1262) da tüftenûn'u ikinci görüşe yakın olarak "emr olunduğunuz İslam'dan yüz çeviriyorsunuz”[336] şeklinde tefsir etmiştir.
Kanaatimizce söz konusu kelimeye, ilk iki anlamı vermemiz daha uygundur. Zira bu iki anlam, kelimenin lügat anlamları içerisinde yer aldığı gibi âyetin hem muhtevasına ve hem de bağlamına uygun düşmektedir. Hz. Salih'in, başlarına gelen musibetlerin kendisinden ve kendisine tâbi olan müminlerden kaynaklandığını söyleyen kavmine: "Allah'ın size emrettiklerini yerine getirip getirmeme hususunda[337], peygambere karşı tutumunuzla[338], sahip olduğunuz nimetler ve başlarınıza gelen musibetlerle sınanmaktasınız (bel entüm kavmün tüftenûn)" şeklinde bir cevap vermesi muhtemel olduğu gibi, "siz öyle bir topluluksunuz ki (başınıza gelen musibetlerin uğursuzluk sebebiyle olduğu şeklinde) vesvese vermesi ve aldatmasıyla şeytan (veya bir başkası) sizi fitneye düşürmektedir."[339] şeklinde bir cevap vermesi de muhtemeldir. Yasin sûresinde de, benzer şekilde kendilerine gönderilen elçiler hakkında uğursuzluk iddiasında bulunan bir kavme işaret edilmiştir.[340] Sözü edilen elçiler bu iddia karşısında elçi olarak gönderildikleri kavme; "Uğursuzluğunuz kedinizdendir. Size öğüt verildiği için mi (uğursuzluğa uğruyorsunuz?). Doğrusu siz haddi aşmış bir kavimsiniz." şeklinde bir cevap vermişlerdir. Kur'an'da Allah elçilerinin buna benzer tavırlar karşısında, birbirine yakın ifadeler kullandıklarını da göz önünde bulundurursak, üzerinde durduğumuz
kavmün tüftenuna şu şekilde bir anlam da verebiliriz: "(Başınıza gelen musibetlerin uğursuzluk sebebiyle olduğu yolunda bir vesvese vermesi ve aldatmasıyla) "Siz şeytan tarafından fitneye düşürülen/doğru yoldan ayrılan bir toplumsunuz." Belirttiğimiz bu anlama ileride ilgili başlıkta yer vereceğiz.
Kur'an pek çok âyette insanların bu dünyada başıboş bırakılmayacağını vurgulayarak onlara sorumluluklarını hatırlatmaktadır. Ankebût sûresinin 2. ve 3. âyetlerinde de aynı tema işlenmektedir: "İnsanlar, 'iman ettik' demekle imtihan edilmeden (lâ yuftenûn) bırakılacaklarını mı zannederler? Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihan etmiştik (Fetennâ). Allah doğru söyleyenleri de yalancıları da mutlaka bilir." Bu âyetlerde lâ yüftenûn ve fetennâ kullanılarak, insanların sınava tabi tutulacakları ve daha önceki ümmetlerin de benzeri bir sınavdan geçirildikleri haber verilmektedir. Söz konusu âyetlerde geçen ftn türevlerinin imtihan anlamına geldiği müfessirlerin yaygın kanaatidir.[341] Buna göre, insanların sadece "iman ettik" demeleri yeterli olmayıp imandaki samimiyetleri[342] ve sebatlarının belirlenmesi için bir sınava tabi tutulmaları gerekmektedir ki, âyetler de esasen bu duruma işaret etmektedir. Ayrıca âyetlerin sebeb-i nüzulünde anlatılan olaylar da bunu teyit etmektedir.[343]
Kur'an zaman zaman bazı şeylerin fitne aracı olduğuna işaret etmektedir. Bu gibi ifadelerin geçtiği âyetlerde yer alan fitne kelimesi ise genel olarak sınav, deneme ve imtihan anlamına geldiği müfessirlerce ifade edilmiştir. Sâffât sûresi 63. âyette geçen fitne kelimesi de imtihan anlamında yorumlanmıştır.[344] Söz konusu sûrenin 62. âyetinde; "Ziyafet olarak, bu mu (cennet ehli için anılan bu nimetler mi) daha hayırlı, yoksa zakkum ağacı mı? Biz onu (zakkumu) zalimler için bir sınama aracı (fitne) kıldık." şeklinde zakkum ağacından bahsedilmekte, 63. âyette ise bu ağacın zalimler için bir sınama aracı (fitne) kılındığına işaret edilmektedir.[345] Bunun yanında âyette geçen fitne kelimesine "azap" anlamı verenler de olmuştur[346] ki, biz bu konuya ayrı bir başlık altında işaret edeceğiz. Ayetin bağlamı her iki anlama da müsaittir. Bu ağaç kâfirler için dünyada bir sınama aracı olduğu gibi aynı zamanda cehennemde bir azap olacaktır.[347]
Sâd sûresinin, "Dâvûd: 'Andolsun ki, senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana haksızlıkta bulunmuştur. Doğrusu ortakçıların çoğu, birbirlerinin haklarına tecavüz ederler. Yalnız iman edip de iyi işler yapanlar müstesna. Bunlar da ne kadar az'.' dedi. Dâvûd kendisini denediğimizi (fetennâ) sandı ve Rabbinden mağfiret dileyerek eğilip secdeye kapandı, tevbe edip Allah'a yöneldi." mealindeki 24. ve "Andolsun biz Süleyman'ı imtihan ettik. Tahtının üstüne bir ceset bırakıverdik, sonra o, yine eski haline döndü." mealindeki 34. âyetlerinde geçen fetennâ kelimelerinin de imtihan ve sınama anlamına geldiği yolunda müfessirler adeta görüş birliği içerisindedirler.[348] Aynı sûrenin 21-23. âyetlerinde, dâvâlı olduklarını söyleyen iki kişinin Hz. Davud'a gelerek aralarında adaletle hükmetmesini istemelerinden ve içlerinden birinin "Bu benim kardeşimdir, doksan dokuz koyunu var. Benim ise bir tek koyunum var. Böyle iken 'onu da bana ver' dedi ve tartışmada beni bastırdı." şeklindeki iddiasından söz edilmektedir. 24. âyette ise, Hz. Davud'un bu durumu bir haksızlık olarak değerlendirdiğinden söz edilerek Allah'ın kendisini sınadığını anlayıp tevbe ettiği ifade edilmektedir. Ancak Hz. Davud'un ne ile sınandığı açıkça belirtilmemektedir. Sûrenin 34. âyetinde ise Hz. Süleyman'ın tahtının üzerine bir ceset konulmak suretiyle sınava tâbi tutulduğu ifade edilmekte ve bunun için de fetennâ kelimesi kullanılmaktadır. Müfessirler bu âyetlerdeki her iki sınama ile ilgili çeşitli yorumlar yapmışlardır. İleride bunlara ilgili başlıklarda yer verilecektir.
Zümer sûresinin "İnsana bir zarar dokunduğu zaman bize yalvarır. Sonra, kendisine tarafımızdan bir nimet verdiğimiz vakit, "Bu bana ancak bilgimden dolayı verilmiştir" der. Hayır (kendisine verilen bu nimet), bir imtihandır (fitne). Fakat çokları bilmezler." mealindeki 49. âyetinde geçen fitne kelimesi de imtihan olarak yorumlanmıştır.[349] Âyette insana bir zarar isabet ettiğinde Allah'ı tanıdığına, ancak nimete gark olduğunda bunu kendisine izafe ettiğine işaret edilerek esasında nimetlerin Allah tarafından bir sınav aracı olarak verildiği üzerinde durulmaktadır.
"(Salih'e şöyle demiştik:) 'Şüphesiz biz, imtihan etmek (fitneten) için onlara dişi bir deve göndereceğiz. Şimdi onları gözetle ve sabret." mealindeki Kamer sûresi 27. âyette geçen fitne de imtihan anlamındadır. Müfessirler söz konusu kelimeye genellikle bu anlamı vermişlerdir.[350] Âyette, Allah'ın Semûd kavmini sınamak için bir dişi deve gönderdiği beyan edilmektedir. Çünkü Semûd kavmi kendilerine peygamber olarak gönderilen Hz. Salih'in peygamberliğini bir takım gerekçeler ileri sürerek inkar ediyordu. Onlar "Hz. Salih'in ya insanüstü bir varlık olması veya insanüstü olmasa da kendi içlerinden olmayıp mucizevî bir yolla gelmesi ya da qücü ve şöhreti olan bir kabile reisi olması gerektiğine inanıyorlardı. Çünkü Allah'ın ancak bu şekilde birini peygamberlik görevi için seçebileceğini düşünüyordu."[351] Yine onlar, Hz. Salih'den kendisinin gerçekten peygamber olduğuna delalet edecek bir mucize göstermesini de istediler.[352] Allah da mucize ve aynı zamanda bir sınama aracı olarak onlara dişi bir deve gönderdi.[353]
Duhân sûresinin 17. âyetinde fetennâ kelimesi kullanılarak Firavun'un kavminin imtihana tabi tutulduğu şöyle ifade edilmektedir: "Andolsun, kendilerinden önce biz, Firavun'un kavmini de imtihan etmiştik (fetennâ)..." Fakat onların ne ile ve ne şekilde imtihan edildikleri belirtilmemektedir. Bazı müfessirler buradaki imtihanın, Hz. Musa'nın onlara peygamber olarak gönderilmesi olduğunu söylemişlerdir.[354]
Teğâbün sûresinin, "Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir sınama aracıdır (fitne). Büyük mükâfat ise Allah'ın yanındadır." mealindeki 15. âyetinde geçen fitne kelimesi "sınav aracı" anlamında kullanılmıştır.[355] Bir önceki âyette ise "Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olabilecekler vardır. Onlardan sakının. Ama affeder, hoş görüp vazgeçer ve bağışlarsanız şüphe yok ki Allah çok bağışlayandır. Çok merhamet edendir." buyurulmaktadır. Bu âyetin, bir rivayete göre, cihada çıkması ailesi ve çocukları tarafından engellenmek istenen Avf b. el-Eşca'î hakkında nazil olduğu belirtilmektedir.[356] Ayette özellikle insanlar için çekiciliği olan mal ve çocukların sınav vesilesi olduğu hatırlatılarak, müminler bu hususta uyarılmaktadır.[357] Aynı temayı işleyen Enfâl sûresi 28. âyeti açıklarken mal ve çocukların nasıl sınav vesilesi oldukları ve neden fitne olarak nitelendirildikleri üzerinde durduğumuzdan burada ayrıca tekrar etmeyi gerekli görmüyoruz.
Cin sûresinin 17. âyetinde geçen ve ftn kökünün bir türevi olan neftinehüm kelimesi sınamak anlamında kullanılmıştır.[358] Sözü edilen sûrenin 16. ve 17. âyetlerinin mealleri şöyledir: ''Yine de ki: 'Bana şöyle de vahyedildi: Eğer yolda dosdoğru olurlarsa mutlaka onlara bol yağmur yağdırırız ki bununla onları imtihan edelim (li neftinehüm). Kim Rabbinin zikrinden yüz çevirirse, Rabbi onu gitgide artan çetin bir azaba uğratır." Âyette ifade edilen bu sözler de sûrenin başından itibaren Hz. Peygamber'e vahyolunan hususlardandır.[359] Burada Allah, insan ve cinleri, İslam yolu üzere bulundukları takdirde onlara bol nimetler vereceğini ve bunlarla onları sınayacağını, kendisini anmaktan yüz çevirenleri çetin bir azaba çarptıracağını belirtmektedir.[360] 17. âyette geçen li neftinehüm kelimesini, kendinden önceki âyetle birlikte düşündüğümüzde ''denenme" anlamını ifade ettiği kolayca anlaşılmaktadır.
"Biz, cehennemin işlerine bakmakla ancak melekleri görevlendirmişizdir. Onların sayısını da inkarcılar için bir imtihan vesilesi (fitne) yaptık ki böylelikle, kendilerine kitap verilenler iyiden iyiye öğrensin, iman edenlerin imanı artsın; hem kendilerine kitap verilenler hem müminler şüpheye düşmesinler, kalplerinde hastalık bulunanlar ile kâfirler, 'Allah bu misalle ne demek istemiştir ki?' desinler. İşte böyle. Allah böylece, dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğini doğru yola eriştirir, Rabbinin ordularını, kendisinden başkası bilmez. Bu ise, insanlık için ancak bir öğüttür." mealindeki Müddessir sûresinin 31. âyetinde ise, Cehennemin gözcüsü olan meleklerin sayısının bir sınama aracı olduğu belirtilmiş[361] ve bu durumu ifade etmek için de fitne kelimesi kullanılmıştır.[362]
Kur'an'da yer alan ftn kök ve türevlerinin imtihan anlamında kullanımı ile ilgili olarak buraya kadar yaptığımız açıklamaları hem bir arada gösterebilmek ve hem de daha kolay kavranılması için ayrıca aşağıdaki tabloda sunmayı uygun gördük.
Sıra no |
Sûre no ve adı |
Ayet No |
Lafız şeklî |
Anlam |
Mek Med |
|
||||
1 |
2 Bakara |
102 |
Fitnetün |
sınav aracı |
M |
|
||||
2 |
6 En'âm |
53 |
Fetenna |
denedik |
K |
|
||||
3 |
7 A'râf |
155 |
Fitnetüke |
senin imtihanın |
K |
|
||||
4 |
8 Enfâl |
28 |
Fitnetün |
sınav aracı |
M |
|
||||
5 |
9 Tevbe |
49 |
velâ teftinnî |
beni öylesine çetin bir sınava sokma |
M |
|
||||
6 |
9 Tevbe |
126 |
Yüftenûne |
imtihan olunuyorlar |
|
|||||
7 |
17 İsrâ |
60 |
Fitnelen |
sınav aracı |
K |
|||||
S |
20 Tâhâ |
40 |
Fetennâke |
sınadık |
K |
|||||
9 |
20 Tâhâ |
40 |
Fütûnen |
sınamak |
K |
|||||
10 |
20 Tâhâ |
85 |
Fetennâ |
sınadık/sıkıntılar |
K |
|||||
11 |
20 Tâhâ |
90 |
Fütintüm |
sınandınız |
M |
|||||
12 |
20 Tâhâ |
131 |
Lineftinehüm |
kendilerini sınamak için |
K |
|||||
13 |
21 Enbiyâ |
35 |
Fitneten |
imtihan |
K |
|||||
14 |
21 Enbiyâ |
111 |
Fitnetün |
imtihan |
K |
|||||
15 |
22 Hac |
53 |
Fitneten |
imtihan vesilesi |
M |
|||||
16 |
27 Neml |
47 |
Tüftenûne |
imtihan olunuyorsunuz /haktan sapmak sureti ile fitneye uğramışsınız |
K |
|||||
17 |
25 Furkân |
20 |
Fitneten |
sınav aracı |
K |
|||||
18 |
29 Ankebût |
2 |
yüftenûne |
imtihan olunacaklar |
M |
|||||
19 |
29 Ankebût |
3 |
Fetennâ |
imtihan etmiştik |
M |
|||||
20 |
37 Sâffât |
63 |
Fitneten |
imtihan aracı/ azap |
K |
|||||
21 |
38 Sâd |
34 |
Fetennâ |
imtihan ettik |
K |
|||||
22 |
38 Sâd |
24 |
Fetennöhu |
imtihan ettik |
K |
|||||
23 |
39 Zümer |
49 |
Fitnetün |
imtihan vesilesi |
K |
|||||
24 |
44 Duhân |
17 |
Fetennâ |
sınamıştık |
K |
|||||
25 |
54 Kamer |
27 |
Fitneten |
imtihan için |
K |
|||||
26 |
64 Teğâbün |
15 |
Fitnetün |
sınav aracı |
M |
|||||
27 |
72 Cin |
17 |
Lineftinehüm |
kendilerini sınamak için |
K |
|||||
28 |
74 Müddessir |
31 |
Fitneten |
sınav aracı |
||||||
Bir kişinin bir kişiye veya bir topluluğun başka bir topluluğa eziyet ve kötülük yapması baskı, zulüm ve işkence sözcükleriyle ifade edilir. Bunlardan baskı, bir şeyi sıkma, zorlama, kuvvet ve zor altında bulundurma veya bulunma, bir kişinin davranışlarında, hareket ve düşüncelerinde serbest olmaması anlamım ifade eder.[364] Zulüm ise, her türlü haksızlık ve adaletsizliği anlatır.[365] Bir kimseye maddî ve manevî olarak yapılan şiddetli eziyeti[366] anlatan işkence ise, zulüm ve baskının en ileri boyutudur. Zulüm kelimesi hem baskı ve hem de işkencenin anlamını kapsamaktadır. Kur'an'ın bir kısım âyetlerinde geçen fitne ve türevleri de baskı, zulüm ve işkence anlamlarını ifade etmektedir.
Fitnenin söz konusu anlamlarda kullanıldığı en dikkat çeken âyetlerden birisi şudur: "Onları (size karşı savaşanları) yakaladığınız yerde öldürün. Sizi çıkardıkları yerden (Mekke'den) siz de onları çıkarın. Zulüm ve baskı (fitne) adam öldürmekten daha beterdir. Yalnız, Mescid-i Haram yanında, onlar sizinle savaşmadıkça, siz de onlarla savaşmayın. Sizinle savaşırlarsa (siz de onlarla savaşın) onları öldürün. İşte kâfirlerin cezası böyledir"[367] Bu âyette geçen fitne kelimesi, özellikle inanca yönelik olarak yapılan baskı, zulüm ve işkence anlamını ifade etmektedir. Bu husus sözünü ettiğimiz âyetin hem yer aldığı bağlamdan, hem de nüzul sebebi ve ortamından anlaşılmaktadır. O halde önce bu âyetin yer aldığı tarihsel ve sosyal bağlamı tespit etmeye çalışalım. Âyet, kâfirlerin müminlere yönelik saldırılarından ve yaptıkları zulümler karşısında onlarla savaşılmasının gerekliliğinden ve yapılacak bir savaşta müminlerin nasıl davranacaklarından söz eden bir bağlamda yer almaktadır. Bir önceki âyette, "Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez."[368] denilerek müslümanlara, kendileriyle savaşanlara karşı savaşmaları emredilmektedir. Savaş emri ile ilgili olarak inen ilk âyetin bu olduğunu söyleyen Kurtubî (671/1272)[369], söz konusu âyetin nüzul sebebi ile ilgili şu rivayete yer verir: "Hz. Peygamber umre yapmak üzere ashab-ı kiram ile birlikte Mekke'ye gitti. Mekke yakınlarında Hudeybiye'de -ki Hudeybiye oradaki bir kuyunun adıdır bu bölgeye de o kuyunun adı verilmiştir- konaklayınca müşrikler Beytullah'a girmesini engellediler. Hz. Peygamber de Hudeybiye'de bir ay süreyle kaldı. Müşrikler Hz. Peygamberle şu şartlarda anlaştılar: O yıl müminler (umre yapmadan) geri dönecekler, ertesi yıl Mekke müminler (umre yapmaları) için üç gün süreyle boşaltılacak ve aralarında on yıl savaş yapılmayacak. Bunun üzerine Hz. Peygamber ve müslümanlar birlikte Medine'ye geri döndüler. Ertesi sene Hz. Peygamber kaza umresi yapmak üzere hazırlıklarını yaptı. Müslümanlar kâfirlerin sözlerinde durmayacaklarından korktular. Onlar haram ayında harem dahilinde savaşmaktan da hoşlanmıyorlardı. İşte bu âyet-i kerîme bunun üzerine nazil olmuştur."[370]
Müminlere kendilerini savunma hakkı veren bu âyet nazil olmadan önce Mekke'de müşrikler Hz. Peygamber ve ashabına çokça eziyet ediyorlardı. İnananlara yapılan baskı ve işkence Mekke döneminin en belirgin özelliklerindendir. Öyle ki ashabın dayak yemiş veya yaralanmış birini Rasûlullah'a getirmedikleri gün olmuyordu. Bunlardan bir kısmı çok ağır işkencelere maruz bırakılıyordu. Ashabın maruz kaldığı işkencelerden bazıları şöyleydi: Onlar yakıcı güneş altında kızgın kumlara yatırılıp çıplak bedenleri üzerine ağır taşlar konarak bekletiliyor, aç ve susuz bırakılıyor, yerlerde süründürülüyorlardı. Bazen elleri ve ayakları bağlanarak kamçılanıyorlardı. Bazen de bedenleri ateşle dağlanıyordu. Bazıları bu işkenceler neticesinde can vermişti.[371] Özellikle müminleri dinlerinden döndürmek üzere yapılan bu işkenceler onları alabildiğine üzüyordu. Ashab bunları Rasûlullah'a şikâyet ettiğinde Rasûlullah: 'Sabrediniz, daha kıtal ile emrolunmadım' diyordu. Nitekim inançları sebebiyle müşriklerden gördükleri baskı ve zulmün sonucunda bir kısım müminler önce Habeşistan'a[372], daha sonra da evlerini, yurtlarını, vatanlarını terk ederek Medine'ye hicret etmişlerdi. Hatta hicret edemeyen bazı güçsüz Müslümanlar hicretten sonra da bu baskı ve zulmün altında kalmışlardı.[373] Rasûlullah hicret ettiğinde müminleri Allah yolundan alıkoyan ve onlara saldıran düşmanlarına karşı savaşmaya izin veren âyetler nazil oldu.[374]
Savaş gerekçesinin müminlere saldırı olduğunun anlatıldığı Bakara 190. âyetten hemen sonra gelen ve fitne kelimesinin geçtiği "Zulüm ve baskı (fitne) adam öldürmekten daha beterdir"[375] mealindeki âyetinde ise, başlanmış ve o anda devam etmekte olan savaşta, müminlerin nasıl davranmaları gerektiği anlatılır.[376] Burada müşriklerin müminlere yaptıklarına bir misilleme olmak üzere olağanüstü şartların bir sonucu olarak müminlerden onları yakaladıkları yerde öldürmeleri ve kendilerini yurtlarından çıkaran bu kimselere aynı şekilde karşılık vermeleri istenmektedir. Bu ifadelerin ardından gelen, "Zulüm ve baskı (fitne) adam öldürmekten daha beterdir." hükmü ise sözü edilen talebin gerekçesini oluşturmaktadır. Buna göre müşriklerin fitne eylemini gerçekleştirmeleri, müminlerin müşriklere karşı savaşmalarının ve savaşta onları öldürmelerinin meşru sebebidir.[377] Burada savaşta müşrikleri öldürme ile onların fitnelerinin mukayesesi yapılarak, onların fitnesinin çok daha ağır ve daha kötü bir durum olduğu belirtilir. O halde bu âyet müminlerin daha çok Mekke'de karşılaştıkları durumu anlatmaktadır.
Burada geçen fitne özellikle müslümanların Mekke'de karşılaştıkları eziyete gönderme yaptığından dinleri sebebiyle müşrikler tarafından yapılan her türlü saldırıyı ifade eder.[378] Âyetteki fitneyi "zulüm ve baskı” olarak yorumlayan Esed (Ö.1992), bunun gerekçesi ile ilgili olarak da şunları söyler: "Fitnenin bu bağlamda "baskı" olarak çevrilmesinin gerekçesi, bu terimin insanı sapıklığa götüren ve manevi değerlere inancını kaybetmesine yol açan her türlü müdahale için kullanılmasıdır.[379] Mevdûdî (Ö.1979) de fitnenin buradaki tam karşılığının "şiddete başvurarak bir fikri bastırmak ve ortadan kaldırmak"[380] olduğunu söylemektedir. Buna göre buradaki fitne insanların Allah'a özgürce kulluk yapmalarının önündeki tüm engellemeleri ifade etmektedir.[381]
Tüm bu açıklamalar fitnenin burada zulmün kapsamına giren geniş anlamlar kümesini kucakladığını gösterir. Bu manada, müminlerin Allah yolundan alıkonulmaları, onlar açısından hayati önem taşıyan, kendisiyle hem dünyada ve hem de âhirette mutlu olacaklarına inandıkları inançları sebebiyle çeşitli işkencelere tâbi tutulmaları, bazılarının dövülüp yaralanmaları ve bazılarının da öldürülmeleri, inançlarından vazgeçmeleri için açlığa mahkum edilmeleri, toplumdan tecrit edilerek yalnızlığa itilmeleri, horlanıp alay edilmeleri, Mekke'den sürülmeleri, müminlerin açıktan ibadet etmelerinin engellenmeleri, Kabe'yi ziyaretten uzak tutulmaları, evlerinden, mallarından, ailelerinden ve çocuklarından uzaklaştırılmaları, müşriklerin Hz. Peygamberi öldürmeye yönelik teşebbüsleri, İslam'ın gelişmesini önlemek için müminlere savaş açmaları hep fitnenin kapsamına girmektedir. Buna göre bütün bunlar savaş ortamında müşrikleri öldürmekten daha ağır bir durumdur. M. Hamdi Yazır bu durumu sosyal ve psikolojik açıdan şu cümlelerle güzel bir şekilde tahlil etmiştir: "Fitne; Aslı, sözlükte, karışığını almak için altını ateşe koymaktır. Bundan sıkıntı ve belâya sokmak mânâsında kullanılmıştır ki burada bu mânâyadır. Yani vatandan çıkarmak gibi, insanları azaba uğratacak belâ ve sıkıntı öldürmekten daha ağırdır. Ölümden daha ağır ne vardır, demeyiniz. Çünkü ölümü temenni ettiren durum, ölümden daha ağırdır. Bu sözün gelişinde insanı vatanından çıkarmanın da ona, ölümü temenni ettirecek fitne ve sıkıntı cümlesinden olduğuna işaret vardır. Şirk, küfrü yaymak, dinden dönmek, Allah'ın yasaklarını çiğnemek, genel sükuneti bozmak, vatandan çıkarmak hep birer fitnedirler. Müminin -Allah korusun- dönüp kâfir olması, öldürülmesinden ağırdır. Doğru yola girmiş olan müminlerden bazı kimseler, Mekke müşrikleri tarafından küfre döndürülmek için azaba uğratılıyor, onlar da, “Allah yolunda öldürülenlere 'ölüler' demeyin. Hayır onlar diridirler.” (Bakara, 2/154) ilâhî emri gereğince ölmeyi göze alıp Allah'ın izni ile dayanıyorlardı. Bu şekilde haram ayda ashâb'dan bazılarını müşrikler öldürmüşler, bu da müslümanların gücüne gitmişti. İşte bütün bunlar "Fitne öldürmeden daha ağırdır" prensibinde özetlenerek harp ilânının sebebi kısaca ifade buyrulmuş ve müslümanlar fitneyi ortadan kaldırmak için Allah yolunda ya gazi veya şehit olmaya teşvik edilmiştir. Nüzul sebebi özel ise de söz, fitnenin mahiyetinin, öldürmenin mahiyeti ile karşılaştırılmasını ifade ettiğinden hüküm geneldir."[382]
Çağdaş müelliflerden Reşîd Rızâ (1354/1935) da üzerinde durduğumuz, "Zulüm ve baskı (fitne) adam öldürmekten daha beterdir" mealindeki âyeti yukarıda açıklanan doğrultuda yorumlamakta ve şunları söylemektedir: "Dininizden ayırmak maksadıyla müşriklerin size zulüm ve işkence yapmaları, yurdunuzdan çıkarmaları, mallarınıza el koymaları şeklindeki fitneler öldürmekten daha kötüdür. Çünkü insan için benimsediği ve sonuç olarak da mutlu olacağını umduğu inancından dolayı zulme, sıkıntıya ve işkenceye uğratılmasından daha büyük belâ yoktur."[383]
M. Hamdi Yazır, fitnenin öldürmeden neden daha kötü bir durum olduğunu ise şöyle açıklamaktadır: "Öldürme, aslında fena bir şeydir. Fakat fitne de öldürmeden daha şiddetlidir, daha ağırdır. Çünkü öldürmenin zahmet olması çabuk geçer, fitneninki devam eder. Öldürme, insanı yalnız dünyadan çıkarır. Fitne ise hem dinden, hem dünyadan eder. Bunun için fitneye tutulmaktan ise o fitneyi çıkaranları öldürmek veya ölmek, yahut da çıkardıkları fitneyi kendi başlarına yıkmak elbette daha iyidir. "Ehven-i Şerreyn" (iki şerrin en zararsızı) tercih edilir." kaidesi de bu gibi naslardan çıkarılmıştır"[384]
"Zulüm ve baskı (fitne) adam öldürmekten daha beterdir." âyetinde niteliği bildirilen fitne, daha sonra gelen ve aynı zamanda savaşın amacını da ortaya koyan "Hiçbir zulüm ve baskı (fitne) kalmayıncaya ve din (kulluk) yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Onlar savaşmaya son verecek olurlarsa, artık düşmanlık yalnız zalimlere karşıdır." mealindeki Bakara 193. âyette, tamamen ortadan kaldırılması gerekli olan olumsuz bir durum olarak ifade edilmektedir. Fitne, Bakara sûresinin 191. âyetinde olduğu gibi burada da, müminlerin inançlarından dolayı
gördükleri baskı, zulüm ve işkence anlamındadır. Kanaatimizce her iki âyetin bağlamına en uygun olan da bu anlamdır. Zira daha önce bu anlamın fitnenin sözlük anlamları arasında yer aldığını belirtmiş, sözlüklerde fütine fi dînihî, yüftenûne bidînîhim şeklindeki kullanımların, kişilerin dinleri sebebiyle çeşitli ağır baskı ve işkencelere maruz kalmayı anlattığını[385] ifade etmiştik. "Hiçbir zulüm ve baskı (fitne) kalmayıncaya kadar savaşın" âyetinin indiği dönemde, Mekke şirkin merkezi durumundadır. Kabe putlarla doludur. Müşrik sapıklığında hür, mümin ise inancını ifade etmede hür değildir. Bu âyetin Mekke müşriklerinin, inançlarından dolayı müminlere yapmış oldukları eziyetleri sürdürmeleri üzerine nazil olduğu belirtilmektedir. [386] Bütün bu açıklamalar fitnenin anılan âyetlerde sözünü ettiğimiz anlamda kullanıldığını göstermektedir. Ayrıca "Hiçbir zulüm ve baskı (fitne) kalmayıncaya ve din (kulluk) tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın."[387] âyeti ile ilgili İbn Ömer'in yaptığı açıklamalar da burada geçen fitnenin, inanca yönelik yapılan baskı, dinden döndürmek için yapılan zulüm ve işkence gibi olumsuzlukları anlattığının başka bir delilidir. Buhârî'de yer alan söz konusu rivayet şöyledir: "İbn Zübeyir dönemindeki fitne olaylarında iki kişi İbn Ömer'e gelerek, 'Şüphesiz insanlar helak edildiler. Sen Ömer b. Hattab'ın oğlu ve Rasûlullah'ın sahâbisi iken seni bu savaştan alıkoyan nedir?' derler. İbn Ömer, onlara 'Müslüman kardeşimin kanının bana haram olması, bir şey yapmama mani oluyor.' diye cevap verir. Bunun üzerine o iki kişi, 'Peki, Allah "fitne kalmayıp din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşınız" buyurmadı mı?' der. İbn Ömer de bu soruya şu cevabı verir: 'Biz herhangi bir fitne kalmayıncaya kadar savaştık ve din de Allah'ın oldu. Ancak sizler bir fitne olsun ve din de Allah'tan başkasına ait olsun şeklinde savaşmak istiyorsunuz' diye cevap verir."[388]
Sözünü ettiğimiz âyetle ilgili Buhâri’de yer alan bir başka rivayet de şöyledir: "Abdullah b. Ömer'e bir adam geldi ve: 'Ey Ebû Abdurrahman! Allah yolunda cihadı terk ederek bir yıl hac bir yılda umre yapmana seni sevk eden nedir? Halbuki sen Allah'ın cihada çok teşvik ettiğini biliyorsun' dedi. İbn Ömer de ona: 'Ey kardeşimin oğlu! İslam beş şey üzerine bina edilmiştir. Allah'a ve Rasûlü'ne iman etmek, beş vakit namazı kılmak, Ramazan orucunu tutmak, zekatı ödemek, hac yapmak' dedi. O kişi de 'Ey Ebû Abdurrahman! Allah'ın kendi kitabında zikrettiği "Eğer müminlerden iki zümre birbirleriyle dövüşürlerse aralarını bulup barıştırın. Eğer onlardan biri diğerine karşı hâlâ tecavüz ediyorsa, siz o tecâvüz edenle, Allah'ın emrine dönünceye kadar savaşın..."[389] âyeti ile "Hiçbir zulüm ve baskı (fitne) kalmayıncaya ve din (kulluk) yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Onlar savaşmaya son verecek olurlarsa, artık düşmanlık yalnız zalimlere karşıdır." âyetini işitmiyor musun?' dedi. İbn Ömer de: Biz Rasûlullah zamanında müslümanlar henüz az iken o harbi müşriklere karşı yaptık. O zaman (mümin) kişi dini hususunda fitne (zulüm, işkence)ye uğratılırdı (fekâne'r-reculü yüftenü fi dînihi). Müşrikler ya onu öldürür yahut da ona azap ve işkence ederlerdi. Nihayet müslümanlar çoğaldı. Artık hiç bir fitne kalmadı' dedi. O kişi de ona, Ali ve Osman hakkında ne dersin dedi..."[390]
Bu rivayetlerden anlaşıldığına göre İbn Ömer, "Zulüm ve baskı (fitne) kalmayıp din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşınız" ifadesinde yer alan fitnenin, müslümanlar arasında meydana gelen iç karışıklık ve kargaşa anlamında olmayıp, müminlerin inançlarından dolayı maruz bırakıldıkları baskı, zulüm ve işkence anlamında olduğunu ifade etmiştir.
Fitneye yüklediğimiz bu anlam doğrultusunda savaşın nihâi hedefini açıklayan "Hiçbir zulüm ve baskı (fitne) kalmayıncaya ve din (kulluk) yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın." âyetini şöyle açıklayabiliriz: Dinden uzaklaştırmaya yönelik yapılan baskı, zulüm ve işkence tamamen ortadan kalkıncaya ve insanlar başkalarına boyun eğmeksizin Allah'a kulluk etme imkanına kavuşuncaya kadar savaşın.
Âyet hakkında vardığımız bu sonuca dair gerekçemizi de şöyle açıklayabiliriz: Bu âyet insanların güven ve özgürlük içerisinde yalnızca Allah'a kulluk edebilme ortamını sağlamalarını müminlerden açıkça istemektedir. Bu da ancak zulüm ve baskı yapanların saldırganlıklarının önlenip, güçlerinin kırılması ve bunun neticesinde din hürriyetinin tam olarak sağlanması ile gerçekleşir. Zira böyle bir ortamda vicdanlar üzerindeki baskılar kalktığı için din en doğru şekliyle anlatılır, dine davet edilen insanlar özgür iradeleriyle inançlarını tercih yapma hakkına sahip olurlar ve dînî görevlerini yapmak isteyen kimseler de inançlarından dolayı kimseye karşı hoş görünmeye, iltifat etmeye, dinini gizlemeye, ondan utanmaya ihtiyaç hissetmeksizin ibadetlerini güven içerisinde ve özgürce yerine getirirler.
Söz konusu âyeti bir çok müfessir de bu tarzda açıklamaktadır. Bir kısım müfessirler bu âyette geçen hattâ lâ tekûne fitnetün ifadesini, hattâ la yüftene müslimün an dînihi "müslüman dini sebebiyle fitneye (zulüm ve baskıya) maruz bırakılıp dininden alıkonulmasın" şeklinde açıklamaktadırlar.[391] Ayette belirtilen savaşın nihâi hedefinin din hususunda fitne namına hiçbir şeyin kalmaması olduğunu söyleyen Reşîd Rızâ (1354/1935) da hocası Muhammed Abduh (1323//1905) un âyeti şöyle açıkladığını zikreder: "(Ey müminler) kâfirlerin, dininiz sebebiyle sizi fitneye düşürme, zulüm ve baskıya uğratma ve dininizi açıkça ifade etmenize, insanları ona davetinize engel olacak güç ve kuvvetleri kalmayıncaya kadar onlarla savaşın."[392] Esed (Ö.1992) de, söz konusu âyette ifadesini bulan 'fitnenin kalmayışı'nı, hiçbir cezalandırılma korkusu duymadan Allah'a özgürce ibadet edilmesinin sağlanması şeklinde yorumlarken, yine aynı âyette yer alan "din" teriminin bu bağlamda "kulluk" olarak karşılanmasının daha uygun olacağını, çünkü bu karşılığın, burada dinin hem akidevî, hem de ahlakî yönlerini, yani insanın hem inancını, hem de bu inançtan doğan yükümlülüklerini kapsadığını ifade eder.[393] Reşîd Rızâ da "Hiçbir zulüm ve baskı (fitne) kalmayıncaya ve din (kulluk) yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın." âyetinde geçen 'dinin yalnız Allah'a ait olması'nı şöyle açıklamaktadır: "Her fert -beşerî bir korkuya kapılmaksızın- dinini yalnızca Allah'a ait kılabilsin. Dininden uzaklaştırılmak için fitneye maruz bırakılmasın ve bu sebeple eziyete tâbi tutulmasın. Dininin gereklerini yerine getirebilmek için hiç kimseye karşı iki yüzlü davranmak, kandırmak, veya dinini gizlemek ya da iltifat etmek ihtiyacı hissetmesin."[394]
Fitneye inanca yönelik baskı ve zulüm anlamını verdiğimizde, sözünü ettiğimiz âyetin "eğer vazgeçerlerse" ifadesiyle başlayan kısmına şöyle anlam verebiliriz: "Eğer o kâfirler fitnelerinden ve saldırganlıklarından vazgeçerek savaşmaya son verecek olurlarsa, artık zâlimlerden başkasına düşmanlık yoktur."
Ancak burada şunu da ifade etmemiz gerekir ki, çoğu müfessir, burada geçen fitneyi "şirk"[395], "küfür'' [396] olarak tefsir etmiştir. Buna göre el-fitnetü eşeddü mine'l-katl'ın anlamı, "şirk ve küfür, öldürmekten daha beterdir"; vekâtilûhüm hattâ lâ tekûne fitnetün'ün anlamı, "şirk ve küfür kalmayıncaya kadar savaşın.” olur. Bu anlayışa göre, savaşın nihaî hedefi ise, şirk ve küfrün tamamen ortadan kaldırılmasıdır.[397] Bu durumda âyetin, "eğer vazgeçerlerse" ile başlayan kısmının anlamı şöyle olur: "Eğer o kâfirler İslam'a girmek suretiyle şirk ve küfürlerinden vazgeçerlerse, artık zâlimlerden başkasına düşmanlık yoktur."[398]
Kanaatimizce her iki âyetin bağlamı da bu anlamı vermeye uygun değildir. Zira yukarıda da belirttiğimiz üzere söz konusu âyetler, kâfirlerin müminlere yönelik saldırıları ve yaptıkları zulümler karşısında onlarla savaşılmasının gerekliliğini ve yapılacak bir savaşta müminlerin nasıl davranacaklarını söz konusu eden bir bağlamda yer almaktadır. Ayrıca çalışmamızın baş tarafında yer verdiğimiz fitnenin sözlük anlamları arasında "şirk" ve "küfür" anlamları yer almamaktadır. Dolayısıyla bu anlamlar lafza uygun bir mana taşımayan anlamlardır. Ancak fitnenin, doğru yoldan ayrılmak, saptırmak, ayartmak gibi sözlük anlamlarından hareketle şirkin, küfrün, Allah'ı inkarın, küfrü yaymanın, dinden dönmenin de birer fitne olduğunu söyleyebiliriz. Bir çok müfessirin buradaki fitneyi, "şirk" ve "küfür" olarak yorumlamasının sebebi, bunların da birer fitne unsuru olması[399] ve -söz konusu âyetlerin bağlamları çerçevesinde değerlendirildiğinde- müslümanların inancına yönelik baskı yapıp zulmedenlerin, onlara saldırıp savaş açanların müşrikler oluşu olabilir. Bir kısım müfessirlerin küfrü savaş sebebi olarak görmeleri de[400], sözünü ettiğimiz müfessirlerin bu şekilde yorum yapmalarına sebep teşkil etmiş olabilir. Ayrıca yukarıda da ifade ettiğimiz üzere fitneyi "küfür" olarak yorumlayanlar, savaşın nihaî hedefinin, küfrün tamamen ortadan kaldırılması olduğunu söylemektedirler.[401] ki bu Kur’an’ın bir çok âyetiyle çelişmektedir.[402]
Aynı sûrenin "Sana haram ayda savaşmayı soruyorlar. De ki: 'O ayda savaşmak büyük bir günahtır. (İnsanları) Allah yolundan çevirmek, Allah'ı inkar etmek, Mescid-i Haram'ın ziyaretine mâni olmak ve halkını oradan çıkarmak ise Allah katında daha büyük günahtır. Baskı-zulüm (fitne) ise adam öldürmekten daha büyüktür. Onlar güç yetirebilseler, sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler. Sizden kim, dininden döner ve kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da âhirette de boşa gider. Onlar cehennemliklerdir, orada devamlı kalırlar." mealindeki 217. âyetinde geçen fitne kelimesi de müminleri dinlerinden uzaklaştırmaya yönelik baskı ve zulüm anlamını ifade eder.[403] Râzî (606/1209) âyeti açıklarken buradaki fitnenin, kâfirlerin müslümanları dinlerinden vazgeçirmek için, bazen onların kalplerine şüphe atarak; bazen de Bilal, Suheyb ve Ammâr b. Yâsir'e yaptıkları gibi işkenceler yaparak gerçekleştirdikleri fitneler olduğu şeklinde bir görüşü zikreder.[404] Kurtubî (671/1272) de, buradaki fitnenin anlamının, "müşriklerin müslümanları dinlerinden çevirmek için ölünceye kadar fitne (işkenceye maruz bırakmaları) olduğunu cumhurdan nakleder.[405]
Yukarıda sözü edilen anlamı vermemizin gerekçelerini belirtmiştik. Bu sebeple onları burada ayrıca tekrar etmeyi uygun görmüyoruz. Ancak Bakara sûresi 217. âyetin nüzul sebebi ile ilgili tefsirlerde geniş bir şekilde zikredilen ve bizim fitneye yüklediğimiz anlamı teyit eden rivayetlerin bir özetine yer vermemizin uygun olacağını düşünüyoruz. Bu rivayetlerden anladığımıza göre, Rasûlullah, bir Kureyş kervanını gözetlemeleri için Abdullah b. Cahş komutasında bir seriyye göndermişti. Onlar Mekke ile Tâif arasındaki Batn-ı nahle denilen yerde yiyecek ve ticaret malları yüklü bir Kureyş kervanı ile karşılaştılar. Kervanın yanında Kureyş'ten Amr b. Hadramî ve onunla beraber üç kişi daha vardı. O gün Cemazi yelâhirin sonu ve ertesi günü Receb idi, bu da Haram aydı. Bundan dolayı müslümanlar Receb ayı girmeden çarpışmayı gerekli gördüler. Seriyyede olan müminlerden Vâkıd b. Abdullah, Amr b. Hadrami’yi öldürdü, diğerleri de onun yanındakilerden ikisini esir aldılar. Abdullah b. Cahş ve arkadaşları ticaret mallarıyla birlikte kervanı ve bu iki esiri alıp Medine'ye Rasûlullah'a getirdiler. Geldikleri zaman Rasûlullah:
"Ben size haram ayda savaşı emretmemiştim." diye buyurdu. Abdullah:
"Ey Allah'ın Resulü! İbnü Hadramî'yi öldürdük, akşam Recep hilâlini gördük; bilmiyoruz Receb ayında mı yoksa Cemâziyelâhire ayında mı bunu yaptık.?" dedi. Bundan dolayı Rasûlullah o ganimetten hiçbir şey almadı. Bunu gören savaşçılar mahvolduklarını zannettiler ve "Tövbelerimiz hakkında bir şey inmedikçe kımıldamayız." dediler. Müslümanlardan bunlara: "Bu hususta emr olunmadığınız bir şeyi yaptınız, size savaş emredilmediği halde haram aylarda savaş mı ettiniz?" diyenler oldu. Kureyş de "Muhammed ve arkadaşları halkın geçinmeleri için gerekli şeyleri tedarik etmek üzere çalıştıkları ve korkuda bulunanların güvencede bulunduğu haram ayları helâl saydılar, Recep ayında kan döktüler." diye yaygara yaptılar. Mekke'de bulunan müslümanlar da, "Bunlar bunu Cemâziyelâhire ayında yaptılar." diye suçlamayı reddettiler. Yahudiler de bu olayı, Rasûlullah aleyhine kullanmak istiyordu. Müfessirlerin çoğunluğuna göre bu âyet, bu olaylar üzerine inmiştir.[406]
Âyeti, burada yer alan ifadelerle birlikte değerlendirdiğimizde şunları söyleyebiliriz: Âyette, müminlerden birinin haram ayda yanlışlıkla bir müşriki öldürmesini yadırgayanlara cevap verilmektedir. Verilen cevapta müşriklerin fitnesinin yani, inançları sebebiyle müminlere yaptıkları zulümlerin, haram ayda adam öldürmekten daha beter bir suç olduğu belirtilmiştir.
Müfessirlerin çoğunluğu, Bakara, 191 ve 193. âyetlerinde olduğu gibi bu âyette geçen fitneye de, şirk[407] ve küfür[408] anlamlarını vermişlerdir. Bu yoruma göre âyetin anlamı şöyle olur: "Sizin küfrünüz/şirkiniz bizim onları öldürmemizden daha büyük bir şeydir."[409] Yukarıda aynı bağlamda yer alan âyetler ile ilgili açıklamalar yaparken de belirttiğimiz üzere bu anlam, hem fitnenin anlamları arasında bulunmamaktadır ve hem de âyetin bağlamına uygun düşmemektedir. Râzî (606/1209) de, burada fitneye "küfür" anlamı verenlerin bu görüşünün zayıf bir görüş olduğunu, zira bu anlamın, aynı âyette geçen küfrün bihi'nin anlamının bir tekrarı olacağını ifade eder.[410]
"Yeryüzünde sefere çıktığınız vakit kâfirlerin size saldırmasından (en yeftineküm) korkarsanız, namazı kısaltmanızdan ötürü size bir günah yoktur. Şüphesiz kâfirler sizin için apaçık düşmanınızdır."[411] âyetindeki fitne kelimesi 'ani baskın yapmak' anlamında kullanılmıştır.[412] Zira âyette müslümanların sefere çıktıklarında düşman korkusuyla namazı kısaltmalarına ruhsat verilmektedir. Her an düşman baskısı olabileceği için müslümanlar namazlarını kısaltabileceklerdir. Burada fitne kelimesinin kullanılması, yapılacak saldırının hilekarlık, fırsattan istifade şeklinde olabileceğini akla getirmektedir ki bu da bir nevi zulümdür. Bu münasebetle biz de bu âyeti zulüm başlığı altında vermeyi uygun bulduk. Bazı müfessirler burada geçen fitneyi "fitne ve mihnete düşürmek"[413], "kötülük yapmak"[414], "öldürmek"[415], "savaş çıkarmak"[416] anlamında yorumlamışlardır ki bunlar savaşta saldırı esnasında meydana gelen durumlar olduğundan âyetin vurgulamak istediği olguyla tam olarak örtüşmemektedir.
Din ve inanç özgürlüğünü bir hedef olarak gösteren Bakara sûresinin 193. âyetiyle aynı düzlemde olan, Bedir savaşının safhalarının ve sonuçlarının konu edildiği bir bağlamda yer alan "Hiçbir zulüm ve baskı (fitne) kalmayıncaya ve din (kulluk) tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını hakkıyla görendir." mealindeki Enfâl sûresinin 39. âyetindeki fitne kelimesi, "baskı ve zulüm" anlamındadır.[417] Buradaki fitneyi de bazı müfessirler "şirk"[418] ve "küfür"[419] olarak yorumlamışlardır. Ancak daha önce Bakara 191-193 ve 217. âyetlerindeki fitneyi açıklarken belirttiğimiz gerekçeler bu âyetteki fitne için de geçerlidir. Bu sebeple, buradaki fitneyi de, "baskı ve zulüm" olarak anlamanın daha uygun düşeceği kanaatini taşımaktayız.
Firavun'un baskı ve zulmü sebebiyle ya da baskı ve zulmüne rağmen[420] Hz. Musa'nın kavminden az bir topluluğun iman etmesi şöyle anlatılır: "Firavun ue ileri gelenlerinin zulüm ve işkence etmesinden (en yeftinehüm) korkuya düştükleri için kavminden küçük bir grup gençten başka kimse Musa'ya iman etmedi. Çünkü Firavun yeryüzünde ululuk taslayan (bir diktatör) ve haddi aşanlardan idi. "[421] Âyetteki "yeftine" kelimesi müfessirlerin geneli tarafından 'baskı, zulüm ve işkence' olarak tefsir edilmiştir.[422] Âyette gündeme getirilen fitne olayı ile ilgili olarak müfessirlerin açıklamaları birbirine yakındır. Onlar genellikle buradaki fitne kavramını, ''zulmetme"[423], "belâya uğratma"[424], "öldürme"[425], "azap etme"[426] "iman etmelerini engelleme"[427], "cezalandırarak dininden döndürme"[428] gibi ifadelerle tefsir etmektedirler ki, baskı, zulüm ve işkence kelimeleri bu ifadelerin tamamını kapsamaktadır. İbn Aşur (Ö.1973)'un, yine bu kavramla ilgili olarak "kişinin tahammül edemeyeceği şeylerle kişiye sıkıntı ve korku vermek"[429] şeklindeki açıklamaları da en güzel olarak, baskı, zulüm ve işkence kelimeleri ile ifade edilebilir. Firavun'un toplumdaki nüfuzu, iktidarının gücü ve baskıcı kişiliği[430] dikkate alındığında söz konusu kelimeye belirtilen anlamın verilmesinin daha uygun olduğu anlaşılacaktır.
Kur'an'da Hz. Musa'nın kavminin dualarından birisi olarak yer alan "Ey Rabbimiz! Bizi, zalimler topluluğunun baskı ve şiddetine (fitneten) maruz bırakma!" âyetinde[431] geçen fitne kavramı, zalimler tarafından yapılabilen her türlü fitneyi içerir. Bu anlamda, onların müminlere yaptıkları baskı, zulüm, işkence vb. her türlü kötülük bu fitnenin kapsamı içerisine girer.[432] Müfessirler bu âyeti şu şekilde açıklamaktadırlar: Ey Rabbimiz bizi zalim bir toplum için fitne konusu yapma (bizi fitneye düşürmelerine imkan verme), yani onların bize saldırmalarına, zulmetmelerine, işkence yapmalarına, dinimizden döndürmelerine, bize galip gelmelerine veya kendilerinin doğru yol üzerinde bulunduğunu zannedip de hakkımızda: 'bunlar hak yolda olsalardı başlarına musibetler gelmezdi' diyerek bizim sebebimizle fitneye düşmelerine imkan verme.[433]
Müminlerin Medine'ye hicret etmelerine verilen ilâhî desteğin anlatıldığı "Sonra şüphesiz ki Rabbin, eziyete uğratıldıktan (fütinû) sonra hicret eden, sonra Allah yolunda cihad edip sabreden kimselerin yanındadır. Şüphesiz Rabbin bütün bunlardan sonra elbette çok bağışlayan, pek esirgeyendir."[434] âyetinde geçen fütinû kelimesi, 'zulüm ve baskıya maruz kalma' anlamına yorumlanmıştır.[435] Zira âyette müşrikler tarafından işkence ile dinlerinden döndürülmeye çalışılan müminlerden söz edilmektedir.[436] Gördükleri eziyet ve işkencenin ağırlığına tahammül edemeyen ve bu sebeple vatanlarını terk etmek zorunda olan Mekkeli müslümanların durumu dikkate alındığında âyette geçen söz konusu kelimenin baskı ve zulüm anlamına yorumlanması isabetli kabul edilmelidir.[437]
Zahirde gösterdikleri imanın bile hep olumlu semerelerini devşirmeye alışmış olan münafıkların[438], baskıya maruz kalınca nasıl yan çizdiklerinin anlatıldığı âyet şöyledir: "İnsanlardan öyleleri vardır ki, 'Allah'a inandık' derler. Fakat Allah uğrunda bir ezaya uğratılınca insanlardan gördükleri baskı ve işkenceyi (fitnete'n-nâs) Allah'ın azabı gibi tutarlar. Andolsun, Rabbinden bir yardım gelecek olsa mutlaka, 'Doğrusu biz de sizinle beraberdik' derler. Allah, herkesin kalbinde olanı en iyi bilen değil midir?"[439] Ayette geçen fitne kelimesi de 'eziyet, baskı ve zulüm' anlamında kabul edilmiştir.[440] Bazı müfessirler buradaki fitneyi "dinden dönme"[441], "belâ ve musîbet"[442], "dünyevî azap"[443] olarak yorumlarlar. Kanaatimizce buradaki fitnenin anlamını en güzel karşılayan, yine âyetteki ûzîye fi'l-lah (Allah yolunda eziyete uğramak) ifadesidir. Âyetteki fitnete'n-nâs'ın hemen devamında geçen ke azâbi'llahi ifadesi de söz konusu kelimeyi açıklar mahiyette olduğundan buradaki fitne kelimesinin zulüm anlamına geldiğini tahmin etmek zor değildir.
Ayette inandıklarını iddia ettikleri halde imanın gönüllerinde yer etmediği kimselerin Allah yolunda karşılaştıkları dünyevî zulüm ve işkenceleri, âhirette ki azaba denk tutmalarının yanlışlığına işaret edilmektedir.[444] Allah'ın azabından korkularak küfür ve günahlardan sakınıldığı gibi, bu kimseler de, insanların işkencelerinden korkarak iman ve iyilikten sakınıp kaçınırlar.[445] İman ettikten sonra kâfirlerin tehditleri, hapsetmeleri ve işkenceleri ile karşı karşıya kaldıklarında, küfürleri nedeniyle Allah'ın öldükten sonra cehennemde vereceği ceza ve azabın bundan daha şiddetli olamayacağını düşünürler. Bu nedenle zamanı gelince âhirette ki cezalarını çekmeye ve bu dünyadaki eziyet ve işkencelerden kurtulup kendilerince kolay bir hayat sürmek amacıyla imandan vazgeçip kâfirlere katılmaya karar verirler.[446]
Kur'an'da Hz. İbrahim ve onunla birlikte olan müminlerin duası olarak geçen "Ey Rabbimiz! Bizi, inkar edenlerin zulmüne (fitneten) uğratma. Bizi bağışla. Ey Rabbimizl Şüphesiz sen mutlak güç sahibisin, hüküm ve hikmet sahibisin." mealindeki Mümtehine sûresi 5. âyette yer alan fitne kelimesi, 'zulüm, baskı, işkence' anlamlarındadır. Müfessirlerin geneli de söz konusu kelimeyi bu anlamlarda yorumlamışlardır.[447] Buhârî (256/870) bu âyetin tefsiri ile ilgili olarak Mücâhid (104/722)'in şunları söylediğini rivayet etmektedir: "Bize onların elleriyle azap etme, sonra onlar: Bunlar hak üzerinde olsaydı, kendilerine bu yenilme ve esirlik azabı isabet etmezdi, derler."[448] Bazı müfessirler buradaki fitneye 'imtihan' anlamı vermişlerdir.[449] Ancak müminlerin kâfirlere deneme konusu kılınması da onların zulüm, baskı ve işkencelerine maruz kalmaları veya bu baskılar sonucunda dinin emirlerinden taviz vermekle karşı karşıya bırakılmaları ya da müminlerin mağlûbiyetleri sebebiyle kâfirlerin kendi inkarlarını doğru zannetmeleri şekillerinde olabilir.[450] Bu açıdan ilgili kısmı, "Ey Rabbimiz! Bizi, inkar edenlere deneme konusu kılma" şeklinde yorumlamaktansa "Ey Rabbimiz! Bizi, inkar edenlerin zulmüne (fitne) uğratma" şeklinde yorumlamak kanaatimizce daha isabetlidir. Sözünü ettiğimiz âyeti bu yönde yorumlayan M. Hamdi Yazır (1360/1941)'ın şu açıklamasına burada yer vermenin uygun olacağını düşünüyoruz: "Ey Rabbimiz, bizi o küfredenler için bir fitne kılma yani onlara mağlup etme, ellerine düşürüp sıkıntı ve azaba sokma, el ve dil uzatmalarına meydan verme ki bizim meşakkatimiz yüzünden onlar imanı hakir görerek küfre bağlılıklarını artırmasın. Zira müminlerin eziyet ve sıkıntı içinde gösterecekleri temizlik ve yükseklikten de imanın yüceliği anlaşılabilirse de, bu pek zor ve tehlikeli olduğu gibi kâfirlerin, 'İman iyi olsaydı bunlar mağlup edilmez esir olmazlardı.' deyip dünya hayatına aldanmak suretiyle küfre tutkunluklarına sebep de olabilir. "[451]
Müminlere inançlarından dolayı yapılan baskı ve zulümlerin anlatıldığı "Şüphesiz mümin erkeklerle mümin kadınlara işkence edip (fetenû), sonra da teube etmeyenlere; cehennem azabı ve (orada) yanma cezası vardır." âyetinde[452] geçen fetenû kelimesinin de genellikle zulmün en ileri düzeyi kabul edilen "işkence etme" anlamına geldiği kabul edilmiştir.[453] Bir kısım müfessirler sözünü ettiğimiz bu kelimeyi "ateşle yakmak'[454] anlamına yorumlamışlardır. Daha önce de ifade edildiği üzere bu anlam, ftn kökünün temel anlamıdır.[455] Âyetin yer aldığı bağlama da uygundur.
Zira bu âyetin öncesinde yer alan âyetlerde, sırf Allah'a iman ettikleri için müminleri ateş dolu hendeklerde yakan kimselerden söz edilmektedir.[456] Bu sebeple burada fitneye "ateşte yakma'' anlamının verilmesi mümkündür. Ancak bizim burada tercih ettiğimiz "işkence" anlamı, 'ateşle yakma'yı da kapsayan daha genel bir anlamdır. Zira burada geçen "işkence edenler (fetenû)" ifadesiyle, hendekler içerisinde müminleri yakan kimseler kastedilmiş[457] olabileceği gibi, Mekke'de müminlere işkence eden zorbalar[458] ve hatta lafzın umûmî olmasından hareketle Râzî'nin[459] de tercih ettiği üzere işkence yapan herkes kastedilmiş olabilir. Bu sebeple âyette fetenû formunda geçen fitneye, "baskı, zulüm ve işkence" anlamı vermek uygun düşmektedir. Zira bu kelimeler, baskı ve zulmü belli bir türle sınırlamak yerine daha genel bir anlam ifade etmektedir.
Ftn kökü ve türevlerinin "baskı, zulüm ve işkence" anlamındaki kullanımları ile ilgili olarak buraya kadar yaptığımız açıklamaları özetle tabloda şöylece gösterebiliriz.
Sıra no |
Sûre no ve adı |
Ayet No |
Lafız şekli |
Anlam |
Mek Med. |
1 |
2 Bakara |
191 |
ve'l-fitnetü |
baskı-zulüm- işkence |
M |
2 |
2 Bakara |
93 |
Fitnetün |
baskı-zulüm- işkence |
M |
3 |
2 Bakara |
217 |
ve'l-fitnetü |
baski-zulüm- işkence |
M |
4 |
4 Nisa |
101 |
en yeftineküm |
düşman saldırmasından |
M |
5 |
8 Enfâl |
39 |
Fitnetün |
baskı-zulüm- işkence |
M |
6 |
10 Yûnus |
83 |
en-yeftinehüm |
işkence etmesinden |
K |
7 |
10 Yûnus |
85 |
Fitneten |
baskı-zulüm |
K |
8 |
14 Nahl |
110 |
Fütinû |
işkenceye uğratıldılar |
K |
9 |
29 Ankebût |
10 |
fitnete'n-nâs |
insanların eziyetini |
M |
10 |
60 Mümtehine |
5 |
Fitneten |
baskı-zulüm |
M |
11 |
85 Burûc |
10 |
Fetenû |
işkence edenler |
Fitnenin sözlük anlamları arasında, “sapma, saptırma ve ayartma”nın da olduğunu belirtmiştik. Bunlardan sapma, doğruluktan ayrılma, yanlışa saplanma[461]; saptırma, konuşulanları ve söylenenleri asıl amaçlarından uzaklaştırma[462]; ayartma da, baştan çıkarma, doğru yoldan saptırma ve kandırma[463] anlamlarına gelmektedir. Kur'an'da geçen fitne ve türevleri de zaman zaman bu anlamlan ifade eder. Bu meyanda En'âm sûresi 23. âyetinde yer alan fitneye "haktan sapma"' anlamı verilebilir. Bu âyetten hemen önce geçen "Onları tümüyle (mahşere) toplayıp da Allah'a ortak koşanlara: 'Nerede, ilah olduklarını iddia ettiğiniz ortaklarınız?' diyeceğimiz günü hatırla." âyette[464], müşriklerin kıyamet günü mahşerde hesaba çekileceklerinden ve Allah'a ortak koştukları varlıkların nerede olduğunun sorulacağından söz edilmektedir. "Sonra onlar haktan sapmışlıklarının (fitnetühüm) bir neticesi olarak şöyle derler: 'Rabbimiz Allah hakkı için biz müşrik değildik.!'" mealindeki ele aldığımız âyette[465] ise mezkur soru karşısında müşriklerin gösterdikleri tavırdan bahsedilmektedir. Âyette fitnetühüm formunda geçen fitne kelimesine yer aldığı bağlama uygun olarak "cevap" anlamı veren müfessirler varsa da[466] fitne kelimesinin sözlük anlamları içerisinde "cevap" anlamının bulunmaması kelimeye bu anlamı vermemizi zorlaştırmaktadır. "Cevap" anlamı ile fitne arasında ilgi kurmaya çalışan bir kısım müfessirler, hesap günü Allah'ın sorusu karşısında müşriklerin yalan cevap vermelerinin bir fitne olduğunu belirtmişlerdir.[467] Bir kısım müfessirler de "cevap" anlamının "sınama" anlamıyla ilgili olduğunu belirterek, müşriklerin sınavın bir gereği olan sorgulamaya, âyette geçen cevabı vereceklerini ifade etmektedirler.[468] Yine bu anlamla ilgili olarak bazı müfessirler sözünü ettiğimiz fitneyi "imtihan" anlamında yorumlamışlardır.[469]
Müfessirler içerisinde söz konusu kelimeyi "mazeret'' olarak yorumlayanların[470] yaklaşımı, müşriklerin o dehşetli günde, en yüce hâkimin huzurunda içine düştükleri çaresizliği göstermesi bakımından isabetli sayılabilirse de bu anlamın da fitnenin sözlük ve terim anlamıyla bir ilgisi yoktur. Bu anlamların yanında buradaki fitneye verilen bir diğer anlam da "hüccet"tir. [471] Bunun da ftn nin sözlük ve terim anlamıyla ilgisi yoktur. Bir kısım müfessirler de sözü edilen kelimeye, "küfür" ve "şirk" anlamı vermişler[472], âyetin sümme tem tekün fitnetühüm illâ en kâlû kısmını da, “sonra onlar, şirklerinin ya da küfürlerinin neticesi olarak şöyle derler” şeklinde yorumlamışlardır. Bunlara göre söz konusu kısmın takdiri şöyledir: sümme lem tekün âkıbetü fitnetihim[473].
Netice itibariyle buradaki fitne kelimesine, "haktan sapma" anlamı verilebilir.[474] Bu anlamla beraber âyetteki fitnetühüm kelimesinin başına "akıbet" kelimesi takdir edildiğinde âyetin manası şöyle olur: "Sonra onlar haktan sapmışlıklarının (fitnetühüm) bir neticesi olarak şöyle derler: 'Rabbimiz Allah hakkı için biz müşrik değildik.!'"[475]
"Onlardan öylesi de var ki: 'Bana izin ver, beni çetin bir sınava sokma (velâ teftinnî)' der. Bilesiniz ki onlar zaten sapıklık içerisinde bulunmakla fitnenin içerisindedirler/fitneye (fi'l-fitneti) düşmüşlerdir. Cehennem kâfirleri mutlaka kuşatacaktır." mealindeki Tevbe sûresi 49. âyette fitne formunda geçen fitne de münafıkların dalâlet içerisinde ve bâtıl yolda olduklarını anlatmaktadır.
Daha önce de ifade ettiğimiz üzere burada bir kısım münafıkların mazeretleri olmadığı halde savaşa katılmayı istemedikleri, bunun için de Hz. Peygambere gelerek kendilerini böyle zor ve sıkıntılı bir durumla karşı karşıya bırakmamasını istedikleri anlatılarak bu teklifi yapanların zaten fitne içerisinde oldukları bildirilmektedir. Âyette ftn kökü hem fiil ve hem de isim formunda iki defa geçmektedir. Âyetin birinci kısmında geçen ve lâ teftinnînin anlamı ile ilgili bir çok görüşü zikrederek bunlardan en uygun olanının "beni çetin bir sınava sokma!' şeklinde olabileceğini daha önce ifade etmiştik. Burada ise âyetin ikinci kısmında geçen fitnenin anlamını tespit etmeye çalışacağız. Burada geçen fitneye müfessirler genellikle "nifak", "küfür" "nifak sevgisi'', "ihtilaf", "günah", "cehennem"', "dalâlet" gibi anlamlar vermişlerdir.[476] Bazı müfessirler münafıkların savaşa katılmamak için uydurdukları yalan mazeretler sebebiyle fitnenin içerisine düştüklerini belirtirken[477] bazıları da onların mazeretsiz olarak savaştan geri kalmalarıyla zaten fitnenin içinde yer aldıklarını ifade etmişlerdir.[478] Rağıp el-İsfahânî, âyetin (elâ fil fitneti sakatû: Dikkat edin! Bizzat onların kendileri fitnenin içine düşmüşlerdir.) kısmında geçen fitneyi, "azabı gerektiren durum" olarak açıklar. Âyetin birinci kısmında geçen ve lâ teftinnî'ye "beni belâ ve azaba sokma" anlamı veren İsfahânî, elâ fil fitneti sakatû'ya da şu anlamı verir: "Münafıklar bu sözleri sebebiyle zaten belâ ve azabın içerisine düşmüşlerdir.[479] İbn Âşûr'a göre âyetin devamında yer alan "Cehennem kâfirleri mutlaka kuşatacaktır." ifadesi buradaki fitnenin cehenneme girmeyi hak ettiren küfre götürücü bir şey olduğunu gösterir. [480]
Bize göre burada fitne münafıkların içerisinde bulunduğu sapık inanç ve bu tür eylemlerini ifade etmektedir. Buna göre münafıklar nifak ve küfür içerisinde olmakla en büyük fitnenin içerisinde yer almışlardır. Zira Râzi'nin de ifade ettiği üzere en büyük fitne “Allah'ı ve rasûlünü inkar etmek ve mükellefiyetleri kabul etmemekte ısrar etmektir”[481] Yine münafıkların gerek Hz. Peygamber ve gerekse diğer müminler aleyhine yaptıkları tüm faaliyetler buradaki fitnenin kapsamı içerisinde yer alır. Bu âyette özel olarak ifade edilen savaştan geri kalma ve bu maksatla uydurulan yalan mazeret te bu kapsama dahildir. Dolayısıyla münafıklar hem inanç ve hem de kötü eylemleriyle diğer bir ifadeyle dalâlette olmalarıyla zaten fitnenin içerisinde bulunmaktadırlar.[482] Bu sebeple burada fitneye verilecek en uygun anlam, Suyûtî (911/1506)'nin de yorumu olan "dalâlet (sapıklık)"[483] anlamıdır.
Daha önce "(Salih a.s): Sizin uğursuzluğunuzun sebebi, Allah'ın katında (yazılı) dır. Aslında siz (bu olaylarla) sınanan/doğru yoldan ayrılmış (tüftenûn) bir topluluksunuz.' dedi.'' mealindeki Neml sûresi 47. âyetinde fitnenin türevlerinden birisi olarak geçen tüftenûna "sınanmaktasınız' şeklinde bir anlamın verilebileceği gibi, "(aldatılmak, doğru yoldan sapmak suretiyle) fitneye uğramışsınız" şeklinde bir anlamın da verilebileceğini söylemiştik. Bir kısım müfessirler tüftenûn'a bu şekilde anlam verirken[484], bir kısım müfessirler de bu anlamı muhtemel anlamlar arasında zikretmişlerdir.[485] 'İz b. Abdüsselâm (660/1262) ise tüftenûn'u bu son anlama yakın olarak "emr olunduğunuz İslam'dan yüz çeviriyorsunuz."[486] şeklinde tefsir etmiştir. Buna göre âyetin "Salih (a.s.): Aslında siz (bu olaylarla) sınanan/doğru yoldan ayrılmış (tüftenûn) bir topluluksunuz.” dedi (bel entüm kavmün tüftenûn)."[487] kısmının anlamı şöyle olur: “Salih (a.s.) kavmine (kavminin inkarcılarına) şunları söyledi: 'Aslında siz (başınıza gelen musibetlerin uğursuzluk sebebiyle olduğu şeklinde vesvese vermesi ve aldatmasıyla şeytan -veya bir başkası- tarafından) fitneye düşürülmüş yani doğru yoldan ayrılmış bir topluluksunuz..'"[488] Daha önce söz konusu âyetin hem metninin ve hem de içerik ve bağlamının belirttiğimiz her iki anlama da müsait olduğunu gerekçeli olarak açıkladığımızdan burada ayrıca onları tekrarlamayı gerekli görmedik.
"(Münafıklar) müminlere şöyle seslenirler: 'Biz de (dünyada) sizinle beraber değil miydik?' (Müminler de) derler ki: "Evet, fakat siz kendinizi haktan sapmak suretiyle fitneye düşürdünüz (fetentüm enfüseküm). Başımıza musibetler gelmesini gözlediniz, şüphe ettiniz. Allah'ın emri gelinceye kadar kuruntular sizi aldattı. O çok aldatıcı (şeytan) Allah hakkında sizi aldattı."[489] mealindeki âyetinde geçen ftn'nin bir türevi olarak geçen fetentüm, "(haktan sapmak suretiyle kendi kendinizi) fitneye düşürdünüz." anlamındadır.
Bu âyette münafıkların, kâfirce tavırları sonucu âhiret hayatında karşılaşacakları bir durumdan bahsedilmektedir. Bir önceki âyette âhiret hayatında müminlerin iyi bir durumda, münafıkların ise kötü durumda oldukları, bu sebeple münafıkların, müminlerden yardım istedikleri dile getirilmektedir.[490] Âyet, cehennem azâbıyla cezalandırılan münafıkların, Allah'ın rahmetine nail olan müminlere yöneltecekleri; "Biz de (dünyada) sizinle beraber değil miydik?" şeklindeki soruyu, müminlerin "Evet, fakat siz kendinizi haktan sapmak suretiyle fitneye düşürdünüz (fetentüm enfüseküm). Başımıza musibetler gelmesini gözlediniz, şüphe ettiniz. Allah'ın emri gelinceye kadar kuruntular sizi aldattı. O çok aldatıcı (şeytan) Allah hakkında da sizi aldattı." diye cevaplandıracaklarından söz ederek, onların dünya hayatındaki yanlış inanç ve amellerine işaret etmektedir. Bu durum anlatılırken kullanılan ifadelerden birisi de fetentüm enfüseküm'dür. Bu ifade, siz (dünya hayatında) kendinizi fitneye düşürdünüz anlamındadır. Münafıkların içerisinde bulundukları küfür[491] ve nifak[492] inançları başta olmak üzere, aldatma, düşmanla birlikte hareket etme, bozgunculuk ve kargaşa çıkarma gibi müminlerin aleyhine yönelik tutum ve davranışları onların bizzat kendi fitneleridir [493] ki, bu da sonuçta onları cehennem azabına götürür. Bu sebeple fetentüm enfüseküm ifadesini, "(dünyada iken nifak içerisinde bulunmak suretiyle) haktan saparak kendinizi fitneye düşürdünüz" şeklinde anlayabiliriz. Benzer bir yaklaşımda bulunanlardan Kurtubî, fetentüm enfüseküm ifadesini, "yaşamınızı fitne olan işlerle geçirdiniz" şeklinde açıklamaktadır.[494] Hâzin (741/1340) ve îbn Âşûr (Ö.1973), âyette sözü edilen münafıkların fitnesinin, "İslam'ın gönüllerinde yer etmemesi'' olduğunu söylemektedir.[495]
Bazı müfessirler buradaki fetentüm enfüseküm'e "kendinizi (küfür, nifak içerisinde bulunmakla ve günahlarla) helak ettiniz" anlamı vermişlerdir.[496] Bazıları da söz konusu ifadeyi açıklarken belirtilen anlamın yanında ayrıca, "kendinizi münafıklık ile mihnete düşürdünüz" şeklinde de açıklamalarda bulunmuşlardır.[497] Râğıb el-İsfahânî de bu ifadeyi "kendinizi belâ ve azaba düşürdünüz." şeklinde yorumlar.[498] Bir kısım meallerde bu ifade "Evet, fakat siz kendinizi yaktınız"[499], bazılarında ise "siz kendi canlarınıza kötülük ettiniz "[500] şeklinde dilimize aktarılmıştır. Bu âyetteki fitne kelimesine mecazen "kendinizi yaktınız" şeklinde bir anlam verilebilir. Zira fitne kelimesinin asıl kök anlamı yakmaktır. Ancak bağlamı dikkate alarak buradaki kelimeye, cehennemde yanmayı gerektiren bir durum olan "haktan sapma" anlamını vermek daha uygun gözükmektedir. Yani münafıklar önce haktan kendi iradeleriyle sapmışlar/fitneye düşmüşler, bunun sonucu olarak da kendilerini yakmışlardır. Sonuçta haktan sapmaları sebebiyle kendilerini cehennem azabına götüren her şey onların fitnesidir.
"Hanginizde delilik/sapıklık (el-meftûn) olduğunu yakında sen de göreceksin, onlar da." mealindeki Kalem sûresi 6. âyette geçen el-meftûn kelimesine ileride de ifade edeceğimiz üzere bir kısım müfessirler sözlük anlamları arasında da bulunan "fitneye uğrayarak dinini terk eden, haktan sapan kimse"[501] şeklinde bir anlam vermişlerdir ki[502] bu anlam âyetin bağlamına da uygundur.
Ancak söz konusu kelime müfessirlerin geneli tarafından "cin musallat olmuş, aklı karışık, deli (mecnûn)" anlamlarında yorumlanmaktadır.[503] el-Meftunun anlamları üzerinde ileride "delilik" başlığı altında genişçe duracağımızdan burada sapma anlamı ile ilgili yönünün de bulunduğuna işaretle yetinerek ayrıca ayrıntıya girmeyi gerekli görmüyoruz.
Kur'an'ın fitne kelimesini, bazen "sapma" anlamının yanında, "saptırma, Allah'ın hükümlerinden uzaklaştırma" anlamına gelebilecek bir bağlamda kullandığına da şahit olmaktayız.
Kur'an'ın bir kısım âyetlerinin muhkem, bir kısmının da müteşâbih olduğu, muhkem âyetlerin Kur'an'ın temelini oluşturduğu, bunların dışında kalanların ise müteşâbih âyetler olduğu, kalplerinde eğrilik olan kötü niyetli kimselerin, sırf fitne çıkarmak ve arzularına göre yorumlamak amacıyla müteşâbih âyetleri te'vile yöneleceklerinin ifade edildiği "Sana Kitab'ı indiren O'dur. Onun (Kur'an'ın) bazı âyetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab'ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, sırf şüphe uyandırarak saptırmak (fitne) ve onu (kendi arzularına göre) te'vil etmek için ondaki müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Halbuki onun te'vilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek payeye erişenler ise: Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler. (Bu inceliği) ancak akl-ı selim sahipleri düşünüp anlar." mealindeki Âl-i İmrân sûresi 7. âyetinde geçen fitne kelimesi hakikati karmaşık gösterip insanları şüpheye düşürmek ve şaşırtmak suretiyle doğru yoldan uzaklaştırmak ve saptırmak anlamını ifade etmektedir. Bazı müfessirler buradaki fitneyi, "küfür"[504] ve "şirk''[505] olarak tefsir etse de, bir çok müfessir söz konusu kelimeyi, "saptırma" anlamı çerçevesinde yorumlamıştır.[506] Bunlardan M. Hamdi Yazır (1360/1941), âyetin "Kalplerinde eğrilik olanlar, sırf şüphe uyandırarak saptırmak (fitne) ve onu (kendi arzularına göre) te'vil etmek için ondaki müteşâbih âyetlerin peşine düşerler." kısmını şöyle açıklamaktadır: "Amma kalplerinde eğrilik ve kaypaklık olanlar, doğruluktan hoşlanmayıp eğrilikten, yamukluktan ve sapıklıktan zevk alanlar, muhkemâtı bırakırlar da kitabın müteşâbih olan âyetlerinin peşine düşerler, onları esas alırlar, dumanlı havalar ararlar. Çünkü fitne çıkarmak, hakkı ve hakikati karıştırıp, halkı şüpheye düşürmek ve şaşırtmak suretiyle doğru yoldan çıkarmak ve belâya uğratmak isterler ve onu kendi gönüllerine ve keyiflerine göre eğri büğrü te'vîl etmek arzusunu beslerler."[507]
Ayet ile ilgili olarak zikredilen nüzul sebepleri de fitneye yüklediğimiz anlamları teyit etmektedir. Müfessirlerin ekserisi Al-i İmrân sûresinin başından seksen kadar âyetin Necrân'dan gelen Hıristiyan bir heyet ile Hz. Peygamberin, Hz. İsa hakkında tartışmaları sırasında indiğini belirtmektedirler.[508] Bunlar Hz. Peygamberin İslam'a davet teklifini kabul etmemişler, Kur'an'da Hz. İsâ ile ilgili olarak geçen ve (müteşâbihâttan olan) "Allah'ın ruhu ve kelimesi[509] ifadesini Hz. Peygamber'den duyduklarında, "Bu bize kâfidir." demişlerdi. Bunun üzerine söz konusu âyetler nazil olmuştur.[510] Bu grup birden fazla anlama gelebilecek olan Kur'an'ın bu müteşâbih ifadesini, muhkem âyetleri göz ardı ederek kendi bozuk inançları doğrultusunda yorumlayıp İsâ (a.s)'nın ilah olduğuna delil göstermişlerdi.
Bir başka rivayete göre de bu âyet mukattaa harflerinden yararlanarak İslam ümmetinin hükümranlık süresini çıkarmak isteyen bir grup yahudi hakkında nazil olmuştur.[511]
Bu rivayetlerden[512] ortaya çıkan ortak noktalardan birisi şudur: Her iki grup, manaları kapalı olan ve çeşitli anlamlara gelebilen müteşâbih âyetleri, kendi inanç ve kuruntularını delillendirmek amacıyla yorumlayıp âyetleri asıl hedefinden saptırmak istemişlerdir. Küfür ve şirk[513] içerisinde olan bu grupların asıl amacı, söz konusu âyetleri kendilerinin lehine, müslümanların aleyhine delil getirmek suretiyle istedikleri gibi yorumlayıp, müslümanların zihinlerini Kur'an hakkında bir takım şüphelerle bulandırıp onları manevî bir çöküntüye uğratarak dinlerinden uzaklaştırmaktı. İşte âyette ifade edilen "fitne aramak" ile kastedilen de bu husustur. Ancak "sebebin husûsi olması lafzın umumiliğine mâni değildir"[514] prensibinden hareketle, söz konusu "fitne aramak" ifadesinin, insanları hak olan dinden uzaklaştırmak ve onların inançlarını sarsmak niyetiyle müteşâbih âyetleri Kur'an bütünlüğünden kopararak[515] kendi hevâ ve hevesleri için kullanan herkesi kapsadığını[516] söyleyebiliriz. Bu durumda, Taberî (310/923)'nin de ifade ettiği[517] üzere, ele aldığımız âyette geçen fitneyi -(buradaki nüzul sebebinden hareketle) çıkarmak isteyenlerin şirk inancına sahip olmalarından ötürü- "şirk" olarak tefsir etmeye gerek yoktur. Netice olarak şunları söyleyebiliriz: Üzerinde durduğumuz âyette farklı yorumlara açık müteşâbih âyetleri fitne çıkarmak maksadıyla yorumlayanlar kınanmaktadır. Bu sebeple böyle âyetleri yorumlarken muhkem âyetlere başvurmak gerekmektedir.[518] Burada ifade edilen fitne çıkarmaktan maksat ta, müteşâbih âyetleri muhkem âyetlere aykırı olarak yorumlayarak inancı zayıf ve bilgisi yetersiz olan kimselerin kalplerinde şüphe uyandırıp, zihinlerini bulandırarak onları hak dinden saptırmaktır.
Münafıkların ve yahudilerin yalan söze kulak verme ve vahyedilen sözleri asıl anlamından kopararak çarpıtma gibi olumsuz tavırlarının ele alındığı "Ey peygamber! kalpten inanmadıkları halde ağızlarıyla 'inandık' diyenler (münafıklar) ve yahudilerden küfürde yarışanlar seni üzmesin. Onlar, yalan uydurmak için seni dinlerler, sana gelmeyen bir topluluk hesabına dinlerler. Kelimeleri yerlerinden kaydırıp değiştirir ve şöyle derler: 'Eğer size şu hüküm verilirse onu alın. O verilmezse sakının.' Allah (sapmak isteyen bir kimseyi) şaşkınlığa (fitnetehü) düşürmek isterse, artık sen Allah'a karşı onun lehine hiçbir şey yapamazsın. Onlar Allah'ın kalplerini temizlemeyi istemediği kimselerdir. Onlar için dünyada rezillik ve âhirette ise yine onlara büyük bir azap vardır." mealindeki Mâide sûresinin 41. âyetinde[519] geçen fitne kelimesini her ne kadar bazı müfessirler, "azap"[520], "rezil olma;[521], "imtihan"[522] gibi farklı yorumlasa da müfessirlerin çoğunluğu, "sapma", "sapıklık" anlamını vermektedir.[523] Kurtubî (671/1272) söz konusu kelimeyi, "dünyada sapma, âhirette cezalandırma" anlamında yorumlarken[524] Esed de, "kötülüğe meyil" olarak yorumlamaktadır[525]
Âyette geçen fitne kelimesine sapmak, saptırmak ve ayartmak anlamı vermek yerine, tercihini küfür ve nifak üzere yaşamaktan yana yapan kimsenin sapmasına engel olmamak ve işlediği kötülüğün cezasını çekmesi için kişiyi himayesiz ve yardımsız bırakmak, sapmayı tercih edene bu imkanı tanıma anlamını vermek daha isabetlidir.[526] Zira burada fitne Allah'a nispet edilmiştir. Hâdî olan Allah'a, tamamen beşerî ve şeytanî bir sıfat olan saptırma ve ayartmayı nispet etmek uygun düşmez. Bu açıdan Merâği (1364/ 1945)’nin ele aldığımız âyet metninde geçen ve men yüridü'l-lâhi'l-fitnete ifadesini, "Allah kimin dinde denenmesini ister ve bunun sonucunda da onun küfür ve sapıklığını ortaya çıkarırsa..."[527] şeklindeki açıklamasındaki üslûbun yerinde ve güzel olduğunu ifade edebiliriz.
Medine'de Yahudilerin Hz. Peygamberi Allah'ın hükümlerinden uzaklaştırma gayretleri karşısında kendisinden takınması istenilen tavrı bildiren "Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Onların arzularına uyma. Ve onlardan sakın ki Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından seni uzaklaştırmasınlar (en yeftinûke). Eğer yüz çevirirlerse, bil ki şüphesiz Allah, bazı günahları sebebiyle onları musibete çarptırmak istiyor, insanlardan bir çoğu muhakkak ki yoldan çıkmışlardır." mealindeki âyette en yeftinûke formunda yer alan fitne, 'vazgeçirme, hedefinden uzaklaştırma, aldatma, doğru yoldan alıkoyma, daha çok aldatma ve şaşırtma yoluyla saptırma' anlamlarında kullanılmaktadır.[528] Âyet ile ilgili olarak zikredilen şu nüzul sebebi de buradaki fitnenin sözü edilen anlamlarda kullanıldığını desteklemektedir: "İbn Abbâs dedi ki: Aralarında Abdullah b. Sûriyâ, Ka'b b. Üseyid, Şâs b. Kays'in de bulunduğu yahudi alimlerinden bir grup kendi aralarında şöyle dediler:
Gelin Muhammed'e gidelim. Belki onu dininden uzaklaştırabiliriz. Onun yanına giderek:
'Ey Muhammed sen de bilirsin ki biz, yahudilerin bilginleri ve en önemli kişileriyiz. Eğer biz sana uyacak olursak, diğer bütün yahudiler de sana uyar. Onlardan hiç kimse bize muhalefet etmez. Bizimle bir topluluk arasında anlaşmazlık var. Onları muhakeme etmen için sana getireceğiz. Onların aleyhine, bizim ise lehimize hükmedersen, biz de sana iman edip seni tasdik ederiz.' dediler. Rasûlullah (a.s.) yapılan teklifi kabul etmeyince, Allah onlar hakkında “Ve onlardan sakın ki Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından seni uzaklaştırmasınlar.” âyetini indirdi."[529] Yine Mekkeli müşriklerin Hz. Peygamberi saptırma girişimlerini anlatan "Onlar, sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı uydurman için az kalsın seni ondan şaşırtacaklardı (leyeftinûneke)." âyetinde "leyeftinûneke" formunda yer alan fitne de aynı anlamları ifade etmektedir.[530] Bu her iki âyette de ftn kökü 'an' harf-i ceri ile kullanılmakta ve vazgeçirme, doğru yoldan uzaklaştırma gibi anlamları karşılamaktadır.[531] Râğıb el-İsfahâni (502/1108) ise her iki âyetteki fitneyi vahyedilenden vazgeçirmek suretiyle belâya düşürme anlamında yorumlar.[532]
Bu son âyetin Mekke'de mi yoksa Medine'de mi inmiş olduğu hususunda farklı görüşler bulunmaktadır.[533] Mekke'de nazil olduğunu kabul edenler âyetin, müşriklerin Hz. Peygamberi saptırma girişimleri üzerine nazil olduğunu söylerlerken[534] Medine'de nazil olduğunu kabul edenler de yine müşriklerin aynı yöndeki çabaları üzerine nazil olduğunu söylemektedirler.[535]
"Ey âdemoğulları! Avret yerlerini kendilerine açmak için, elbiselerini soyarak ana babanızı cennetten çıkardığı gibi şeytan sizi de saptırmasın (Lâ Yeftinennekümü'ş-Şeytânü). Çünkü o ve kabilesi, onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz biz şeytanları, iman etmeyenlerin dostları kılmışızdır." âyetinde ftn kökünün bir türevi olarak geçen yeftinenneküm şeytanın vesvese vermek ve süslü göstermek suretiyle ayartıp yoldan çıkarmasını diğer bir ifade ile saptırmasını anlatmaktadır. Burada fitne, hedefi, insanları ayartmak ve aldatıp tuzağa düşürmek suretiyle doğru yoldan saptırmak olan şeytana izafe edilmektedir. Bir kısım müfessirler âyette yer alan "lâ yeftinennekümü’ş-şeytânü" ifadesini "saptırma" anlamı çerçevesinde yorumlarken[536] diğer bir kısmı ise bundan farklı anlamlarda yorumlamışlardır.[537] Saptırma anlamı çerçevesinde yorumlayanlardan Kurtubî (671/ 1272), söz konusu ifadeyi, "Şeytan sizi dinden uzaklaştırmasın" şeklinde açıklamaktadır.[538] Yine bu anlam çerçevesinde yorum yapan İbnü'l-Cevzî (597/1207)'ye göre âyetin manası şöyledir: "Şeytan anne ve babanızı aldatarak cennetten çıkardığı gibi sizi de -avret yerlerinizi açtırmayı süslü göstererek- aldatmak suretiyle saptırıp tuzağına düşürmesin."[539] O, ayrıca âyetteki hitabın, Kabe'yi çıplak tavaf edenlere yönelik olduğunu da müfessirlerin görüsü olarak belirtmektedir.[540] Buradaki fitneye farklı anlam yükleyen Zemâhşerî (538/1143)'ye göre "la yeftinennekümü'ş-şeytânü" ifadesi şu anlamdadır: "'Şeytan (cennetten anne ve babanızı çıkartarak) belâya uğrattığı gibi sizi de cennete girdirmemek suretiyle belâya uğratmasın."[541]
İnkarcıların ve tapmakta oldukları yalancı tanrıların Cehennemi hak etmiş olanlardan başkasını ayartıp kandıramayacaklarının söz konusu edildiği "(Ey müşrikler!) Ne siz ve ne de taptıklarınız cehenneme gireceklerden başkasını kandırıp Allah'ın yolundan saptırabilirsiniz (bifâtinîn)." meâllerindeki Sâffât sûresinin 161, 162 ve 163. âyetlerinden 162. âyette geçen bifâtinîn de, yine daha çok aldatma ve ayartma yoluyla saptırma anlamına geldiği ifade edilmiştir.[542]
Buraya kadar anlatmış olduğumuz üzere ftn kökü ve türevlerinin sapma, saptırma ve ayartma anlamına gelen ilgili âyetleri tablo şeklinde şöylece bir arada gösterebiliriz.
Sıra no |
Sûre no ve adı |
Ayet No |
Lafız şekli |
Anlam |
Mek-Med |
1 |
6 En'âm |
23 |
jitnetühüm |
haktan sapmışlık |
M |
2 |
9 Tevbe |
48 |
fi'I-fitneti |
dalâlet, sapıklık |
M |
3 |
27 Neml |
47 |
tüftenûn |
haktan sapmak suretiyle fitneye uğramışsınız/ imtihan olunuyorsunuz |
M |
4 |
57 Hadîd |
14 |
fetentüm |
haktan sapmak suretiyle kendinizi fitneye düşürdünüz |
K |
5 |
68 Kalem |
6 |
el-meftûn |
sapıklık/delilik |
K |
6 |
3 Al-i İmrân |
7 |
ibtiğâe'l-fitneti |
şüphe uyandırarak saptırmayı isteme |
M |
7 |
5 Mâide |
41 |
Fitnetehü |
sapmayı tercih edene bu imkanı verme |
M |
S |
5 Mâide |
49 |
Yeftinûke |
hedefinden uzaklaştırmak |
M |
9 |
7 A'râf |
27 |
lâ yeftinenneküm |
ayartmakla saptırmasın |
K |
10 |
17 İsrâ |
73 |
le yeftinûneke |
hedefinden uzaklaştırmak |
M |
11 |
37 Sâffât |
162 |
bifâtinin |
saptırma |
Dilimizde fesat, karışıklık, kargaşalık, ortalığın birbirine düşüp karışması, kötülük, nifak, hile, kötülük düşünme, insanları birbirine düşürme, bozukluk, çürüklük anlamındadır.[544] Bu kelimenin kullanımlarından olan "fesat çıkarmak" deyimi, ortalığı karıştıracak şekilde davranmak, ara bozmak, insanları birbirine düşürmek[545]; "fesat kurmak" deyimi, zarar vermek kötülük yapmak üzere plan yapmak[546]; "fesatçı" kelimesi de, karıştırıcı, karışıklık çıkaran, ara bozucu anlamlarını ifade eder[547]. Dilimizde kargaşa, karışıklık, düzensizlik, dağınıklık anlamlarına gelmektedir.[548] Karışıklık çıkarma ise, düzeni bozmak, bölücülük yapmak, devleti güçsüz düşürmek v.b. sebeplerle kargaşaya yol açmak anlamlarını karşılamaktadır.[549] Kur'an’ın anlam örgüsü içerisinde önemli bir yere sahip olan ve geçtiği yere göre farklı anlamlar kazanabilen fitne kelimesinin bazı âyetlerde de fesat çıkarma, akılları karıştırma ve bu yolla insanları doğrudan saptırma gibi anlamlara geldiği görülmektedir.
"Diğer bir takım kimselerin de hem sizden emin olmak, hem de kavimlerinden emin olmak istediklerini göreceksin. Bunlar her ne zaman fesat çıkarmaya (fitne) çağrılsalar onun içine baş aşağı atılırlar. Küfre her döndürüldüklerinde ona atılırlar. Eğer bunlar sizden uzak durmazlar, sizinle barış içinde yaşamak istemezler, ellerini savaştan çekmezlerse, onları yakalayın ve nerede bulursanız öldürün. İşte bunlara karşı size apaçık bir yetki verdik.”[550] mealindeki Nisa sûresi 91. âyette geçen fitne her türlü fesat ve kargaşayı anlatmaktadır. Âyette ilkesiz, bulunduğu ortama göre şekil alabilen ve çıkarı dışında hiç bir şey düşünmeyen ikiyüzlü bir topluluktan bahsedilmektedir. [551] Bir kısım müfessirler burada zikredilen kimselerin Esed ve Gatafan kabilelerinden bir topluluk olduğunu söylemişlerdir ki bunlar, Medine'ye geldiklerinde müslüman olurlar ve müslümanlarla anlaşma yaparlardı. Bunların maksatları müslümanların güven ve itimatlarını kazanmak ve bir savaşın meydana gelmesi durumunda canlarını, mallarını güven altına almaktı. Söz konusu bu kimseler kendi kavimlerinin yanına döndüklerindeyse inkara saparak ahitlerini bozarlardı.[552] Bazı müfessirlere göre üzerinde durduğumuz bu âyet, hem Hz. Peygamber ve hem de kavimleri yanında güvenilir gözüken Tihâmeli bir topluluk, bazılarına göre ise Mekkeli bir topluluk hakkında nazil olmuştur.[553] Bunların kendilerine savaş açmalarından korktukları için hem müminlerden yana ve hem de başlarına açacakları sıkıntılardan emin olmak için kabilelerinden yana gözüktükleri bildirilmektedir.[554] Ayette, sözü edilen toplulukların fitneye çağırıldıklarında diğer bir ifadeyle pek çok olumsuzlukları içeren fitne bîr durumla karşı karşıya kaldıklarında da tereddütsüz bunu yerine getirecekleri vurgulanmaktadır. Buradaki fitne, "küfür", "şirk"', ve "müminlere karşı savaş" şeklinde tefsir edilmişse de[555] âyetin yer aldığı bağlamından anlaşılan o ki, bu kelime, sözü edilen anlamlarla birlikte, müminlerin aleyhine kendilerinden yapmaları istenen her türlü kötü düşünce ve tavrı ifade etmektedir.[556] Bu sebeple buradaki fitnenin manasını tek bir anlamla sınırlamak yerine, söz konusu kelimeyi daha geniş anlam içeriğine sahip olan "fesat" la açıklamanın daha isabetli olacağı kanaatindeyiz.
Tevbe sûresinin 47. ve 48. âyetlerinde yer alan fitne kelimelerinin de Türkçe'de kullanıldığı anlamda fitne çıkarma, müminler arasındaki birliği bozma, onların niyetlerini ifsat etme; kargaşa ve karışıklık çıkarma anlamlarında olduğu anlaşılmaktadır. Bu âyetlerde münafıkların fitnelerinden söz edilmektedir. Medine'de müslümanlarla bir arada yaşayan ve çıkarları gereği müslüman gözüken münafıklar genellikle sıkıntıya katlanmayı ve fedakarlığı gerektiren Allah yolunda cihada katılmak istemezler, mecburen katılsalar da orada fesat çıkarmaya, müslümanların arasına nifak sokarak onların arasını açmaya ve aralarında anlaşmazlık meydana getirmeye, onların zihinlerini bir takım şüphe ve asılsız haberlerle bulandırmaya çalışırlardı. Tevbe sûresinin "(Ey müminler) eğer onlar (münafıklar) da sizin içinizde (sefere) çıksalardı, bozgunculuktan başka bir katkıları olmayacak ve içinizde kendilerine kulak verenler olduğunu görüp fitne, fesat, kargaşa sokmak (yebğûnekümü'l-fitnete) amacıyla saflarınıza sokulacaklardı. Allah zalimleri gayet iyi bilir." mealindeki 47. âyetinde, münafıkların Tebük seferine katılmamalarının katılmalarından daha iyi ve müslümanların yararına olduğu, şayet katılsalardı müslümanların arasına nifak sokup fitne tohumları ekecekleri ifade edilmektedir. Bu âyetten hemen sonra gelen "Aslında bunlar (münafıklar) daha önce de (Tebük seferinden önce) fitne çıkarmak (lekadibteğevül-fitnete) istemişler ve sana karşı türlü türlü işler çevirmişlerdi. Nihayet onlar istemedikleri halde Allah'ın dini galip geldi." mealindeki 48. âyette de münafıkların fitnelerinin sadece Tebük seferiyle sınırlı olmadığı, daha önce de müslümanların aleyhine yönelik olarak çeşitli fitneler çıkararak Hz. Peygamber'i zora soktukları hatırlatılmaktadır. Münafıkların daha önce çıkardıkları fitnelerle, onlardan on iki kişinin Hz. Peygamberi öldürmek için Akabe gecesi Seniyyetülvedâ'da pusu kurması, Abdullah b. Übeyy'in Uhud günü yandaşları ile birlikte Hz. Peygamber'den ayrılıp gitmeleri gibi fitnelerinin kastedildiği belirtilmektedir. [557]
Bu âyetlerde, münafıkların, müslümanlara yönelik olarak, başta onların birlik ve bütünlüklerini bozma, savaştan alıkoyma, düşmanı güçlü göstererek müminlerin kalplerine korku salma, morallerini bozma, özellikle yeni müslüman olanları dinlerinden uzaklaştırıp küfre döndürme maksadıyla dînî konularda şüpheye düşürme ve İslam'dan soğutma olmak üzere yıkıcı tüm faaliyetleri fitne kavramıyla ifade edilmektedir.[558] M. Hamdi Yazır, her iki âyette de geçen fitneyi, tefrika olarak yorumlamaktadır.[559] Bazı müfessirler de buradaki fitnenin “şirk” ve "küfür" anlamına geldiğini belirtmişlerdir.[560] Daha önce yer yer ifade ettiğimiz üzere bunlar her ne kadar sonuç itibariyle fitne sayılsa da, fitnenin sözlük anlamları arasında yer almamaktadır. Burada bizim fitneye yüklediğimiz anlamlar ise hem sözlüklerde bulunmakta ve hem de âyetin bağlamına uygun düşmektedir.
"İnkâr edenler birbirlerinin velileridir. Siz de bunu yapmazsanız, yeryüzünde fesat, kargaşa, kaos (fitne) ve büyük bir bozgun çıkar."[561] mealindeki Enfâl sûresinin 73. âyetinde geçen fitne müminlerin aleyhine olabilecek her türlü fesadı anlatmaktadır. Âyet kâfirlerin birbirlerinin velileri/müttefik, dost ve yardımcıları olduklarını bildirerek müminlerden de kendi aralarında dayanışma ve yardımlaşmayı gerçekleştirmelerini dolaylı bir şekilde istemekte, bunları gerçekleştiremedikleri takdirde ise, yeryüzünde fitnenin çıkacağı ve büyük bir fesadın olacağını hatırlatmakta ve müminleri bu hususta uyarmaktadır. Bir önceki âyette[562] de müminlerin birbirlerinin dost ve hamileri olduğu ifade edilmiş, hicret edemeyip Mekke'de kalan müminlerin dinleri sebebiyle kendilerine yapılan baskılara karşı diğer müminlerden yardım istemeleri halinde onlara yardım edilmesinin gerekliliği vurgulanmıştır.[563] Bir kısım müfessirler buradaki fitneyi “kâfirlerin güçlenmesi”, " kâfirlerin galip gelmesi”, "küfrün açıkça izharı", "iman zafiyeti", "şirk", "dinden dönme” gibi anlamlarda yorumlamışlardır.[564] Bunlara göre müminler birbirlerinin velileri olmadıkları zaman bu tür olumsuzluklar meydana gelir.
Ayetten de açıkça anlaşılacağı üzere müminler arası dayanışmanın olmaması durumunda oluşabilecek olumsuz durumlar burada fitne ve fesâd kavramlarıyla ifade edilmektedir. Müminlerin birbirleriyle yardımlaşmadıkları, küfre karşı birlik ve dayanışma içerisinde olmadıkları takdirde meydana gelebilecek olumsuz durumlar muhtemelen şunlardır: Müminler güç ve kuvvetlerini kaybederler, güç ve kuvvet düşmanlarının eline geçer, müminler ise sıkıntı çeker, kâfirlerin çeşitli baskı ve zulümlerine maruz kalırlar. Bazen zillet ve esaret içerisinde yaşamaya mahkum edilirler. Böyle bir durumda müminler hem kendilerini savunmada ve hem de tıpkı hicretten önce Mekke'de olduğu gibi dinlerini serbestçe yaşamada büyük güçlüklerle karşı karşıya kalırlar.[565] Bu durumların hepsi müminler için birer manevî çöküntüdür. İşte buradaki fitne bütün bunları ifade etmektedir.
Fitnenin fesat, kargaşa, tefrika anlamını ifade ettiği bir diğer âyet te, "Şayet çeşitli bölgelerinden şehre (Medine'ye) girilse, sonra da (düşman tarafından) onlardan fesat (fitne) çıkarmaları istenseydi (iki yüzlüler), hiç tereddüt etmeden bunu hemen yaparlardı."mealindeki Ahzâb sûresinin 14. âyetidir. Ayetin içinde yer aldığı bölüm[566] münafıkların Hendek savaşındaki söz, tutum ve davranışlarından söz etmektedir. Müşrikler ve onların müttefikleri tarafından kuşatılmış olan Medine'de müslümanlarla bir arada yaşayan münafıklar, müslümanları bu sıkıntılı günlerinde yalnız bırakmak ve savaştan kaçmak için bir takım bahaneler uyduruyor, çeşitli söz, tutum ve davranışlarıyla bozgunculuk yapmaya çalışıyorlardı. Birbirlerine "Allah ve elçisi bize sadece boş vaatlerde bulunmaktadır."[567] diyerek Hz. Peygamberin zafer vaat etmesinin aldatmaca olduğunu söylüyorlardı. "Onlardan bazısı: 'Ey Yesrib halkı! Burada düşmana karşı koyamazsınız, (mevzilerinizi bırakarak evlerinize) geri dönün!' diyor, bazısı da: 'Evlerimiz (saldırılara) açık durumda!' diyerek Hz. Peygamber'den izin istiyordu. Halbuki evleri (aslında) saldırıya açık değildi. Onlar sadece savaştan kaçmak istiyordu. "[568]
Üzerinde durduğumuz âyette[569] de, Medine'yi kuşatan düşmanların şehre çeşitli bölgelerinden girerek münafıklardan fitne çıkarmalarını istemeleri durumunda onların bunu hiç tereddüt etmeden derhal yerine getirecekleri ifade edilmektedir.[570] Bazı müfessirler buradaki fitneyi, "şirk”[571], "dinden dönme"[572], "küfre geri dönme" [573], "müslümanlarla savaşma"[574], "düşmanın emrine teslim olmak"[575] "düşmanlarla iş birliği yapma"[576], "müslümanlara tuzak kurma, aralarına nifak sokma"[577] gibi anlamlarda tefsir etmişlerdir. Söz konusu kelimeyi müslümanlara tuzak kurma, aralarına nifak sokma şekline yorumlayan İbn Âşûr, şirk ve kıtal anlamlarının bağlama uygun düşmediğini ifade eder.[578]
Buradaki fitne Medine'yi kuşatan düşmanların müminlerin aleyhine, münafıklardan isteyebilecekleri ve fitnenin kapsamına giren her türlü olumsuz durumu ifade eder. Bu sebeple söz konusu kelimeyi, tek bir anlamla sınırlandırmak yerine müminlerin aleyhine olabilecek her türlü olumsuzluğu ve kötü durumu anlatan ve daha geniş bir anlam içeriğine sahip olan "fesat" anlamına yorumlamanın daha uygun olduğunu düşünmekteyiz. Bununla birlikte Medine'yi kuşatan düşmanlar öncelikli olarak müslümanları yenmek ve zafere ulaşmak istemektedirler, bu nedenle burada geçen fitneye, şirk, küfür gibi anlamlar vermektense savaş ortamında düşmanlar açısından zaferlerini kolaylaştıracak eylemlerden olan düşmanlarla iş birliği yaparak müslümanları arkadan vurma, müslümanlara tuzak kurma ve aralarına nifak sokarak askerlerini bozguna uğratacak girişimlerde bulunma gibi savaş ortamıyla ilgili anlamlar vermek daha uygundur.[579]
Fitne kelimesinin fesat, kargaşa, karışıklık anlamında kullanıldığı âyetleri tabloda topluca şu şekilde gösterebiliriz.
Sıra no |
Sûre no ve adı |
Ayet No |
Lafız şekli |
Anlam |
Mek-Med |
1 |
4 Nisa |
91 |
ile'l-fitneti |
fesat çıkarma |
M |
2 |
8 Enfâl |
73 |
Fitnetün |
fesat, kargaşa, kaos |
M |
3 |
9 Tevbe |
47 |
el-fitnete |
fesat, kargaşa, nifak, tefrika |
M |
4 |
9 Tevbe |
48 |
el-fitnete |
fesat, kargaşa, nifak, tefrika |
M |
5 |
33 Ahzâb |
14 |
el-fitnele |
fesat, kargaşa |
Belâ; dilimizde gam, keder, tasa, âfet, ceza, zor ve sıkıntılı iş[581]; musibet ise felâket, büyük âfet, birdenbire gelen belâ anlamlarına gelmektedir.[582] Fitne kelimesinin sözlük anlamlarını verirken onun belâ ve musibet anlamına geldiğine de işaret etmiştik. Müfessirler, bazı âyetlerde geçen fitne kelimesinin de bu anlamda olduğunu söylemişlerdir.
Fitne kelimesinin geçtiği ve 'belâ, musibet' anlamına geldiği âyetlerden birisi şudur: "Başlarına bir belâ (fitnetün) gelmeyecek zannettiler de, (hakkı) görmez ve işitmez oldular. Sonra Allah tövbelerini kabul etti. Sonra içlerinden çoğu yine (hakkı) görmez ve işitmez oldular. Allah onların yaptıklarını görmektedir"[583]. Bundan önceki âyette[584] (Allah'tan başkasına ibâdet etmeyip, tevhit inancını kabul edeceklerine[585]; emr olundukları hükümlerle amel edip, nehy edildikleri hususlardan kaçınacaklarına, Allah'ın emir ve yasakları ile ilgili hiçbir şeyi gizlemeksizin insanlara açıklayacaklarına dair[586]) İsrâiloğullarından kesin söz alındığı halde, kendilerine peygamberler gönderildiğinde, verdikleri sözlerden vazgeçerek peygamberlerin bir kısmını yalanladıkları, bir kısmını ise öldürdükleri anlatılmaktadır. Üzerinde durduğumuz âyette ise, İsrâiloğullarının bu davranışlarından ötürü herhangi bir fitneye maruz kalmayacaklarını düşündüklerinden söz edilmektedir. Ayetin ifade üslubundan, İsrâiloğullarının yalanlama ve öldürme[587] gibi davranışları sebebiyle fitneye uğrayacakları dolaylı bir şekilde anlaşılmaktadır. Bu sebeple âyetin bağlamından buradaki fitnenin tamamen olumsuz bir durumu ifade ettiği açıkça görülmektedir. Müfessirler de burada geçen fitne kelimesinin ne anlama geldiğini yorumlarken genel olarak bunun dünya ve âhirette karşılaşılan belâ, musibet[588] ve azap[589] anlamına geldiğini söylemişlerdir.
Bazı müfessirler burada belâ ve musibet anlamına gelen fitne kelimesini biraz daha açarak, güçlü milletlerin zulüm, katliam, tahrip gibi çeşitli yollarla zayıf toplumları ezmesinin bir fitne çeşidi olduğunu belirtmişlerdir.[590] Bazıları ise âyetteki fitneyi, insanların kurulu düzenlerinin peş peşe gelen zarar ve musibetler sonucu yıkılması ile örneklendirmişlerdir[591]. Böylece işlemiş oldukları bu ağır suçların karşılıksız kalacağını zanneden İsrâiloğullarının yanıldıkları ve onların mutlaka bir cezaya çarptırılacakları ihtar edilmiş, bunun da fitne olduğu ortaya konulmuştur.
Bir kısım müfessirler burada geçen fitne kelimesini, "zorluk ve sıkıntılarla denenme”[592], "kıtlık"[593], "semavî ceza"[594], "zorluk"[595], "insanlar arasında olan nefret, kin ve düşmanlık"[596], "öldürülme"[597], "düşman egemenliği, esaret"[598] gibi dünyevî belâ ve musîbet çeşitleri arasında kabul edebileceğimiz anlamlar ile açıklamaktadırlar. Kanaatimizce burada fitneyi başa gelen zorluk, sıkıntı ve bütün olumsuz durumları kapsayıcı genel bir ifade olan belâ ve musîbet anlamları ile birlikte yorumlamak daha uygun olur. Nitekim Âlûsî (1270/1854)'nin tercihi de bu doğrultudadır.[599] Buna göre âyetin anlamı şu şekilde olur: Kendilerinden söz alınmış olan bu kimseler (İsrâiloğulları) peygamberleri öldürmelerinden ve yalanlamalarından dolayı başlarına herhangi bir belâ ve musibetin gelmeyeceğini zannettiler de hakkı görmez ve işitmez oldular.
"Sadece içinizden zulmedenlere erişmekle kalmayacak olan belâ ve musibetten (fitne) sakının ve bilin ki Allah'ın azabı çetin olandır." mealindeki Enfâl sûresinin 25. âyetinde yer alan fitne kelimesi, genelde "belâ ve musîbet" anlamlarında yorumlanmıştır.[600] Aynı sûrenin 24. âyetinde iman edenlerin Allah ve Rasûlü'nün emirlerine icabet etmeleri emredilmiş,[601] ondan sonra gelen 25. âyette ise aksini yapmanın doğuracağı kötü sonuçlara dikkat çekilmiştir. İşte bu kötü sonuç ta fitnedir. Allah ve Resulünün emirlerine itaat etmemenin pek çok kötü sonuçlar doğuracağının bilincinde olan ve bunları toptan ifade etmek isteyen müfessirler, âyetin içerisinde geçen fitne kelimesine "fesat", "günah"', "azap" başta olmak üzere bir çok farklı anlam vermişlerdir.[602] Buradaki fitneyi, "fesat ve kargaşa" olarak değerlendiren müfessirler, burada daha çok, toplum düzenin bozulup huzur ve güven ortamının kaybolması gibi müminler arasındaki iç karışıklığının sebep olacağı sonuçlar üzerinde durmuşlardır.[603] Toplumsal barışın olmadığı böyle bir ortam neticede toplumun bütün bireylerini rahatsız eder. Buradaki fitneyi "günah" olarak tefsir edenlere göre, özellikle toplumsal yönle ilgili olan bir takım günahların işlenmesi bütün bir toplumu sıkıntıya düşürür.[604] Buradaki fitneyi "azap" olarak yorumlayanlar da, Allah ve Resulüne itaat etmemenin bütün toplumu kapsayacak ve en kötü bir sonuç olan azaba neden olabileceği üzerinde durmuşlardır.[605] Bu anlamları kötü sonuçlara götürecek olan genel hususların örneklemesi kabilinden anlamak gerekirse, bizim buradaki fitneye yüklediğimiz ve pek çok kötülüğün ortak ifadesi olan 'belâ ve musîbet' anlamlarının daha isabetli olacağı söylenebilir.[606] Zira bu ifadeler, hem söz konusu anlamları içerdiği gibi her türlü cezayı da kapsamaktadır. Biz bu açıdan 'belâ ve musîbet' anlamını tercih ettik.
Fitne kelimesinin "belâ ve musibet" anlamında kullanıldığı âyetlerden bir diğeri de "...İnsanlardan kimi Allah'a yalnız bir yönden kulluk eder. Şöyle ki: Kendisine bir iyilik dokunursa buna pek memnun olur, bir de musibete uğrarsa çehresi değişir (dinden yüz çevirir). O, dünyasını da, âhiretini de kaybetmiştir. İşte bu, apaçık ziyanın ta kendisidir.." mealindeki Hac sûresinin 11. âyetidir. Bu âyette, maddi menfaat beklentileri ile imanın gerçekleşemeyeceğine işaret edilmiş olup, müminin imanı sebebiyle dünyevî kar-zarar ve nimet-külfet dengesini hesap etmesinin doğru olmayacağına vurgu yapılmıştır. Buna göre Kur'an'ın istediği iman sadece menfaat sağlayan, risk getirmeyen ve sahibini çilelere maruz bırakmayan iman değildir. Aksine imanda hem çile hem de nimet beraberdir. Bu sebeple, musibetle/fitneyle hiç yüz yüze gelmeden, tamamen menfaat temin etmek için iman etmenin makbul olmayacağına da âyette bir işaret vardır. Bundan hareketle iman sebebiyle kişiye isabet edecek fitnenin mahiyeti hususunda fikir beyan eden müfessirler, bu kelimenin söz konusu âyette "hayr"ın zıddı olarak 'şer' anlamında kullanıldığına da dikkat çekmişler, yani her türlü belâ ve musibetin, sınayıcı güçlük anlamında kullanıldığını ileri sürmüşlerdir.[607]
Nur sûresinin 63. âyetinde fitneten formunda geçen fitne kelimesinin de "belâ ve musibet" anlamında kullanıldığını görmekteyiz.[608] Söz konusu âyet şöyledir: "(Ey müminler!) Peygamberin (sizi) çağırmasını aranızda birbirinizi çağırmanız gibi tutmayın. İçinizden, birbirini siper edinerek sıvışıp gidenleri Allah gerçekten bilmektedir. Artık onun emrine muhalefet edenler, başlarına bir belânın (fitnetün) gelmesinden veya elem dolu bir azaba uğramaktan sakınsınlar."
Müfessirler genelde buradaki fitneyi "dünyevî belâ ve musîbet"[609], "dünyevî ceza"[610] olarak tefsir etmektedirler.[611] Bir kısım müfessirler ise bu kelimeyi "sapıklık"[612], "küfür"[613], "nifak"[614], "bidat"[615] "öldürülme"[616], "kalp katılığı"[617], "ceza”[618] "korku, korkunç şeyler''[619], "zelzele"[620], "zâlim bir hükümdarın yönetimi altında bulunma"[621] şeklinde tefsir etmişlerdir. "Belâ ve musibet" ifadesi her türlü olumsuz durumu kapsayan geniş anlamlar ifade ettiğinden biz bu anlamı tercih ettik.
Ayetin (Ey müminler!) Peygamberin (sizi) çağırmasını aranızda birbirinizi çağırmanız gibi tutmayın. "[622] (lâ tecalû duâe'r-rasûli beyneküm ke duâi ba'ziküm ba'za) kısmına farklı olarak bazı müfessirler, "Peygamberi birbirinizi çağırdığınız gibi çağırmayın."[623], "Peygamberin duasını sizin birbirinize duanız gibi sanmayınız. "[624] gibi anlamlar vermişlerdir. Âyet metni bu anlamlara imkan vermekle[625] birlikte sözünü ettiğimiz kısımdan hemen sonra "Artık onun emrine muhalefet edenler, başlarına bir belânın (fitnetün) gelmesinden veya elem dolu bir azaba uğramaktan sakınsınlar."[626] mealindeki kısmın gelmiş olması, "(Ey müminler!) Peygamberin (sizi) çağırmasını aranızda birbirinizi çağırmanız gibi tutmayın." şeklindeki anlamın burada daha uygun olacağını gösterir.[627]
Zira bizim yukarıda meal olarak belirttiğimiz anlmda, Hz. Peygamberin emrine icabetten söz edilmekte, burada da Hz. Peygamberin emrine muhalefetin fitne veya elem dolu azap gibi kötü sonuç doğuracağı ifade edilmektedir. Ayrıca ele aldığımız âyetin, "İçinizden, birbirini siper edinerek sıvışıp gidenleri Allah gerçekten bilmektedir" mealindeki kısmında[628] Hz. Peygamberin toplantısını izinsiz terk edenlerden söz edilmesi -ki bir kısım müfessirler Hz, Peygamber döneminde bazı münafıkların bu şekilde davrandıklarını belirtmektedirler.[629] -ve hemen önceki âyette[630] müminlerin, Hz. Peygamberin toplantısını izinsiz olarak terk etmemelerinin gerekliliğinin[631] bildirilmesi, âyette Hz. Peygamberin davetine icabetin öneminin anlatıldığını göstermektedir.
Ayet mealinin "Artık onun emrine muhalefet edenler (Yuhâlifûne an emrihi) başlarına bir belânın (fitnetün) gelmesinden veya elem dolu bir azaba uğramaktan sakınsınlar."[632] kısmındaki metinde geçen an emrihi'deki zamirin, -Allah lafzının peşinden gelmesi sebebiyle- Allah'a râci olmasının uygun olacağı söylenmişse de[633], âyetin bağlamından bu zamirin Hz. Peygambere râci olduğu anlaşılmaktadır.[634]
Peygamberin davetinin bağlayıcılığına[635] işaret eden bu âyet, onun toplantı vb. şeylere çağırmasının diğer insanların çağırması gibi olmadığını belirtmektedir. Ayette Peygamber tarafından yapılan çağrıya uyup uymama konusunda insanların serbest olmadıkları ve söz konusu çağrıya mutlaka uyulması gerektiği ifade edilmektedir.[636] Böyle bir çağrıya uymayıp Peygambere muhalefet edenler ise fitne ya da elim bir azapla tehdit edilmektedirler. Ayetin bağlamı dikkate alındığında buradaki fitnenin korkutucu bir şey olduğu anlaşılmaktadır. Zira insanlar emre muhalefetin sonucunda başlarına gelecek bir şeyle tehdit edilmektedirler ki, bu da en azından insanların hoşlarına gitmeyen, onların rahatsızlık duyacakları[637] bir şey olmalıdır. İnsanların en çok ürperdikleri şeyler ise felâketler, sıkıntılar, sosyal buhranlar gibi belâ ve musibetlerdir. Bu sebeple ele aldığımız âyette fitne kelimesini, tüm bu anlamları kucaklayan "belâ ve musîbet" anlamının karşılayacağını söyleyebiliriz.
Buraya kadar anlatmış olduğumuz üzere ftn kökü ve türevlerinin belâ ve musîbet anlamına gelen ilgili âyetleri bir arada göstermek amacıyla aşağıdaki tabloyu oluşturduk.
Sıra no |
Sûre no ve adı |
Ayet No |
Lafız şekli |
Anlam |
Mek-Med |
1 |
5 Mâide |
71 |
Fitnetün |
Belâ ve musîbet |
M |
2 |
8 Enfâl. |
25 |
Fitnelen |
Belâ ve musîbet |
M |
3 |
22 Hac |
11 |
Fitnetün |
Belâ ve musîbet |
M |
4 |
24 Nûr |
63 |
Fitnetün |
Belâ ve musîbet |
Dilimizde azap, dünyada günah işleyenlere âhirette verilecek ceza anlamındadır.[639] Kur'an'da geçen fitne bazen bu anlamda da kullanılmaktadır.
Daha önce zakkum ağacınının zalimler için bir fitne olduğunu bildiren "Biz onu (zakkum ağacını) zalimler için bir imtihan/azap (fitne) kıldık." mealindeki Sâffât sûresi 63. âyetinde fitneten formunda geçen fitnenin "sınav aracı" anlamını ifade edebileceği gibi "azap" anlamını da ifade edebileceğini söylemiş ve ilgili başlık altında konuyu ele alacağımızı belirtmiştik. Hem söz konusu âyette geçen ve hem de İsrâ sûresi 60. âyette "şecere-i melûne" olarak geçen bu ağacın "azap" anlamına geldiği bir kısım müfessirlerce de ifade edilmiştir.[640] Âyetin yer aldığı bağlam bizce bu anlama da uygundur. Zira Sâffât sûresinin 63. âyetinden önceki âyetlerde cennet bir hedef olarak gösterilmekte, cennet-cehennem karşılaştırılması yapılmakta ve yarışanların cennet nimetleri için yarışması öğütlenmektedir. Bu âyetten hemen önceki 62. âyette de, cennet nimetlerinin mi yoksa zakkum ağacının mı daha hayırlı olduğu sorulmakta, üzerinde durduğumuz bu âyette ise zakkumun fitne olduğu ifade edilmektedir. Cehennem ve fitne birlikte düşünüldüğünde fitnenin burada yer aldığı bağlam, "azap" anlamına uygundur. Ancak Zemahşerî (538/1143)'nin buradaki fitneye yüklediği "(dünyada) imtihan, (âhirette) azap"[641] şeklindeki anlam, daha önce belirtilen her iki anlamı da içermesi açısından kanaatimizce daha isabetlidir.
"Ateş üzerinde yanmak suretiyle azaba uğratılacakları (yüftenûn) gün (görevli melekler onlara şöyle der): 'Azabınızı tadın! (zûkû fitneteküm). İşte acele isteyip durduğunuz şey budur." mealindeki Zâriyât sûresinin 13. ve 14. âyetlerinde yüfte-nûn ve fitneteküm formlarında geçen fitne de azap anlamını ifade eder. Bunlardan 13. âyette, müşriklerin ateş (cehennem) üzerinde (fitne) yanmak suretiyle azaba uğratılacakları, 14. âyette de acele isteyip durdukları azabı (fitne) tatmalarının kendilerine söyleneceği haber verilmektedir. Bu âyetlerden 13. âyette geçen fitne, ftn kökünün temel anlamı olan "yakmak" anlamındadır. Fitne bu anlamda Kur'an'da sadece bu âyette geçmektedir. 14. âyette geçen fitne ise, azap anlamındadır. Görüldüğü üzere fitnenin bu âyetlerde "azap" anlamında olduğu çok açıktır. Çünkü kıyamette ve cehennem bağlamında gerçekleşecek bir olaydan söz edilmektedir. Buna göre dünya ile ilgili her şey geride kalıp sonuca gelinmiş, âhiretteki sınav da neticelenmiştir. Müfessirler de genelde söz konusu âyetlerden 13. âyetteki fitneyi "ateşle yakmak''[642], 14. âyetteki fitneyi ise "azap"[643] olarak yorumlamışlardır. Buna göre 13. âyette geçen yüftenûne ale'n-nâri cümlesinin anlamı, "o gün onlar ateş üzerinde yakılacaklardır'', 14. âyette geçen zûkû fitneteküm cümlesinin anlamı ise, ''azabınızı tadın” dır.
Ftn kök ve türevlerinin azap anlamında kullanıldığı âyetleri topluca tabloda şu şekilde gösterebiliriz:
Sıra no |
Sûre no ve adı |
Ayet No |
Lafız şekli |
Anlam |
Mek-Med |
1 |
37 Sâffât |
63 |
fitneten |
Dünyada imtihan âhirette azap |
K |
2 |
51 Zâriyât |
13 |
yüftenûne |
Yanarak azap görürler |
K |
3 |
51 Zâriyât |
14 |
fitneteküm |
Azap |
Dilimizde delirme, aklını kaçırma, çıldırma anlamındadır[645] Kalem sûresinde el-meftûn kalıbında geçen fitnenin anlamlarından birinin de bu olduğu belirtilmektedir. Bu kelime, "Nün. Kaleme ve (kalem tutanların) yazdıklarına andolsun ki (Resulüm), sen -Rabbinin nimeti sayesinde- mecnûn değilsin. Şüphesiz sana tükenmez bir mükâfat vardır. Sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin. Hanginizde delilik/sapıklık (el-meftûn) olduğunu yakında sen de göreceksin, onlar da. Doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapan kişiyi en iyi bilendir, hidâyete erenleri de en iyi bilen O'dur."[646] meâllerindeki âyetlerden 6. âyette geçmektedir. Sözünü ettiğimiz bu kelime, ism-i mefûl kalıbında, "cin ve şeytanların musallat olmasıyla veya deliliğe uğramak suretiyle belâya uğramış (fitneye tutulmuş) kimse"[647], "dinini terk eden, haktan sapan kimse"[648], "bir kadının güzelliği veya dünyanın çekiciliği karşısında aklını kaybeden kimse"[649] anlamında kullanılırken, mastar kalıbında ise "cinnet, delilik"[650] anlamında kullanılmaktadır. Müfessirler bu kelimeye anlam verirken onun yapısı ile ilgili durumu göz önünde bulundurmuşlardır.[651] Örneğin, Ferrâ (207/822); ya göre el-meftûn, burada mastar olup, "delilik" anlamındadır.[652] İbn Abbas (68/687)'ın da bu görüşte olduğu belirtilmektedir.[653] Taberî (310/922) de bu görüşü tercih etmektedir.[654] İbn Kuteybe (276/889)'ye göre ise, el-meftûn ism-i mefûl kalıbında olup, ""delirmek suretiyle fitneye (belâya) uğramış olan kimse" anlamındadır.[655] Müfessirlerin büyük çoğunluğu burada geçen el-meftûn kelimesine "mecnûn" (delilik) anlamı vermişlerdir.[656] "Mecnûn", kendisine cin musallat olmuş, deli anlamındadır.[657] Bazı müfessirler bu anlamın dışında el-meftûna, "şeytana en çok dost olan" [658], "şeytan"[659], "doğru yoldan ayrılarak sapıtan kimse (sapık)" "azaba duçar olacak kimse"[660] anlamlarını vermişlerdir. İbn Kesîr (774/ 1372) belirttiğimiz görüşlerin çoğuna yer verdikten sonra bu kelimenin anlamı ile ilgili olarak şunları söylemektedir: "Burada el-meftûn kelimesinin anlamı açıktır. O, fitneye düşüp doğru yoldan sapıtan anlamındadır."[661]
Âyet, Hz. Peygamberin, cinlerin etkisinde kalarak aklının karıştığını, cinlenmiş olduğunu söyleyen müşriklere bir cevap niteliğini taşımaktadır. Zira müşrikler Hz. Peygamberin, cinlerden ilham alarak hareket ettiğini[662], içinde şeytanın bulunduğunu[663] zannediyor, bu sebeple zaman zaman ona şâir, kâhin, büyücü ve mecnûn diyorlardı.[664] Yoksa onlar Hz. Peygamberi zihinsel açıdan aklî yeteneklerini tamamen yitiren birisi olarak görmüyorlardı.[665]
Ayetin içerisinde yer aldığı Kalem sûresinin büyük bölümünün indirilişine de Hz. Peygambere yönelik olarak söylenen bu tür sözlerin sebep olduğu kaydedilmektedir.[666] Rivayete göre sözünü ettiğimiz Kalem sûresinin âyetlerinin büyük bir kısmı Velid b. Muğîre ve Ebû Cehil hakkında nazil olmuştur.[667]
Üzerinde durduğumuz el-meftûn kelimesinin, "kendisine cin musallat olmuş, deli" anlamında kullanımının doğru olabileceğini kabul etmekle beraber bu kelimenin, "fitneye uğrayarak dinini terk eden, haktan sapan kimse" anlamına da yorumlanabileceğini söyleyebiliriz. Müfessirler burada geçen el-meftûn kelimesine, "delilik" anlamı verirken ftn kökünün içerdiği "fitneye uğrayarak aklını ve malını kaybetmek"[668] anlamından hareket etmişlerdir. Ancak daha önce de ifade ettiğimiz üzere ftn kökünün içerdiği anlamlardan birisi de "doğru yoldan sapmak"tır.[669] Sözlük anlamlarını verirken, el-meftûnun, "mecnûn, cinlenmiş, cin musallat olmuş, deli"[670] anlamıyla birlikte, "fitneye uğrayarak dinini terk eden, haktan sapan kimse"[671] şeklinde bir anlamından da söz etmiştik. Bu sebeple burada el-meftûna, -ism-i mefûl kalıbında olduğu kabul edilerek- "cin musallat olma neticesinde fitneye uğrayarak doğru yoldan sapan" anlamı da verilebilir. Ele aldığımız Kalem sûresi, 6. âyetten hemen sonraki "Doğrusu, Rabbin kendi yolundan sapan kişiyi en iyi bilendir, hidâyete de erenleri en iyi bilen odur."[672] mealindeki âyet de sözünü ettiğimiz bu son anlamı destekler mahiyettedir.[673]
Sözlüklerde fitne kavramının çok çeşitli anlamlar taşıdığını, bu sebeple de çok anlamlı kelimelerden olduğunu yukarıda ele almıştık. Özetle, sınama, baskı-işkence, sapma, saptırma, şaşırtma, kandırma, büyüleme, fesat, karışıklık çıkarma, ifsat etme, belâ, musîbet, azap bu anlamlardan bazılarıdır. Kavramın bu kadar çok anlama sahip olması, terim anlamına da yansımış ve onda da belli bir karışıklık oluşmasına yol açmıştır.[674] İslam bilginleri, gerek kelime anlamından, gerek Kur'an ve hadislerdeki kullanımından ve gerekse doğuracağı sonuçlardan hareketle fitneyi değişik şekillerde tanımlamışlardır. Mesela, Seyyid Şerif Cürcânî (816/1413), Ebü’l-Bekâ (1094/1683) ve Tehânevî (1158/1745) fitneyi, "İnsanın durumunu iyilik ve kötülük açısından ortaya koyan şeydir”[675] şeklinde tanımlamışlardır. İbn Manzûr (711/1311) ise fitne için "insanın isyankârlığını olduğu kadar sabır ve menfaatini de ortaya koyup sonuçta Allah'ın azap ya da mükafatına nail olmasına fırsat veren imtihan” şeklinde bir açıklama yapmaktadır.[676] Ancak her bir müellif tanımında fitnenin bir veya birkaç unsuruna dikkat çektiğinden yapılan tanımlar efradını cami ve ağyarını mâni bir özellik arz etmemektedir. Bu sebeple biz yapılan tanımların ortak noktalarını alarak daha kapsamlı bir tanım yapmaya çalıştık. Buna göre fitne: Lehlerine ya da aleyhlerine olmak üzere, kulların iyi ya da kötü şeylerle denenmeleri, manevi çöküntüye uğramaları ve dînî-içtimâî-siyasî kargaşaya maruz kalmalarını ifade eden bir terimdir. Buna göre fitne; Allah'a nispet edildiği zaman sınav, beşerden kaynaklandığı zaman her türlü kötülük, ayartma, baskı ve kaos, ve nihayet şeytandan kaynaklandığı zaman da saptırma anlamına gelmektedir.
Kur'an-ı Kerîm'in bütünlüğünü göz önüne aldığımızda fitne kavramına bizim yukarıda yaptığımız tanıma uyan bir anlam çerçevesi oluşturduğunu görürüz. Bu cümleden olmak üzere fitne veya el-fitne formunda tekrar eden bu kavram, insan hayatının bir olgusu olarak geniş bir anlam çerçevesine oturmuştur. Toplam olarak otuz âyette (yirmi iki âyette nekre olarak fitne şeklinde, sekiz âyette de marife olarak el-fitne şeklinde) tekrar eden fitne kavramının bu anlam çerçevesinde kullanıldığı en açık örneklerden bazıları şunlardır:
"Her nefis ölümü tadacaktır. Bir imtihan (fitne) olarak sizi hayır ile de şer ile de deniyoruz. Ve siz, ancak bize döndürüleceksiniz."[677]
"Bilin ki, mallarınız ve çocuklarınız birer sınav aracıdır (fitnetün)."[678]
"Zulüm ve baskı (fitne) adam öldürmekten daha beterdir.”[679]
Daha önce de ifade ettiğimiz üzere fitne kelimesi Kur'an'da kullanıldığı anlamlar itibariyle tek bir kelimeyle ifade edilemeyecek kadar çok anlama sahiptir. Kur'an'da bu anlamlan karşılayan ve bu anlamların her biriyle bir yönden ilişkili olan pek çok kelime bulunmaktadır. Zira sosyal hayatta insanları rahatsız edebilecek pek çok şeyin fitne ile anlam ilişkisi içerisinde olduğunu söylemek pek zor olmasa gerekir. Bu kelimeleri ayrıntılı bir şekilde ele almak kabul edileceği üzere bu çalışmanın boyutlarını aşacaktır. Bu sebeple biz fitnenin anlamlarını doğrudan karşılayan ve bulunduğu anlam grubunda diğerlerine göre daha öne çıkmış olan bazı kelimeleri kısaca ele alacağız.[680]
Belâ kelimesi sözlükte; eskimek, yıpranmak, sınamak, gam, musibet gibi anlamlara gelmektedir.[681] Belâ ve aynı kökten türeyen iblâ ve ibtilâ, genelde "deneme ve imtihan etme" anlamlarında kullanılmaktadır.[682] Söz konusu bu kelimeler Kur'an terminolojisinde de "gerek hayır ve gerekse şerle sınama ve imtihana tabi tutma" anlamlarını ifade eden kelimeler arasında yer almaktadır.[683] Meselâ, Hz. İbrahim'in oğlunu kurban etmesi ile ilgili bir rüyayla imtihan edilmesi Kur'an'da belâ kelimesi ile ifade edilmiştir. İlgili âyet şöyledir: "Bu gerçekten çok açık bir imtihandır (belâün)."[684] Bu âyette olduğu gibi, insana yüklenilen teklif, kul için bir imtihan olup,[685] bu da belâ sözcüğü ile anlatılmıştır. Meselâ, yine "Rabbi İbrahimi bir takım kelimelerle sınadı (ibtelâ)."[686] mealindeki âyette görüldüğü üzere, Hz. İbrahim'in bir takım buyruklarla Rabbi tarafından sınanması (ibtelâ) kelimesi ile ifade edilmiştir.
Kur'an'da yer alan bela, iblâ ve ibtilâ kelimelerinin, özellikle Allah-kul ilişkisi içerisinde sınama ve deneme anlamı taşıyan fitne kelimesi ile aynı manada oldukları görülmektedir. Söz konusu kelimeler, genel olarak hem insana sunulan nimetler ve hem de karşı karşıya kaldığı sıkıntılarla sınanmayı ifade etmede de kullanılırlar. Ancak daha önce de defaatle tekrarladığımız üzere fitne daha çok "belâ ve sıkıntılarla sınanmayı" ifade etmede kullanılır. Nitekim el-Askerî (400/1009'dan sonra) de imtihan anlamına gelen ihtibâr kelimesi ile fitnenin farkını açıklarken bu hususa işaretle şöyle der: "Fitne imtihanın en şiddetlisi ve en son haddidir."[687]
Sonuç olarak verilen örneklerden de anlaşılacağı üzere belâ, iblâ ve ibtilâ kelimeleri Kur'an'da genel olarak, fitnenin Kur'an'da en çok kullanılan anlamlarından olan "imtihan” anlamında da kullanılmaktadır.[688]
Arapça'da mhn kökünden gelen imtihan kelimesi; bir şeyin aslına vakıf olmak, bir şey üzerinde derinlemesine düşünmek, denemek, soruşturmak, imtihan etmek, musibete duçar olmak, arıtmak, temizlemek, sıkıştırmak, boyun eğdirmek, kırbaçla dövmek, niyetini açığa çıkarmak ve benzeri anlamlara gelmektedir.[689] Söz konusu bu kelime de fitnenin "imtihan" anlamını ifade eden kelimelerdendir. Hucûrât sûresinin, "(Onlar) şüphesiz Allah'ın kalplerini takva ile imtihan ettiği/denediği kimselerdir."[690] mealindeki âyetinde geçen imtihan kelimesi, "deneme ve sınama" anlamında fitne kelimesinin bu anlamıyla örtüşmektedir.[691]
Sözlükte, okla vurmak, isabet etmek, erişmek ve dokunmak[692] manalarında olan musibet; belâ, ansızın gelen felaket ve sıkıntı anlamlarının yanında genel olarak insanın başına gelen hoşa gitmeyen şeylerin tamamı yahut sıkıntı veren her şey[693] olarak tanımlanmaktadır. Diğer bir ifade ile musibet, hedefine isabet eden mermi gibi insana şiddetle dokunan hadise ve felaketlerdir.[694]
Bu anlamlar çerçevesinde musibet sözcüğünün hem bir imtihan vesilesi olması, hem de başa gelen herhangi bir sıkıntıyı ifade etmesi bakımından fitne kavramı ile ilişkili olduğu görülmektedir. Nitekim yukarıda fitne kelimesinin anlamlarını verirken işaret ettiğimiz gibi, Kur'an'da yer alan fitne kelimesi zaman zaman "belâ ve musîbet" anlamlarında kullanılmaktadır. Kur'an'da sıkça tekrar eden musibet kelimesinin, fitnenin "belâ ve musibet” anlamıyla örtüştüğünün en güzel örneği, Bakara sûresinin "Kendilerine bir musibet geldiğinde: Biz Allah'a aitiz ve biz tekrar O'na döneceğiz, derler"[695] mealindeki âyetidir. Bu âyette yer alan musibet, başa gelen ve insanı sıkıntıya düşüren her kötü durumu ifade etmektedir. [696]
Adaletin zıddı olan zulüm sözlükte, haksızlık etmek, adaletsiz davranmak ve hakkını vermemek demektir. Buna göre zulüm kelimesi; ister fazla, isterse eksik olsun, herhangi bir şeyin kendine ait olan yerin dışında başka bir yere konulması anlamındadır.[697] Ayrıca bu kelimenin, maksadı aşmak, hakkı teslim etmemek ve haddi tecavüz etmek anlamlarına geldiği de ifade edilmiştir.[698]
Fitne ile taşıdığı ortak anlamlar itibariyle sosyal dengeyi bozan en önemli faktörlerden birisinin de zulüm olduğu bilinmektedir. Bu noktadan hareketle zulmün, fitne olgusunu harekete geçiren en önemli etkenlerden birisi olduğu söylenebilir. Diğer taraftan zulüm, herkesin hakkına tecavüz etmeyi ilke haline getiren bir irade olduğundan[699], hak ihlali ve haddi tecavüz anlamları taşıyan fitne kavramı ile birleşmektedir.
Yukarıda fitnenin Kur'an'daki anlamlarını tespit ederken bunlardan birinin de, "baskı, işkence ve zulüm" olduğunu belirtmiştik.
Kur'an'da geçen zulüm kelimesi de bazen bu anlamlarda kullanılmaktadır. Örneğin, Nahl sûresinin "Zulme uğradıktan(zulimû) sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince, elbette onları dünyada güzel bir şekilde yerleştiririz..." mealindeki 41. âyetinde geçen zulüm, aynı sûrenin, “Sonra şüphesiz ki Rabbin eziyete uğratıldıktan (fütinû) sonra hicret eden, sonra Allah yolunda cihad edip sabreden kimselerin yanındadır." mealindeki 110. âyetindeki fitnenin "baskı ve işkence" anlamıyla aynıdır. [700]
Ezâ, eziyet etmek, incitmek, acı çektirmek ve zarar vermek anlamındadır.[701] Buna göre ezâ denilince, insanın hoşlanmadığı her şey anlaşılır.[702] Bir başka ifade ile ister dünyevî, ister uhrevî olsun canlıların beden, can ya da organlarına isabet eden her türlü zarara eziyet denilmektedir[703].
Kur'an'da yer yer geçen bu kelime de fitnenin "baskı, zulüm ve işkence" anlamını karşılayan kelimelerdendir. Meselâ, Ankebût sûresinin "İnsanlardan öyleleri de vardır ki, "Allah'a inandık" derler. Ama Allah yolunda bir sıkıntıya uğrayınca (ûziye), insanların baskı ve işkencesini (fitne), Allah'ın azabı gibi sayarlar..." mealindeki 10. âyetinde geçen (ûziye) kelimesi, "sıkıntıya uğramak" anlamındadır. Bu âyette geçen fitne kelimesi ile ezâ kelimesi yan yana, aynı âyette sanki bir biri ile müteradif bir kelime şeklinde yer almaktadır.[704]
Sulhun zıddı olan fesâd[705] kelimesi; bir şeyin fasit olması, bozulmak, çürümek, mahvolmak, kötü olmak, kötü yola sapmak anlamlarına gelmektedir.[706] Fesâd aynı zamanda bir şeyin "çok veya az olarak" dengenin dışına çıkmasıdır.[707] Bu kökten gelen ifsâd ise, bir şeyi bozmak, ifsat etmek, mahvetmek, kötülük yapmak, doğru yoldan saptırmak, bozgunculuk yapmak[708] anlamındadır.
Kur'an yer yüzünde bozgunculuk yapanları her vesile ile kınamakta ve onların bu tür davranışlarını eleştirmektedir. Bakara sûresinin "Onlara yeryüzünde bozgunculuk yapmayın denildiği zaman, biz barıştan yana tavır koyanlardanız derler." mealindeki 10. âyetinde münafıkların bozgunculukları fesâd ile ifade edilmiştir ki, bu da fitnenin "kargaşa ve bozgunculuk" anlamı ile örtüşmektedir. Ayrıca Kasâs sûresinin "Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah bozguncuları sevmez.”[709] mealindeki 77. âyetinde yer alan fesâddan murat; Karun'un işlemekte olduğu zulüm ve haksızlıktır[710] ki, burada fesâd kelimesi "zulüm" anlamıyla fitne ile bütünleşmektedir. Yine ayrıca "İnkar edip te (insanları) Allah yolundan alıkoyanlar var ya, işte onlara yapmakta oldukları fesatları sebebiyle azaplarını kat kat artıracağız."[711] mealindeki âyette geçen fesâddan murat, "insanları Allah yolundan alıkoymak "tır. Buna göre fitne ve fesâd kelimeleri "bozgunculuk çıkarmak, baskı ve zulüm yapmak, Allah yolundan alıkoymak" anlamlarında müşterek bir grub oluşturmaktadırlar.[712]
İki şey arasını ayırmak anlamındaki frk kökünden[713] olan tefrika, araya düşmanlık sokarak gruplara ayırmak, parça parça bölmek, dağıtmak anlamında olup, daha çok bozgunculuk çıkarma anlamında kullanılan bir kelimedir.[714] Bir diğer ifade ile tefrika, şuuru dimağdan ayırmak ve bölücülük yapmaktır.[715] Dolayısıyla tefrika ile fitne, toplumsal dengenin bozulmasında aynı anlamı paylaşan iki kelime olarak karşımıza çıkmaktadır.
Yukarıda fitnenin karışıklık çıkarma, tefrika gibi anlamlarda da kullanıldığını belirtmiştik. Tefrika kelimesi, geçtiği bir çok âyette, aralanna düşmanlık sokmak suretiyle insanların arasını ayırmak ve böylece onların birbirine düşmelerine sebep olmak anlamında fitne ile birleşmektedir. "...(Hârun Hz. Musa'ya) şüphesiz ben "İsrâiloğullarının arasını açtın, sözüme uymadın" demenden korktum" mealindeki 94. âyetinde ferrekte formunda geçen tefrika, "insanların arasını ayırmak" anlamında kullanılmıştır.
Netice itibariyle gerek fitne ve gerekse tefrika kelimeleri, bu anlamlarıyla her ikisi de sosyal hayatı olumsuz yönde derinden etkileyen en önemli faktörlerdendir.[716]
Dalâlet kelimesi sözlükte, gizlemek, kaybolmak, zayi olmak, batıl ve hükümsüz olmak, sapmak, doğru yolu bulamamak, unutmak ve kaybetmek anlamlarına gelmektedir.[717] Dalâlet kelimesi, hidâyet sözcüğünün karşıtı olup[718], dini literatürde de; doğru yoldan kasten veya unutarak, bilerek veya bilmeyerek sapmak demektir.[719] Dalâlet, gafletle başlar, şaşkınlıkla devam eder ve yoklukla biter. Aslında hissedilen maddi yoldan sapmayı ifade etse de sonradan maneviyatta ve akılla bilinen şeylerde meşhur ve dindeki sapkınlığın da ifadesi olmuştur.[720]
Kur'an-ı Kerim'de sıkça karşımıza çıkan kelimelerden birisi de dalâlettir. Genellikle hidâyetle aynı cümlede fakat zıt anlamlarda yer alan dalâletin, "sapma ve saptırma" anlamındaki fitne ile anlamları örtüşmektedir. Tıpkı fitnede olduğu gibi, dalâletin "sapma” anlamının, kişinin kendi kendisi ile; "'saptırma”nın ise kendisinin dışındaki biri veya bir şey ile ilişkili olduğunun bilinmesi gerekir. Yani kişi kendi kendine dalâlete düşebileceği gibi, bir başkası tarafından da düşürülebilir. Burada sapmanın daha çok iradî, "saptırma"nın ise iradî bir tercih olmasının yanı sıra, bir de dış etkene bağlı olarak gerçekleştiği akıldan uzak tutulmamalıdır. "(Ey Muhammed!) Biz sana Kitabı (Kur'an'ı) insanlar için, hak olarak indirdik. Kim doğru yola girerse, kendisi için girmiş olur. Kim de saparsa (dalle), ancak kendi aleyhine sapmış olur."[721] âyeti, bizzat kişinin kendi kendine saptığına işaret ederken; "Firavun halkını saptırdı (edalle), onlara doğru yolu göstermedi."[722] âyeti ise, bir kişinin, başkasını saptırdığını ifade etmektedir. İşte dalâlet, sapmanın tam karşılığı iken, saptırmak da idlalin karşılığıdır.[723]
İğvâ kelimesi, 'saptırmak, ayartmak, aldatmak, mahrum bırakmak, zarar vermek, döndürmek, yüz çevirttirmek, azdırıp doğru yoldan uzaklaştırmak' anlamlarında kullanılmaktadır.[724] Tıpkı dalâlet ve idlâl kelimelerinde olduğu gibi söz konusu kelime, kelimenin sülâsî mâzî kalıbı olan ğauâ olarak kullanılırsa, bir kimsenin kendi kendine sapması, yolunu şaşırması, zarara uğraması ve doğru yoldan ayrılması; eğer iğvâ kalıbı ile kullanılırsa, yolunu şaşırtıp saptırması anlamlarını ifade eder. Örneğin, "Âdem Rabbine isyan etti (ğavâ)"[725] âyetinde Hz. Adem'in Rabbine isyanı ğavâ kelimesi ile ifade edilirken, (Şeytan dedi ki: (yeryüzünde olanları) azdıracağım (le uğviyennehüm)"[726] âyetinde şeytanın saptırma girişimi iğvâ ile ifade edilmiştir.
Farklı türevleriyle Kur'an'ın muhtelif âyetlerinde yer alan bu kelime; şaşırtmak ve doğru yoldan saptırmak anlamlarında fitne ile birleşmektedir. Nitekim; "(İblis), Senin şerefine andolsun ki, içlerinden ihlaslı kulların hariç, elbette onların hepsini azdıracağım, dedi."[727] âyetinde olduğu gibi, şeytana nispet edildiği yerde bu kelime, engel olmak ve saptırmak anlamı yönünden fitne ile müşterektirler.[728]
Sözlükte sıkıntı, ceza ve işkence[729] anlamındaki azâb kelimesinin hem dünyevî hem uhrevî yönü bulunmaktadır. Kur'an'da pek çok âyette yer alan azâb kelimesinin taşıdığı anlam daha çok âhiret boyutlu olmakla birlikte, Kur'an'da çeşitli toplumların dünyada helak edilmeleri veya çeşitli sıkıntılara maruz bırakılmaları bazen azâb kelimesi ile ifade edilmektedir. Meselâ "De ki: Ne dersiniz, Allah'ın azabı size beklenmedik bir anda veya açıktan açığa gelse, zalimler topluluğundan başkası mı helak edilecek."[730], "Onlardan öncekilerde tuzak kurmuşlardı. Allah'ın azabı binalarını temelinden gelip yıktı da tavanları başlarına çöküverdi ve azap kendilerine fark edemedikleri yerden geldi.”[731] mealindeki âyetlerde geçen azâb, "felaket, âfet, semavî azap, belâ ve musîbet" anlamlarını ifade etmektedir. "Hani, sizi azabın en kötüsüne uğratan, kadınlarınızı sağ bırakıp, oğullarınızı boğazlayan Firavun ailesinden kurtarmıştık."[732], "Hani sizi Firavun ailesinden kurtarmıştık. Onlar size en kötü işkenceyi (azabı) uyguluyorlardı."[733] mealindeki âyetlerde geçen azâb ise, "zulüm, işkence" anlamlarını ifâde etmektedir. Daha önce de ifade ettiğimiz üzere söz konusu anlamlar, fitnenin anlamları arasında da yer almaktadır. Bu açıdan azâb ve fitne kelimeleri arasında anlam ilişkisi bulunmaktadır."Fitnenizi (azabınızı) tadın! İşte acele edip istediğiniz şey budur."[734] mealindeki âyette olduğu üzere fitnenin âhiret azabı[735] anlamında da kullanıldığını daha önce belirtmiştik. Bu açıdan da her iki kelime arasında anlam ilişkisi bulunmaktadır.
Sonuç olarak görüldüğü üzere Kur'an'da yer alan bir çok kelime, çok anlamlı kelimelerden olan fitnenin bu anlamlarıyla bir yönden anlam ilişkisine sahiptir. Bu kelimeler daha önce de ifade ettiğimiz üzere yer aldığı anlam grubunda diğerlerine göre daha öne çıkmış olan kelimelerdir. Bu kelimelerin dışında Kur'an'da geçen darrâ[736], be'sâ[737], şer[738] hızy[739], dâire[740], kâria[741] kelimelerinin bazı kullanımları, fitnenin "belâ ve musîbet" anlamıyla; habâl[742] kelimesi, fitnenin, "bozgunculuk" anlamıyla, mecnûn[743] kelimesi fitnenin "delilik" anlamıyla; ihrâk[744] kelimesi, fitnenin "yakmak" anlamıyla; ricz[745],'ıkâb[746] kelimeleri, fitnenin "azap" anlamıyla; sadd[747] kelimesi, fitnenin "haktan saptırma, engelleme, alıkoyma" anlamıyla anlam ilişkisine sahiptir.[748]
Fitne ile ilgili âyetlerin nüzul sürecindeki gelişim seyrine baktığımızda; fitne ve türevlerinin yer aldığı âyetlerden ilk nazil olanının, Mekke'de tebliğin daha yeni başladığı dönemlere rastladığını görürüz. Bu da, Kalem sûresinde geçen "Hanginizde delilik/sapıklık (el-meftûn) olduğunu yakında sen de göreceksin, onlar da görecekler."[749] mealindeki âyettir. Sözünü ettiğimiz âyette yukarıda da ifade ettiğimiz üzere Hz. Peygamberin cinlerin etkisinde kalarak sapıttığını söyleyen, onu delilikle (mecnûn) itham eden müşrikler[750] hedef alınmış, ona yöneltilen bu ithamların aslında bunları söyleyen müşriklerde bulunduğu belirtilerek bu sözlerden incinen Hz. Peygamber teselli edilmiştir. Bu âyette fitnenin bir türevi olarak yer alan (el-meftûn)a genellikle "cinlerin etkisiyle büyük belâya uğrayarak deliren kimse" anlamında, "mecnûn" manası verilmektedir.[751] Bununla birlikte söz konusu kelimeye, "cin çarpma neticesinde fitneye uğrayarak doğru yoldan sapan" anlamının da uygun düştüğünü yine yukarıda belirtmiştik.
Fitnenin Kur'an'daki bazı anlamları hem Mekkî ve hem de Medenî sûrelerde ortak olarak kullanılmıştır. Mesela, 'imtihan, sınama', 'baskı, zulüm, işkence', 'sapma, saptırma, ayartma' anlamları genellikle fitnenin türevlerinin yer aldığı gerek Mekkî ve gerekse Medenî âyetlerde ortak kullanılmıştır. Ftn kökünün 'fesat, kargaşa, karışıklık çıkarma', 'belâ, musibet' anlamları Medenî âyetlerde yer alırken, 'azap, yakılma, ateşe atılma' anlamı ise Mekkî âyetlerde yer almaktadır. Bunu örneklerle ortaya koyacak olursak, meselâ, Mekke döneminin başlarında dördüncü sûre olarak inen Müddessir sûresi 31. âyetinde Cehennemde görevli meleklerin sayılarının bir sınav aracı olduğu fitne kalıbı ile bildirilirken, yine Mekkî sûrelerden 59. sırada nazil olan Zümer sûresi 49. âyette nimetlerin imtihan amacına yönelik oldukları fitne kalıbıyla ifade edilmektedir. Aynı şekilde Medinede 103. sırada nazil olan Hac sûresi 53. âyette şeytanın peygamberin temennilerine vesvese vermeye kalkışmasının bir sınav vesilesi olduğu fitne formuyla anlatılırken yine Medenî sûrelerden 112. sırada nazil olan Tevbe sûresi, 126. âyette yüftenûn formuyla münafikların çeşitli vesilelerle sınava tabi tutuldukları anlatılır. Ftn kökünün anlamlarından olan 'baskı, zulüm, işkence', Mekke döneminin ortalarına doğru müminlerin inançları sebebiyle baskı ve işkence gördüğü bir ortamda 27. sırada nazil olan Burûc sûresi, 10. âyette yer alan fitne kavramı ile ifade edilirken, aynı anlam yine Mekkî sûrelerden olan Nahl sûresi 110. âyette fütinû kalıbıyla anlatılmaktadır.[752] Medenî sûrelerden Bakara sûresi 191, 193, 217 ve Enfâl sûresi 39. âyetlerinde geçen fitne de aynı anlamı çağrıştırmaktadır. Kâfirlerin inananları dinlerinden vazgeçirmek için yapmış oldukları baskı ve zulüm Mekkî âyetlerde anlatılırken bu eyleme maruz kalanların sabırlı olmaları hususu üzerinde durulmakta ve ileride büyük mükafatlarla ödüllendirilecekleri bildirilerek kendilerinden yapmaları istenilen herhangi bir eylemden söz edilmemektedir. Bu eylemleri gerçekleştirenlerin ise cehennem azabına maruz kalacakları belirtilmektedir. Medenî âyetlerde ise müslümanların inançları sebebiyle maruz kaldıkları fitnenin taşıdığı tehlikenin büyüklüğünün sınırları çizilerek onun öldürmekten daha şiddetli ve büyük bir suç olduğu ifade edilmiştir. Hiç bir zulüm ve baskı kalmayıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar savaşmayı emreden âyetlerle de fitnenin ortadan kaldırılması, Allah'a kulluğun serbestçe yapılması müşterek bir ideal olarak ortaya konulmuş, bu tür fitneler karşısında müslümanlara bir takım sorumluluklar yüklenilmiştir. Bu anlamda Mekke'de daha çok ferdî sıkıntı ve buhran olan fitne kavramı Medine döneminde yeni bir boyut kazanarak iman ve zihniyet savaşının sebebi sayılmıştır.[753]
Yine Allah yolundan alıkoyma, insanları saptırmaya çalışma anlamlarında olan fitne hem Mekkî ve hem de Medenî âyetlerde yer almaktadır. Örneğin 56. sırada nazil olan Saffât sûresi 162. âyette bifâtinîn formunda geçen fitne aldatma ve ayartma yoluyla saptırma anlamını ifade ederken Medenî sûrelerden olan ve Mâide sûresinin 49. âyetinde en yeftinûke formunda geçen fitne de aynı anlamı çağrıştırır. Özellikle Medenî âyetlerde müşriklerin ve yahudilerin Hz. Peygamberi Allah'a kulluktan uzaklaştırarak kendi isteklerine boyun eğdirmeye kalkışmaları anlatılır. Şeytanın insanı aldatarak saptırma girişimini ifade eden fitne ise Mekkî sûrelerden A'râf sûresi 27. âyette yer alır.
Tespit edebildiğimiz kadarıyla 'fesat, kargaşa, karışıklık' anlamlarını çağrıştıran fitne, 90. sırada nazil olan Ahzâb ve 113. sırada nazil olan Tevbe ve 89. sırada nazil olan Âl-i İmrân gibi sadece Medenî sûrelerde geçmektedir. Tevbe sûresi 47-48 ve Ahzâb sûresi 14. âyetlerde, münafıkların, müslümanlar arasında tefrika çıkarmak suretiyle yaptıkları yıkıcı faaliyetler, Âl-i İmrân 7. âyette kötü maksatlı kimselerin zihinleri bulandırarak saptırma girişimleri hep fitne kavramıyla ifade edilmektedir. Yine 'belâ ve musîbet' anlamını ifade eden fitne tespit edebildiğimiz kadarıyla sadece Medenî âyetlerde yer almaktadır. Mâide sûresi 71., Enfâl sûresi 25., Nûr sûresi 63., Hac sûresi 11. âyetlerde yer alan fitne bu manada kullanılmaktadır. Özellikle Enfâl sûresi 25., Nûr sûresi 63. âyetlerde Allah ve rasûlünün emirlerine itaatsizliğin acı sonuçlar vereceği fitne kavramı ile ifade edilir. Medenî âyetlerde toplumsal fitnelere maruz kalma sebeplerinin başlıcalarının, Allah ve rasûlüne itaatsizlik ve müminlerin birbirleriyle yardımlaşmamaları olduğu ifade edilirken genellikle bu âyetlerde ondan sakınma emredilmektedir.
Netice olarak 'imtihan' anlamını ifade eden fitne daha çok Mekkî âyetlerde yer alırken, 'baskı, zulüm, işkence'; 'sapma, saptırma, ayartma' anlamındaki fitne daha çok Medenî âyetlerde geçmektedir. 'Belâ ve musîbet' 'fesat, kargaşa, karışıklık çıkarma' anlamını ifade eden fitnenin geçtiği âyetlerin tamamı Medenî, "azap" ve "delilik" anlamındaki fitnenin geçtiği âyetlerin tamamı ise Mekkîdir.
Sıra no |
Sûre no ve adı |
Sûre Nüzul no |
Ayet no |
Lafız şekli |
Anlam |
Mek Med |
|
|||||||||||||||||
1 |
68 Kalem |
2 |
6 |
el-meftûn |
delilik/sapıklık |
K |
|
|||||||||||||||||
2 |
74 Müddessir |
4 |
31 |
Fitneten |
sınav aracı |
K |
|
|||||||||||||||||
3 |
85 Burûc |
27 |
10 |
Fetenû |
işkence edenler |
K |
|
|||||||||||||||||
4 |
54 Kamer |
37 |
27 |
Fitneten |
imtihan için |
K |
|
|||||||||||||||||
5 |
38 Sâd |
38 |
24 |
Fetennâ |
imtihan ettik |
K |
|
|||||||||||||||||
6 |
38 Sâd |
38 |
34 |
Fetennâhu |
imtihan ettik |
K |
|
|||||||||||||||||
7 |
7 A'râf |
39 |
27 |
lâ yeftinenneküm |
ayartmakla saptırmasın |
K |
|
|||||||||||||||||
8 |
7 A'râf |
39 |
155 |
Fitnetüke |
senin imtihanın |
K |
|
|||||||||||||||||
9 |
72 Cin |
40 |
17 |
Lineftinehüm |
kendilerini sınamak için |
K |
|
|||||||||||||||||
10 |
25 Furkân |
42 |
25 |
Fitneten |
sınav aracı |
K |
|
|||||||||||||||||
11 |
20 Tâhâ |
45 |
40 |
Fetennâke |
seni sınadık |
K |
|
|||||||||||||||||
12 |
20 Tâhâ |
45 |
40 |
Fütûnen |
sınamak/ fitneler |
K |
|
|||||||||||||||||
13 |
20 Tâhâ |
45 |
85 |
Fetennâ |
sınadık |
K |
|
|||||||||||||||||
14 |
20 Tâhâ |
45 |
90 |
Fütintüm |
sınandınız |
K |
|
|||||||||||||||||
15 |
20 Tâhâ |
45 |
131 |
Lineftinehüm |
kendilerini sınamak için |
M |
|
|||||||||||||||||
16 |
27 Neml |
48 |
47 |
Tüftenûne |
İmtihan olunuyorsunuz/ haktan sapmak suretiyle fitneye uğramışınız |
K |
|
|||||||||||||||||
17 |
17 Isrâ |
50 |
60 |
Fitneten |
sınav aracı |
K |
|
|||||||||||||||||
18 |
17 Isrâ |
50 |
73 |
Leyeftinûneke |
hedefinden uzaklaştırmak |
M |
|
|||||||||||||||||
19 |
10 Yûnus |
51 |
83 |
En yeftinehüm |
işkence etme |
K |
|
|||||||||||||||||
20 |
10 Yûnus |
51 |
85 |
Fitneten |
Baskı-zulüm |
K |
|
|||||||||||||||||
21 |
6 En'âm |
55 |
23 |
Fitnetühüm |
haktan sapmışlık |
M |
|
|||||||||||||||||
22 |
6 En'âm |
55 |
53 |
Fetennâ |
denedik |
K |
|
|||||||||||||||||
23 |
37 Sâffât |
56 |
162 |
Bifatinin |
saptırma |
K |
|
|||||||||||||||||
24 |
37 Sâffât |
56 |
63 |
Fitneten |
dünyada imtihan âhirette azap |
K |
|
|||||||||||||||||
25 |
59 Zümer |
59 |
49 |
Fitnetün |
imtihan vesilesi |
K |
|
|||||||||||||||||
26 |
44 Duhân |
64 |
17 |
Fetennâ |
sınamıştık |
K |
|
|||||||||||||||||
27 |
51 Zâriyât |
67 |
13 |
Yüftenûn |
yakılarak azap görürler |
K |
|
|||||||||||||||||
28 |
51 Zâriyât |
67 |
14 |
Fitneteküm |
Azap |
K |
|
|||||||||||||||||
29 |
16 Nahl |
70 |
110 |
Fütinû |
işkenceye uğratıldılar |
K |
|
|||||||||||||||||
30 |
21 Enbiyâ |
73 |
35 |
Fitneten |
imtihan |
K |
|
|||||||||||||||||
31 |
21 Enbiyâ |
73 |
111 |
Fitnetün |
imtihan |
K |
|
|||||||||||||||||
32 |
29 Ankebût |
85 |
2 |
Yüftenûne |
imtihan olunacaklar |
M |
|
|||||||||||||||||
33 |
29 Ankebût |
85 |
3 |
Fetennâ |
imtihan etmiştik |
M |
|
|||||||||||||||||
34 |
29 Ankebût |
85 |
10 |
fitnete'nâs |
insanların eziyetini |
M |
|
|||||||||||||||||
35 |
2 Bakara |
87 |
102 |
Fitnetün |
sınav aracı |
M |
|
|||||||||||||||||
36 |
2 Bakara |
87 |
191 |
ve'l-fitnetü |
baskı-zulüm-işkence |
M |
|
|||||||||||||||||
37 |
2 Bakara |
87 |
193 |
Fitnetün |
Bask-zulüm |
|
||||||||||||||||||
|
|
|
|
|
İşkence |
M |
||||||||||||||||||
38 |
2 Bakara |
87 |
217 |
ve'l-fitnetü |
baskı-zulüm |
|
||||||||||||||||||
|
|
|
|
|
İşkence |
M |
||||||||||||||||||
39 |
8 Enfâl |
88 |
25 |
Fitnelen |
belâ-musîbet |
M |
||||||||||||||||||
40 |
8 Enfâl |
88 |
28 |
Fitnetün |
sınav aracı |
M |
||||||||||||||||||
41 |
8 Enfâl |
88 |
39 |
Fitnetün |
baskı-zulüm |
|
||||||||||||||||||
|
|
|
|
|
İşkence |
M |
||||||||||||||||||
42 |
8 Enfâl |
88 |
73 |
Fitnetün |
fesat, kargaşa, |
|
||||||||||||||||||
|
|
|
|
|
Kaos |
M |
||||||||||||||||||
43 |
3Al-i İmran |
89 |
7 |
ibtiğâe'l- |
şüphe |
|
||||||||||||||||||
|
|
|
|
fitneti |
uyandırarak |
|
||||||||||||||||||
|
|
|
|
|
saptırmayı |
|
||||||||||||||||||
|
|
|
|
|
isteme |
M |
||||||||||||||||||
44 |
33 Ahzâb |
90 |
14 |
El-fitnete |
fesat, kargaşa |
M |
||||||||||||||||||
45 |
60 Mümtehine |
91 |
5 |
Fitnelen |
baskı-zulüm |
M |
||||||||||||||||||
46 |
4 Nisa |
92 |
91 |
ile'l-fitneti |
fesat çıkarma |
M |
||||||||||||||||||
47 |
4 Nisa |
92 |
101 |
En yefti- |
düşman |
|
||||||||||||||||||
|
|
|
|
neküm |
saldırısından |
M |
||||||||||||||||||
48 |
57 Hadîd |
94 |
14 |
fetentüm |
haktan sapmak |
|
||||||||||||||||||
|
|
|
|
|
suretiyle |
|
||||||||||||||||||
|
|
|
|
|
(kendinizi) fitneyi |
|
||||||||||||||||||
|
|
|
|
|
düşürdünüz |
M |
||||||||||||||||||
49 |
24 Nur |
102 |
63 |
Fitnetün |
belâ-musîbet |
M |
||||||||||||||||||
50 |
22 Hac |
103 |
11 |
Fitnetün |
belâ-musîbet |
M |
||||||||||||||||||
51 |
22 Hac |
103 |
53 |
Fitnelen |
imtihan vesilesi |
M |
||||||||||||||||||
52 |
64 Teğâbün |
108 |
15 |
Fitnetün |
sınav aracı |
M |
||||||||||||||||||
53 |
5 Mâide |
112 |
41 |
Fitnete'nü |
sapmayı tercih |
|
||||||||||||||||||
|
|
|
|
|
edene bu imkanı |
|
||||||||||||||||||
|
|
|
|
|
verme |
M |
||||||||||||||||||
54 |
5 Mâide |
112 |
49 |
Yeftinûke |
hedefinden |
|
||||||||||||||||||
|
|
|
|
|
uzaklaştırmak |
M |
||||||||||||||||||
55 |
5 Mâide |
112 |
71 |
Fitnetün |
belâ-musîbet |
M |
||||||||||||||||||
56 |
9 Tevbe |
113 |
47 |
El-fitnete |
fesat, kargaşa, nifak, tefrika |
M |
||||||||||||||||||
57 |
9 Tevbe |
113 |
48 |
El-fitnele |
fesat, kargaşa, nifak, tefrika |
M |
||||||||||||||||||
58 |
9 Tevbe |
113 |
49 |
velâ teftinni |
beni böylesine çetin bir sınava sokma |
M |
||||||||||||||||||
59 |
9 Tevbe |
113 |
49 |
fi'l-fitneti |
dalâlet, sapıklık |
M |
||||||||||||||||||
60 |
9 Tevbe |
113 |
126 |
Yüftenûne |
imtihan olunuyorlar |
|||||||||||||||||||
Kur'an fitneye, isnat edilen varlığa göre farklı anlamlar yüklemektedir. Eğer fitne kavramı Allah'a nispet edilirse, "insanın sınanması, denenmesi"[755]; insana nispet edilirse baskı, zulüm, sapma, saptırma, fesat, kaos, anarşi, iç huzursuzluk ve buhran gibi davranışlara bağlı olarak ortaya çıkan sözlü ve fiilî kötülükleri[756]; şeytana nispet edildiğinde ise onun insanı baştan çıkarması, ayartması ve saptırması gibi çeşitli hilelerini ifade etmek için kullanılmaktadır[757]. Bu nedenle fitne Allah'a nispet edildiğinde kötü bir anlam ifade etmez. Çünkü sonucu itibariyle bizim sosyal, psikolojik ve ahlaki tekâmülümüzü sağlayan bir sınavdır. Ancak beşerden kaynaklandığı zaman aynı yargıya varmak mümkün değildir.[758] Çünkü insan kaynaklı fitnelerin sonucunda, insanın maddi ve manevi bir çok zararı söz konusudur. Eğer bu fitne insanın apaçık düşmanı olan şeytandan kaynaklanacak olursa, bu da insandan kaynaklanan fitne gibi sonuçları itibariyle kötüdür.
Fitne, insanın çeşitli sebeplerle denenmesi için Allah'ın kendisine vermiş olduğu farklı imkanlar karşısındaki tutum ve davranışlarının açığa çıkarılmasını sağlamada ve insanların birbirlerine karşı niyet ve tutumlarının anlaşılmasında bir araç olarak görülebilecek bir anlam örgüsüne sahiptir. Belirlemiş olduğumuz bu temelden hareketle fitnenin Allah'a nispet edilmesi ile neyin kast edildiği üzerinde durmak istiyoruz. [759]
Kur'an açıkça insanların Allah tarafından sınandığını bildirmektedir. Konu ile ilgili âyetlerden biri şu mealdedir: "Her nefis ölümü tadacaktır. Bir sınav olarak (fitneten) sizi şerle de hayırla da deneriz ve ancak bize döndürüleceksiniz."[760]
Ayette, eğri ile doğru arasında seçim yapabilme kabiliyeti ile donatılmış bir varlık olan insanın[761] hayatın iyi veya kötü tezahürleriyle karşı karşıya kalmak suretiyle[762] sınanacağı ifade edilmektedir. Burada özellikle dünyanın bir sınav alanı olarak düzenlendiği, yapılan sınavın niteliği gereği olarak her iyiliğin yanı başında bir de kötülüğün olduğu vurgulanmaktadır. Bununla beraber ölümle her şey bitmeyecek; imtihan edilenlere karşılık olarak mükafat veya ceza verilecektir.[763] Bu sınavda karşılaşılan musîbetler ve nimetler kimin şükredip kimin nankörlük yapacağının, kimin sabredip, kimin ümitsizliğe düşeceğinin anlaşılması içindir. İbn Abbas'ın yukarıdaki âyeti şöyle yorumladığı nakledilmektedir: "Biz, sizi darlıkla ve bollukla, hastalık ve sağlıkla, zenginlik ve fakirlikle, helal ve haramla, taat ve masiyetle, hidâyet ve dalaletle deneriz."[764]
Konuyla ilgili âyetlerden birinde sınanmak insanın kurtulamayacağı bir şey olarak ifade edilmekte ve şöyle denilmektedir: "İnsanlar hiç sınava tabi tutulmadan (lâ yüftenûn) 'inandık' demeleriyle kendi hallerine bırakılacaklarını mı sanırlar? Andolsun ki biz onlardan öncekileri de sınadık (fetennâ); Allah kesinlikle doğru söyleyenleri de yalan söyleyenleri de bilir."[765] Ayette, bedenî ve mâlî bir takım mükellefiyetlerle sınanmadan insanların sadece "inandık" demelerinin yeterli olamayacağı vurgulanmaktadır. Burada Râzî, "İnandık" demeyi salt bir inanç iddiası olarak ele almakta, kalp, dil, uzuvlar ve amellerin birlikte bu iddiayı ispat etmesi gerektiğine işaret etmektedir. Ayrıca Râzi'ye göre, sadece inanmak müslümanlığın en alt derecesi olup, kişi çeşitli makamlara ve derecelere ancak imandan sonra yapacağı müspet amelleri ile ulaşabilir.[766]
Yukarıda ele aldığımız âyetlerde fitnenin Allah'a nispet edildiği görülmektedir. Allah mümin kullarını onlardaki imanın durumuna göre sınava tabi tutar. Allah, insanların iman ve ahlaktaki samimiyetlerini kanıtlamaları için bir imtihan olmak üzere onları hayırla da şerle de deneyip sınar. Bir anlamda insanların nelerle sınandığının da konu edildiği bir bağlam içerisinde sunulan âyetler, sanki şu mesajla yüklü olarak karşımıza çıkmaktadır: Sizin için yaşam alanı olarak seçilen bu dünyada sizin hoşlanacağınız şeyler olabileceği gibi, hoşlanmayacağınız şeyler de bulunmaktadır.[767] Bunun amacı ne insanlara çile çektirmek, ne de onlara acı ve ızdırap vermektir. Buna göre Bakara sûresi 155. âyette insanın deneme süreçleri olarak sayılan korku, can, mal ve ürün eksilmesi, Allah'ın özellikle insanın başına sardırdığı belâlar değil, aksine bu unsurlar yaşamın doğal verileri olarak kabul edilmelidir.[768] Bu sadece irade ve tedbir sahibi olan insanın Allah'a karşı olan inancında samimi ve dürüst olup olmadığını açıkça ortaya koymak ve bunun bir gereği olarak kendisine emredilenleri yerine getirmedeki aktivitesini denemek içindir.[769] Bunun için de söz konusu imtihan ve deneme, hayatın doğal verileri sayılan mal, mülk, evlat, sağlık, bol rızk gibi nimet sayılan şeylerle olabileceği gibi ölüm, hastalık, musibet, yokluk, düşman tasallutu gibi çeşitli belâ ve kederlerle de olmaktadır. Dolayısıyla imtihan hem nimetten, hem de perişanlık ve zahmetten zuhur eder.[770]
Allah'ın sınavı, Ona ait bir hikmete dayanır[771] ve insanın tekâmülüne sebep olur[772]. Bu bağlamda insanlık zaman zaman çeşitli fitnelere uğratılmaktadır. Kur'an'ın haber verdiğine göre Allah tarafından başta peygamberler olmak üzere müslümanlar ve diğer din mensupları zaman zaman sınanırlar. Bu sınav insan için bir hayat yasasıdır. Hiç kimse bu yasanın dışında tutulmamıştır. Sünnetüllah diye isimlendirilen bu ilâhî yasa, "Her canlı ölümü tadar, bir deneme olarak sizi hayırla da şerle de imtihan ederiz."[773] âyetinde çok açık bir biçimde ortaya konulmuş olup, söz konusu yasada asla bir değişme olmaz.[774] Bir başka ifade ile, mümin olmak Allah'ın sınamasından kurtulmayı gerektirmeyeceği gibi, inkarcı olmak da acılarla sınanmanın bir sebebi olarak görülemez.[775] İnanan da inanmayan da, iki yüzlü davranan da, samimi kulluk için çırpınan da en çok sevdiği, değer verdiği baba, anne, evlat, eş, akraba gibi bir yakınını şu veya bu şekilde, şu veya bu sebeple kaybedebilir. Yahut bu kişiler kendi bedenlerinin (veya sevdikleri yakınlarının) bir parçasını (göz, kol, bacak gibi) sakatlayabilir veya kaybedebilirler yahut kendileri veya sevdikleri amansız bir hastalığa yakalanabilir. Bütün bunlar ister bir sebebe bağlı olsun veya olmasın, insanların (cins, din, dil ırk, vb. ayırım yapmaksızın) karşılaşabilecekleri hayat gerçekleridir. Bunlardan ayrı olarak bir de karşılaşılan tabiî ve sosyal çevre gerçekleri vardır ki bunlar da tabiî âfetler, düşmanlıklar ve bu düşmanlıklardan kaynaklanan çeşitli saldırı ve sıkıntılara maruz kalma gibi olaylardır. İşte bu gerçeklerle karşılaşan insanın bilinçli ve şuurlu tepkilerinin veya yönelimlerinin, kısaca insanların nasıl davranacaklarının ortaya çıkarılması[776] bu sınavın bir nedeni olarak ortaya konulduğu için, Allah kullarını "Biraz korku, biraz açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma ile dener.[777] Ancak hiçbir zaman bu sınav insanın dayanma gücünün ötesine taşmaz.[778] Belki bir kimsenin sınavı, diğerininkine göre daha ağır olabilir. Bu durumda da sınav konusunun ağırlığına göre takdir edilen fazilet ve mükafat daha fazla olur.[779]
İnsanların Allah tarafından sınanması kapsamında, karşılaştıkları bazı musibetlerin kaynağının Allah olduğu zannedilir. Halbuki iyice düşünülüp araştırılsa, bunların bir kısmının bazen insanların kendi hatalarından, bazen de diğer insanların eylemlerinden doğduğu[780] veya bazen tabiatın doğal yapısından ya da tabiat imkanları karşısındaki tedbirsizlikten kaynaklandığı görülür.[781] İnsanlar cüzi iradelerini kullanabilecekleri alanlarda sorumlu olurlar.[782] Dolayısıyla insanların karşılaştığı olayların bir kısmının akl-ı selimle yönlendirilip kontrol edilebilecek ve sonuçları ile ilgili çeşitli tedbirler alınabilecek cinsten olması, Allah'ın denemesi kapsamında karşılaşılan olaylarla karıştırılmamalıdır. Bu, insanın iradesizlik, tedbirsizlik, yanlış karar alma vb. çeşitli kusurlarının sonucudur. Ancak yine de böyle bir durumla karşı karşıya kaldıktan sonra insandan beklenen en uygun davranış, olayın sonucundan ders çıkarması, musibetin sebepleri kimden ve nereden kaynaklanırsa kaynaklansın bunlara karşı dengesini bozmadan ve Allah'ı unutmadan direnmesi[783] Rabbine olan güvenini yitirmemesi ve rahmetinden ümidini kesmemesidir.
Yer yüzünde kendisi için ziynet kılınan şeyler, insanlardan hangilerinin amel bakımından daha güzel davranacağının imtihanı için olup[784], ölüm ve hayatın yaratılışı da bu gayeye[785] yöneliktir. Sonuçta insanın cenneti kazanabilmeside tabî tutulacağı imtihanlarda başarılı olduğunu ispatlamasına bağlıdır. Cenneti kazanabilmek için, insanın hayatı boyunca tabi tutulacağı imtihanlarda cennete layık olduğunu ispatlaması lazımdır. Şu âyetler bu yargımızı desteklemektedir: "Yoksa siz, sizden öncekilerin durumu başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluk ve sıkıntı dokunmuş, öyle sarsılmışlardı ki, nihayet peygamber ve onunla birlikte inananlar: 'Allah'ın yardımı ne zaman?' demişlerdi. İyi bilin ki Allah'ın yardımı yakındır."[786] "Yoksa Allah içinizden cihad edenleri ortaya çıkarıp, sabredenleri belli etmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?"[787]
İmtihanlar, gerçekten iman edenler ile etmeyenleri birbirinden ayırır.[788] Zira kalplerin içyüzünü bilen Allah, kendi katında bilinen, ancak insan açısından gayb halinde olanları, insanlar için açığa çıkarmak suretiyle, onları amelleri ile düşmüş oldukları durumdan ötürü hesaba çeker. Yoksa onların ne yapıp, ne yapmadıklarını denemeden bunu yapmaz. İşte bu, Allah'ın bir ihsanı ve adaletidir. Buna göre sınanma, Allah tarafından kulun hesaba çekilmesinin veya mükellef tutulmasının[789] bir gerekçesidir. Bir başka ifade ile insan, kendisinde potansiyel olarak var olan yetilerini pratikte kullanmadıkça, adalet gereği ne mükâfat ne de ceza hak eder. Örneğin güvenilirlik yeteneklerine sahip olan kimse ile, bu yeteneklere sahip olmayan kimse denenmedikçe, birinin güvenilir olduğu, diğerinin olmadığı sadece Allah'ın gaybî bilgisine dayanarak mükâfatlandırması veya cezalandırması, ilâhî adalete yakışmaz. O halde Allah'ın kullarını sınaması, hem ilâhî adaletinin, hem de Allah'ın mutlak ilminin bir tecellisidir. Yani, Allah sınamadan önce kişinin nasıl olacağını bilir. Sınadıktan sonra da kişinin Allah'ın bilgisindeki gibi olduğu ortaya çıkar.[790]
Özetle denilebilir ki, sınayan varlık olan Allah, insanı sınanacak kabiliyet ve donanımlarla yaratmış, sınav şartlarının bir gereği olarak ona peygamber ve kitap göndermiş, kendisine de sınanacağını ve sınav kurallarını bildirmiştir. Allah, sayısız hikmetlerinin bir gereği olarak insanı çeşitli şeylerle sınamaktadır. Kâinat her ne kadar muayyen kanunlarla işlese ve insanın imtihanı başka sebeplerin etkisi altında tezahür etse de, asla Allah'tan bağımsız olması düşünülemez.[791] Önemli olan insanın tedbirde kusur etmemesi, olaylarla yüz yüze gelince sabredebilmesi ve Allah'a karşı olan inancını ve saygısını kaybetmemesidir.[792]
İmtihanın olabilmesi için insanı bir taraftan olumlu yöne, bir taraftan da olumsuz yöne iten faktörler bulunmalıdır. Yani insan bu iki faktörden ya iyiyi ya da kötüyü tercih etme yeteneğinde olduğundan dünya onun için imtihan yeri olabilmektedir. İnsanı olumlu yöne iten faktör olarak şunları belirtebiliriz: Öncelikle insanın yapısında -yaratılışında- inanma eğilimi vardır. Allah, insanı doğuştan inanmaya eğilimli olarak yaratmıştır. İkincisi; peygamberler göndererek insanları iyi yönde hareket etmeleri için uyarmıştır. Üçüncüsü; iyiyi, kötüden ayırt etmesi ve kötülükten uzaklaşması için akıl vermiştir. İnsanı olumsuz yöne iten faktörlerin başında, dünyaya, maddiyata bağlanmaya yönelik olumsuz arzulara sahip olması gelmektedir. İkinci olumsuz faktör şeytandır. Zira şeytan, insanı kötülüğe itmektedir. İşte bu faktörler çerçevesinde Allah insanın aklını kullanarak çevresindeki oluşumları, varlıkları ve kendi yaradılışını da düşünerek Allah'a yönelmesini istemektedir.
Kur'an'a göre insan kötülüğe ve iyiliğe yönelebilecek yapıda[793], tahammülsüz, bencil, dünya malına ve maddiyata düşkün bir varlıktır. Maddi zevkler insana daha cazip gelir. O, güçsüz ve sıkıntılı durumda Allah'a yönelmeye, kendini yeterli görünce de azmaya meyillidir[794].
İnsanın imtihana tâbi tutulması, Allah'ın insanlar için koymuş olduğu değişmez bir yasadır.[795] Bu yasa gereği Allah'ın akıl ve irade verdiği bütün insanlar sınava tâbi tutulurlar. Onun böyle bir sınava tabi tutulması, başıboş bırakılacak bir yaratılışa sahip olmamasından[796] yahut boşu boşuna yaratılmamış[797] olmasından kaynaklanmaktadır. Zira en güzel şekilde yaratılmış olan,[798] diğer varlıklara hakim olma vasfıyla donatılmış bulunan[799] ve maddeten girift bir varlık olduğu kadar, ruhen de ilâhî kudretten bir kıvılcım taşıyan insan[800], Allah'ın kendisine yüklemiş olduğu halifelik görevini[801] tam olarak yerine getirmesi için hür iradeyle donatılmış ve bilgi edinme yeteneği[802] ile de desteklenmiştir. Bu özellikleri ile "emâneti" üstlenecek[803] kıvam ve kabiliyeti kazanmış olması, onun sınanacak varlık olmasının da temel gerekçesini oluşturmuştur. Kısaca; imtihan sonucunda emaneti üstlenen insanlardan hangisinin, üstlendiği sorumluluğu daha güzel bir şekilde ortaya koyduğu ya da, Allah'ın Rubûbiyyetini tasdik eden insanlardan[804] hangisi bu tasdikinde samimi olduğu belirlenecektir.
"Gerçek şu ki, Biz insanı karışık bir nutfeden yarattık; onu imtihan edelim diye işitir ve görür kıldık. Şüphesiz biz ona doğru yolu da gösterdik, ister şükredici olsun, ister nankör."[805] mealindeki âyetten anlaşıldığına göre insanın Allah tarafından sınanması şu üç temel gerekçeye dayanmaktadır:
1- Onun üstün yaratılışı
2- Yaratılışındaki gaye
3- Sahip olduğu istidlali bilgi, irade ve hürriyet.
Şimdi bu üç açıdan insanın sınanması olayını teker teker ele alalım. [806]
Kur'an'a göre, en güzel bir biçimde yaratılan insanoğlu[807], yaratılış cihetinden bir çok mahluktan daha üstün kılınmıştır.[808] İlk maddesi toprak olan[809], ancak daha sonra atılan[810], akıtılan[811], karışık[812] ve hakir[813] bir sudan[814], sapa sağlam bir yerde (anne rahminde)[815] çeşitli merhalelerden geçirilerek[816] yaratılan ve en güzel surette terkip edilen insan[817], yaratılışı tamamlanıp yer yüzünde hayat sürdürecek şekle gelince, dünyaya gelebileceği yol kendisine kolaylaştırılarak[818] hiçbir şey bilmeden[819] dünyaya gelmiştir. Ona duyması ve görmesi için organlar, en önemlisi akıl ve kalp bahşedilmiş[820]: iki göz, iki dudak ve bir lisan verilmiştir.[821] Bunlardan ayrı olarak yine insana Allah tarafından bir ruh üflenmiş[822]; takvayı ve fücuru kendisine ilham etmeye uygun bir de nefis verilmiştir.[823] Yani insan, olgunlaşmaya müsait, uzuvları yerli yerince, iç ve dış kuvveleri düzene konulmuş bir vaziyette iyiliğe ve kötülüğe kabiliyetli bir yaratılışla, ruh ile bedenden oluşan bir varlıktır. İnsan, kötülük yapabilecek iken iyilik yaparsa mutluluk duyar, iyilik yapabilecek iken kötülük yaparsa bundan da vicdani huzursuzluk içerisine girer. İşte insana bu mükemmel yaratılışın bahşedilmiş olması onun imtihan edilecek bir varlık olmasını gerektirmiştir[824].
Burada insanı beden, ruh, nefis ayırımına tabi tutarak uzun uzadıya kavramsal tahlillere girmeyeceğiz. Ancak yine de insanın yaratılışında "balçık"la sembolize edilen maddi yönünün, bir bakıma onun bayağılıklarının; "ruh"la sembolize edilen manevi yön ve kuvvetlerinin ise onun üstün yönünün ifadesi olarak yorumlandığını söyleyebiliriz. Bununla birlikte onun, bütün yönleriyle, bir bütün halinde insan olduğunu, kendisinde var olan bir yönün, diğer yönlerinden bağımsız olmadığını göz önünde tutmak gerekir. Çünkü onun ne ruhunu bedeninden, ne de bedenini ruhundan ayırmak mümkündür. O bütün özellikleriyle birlikte vardır ve bu özellikler bir birleriyle etkileşim içerisinde bir bütünü teşkil etmektedir[825]. Bütün bunlar onun, kâinatta önemli bir mevkiye ulaştığını göstermektedir. Hükmetme ve idare etme kabiliyeti ile de donatılmış olması onu, varlık dünyasına egemen olmaya sevk etmiştir. Yani insan, yaratılmış olması cihetinden, kendisinden üstün, yüce bir varlığa karşı sorumlu ve onun karşısında küçük ve acizdir. Ancak diğer varlıklar kendisine boyun eğdirilip istifadesine verildiği, kendisi de bunlara hükmetme duygusuna sahip olduğu için, onlardan üstün bir varlık ve konuma sahiptir[826]. Bu da nimet-külfet dengesi içerisinde onun sınanmasını, bu nimetlere layık olup olmadığının ortaya çıkmasını gerektirmektedir. [827]
İnsanı bir amaca yönelik olarak yaratan Allah, onu başıboş bırakmamış[828], ona peygamber[829] ve kitap göndererek[830] yaratılış amacının Allah'a kulluk[831] olduğunu bildirmiştir. Bu sebeple bütün peygamberler, ümmetlerine Allah'a nasıl kulluk yapacaklarını anlatmışlardır. Gönderdiği peygamberler ve ilâhi kitaplar vasıtasıyla insanlardan kul olmalarının gereklerini yerine getirmelerini isteyen Allah, dünyada yapacakları kulluğa göre de onlara âhirette karşılık verecektir.[832] İnsan bu davranışlarının sonunda ya kurtuluşa erecek veya hüsrana uğrayacaktır.[833] Dolayısıyla Kur'an, insandan beklenilen şeylerin tümünü kulluk olarak isimlendirmiş, bu sebeple de Allah hayat ve ölümü insanları sınava tâbi tutmak ve onlardan hangisinin amelinin daha iyi olduğunu tespit etmek için yarattığını bildirmiştir.[834]
İnsanların ve cinlerin başka bîr şey için değil, yalnızca kulluk için yaratıldığından bahseden âyette[835] esas kastedilen kulluk, ritüel anlamlı davranışlarla sınırlı değildir. Bilakis insanın bir bütün olarak seçtiği hayat tarzının bir niteliğidir.[836] Bu hayat tarzı Allah'ın emirlerine karşı saygılı olmak ve yaratılmışlara karşı şefkatli olmak şeklinde özetlenebilecek[837] tüm davranışları inanç-ahlâk ve sorumluluk bilinci ile yerine getirip getirmemekle ilgilidir. Çünkü yaratma hakkı kendisine ait olan Allah, ibâdetin de kendisine ait olduğunu vurgulamak suretiyle bu hakkını hiçbir varlıkla paylaşmak istememektedir.[838] Zira kişisel arzuları ile baş başa kalan insan, kendi davranışlarının kıymetini ve geçerliliğini yanlış değerlendirebilir. Bazen iyi iş yaptıklarını sanıp da bütün gayretleri boşa giden kimseler[839] olabileceği gibi, yer yüzünde bozgunculuk yaptıkları halde kendilerinin ıslahcı olduklarını iddia edenler de olabilir.[840] Zira Allah'ı unutmak[841] veya O'nu gereği gibi algılayamamak[842], sonuçta kişiyi kendi sübjektif arzularına tapmaya[843], yaptığı işlerde iyi ile kötünün ölçüsünü kaybetmeye götürür. Bu sebeple insan, başı boş bırakılacak bir varlık değildir.[844] Bunu bir anlamda insanın kendi mahiyetinden uzaklaşma eğilimi içerisinde bocaladığı zamanlarda, gerçek hüviyetini (kulluk bilinci) kazanması için uyarılmasının ne kadar önemli olacağının da bir ifadesi olarak algılamak gerekir. İç ve dış donanımları itibariyle kainatın merkezinde emaneti yüklenmeye ehil bir varlık olarak yer alan insan, ilâhî hitaba muhatap kılınmak suretiyle, varlık dünyasına adım attığı andan itibaren devamlı uyarılma ihtiyacı içinde olmuş, iyi ameller yapması istenerek Allah'a karşı sorumlu bir "kul" olduğu kendisine hatırlatılmıştır. Bu sebeple, insanın hayat merkezinde Allah'ın bütün yüceliği ile yer alabilmesi, onun, kulluk bilincini kaybetmemesine bağlıdır. İşte insanın bu kulluk şuurunu koruyup koruyamaması, onun bir imtihanıdır.[845] Zira insanın kendisine karşı sorumlu olduğunu unutmaması gereken tek varlık Allah'tır. Sorumluluk yaşından ölüm gelip çatıncaya kadar insanın bu ilişkiyi sürdürmesi gerekir.[846] İyi düşünüldüğünde insanın, hem cinsleriyle ve diğer varlıklarla ilişkisini de bu ilişkinin belirlediği görülecektir.
Özetle şunu söyleyebiliriz ki, Allah, insanların kulluk görevlerini yapıp-yapmadıklarını veya nasıl yaptıklarını, sınav ile ortaya çıkaracaktır. Bu bir anlamda onun Allah'a karşı sorumluluk bilincinin ve bu yüzden O'na şükran borçlusu olduğunun da sınanması anlamına gelmektedir.[847] "Onları bu yolla deneyeceğiz: (bineftinehüm) Kim Rabbini anmaktan yüz çevirirse, onu gittikçe artan bir azaba uğratır."[848] mealindeki âyette de bu sorumluluk, fitne/sınav vurgusu ile başlamaktadır. Dolayısıyla sınav olgusu, insanların yaratılış amaçlarını gerçekleştirip gerçekleştirmediklerini tespitte zorunlu bir araç olarak karşımıza çıkmaktadır. Böylece insan, yaratılışındaki mükemmellikler ve bunlarla onları donatan yüce Yaratıcıya karşı hiçbir şaibe bulaştırmadan ibadet görevini yerine getirerek şükrünü de eda etmeye çalışmış olmaktadır. Bu açıdan dünya hayatı insanlar için bir sınav salonudur. Bütün insanlar gerek bireysel ve gerekse toplumsal olarak bu salonda sürekli sınanmaktadırlar. Kur'an insanların bu sınavda başarılı olmalarını öğütlemektedir. İnsanın bu salondan ayrılmasıyla da sınavı sona erer.[849]
İnsanın Allah'a karşı kulluk gayesini gerçekleştirebilmesi, kendisi için gerekli olan kabiliyetlerle donatılmış olmayı gerektirir. Bu kabiliyetlerin mevzu bahis olduğu yerde ilk akla gelen, Allah tarafından insanın kendisine tanınmış olan hürriyeti kullanabilme niteliğidir. İnsanın sahip olduğu hürriyet[850], "onun farklı seçenekler karşısında tercih hakkını kullanma gücüne sahip olması"[851] diye tanımlanır. İnsanın farklı seçenekler karşısında tercih hakkını kullanabilmesi ise, onun farklı seçenekler karşısında düşünüp taşınması, eylem türleri hakkında bilgi sahibi olması ve bunlardan birisine "karar" vermesine bağlıdır.[852]
Daha önceden sözü edildiği gibi, insanın yaratılışındaki mükemmellikleri kendisine lütfeden Allah, aynı zamanda onu bilgi elde edebilecek ve bu bilgiyi kendi yararına kullanabilecek yeteneklerle, irade ve idrak ile de donatmıştır.[853] İnsan, seçeneklerden birisini bilgisi ile değerlendirip, kendi isteği ile tercih edeceği hedef arasında gerekli ilgiyi kurup, bir karara vardıktan sonra, amaca ulaşmak için hür olarak bir eylemde bulunur. İşte bu, onun hür iradesi ile vermiş olduğu ve kendisinin sorumlu tutulduğu[854], bu sorumluluk çerçevesinde de denendiği alandır.[855] "Bilgi, irade ve hürriyet" diye diğer sınanma sebeplerinden ayırdığımız bu alan, evrendeki bütün varlıklar içerisinde yalnızca insana özgü, diğer varlıklardaki içgüdüsel eylemlerden ve doğal dürtülerden çok farklı olan bir alandır.[856] Buna göre insan, sahip olduğu bu üstün nitelikleriyle bilgisini iyilik için mi, yoksa kötülük için mi kullanacak?[857] Yeryüzünde o, fesat çıkarmak için mi, yoksa orayı ıslah etmek için mi çabalayacak?[858] Başka bir ifade ile, karşısındaki seçenekleri değerlendirirken sahip olduğu bilgisini ve iradesini, mutlak hürriyet ve irade sahibi olan Allah'ın[859], hem insanın fıtratına yerleştirdiği[860], hem de gönderdiği peygamberler ve onlar aracılığı ile insanlara ulaştırdığı mesajlarla tercihe yönlendirdiği kararları mı alıp eyleme dönüştürecek?[861] Yoksa insanın apaçık düşmanı olan şeytanın yönlendirmelerinin etkisinde kalarak, Allah'ın, sınav süreci içerisinde belli esaslar çerçevesinde hemen müdâhil olmayıp mühlet vereceği, ama hoşnut olmayacağı eylemleri mi yapacak?[862]
Bireysel ve toplumsal aktivitelerin belirleyici unsuru, insanlarda var olan hür iradedir. Bir başka deyişle insanların bir şeyi yapabilecek kabiliyette olmaları, onların o şeyi yapmama yeteneğine de sahip olduğunu gösterir. Yani insan, hem hayır diyebilme, hem de bir gaye arama imkanına sahiptir[863]. Aksi halde insan için bütün davranışlarında zorunluluğun dışında bir şeyden bahsedilemez.[864] Bu sebeple Allah, insanlardan bilinçli bir şekilde kendilerinde var olan cüz'î iradelerini fıtrat kanunları doğrultusunda kullanmalarını istemektedir. İyilikle kötülüğü ayırt edebilmeyi insanın kalbine ilham eden yüce Yaratıcı[865], onu hidâyetle, dalâleti seçebilecek ve ikisini bir birinden ayırt edebilecek şekilde, iki yol arasında muhayyer bırakmıştır.[866] Bu muhayyerlikte insanın hürriyetini kullanma biçimi, onun sınavını etkileyen en önemli faktördür.
İnsanın hürriyetini etkileyen dahilî ve haricî faktörler, onun aklî melekelerini fıtratın sesine kulak vererek kullanmasını zorunlu kılmaktadır. Bu da güçlü bir iradeyi gerektirmektedir. Buna göre insanın, karşısına çıkan engelleri kolayca aşabilmesi için, bilgisini fıtratın sesine kulak vererek kullanması ve bunun için iradesini zaaflarının önüne geçirmesi gerekir.[867] Aksi halde içine düşeceği kötü durumlardan ötürü başkalarını kötülemesi, kendisi için bir kurtuluş sebebi olarak görülemez.[868] Çünkü zaman zaman insan nefsinin hoşlandığı, arzularının vazgeçilmezleri arasında gördüğü, hırs ve tamah ile elde etmeyi, istediği[869], kendisinde var olan güçlerin sonsuzluğu fikrine kapıldığı, elindeki imkanların hiç bitmeyeceğini sandığı[870] ve nihayet içinde bulunduğu olumsuzlukların girdabında bunaldığı bir çok farklı ve çelişkili durumları bir arada yaşar. Yoğun duygular, iç ve dış baskılar, istek ve hazlar karşısında insan, sahip olduğu hürriyetin karşısına çıkardığı engelleri ancak güçlü iradesi, feraseti ve akıl gücünü fıtratta var olan ahlakın sesiyle birleştirerek yer yüzünde fesatçı olmadığını, tercihini iyilik ve güzellikten yana kullandığını ispat etmek suretiyle sınavında başarılı olabilir. [871]
Mutlak irade sahibi olan Allah[872], insanı sınanmaya ehil bir varlık olarak üstün niteliklerle donatmış ve sınav yeri olan dünyaya göndermiştir. İnsan da donatıldığı üstünlüklerle hayatını sürdüreceği zaman içerisinde, sınavın muhatabı olmuştur. İşte bu süre içerisinde Allah, insanları rahata kavuşturan, hayatlarını refah, lüks ve bolluk içerisinde kılan nimetlerle imtihan eder.
İnsan, diğer varlıklardan farklı olarak Yüce Yaratıcının bir takım sınamalarıyla karşı karşıya kalmıştır.[873] İnsan dışındaki varlıkların nasıl ve ne ile imtihan edildiklerine dair Kur'an'da doğrudan bilgiler bulunmazken, insanın bazı şeylerle sınandığı Kur'an'da bildirilmektedir. Bunları "nimetlerle sınanma" ve "musibetlerle sınanma" şeklinde iki kategoride ele almak mümkündür. [874]
Nimet, menfaat beklemeden karşılıksız olarak kendisiyle iyilik ve fayda kast edilen şey[875], başkasına, ihsanda bulunarak yapılmış bir fayda/menfaat,[876] kendisi ile insanın tad lezzet aldığı hal[877] diye tanımlanmıştır. Burada zikri geçen fayda, zararın karşılığıdır. Tanımda zikri geçen ihsan ise, nimet verenin, kendisine özel menfaat sağlama düşüncesini tanımın dışında tutmak için getirilmiştir.[878] Ancak son tanımın, insanın maddî-manevî, dünyevî-uhrevî tüm lezzetlerini/hazlarını[879] kapsaması bakımından daha genel bir tanımlama olduğu söylenebilir. Çünkü bu tanımlamada mutluluk tadı ön planda olup, telezzüze sebep olan şeylere mutlak anlamda nimet denilmiştir. Zira başlangıçta nimet zannedilen bir çok şeyin daha sonra şiddetli bir sıkıntı ve belâ doğurduğu, ama başlangıçta elem ve ıstırap gibi görünüp de daha sonra mutluluğa sebep olan nimetlerin olduğu da muhakkaktır. Bu sebeple ciddi ve hakiki olan nimet, sonucu mutluluk olan ve sonuca esenlikle ulaştıran nimetlerdir. [880]
İnsan yaratılışı gereği yaşantısını kolaylaştıran şeyleri kendi nefsi için iyi, hayatını zora koşan şeyleri ise kötü olarak görür. Bundan, yeterli olan her şeyin iyi veya iyi olan her şeyin yeterli olduğu gibi bir sonuç çıkarılmamalıdır. Ama insanın bireysel anlamda işlerini kolaylaştıran, ihtiyaçlarını gideren, yaşamın lezzetlerinden ve güzelliklerinden yararlanmasına imkan veren; makam-mevki, güç ve otorite temininde kendisine yarar sağlayan şeylerin tümü genel anlamda birer nimet olarak vasıflandırılabilir.[881] Bunlar maddî veya fizikî nimetler diye isimlendirilirse, bunları elde etmeye yarayan veya bunlardan istifadeyi temin eden akıl, idrak, şuur, his, haz, iyi ile kötüyü, güzel ile çirkini ayırt edecek temyiz kabiliyeti, menfaat duygusu, inanç, ahlak, sağlık vb. de manevî nimetler grubunda sayılabilir. İşte insan, doğası gereği bunlardan hoşlanır ve bunları elde etmek için de malı bir araç olarak görür.[882] Bu sebeple de bütün çabasını mal elde etmek için sarf eder.[883] Bir diğer ifade ile insanın zevk, haz, rahatlık, konfor gibi mutluluk aracı olarak gördüğü şeyleri elde etmede malı bir araç olarak görmesi, onun mala ve zenginliğe karşı sevgisinin belki de fıtrî bir gerekçesini teşkil etmektedir. Bu sebeple Kur'an bu fıtrî olguya şöyle dikkat çeker: "Kadınlar, oğullar, yüklerle altın ve gümüş yığınları, salma atlar, sağmal hayvanlar ve ekinlerden yana nefsin arzu duyduğu şeylerin sevgisi insanlara güzel gösterildi. Bunlar dünya hayatının menfaatleridir..."[884]
Bu âyetin muhtevasından da anlaşılıyor ki cazibesi, insanın fıtrî ihtiyaçlarına cevap verici olmasında gizli olan dünya nimetleri, insan tarafından varoluşunun gayesi haline getirilmediği ve kendisinden beklenen görevleri yerine getirmede emrine verilmiş bir araç olarak görüldüğü sürece asla kötülenemez ve kötülüğün bir sebebi olarak da görülemez. Öyle ise bahse konu olan sınav, nimetin nimet oluşu ile ilgili değil, insanın bu nimetlerden istifade ederken kendisine verilmiş olan hürriyeti kullanmada takındığı ahlakî tavırla ilgilidir.[885]
Kur'an, mal karşısındaki ahlâki tavırla ilgili olarak özellikle şu iki insan tipini ön plana çıkarmaktadır: Şükreden insan, nankörlük yapan insan.[886] Verilen nimetlere şükretmek insanın müspet, nankörlük ise menfi yönünü ortaya koyar.[887] İnsan hür iradesiyle bu iki davranış biçiminden dilediğini, dilediği şekilde kullanabilir. Ancak Allah insanlara, nimet veren Yüce Varlık olarak kendisinin tanınması, verdiği nimetlerden ötürü kendisine şükredilmesi halinde,
inanan ve şükredenler için nimetini artırmayı vaat ederken, nankörlük yapanları ağır bir ceza ile cezalandırmakla tehdit etmektedir.[888] Çünkü sonuçta Allah, verdiği nimetleri insanın şükürle mi, yoksa nankörlükle mi karşılayacağını denemek istemiştir. Bunun için de, bizzat insanı nimetlerle yüz yüze getirmiş, onun nimetleri elde etmedeki yöntem ve araçlarda[889], ondan yararlanma[890] ve başkalarını yararlandırmada[891] kendisi için va'z edilmiş olan evrensel ahlak ve hukuk normlarını[892] gözetip gözetmediğini ortaya çıkarmak ve kendisine verilmiş olan hür iradesini hangi yönde kullanacağını denemek istemiştir.[893] Bunun yanında, verdiği tüm nimetlerden ötürü de insanı sorguya çekeceğini haber vermiştir.[894] İnsan, yaratılışı gereği rahmetten, rahatlıktan ve konfordan hoşlanır; azap, sıkıntı, gam, keder ve yoksulluktan ürker, korkar, acı ve ıstırap duyar. İyi olduğu durumlarda o, hiç bir şeyi aklına getirmeden hayatını en güzel şekilde yaşamaya bakar. O kendisinin dışında kimseyi düşünmediği gibi, normal şartlarda aklında kalması gereken şeyleri, görev ve sorumlulukları da unutur veya aksatmaya başlar. Başına istenmeyen bir şey geldiğinde sığınacak bir yer arar. Daha önce hatırlamadığı görevlerini ve sorumluluklarını hatırlamaya başlar, yalvarırcasına dua etmeye, huşu içerisinde ibadet etmeye, yalvarmağa, sızlanmağa başlar. Ancak başı darda kaldığında Allah'ı hatırlamak, iş normale döndüğünde tekrar yüz çevirmek veya bolluk içerisinde Allah'ı hatırlayıp, sıkıntıya düştüğünde karamsarlık içerisinde Allah'tan ümidini kesip "terk edilmişlik" psikozuna yakalanmak, gayr-ı samimi davranış biçimleridir. Bundan da anlaşılıyor ki, insanların bir kısmının nimetler ve musibetler karşısında takındığı farklı tavır, içinde bulunduğu şartların değişmesi ile açığa çıkabilmektedir. İşte Allah insanları, içinde bulundukları ve alışa geldikleri düzeni bozmak veya yaşam şartlarını değiştirmek suretiyle de kendisine karşı onların tutum ve davranışlarında samimi olup olmadıklarını dener.[895]
“İyi biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız bir sınav vesilesidir ve büyük mükafat Allah'ın katındadır."[896] mealindeki âyete göre insanın dünyevi şeylere karşı duyduğu tutku, ailesine karşı beslediği kayırma ve koruma duygusu, kendisini haddi aşmaya, ahlâkî ve manevî değerlere karşı ihanete sevk etmemelidir. Zira insanların sahip oldukları bu duygularla Allah'ın koymuş olduğu kuralları nasıl gözeteceklerinin sınanması gerekir. İnsanların, bu türden nimetleri verdiğinden ötürü Allah'a şükredip etmeyecekleri ancak imtihanla anlaşılabilir.[897] Böyle bir anlam atmosferinde en geniş anlamıyla sahip olduğumuz tüm değerlerin birer nimet olduğu; ama daha özel anlamda eşlerin, evlatların ve maddi servetin birer sınama aracı olarak verilmiş nimetler olduğu anlaşılmaktadır. Eğer insanlar Allah'ın koymuş olduğu kurallara göre dosdoğru bir yol izleselerdi, tıpkı inanıp şükreden bahçe sahipleriyle, inançsız, cimri ve nankör bahçe sahipleri örneklerinde olduğu gibi[898] Allah onları rahmet yağmurlarının bolluk ve bereketi içinde yaşatır ve onları bu nimetler içinde sınardı.[899] Zira Allah'ın nimetlerini bol bol ihsan etmesi, yalnızca iyiliğin bir ödülü olarak değil, belki daha çok, insanın O'na karşı sorumluluk bilincinin ve yapması gereken şükrün sınanmasıdır.[900] Doğal olarak bu dünya bir imtihan alanı olduğu için, onun darlığı da genişliği de bir sınavdır. Bir diğer ifade ile dünyada sürdürülen hayatın niteliği ne olursa olsun, her bir halinin sıkıntılar içerisinde bir gaye yürüyüşü olduğu; ancak darlık içerisinde sınav vermekle, bolluk içerisinde sınav vermek arasında fark olduğu; eğer insanlar O'na inanır ve kendileri için tayin edilen ölçülerle belirlenen dosdoğru yol üzere olurlarsa, onların sınavının darlık içerisinde değil bolluk içerisinde olacağı kendilerine hatırlatılmıştır.[901]
Belâ, ansızın başa gelen felaket ve sıkıntı gibi anlamlara gelen musibet, en geniş anlamıyla kişiye sıkıntı ve ezâ veren yahut yaratılışı gereği insanın hoşuna gitmeyen şeylerdir.[902]
İnsan nimetlerle denendiği gibi musibetlerle de denenir. Allah bazen kullarını şükretsinler diye nimetlerle sınarken, bazen de sabretsinler diye sıkıntı verici kötü şeylerle sınar.[903] Nitekim Kur'an'ın farklı âyetlerinde insanların, hayır ve şer[904]; mal ve evlat[905] korku, açlık, mal ve can noksanlığı[906] ile denendiği ifade edilmiştir. "Sizi bir imtihan olarak hayır ile de şer ile de deniyoruz."[907] âyetinde vurgulanan "hayırla" sınanmayı, "nimetlerle sınanma", "şerle" sınanmayı da "musibetlerle sınanma" olarak değerlendirmek mümkündür.[908] Zira mükellef tutulan insanın, nimet-külfet dengesi içerisinde karşılaştığı tabii nimetler kadar felaketler de birer sınama vesilesidir. Buna göre deprem, yangın gibi tabii felaketler[909]; anarşi, terör, savaş, ihtilal, olumlu statülerin değişmesine yol açan durumlar gibi sosyal felaketler; aklın zarar görmesi, ruhî sarsıntıların yaşanması, çeşitli stres, sıkıntı ve bunalımlara girmek gibi psikolojik olaylar; gündelik hayatta karşılaşılan çeşitli acı ve ıstıraplar, mahrumiyetler, engellenmeler, uğranılan haksızlıklar, insanın musibetlerle sınandığının bariz örnekleridir.[910] Müminlerin inaçları uğrunda maruz kaldıkları ağır işkenceler de onların musibetlerle sınanması kapsamında değerlendirilebilir. Zira bu durum fert ve toplumun dinî ve ahlâkî gelişmesine katkısı olan olumlu bir imtihan yolu sayılabilir.[911] Kur'an-ı Kerim doğrudan doğruya müminlerin, müşrikler tarafından çeşitli baskılara, şiddet ve işkencelere maruz bırakılmalarını[912] ve dinden döndürmek için baskı yapmalarını fitne[913] kavramı ile ifade etmektedir.[914] Ayrıca kâfirlerin ve zâlimlerin inananlarla alay etmeleri, zulüm ve işkencelerle inananları inançlarından döndürmek için baskı ve şiddet uygulamaları, inananlar üzerinde hükümranlık fırsatı elde etmek suretiyle, onları güçsüz, zayıf, hor ve hakir duruma düşürmeleri fitne olarak isimlendirilmiştir.[915] Bütün bunlar sınavın en ağırını oluşturan ve fitne ile isimlendirilen musibetlerdir.
Musibetin kişiye sıkıntı ve ezâ veren yahut yaratılışı gereği insanın hoşuna gitmeyen anlamda kullanımına Kur'an'da genişçe yer verilmiş ve bazı ince nüanslara dikkat çekilmiştir. Biz bunlardan sadece konumuzla ilgili olan temel iki hususa değinmekle yetineceğiz.
1- Allah'ın izni olmadan kişinin başına bir musibet gelmez. İlgili âyetlerde şöyle buyurulmuştur: "Başa gelen her musibet Allah'ın izniyledir. Kim Allah'a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya hidâyet eder, Allah her şeyi bilendir.''[916] "Yer yüzünde olan ve sizin nefislerinizde meydana gelen her hangi bir musîbet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce "bir kitapta" yazılmış olmasın. Şüphesiz bu Allah'a göre pek kolaydır. Allah bunu elinizden çıkanlardan ötürü üzüntü duymayasınız ve size (Allah'ın) verdiklerinden ötürü de sevinip-şimarmayasınız diye açıklamaktadır. Allah büyüklük taslayıp böbürlenenleri sevmez."[917] Yani genel anlamda insanın başına gelen her şeyden Allah haberdardır, O'nun bilgisinin dışında hiçbir şey olmamıştır ve olmamaktadır. İster insanın kendisinden kaynaklansın, ister diğer varlıklardan, isterse doğal felaketlerden gelen musibetlerden olsun, bunların hiç birisi Allah'ın bilgisi, gücü ve iradesi dışında değildir.
2- İnsanların başına gelen bir kısım musibetler de vardır ki, bunların asıl sebebi insanların kendi elleri ile yaptıkları bir takım hatalardır. Bununla ilgili olarak şu âyetleri zikredebiIiriz:"Başınıza gelen her hangi bir musibet, ellerinizin yaptığı şeyler sebebiyledir. Allah başınıza gelen hatalarınızdan bir çoğunu da affeder."[918], "İnsanların elleriyle kazandıkları yüzünden karada ve denizde fesat çıktı. Belki yaptıkları (yanlışlıklardan) dönerler diye Allah onlara yaptıklarının bir kısmını tattırır."[919] "Sana gelen her iyilik Allah'tan, başına gelen her kötülük ise, kendi nefsinden/kendi günah ve kusurundandır."[920] Bu âyetlerde gerek fert ve gerekse toplum olarak insanın başına gelen bir takım tabiî ve sosyal musibetlerin insanın sorumluluklarını yerine getirmemesi neticesinde gerçekleştiği ifade edilmektedir. Bu sebeple belki Allah özel olarak insanların başlarına belâ ve musibet getirir demek yerine, insanlar Allah'ın kainatta koymuş olduğu denge ve düzen içerisinde doğal olarak bir takım acı ve ıstıraplara maruz kalabilmektedirler[921], diye ifade etmenin daha doğru olacağı söylenebilir.
Musibetle sınanma ferdî boyutta olabileceği gibi, toplumsal boyutta da olabilir. Özellikle Kur'an fitnenin bu toplumsal boyutuna dikkat çekmekte, toplumsal günahların toplumsal huzursuzlukları ve felaketleri doğuracağına işaret etmektedir.[922] Nitekim bir âyette şöyle buyurulmaktadır: "Sadece içinizden zulmedenlere erişmekle kalmayacak olan belâ ve musibetten (fitne) sakının ve bilin ki Allah'ın azabı çetin olandır."[923] Burada söz konusu edilen fitne, oldukça geniş kapsamlıdır. Bunun içerisine, bütün bir toplumu ya da cemaati şaşkınlığa ve giderek başı bozukluğa sürüklediği için fesat, kargaşa, insanın yoldan çıkmasına, manevi değerlere olan inancını yitirmesine yol açabilecek zulüm ve baskı[924], savaş gibi sosyal âfetler dâhil edildiği gibi bir takım tabiî âfetler de dahil edilebilir. Zira bütün bunlar her halükarda insanların hoşuna gitmeyen, normal yaşam tarzını olumsuz yönde etkileyen, onlara acı ve ıstırap veren ve tüm toplumu etkileyen durumlardır. Şunu da ifade etmek gerekir ki, Allah'ın yasakladığı suçları işlemek de, pek çok belânın ve musibetin gelişine sebep olur. Zira insan ruhunu lekeleyen, ondaki erdemleri yok eden bir çok yasak davranış, kişinin benliğinin ve toplumdaki düzenin bozulmasının da bir sebebidir. Örneğin bir kişi ayırımcılık, haksızlık, zulüm, insanları birbirine düşürme gibi olumsuz davranışlar ortaya koyacak olsa, bizzat kendisi zarar görebileceği gibi, aynı zamanda bu zarar bütün bir topluma da sirayet edebilir. Toplum düzeni sarsılır, anarşi, terör, kargaşa ve kaos, düzenin yerini alır. Bütün bunlar insanın kendi elleriyle yaptığı hatalar sebebiyle meydana gelebilecek musibetlerdir.[925] Unutmamak gerekir ki, insanlar yaptıkları yanlışlıklar yüzünden hemen cezalandırılacak olsalardı, yer yüzünde insan kalmazdı. Bu sebeple onlara kendi yanlışlarını anlayıp, bundan dönecek kadar bir süre verilmiştir.[926]
Sonuç olarak nimetlerle sınanma, nasıl ki insanın "şükür" testinden geçirilmesinin haklı bir gerekçesi ise, musibetlerle sınanmanın haklı gerekçesi de onun "sabır ve samimiyet” süzgecinden geçirilmesidir. İnsan, hayatını kolaylaştıran şeylerin gerisindeki müessir güç olarak Allah'ı kabul ettiği gibi, hayatı zorlaştıran ve sıkıntıların sebebi olan olaylar karşısında da Allah'tan yardım istemelidir.[927]
Kur'an'ın pek çok âyetinde dünya hayatı boyunca insanların değişik vesilelerle imtihan edileceği bildirilmektedir. Esasen İslam inancına göre dünya hayatı bütünüyle bir imtihan yeridir. Allah tarafından insanlara peygamberler ve kitaplar gönderilmesi de bu amaca yöneliktir. Zira kendilerine peygamberler ve kitaplar gönderilen insanlar, bunlara iman etmekle sorumludurlar. Dolayısıyla bunlarla sınanırlar. Bu anlamda insanlara doğru yolu gösteren ve sınavın en önemli unsurlarından birisi olan Kur'an, aynı zamanda bir sınav aracıdır. İnsanlar onun Allah kelamı olduğuna ve içeriğine iman etmekle yükümlü tutulmuşlardır. O, bu yönüyle kendisine iman edip, hükümleri ile amel edenlerle, etmeyenleri birbirinden ayırmaktadır. Bu anlamda Kur'an'ın bütünü iman konusu olmakla birlikte onun verdiği bazı haberlerin de insanlar için özel sınama aracı olduğu belirtilmiştir. Biz bu başlık altında Kur'an'ın fitne kelimesini kullanarak imtihan vesilesi saydığı özel sınama araçlarını ele alacağız. Ancak şu hususu belirtmemiz gerekmektedir. "Bazı özel sınama araçları" başlığı altında yer verdiğimiz konular için kullanılan fitne kelimesini, bazı müfessirler "imtihan" anlamında yorumlamamışlardır. Meselâ bir kısım müfessirler buralardaki fitneyi, "azap" olarak açıklarken, bir kısım müfessirler ise söz konusu kelimeyi yorumlamaksızın olduğu gibi muhafaza etmiştir. Biz ise daha önce de ifade ettiğimiz üzere bu konuların anlatıldığı yerlerde geçen fitneyi "sınav aracı" anlamında yorumladık. Bunlardan sadece "zakkum” ağacının, zalimler için fitne olduğunun ifade edildiği yerde fitneye "azap" anlamının da verilebileceğini, zira bağlamının buna müsait olduğunu söylemekle birlikte, bizce en uygun olan yorumun, "söz konusu ağacın dünyada bir sınav aracı, âhirette de kâfirler için bir azap olacağı" şeklinde olduğunu belirtmiştik. Şimdi Kur'an'ın fitne kelimesini kullanarak imtihan vesilesi saydığı özel sınama araçlarını ele alalım. [928]
Kuran’ın bazı âyetlerinde zakkum ağacından söz edilmekte onun bir cehennem yiyeceği olduğu belirtilmektedir. Söz konusu âyetler meâlen şöyledir: "Şüphesiz, Zakkum ağacı, günahkarların yiyeceğidir. O, maden eriyiği gibidir. Kaynar suyun kaynaması gibi karınlarda kaynar."[929], "Zakkum, cehennemin dibinden biten bir ağaçtır. Onun meyveleri sanki şeytanın kafalarıdır. Cehennemlikler ondan yiyecekler ve onunla karınlarını dolduracaklardır. Sonra onlar için bunun üstüne kaynar sudan karışık bir içecek vardır."[930], "Sonra siz, ey doğru yoldan sapan ve hak dini yalanlayanlar! Mutlaka Zakkum ağacından yiyeceksiniz. Onunla karınlarınızı dolduracaksınız. Onun üzerine de kaynar su içeceksiniz." [931]
"Ziyafet olarak, bu mu (cennet ehli için anılan bu nimetler mi) daha hayırlı, yoksa zakkum ağacı mı? Biz onu (zakkumu) zalimler için bir sınama aracı (fitne) kıldık."[932] mealindeki âyetlerde de onun aynı zamanda zalimler için bir sınav vesilesi olduğu ifade edilmektedir.[933] Ayrıca Kur'an'ın başka bir âyetinde[934], eş-şeceretü'l-mel'ûne şeklinde geçen ancak müfessirlerin geneli tarafından "zakkum ağacı" olarak yorumlanan[935] söz konusu ağacın da yine insanlar için bir sınav vesilesi olduğu ifade edilmiştir.[936] Ancak her iki âyette de mezkûr ağacın ne açıdan imtihan vesilesi yapıldığı üzerinde durulmamıştır. Konu ile ilgili âyetlerde de ifade edildiği gibi "Zakkum", cehennemliklerin bir yiyeceğidir. Bu açıdan müteşâbih bir karaktere sahiptir. Kur'an'ı inkar edenlerin âhirette uğrayacakları şiddetli ve dehşetli azabı onların anlayabileceği bir dille anlatmaktadır. Bu nedenle sözü edilen "zakkum", lafzî anlamlarıyla alındığı veya keyfî bir şekilde yorumlandığı takdirde yanlış anlaşılabilir. Vahye dayalı bir bilgi olması sebebiyle bunlara iman etmek gerekir. Ancak müşriklerin böyle yapmayıp bunu kötü maksatları için kullandıkları ve bu sebeple Hz. Peygamberle alay ettikleri nakledilmektedir. Rivayete göre bu âyetler indiği zaman Ebû Cehil şöyle demiştir: Arkadaşınız Muhammed cehennemin taşları bile yaktığını iddia ediyor, sonra da o ateşte ağaç biter, diyor, halbuki ateş ağacı yakar bitirir. Öyle ise o ateşte ağaç nasıl biter?" İbnü'z-Zeb'arî de "Biz Zakkum diye ancak hurma ile kaymağı tanırız." demiş. Bunun üzerine Ebû Cehil cariyesine emredip hurma ve kaymak hazırlatmış ve arkadaşlarına: "Haydi Zakkûmlanın!" demiş.[937] Bu ifadeleriyle onlar, toplumun güvenilir olarak tanıdığı Hz. Muhammed'i yalanlama ve onun söylediklerine inanmama yolunu seçmiş, Allah'ın kudretinin cehennemin dibinden çıkaracağı ağacı inkâr etmek suretiyle sınavı kaybetmişlerdir. İbn Kesir (774/ 1372)'in konu ile ilgili olarak yaptığı açıklama, "zakkûm"un hangi açıdan sınav vesilesi olduğunu göstermektedir. O, âyeti şöyle yorumlar: "Ey Muhammed! Sana zakkum ağacının insanları sınamak için olduğunu bildirdik. Bu ağaç aracılığıyla, insanları sınayıp onlardan kimlerin sâdık kimin yalancı olduğunu belirleyeceğiz.'[938]
"Biz, cehennemin işlerine bakmakla ancak melekleri görevlendirmişizdir. Onların sayısını da inkarcılar için bir imtihan vesilesi (fitne) yaptık ki böylelikle, kendilerine kitap verilenler iyiden iyiye öğrensin, iman edenlerin imanı artsın; hem kendilerine kitap verilenler hem müminler şüpheye düşmesinler, kalplerinde hastalık bulunanlar ile kâfirler, 'Allah bu misalle ne demek istemiştir ki?' desinler. İşte böyle. Allah böylece, dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğini doğru yola eriştirir. Rabbinin ordularını, kendisinden başkası bilmez. Bu ise, insanlık için ancak bir öğüttür."[939] âyetinde, Cehennemin muhafızı olan meleklerin sayısının kâfirler için bir sınama aracı olduğu belirtilmiştir.[940] Aynı durumun ehl-i kitap ve müminler için de dolaylı olsa da, imtihan vesilesi olduğu ifade edilmektedir. Çünkü bu sayının ehl-i kitabın kesin bilgi edinmesine, müminlerin de imanlarının kuvvetlenmesine yönelik olduğu haber verilmektedir. Cehennemin muhafızı olan melekler ve onların sayıları da, cehennem yiyeceği gibi müteşâbihât kapsamı içerisinde yer almaktadır. Esed, bu hususta şunları söyler: "Bu, pasajın müteşâbih karakterine açık bir işarettir, ki "hakikati inkara şartlanmış olanlar" onu böyle kabul etmezler ve bu sebeple gerçek anlamını kavrayamazlar. Kur'an'ın müellifi olarak gördükleri Muhammed (a.s)'î sözde belli bir sayıyı vurgulamaya sevk eden sebepler üzerinde spekülasyonlar yaparak teşbihi, temsîli lafzî anlamında alırlar. Böylece onun özünü bütünüyle gözden kaçırırlar."[941]
Netice olarak şunları söyleyebiliriz: Cehennemin muhafızı olan meleklerin sayısı, müteşâbih bir ifade olup iman edilmesi gereken bir husustur. Müminler bunu sorgulamaya gerek duymadan inanmış, inkarcılar ise inançsızlıklarına bu sayıyı bahane yapmak istemişlerdir.[942] İnanmak istemeyenler bu tür müteşâbihlere takılmış onu kendileri için bir saptırma ve propaganda aracı olarak kullanmak istemişlerdir. Bu anlamda bazı müşrikler Cehennemin muhafızı olan meleklerin sayısını az bularak alay konusu yapmış ve imtihanı kaybetmiştir. Halbuki Allah hiç melek olmadan da insanları cezalandırmaya muktedirdir. Hatta Ebû Cehil'in "Sizler devrin pehlivanlarısınız. Sizin her onunuz onlardan bir adam yakalamaktan aciz misiniz? demesi üzerine Ebü-1 Esved b. Keledetül-Cumahî'nin: "Ben size on yedisinin hakkından gelirim, siz de ikisinin hakkından geliverin" dediği rivayet olunmuştur.[943]
Kur'an'da Hz. Salih eliyle gösterilen mucizelerden biri olan[944] dişi devenin de inanmayanlar için bir imtihan vesilesi olduğu belirtilmiştir. Daha önce de ifade ettiğimiz üzere Semûd kavmi kendilerine peygamber olarak gönderilen Sâlih (a.s)'a "Sen iyice büyülenmişlerdensin. Sen ancak bizim gibi bir insansın. Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi bize bir mucize getir."[945] diye ondan kendisinin gerçekten hak peygamber olduğuna delalet edecek bir mucizeyi isteyince, o da "Gerçekten size Rabbinizden (benim peygamber olduğumu gösterecek) açık bir delil geldi, işte size mucize olarak Allah'ın şu devesi. Bırakın onu da Allah'ın mülkünde yesin, içsin."[946] "Onun belli bir gün su içme hakkı var, sizin de belli bir gün su içme hakkınız var. Sakın ona bir kötülük etmeyin. Yoksa sizi elem dolu bir azap yakalar."[947] diyerek Allah'ın mucize olarak kendilerine dişi bir deve gönderdiğini, gönderilen bu devenin serbest bir şekilde otlayacağını, orada bulunan suyu belli günler kendilerinin, belli günler de onun içeceğini, hakkına riâyet edilmesi ve kendisine herhangi bir zarar verilmemesi gerektiğini, aksi takdirde azap geleceğini onlara bildirmiştir. Allah Semûd kavmine mucize olarak gönderilen bu dişi devenin aynı zamanda bir imtihan vesilesi olduğunu "(Salih'e şöyle demiştik:) Şüphesiz biz, onlara bir imtihan olmak üzere (fitneten), dişi deve göndereceğiz. Şimdi onları gözetle ve sabret."[948] âyetinde beyan etmektedir. Kur'an bu devenin imtihan vesilesi olduğunu belirtmekte[949], ancak ne yönden imtihan aracı olduğuna değinmemektedir. Hz. Salih'in mucizesi olan bu olayın hangi açıdan Semûd kavmi için bir sınav aracı olduğu sorusunu şu iki şekilde cevaplandırmak mümkündür:
1- Mucizeye karşı olan tutumları açısından: Bilindiği üzere mucize, "Yüce Allah'ın peygamberlik iddiasında bulunan peygamberini doğrulamak ve desteklemek için yarattığı ve insanların benzerini getirmekten âciz kaldıkları olağanüstü olay"[950] dır. Peygamberler tarafından gösterilen mucize, gösterildiği toplum açısından aynı zamanda bir sınav aracıdır.[951] Zira mucize, peygamberi doğrulayan kimse ile onu yalanlayan kimseyi birbirinden ayırır.[952] Burada Semûd kavmine gösterilen mucize de, diğer bazı peygamberlerin mucizeleri gibi bir mucize olup Salih peygambere inananlarla, ona inanmayanları birbirinden ayırmaktadır.[953] İbn Aşur (ö. 1973) devenin imtihan maksadıyla gönderildiğini bildiren Kamer sûresi 27. âyetten hemen önceki "Semûd kavmi de uyarıcıları yalanladı. Aramızdan bir beşere mi uyacağız? O takdirde biz apaçık bir sapıklık ve çılgınlık etmiş oluruz." dediler. Yarın onlar, yalancı ve şımarığın kim olduğunu bileceklerdir."[954] mealindeki âyette yakında ortaya çıkacağı belirtilen “yalancı"yı bu sınavın ortaya çıkaracağını ifade etmektedir.[955]
2- Deveye karşı olan tutumları açısından: "İşte size bir mucize olarak Allah'ın şu devesi... Bırakın onu da Allah'ın mülkünde yesin, içsin. "[956], "Onun belli bir gün su içme hakkı var, sizin de belli bir gün su içme hakkınız var. Sakın ona bir kötülük etmeyin. Yoksa sizi elem dolu bir azap yakalar."[957],"Onlara, suyun (deve ile) kendileri arasında (nöbetleşe) paylaştırıldığmı haber ver. Her su nöbetinde sahibi hazır bulunsun."[958] meâllerindeki âyetlerde belirtildiği üzere Semûd kavmi ile bu kavme mucize olarak gönderilen dişi devenin aynı suyu ortaklaşa paylaşması, devenin serbestçe dolaşıp otlaması, Hz. Salih'in, söz konusu deveye herhangi bir kötülük yapılmamasını kendilerinden istemesi, yapıldığı takdirde büyük bir azap ile helak olacakları uyarısında bulunması, Semûd kavmi için ağır bir sınavdı.[959]
"Hani sana, Muhakkak Rabbin insanları çepeçevre kuşatmıştır" demiştik. Sana gösterdiğimiz o rüyayı da, Kur'an'da lanetlenmiş bulunan o ağacı da sırf insanları sınamak için vesile yaptık. Biz onları korkutuyoruz. Fakat bu, sadece onların büyük azgınlıklarını (daha da) artırdı."[960] âyetinde Hz. Peygambere gösterilen rüyanın sınama vesilesi yapıldığı belirtilmektedir. Âyette geçen bu "rüya" ile ne kastedildiği hususunda müfessirler farklı bazı açıklamalar yapmışlardır. Buhârî, İbn Abbâs, (68/ 687)'ın bu hususta, şöyle dediğini zikreder.[961] "O rü'yâ, gözün gördüğü âyetlerdir ki, Rasûlullah'a sefer ettirildiği gece gösterildi" Müfessirlerin büyük çoğunluğu da âyette geçen "rü'yâ” ifadesini Hz. Peygamberin “gece yolculuğu"nu izleyen Mirâc olayı olarak yorumlamışlardır.[962]
Yazır, burada geçen "rü'yâ" ile ilgili şu açıklamayı yapmaktadır: "Rüyayı, bazıları Fetih sûresinde gelecek olan Mekke fethi rüyası, bazıları da Bedir'de müşriklerin ileri gelenlerinden her birinin yıkılacakları yerleri gösteren Bedirle ilgili rüyadır, demişlerdir. Fakat bu âyet, Mekke'de indiğinden dolayı Medine'de olan o rüyalarla yorumlanması uygun olamaz. Doğru olan görüş, âlimlerin çoğunun açıkladığına göre, bu gösterme ve görmenin, sûrenin başında geçen Isrâ âyetindeki linuriyehu m'ın âyâtinâ (Ona âyetlerimizi göstermek için) rü'yete/gorme işaret etmiş olmasıdır. Çünkü orada uzun uzadıya açıklandığı gibi bu olağanüstü Mirâc olayı üzerine o müşrikler iman etmek şöyle dursun, iman edenlerden bazılarının bile dinden çıkması gibi büyük bir fitne olmuşdu. Burada rüya olarak ifade edildiğinden dolayı Mirâc'ın uykuda meydana gelen bir rüya olduğunu zannedenler olmuşsa da bu da doğru değildir. Çünkü uykuda görülen rüyada şuraya buraya gitmek, göklere çıkmak herkesin başına gelebilir. Ve açıkça biliniyor ki, böyle bir rüya gördüğünü söyleyen kimseye karşı çıkarak onun bu rüyasını kabul etmemekle de hücum edilmez. Eğer Mirâc uykuda görülen bir rüyadan ibaret olsa idi, onun bir fitne yapılmasının anlamı olmazdı. Doğrusu "rü'yâ" aslında "büşrâ" vezninde mastardır, örfe göre uyku halinde görülen şeylere isim olmuşsa da aslında mânâsı, görmektir, görmek demektir. Bu âyette de bu esas mânâsı üzerine söylenmiştir. Ancak burada buna rü'yet (görmek) denilmeyip de "rü'yâ" denilmesinin nüktesini düşünmek gerekir. Bunda üç görüş vardır: Birincisi, bu görme geceleyin meydana gelmiş bir görmedir. İkincisi, bu anlatıldığı zaman müşrikler, sen bir rüya görmüşsün demişler. Üçüncüsü, Mirâc hadislerinde görüldüğü üzere, o geceki görmeler arasında rüyadaki gibi örnek olarak gösterilmiş kısım da vardı. Mesela cennet ve cehennemi açıkça görürken içlerindeki bütün cennetlikleri ve cehennemlikleri de görmüştü. Halbuki bunların birçoğu henüz dünyaya bile gelmemiş olduklarından bunların, olmadan önce kendilerine benzeyen şekilleriyle görülmüş oldukları anlaşılır."[963]
Bir yoruma göre Hz. Peygamber'e miraçta gösterilen rüyanın imtihan vesilesi olması şu şekildedir: Bu olay mahiyeti itibariyle birbirleriyle çatışan yorumlara açık olduğu ve dolayısıyla nesnel realitesi bakımından bir takım şüphelere yol açma istidadında bulunduğu için -âyetin devamında ifade edildiği gibi- 'İnsanlar için bir sınama" vesilesi oluşturmaktadır. Şöyle ki: Bu olayda sığ düşünenlerin Muhammed'in dürüstlüğünden ve dolayısıyla Peygamberliğinden yana duydukları inanç sarsılırken, Allah'a sarsılmaz bir imanla bağlı olanlar bu olayda Allah'ın seçtiği kimselere bahşettiği ruhanî nimetin olağanüstü bir tezahürünü görmekte ve böylece Kur'an mesajına duydukları iman daha da güçlenmektedir.[964]
Netice İtibariyle Hz. Peygamber'in Mirâc adı verilen mucizesi de Kur'an'da bildirilen imtihan vesilelerinden birisidir. Çünkü insanlar böyle bir şeyi ilk defa duyduklarından zihinleri karışmış, akılları zorlanmıştır. Nihâyetinde kimisi yalan söylemesi mümkün olmayan Peygamber haber verdiği için bu olaya inanmış ve imtihanı kazanmış, kimisi ise inanmama yoluna giderek imtihanı kaybetmiştir.[965]
Kur'an, insanları doğrudan saptırmanın baş faktörü olarak sık sık şeytan'dan bahsetmektedir. Şeytanın insana müdahalesi hayatın her aşamasında mümkündür. İşte bu başlık altında ele alacağımız husus, şeytanın, peygamberin düşüncelerine müdahalesi ile ilgilidir. İlgili âyetlerde şöyle buyurulmuştur: "Senden önce hiçbir rosû! ve nebi göndermedik ki bir şey temenni ettiği zaman, şeytan onun bu temennisine dair uesvese vermiş olmasın. Ama Allah şeytanın vesvesesini giderir. Sonra Allah âyetlerini sağlamlaştırır. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. Allah şeytanın verdiği bu vesveseyi, kalplerinde hastalık bulunanlar ile kalpleri katı olanlara bir imtihan vesilesi kılmak için böyle yapar. Hiç şüphesiz ki o zalimler derin bir ayrılık içindedirler"[966]
Âyetlerden de açıkça anlaşıldığı üzere, şeytan Peygamberin insanların yararına olan düşüncelerine müdahele etmek istemektedir. Ancak Yüce Allah ona müsaade etmemektedir. Şeytanın Peygamberin temennilerine müdahale etmeye kalkışması, Yüce Allah tarafından kalplerinde eğrilik ve hastalık bulunanlar için bir sınama aracı olarak sunulmaktadır.
Burada şeytanın, peygamberlerin yüce hedeflerine yönelik olarak insanlara verdiği vesvesenin[967], özellikle kalplerinde hastalık bulunan kimseler için, ağır bir sınav vesilesi olacağı fitne kelimesiyle ifade edilmiştir.[968]
Şeytanlar Peygamberlerin vahyi tebliğinden sonra, özellikle peygamberlerin kişisel nüfuz peşinde oldukları şeklinde veya onların mesajlarının doğru olmadığına yönelik olarak insanlara vesvese verirler. Peygamberler gönderildikleri toplumun doğru yolda olmalarını arzu ederler. Allah peygamberlerin güttüğü bu nihaî amaca gölge düşürmeye kalkışan şeytanın düşürmeye çalıştığı gölgeyi gidererek mesajlarını açık ve anlaşılır kıldığını belirterek, bu hususu da bir sınav vesilesi saymıştır. [969]
Bakara sûresinin 102. âyetinde Hârut ve Mârut adında iki melekten bahsedilmekte ve bu meleklerin de insanlara bir takım bilgiler öğrettiği ifade edilmektedir. Ancak bunlar insanların sihir olarak algılayıp o amaçla da kullanmalarına müsait bilgileri öğretirken "Biz ancak imtihan için gönderildik, hakikati inkara yellenmeyin." diye bir ikazda bulundukları da haber verilmektedir. Çok genel anlamda âyette iki meleğin insanlara bazı bilgiler öğrettikleri, bu bilgilerin kötüye kullanmaya müsait olduğu dolayısıyla söz konusu bilgiyi elde edenlerin adeta bu bilgi vasıtasıyla imtihan edilebilecek durumda olduğu anlaşılmaktadır. Kısacası Hârut ve Mârut adlı meleklerin öğrettikleri bilginin de bir sınav vesilesi olduğu bildirilmektedir. Fakat âyette geçen "melekeyn" iki melek ifadesi başta olmak üzere onların öğrettiği bilgi vb. hususlarda müfessirler ittifak sağlayamamışlardır. Zira bu iki meleği ifade eden "melekeyn" ifadesini "melikeyn" şeklinde okuyup buna iki kral anlamı verenler olduğu gibi,[970] "iki melek"ten maksadın Cebrail ve Mikâil olduğunu savunanlar da vardır.[971]
Bütün bu hususlar göz önünde bulundurulduğunda şunlar söylenebilir: Âyetin ifadesi bir kısım klasik müfessirin anlayışına uygun olarak anlamlandırılırsa Hârut ve Mârut adında iki meleğin öğrettiği ancak mahiyeti belli olmayan bir bilgiden bahsedilmektedir. Bu bilgi de kötüye kullanılmaya müsait olduğundan bunu elde eden için söz konusu bilgi bir sınav vesilesi olmaktadır.[972]
İslam inancına göre dünya hayatı insanlar için bir imtihan yeridir. Dünya hayatı imtihan yeri olunca bu imtihanın bir muhatabı ve imtihanın bir takım araçları olacaktır. Biz imtihan araçlarını bir başka başlık altında ele aldığımızdan burada imtihanın muhatabından yani sınananlardan bahsedeceğiz. Kur'an'a göre kimin sınava tabi tutulacağı araştırıldığında genelde bütün insanların özellikle peygamberlerin sınandığı görülmektedir. O halde şimdi sırasıyla bütün insanların ve bazı peygamberlerin sınanmaları ve bunun mahiyeti üzerinde kısaca duralım.
Kur'an'da yer alan fitne kelimelerinin bir kısmına imtihan, sınama anlamlarının verildiği ya da bazı âyetlerde sınama anlamlarının diğer anlamlara tercih edilebileceği bir gerçektir. Kur'an'a göre kimin sınava tabi tutulacağı araştırıldığında genelde bütün insanların özellikle peygamberlerin sınandığı görülmektedir. O halde şimdi sırasıyla bütün insanların ve bazı peygamberlerin sınanmaları ve bunun mahiyeti üzerinde kısaca duralım. [973]
Bazı âyetlerde özel bir ayırım yapmadan bütün insanların sınava tâbi tutulacağı haber verilmektedir[974]. Ancak müminlerin sınanması ile kâfirlerin sınanması arasında bazı farklılıklar bulunduğu için bunları ayrı başlıklar altında ele almayı uygun bulduk. [975]
Kur'an-ı Kerim değişik vesilelerle müminlerin sınanacağını haber vermektedir. Mesela konuyla ilgili âyetlerden ikisinin meali şöyledir: "İnsanlar inandık demekle imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı zannederler. Andolsun ki biz onlardan öncekileri de imtihan etmiştik. Allah doğru söyleyenleri de mutlaka bilir, yalancıları da mutlaka bilir."[976]
Genel olarak bir şeyi sınamaktan hedef, onun istenen özelliği taşıyıp taşımadığının ya da aranan konuma gelip gelmediğinin bilinmesidir. Müminlerin değişik şekillerde sınanmasının amacı da imanlarının istenen olgunluğa ulaşıp ulaşmadığının bilinmesidir. Zira sınanmamış iman, istenen niteliği kazanmamış olabilir. Nitekim mealini verdiğimiz Ankebût sûresinin 3. âyetinde de imtihanın yalancılarla doğru sözlülerin belirlenmesine yönelik olduğu ifade edilmektedir. Buna göre sadece iman etmek yeterli değildir. İmanın kökleşmesi ve sağlamlaşması için müminler ayrıca çeşitli denemelerden geçirilirler.
Bazı âyetlerde kâfirlerin müminlere değişik şekillerde azap ve işkence yaptıkları[977] bildirilmekte, zulmü yapanlar ise kınanmaktadır. [978] Bununla birlikte bu durum aynı zamanda müminlerin imanlarının niteliğini belirlemeye yönelik bir imtihandır. [979]
Kur'an'da dünya hayatının ve bazı hususların birer deneme vesilesi olduğu ifade edilirken kâfirleri de kapsayacak genel ifadelerin kullanıldığı görülmektedir. Bunun yanında kâfirlerin bazı şeylerle sınandıkları da bildirilmektedir. Mesela, inanmayan bazı kavimlere peygamber gönderilmesinin onlar açısından bir sınama vesilesi olduğu ifade edilmiştir. Semûd kavmine gönderilen Salih Peygamberle ilgili bir âyette şöyle duyurulmuştur: "Onlar, "Sen ve beraberindekiler yüzünden uğursuzluğa uğradık" dediler. Salih, "Sizin uğursuzluğunuzun sebebi Allah katında (yazılı)dır. Aslında siz imtihan edilmekte olan bir kavimsiniz" dedi."[980] Böylece kâfirler de, âhirette sudan bahanelere ve mazeretlere sığınmamaları İçin çeşitli vesilelerle sınanmışlardır. Buna göre onlar bazen kendilerine verilen nimet sebebiyle, şükrünü edâ edip edemeyecekleri, vereni tanıyıp tanımayacakları bakımından, bazen de ibret alıp küfürlerinden vazgeçip geçmeyeceklerini ortaya çıkarmak için belâ ve musibetlerle sınanmışlardır. [981]
Kur'an'da yer alan çeşitli âyetlerden anlaşıldığına göre, imtihan kuralı herkes için geçerlidir. Yani bütün insanlar imtihan edilirken peygamberler istisna edilmiş değillerdir. '"Mesela Hz. İbrahim oğlunu kurban etmesi için emredildiği rüyayla imtihan edildi.[982] ve Hz. Yusuf, Kıtfîr'in karısıyla imtihan edildi.[983] Hatta ilâhi sınavın ilk önce peygamberlerin sınanması şeklinde tezahür ettiği anlaşılmaktadır.[984] Nitekim Kur'an yer verdiği peygamber kıssalarında sürekli onların değişik şekillerde sınava tabi tutulduklarını ve bu sınavı başardıklarını haber vermektedir. Biz burada ftn kökünün türevleri ile özel olarak bazı ağır sınavlara tâbi tutuldukları bildirilen Hz. Mûsâ, Hz. Dâvûd ve Hz. Süleyman'ın karşılaştığı sınavlar üzerinde duracağız. [985]
Hz. Musa'nın ağır bir sınava tâbi tutulduğunu bildiren âyetlerden birisi şöyledir: "Hani kız kardeşin (Firavun ailesine) gidip de onlara 'size onun bakımını üstlenecek kimseyi göstereyim mi?' diyordu. Böylece seni, gözü gönlü mutluluk dolsun ve üzülmesin diye annene geri verdik. Ve sen, birini öldürdün de seni endişeden kurtardık. Seni iyiden iyiye denemelerden geçirdik/seni çeşitli sıkıntılarla denedik (ve fetennâke fütûnen). Bunun için yıllarca Medyen halkı arasında kaldın. Sonra takdire göre (bu makama) geldin ey Mûsâ."[986]
Burada Mûsâ (a.s)'nın denenmesi ve fetennâke fütûnen cümlesiyle ifade edilmektedir. Daha önce de ifade ettiğimiz üzere ftn kök ve türevleri hem nimetle ve hem de musibetle sınanmayı ifade etmek için kullanılsa da daha çok, sıkıntılarla denenmeyi anlatmak için kullanılır.[987] Bu sebeple müfessirlerin çoğu, söz konusu ifadeyi, "(Ey Mûsâ) seni çeşitli sıkıntılarla iyice sınamıştık'" şeklinde açıklamıştır.[988] Müfessirler genellikle buradaki "sıkıntılar"ın Hz. Musa'nın gerek, çocukluk, gerek gençlik ve gerekse daha sonraki dönemlerinde hayatında karşılaştığı çeşitli olumsuz durumlar olduğunu belirterek şu örnekleri vermişlerdir: O, Firavun'un erkek çocukları boğazladığı güvensiz bir ortamda[989] dünyaya gelmiş, bundan dolayı da annesi tarafından bir tabuta konularak denize bırakılmış ve daha sonra Firavun ailesi tarafından bulunarak himaye edilmiştir.[990] Bir Mısırlıyı öldürünce[991] vatanından ayrılmak zorunda kalmış[992] ve gittiği Medyen'de uzun yıllar Şuayb (a.s)'ın yanında çalışmıştır.[993] İbn Âşûr'a göre de "seni iyice/çeşitli sıkıntılarla denedik" âyetinde Musa'nın bir kişiyi öldürmesi sonucu başlayan zor durumlar anlatılmaktadır. İbn Âşûr söz konusu âyetteki fitnenin "(Mûsâ öldürme olayından sonra) korkarak, etrafı gözetleyerek şehirde sabahladı. Bir de ne görsün, dün kendisinden yardım isteyen yine feryat ederek ondan yardım istiyordu. Mûsâ da ona, 'belli ki sen azgın bir kimsesin.' dedi. Mûsâ ikisinin de düşmanı olan adamı yakalamak isteyince adam, 'Ey Mûsâ! dün birini öldürdüğün gibi, beni de öldürmek mi istiyorsun. Sen ancak yeryüzünde bir zorba olmak istiyorsun, arabuluculardan olmak istemiyorsun' dedi. Şehrin öbür ucundan koşarak bir adam geldi. ‘Ey Mûsâ! İleri gelenler seni öldürmek için aralarında senin durumunu görüşüyorlar. Şehirden hemen çık. Şüphesiz ben sana öğüt verenlerdenim.' dedi."[994] meâllerindeki âyetlerde ifâde edilen, Musa'nın Firavun tarafından cezalandırılma ve bulunduğu şehirden çıkarılma korkusuna kapılması olduğunu söylemektedir.[995]
Üzerinde durduğumuz bu âyetin açıklamasıyla ile ilgili olarak müfessirlerin genelinin yorumlarının uygun olabileceği söylenebilir. Ancak Hz. Musa'nın hayatında bir dönüm noktası oluşturan Mısırlı bir kişiyi öldürme olayından söz eden "Ve sen, birini öldürdün de seni endişeden kurtardık." [996] âyetinden hemen sonra "Biz seni çeşitli sıkıntılarla denedik"[997] ifadesinin gelmesi ve özellikle yaşadığı şehirden ayrılıncaya kadarki safhada gerçekten oldukça zor anlar geçirmesi[998] ve bunun aynı zamanda bir sınav olması, İbn Âşûr'un yorumunun diğer müfessirlerin yorumlarından daha isabetli olabileceğini düşündürmektedir
Hz. Musa'nın kavmiyle birlikte ağır bir sınavdan geçirildiğini belirten bir başka âyet ise şöyledir: "Musa, kavminden, belirlediğimiz yere gitmek için yetmiş adam seçti. Onları o müthiş sarsıntı/deprem yakalayınca (bayıldılar). Mûsâ dedi ki: "Ey Rabbim! Dileseydin onları da beni de daha önce helak ederdin. Şimdi içimizden bir takım beyinsizlerin işledikleri (günah) sebebiyle bizi helak mi edeceksin? Bu iş, senin imtihanından (fitnetüke) başka bir şey değildir. Onunla dilediğini saptırırsın, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim sahibimizsin, bizi bağışla ve bize acı! Sen bağışlayanların en iyisisin!"[999]
Burada anlatıldığı üzere, Allah'ın belirlediği yere giderek duâ etmek üzere kavminden seçtiği yetmiş kadar kişiyi sarsıntı yakalayınca Hz. Mûsâ, bunun ilâhi bir sınav olduğunu ifade etmektedir. [1000]
Sâd sûresi 24. âyette Dâvûd (a.s.)'un sıkıntılı bir durumla (belâ) karşı karşıya kaldığı ve bununla imtihana tâbi tutulduğundan söz edilmektedir. Bu husus âyette geçen fetennâhü[1001] ifadesinden anlaşılmaktadır. Ayetin hatırlattığı olayın ayrıntısı Kur'an'da yer almaz. Ayetin temas ettiği olay Kur'an'da anlatıldığı şekliyle kısaca şöyledir:
İki kişi[1002] Dâvûd (a.s.)'un ibadet ettiği mabedin yüksekçe olan duvarından atlayarak izinsizce içeri girer, Dâvûd (a.s.) da ilk anda onlardan endişelenir. Onlar Dâvûd (a.s.)'a korkmamasını, kendilerinin iki davalı olduklarını söyleyerek ondan adaletle hükmetmesini isterler. İçlerinden birisi şöyle bir iddiada bulunur: "Bu benim kardeşimdir. Onun doksan dokuz koyunu var. Benim ise bir tek koyunum var. Böyle iken 'onu da bana ver' dedi ve tartışmada beni yendi." Bunun üzerine Davûd (a.s.) da şunları söyler: "Andolsun ki, (bu adam) senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana haksızlıkta bulunmuştur. Doğrusu ortakların pek çoğu, birbirlerinin haklarına tecavüz ederler. Yalnız iman edip de iyi işler yapanlar müstesna. Bunlar da ne kadar az!" Dâvûd (a.s.) Allah'ın kendisini bu (olayla) denediğini sanarak[1003] ondan mağfiret diler, secdeye kapanır ve tevbe ederek O'na yönelir.[1004]
Görüldüğü üzere Kur'an'da Dâvûd (a.s.)'un başına gelen bu sıkıntılı durumun ne olduğu ve onun ne ile imtihana tâbi tutulduğu pek açık değildir. Buna rağmen bazı tefsir kaynaklarında efsâneye varan gereksiz ve hatta anlamsız bir çok hîkayeye yer verilmiştir.[1005] Bunlardan kaçman bir kısım müfessirse bu olayla ilgili olarak zikredilen âyetlerin zahirinden hareketle bazı ihtimaller üzerinde durmuşlardır. Bu ihtimallerden birisi şöyledir: Davûd (a.s.), bulunduğu mabede mahkeme oturumunun dışında ansızın ve izinsiz giren kimselerin bu hareketlerinden dolayı onların kendisine saldırı ile bir baskın düzenlediklerini ve kendisini öldüreceklerini zannetmiş, mülkünde ihtilal olduğunu düşünerek endişelenmiştir. Durumun böyle olduğuna dâir bir emare olmadan böyle bir zanna kapılmasından dolayı da Rabbinden bağışlanma dilemiştir.[1006] Bir diğer ihtimal de şöyledir: Sözü edilen iki davalı Dâvûd (a.s.)'a suikastte bulunmak isteyen iki düşmandı. Bunu Dâvûd (a.s.) ibadet halinde iken yapmayı tasarlamışlardı. Bulunduğu yere girdiklerinde tasarladıkları suikasti yapmanın mümkün olamayacağını anlayınca yapmacık bir dava uydurdular. Dâvud (a.s.) onların bu şekilde yanına girmelerinden endişelenerek kendisine kötülük yapacağı zannına kapılmış daha sonra durumun böyle olduğuna dâir bir delil olmaması nedeniyle de bu zannından dolayı pişman olmuş ve Allah'tan mağfiret dilemiştir.[1007] Bir diğer ihtimalinse şöyle olduğu söylenmiştir: Davûd (a.s.)'un davalı olan iki şahıstan birinin ifadesini dinleyip diğerinin ifadesini dinlemeden birisinin lehine hüküm vermiş olması onun için bir zelledir. O bu konudaki yanlışını fark edince hemen Rabbinden bağışlanma dilemiştir. Allah da kendisini bağışlamıştır. [1008]
"Gerçekten biz Süleyman'ı imtihan ettik. Onun tahtına bir ceset bıraktık. Sonra Allah'a sığınıp tekrar tahtına döndü." âyetinde[1009] Hz. Süleyman (a.s)'ın da sıkıntılı bir durumla (belâ) ile denendiği haber verilmektedir. Bu husus âyette geçen fetennâ kelimesiyle ile ifade edilmektedir. Ancak bu âyette de onun ne ile denendiği belirtilmemiştir. Bazı tefsirlerde konu ile ilgili olarak bir çok rivayete yer verilmiş ve bir hayli de yorum yapılmıştır.[1010] Ancak Kur'an'da bunlardan her hangi birini doğrulayabilecek bir işaret bulunmamaktadır. Süleyman (a.s.)'ın tabi tutulduğu sınavla ilgili çeşitli görüşlere yer veren Mevdûdî (ö. 1979) bu konunun Kur'an'ın en müşkil yeri olduğunu ve sarih bir şekilde tefsir edilemeyeceğini söylerek bu hususla ilgili yapılacak yorumların ihtimalden öte olamayacağını ifadeye çalışmıştır.[1011] Bununla birlikte isrâiliyâttan kaçınmaya çalışan bazı müfessirler bu imtihan ile ilgili bir kaç ihtimalden söz etmişlerdir. Bu ihtimallerden biri şudur:
Süleyman (a.s.) hükümdarlık vazifelerini yapamayacak derecede şiddetli bir hastalığa yakalanmak suretiyle imtihan edilmiş, hastalığı sırasında âdeta cansız cesed denecek kadar zayıflamış, sonra tekrar eski gücüne ve sağlığına kavuşmuştur.[1012] Tefsirinde bu ihtimalden söz ederek bunu delillendirmeye çalışan Râzî (606/1209), Arapların zayıf kimse hakkında, "O, kütük üzerinde bir et, ruhsuz bir cisimdir."' dediklerini zikreder.[1013]
M. Hamdi Yazır (1360/1941)'ın bu konudaki yorumu ise şöyledir: "Süleyman (a.s.) Mescid-i Aksa'yı yaptırdığı sırada, getirttiği sanatkârlar içinde sanatların hilelerini bilen bir takım şeytanların kurdukları bir ihtilal yüzünden bir süre nüfuzunu kaybetmiş, yahut tahtından ayrı kalmış; böylece tahtında ya kendisi güçsüz bir cesed halinde hükümsüz kalmış yahut tahtı da işgal edilip, ona kırk gün kadar heykel gibi birisi oturtulmuştu. (....) Daha sonra Süleyman (a.s), dönüş yaptı, tevbe ile Allah'a sığınıp tekrar tahtına döndü."[1014] Bu yoruma göre Süleyman (a.s), hükümranlığının zayıf düşmesiyle sınanmıştır. Bu durum âyette "tahtın üzerine ceset koymak" şeklinde mecazi bir ifade kullanılarak anlatılmaktadır.[1015] Sonunda Süleyman (a.s) da iktidarının zayıflatılmasıyla denendiğini anlamış, tekrar eski durumuna kavuşunca, 'Rabbim, beni bağışla' diyerek dua etmişti.[1016]
Daha önce de çeşitli vesilelerle ifade ettiğimiz üzere bütün ümmetler sınanırlar. Bu anlamda her peygamber gönderildiği ümmet için bir imtihan vesilesidir. Kendilerine peygamber gönderilen bu ümmetler, peygamberlerine inanıp inanmama[1017], onların getirdiği ilâhi mesaja uyup uymama hususunda denenirler.[1018] Kur'an'da yer alan bir kısım ümmetlerin ayrıca bir kısım sebeplerden dolayı bazı özel konularla sınandıklarını görmekteyiz. Biz burada Kur'an'da ftn kök ve türevleri ile sınandığı örnek verilen bazı ümmetlerin özel olarak belirtilen sınavlarından söz etmeye çalışacağız.[1019]
Hz. Salih'in peygamber olarak gönderildiği Semûd kavmi, Arabistan'ın kuzey-batı kısmında yer alan, günümüzde el-Hicr denilen bölgede -Hicaz ile Şam arasında[1020]- yaşamış, Arabistan'ın Ad'dan sonra en yaygın kavmi olarak bilinen eski bir Arap kavmidir.[1021]
Hz. Salih Semûd kavmine peygamber olarak gönderilince, Allah'tan başka ibadet edilecek hiçbir ilahın olmadığını söyleyerek, onları Allah'a kulluk yapmaya davet eder.[1022] Onlardan bir kısmı Hz. Salih'in davetini kabul ederken[1023], özellikle kavminin ileri gelenlerinin de yer aldığı diğer kısmı ise inkarlarını sürdürür.[1024] Hz. Salih'in davetini çeşitli gerekçelerle[1025] reddeden inkarcılar zaman zaman onu rahatsız edecek sözler söyler,[1026] ve başlarına gelen kötülüklerin Salih (a.s)'dan ve ona tâbi olan müminlerden kaynaklandıgını düşünür.[1027] Hz. Salih ise onların bu iddialarına karşı kavminin imtihan edildiğini şu sözlerlerle ifade eder. "Sizin uğursuzluğunuzun sebebi, Allah katında (yazılı) dır. Aslında siz imtihana çekilen (tüftenûn)[1028] bir kavimsiniz."[1029]
Daha önce de ifade ettiğimiz üzere, bir kısım müfessir âyette yer alan "aslında siz imtihana çekilen bir kavimsiniz''[1030] kısmını, "Allah'ın emirlerini yerine getirip getirmeme hususunda[1031], peygambere karşı olan tutum ve davranışlarınızda[1032], sahip olduğunuz nimetler ve başlarınıza gelen musibetlerle sınanıyorsunuz'' şeklinde genel sınav vesileleri ile açıklamışlardır. Ayrıca yine daha önce de ifade ettiğimiz üzere, Kur'an, Semûd kavminin kendilerine mucize olarak gönderilen dişi bir deve[1033] ile de sınandığını belirtmektedir.[1034] Bazı âyetlerde anlatıldığı üzere, bu kavmin ileri gelenleri, Salih (a.s)'den gerçekten peygamber olduğunu gösterecek açık bir delil istemiş[1035] Allah da dişi bir deveyi mucize olarak aralarına göndermiş[1036] ve bunun aynı zamanda bir sınav vesilesi olduğunu da kendilerine bildirmiştir.[1037] Semûd kavmi hem mucize ve hem de deveye karşı olan tutumlarıyla sınanmışlardır.[1038] Salih (a.s), söz konusu devenin aralarında serbest bir şekilde otlanacağını, orada bulunan sudan nöbetleşe olarak belli günler kavminin, belli günlerde devenin su içeceğini belirterek, hakkını gözetme ve rahatsız etmeme hususunda kavmini uyarmış, aksi takdirde kendilerine elem verici bir azabın geleceğini bildirmişti.[1039] Bütün bunlar Semûd kavmi için bir sınav vesilesiydi.[1040] Ancak kavmin önde gelen inkarcıları devenin varlığından rahatsızlık duyarak onu yok etme planları yaptılar. Söz konusu deve içlerinden birisi tarafından öldürüldü.[1041] Neticede zulmedenler ilâhî bir azap ile helak edildi.[1042] Hz. Salih ve onunla birlikte iman edenler ise Allah'ın rahmeti ile kurtuldular.[1043]
"Allah: '(Ey Mûsâ) Şüphesiz, biz senden sonra halkını sınadık (fetennâ). Sâmirî onları saptırdı."[1044] ve "Andolsun, Hârûn onlara daha önce (Hz. Mûsâ Tûr'dan dönmeden) şöyle demişti; "Ey kavmim! Siz bununla (buzağı heykeli ile) yalnızca imtihan edilmektesiniz (fütintüm). Doğrusu sizin Rabbiniz ancak Rahmân'dır. Öyleyse bana uyun. Ve emrime itaat edin."[1045] meâllerindeki âyetlerde Mûsâ (a.s)'nın kavmi olan İsrailoğullarının bir buzağı heykeli ile sınanmasından söz edilmektedir. Olay Kur'an'da anlatıldığı şekliyle şöyledir: Mûsâ (a.s.) İsrailoğullarını Firavun'un zulmünden kurtarıp Mısır'dan çıkardıktan sonra Rabbine münâcâtta bulunmak üzere Tûr'a giderken yerine kardeşi Hârûn (a.s.)u bırakır.[1046] Mûsâ (a.s.) alelacele Tûr'a varınca Allah ona, acele ile kavminden niçin uzaklaştığını sorar[1047], o da kavminin izi üzere olduklarını, kendisini hoşnut etmek için acele ettiğini söyler.[1048] Allah da Mûsâ (a.s.)’ya kavmini kendisinden sonra sınadığını, Sâmirî'nin onları yoldan çıkarttığını bildirir.[1049]
Mûsâ (a.s.)'nın Tûr'a gitmesinin ardından Sâmirî, İsrailoğullarının Mısır'dan getirdikleri mücevheratı ateşte eriterek böğürebilen bir buzağı heykeli yapar[1050] ve kavmine dönerek: "Sizin de, Musa'nın da ilâhı budur. Fakat Mûsâ ilâhını burada unuttu" der.[1051] Onlar da bu buzağıyı ilah edinirler.[1052] Bunun üzerine Mûsâ (a.s.)'nın kardeşi olan Hârûn (a.s.), kavmine buzağı ile sınandıklarını söyleyerek onları buna tapmaktan vazgeçirmeye çalışır, asıl Rabbin Allah olduğunu ve kendisine itaat etmelerinin gerekliliğini onlara anlatır,[1053] ancak onlar, Mûsâ (a.s.)'nın Tûr'dan yanlarına dönünceye kadar buzağıya tapmaya devam ederler.[1054]
Allah'ın Mûsâ (a.s.)'ya kavmini kendisinden sonra sınadığını, Sâmirî'nin onları yoldan çıkarttığını bildirmesi üzerine Mûsâ (a.s.) kızgın ve üzgün olarak kavminin yanına döner[1055] ve onlara şunları söyler: "Benden sonra arkamdan ne kötü işler yaptınız! Rabbinizin emrini beklemeyip acele mi ettiniz?"[1056], "Rabbiniz size güzel bir vaad de bulunmamış mıydı? Şu halde size ayrılış sürem mi uzun geldi? Yoksa Rabbinizden bir gazabın üstünüze inmesini istediniz de mi, bana verdiğiniz sözden caydınız."[1057] Mûsâ (a.s.) kardeşi Hârûn (a.s.)'a da yönelerek: "Ey Hârûn! Onların saptığını gördüğünde benim izimce gelmene ne mâni oldu, yoksa emrime mi karşı geldin?[1058] diye sorar. Onun bu sorusuna Hârûn (a.s.) şu cevabı verir: "İsrailoğullarının arasına ayrılık soktun, sözümü dinlemedin demenden endişe ettim."[1059] Musa (a.s.)'nın sorgulaması karşısında İsrailoğulları da, sözlerinden kendi iradeleri ile dönmediklerini, Mısır'dan getirdikleri ziynet eşyalarını ateşe attıklarını Sâmiri’nin bundan buzağı yaparak kendilerine bunun ilah olduğunu, Musa'nın da ilâhını unuttuğunu söylediğini söyler.[1060] Mûsâ (a.s.) daha sonra Sâmirî'ye, neden böyle yaptığını sorunca o da başkalarının görmediğini kendisinin gördüğünü, elçinin izinden bir avuç (toprak) alıp onu attığını kendisini nefsinin bu yöne yönelttiğini söyler.[1061] Bunun üzerine Mûsâ (a.s.) ona aralarından çıkıp gitmesini söyler ve onu kovar.[1062] İsrailoğulları daha sonra buzağı heykelini ilah edinmekle yanlış yaptıklarını anlarlar ve hatalarından pişmanlık duyarlar.[1063] "Eğer Rabbimiz bize acımaz ve bizi bağışlamazsa, mutlaka ziyana uğrayanlardan oluruz."[1064] diyerek Allah'tan afv ve mağfiret dilerler. Mûsâ (a.s.) da kavmine şunları söyler: "Ey kavmim! Sizler, buzağıyı ilah edinmekle kendinize yazık ettiniz. Gelin yaratıcınıza tövbe edin de nefislerinizi öldürün (kendinizi düzeltin). Bu, Yaratıcınız katında sizin için daha hayırlıdır. "[1065] Allah da onların tövbesini kabul eder.[1066]
Sonuç olarak burada İsrailoğullarına mensup Sâmirî tarafından yapılan buzağı heykeli bir sınav aracıdır. Bu heykeli yapan Sâmirî, İsrailoğullarını saptırarak, onu ilah edinen halk ise haktan saparak bu sınavda kaybetmişlerdir. Ancak daha sonra tövbe etmişlerdir.
Ayrıca A'râf sûresi 155. âyette Mûsâ (a.s)'nm kavminden 70 kadar kişinin şiddetli bir sarsıntıyla sarsılmak suretiyle sınandıkları belirtilmektedir. Bu olay Hz. Musa'nın kavminden seçtiği yetmiş kadar kişinin Allah'ın belirlediği yere gelip bağışlanmak için dua ettikleri bir sırada meydana gelmiş, bunun üzerine Mûsâ: "Ey Rabbim! Dileseydin onları da beni de daha önce helak ederdin. Şimdi içimizden bir takım beyinsizlerin işledikleri (günah) sebebiyle bizi helak mi edeceksin? Bu iş, senin imtihanından (fitnetüke) başka bir şey değildir.[1067] diyerek bunun Allah'ın bir sınavı olduğunu ifade etmiştir. Gerek bu mîkât, gerekse yetmiş kişinin şiddetli bir sarsıntı ile sarsılmaları ve bu şekilde bir sınava tabi tutulmalarının sebepleri hususunda tefsirlerde bir takım ihtimallere yer verilmektedir.[1068] Bu kıssayı Kur'an'daki konu ile ilgili diğer kıssalarla birlikte düşünen bazı müfessirler bu mîkatın İsrailoğullarının buzağı heykeline tapma olayından sonra tevbe için yapılmış bir mîkat olduğu yorumunu yapmakta[1069], onların şiddetle sarsılmalarının sebebinin de, "Hani siz, Ey Mûsâ, Allah'ı açıkça görmedikçe sana iman etmeyeceğiz, demiştiniz. Bunun üzerine, bakıp dururken, sizi yıldırım çarpmıştı. Sonra sizi, şükredesiniz diye, ölümünüzden sonra diriltmiştik." mealindeki Bakara sûresi 55 ve 56. âyetlerde sözü edilen Allah'ı açıktan görme istekleri olduğunu söylemektedir.[1070] Bu hususta Râzî'nin yorumu şöyledir: İsrailoğulları buzağı heykelini ilah edinmelerinden dolayı pişman olunca Allah Mûsâ (a.s)'ya onlardan bir grupla kendinden af dilemeleri için gelmelerini emreder. Mûsâ (a.s) da kavminden yetmiş kişi seçerek Tür dağına gelirler. Buraya geldiklerinde de Allah'ı görmedikçe iman etmeyeceklerini söyleyince şiddetli bir sarsıntı ile sarsılarak ölürler.[1071] Bunun üzerine Mûsâ (a.s) "(Ey Rabbimiz) bu iş, senin imtihanından (fitnetüke) başka bir şey değildir. Onunla dilediğini saptırırsın, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim sahibimizsin, bizi bağışla ve bize acı! Sen bağışlayanların en iyisisin!"Bu dünyada da âhirette de bize iyilik yaz. Muhakkak ki biz sana döndük." diye dua eder. Sonra da Allah onları diriltir.[1072]
"Andolsun onlardan önce biz, Firavun'un kavmini de imtihan etmiştik (fetennâ). Onlara değerli bir peygamber gelmişti." mealindeki Duhân sûresi 17. âyette Firavun'un kavminin -ki bunlar Mısır Kıptîleridir-[1073] de sınandığı burada geçen fetennâ ifadesi ile belirtilmektedir.[1074] Bir çok müfessir buradaki imtihanın, Hz. Musa'nın onlara peygamber olarak gönderilmesi olduğunu söylemişlerdir.[1075] Âyet, Mekke müşriklerine, onlardan önce Firavun'un kavminin de benzer çeşitli sınavlardan geçtiğini, onlara da tıpkı Hz. Muhammed gibi, insanları Allah'a çağıran değerli bir elçinin geldiğini, şayet peygamberin çağrısına kulak vermeyecek olurlarsa benzer akibetlerle karşılaşabileceklerini hatırlatmak üzere gelmiştir. Firavun'un kavminin sınanması olayı özetle Kur’an'da şöyle anlatılmaktadır:
Allah'ın peygamber olarak göndediği Mûsâ (a.s.) Firavun'un kavmine gelerek der: "Allah'ın kullarını[1076] (esaret altındaki İsrâiloğullarını) bana teslim edin.[1077] Çünkü ben güvenilir bir peygamberim. Allah'a karşı büyüklük taslamayın. Çünkü ben size (ondan) apaçık bir delil (mucize) getiriyorum. Şüphesiz ki ben, bana yaptığınız bütün hakaretlerden/taşlamanızdan, hem benim Rabbim, hem de sizin Rabbiniz olan Allah'a sığındım. Bana inanmadınızsa (hiç olmazsa) yolumdan çekilin."[1078] Mûsâ (a.s.)'ın Firavun'un kavmine yaptığı bu öğütler onlara fayda vermez ve Mûsâ (a.s.)'yı yalanlarlar. Firavun ve adamları inananlara baskı ve işkence yaparak zulmederler.[1079] Firavun'un kavminin önde gelenleri, inananlardan bazılarını[1080], Firavun da Mûsâ (a.s.)'yı öldürmeye yönelir.[1081] Musa (a.s.) Rabbine bunların artık günahkar bir toplum olduğunu söyleyince[1082] Allah da Musa (a.s)' ya, kendisini tasdik eden kullarını -İsrâiloğulları- Mısır'dan çıkarmasını emreder.[1083] Musa (a.s.) da İsrâiloğulları ile birlikte Mısır'dan ayrılır. Onlar yolda karşılarına çıkan denizden karşı tarafa geçerken[1084] kendisini takip eden Firavun ve adamları ise denizde boğularak helak olur.[1085]
Sonuç olarak Musa (a.s.) Firavun'un kavmine ikna edici delillerle tevhidi anlatmış, herkesin gözü önünde onlara açık mucizeler göstermiş, ama onlar tüm bunlara rağmen inanmamakta direnmişler, peygamber ve onunla beraber inanan insanlara karşı tehditler savurmuşlar, onları Mısır'ı terk etmek zorunda bırakmışlardır. Buna rağmen yine de onlar İsrailoğullarının peşine düşmüşler, ama sonuçta boğularak helak olmuşlar. Bütün bunlar Firavun ve kavmi için bir sınavdır. Allah'ın onlara dünya hayatında bol imkanlar vermesi, ve inananlara zulmetme fırsatı tanınması ise ilahi sınavın bir gereğinden başka bir şey değildir. Onlar salt gerçeğe çağıran Peygamberi ve getirdiği âyetleri inkarda ısrar etmiş olmak ve peygamber ile ona inananları yok etme girişiminde bulunmakla Allah'ın yaptığı sınavda kaybetmişlerdir.[1086]
Karşılaştığı olayların, öğrendiği bilgilerin sebebini öğrenmek, insanın tabiatında var olan bir duygudur. Bu sebeple varlık dünyasında yer alan ilahî yasa ve kurallar için hikmet aramak ve bunun için fikir yürütmek önemlidir. Hiç şüphesiz Allah'ın her işinde ve hükmünde bir hikmet vardır.
Yukarıda ele aldığımız iman-amel; nimet-şükür, musîbet-sabır bağlamında sınav sırrı tecelli edecekse, sınav hikmetinin de yine bu eksen etrafında olması gerekir. Öncelikle insanın yapısında -yaratılışında- inanma eğilimi vardır. Allah, insanı doğuştan inanmaya eğilimli olarak yaratmıştır[1087]. Ayrıca peygamberler göndererek insanları iyi yönde hareket etmeleri için uyarmıştır[1088]. İşte hür irade sahibi bir varlık olan insana bağışlanan bu gibi kabiliyetleri kullanıp kullanmamadaki tavrının ortaya konulması, imtihan sırrının en başta gelen hikmetlerinden birisi olsa gerektir. Çünkü imtihanın istenilen şekilde olabilmesi için inanmak kadar inanmama duygusu ile de donatılmış olmak gerekir.[1089] Bütün bunlarla donatılmış olan insanın, tercihlerini hangi yönde kullanacağının ortaya konulması ve "benim bundan haberim yoktu"[1090] dememesi için sınav kurallarının belli olması ve bunların bir takım uyarıcılarla duyurulmuş olması da gerekir.[1091] Zira bu sadece olup-geçen bir sınav olmayıp, öteki hayatla alakalı mutluluk veya bedbahtlıkları[1092] bünyesinde barındıran bir sınav olduğu için hikmetlerle yüklüdür. Kimin tercihini fıtrattan yana kullanıp mutluluk yurdu olan Cenneti kazanacağı[1093] ve kimin tercihini de hevâ ve hevesinden yana kullanarak[1094] ebedi düşmanı olan şeytana[1095] uyup azap yurdu olan Cehennemi tercih edeceği[1096] ancak sınav olgusunun hikmeti ile tecelli eder. Semâvat ve arzın ölüm ve hayatın yaratılış gayesi de zaten insanın sınava tabî tutulmasına yöneliktir.[1097] Bu sebeple insanın cenneti kazanabilmesi için, hayatı boyunca tabî tutulacağı sınavlarda cennete layık olduğunu ispatlaması gerekir.[1098]
Sınavlar insanları üstün gayelere hazırlamak içindir. Her sınavın bir güçlüğü ve sıkıntısı vardır. Bu sabrı gerektiren sıkıntılara karşı Allah insana dua ve ibadet gibi bir yardımcı lütfetmiştir.[1099] Allah kullarını kendisine kulluk etmeleri için yaratmış[1100], onları en yüce hedefe, kendisi ile karşılaşma gününe hazırlamak için, her şeyi ona uygun olarak düzenlemiştir.[1101] Kıyamet günü, hiçbir hata ve kusuru, eksikliği ve yanlışlığı kabul etmeme günü olduğu gibi, bütün bunların hesabının da sorulacağı bir gündür.[1102] Bu aynı zamanda insanların öteki hayatı yaşamaya başlayacakları bir gün olacağı için, ahiret hayatının mutlulukları, güzellikleri ve mutsuzlukları, çirkinlikleri bu dünyadaki sınavla belirlenecektir.[1103] "Sizi hayırla ve şerle imtihan edeceğiz"[1104] "Mallarınız ve canlarınız hususunda imtihan olunacaksınız."[1105] ve "O ki, hanginiz daha güzel davranacak diye sizi denemek için ölümü ve hayatı yaratandır."[1106] gibi Kur'an ifadelerinden de bu anlaşılmaktadır. Yani bu dünyadaki her şey sınava göre düzenlenmiş ve Allah da insanı bu sınavın tüm aşamalarında başarı ve başarısızlık hallerini gerçekleştirebilecek donanımlarla sınava ehil, mükellefiyetleri omuzlayacak kabiliyetlerle donatılmış olarak, sınav sorumluluğunu kendisine tevdi edebileceği kıvamda yaratmıştır[1107]. Bunun için kendisine gerekli olan hürriyet, bedenî güç ve sağlamlık, iyiliğe ve kötülüğe sevk eden[1108] zıt his ve kabiliyetler verilmiş olan insanın sınavı da, takati ile sınırlı, kabiliyetleri ile mütenasip kılınmıştır. Dolayısıyla insanın sınanmasının bir diğer hikmetini, onun varlıklar içerisindeki değerinin ortaya konulması ve Allah tarafından muhatap alınmasında aramak gerekir.
İnsanların sınanmasında inançların ayrıcalığı olmaz. İnanan da inanmayan da, inancında saf olan da, şirk ve küfür gibi arızî unsurlarla inanç kirliliğine maruz kalanlar da denenirler. Bu denemede peygamberler, içinde bulundukları şartların en ağır sınavını vererek denenmişlerdir. Yusuf (a.s)'un zindanı tercih etmesine sebep olan sınavı[1109], Dâvûd (a.s)'un iki hasım arasında hükmetmekle sınanması[1110], Eyyûb (a.s)'un belâ ve mihnetlere maruz kalarak sabırla sınanması[1111], İbrahim (a.s)'in ateşe atılmakla ve oğlunu boğazlamakla sınanması[1112], gibi örneklere Kur'an'da oldukça sık rastlanılmaktadır. Hz. Peygamber'in aile hayatını derinden etkileyen ifk/iftira olayını da bu bağlamda anlamak gerekir.[1113] Belki peygamberlerin böyle ağır sınavdan geçirilmelerinin hikmeti, insanların onlara uluhiyet vasfı yüklemelerine engel olmak içindir. Zira bu tür imtihanlar ancak beşer özelliklerine sahip insanların başına gelebilecek şeylerdir. İlgili âyetlerden birinde şöyle duyurulmaktadır: "(Ey Peygamber!) Senden önce gönderdiğimiz peygamberler de ancak yemek yerler ve çarşılarda gezerlerdi. Sizi bir biriniz için sınav kıldık ki bakalım sabredebilecek mısınız? Rabbin ise hakkıyla görendir. Bize kavuşmayı ummayanlar ise dedi ki: "Bize melekler indirilmeli veya Rabbimizi görmeli değil miydik? Andolsun ki onlar kendilerinde büyüklük gördüler ve büyük bir azgınlıkla haddi aştılar."[1114]
Ayrıca inananların inançlarındaki samimiyet ve doğruluğun ortaya çıkarılması, bu sayede doğru sözlü olanlarla yalancıların birbirinden ayrılması için insanların sınandığına yukarıda ilgili âyet[1115] ışığında değinilmişti. Bunun yanı sıra inananların da sabır ve şükür hallerinin kendi ortamları içerisinde sınanması, Allah yolunda inançları uğruna gerçekten fedakarlık yapanlarla, sözde inananların belirlenmesi gerekmektedir. Zira birer insan olarak inananların da âhiret mutluluğunu elde etmek için musibetlere sabır ve düşmanlarından gelen işkencelere karşı dayanma gücünü kullanarak[1116] sevaplarını artırmaya ihtiyaçları olacaktır[1117]. İnancı uğrunda maruz kaldığı ağır işkenceler müminin inanma iradesini daha da güçlendirir, imanındaki kararlılığı ve erdemli yaşayışı kanıtlamasına imkan verebilir.[1118] Bütün bunlar mümin için gizlenen imtihan sırrı ile gerçekleşebilir.
O halde inananların tâbi oldukları sınavın hikmetini, hatalardan tevbe etmek, musîbetlerden ibret almak ve nefisleri her türlü olguya karşı tecrübelerle donatarak hazır hale getirmek dîye anlayabiliriz.
İnananların karşısında yer alanlar (müşrikler, kâfirler, saf inanç yapıları bozulmuş olan ehl-i kitap) da kendilerine sunulan ilâhî tebliğe muhatap olarak daveti kabul edip etmemek tercihi ile denenmektedirler. Bu sebeple onlar da uyarılmakta, acı ve mutluluk veren şeylerle yüz yüze getirilmektedirler. Ancak onlara verilen nimetler âhiretteki işlerini zorlaştırıp, hesaplarını ağırlaştırmaktan başka bir işe yaramayacak, başlarına gelen musibetlerden öğüt ve ibret almadıkları ve uyarılara kulak asmadıkları için de sıkıntılarına karşılık sevap alamayacakları gibi, cennet talepleri de olmayacaktır. Onlar için sınavın hikmeti, kendilerine Allah'ın varlığını ve üstün gücünü tanıtarak inanmaya doğru yönlendirmek şeklinde tezahür etmektedir. Münafıklar da belâ ve musibetlerden ibret alsınlar, hatalarından dönsünler ve tevbe ederek Allah'tan bağış dilesinler diye sınanmaktadırlar[1119].
Özetle söylemek gerekirse, peygamberlerin temsil ettiği hâk ile, onlann karşısında yer alanların temsil ettiği batıl arasındaki mücadelede insanların çeşitli sebeplerle "inançta samimiyet" sınavından geçirildikleri anlaşılmaktadır. Bu sınavda inancında samimi olanlarla olmayanlar; küfürde ısrar edenlerle bilvesile tövbeye fırsat elde edenler, inancında iki yüzlü olup menfaat merkezli bir inanç peşinde koşanlarla inancı uğruna menfaatlerinden fedakarlıkta bulunanlar açığa çıkarılmak istenmektedir. Bu aynı zamanda Allah'ın bilgisi ve iradesi sonucu kâinatta olup-olacakları bilip takdir etmesi ile insanın hürriyeti ve doğal yasalar çerçevesinde cereyan eden olayların birbirine karıştırılmaması konusunda da bize ip uçları sunmaktadır.
İnsan, yaratılıştan mala düşkün[1120], mal, şehvet ve evlat sevgisi ile donatılmıştır.[1121] O, mal biriktirmeyi sevdiği gibi[1122], onun kendisini ebedileştireceğini de düşünür.[1123] Bu nedenle mal ve mülkünün çok olmasını ister ve bunun için çaba sarf eder. Bununla istediğine istediği şekilde sahip olmayı amaçlar; bu yolla doyuma ulaşacağını, nazlarını tatmin edeceğini ve hayatın tüm zorluklarının kendisi için kolaylaşacağını düşünür. Allah insanın bu yaratılış özelliklerine uygun olarak ona ihtiyaç duyabileceği şeylerden fazlasını vermiş[1124], bunun karşılığında insanın kendisini bilmesini ve şükretmesini istemiştir.[1125] Bu şükür sınavında insanın başarılı olup olamayacağı, nimetleri elde etme yol ve yöntemlerinden başlayarak, onlara sahip olma, ondan yararlanma ve başkalarını yararlandırmada sergileyeceği tutum ve tavra bağlanmıştır. Bu tavır içerisinde insanın birtakım gizli donanımları açığa çıkar ki, bunlar adalet-zulüm, rıza-gazap, cimrilik-cömertlik, ıslah-ifsat, helal-haram şükür ve nankörlüktür. Zira Allah, insanın bu özelliklerini ön plana çıkarmasını istemiş ve sürekli olarak uyarılarını bu doğrultuda yapmıştır. Buna karşılık insan, nimetler içerisinde azma, şımarma, zulmetme, haksızlık, cimrilik ve bozgunculuk yapma, haram yollarla istek ve arzularına kavuşma gibi bir takım zafiyetlerin riskini taşıması sebebiyle de sürekli uyarılmış ve elinde bulunan imkanların birer sınama vasıtası olduğu kendisine hatırlatılmıştır. İşte insan, iradesini kullanarak, elde edip kullanabileceği nimetler karşısında Allah'ın istediği davranışları sergileme veya hoşlanmadığı davranışlarda bulunma arasında sınanmaktadır. Bu sınav onun şükredici özelliği ile nankörlük yapma özelliğini açığa çıkarma hikmetini bünyesinde taşımaktadır.
Allah, kullarını nimetlerle denediği gibi, bir takım musîbetlerle de dener. O'nun bu denemesinde de pek çok hikmetler gizlidir. İnsan için son derece önemli olan güvenin yerini korku, varlığın yerini yokluk, bansın yerini savaş, tokluğun yerini açlık, sağlığın yerini hastalık, yaşamın yerini ölüm, bolluğun yerini darlık, neşenin yerini hüzün ve keder, gençliğin ve zindeliğin yerini düşkünlük ve zafiyet alabilir. Bunlar bazen insanın elinde olan bazen de elinde olmayan sebeplerle olur. Hangi sebeple olursa olsun, bu tür musibetlerin bir sonucu ve bizim üzerimizde bırakmış olduğu bir etkisi vardır. Bu sonuçlar karşısında insanın sabredici tavrı ile, isyan edici özelliği kendisini gösterir. Allah insanların sabredenlerini müjdelemekte, sınavın bu boyutunda kendisine teslim olmamızı istemektedir. Aynca bazı insanlar, bu musibetler sebebiyle Allah'a karşı görevlerini hatırlarken, bazıları da tepkisel bir davranışla Allah'tan daha da uzaklaşmaktadırlar. Kimisi Allah'ın adaletini sorgulamaya kalkarken, kimisi kendi hata ve kusurlarından ötürü tövbe etme zamanının geldiğine karar vermektedir. İşte musibetlerle sınavın hikmetini, insanların sabır ve isyan, sorumluluk ve sorumluluktan kaçış gibi kabiliyetlerinin ortaya çıkarılması için bir vesile şeklinde anlamak mümkündür.[1126]
Yukarıda Kur'an'ın fitneye, isnat edilen varlığa göre farklı anlamlar yüklediğini belirtmiş, onun, Allah'a nispet edildiğinde, insanın sınanmasını; insana nispet edildiğinde, ondan kaynaklanan baskı, zulüm, işkence, sapma, saptırma, ayartma, fesat, kargaşa, anarşi, iç huzursuzluk ve buhran gibi davranışlara bağlı olarak ortaya çıkan sözlü ve fiilî kötülüklerini[1127]; şeytana nispet edildiğinde ise, onun vesvese vermesi, ayartması ve baştan çıkarması gibi çeşitli hilelerini anlattığını ifade etmiştik. Fitnenin Allah'a nispet edildiğinde onunla neyin kastedildiğini yukarıda açıklamıştık. Burada ise beşerî fitne başlığı altında Kur'an'ın insana nispet ettiği diğer bir ifade ile tamamen insandan kaynaklanan fitneden söz edeceğiz.
Fitne kelimesi Kur'an'da lafzen sadece tek bir yerde açıkça insana izafe edilir. O da "İnsanlardan 'Allah'a inandık' diyenler vardır. Ama Allah uğrunda bir ezaya/işkenceye uğratılınca, insanlardan gördükleri ezayı (fitnete'n-nâs), Allah'ın azabı gibi görürler." âyetinde geçen fitnete'n-nâs ifadesidir. Söz konusu ifade burada insanların baskı ve işkencesi anlamına gelmektedir.
İnsan iyi ve kötü davranışları seçme ve yapma hususunda hem yetkin ve hem de özgür olduğundan; Allah-insan, insan-Allah, insan-insan ve insan-eşya ilişkilerinde ortaya çıkan herhangi bir sonuç, neticesi itibariyle insanoğlunu ilgilendirmektedir. Dolayısıyla fitne ancak insan ile anlam bulabilecek bir içeriğe sahiptir. Zira insan olmadan bu kavramın içini doldurmak mümkün değildir. Bu durumda gerek aktif konumda ve gerekse pasif konumda olsun, fitnenin odağında her zaman insan bulunmaktadır. Bu sebeple beşerden kaynaklanan fitneyi söz konusu ederken öncelikle mahiyetini anlamaya çalışmanın daha yerinde olacağını düşünüyoruz. [1128]
Beşerî fitne denilince, insan-Allah, insan-insan ve insan-eşya münasebetlerinde, insanın etken konumda olduğu bir fitne akla gelmektedir. Buna göre beşerî fitne; insanı sapıklığa götüren ve manevi değerlere olan inancını kaybetmesine yol açan her türlü müdahale olarak tanımlanabilir.[1129] Öyle ise, birey ve toplumu manevi çöküntüye uğratan, dünyada belâ ve musibete maruz bırakan, âhirette ise cezaya çarptırılmasına sebep olan durumların tamamı bu tür fitnenin içerisinde yer aldığı gibi, insanı inancından uzaklaştırmak için yapılan sözlü ve fiili her türlü müdahaleleri de bu kapsama dahil etmek mümkündür.[1130] Bu manada müminleri inançlarından uzaklaştırmak amacıyla vatanlarından çıkarmak, savaşmak, öldürmek, yaralamak, hapsetmek gibi her türlü maddi ve manevî baskı, zulüm ve işkencelere tâbi tutmak, inanç hürriyetini engellemek, buna yönelik teşebbüsler içerisinde olmak, fesat ve kargaşa çıkarmak, şirk, küfür, nifak, günah, vb. olumsuz durumlar beşerî fitnenin kapsamı içerisinde yer alır. Bundan dolayı Kur'an'da beşerî fitnenin insanları inandıkları değerlerden alıkoyma, baskı ve zulümle kendi inançlarına döndürme,[1131] sapıklık, saptırma,[1132] işkence etme, ateşe atma[1133] anlamlarında kullanıldığını görmekteyiz.
Kur'an beşerî fitneye hiçbir olumlu anlam yüklememektedir. Zira beşerî fitnede baskı, zulüm, işkence, fesat, kaos, tefrika, anarşi ve terör gibi insan hayatını olumsuz yönde etkileyen olgular mevcuttur. Müşriklerin müslümanları dinlerinden vazgeçirmek için giriştikleri yıkıcı faaliyetler[1134], Musa'nın dinine girmelerinden ötürü Firavun'un, onun kavmine işkence etmesi[1135]; Peygamber'i Allah'a kulluktan uzaklaştırıp kendi isteklerine boyun eğdirmeye kalkışmaları[1136]; münafıkların müminler arasına nifak sokmaları[1137] hep beşerî fitnenin bu negatif niteliğini ortaya koymaktadır. [1138]
Beşerî fitnenin odağında insan bulunduğundan, insanı fitneye sürükleyen etkenlerin neler olduğunu tahlil etmek gerekmektedir. Bu meyanda insanı fitneye iten pek çok etkenden söz edebiliriz. Ancak yaptığımız tetkik neticesinde bunları iç etkenler ve dış etkenler olarak ayırmak suretiyle üzerinde durduğumuzda, konunun yeterince açıklığa kavuşacağı kanaatine ulaştık.[1139]
İnsanı fitneye sürükleyen iç etkenler, tamamen onun yaratılış özellikleri ile ilgili hususlardır. Zira Kur'an'a göre insan, iyilik ve kötülük yapmaya kabiliyetli,[1140] şükredip nankörlük etmek kendi elinde olan[1141] bir varlıktır.[1142] Nitekim Kur'an bu hususa şöyle işaret etmektedir: "Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır."[1143] Bu âyetten anlaşıldığına göre tezkiye edilerek iyilik duyguların, kötülük duygularına galip gelmeyen nefis bütün olumsuzlukların kaynağıdır. [1144]
Dış etkenden maksat, insan dışında olan ancak hareket ve eylemleriyle bir şekilde insanı etkileyen şeylerdir. Nitekim mal ve evlatlar, dünyevî makamlar, bazı insanların şeytanî davranışları insanı bazen fitneye düşürebilmektedir.
Kurân'dan anlaşıldığı kadarıyla, fitne çıkmasına yol açan dış faktörlerden birisi de din ayrımcılığıdır. Zira sırf kendi inancı adına diğer inanç sistemlerini zorla ortadan kaldırma girişimleri bu çerçevede ele alınabilir. Küfür, şirk ve nifak çerçevesinde müminlerle mücadele edenlerin sergiledikleri yıkıcı faaliyetler bunun en güzel örnekleridir. Çünkü bunlar sadece inanmamakla kalmamış, inanan veya inanmak isteyenlere her koşulda engel olmuşlardır. Mekke başta olmak üzere Hz. Peygamber'in peygamberlik hayatı bu tür olaylarla doludur. "Şüphesiz mümin erkeklerle mümin hanımlara işkence (fitne) edip, sonra da tevbe etmeyenlere cehennem azabı ve yangın azabı vardır."[1145] âyetiyle Kur'an, din ayrımcılığı noktasında çıkarılan fitneye işaret etmektedir. Allah'ın hükümlerinden alıkoyma şeklinde de değerlendirilebilecek bu tür bîr fitne hakkında Kur'an'da şöyle denilmektedir: "O halde, Allah'ın indirdiğiyle aralarında hükmet, onların heveslerine uyma. Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından seni uzaklaştırmalarından sakın..."[1146] Böyle bir fitne ile Hz. Peygamber'in dahi, Allah'ın vahyettiğinden uzaklaştırılmaya çalışılabileceğine işaret eden bir başka âyet de şu şekildedir: "Seni sana vahyettiğimizden ayırıp başka bir şeyi bize karşı uydurman için uğraşırlar. İşte o zaman seni dost edinirler. Sana sebat vermemiş olsaydık, az da olsa onlara meyledecektin. O taktirde sana, hayatın da, ölümün de kat kat azabını tatttrırdık. Sonra bize karşı bir yardımcı da bulamazdın."[1147]
Verilen bu bilgiler doğrultusunda beşerî fitnenin eyleme dönüştüğü en önemli nedenlerinden birinin inanç dayatması olduğu söylenebilir. Farklılıkların kabul edilmeyip paylaşılmadığı, hoşgörü zemininden uzak durumların fitneye sebep olması kaçınılmazdır. Dolayısıyla din ve inanç boyutunda da farklı inançların varlığına gösterilen tahammülsüzlük, din yönünden insanlar arasında bir fitnenin doğmasına neden olmaktadır.
Çıkar amaçlı yaklaşımların da fitneyi besleyen dış faktörlerden olduğu söylenebilir. Bu manada, menfaatperestlik, haddi aşma, hırs, tamah gibi olumsuz tavırlar, siyasî, iktisadî, sosyal, ekonomik ve ahlâkî yönlerden toplumsal fitneyi körükleyen faktörlerin başında yer almaktadır. Zira böyle bir anlayışa sahip olan insanlar, çoğunluğun menfaatlerini değil de, kendi menfaatlerini düşündüklerinden şahsi çıkarlarına aykırı gördükleri fikirlere kin duymaya, bunları inkar etmeye ve güçleri yettiği ölçüde bunları imha etmeye çalışacaklardır.
Ekonomik, siyâsî, sosyal güç ve nüfuzu ellerinde bulundurup bunu kendi bireysel ve kitlesel çıkarları uğruna sarf edenler hakkında Kur'an şöyle demektedir: "Dediler ki: Eğer seninle birlikte hidâyete uyacak olursak, yerimizden (yurdumuz ve konumumuzdan) çekilip kopartılırız."[1148] Bu âyette anlatıldığı gibi, müşriklerin Hz. Peygamber'i reddetmelerinin asıl nedeni ona inanmamak değil; kendilerine has bazı çıkarlarının kaybolma korkusuydu. Hakkı kabul etmek, zanlarınca onların siyâsî, sosyal ve ekonomik çıkarlarının kaybolması anlamına geleceğinden, buna yanaşmaktan şiddetle kaçınıyorlardı.[1149] Nitekim onlar sadece hakkı kabul etmemekle kalmamış, toplumsal yaşamı tahrip ederek psikolojik, fiziksel ve ekonomik baskıya baş vurmuşlardır. Hz. Peygamber'e Mekke müşrikleri tarafından reva görülen akıl almaz baskı ve işkence çabalarını dile getiren"Hatırla ki, (ey Peygamber!) hakikati inkara şartlanmış olanlar seni (tebliğden alıkoyup) durdurmak, öldürmek yahut sürgün etmek için sana karşı nasıl ince tuzak kuruyorlardı. "[1150] mealindeki âyet, her zaman ve her yerde hakkı dile getirmek isteyenlere karşı sürdürülen tahammülsüzlüğü ortaya koymaktadır. Bu noktadan hareketle, toplumsal yaşamı olumsuz yönde etkileyen fitne hareketlerinin, çıkarcı yaklaşımlardan kaynaklandığını ifade edebiliriz. Verilen bilgilerden hareketle, fitne çıkarmak isteyen insanların aynı zamanda çıkarcı bir karakter taşıdıkları ve beşerî fitnenin bu tür insanlarda bulunabileceği söylenebilir. [1151]
Beşerî fitne ile ilgili âyetlere baktığımızda, bu tür fitneyi gerçekleştirenlerin genel olarak kâfirler, müşrikler, münafıklar, yahudiler gibi gayr-ı müslimler olduğunu görürüz. "Onlar çirkin birşey yaptıkları, yahut nefislerine zulmettikleri zaman Allah'ı hatırlayıp hemen günahlarının bağışlanmasını isterler."[1152] mealindeki âyetten beşerî fitne kapsamında değerlendirilebilecek bazı tutum ve davranışların müminler tarafından da gerçekleştirilebileceği anlaşılsa ve mümin de beşer olması hasebiyle bu tür bir fitneyi çıkarmaya güç yetirse de, Kur'an mümine böyle bir vasfı nispet etmemektedir. Böyle olmakla birlikte, Kur'an'ın ilkelerine uymadıkları taktirde meydana gelecek olan beşerî fitneye müminlerin dolaylı da olsa zemin hazırladıkları söylenebilir. "Eğer siz bunu yapmazsanız yeryüzünde fesat, kargaşa (fitne) ve büyük bir bozulma olur."[1153] ve "Sadece içinizden zulmedenlere erişmeyecek olan bir fitneden (belâ ve musîbetten) sakının ve bilin ki Allah azabı çetin olandır."[1154] âyetleri müminlerin görev ve sorumluluklarını yerine getirmediklerinde ortaya çıkacak bu tür fitnelerden söz etmektedir.[1155] Ancak yine de müminlerin fitneye bulaşması dolaylı olduğundan biz bu başlık altında müminlerin fitnesinden değil de, doğrudan fitne çıkaran ve bunu amaçlayan kimselerin fitnesinden bahsedeceğiz.[1156]
Peygamberlerin gönderilmesiyle birlikte onlara iman etmeyen bir kısım kâfirlerin inanan müminlere sırf inançları sebebiyle zulmettikleri, çeşitli şekillerde baskı uyguladıkları bilinen bir husustur. Farklı inançlara tahammül edemeyen bu insanlar genellikle baskı ve zulüm yoluyla inançları ortadan kaldırma yöntemini tercih etmişlerdir. Kâfirler bir çok açıdan fitne kaynağı olmakla beraber onların Kur'an'da örnek verilen fitnelen genelde inanç ve ibadet özgürlüğünün engellenmesi için yaptıkları baskı, zulüm ve işkencedir. Bu hususu dile getiren âyetlerden birisi şöyledir: "İnanan erkek ve kadınlara (dinlerinden döndürmek için) işkence edip sonra da tövbe etmeyenler yok mu işte onlar için cehennem azabı ve yangın azabı vardır."[1157] Görüldüğü üzere bu âyette mümin kadın ve erkeklere inançlarından dolayı işkence edenlerin cehennem azabı ile cezalandırılacakları belirtilmektedir. Bir kısım müfessir, âyette sözü edilen "işkence edenler" ifadesiyle, hiçbir suç işlemedikleri halde yalnızca Allah'a inanan müminleri ateş dolu hendeklere atıp diri diri yakan kâfirlerle ashâbü'l-uhdûd [1158] un kastedilmiş olabileceğini söylemektedirler."[1159] Âyetin yer aldığı grupta Allah'ın üstün kudretine vurgu yapılarak, insanlara işkence eden inkarcılar şiddetle kınanmakta, zalimlerin cezasız bırakılmayacağı, inanıp sâlih amelde bulunanların ise mükâfatlandırılacağı bildirilmektedir. Söz konusu âyetin bulunduğu sûrenin bağlam ve muhtevasından, âyette yer alan işkenceci insanların, kâfirler olduğu ortaya çıkmaktadır.
Kur'an'da zulmün sembolü haline gelen Firavun'un, aynı zamanda beşerî fitnenin de sembolü olduğunu söyleyebiliriz. Muhtelif yerlerde onun akıl almaz zulüm, baskı ve işkencelerinden bahseden Kur'an[1160], onun fitne kavramı çerçevesinde sergilemiş olduğu inanç özgürlüğünü engelleme çabasını ve despotluk tavrını da şu şekilde ifade etmektedir: "Firavun ve ileri gelenlerinin zulüm ve işkence etmesinden (en yeftinehüm) korkuya düştükleri için kavminden küçük bir gurup gençten başka kimse Mûsâ'ya iman etmedi. Çünkü Firavun yeryüzünde ululuk taslayan (bir diktatör) ve haddi aşanlardan idi."[1161]; "Sihirbazlar ise secdeye kapandılar. 'Âlemlerin Rabbine, Mûsâ ve Harun'un Rabbine iman ettik.' dediler. Firavun, 'Ben size izin vermeden iman ettiniz ha! Şüphesiz bu, halkını oradan çıkarmak için şehirde kurduğunuz bir tuzaktır, göreceksiniz! Mutlaka sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra da (ibret olsun diye) sizin tümünüzü elbette asacağım' dedi."[1162]; "Musa, onlara (Firavun ve adamlarına) tarafımızdan gerçeği getirince, 'onunla beraber iman edenlerin oğullarını öldürün, kadınlarını sağ bırakın' dediler. Fakat kâfirlerin tuzağı hep boşa çıkmıştır. Firavun dedi ki; 'Bırakın beni Musa'yı öldüreyim."[1163] Bu âyetlerde de görüldüğü üzere halkının iman etmesi önündeki en büyük engel, Firavun ve adamlarının fitneleridir.[1164]
Daha önce de açıkladığımız üzere, müşriklerin özellikle din ve inanç özgürlüğünü kısıtlama ve engelleme amacıyla fitneye baş vurduklarını müşahede etmekteyiz. Onlar, Hz. Peygamberin peygamberliğinin ilk yıllarında Hz. Peygamber ve diğer müminlere yönelik sözlü saldırılarda bulunmaya başlamışlar, yetim olan birinin peygamber olarak gönderilmesinin mümkün olamayacağını iddia etmişlerdir. Bu düşünceleri neticede onları fitneye sevk etmiştir.[1165] Nitekim, "Hani kâfirler seni tutuklamak veya öldürmek, ya da (Mekke'den) çıkarmak için tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak kuruyorlar. Allah da tuzak kuruyordu. Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır."[1166] mealindeki âyet, müşriklerin psikolojik baskı ile yetinmeyip bedensel, ya da sosyal baskıya yöneldiklerini ortaya koymaktadır. Böylece müşriklerin tepkileri, daveti engelleme, alay etme, tehdit etme, ezâ ve cefa yapma şeklinde devam etmiş, onlar müslümanları değişik bölgelere hicret etmek zorunda bırakmışlardır. [1167]
Kur'an'ın ilgili âyetlerinden bazıları şöyledir: "Nerede bulursanız onları öldürün. Sizi çıkardıkları yerden (Mekke'den) siz de onları çıkarın. Zulüm ve baskı (fitne) adam öldürmekten daha ağır bir suçtur."[1168] "Allah'ın yolundan alıkoymak, onu inkar etmek, Mescid-i Haram'm ziyaretine engel olmak ve halkını oradan çıkarmak Allah katında daha büyük günahtır. Zulüm ve baskı (fitne) ise adam öldürmekten daha büyük bir suçtur."[1169] Müşriklerin müslümanları yurtlarından çıkarmaları ve inançlarından dolayı onlara işkence etmeleri, bu âyetler de fitne ile ifade edilmiştir.
Kur'an'dan anlaşıldığına göre müşriklerin müminlere yönelik fitneleri sadece zulüm ve baskı ile sınırlı değildir. Müşrikler doğrudan saptırma şeklinde de Hz. Peygamber'e ve müminlere fitneci tavırlarını yöneltmişlerdir. Nitekim ilgili âyetlerden birinde şöyle buyurulmuştur: ''Onlar (Müşrikler), sana vahyettiğimizden başka bir şeyi yalan yere bize isnat etmen için seni neredeyse sana vahyettiğimizden saptıracak ve ancak o takdirde seni dost kabul edeceklerdi".[1170]
"İnanmış erkek ve kadınlara işkence edip sonra (yaptıklarına) tevbe etmeyenler (yok mu, onlar) için cehennem azabı ve yakıcı azap vardır."[1171] mealindeki âyetle işaret edilen olayın, aynı zamanda Mekke müşriklerini ve daha sonra inançlara baskı yapmak suretiyle fitne çıkaran herkesi uyardığını söyleyebiliriz.
Ayetlerden de anlaşılacağı gibi bu gruba dahil olan insanların fitnesi; muhatabı hafife alma, alay etme, hakir görme, aç ve sefil bırakma, işkence etme, katletme, ev ve yurtlarından çıkartıp sürgüne gönderme gibi psikolojik, siyâsî, sosyal ve ekonomik baskı şeklinde zuhur etmiştir. [1172]
Münafık; zahirde mümin, gerçekte ise kâfir olan insan tipidir. Müminle kâfir arasında gidip gelen çift yüzlü, çifte şahsiyetli biri olduğu için münafık, Kur'an'ın kâfirden bile tehlikeli gördüğü insan tipi olarak karşımıza çıkmaktadır. Münafığın, gerçek yüzünü gizlemesi, diğer hususlarda olduğu gibi, fitne konusunda da onun çok daha tehlikeli biri olduğunu açıkça göstermektedir. Nitekim Kur'an yer yer münafıkların fitne çıkarıcı ve fitneye düşürücü tutum ve davranışlarından söz eder. Buna göre, münafıklar, fitneye her çağrıldıklarında ona hiç beklemeden ve gözü kapalı bir biçimde can atarak koşarlar.[1173]
Münafıklar, müminlerle aynı mahalli paylaştıklanndan, onların fitnesinin aleni olmaktan ziyade sinsice ve gizlice olduğu söylenebilir. Münafıklar sadece dünyevî çıkar ve menfaatlerini garanti etmeye şartlandıklarından kâfirler karşısında da müminler nezdinde de net bir tavır ortaya koyamazlar. Bu sebeple bütün yapıp ettikleri kendilerini sağlama alabilmek için her türlü fitneye baş vurmaktır. Tevbe sûresi 47 ve 48. âyetlerde Tebük seferine münafıkların katılmaları durumunda orada müminlerin arasına tefrika sokmak suretiyle fitne çıkaracakları haber verilmektedir. Burada münafıkların esasen yapmak istediği, mallan yanında canlarını da kaybetme tehlikesi bulunan savaşı engellemek, böylece savaşın manevi getirişini hiçe sayarak kendi çıkarlarını tercih etme düşüncesidir. Bunun yanında Kur'an Ahzab sûresinin 14. âyetinde de Hendek savaşı dolayısıyla münafıkların fitnesinden bahsetmiştir.
Her iki savaş bağlamında verilen bilgiler doğrultusunda münafıkların fitnesinin tefrika, kargaşa ve bozgunculuk şeklinde olduğunu söyleyebiliriz. Böylece münafıklar çeşitli davranışları sebebiyle hem fitneye düşen, hem de başkalarını, özellikle müminleri fitneye düşürmeye çalışan özellikleriyle Kur'an'da tanıtılmaktadırlar.
Netice itibariyle, beşerî fitneyi kâfir, müşrik ve münafıkların çıkarttığına veya çıkarabileceklerine işaret eden Kur'an, bunların şahsında beşer olarak herkesin fitneye düşebileceğini var sayarak, fitnenin tüm insanlar için olumsuz sonuçlar doğuracağını ifade etmiştir.
Bunların dışında Kur'an'da ayrıca iki yerde daha fitne ve türevleri kullanılarak fitne çıkaranlardan söz edilmektedir. Bunların birinde Medine'de yahudilerin Hz. Peygamberi Allah'ın hükümlerinden uzaklaştırıp kendi isteklerine boyun eğdirmeye kalkışmalarından söz edilmekte, onların bu girişimleri karşısında Hz. Peygamber'in dikkati çekilerek uyarılmaktadır. Konunun anlatıldığı âyetin meali şöyledir: "Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Onların arzularına uyma. Ve onlardan sakın ki Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından seni uzaklaştırmasınlar (en yeftinûke). Eğer yüz çevirirlerse, bil ki şüphesiz Allah, bazı günahları sebebiyle onları musibete çarptırmak istiyor, insanlardan bir çoğu muhakkak ki yoldan çıkmışlardır."[1174]
Diğerinde ise "kalbinde eğrilik bulunan"[1175] kimselerin fitne çıkarma isteklerinden söz edilmektedir. Burada Kur'an, fitneyi "kalbinde eğrilik bulunanlar"[1176] diye tabir ettiği insanlara nisbet etmektedir ki, bu ifadeyi herhangi bir inanç grubuna hasretmek oldukça güçtür. Özellikle tefsir metodolojisinde sıkça kullanılan ve Kur'an'ın anlaşılıp yorumlanmasından bahseden "Sana kitabı indiren odur. Onda kitabın temeli olan kesin anlamlı (muhkem) âyetler vardır, diğerleri de çeşitli (müteşâbih) anlamlıdır. Kalplerinde eğrilik olanlar, sırf şüphe uyandırarak saptırmak (fitne) ve onu kendi arzularına göre tevil etmek için ondaki müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Halbuki onun tevilini ancak Allah bilir..."[1177] mealindeki âyette kalbinde eğrilik bulunan kötü niyetli kimselerin fitne çıkarmak maksadıyla müteşâbih âyetlerin ardına düştüklerinden söz edilmektedir. Bu kimselerin esas hedefleri lafzı itibariyle birden fazla anlam ihtimali bulunan müteşâbih âyetleri, kendi kötü maksatları doğrultusunda, bozuk düşünce ve inançlarla tahrif ederek zayıf inançlı müminlerin zihinlerini şüphelerle karıştırmak ve onları bulundukları doğru yoldan saptırmaktır. Âyette belirtilen "ilâhî kelamın özü (ümmu'l-kitab) olan muhkem âyetler, mesajın temelini oluşturan ana ilkeleri ve özellikle ahlaki ve sosyal öğretileri kapsar. Mütesâbih âyetler ise, ancak açık şekilde ifade edilen ilkeler ışığında doğru olarak yorumlanabilir. Bu âyetin ''kalplerinde eğrilik olanlar, sırf şüphe uyandırarak saptırmak (fitne) isterler" kısmındaki 'kalbi eğriler'in kimler olduğu hususu pek açık değildir. Nitekim, "kalplerinde eğrilik olanların kafaları karıştırması, keyfi şekilde yorumlamanın bir sonucu"[1178] olarak değerlendirilmekle birlikte, bunların kimlikleri pek belli değildir. Ebû Mansûr Mâturîdî (333/944), fitne maksadıyla müteşâbihe tâbi olan kötü niyetli kimseleri, küfür içerisinde olanlar ve küfür içerisinde olmadıkları halde hevâ ve heveslerine tabî olarak müteşâbihleri te'vile çalışanlar şeklinde iki kısımda müteala etmektedir.[1179] Fitne çıkarmak arzusu ile mütesâbih âyetlerin peşine düşen ve kalplerinde eğrilik olanlar ile kimlerin kastedilmiş olabileceği hususunda tefsirlerde şu görüşlere yer verilmektedir:
1- Bu kimseler Necrân Hıristiyanlarıdır. Bunlar bir grup halinde Hz. Peygambere gelerek İsa (a.s.) hakkında tartışmışlar, Kur'an'da onunla ilgili geçen "Allah'ın ruhu ve kelimesi" ifadesini duyduklarında, "Bu bize yeter" demişlerdi. Kendi bozuk inançları doğrultusunda yorumladıkları bu mütesâbih tabiri, İsa (a.s)'nın ilah olduğuna delil göstermişlerdi.
2- Bir grup yahudidir. Bunlar Hz. Peygamberin ümmetinin ömrünün ne kadar olacağını öğrenmek istemişler ve bunu da sûrelerin başında bulunan mukattaa harflerinden çıkarmak istemişlerdi.
3- Bu ifade bâtıla sarılan ve kendi bâtılı için müteşâbihi delil getiren herkese şamildir.[1180]
Netice olarak Kur'an kötü niyetli kimselerin mütesâbih âyetlerin ardına düşmelerindeki maksatlarından birinin de fitne çıkarmak -yani insanların zihinlerini bir takım şüphe ve yanlış bilgilerle bulandırarak Kur'an'ın özünden uzaklaştırıp, onları doğru yoldan saptırmak- olduğunu belirtmektedir.[1181]
Genel anlamda bütün insanların, beşerî fitneye maruz kalması söz konusu olmakla birlikte, amillerinin kâfir, müşrik ve münafıklar olması sebebiyle ilk planda beşerî fitneye uğrayanların inananlar olduğunu söyleyebiliriz. Kur'an'da pek çok âyet müminlerin zaman zaman bu tür fitnelerle karşılaştıklarını göstermektedir.[1182] Örneğin, Burûc sûresinde, zaman ve şahıs bildirmeksizin geçmiş ümmetler arasından bazı mümin kadın ve erkeklerin sadece Allah'a iman etmelerinden dolayı ağır işkencelere uğradığı anlatılmaktadır.[1183] Yine bazı âyetlerde İsrâiloğullarının kendilerine gönderilen peygamberlerden bir kısmını öldürdükleri belirtilmektedir.[1184] Özellikle Mekke'de İslam davetinin başladığı yıllarda müşriklerin akıl almaz işkence ve zulümlerine maruz kalan Hz. Peygamber[1185] ve ashabı, psikolojik, ekonomik ve sosyal baskıyla sindirilmek istenmişlerdir.[1186] Hz. Peygamber ve beraberindekilere karşı son derece acımasız tutum ve davranışlarda bulunan müşrikler, onları inançlarından döndürebilmek için değişik baskı yöntemlerine başvurmuşlardır. "Hani kâfirler seni tutuklamak veya öldürmek, ya da Mekke'den çıkarmak için tuzak kuruyorlardı..."[1187]; "Sonra şüphesiz ki Rabbin, eziyete uğratıldıktan (fütinû) sonra hicret eden, sonra Allah yolunda cihad edip sabreden kimselerin yanındadır."[1188]; "Onlar, güç yetirebilseler, sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler..."[1189] meâllerindeki âyetler bunun açık delilidir. İnananlara yapılan baskı ve işkence Mekke döneminin en belirgin özelliklerindendir. Baskı ve zulmün sonucunda ise müminler önce Habeşistan'a[1190], daha sonra da Medine'ye hicret etmişlerdir. Hatta bazı güçsüz müslümanlar hicretten sonra da bu baskı ve zulmün altında kalmışlar[1191]
Medine'de münafıkların müminler aleyhindeki entrikaları[1192] ve yine ehl-i kitaptan bazılarının Hz. Peygamberi Allah'a kulluktan uzaklaştırıp kendi isteklerine boyun eğdirmeye kalkışmaları[1193] genelde müminlerin beşerî fitneye maruz kaldıklarını gösteren örneklerdir. Bu örneklerde de görüldüğü üzere Kur'an'a göre genel olarak fitne çıkaranlar gayri müslimler, fitneye uğrayanlar ise müminlerdir. Nitekim, "Ey Rabbimiz! Bizi inkar edenlerin zulmüne uğratma (fitne). Bizi bağışla. Doğrusu sen mutlak güç sahibisin, hüküm ve hikmet sahibisin."[1194] mealindeki âyetinde Hz. İbrahim ve beraberindeki müminler böyle bir fitneye maruz kalmaktan korunmak amacıyla Allah'tan yardım istemektedirler.[1195]
Beşerî fitne kim tarafından çıkartılırsa çıkartılsın sonuçta az ya da çok o toplumda yaşayan herkesi etkileyecektir. Çünkü fitne öncelikli olarak toplumsal barışı ortadan kaldırarak değişik gruplar arasında düşmanlıkların yaygınlaşmasına, huzur ve güvenin ortadan kalkmasına neden olur. Bu durum iç karışıklık, kargaşa ve toplum düzenin bozulmasının başlıca sebebidir. Bu da toplumun bütün bireylerini rahatsız eder. Beşerî fitnenin sonuçlarını fitneyi çıkaranlar ve fitneye maruz kalanlar olmak üzere iki kategoride ele alıp değerlendirebiliriz.[1196]
Fitne sayılan eylemleri gerçekleştirenler, dünyada çeşitli belâ ve musibetlerle karşılaşabilecekleri gibi âhirette de cehennem azâbıyla cezalandırılacaklardır. Kargaşa, saptırma, terör, baskı, zulüm ve işkence gibi yıkıcı nitelikler taşıyan fitne olgusuna sebep olanlar, insanların güven ve huzurunu ortadan kaldırarak toplum hayatını olumsuz yönde etkileyeceklerinden, içlerinde bulundukları halk kitlelerinin gönlünü alamayacaklardır. Bu işi yapanların ellerinde güç ve kuvvet bulunsa da bu geçici olacaktır. Zira fitneye maruz kalanlar, bir taraftan bunu çıkaranların fitnelerine karşı tavır geliştirmeye çalışırken diğer taraftan da bunlardan kurtulma yolları arayarak bir takım tedbirler alacaktır. Bu sebeple fitne çıkaranlar, öncelikle dünya hayatında sağduyu sahibi kimselerin, özellikle de fitneye maruz kalanların kin, nefret ve düşmanlıklarını kazanacaklardır. Nitekim, baskı, zulüm ve işkence yaparak Hz. Musa'ya imân edenleri inançlarından döndürmeye çalışan Firavun ve onun önde gelen adamları için Hz. Musa'nın şöyle beddua ettiği belirtilmektedir: "Ey Rabbimiz! Gerçekten sen Firavun'a ve onun ileri gelenlerine dünya hayatında nice ziynet ve mallar verdin. Ey Rabbimiz, yolundan saptırsınlar diye mi? Ey Rabbimiz, sen onların mallarını silip süpür ve kalplerine darlık ver, çünkü onlar elem dolu azabı görünceye kadar iman etmezler."[1197]
Kendilerine gönderilen peygamberlerin bir kısmını yalanlayıp bir kısmını öldüren İsrâiloğullarının[1198] bu yaptıklarından dolayı başlarına bir belâ ve musîbetin gelmeyeceğini zannetmelerinin[1199] doğru olmayacağı ifade edilerek bu fitnelerinden dolayı belâ ve musîbete duçar olacaklarına işaret edilmektedir. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi İsrâiloğulları yaptıkları fitneler sebebiyle dünyada bir çok belâ ve musîbete uğramıştır.[1200] Bir de onların âhirette karşılaşacakları azap vardır ki onu da, "Allah'ın âyetlerini inkar edenler, peygamberleri haksız yere öldürenler, insanlardan adaleti emredenleri öldürenler var ya, onları elem dolu bir azap ile müjdele. Onlar, amelleri, dünyada da, âhirette de boşa gitmiş kimselerdir. Onların hiç yardımcıları da yoktur."[1201] mealindeki âyetler anlatmaktadır.
Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere bu tür fitneyi gerçekleştirenler genel olarak kâfirler, müşrikler, münafıklardır. Bunlar fitne sayılan eylemleri gerçekleştirmeleri sebebiyle Allah'ın yasaklarını ihlal ettiklerinden, sonuçta Allah'ın azabına uğrayacaklardır. "Şüphesiz mümin erkek ve kadınlara işkence edip (fetenû), sonra da tövbe etmeyenlere; cehennem azabı ve yangın azabı vardır."[1202] âyeti, fitne çıkaranların Allah'ın azabına uğrayacaklarını bildirmektedirler. Yine müminler arasına tefrika sokmak, düşmanla işbirliği yapmak, aldatmak, kargaşa çıkarmak, bozgunculuk yapmak, entrika, tahrik vb. yanlış tutum ve davranışlarıyla[1203] fitne çıkaran[1204], yaşamlarını fitne olan işlerle geçiren münafıkların[1205] âhiret hayatında cehennem azâbıyla cezalandırılacakları şöylece ifade edilmektedir: "(Azap içerisindeki münafıklar müminlere şöyle seslenirler: 'Biz de (dünyada) sizinle beraber değil miydik?' (Müminler de) derler ki: "Evet, fakat siz kendinizi haktan sapmak suretiyle fitneye düştünüz, (fetentüm enfüseküm) Başımıza musibetler gelmesini gözlediniz, şüphe ettiniz. Allah'ın emri gelinceye kadar kuruntular sizi aldattı. O çok aldatıcı (şeytan) Allah hakkında da sizi aldattı."[1206]
Netice olarak, birey ve toplum hayatında sevgi, barış, huzur ve güveni ortadan kaldırarak toplumda onulmaz yaralar açan fitne, onu çıkaran kimseleri hem dünyada ve hem de âhirette bir çok yönden sıkıntıya sokar.[1207]
Tüm insanlık için son derece acı neticeler doğurabilecek bir olgu olan beşerî fitneden öncelikli olarak -en azından dünyevî boyutta - bu fitneye maruz kalanların zarar görecekleri muhakkaktır. Bu tür fiitnelerden korunma amacıyla Hz. İbrahim ve beraberindeki müminlerin, "Ey Rabbimiz! Bizi, inkar edenlerin baskı ve zulmüne maruz bırakma."[1208] şeklindeki duaları ile, Hz. Musa'ya iman eden müminlerin, "Rabbimiz! Bizi zalim topluluğun baskı ve zulmüne maruz bırakma."[1209] şeklindeki duaları da gerek fert ve gerekse toplum hayatında son derece olumsuz etkiler bırakan fitnenin bununla karşı karşıya kalanlar açısından ne kadar hazin sonuçlar doğurabileceğinin bir işareti kabul edilebilir. Müminlerin sürekli bu tür fitnelere maruz kalması, küfredenlerin “İman iyi olsaydı bunlar mağlup edilmez esir olmazlardı." diyerek imanı küçümseyip küfre bağlılıklarını artırabilir. Nitekim bazı müfessirler daha önce de ifade ettiğimiz üzere az önce geçen âyetleri açıklarlarken bu hususa şöylece işaret etmektedirler: "Ey Rabbimiz, bizi o küfredenler için bir fitne kılma, yani onlara mağlup etme, ellerine düşürüp sıkıntı ve azaba sokma, ve el dil uzatmalarına meydan verme ki bizim meşakkatimiz yüzünden onlar imanı hakir görerek küfre bağlılıklarını artırmasın."[1210] Müminler bu açıdan da böyle fitnelere maruz kalmak istememektedirler.
Baskı ve zulüm, saptırma ve ayartma, fesat ve entrika neticesinde beşerî fitneye uğrayanlar, dünyevî yaşamlarında manevî çöküntüye uğrayarak inançlarını kaybedecekleri gibi maddeten canlarını, evlatlarını, mallarını, işlerini, vatanlarını v.s her şeylerini kaybedebilir, çeşitli hastalıklara, korkulara v.b şeylere maruz kalabilirler. Nitekim inançları sebebiyle müşriklerden gördükleri baskı yüzünden Mekke'de müminler evlerini yurtlarını vatanlarını terk ederek hicret etmek zorunda bırakılmışlardır. Ancak meseleye bir diğer açıdan bakıldığında özellikle inanç uğrunda karşılaşılan eziyetler, her zaman kötü sonuçlar doğuran bir durumu ifade etmeyebilir, kişinin inanma iradesini daha da güçlendirerek ahlâkî arınmasına, imanındaki kararlılığı ve erdemli yaşayışını kanıtlamasına imkan verebilir. Bu açıdan ferdin ve toplumun dînî ve ahlâkî gelişmesine katkısı olan olumlu bir imtihan ve deneme yoludur.[1211] İman ettikten sonra kendisine yapılan baskılar sonucu fitneye düşüp küfre dönenleri âhirette büyük azap beklerken[1212], bu baskılara sabreden kimseleri ise, cennette büyük mükafatlar beklemektedir. Müminlere işkence edip tövbe etmeyenler için cehennem azabının olacağını bildiren âyetten[1213] hemen sonra gelen "İman edip sâlih ameller işleyenlere gelince; onlara içlerinden ırmaklar akan, cennetler vardır, işte bu büyük başarıdır."[1214] mealindeki âyetin, müminlerin kâfirlerden görecekleri baskı ve işkencelere sabretmeleri gerektiğine[1215], sabrettikleri takdirde büyük mükafatlar kazanacaklarına işaret ettiğini söyleyebiliriz. Yine "Hicret edenler, yurtlarından çıkarılanlar, yolumda eziyet görenler, savaşanlar ve öldürülenlerin de Andolsun günahlarını elbette örteceğim. Allah katından bir mükâfat olmak üzere onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Mükâfatın en güzeli Allah katındadır." mealindeki âyette de fitneye maruz kalanların en güzel mükâfatlarla karşılaşacağı belirtilmektedir.[1216]
Kur'an, insanın hem dünya ve hem de âhiret hayatında mutlu olmasını hedef alan bir kitaptır. Buna yönelik olarak o, bir taraftan insanları tevhit,[1217] adalet,[1218] hürriyet[1219], kardeşlik[1220] ve hoşgörü[1221] gibi iyi ve güzel olan şeylere davet ederken, diğer taraftan baskı[1222], zulüm[1223], işkence[1224], anarşi[1225], terör[1226], haksızlık[1227], fesat[1228], tefrika[1229] gibi kötü ve çirkin şeylerden de nehy etmektedir.[1230] O, ideal bir hedef olarak müminlerden, insanların her hangi bir baskı altında olmaksızın huzur ve güven içerisinde, özgürce Allah'a kulluk yapma imkanlarını oluşturmalarını, bunu engellemeye çalışanlara karşı gerekli mücadeleyi vermelerini, insanları sapıklığa götüren ve manevi değerlere olan inançlarını kaybetmelerine yol açan her türlü müdahaleyi ortadan kaldırılmalarını onlardan istemektedir.[1231]
Kur'an'ın fitne karşısındaki tutumunu ele alırken öncelikli olarak Mekkî âyetlerle Medenî âyetler arasında farklılığı vurgulamak gerekir. Müslümanların henüz tam güçlü olmadıkları Mekke döneminin ortalarında inen âyetlerde genel olarak müminleri İslam'dan vazgeçirmek için eziyet ve işkenceye başvurmak suretiyle fitneyi gerçekleştirenler kınanırken, böyle bir fitneye maruz kalanlardan ise sabır ve tahammül göstermeleri istenerek[1232], kâfirlerin olumsuz tavırlarıyla karşı karşıya kalan müminlerin sabırlarının ve İslam'a bağlılıklarının denendiği ifade edilmektedir.[1233] Mekke'de 27. sırada indirilen Burûc süresinde geçen, "Şüphesiz mümin erkek ve kadınlara işkence edip (fetenû), sonra da tövbe etmeyenlere; cehennem azabı ve yangın azabı vardır."[1234] mealindeki âyette, müminlere işkence ederek fitne çıkaranların Allah'ın azabına uğrayacakları bildirilmekte, bu âyetten hemen sonra gelen "İman edip sâlih ameller işleyenlere gelince; onlara içinden ırmaklar akan, cennetler vardır. İşte bu büyük başarıdır."[1235] âyette ise müminler sabra teşvik edilmektedir. Ancak bu sûreden sonra yine Mekke'de inmiş olan Şûra sûresinde ise zulüm ve saldırıya uğrayanların -affetme tercihleri bulunmakla ve tavsiye edilmekle beraber- kendilerini savunabilecekleri, yapılan saldırıya misliyle karşılık verebilecekleri, bundan dolayı da kınanmayacakları ifade edilerek fitneye maruz kalanlara kendilerini savunma izni verilmiş, zulmedenler ise kınanarak elem dolu bir azapla tehdit edilmişlerdir.[1236]
Medenî âyetler de ise, özellikle kâfirler tarafından müslümanların dinlerinden dönmelerine yönelik olarak yapılan saldırı, baskı ve işkence anlamındaki beşerî fitnenin taşıdığı tehlikenin büyüklüğü "Fitne (zulüm ve baskı) adam öldürmekten daHa büyük bir suçtur."[1237] "Fitne (zulüm ve baskı) adam öldürmekten daha ağır bir suçtur."[1238] şeklindeki açıklamalarla vurgulanarak insanları Allah yolundan alıkoymanın, din ve ibadetlerini serbestçe yapmalarına engel olmanın ve bu sebeple vatanlarından çıkartmanın, öldürmekten çok daha ağır ve büyük suç olduğu belirtilmektedir.[1239] Sapma, saptırma, ayartma, hakkı batıl, batılı hak göstererek insanların zihinlerini karıştırma, müminlerin arasında tefrika çıkarma gibi beşerî fitne olarak değerlendirdiğimiz durumları gerçekleştirenler de çeşitli âyetlerle kınanmışlardır.[1240] Meselâ bir âyette müminleri saptırmak için gayret sarf eden kâfirlerin topluca cehenneme atılacakları belirtilirken yaptıkları harcamaların kendileri için ileride bir pişmanlık duygusu haline dönüşeceği de ifade edilmektedir.[1241]
Yine Medine döneminde nazil olan "İnkâr edenler birbirlerinin velileridir. Sizde bunu yapmazsanız, yeryüzünde kargaşa (fitne) ve büyük bir bozgun (fesat) çıkar."[1242] mealindeki âyette kâfir olanların birbirlerinin velileri olduğu belirtilerek, müminlerin aralarında dayanışma ve yardımlaşma olmadığı takdirde yeryüzünde fitnenin çıkacağı ve büyük bir fesadın olacağı hatırlatılıp müminler bu hususta uyarılmaktadır. Buna göre fitne ve fesadın önlenmesi için, müminler arasında birlik ve beraberliğin canlı tutulması[1243], bunu zedeleyecek tutum ve davranışlardan kaçınılması gerekmektedir. Ayrıca "Nasıl olur da Allah yolunda savaşmayı ve 'Ey Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu topraklardan kurtarıp özgürlüğe kavuştur) ve rahmetinle bizim için bir koruyucu ve destek olacak bir yardıma gönder!' diye yalvaran çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar için savaşmayı reddedersiniz."[1244], "(Hicret edemeyip Mekke'de kalan müminler) eğer din konusunda sizden yardım isterlerse onlara yardım etmek sizin üzerinize borçtur..."[1245] âyetlerinde de vurgulandığı gibi müminlerden fitneye maruz kalan diğer din kardeşlerine yardımcı olmalarının gerekliliği hatırlatılmıştır.[1246] Aynı şekilde Allah ve resulünün çağrısına uyulmasını emreden "Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman Allah'ın ve Resulünün çağrısına uyun."[1247] mealindeki âyeti müteakip gelen "Sadece içinizden zulmedenlere erişmekle kalmayacak olan bir fitne (belâ) den sakının ve bilin ki Allah azabı çetin olandır."[1248] âyet de fitnenin önlenmesine yöneliktir. Yine bir başka âyette[1249] de, Hz. Peygamber'in çağrısına uyulmadığı takdirde başlarına fitne (belâ ve musibetler) in geleceği uyarısı yapılarak müminlerin dikkatleri çekilmektedir. Aynı şekilde bir kısım âyetlerde[1250] fitne çıkaranların dünyada çeşitli belâ ve musibetlerle, âhirette ise cehennem azabıyla karşılaşacakları ifade edilerek ve bazı örnekler de verilerek müminler uyarılmaktadır.
Müslümanların güçlendikleri Medine döneminde inen âyetlerde, müminleri Allah yolundan alıkoyan ve onlara saldıran düşmanlarına karşı savaşmalarına izin veren âyetler nazil olmuştur.[1251] Bu âyetlerde, müslümanlara inançları sebebiyle kâfirler tarafından yapılan baskı, zulüm ve işkence anlamındaki beşerî fitnenin taşıdığı tehlikenin büyüklüğü vurgulanırken onu önlemeye yönelik olarak müslümanlara ideal bir hedef te gösterilmektedir. Buna göre onlar, dinlerinden döndürmek amacıyla zulmedip işkence eden, bu maksatla çeşitli baskılar uygulayan kâfirlere karşı kendilerini savunur ve onlara karşı savaşırlar. Bu durum, "Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın."[1252] "(dinden döndürmek için yapılan) baskı, zulüm (fitne) kalmayıncaya ve din Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın"[1253], ''Kendilerine savaş açılan Müslümanlara, zulme uğramaları sebebiyle cihad için izin verildi. Şüphe yok ki Allah'ın onlara yardım etmeğe gücü yeter."[1254] "(Dinden döndürmek için yapılan) baskı, zulüm (fitne) kalmayıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın"[1255] mealindeki âyetlerde açıkça yer almaktadır. Bu âyetlerde savaşın meşru sayılmasının sebebinin, kâfirlerin müminlere saldırı ve zulümleri olduğu açıkça ifade edilmiş olup, İslam'ı kabul eden ve onu serbestçe yaşayarak tebliğ etmek isteyen müminlerin önündeki en büyük engel olan fitnenin kaldırılmasının gerekliliği vurgulanmıştır. Fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar kâfirlerle savaşmanın emredildiği âyetlerde belirtilen nihai hedef, fitnenin ortadan kaldırılması ve dinin tamamen Allah'a ait olmasıdır. Esed (Ö.1992), Bakara, 193. ve Enfâl, 39. âyetlerde geçen fitnenin kalmayışını ve din terimini açıklarken şunları söylemektedir: "Fitnenin kalmayışı, hiçbir cezalandırılma korkusu duymadan Allah'a özgürce ibadet edilmesinin sağlanması ve hiç kimsenin başka bir insana korkuyla boyun eğmek zorunda kalmamasıdır. 'Din' teriminin bu bağlamda 'kulluk' olarak karşılanması daha uygundur. Çünkü bu karşılık, burada dinin hem akidevî, hem de ahlakî yönlerini, yani insanın hem inancını, hem de bu inançtan doğan yükümlülükleri kapsamaktadır.'[1256]
Sonuç olarak genellikle Mekkî âyetlerde fitne çıkaranlar kınanıp, ilahî bir cezaya duçar olacakları belirtilirken, fitneye maruz kalanların sabır ve tahammül göstermeleri tavsiye edilmekte, ahirette de çeşitli mükafatlara nail olacağı haber verilmektedir. Medine dönemindeki âyetlerde ise sorun bireysel bir sıkıntı olmaktan çok toplumsal bir sorun olarak ele alınmış müminlere bunu önlemeye yönelik çözümler sunulmuştur. Fitnenin önlenmesi ile ilgili âyetlerde genellikle toplumsal kitleyi dikkate alan bir hitap tarzının seçilmesi, böyle bir problemi ancak toplumun tam olarak çözebileceğini çağrıştırmaktadır. Buna göre toplumda, toplumsal barışın en önemli unsurları olan hak, adalet, hürriyet, sevgi, barış, hoşgörü, dayanışma gibi evrensel ahlaki değerlerin yerleşmesi[1257], buna karşın gerek birey ve gerekse toplum hayatında son derece olumsuz etkiler bırakan ve toplumsal barışı tehdit eden haksızlık, zulüm, baskı, işkence, ayırımcılık, anarşi, terör gibi unsurların tamamen ortadan kaldırılması gerekmektedir.[1258] Bunun için de öncelikli olarak toplumun îmâni ve ahlâkî öğretiler doğrultusunda eğitilmesi, fitne tehlikesine karşı caydırıcı bir güce sahip olması, imkanları oranında onunla mücadele etmesi ve yerine göre de güç kullanması gerekmektedir.[1259]
Araştırmamızın bu kısmında şeytânı fitne başlığı altında Kur'an'ın şeytana isnat ettiği, diğer bir ifade ile tamamen şeytandan kaynaklanan fitneden söz edeceğiz. Şeytanın mahiyeti konusunda İslam bilginleri arasında farklı görüşler bulunmakla beraber, nasların zahirinden anlaşılan ve yaygın olan görüş, onun hariçte mevcut, gerçek bir varlık oluşudur.[1260] Melekler gibi gözle görülmeyen bir varlık olan şeytan[1261], cinlerden olup[1262], şerrin, fesadın, dalâletin, kötülüğün, azgınlığın temsilcisidir.[1263] Kur'an'da ilk şeytandan İblis diye söz edilmektedir.[1264] İblis, Hz. Âdem'e secde etmesini emreden Rabbinin buyruğuna karşı çıkarak[1265] onun lanetine uğramış[1266] ve huzurundan kovulmuştur.[1267] O isyankarlığıyla sınavı kaybedince, insanları Allah yolundan saptırma[1268], onları itaat ve ibadetten uzaklaştırma[1269] görevine talip olmuştur.[1270] Bunun neticesinde ona kıyamete kadar mühlet verilerek insanları sapıklığa ve kötü işler yapmaya sevk etme imkanı verilmiştir.[1271] O günden itibaren insanları vesvese vermek suretiyle kötü işler yaptırmaya yönlendiren İblis ve zürriyetinden gelen şeytanlar, onları saptırmak için büyük gayretler sarf etmektedir.[1272] İblis ile aynı rolü üstlenerek şeytanlık vasfını kazanan insan şeytanları[1273] da aynı gayret içerisindeki yerlerini almıştır.[1274] Şeytanın insan için apaçık bir düşman olduğu kendilerine bildirilmesine[1275] rağmen yine de o, bu gayretinin neticesinde pek çok insanın sapmasına neden olmuştur.[1276]
İnsanlardan kaynaklanan fitnede hiç kuşkusuz en önemli faktör, şeytanın sinsî telkinleridir. Dolayısıyla her beşerî fitnenin altında işi gücü insana vesvese vermek[1277], ayartmak[1278], saptırmak[1279] olan şeytan unsurunu aramak mümkündür. O, bu yönüyle aynı zamanda beşerî fitnenin de baş aktörleri arasındadır.[1280] Çalışmamızın baş tarafında fitnenin anlamlarını verirken de belirttiğimiz gibi ayartmak ve aldatmak suretiyle insanları fitneye düşürmesinden dolayı şeytana, "fitneye düşüren" anlamında el-fâtin ve el-fettan[1281] (çoğulu: fûttan) denilmiştir.[1282] Eûzü mine'l-fettân (: şeytandan Allah'a sığınırım) vestağvethürnü'l-füttân (: şeytanlar onları ayarttı) cümlelerinde geçen el-fettan ve fûttan bu anlamda kullanılmıştır.[1283] Yine bu anlamla ilgili olarak Araplar kalbe gelen vesveseye de fitnetü's-sadr demektedirler.[1284] Bu kısa açıklamalardan sonra şeytânı fitnenin mahiyeti üzerinde durabiliriz.[1285]
Daha önce fitnenin, Kur'an'da nispet edildiği varlığa göre farklı anlamlar kazandığını söylemiş, bu arada şeytana nispet edildiğinde ise, onun insana iğvâ vermesi, ayartması ve baştan çıkarması gibi çeşitli hileleri anlattığını ifade etmiştik. Şeytan, duyu organlarıyla algılanamayan bir varlık olduğundan[1286] onun, insan gibi somut bir kötülük yapması söz konusu değildir. Her ne kadar şerrin sembolü haline gelip, her kötülüğün altında bir şeytan faktörü aransa da şeytanî fitnenin gerçekleşmesinde asıl unsur yine de insanın bizzat kendisidir. İnsanları Allah yolundan uzaklaştırmak ve saptırmak maksadıyla şeytan tarafından yapılan bütün gayret ve telkinleri ifade eden şeytanî fitne ancak insanın onu onaylaması ile gerçekleşebilir.[1287] İnsan, din ve dünya işlerinde tamamen özgür bir iradeye sahip olduğundan, şeytanın doğrudan onun üzerinde bir hakimiyet kurması söz konusu değildir.[1288] İnsan kendi özgür tercihi ile şeytanın telkinlerini yerine getirmektedir. Buradan şeytanın fitnesinin, insan hayatında yer almasının yine insanın kendi elinde olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Diğer bir ifade ile şeytanın fitnesini pratiğe yansıtan bizzat insanın kendisidir.
Şeytanın insanı fitneye düşürmeye çalışması, ona kötülükleri, küfür ve günahları süsleyerek güzel göstermesi[1289], vesvese vermesi[1290], gizlice fısıldaması[1291], şeklinde cereyan etmektedir. "Şeytan dedi ki: '(Öyle ise) beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki, ben de onları saptırmak için senin dosdoğru yolun üzerinde elbette oturacağım. Sonra (pusu kurup) onlara önlerinden arkalarından sağlarından ve sollarından sokulacağım..."[1292], "İblis: 'Rabbim! Beni azdırmana karşılık, andolsun ki yeryüzünde kötülükleri onlara güzel göstereceğim, içlerinde ihlasa erdirilmiş kulların hariç, onların hepsini azdıracağım.' dedi."[1293], "Şeytan dedi ki: 'kullarının arasından belli bir pay alacağım onlara yollarını şaşırtacağım onlara kuruntu vereceğim!..."[1294], "(Allah, şeytana) insanlardan gücünün yettiğini sesinle yerinden oynat, yayalarınla ve atlılarınla onlara haykır, onların mallarına ve çocuklarına ortak ol. Onlara vaadlerde bulun.' dedi."[1295] mealindeki âyetler şeytanın fitneye düşürme yöntemlerini anlatmaktadır. Bu âyetlerde de görüldüğü üzere şeytan insanı aldatarak, ayartarak, şaşırtarak, saptırarak ve kendi yoluna davet ederek fitneye düşürmektedir. Câbir'in rivayet ettiği şu hadiste de şeytanlardan İblise en yakın olanının en büyük fitne çıkaranı olduğu şöyle ifade edilmektedir: Hz. Peygamber (a.s) şöyle buyurdu:
"Gerçekten İblis tahtını suyun üzerine koyar. Sonra çetelerini gönderir. Bunların ona derece itibariyle en yakın olanı, en büyük fitne çıkaranıdır. [1296] Bunlardan biri gelerek: Şöyle şöyle yaptım, der. O da: Hiç bir şey yapmamışsın, der. Sonra biri gelerek onu karısıyla birbirinden ayırtmadan bırakmadım, der. Bunu kendisine yaklaştırır ve: Sen ne iyisin der."[1297] Görüldüğü üzere bu hadiste şeytanın bazı fitnelerinden söz edilmektedir. Şeytanın sinsi telkinlerini gerçekleştirenler, onun hile ve tuzağıyla hak yoldan uzaklaşanlar fitneye düşmüş olurlar.[1298] Kur'an'da sadece "Ey ademoğulları! Avret yerlerini kendilerine açmak için, elbiselerini soyarak ana babanızı cennetten çıkardığı gibi, şeytan sizi de saptırmasın. (Lâ yeftinenneküm). Çünkü o ve kabilesi, onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz biz şeytanları, iman etmeyenlerin dostları kılmışızdır." mealindeki A'râf sûresi 27. âyette "şeytan sizi de saptırmasın"[1299] anlamındaki Lâ yeftinennekümü'ş-şeytân ifadesiyle fitne şeytana nispet edilmektedir.[1300] Bu âyetten önce geçen 20-22. âyetlerde şeytanın Hz. Havva ile Adem'i vesvese vererek aldattığı[1301] şöyle anlatılmaktadır: "Derken şeytan, kendilerinden gizlenmiş olan avret yerlerini onlara açmak için kendilerine vesvese verdi. Ve dedi ki: Rabbiniz size bu ağacı ancak, melek olmayasınız, ya da (cennette) ebedi kalacaklardan olmayasınız diye yasakladı. "Şüphesiz ben size öğüt verenlerdenim" diye de onlara yemin etti. Bu suretle onları kandırarak yasağa sürükledi. Ağaçtan tattıklarında kendilerine avret yerleri göründü. Derhal üzerlerini cennet yapraklarıyla örtmeye başladılar..." Sözünü ettiğimiz A'râf, 27. âyette şeytanın Hz. Havva ile Hz. Adem'i vesvese verip kandırarak fitneye düşürüp cennetten çıkarttığı ifade edilerek insanlar uyarılmakta, ve kendilerinden onun fitnesine karşı dikkatli davranmaları ve tuzağına düşmemeleri istenmektedir.[1302]
İnsanları saptırma görevine talip olan[1303] ve kendisine bu imkan verilen[1304] İblis, üstlendiği bu görevi yapmak için büyük gayret sarf etmektedir.[1305] Azgınlıkta çok ileri giden[1306] ve tamamen bununla özdeş hale gelen kötülük sembolü İblis ve zürriyetinden olan şeytanlar ile insan şeytanları, bu niteliklerinin bir gereği olarak apaçık düşman oldukları[1307] insanları Allah'a kulluktan uzaklaştırmaya çalışmaktadırlar.[1308] Bu husus şeytanın insanı hak yoldan alıkoymasının temel sebebidir. Şeytanın insanı saptırmaya çalışmasının bir diğer nedeni ise dünya hayatının insanoğlu için bir sınav yurdu olmasıdır. Bu husus "Allah, şeytanın verdiği bu vesveseyi, kalplerinde hastalık bulunanlar ile kalpleri katı olanlara bir imtihan vesilesi kılmak için böyle yapar."[1309] "Şeytan onlar hakkındaki zannını doğru çıkardı, inananlardan bir grup dışında hepsi ona uydular. Oysa şeytanın onlar üzerinde hiçbir hakimiyeti yoktu. Ancak âhirette inananları, onun hakkında şüphe içerisinde bulunanlardan ayırt edelim diye (ona bu fırsatı verdik). Senin Rabbin her şey üzerinde hakiki bir koruyucudur. "[1310] mealindeki âyetlerden anlaşılmaktadır. Bu âyetlerde şeytanın verdiği vesvesenin bir sınav vesilesi olduğu belirtilerek, buna, iman edenler ile etmeyenlerin belirlenmesine imkan vermesi sebebiyle izin verildiği ifade edilmektedir. Bu sınavın neticesinde de şeytanı dost edinerek onun yaldızlı fısıltılarını dinleyip yerine getirenler, Allah'a isyan etmiş olduklarından sınavı kaybederler, şeytanı dost edinmeyip Allah'a kulluk edenler de sınavı kazanırlar.[1311]
Daha önce de ifade ettiğimiz üzere şeytanın asıl hedefi insanı doğru yoldan ayırmak, ona her türlü şerri yaptırmaktır. O bu açıdan şerrin sembolü kabul edilmiştir. Her kötülüğün altında bir şeytan faktörü aransa da, şeytanî fitnenin gerçekleşmesinde asıl unsur yine insanın bizzat kendisidir. Şeytan fitnesini insanlarla gerçekleştirdiğinden sonucu da yine insana yöneliktir. Bu sebeple şeytanın fitnesinin beşerî fitnenin sonuçlarında önemli bir payı bulunduğunu söyleyebiliriz. Yukarıda beşerî fitnenin sonuçlarını ele aldığımızdan dolayı burada ayrıca tekrarı gereksiz görüyoruz.[1312]
Şeytan insana yönelik olarak her türlü kötülük yolunu deneyen bir şer faktörüdür. Bu nedenle Kur'an insanları aldatıp yoldan çıkarmaya çalışan şeytanı, insanın apaçık düşmanı olarak tanıtmakta, düşmanlığına ve aldatıcılığına karşı da onu sıkça uyarmaktadır. Yine Kur'an, şeytanın insanı aldatma yöntemlerini kendisine bildirmekte, ondan bu konuda dikkatli davranarak şeytanın tuzağına düşmemesini istemektedir. "Şüphesiz şeytan sizin için bir düşmandır. Öyle ise siz de onu düşman tanıyın.."[1313]; "Şeytanın izinden yürümeyin. ... O, size ancak kötülüğü, hayasızlığı ve Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder." [1314]; "Sakın çok aldatıcı (şeytan) Allah hakkında sizi aldatmasın."[1315]. "...Şeytan kimin arkadaşı olursa, o arkadaşların en kötüsüne düşmüştür."[1316]; "...Şeytan sizi de saptırmasın."[1317]; "Şeytan sizi kendi dostlarından korkutmak istiyor. Onlardan korkmayın, eğer müminlerdenseniz, benden korkun."[1318]; "Şeytan, içki ve kumarla, aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister..."[1319] âyetleri bu hususu açıkça ifade etmektedir. Bu âyetlerde şeytanın, bir takım kötü amaçları dile getirilerek insanlar uyarılmakta, onun düşman kabul edilerek, korkulmaması, adımlarının izlenmemesi ve telkinlerine uyulmaması gereken biri olduğu bildirilmektedir. Yine bir kısım âyetlerde[1320] şeytanın, ancak kendini dost edinenler üzerinde hakimiyet kurabileceği, gerçek müminler üzerinde ise böyle bir şeyin söz konusu olamayacağı anlatılarak insanın onun yaldızlı sözlerine uymaması istenmektedir.
Kur'an ayrıca şeytanın vesvese ve hileleri karşısında da Allah'a sığınmayı emretmektedir. Bu husus şu âyetlerde açıkça ifade edilmektedir: "Ne zaman şeytandan kötü bir düşünce seni dürtüklerse, hemen Allah'a sığın; çünkü O, işitendir, bilendir. Allah'a karşı sorumluluk bilincine sahip olan kimseler, kendilerine şeytandan bir vesvese geldiğinde iyice düşünür, (gerçeği) görürler."[1321]; 'Ve deki: Rabbim! Şeytanların kışkırtmasından sana sığınırım...[1322], "Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığın!”[1323]
Mesajlarını büyük oranda kullandığı anahtar kavramlar aracılığı ile anlatan Kur'an'ın anlam örgüsü içinde önemli bir yere sahip olan fitne kavramına ilişkin yaptığımız araştırmada ulaştığımız sonuçları aşağıda özetlemiş bulunuyoruz.
İslam tarihi boyunca olumsuz pek çok durumu ifade için kullanılan bu kavram zaman zaman spekülatif değerlendirmelerin de aracı haline gelmiştir. Bu duruma yol açan en önemli etken fitnenin sözlüklerde yer alan ama çoğu zaman birbirinden farklı olan anlamlarıdır. Arapça'da fitnenin kökü olan ftn'nin esas anlamı, 'yakmak, bîr şeyi ateşle yakmak'tır. Ftn kökü, özellikle altın, gümüş gibi madenlerin hâlisini sahtesinden ayırmak için ateşte eritilmesini ifade etmektedir. Ftn kök ve türevleri, bu anlamdan hareketle mecazen insanı sınama ve özellikle de zor şeylerle deneme anlamında kullanılmıştır. Daha sonraları insanın deneme ve sınama türünden maruz kaldığı şeyleri ifade de kullanılan fitne, zamanla 'sıkıntı, belâ, musibet, baskı, işkence, azap, sapıklık, yoldan sapma, saptırma, ayartma, bir şeyden çok hoşlanma, tutkun olma, insanlar arasında kargaşa çıkarma, aklın gitmesi' gibi anlamlarda kullanılmıştır. Bazı sözlüklerde fitnenin anlamları arasında sayılan 'küfür, günah, rezalet, mal, evlat' gibi anlamlar fitnenin temel sözlük anlamları arasında bulunmamaktadır. Sözü edilen anlamlar, sonraki dönem dilcilerin Kur'an ve hadislerde yer alan bazı ifade, ve bazı yorumlardan hareketle eserlerinde yer verdikleri anlamlardır.
Dilimizde fitnenin ön plana çıkan anlamı; kargaşa ve karışıklıktır. Bu durum Arapça asıllı olan bu kelimenin dilimize geçerken anlam daralmasına uğradığını göstermektedir.
Toplam olarak elli sekiz âyette altmış defa tekrar eden fitne ve türevlerinin Kur'an'da geniş bir kullanım alanı bulunmaktadır. Kelime Kur'an'da 'imtihan, sınama, baskı, zulüm, işkence, sapma, saptırma, ayartma, fesat, kargaşa, karışıklık çıkarma, belâ ve musibet, azap ve delilik' anlamlarında kullanılmaktadır. Bu anlamların yanında bazı müfessirler söz konusu kelimeye ilgili âyetlerin bağlamını dikkate alarak 'küfür, şirk, nifak ve günah' gibi anlamlar da vermişlerdir. Ancak bunlar kelimenin temel sözlük anlamlarından değildir. Kur'an'daki kullanımlarının hiç birinde, fitnenin sözlük anlamları arasında da bulunmayan ve onun daha sonra kazanacağı 'dînî ve siyâsî sebeplerle ortaya çıkan sosyal kargaşa, anarşi, iç savaş" şeklinde bir anlam bulunmamaktadır. Fitne ve türevlerinin yer aldığı herhangi bir âyete önde gelen müfessirler de böyle bir açıklama getirmemişlerdir.
Çeşitli türevleriyle birlikte Kur'an'da çokça tekrarlanan fitne kavramının en bariz özelliği ise kullanıldığı bağlama göre anlam kazanmasıdır. Buna göre fitne Allah'a nispet edildiği zaman Cenab-ı Hakk'ın kullarını sınaması, farklı yollarla kullarının niyet ve tutumunu ortaya çıkarması anlamını ifade etmektedir. Bu nedenle fitne Allah’a nispet edildiğinde olumsuz bir anlam ifade etmez. Fitne ve türevleri Kur'an'da daha çok insanın Allah tarafından sınanmasını ifade eden 'imtihan' anlamında kullanılmıştır. Fitne beşerden kaynaklandığı zaman, baskı, zulüm, sapma, saptırma, ayartma, fesat, kaos gibi insan davranışlarına bağlı olarak ortaya çıkan sözlü ve fiilî kötülükleri, şeytandan kaynaklandığında ise, şeytanın insana iğvâ vermesi, ayartması ve baştan çıkarması gibi onun çeşitli hilelerini ifade eder. Fitne ve türevleri bu iki varlığa da nispet edildiğinde olumlu bir anlam ifade etmez.
Kâfirlerin müminleri dinlerinden uzaklaştırmak için giriştikleri faaliyetler, Kur'an'da genel olarak fitne ve türevleriyle ifade edilmektedir. Kur'an'da fitne, dinlerinden döndürmek için müminlere zulüm ve işkence yapmak, inanç özgürlüğünü ortadan kaldırmak için onları baskı altında tutmak gibi anlamlarda da sıkça yer almaktadır. Bunun tabii uzantısı olarak inanç uğruna maruz kalınan ağır işkencelerin ve çekilen sıkıntıların da bu kavramla ifade edildiği görülmektedir. Kelimenin Kur'an'da kazandığı anlamlar içerisinde belirtilen bu anlamların önemli bir yeri bulunmaktadır. Yine fitnenin Kur'an'da önemli ölçüde yer alan diğer anlamları ise, kâfirlerin başta Hz. Peygamber olmak üzere müminleri çeşitli yollarla Allah'a kulluktan saptırma girişimleri ve müminlerin birlik ve beraberliğini bozmaya yönelik yıkıcı faaliyetlerdir.
Kur'an'da fitne kavramına somut örnekler de verilmektedir. Firavun'un, iman etmelerinden dolayı Mûsâ (a.s)'nin kavmine işkence etmesi, Yahudilerin, Hz. Peygamber'i Allah'a kulluktan uzaklaştırıp kendi isteklerine boyun eğdirmeye kalkışmaları, müşriklerin müslümanları dinlerinden vazgeçirmek için giriştikleri yıkıcı faaliyetler, münafıkların özellikle savaşlarda müminlerin aleyhine yönelik bir takım faaliyetleri Kur'an'da fitneye verilen somut örnekler arasındadır.
Kur'an fitneyi tam anlamıyla tanımlamayıp muhataplarının dikkatini bu olgunun arkasından gelebilecek olumsuzluklara çekmekte, fitne kavramının içerisinde yer alan unsurları ve bu unsurların ne şekilde fitneye yol açacağını izah etmeyip söz konusu kelimenin kapsamını genişletmekte, muhataplarını da fitneye karşı sürekli uyarmakta ve onun olumsuz sonuçlarına karşı bir takım tedbirlere başvurmasını öğütlemektedir.
Çok farklı anlamları muhtevi olan fitne kavramının vahiy sürecinde önemli sayılabilecek bir gelişim seyri takip ettiği görülmektedir. Buna göre Mekkî âyetlerde geçen fitne daha çok bireysel iken, Medenî âyetlerde yer alan fitne ve türevleri genellikle toplumsal olaylarla ilgilidir. Aynı zamanda Medenî âyetlerde fitnenin sebep ve sonuçlarına da dikkat çekilmektedir.
Sonuç olarak genellikle Mekkî âyetlerde fitne çıkaranlar kınanıp, ilahî bir cezaya duçar olacakları belirtilirken, fitneye maruz kalanların sabır ve tahammül göstermeleri tavsiye edilmekte, âhirette de çeşitli mükafatlara nail olacakları haber verilmektedir. Medine dönemindeki âyetlerde ise sorun bireysel bir sıkıntı olmaktan çok toplumsal bir sorun olarak ele alınmış müminlere bunu önlemeye yönelik çözümler sunulmuştur. Fitnenin önlenmesi ile ilgili âyetlerde genellikle toplumsal kitleyi dikkate alan bir hitap tarzının seçilmesi, böyle bir problemi ancak toplumun tam olarak çözebileceğini çağrıştırmaktadır. Buna göre toplumda, toplumsal barışın en önemli unsurları olan hak, adalet, hürriyet, sevgi, barış, hoşgörü, dayanışma gibi evrensel ahlâkî değerlerin yerleşmesi, buna karşın gerek birey ve gerekse toplum hayatında son derece olumsuz etkiler bırakan ve toplumsal barışı tehdit eden haksızlık, zulüm, baskı, işkence, ayırımcılık, anarşi, terör gibi unsurların tamamen ortadan kaldırılması gerekmektedir. Bunun için de öncelikli olarak toplumun îmânî ve ahlâkî öğretiler doğrultusunda eğitilmesi, fitne tehlikesine karşı caydırıcı bir güce sahip olması, imkanları oranında onunla mücadele etmesi ve yerine göre de güç kullanması gerekmektedir.
Bu incelemenin nihaî sonucu şudur ki, Kur'an mesajının doğru anlaşılmasında Kur'an'ın anahtar kavramlarının büyük önemi bulunmaktadır. Dolayısıyla Kur'an'da kullanılan her bir kelimeyi sadece sözlük yardımıyla ya da kelimenin sonradan kazandığı yöresel ve geleneksel anlamlarla anlamak hiç bir zaman yeterli olmayacaktır. Bu sebeple söz konusu kelime ve kavramların öcelikle Kur'an'ın indiği dönemdeki anlamlarının doğru tespit edilmesi, geçtiği âyetlerin Kur'an bütünlüğü içerisinde okunması, yer aldığı bağlamla irtibatlandınlması ve bu bağlam doğrultusunda anlamlandırılması gerekmektedir.[1324]
1- Afîf,Abdurrahmân, Mu'cemü'ş-Şu'arâ, Beyrut 1996.
2- Afzalur,Rahman, Sıret Ansiklopedisi, İstanbul 1996.
3- Ahmed,Rızâ, Mu'cemü Metni'1-Lüğa, Beyrut 1960.
4- Aksan, Doğan, Her Yönüyle Dil, Ana Çizgileriyle Dilbilim, Ankara 1990.
5- Akyüz, Vecdi, Kur'an'da Siyasi Kavramlar, İstanbul 1998.
6- Albayrak, Halis, Kur'an'da İnsan Gayb İlişkisi, İstanbul 1996.
7- Akyüz, Vecdi, Tefsir Usûlü ve Tarihi, İstanbul 1998.
8- Altuntaş, Halil-Şahin, Muzaffer, Kur'an-I Kerim Meali, Ankara 2001.
9- Âlûsî, Ebü'1-Fazl Şihâbüddin Mahmud, Rûhu'l-Meânî fî tefsîri'l-Kur'âni'l-A'zîm ve's-seb'i'l-mes'ânî, Beyrut 1985 (Rûhu'l-Meânî).
10- Arslan, Hulusi, "Doğal Felaket Ve Istıraplar Konusunda Kelamcıların Görüşleri" Marife, Yıl: 2, sayı: 2, Güz 2002, s. 19-34.
11- Âsim Efendi, Kâmûs, yy., 1305h.
12- Askerî, Ebû Hilâl, el-Furûku'l-Lugaviyye, Kumm 1353h.
13- Ateş, Süleyman, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, İstanbul Ty.
14- Ateş, Süleyman, Kur'an Ansiklopedisi, İstanbul Ty.
15- Aydın, Hüseyin, İlim, Felsefe Ve Din Açısından Yaratılış Ve Gayelilik, Ankara 1999
16- Beğavî, Ebû Muhammed Hüseyin b. Mesud, Me'âlimü'menzil (Tefsîrü'l-Beğavî), Mısır 1955 (Tefsîrü'l-Hâzin’in Kenarında).
17- Behiy, Muhammed, İnanç Ve Amelde Kur'ânî Kavramlar (trc.Ali Turgut), İstanbul 1988.
18- Beyzâvî, Nasırüddin Ebû Saîd Abdullah b. Ömer, Envârü't-Tenzil Ve Esrârü't-Te'vîl, İstanbul 1984. (Mecma'u't-Tefâsîr İçerisinde) (Envârü't-Tenzîl)
19- Bilmen, Ömer Nasûhi, Kur'an-ı Kerîm'in Türkçe Meali Âlisi Ve Tefsiri, İstanbul 1964.
20- Buhârî, Muhammed b. İsmail, Sahıhu'l-Buhârî, İstanbul 1981.
21- Cassâs, Ebû Bekir Ahmed, Ahkâmü'l-Kur'ân (Thk. Muhammed Sâdık Kamhavî), Kahire ty. 22- Cevheri, İsmail b. Hammâd, es-Sıhâh (Thk.Ahmed Abdulğaffar Attâr), Beyrut 1984.
23- Cürcani, Ali b. Muhammed, Kitâbü't-Ta'rifât, ty. yy.
24- Çağrıcı, Mustafa, "Fitne" Dia, İstanbul 1996.
25- Çantay, Hasan Basri, Kur'ân-ı Hakîm Ve Meali Kerîm, İstanbul 1981.
26- Çelebi, İlyas, İtikâdî Açıdan Uzak Ve Yakın Gelecekle İlgili Haberler, İstanbul 1996.
27- Çelebi, İlyas, "Fiten Ve Melâhim", Dia, İstanbul 1996.
28- Çelik, Ali, Hz. Peygamberin Hadislerinde Fitne (Sebepleri, Özellikleri, Çareleri) İzmir 1996.
29- Dâmegânî, Hüseyin b. Muhammed, Kâmûsu'l-Kur'ân (Islâhu'l-vücûh ve'n-nezâir fi'l-Kur'âni'l-kerîm), (thk. Abdülazîz Seyyid El-Ehl), Beyrut 1985 (Kâmûsu'l-Kur'ân).
30- Derveze, Muhammed İzzet, et-Tefsîrü'l-hadîs, Mısır 1963.
31- Devellioglu, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Sözlük, Ankara 1978.
32- Doğan, D. Mehmet, Büyük Türkçe Sözlük, Ankara 1986.
33- Duman, Zeki, Beş Sûrenin Tefsiri, Kayseri 1999.
34- Ebû Dâvud, Süleyman b. el-Eşaş es-Sicistânî, Sünenü Ebî Dâvûd, yy., ty.
35- Ebû Hayyân, Muhammed b. Yusuf el-Endelûsî, el-Bahru'l-Muhît, Beyrut 1992.
36- Ebû 'Ubeyde, Ma'mer b. el-Müsennâ, Mecazi'l-Kur'ân (thk. Muhammed Fuad Sezgin), yy., 1970.
37- Ebu's-Suûd, Muhammed b. Muhammed, İrşâdü'l-Akli’s-selîm ilâ mezâye'l-Kur'âni'l-kerîm, Beyrut ty. (İrşâdü'l-Akli’s-selîm)
38- Ebü'l-Bekâ, Eyyûb b. Mûsâ el-Hüseynî el-Kefevî, el-Külliyyât (Mu'cem Fi'l-Mustalahât ve'l-Furûki'l-Lugaviyye) Beyrut 1992. (El-Külliyât)
39- Ergin, Ali Şâkir, "İbn Kays er-Rukayyât", Dia, İstanbul 1999.
40- Ertürk, Mustafa, Metin Tenkidi Prensipleri Açısından Sahîh-i Buhârî'deki Bazı Fiten Hadislerinin Değerlendirilmesi, (Yayımlanmamış Doktora Tezi), İstanbul 1995.
41- Esed, Muhammed, Kur'an Mesajı, Meâl-Tefsir, (trc. Cahit Koytak, Ahmet Ertürk), İstanbul 1996 (Kur'an Mesajı).
42- Fazlur Rahman, İslâmî Yenilenme Makaleler II, (çev. Adil Çiftçi), Ankara 2000.
43- Ferrâ, Ebû Zekeriyya Yahya b. Ziyad, Me'âni’l-Kur'ân, (thk. Muhammed Ali en-Neccâr, Ahmed Yusuf Necati), Beyrut 1980.
44- Feyyûmî, Ahmed b. Muhammed, el-mısbâhu'l-münîr fî ğarîbi'ş-şerhi'l-kebîr li'r-râfi'î, Lübnan 1987. (El-Mısbâhu'l-Münîr).
45- Fîrûzâbâdî, Mecdüddin Muhammed b. Ya'kub, Kamusu'l-muhît (thk. Komisiyon), Beyrut 1986.
46- Fîrûzâbâdî, Mecdüddin Muhammed b. Ya'kub, Besâiru zevî't-temyîz fî letâifi Kitabi'l-'Aziz, (thk. thk.Muhammed Ali en-Neccâr), Beyrut ty. (Besâir).
47- Fîrûzâbâdî, Mecdüddin Muhammed b. Ya'kub, Tenvîrü'l-mikbâs min Tefsîr-i İbn Abbâs (Mecma'u't-Tefasîr İçerisinde), İstanbul 1984 (Tenvîrü'l-Mikbâs).
48- Garaudy, Roger, İslam ve İnsanlığın Geleceği, (trc. Cemal Aydın), İstanbul 1995.
49- Gölcük, Şerafettin, Kur'an ve İnsan, Konya 1996.
50- Görgün, Tahsin, "Hasan Basri Mad.”, Dia, İstanbul 1997, Xvı, 291-305.
51- Güler, İlhami, Allah'ın Ahlâkiliği Sorunu, Ankara 2000.
52- Halefullah, M. Ahmed Hz. Muhammed ve Karşıt Güçler, (trc. İbrahim Aydın), İstanbul 1992.
53- Halîbî, Ahmed b. Abdülazîz, "el-İbtilâ fî hayâti'l-mü'min", Mecelle-tu câmi'atil-imâm Muhammed b. Suûd el-İslâmiyye, sayı: 19, Riyad 1998, s. 145-189.
54- Halil b. Ahmed el-Ferâhidî, Ebû Abdurrahman, Kitâhü'l-'Ayn (thk.Mehdi el-Mahzûmî ve İbrahim es-Samirâî), Beyrut 1988.
55- Hamidullah, Muhammed, İslam Peygamberi (trc.Salih Tuğ), İstanbul 1980.
56- Hâzin, Ali b. Muhammed, Lübâbü't-te'vîl fî me'âni't-tenzîl, İstanbul 1984. (Mecma''u-tefâsîr içerisinde), (Lübâbü't-te'vîl).
57- `İz b. Abdüsselâm, Ebu’1-Kâsım b. Hasan b. Muhammed, Tefsîrü'l-Kur'ân, (thk. Abdullah b. İbrahim b. Abdullah el-Vehîbî), Beyrut 1996.
58- İbn Abbâd, İsmail, el-Muhît fi'l-lüğa (thk. Muhammed Hasan Âli Yâsîn), Beyrut 1994.
59- İbn Âşûr, Muhammed Tâhir, Tefsîrüt'tahrîr ve't-tenvîr, yy., ty. (et-Tahrîr ve't-tenvîr)
60- İbn Atiyye, Ebû Muhammed Abdülhak b. Gâlib, el-Muharrerü'l-vecîz fî Tefsîri'l-Kitâbi'l-Azîz (thk. Abdüsselam Abdüşsâfî Muhammed), Beyrut 1993 (el-Muharrerü'l-vecîz)
61- İbn Düreyd, Ebû Bekir Muhammed el-Hasan, Cemheretü'l-lüğa (thk. Remzi Münir Balbekkî), Beyrut 1987.
62- Îbn Fâris, Ebü'l-Hüseyin Ahmed, Mücmelü'llüğa (Thk. Züheyr Abdülmuhsin Sultan), Beyrut 1986.
63- Îbn Fâris, Ebü'l-Hüseyin Ahmed, Mu'cemü mekâyîsi'l-lüğa (thk. Abdusselâm Muhammed
Harun), Beyrut 1991.
64- İbn İshâk, Sîretü İbn Îshâk, Kitâbül Mübtede've'l-meb'as ve'l-Meğâzî (thk. Muhammed Hamidullah) Konya 1981.
65- İbn Kayyim el-Cevziyye, Şemseddin Ebû Abdullah Muhammed, İğâsetü'l-lehefân fî Masa'idi’ş-şeytan (thk. Bişr Muhammed 'Uyun), Riyad Ty. (İğâsetü'l-lehefân)
66- İbn Kesîr, Ebü'1-fidâ İsmail, Tefsîrü'l-Kur'âni'l-Azîm, Kahire 1980.
67- İbn Kuteybe, Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim, Tefsîrü Garîbi'l-Kur'ân, (thk. Seyyid Ahmed Sakar), Beyrut 1978.
68- İbn Kuteybe, Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim, Te'vîlü müşkili'l-Kur'ân (thk. Seyyid Ahmed Sakr), Beyrut 1981.
69- İbn Mâce, Muhammed b.Yezîd, Sünenü İbn Mâce (thk. Muhammed Fuâd Abdülbâkî), 1975., yy.
70- İbn Manzûr, Muhammed b. Mükerrem, Lisânü'l-'Arab, Beyrut 1994.
71- İbn Mulakkîn, Sirâceddin Ebû Hafs Ömer b. Ebi'l-Hasan Ali b. Ahmed, Tefsîrü garibi'l-Kur'ân (thk. Semîr Tahâ el-Meczûb), Beyrut 1987.
72- İbnü'l-A'rabî, Kâdî Ebû Bekir Muhammed b. Abdullah, Ahkâmü'l-Kur'ân (thk. Ali Muhammmed el-Becâvî), Beyrut 1987.
73- İbnü'l-Cevzî, Cemaleddin Ebü'l-Ferec Abdurrahmân, Nüzhetü'l-a'yünu'n-nevâzîr fî 'ilmi'l-vücûh ve'n-nezâir (thk. Muhammed Abdulkerim Kâzım er-Râzî), Beyrut 1987. (Nüzhetü'l- A'yün)
74- İbnü'l-Cevzî, Cemaleddin Ebü'l-Ferec Abdurrahmân, Zâdül-mesîr fî 'ilmi't-tefsîr, (thk. Muhammed b. Abdurrahman Abdullah), Beyrut 1987. (Zâdü'l-Mesîr)
75- İbnü'l-Esîr, Mecdüddîn Ebu's-Seâdât, en-Nihâye fî garibi'l-hadîs ve'l-eser (nşr. Tâhir Ahmet ez-Zâvî, Mahmud Muhammed Et-Tanâhî), yy., 1963. (en-Nihâye)
76- İbrahim Mustafa ve Arkadaşları, el-Mu'cemü'l-vasît, Tahran, ty.
77- İsfehâni, Ebü'l-Ferec Ali b. Hasan, Kitâbü'l-Eğânî, yy., 1993.
78- İşler, Emrullah, "Fitne Katilden Beter mi?-Fitne Kelimesi ve Türkçe'ye Çeviri Sorunu"
79- İslâmiyât Dergisi, Ankara 1999, Cilt II, Sayı: 2, s. 137-154.
80- Kapar, M. Ali, Hz. Muhammed'in Müşriklerle Münasebetleri, İstanbul 1993.
81- Kara, Necati, "Kur'an ve Sünnette Belâ-Musîbet", Ekev Akademi Dergisi, c. 1, sy. 3, Erzurum 1998, s. 33-58.
82- Karadeniz, Osman, "Mucize" İslam'da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi (Red. Î. Kâfi Dönmez.), İstanbul 1997.
83- Karagöz, İsmail, Kur'an'a Göre İnsana Verilen Değer Ve Görev, İstanbul 1996.
84- Kâsımî, Muhammed Cemaleddin, Mehâsînü't-te'vîl, yy., ty.
85- Kazancı, Ahmed Lütfi, Çeşitli Yönleriyle Nübüvvet Kavramı, İstanbul 1997.
86- Kemali, H. Muhammed, "İslam'da İfade Hürriyeti: Fitne Kavramının Tahlili", İslâmi Sosyal Bilimler Dergisi, İstanbul 1993, sayı: 2, s. 40-61.
87- Kermî, Hasan Saîd, el-Hâdî İlâ Lügati'l-'Arab, Beyrut 1992.
88- Kılavuz, Ahmet Saim, "Şeytan", İslam'da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi Red. İ. Kâfi Dönmez), İstanbul 1997.
89- Kılıç, Hulisi, "A'şâ Hemdân", Dia, İstanbul 1991.
90- Kırca, Celal, Kur'an-ı Kerîm'de Fen Bilimleri, İstanbul 1984.
91- Kurtûbî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed, el-Câmi’li ahkâmi'l-Kur'ân, Beyrut 1965.
92- Küçükcan, Talip-Köse, Ali, Doğal Âfetler Ve Din, İstanbul 2000.
93- Lane, Edward William, An Arabic-Engilish Lexicon, Beirut 1980.
94- Mâturîdî, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed, Te'vîlâtü Ehli-s-sünne (Yazma), Hacı Selimağa ktp. no. 40.
95- Mehmet Vehbi Efendi, Hülâsâtü'l-Beyân fî Tefsîri'l-Kur'ân, İstanbul 1968.
96- Merâğî, Ahmed Mustafa, Tefsîrü'l- Merâğî, yy., 1974.
97- Mevdûdî, Ebu'l-'Alâ, Tefhîmü'l-Kur'an, (trc. Komisyon), İstanbul 1991.
98- Mevdûdî, Ebu'l-'Alâ, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamberin Hayatı, (trc. Ahmed Asrar), İstanbul 1992 (Hz. Peygamberin Hayatı)
99- Mustansır Mir, Kur'ânî Terimler Sözlüğü (Çev. Murat Çiftkaya), İstanbul 1996.
100- Mutahhari, Adl-i İlâhî, (trc. Hüseyin Hatemi.) İstanbul 1985.
101- Müneccid, Muhammed Nureddin, el-İştirâkü'l-lafzî fi'l-Kur'ân: beyne'n-nazariyye ve't-tatbîk, Beyrut 1998 (El-İştirâkü'l-lafzî fi'l-Kur'ân)
102- Müslim, Ebü'l-Hüseyin Müslim b. el-Haccac, Sahîh-i Müslim, İstanbul 1981.
103- Nesefî, Ebü'l-Berekât Abdullah b. Ahmed b. Mahmud, Medârikü't-tenzîl ve Hakâiku't-te'vîl, İstanbul 1984. (Mecma'ut-tefâsîr içerisinde) (Medârikü't-tenzîl)
104- Okumuşlar, Muhiddin, Fıtarattan Dine, Konya 2002.
105- Öner, Necati, İnsan Hürriyeti, Ankara, 1995.
106- Örnekleriyle Türkçe Sözlük, Milli Eğitim Bakanlığı, (Meb.), Ankara 2000.
107- Özsoy, Ömer, Sünnetüllah, Ankara 1994.
108- Râğıb el-İsfahânî, Müfredâtü elfâzi'l-Kur'ân (thk. Safvân Adnan Dâvûdî), Dımeşk 1997. (Müfredat)
109- Râzî, Fahreddin, Et-tefirü'l-Kebîr, (Mefâtîhu'1-ğayb), Beyrut ty.
110- Reşit Rızâ, Tefsîrü'l-Menâr, Mısır, ty.
111- Peker, Hüseyin, II, Kur'an Haftası Kur'an Sempozyumu, Ankara 1996. s. 167-170.
112- Sâbûnî, Muhammed Ali, Safvetü't-tefâsîr, Beyrut 1981.
113- es-Semîn, eş-Şeyh Ahmed b. Yusuf, ‘Umdetü'l-huffâz fi tefsiri eşrefi'l-elfâz (thk. Muhammed et-Tancî) Beyrut 1993. (‘Umdetü'l-huffâz)
114- Serinsu, Ahmet Nedim, Kur'an Nedir?, İstanbul 1996.
115- Suyûtî, Celâleddin, el-İtkân fî 'Ulûmi'l-Kur'ân, Beyrut ty. (el-İtkân)
116- Suyûtî, Celâleddin El-İklîl fî İstinbâti't-tenzîl (thk.Seyfeddin Abdülkâdir El-Kâtip), Beyrut 1985. (El-İklîl)
117- Suyûtî, Celâleddin Mu'taraku'l-Akran fî i'câzi'l-Kur'ân, (thk. Ahmed Şemseddin), Beyrut 1988. (Mu'taraku'l-akrân)
118- Şevkânî, Muhammed b. Ali b. Muhammed, Fethü'l-Kadîr, (thk. Abdurrahman Umeyre), yy., 1994.
119- Şimşek, Said, Kur'an'da İki Mesele, Konya 1987.
120- Şimşek, Said, Kur'an'ın Ana Konuları, İstanbul, 1999.
121- Taberî, Ebû Cafer Muhammed b. Cerîr, Câmi'u'l-beyân an te'vîli ayi'l-Kur'ân, Beyrut 1980. (Câmi'u'l-Beyân)
122- Tehânevî, Muhammed, Keşşâfu ıstılâhâti'l-fünûn, Beyrut ty.
123- Tirmizî, Ebû Îsâ Muhammed b. Îsâ, Sünenü't-Tirmizî, İstanbul 1981.
124- Turgut, Ali, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, İstanbul 1991. Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu (tdk.), Ankara 1986.
125- Uğur, Müctebâ, Ansiklopedik Hadis Terimleri Sözlüğü, Ankara 1992.
126- Vahidî, Ebu'l-Hasan Ali b. Ahmed, Esbabü'n-nüzûl, Kahire 1968.
127- Wensınck, A. J., el-Mu'cemü'l-müfehres li elfâzi'l-hadîsi'n-Nebevî, Leiden 1965.
128- Wensınck, A. J., "A'şâ", İA, İstanbul 1995.
129- Yazır, Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1971.
130- Yıldırım, Mustafa, "'Zulüm Üzerine", Felsefe Dünyası, sy. 30, Ankara 1999.
131- Zebîdi, Muhammed Murtaza, Tâcü'l-'arûs min cevahiri'l-kâmûs, Beyrut 1994.
132- Zehebî, Muhammed b. Ahmed ez-Zehebî, Siyerü a'lâmi'n-nübelâ, (nşr. Şuayb el-Arnaût ve diğ.) Beyrut 1994.
133- Zemahşerî, Ebu’1-Kâsım Mahmûd b. Ömer, el-Keşşaf 'an hakâiki't-tenzîl ve 'uyûni'l-ekâvîl fî vücûhi't-te'vîl, Beyrut, ty. (el-Keşşâf)
134- Zemahşerî, Ebu’1-Kâsım Mahmûd b. Ömer, Esâsü'l-Belâğâ, y.y., 1979.
135- Zerkânî, Muhammed Abdülazîm, Menâhilü'l-'irfân fî 'Ulûmi'l-Kur'ân, yy., 1953. (Menâhilü'l-'irfân)
136- Zerkeşî, Bedreddin, el-Burhân fî 'Ulûmi'l-Kur'ân (Muhammed Ebu’1-Fazl İbrahim), Beyrut 1972. (El-Burhân)
137- Ziriklî, Hayreddin, el-A'lâm, Beyrut 1992.
[1] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları:
[2] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 11-12.
[3] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 13-14.
[4] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 14-16.
[5] Halil b. Ahmed el-Ferâhidî, Ebû Abdurrahman, Kitâbü'l-'Ayn (thk.Mehdi el-Mahzûmîve İbrahim es-Samirâî), Beyrut 1988, VIII. 127; İbn Abbâd, İsmail, et-Muhît fi'l-lüğa (thk. Muhammed Hasan Âl-i Yâsîn), Beyrut 1994, IX, 445; İbn Fâris, Ebü'l-Hüseyin Ahmed, Mücmelü'l-lüğa (thk. Züheyr Abdülmuhsin Sultan), Beyrut 1986, III, 711; İbn Manzûr, Muhammed b. Mükerrem, Lisâ nü'l-'arab, Beyrut 1994, XIII, 317; Ahmed Rızâ, Mu'cemü metni'l-lüğa, Beyrut 1960, IV, 357; Kermî, Hasan Saîd, el-Hadî ilâ lügati'l-'arab, Beyrut 1992. III, 374.
[6] Halil b. Ahmed, Kitâbü'l-'Ayn, VIII, 127; İbn Abbâd, el-Muhît, IX, 445; İbn Fâris, Mücmelü'l-lüğa, III, 711; İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 317; Ahmed Rızâ, Mu'cemü metni'l-lüğa, IV, 356-357.
[7] İbn Fâris, Ebü'l-Hüseyin Ahmed, Mu'cemü mekîyisi'l-lüğa (thk. Abdusselâm Muhammed Harun), Beyrut 1991, IV, 473; Cevheri, İsmail b. Hammâd, es-Sıhah (thk. Ahmed Abdulğaffar Attâr), Beyrut 1984, VI. 2176; İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 317; Firûzâbâdî, Mecdüddin Muhammed b. Ya'kub, Kâmûsu'l-muhît (thk. Komisiyon), Beyrut 1986, s. 1575; Ahmed Rızâ, Mu'cemü metni'l-lüğa, IV, 357; Lane, Edward William, An Arabic-Engilish Lexicon, Beyrut 1980, VI, 2334.
[8] Halil b. Ahmed, Kitâbü'l-'Ayn, VIII, 127; İbn Abbâd, el-Muhît, IX, 445; İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 320; Zebîdî, Muhammed Murtaza, Tâcü'l-'arûs min cevâhiri'l-kamûs, Beyrut 1994, XVIII, 427; Lane, Lexicon, VI, 2334.
[9] Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 425; Lane, Lexicon, VI, 2334; Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.
[10] Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 427; Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.
[11] İbn Dureyd, Ebû Bekir Muhammed el-Hasen, Cemheretü'1-lüğa (thk.Remzi Münir Bal'bekkî), Beyrut 1987, I, 406; İbn Abbâd, el-Muhît, IX, 445; İbn Fâris, Mücmelü'l-lüğa, III, 711; Cevheri, es-Sıhâh, VI, 2176; İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 320; Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 426.
[12] İbn Abbâd, e/-Muhit, IX, 445.
[13] İbn Fâris, Mücmelü'l-lüğa, III, 711; Cevheri, es-Sıhâh, VI, 2176; İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 317; Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 427; Ahmed Rızâ,. Mu'cemü metni'l-lüğa, IV, 357.
[14] İbn Abbâd, el-Muhît, IX, 445; Zemahşeri, Ebu'l-Kâsım Mahmûd b. Ömer, Esâsü'l-belâğâ, y.y., 1979, s. 463.
[15] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 320; Zebîdî, Tâcü’l-`arüs, XVIII, 426.
[16] Firûzâbâdî, Kâmûsu'l-muhît. s. 1575.
[17] Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII. 425; Feyyûmî, Ahmed b. Muhammed, el-Mısbâhu'1-münîr fî ğarîbi'ş'şerhi'l-Kebîr li'r-Râfi'i, Lübnan 1987, s. 175; Lane, Lexicon, VI, 2334; Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.
[18] Cevheri, es-Sıhâh, VI.2175.
[19] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 317: Rrûzâbâdî, Kâmûsu'l-muhît, s.1575; Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 427; Ahmed Rızâ,. Mu'cemü metni'l-lüğa, IV, 357.
[20] Lane, Lexicon, VI, 2334-2335.
[21] Halil b. Ahmed, Kitâbü'l-'Ayn, VIII, 127; İbn Fâris, Mu'cemü mekâyîsi'1-lüğa, IV, 472; İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 319; Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVI, II, 425.
[22] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 320; Lane, Lexicon, VI, 2334; Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.
[23] İbn Fâris, Mücmelü'1-lüğa, III, 711; Cevheri, es-Sıhâh, VI, 2175.
[24] Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 425.
[25] Ahmed Rızâ, Mu'cemü metni'l-lüğa, IV, 357; Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.
[26] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 320; Fîrûzâbâdî, Kâmûsu'l-muhit, s.1575; Zebidî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 427.
[27] Ebü'1-Bekâ, Eyyûb b. Mûsâ el-Hüseynî el-Kefevî, el-Külliyyât (Mu'cem fi'l-mustalahât ve'l-furûki'l-lugaviyye) Beyrut 1992. s. 692; Kermi, el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.
[28] İbn Manzûr, Lisânü’l-`arab, XIII, 319; Lane, Lexicon, VI, 2334.
[29] Halil b. Ahmed, Kitâbü'l-'Ayn, VIII, 127.
[30] Lane, Lexicon, VI, 2334.
[31] Halil b. Ahmed, Kitâbü'l-'Ayn, VIII, 127; İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XI, II, 317; Lane, Lexicon, VI, 2335.
[32] Lane, Lexicon, VI, 2334.
[33] Halil b. Ahmed, Kitâbü'l-'Ayn, VIII, 127.
[34] Feyyûmi, el-Mısbâhu'l- münîr, s. 175; Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.
[35] Zemahşeri, Esasü’l-belâğa, s. 463.
[36] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 319
[37] Zebîdî, Tacü'l-'arus, XVIII, 425.
[38] Halil b. Ahmed, Kitâbü'l-'Ayn, VIII, 127.
[39] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 318; Firûzâbâdî, Kâmûsu'l-muhît, s. 1575; Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 425.
[40] Lane, Lexicon, VI, 2335; Feyyûmî, el-Mısbâhu'l-münir, s. 175; Kermî; el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.
[41] Cevheri, es-Sıhâh, VI, 2176; İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 317; Lane, Lexicon, VI, 2335.
[42] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 317; Kermî; el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.
[43] İbn Abbâd, el-Muhît, IX, 445.
[44] Halil b. Ahmed, Kitâbü'l-'Ayn, VIII, 127; İbn Abbâd, el-Muhît, IX, 445.
[45] Aslen Yemenlidir. 30/650 yıllarında Kûfe'de doğmuştur. Emevîler devri Arap şairlerindendir. Hakkında bilgi için bkz. Muhammed b. Ahmed ez-Zehebî, Siyeru a'lâmi'n-nübelâ, (nşr. Şuayb el-Arnaût ve diğ.) Beyrut 1994. IV, 185; Wensinck, A.J, "A'şâ", İA, İstanbul 1995, I, 695; Kılıç, Hulisi, "A'şâ Hemdân", DİA, İstanbul 1991, III, 545.
[46] Bu beytin Emevîler hakkında siyâsî hicivleriyle tanınan Kureyşli şâir İbn Kays er-Rukayyât Ubeydullah b. Kays b. Şüreyh (ö.75/694)'e de (hakkında bilgi için bkz.Ali Şâkir Ergin, "İbn Kays er-Rukayyât", DİA, İstanbul 1999, XX, 109) ait olduğu söylenmektedir. (Bkz. İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 317). Ancak İbn Düreyd'in Cemheretü'l-lüğa adlı lügat kitabını tahkik eden Remzi Münir Ba'lebekkî, söz konusu beytin İbn Kays'a ait dîvânda yer almadığını söylemektedir. (Bkz. İbn Dureyd, Cemheretü'l-lüğa, I, 406 (muhakkik notu).
[47] Şiirin kaynakları için bkz. Halil b. Ahmed. Kitâbü'l-'Ayn, VIII, 127; İbn Düreyd, Cemheretü'l-lüğa, I, 406; Cevheri, es-Sıhâh, VI, 2176; İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 317; Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 425.
[48] Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.
[49] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 321.
[50] Zemahşerî, Esâsü'l-belâğâ, 463.
[51] Zemahşerî, Esâsü'l-belâğâ, 463.
[52] Lane, Lexicon, VI, 2335.
[53] Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 427.
[54] Zebîdi, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 426
[55] Firûzâbâdî, Kâmûsu'l-muhît, s.1575; İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 319; Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 425.
[56] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 319
[57] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 318.
[58] Cevheri, es-Sıhâh, VI, 2176; Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.
[59] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 319.
[60] Lane, Lexicon, VI, 2335; Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.
[61] Halil b. Ahmed, Kitâbü'l-'Ayn, VIII, 128: İbn Fâris, Mu'cemü mekâyisi'1-lüğa, IV, 472, Mücmelü'l-lüğa. III, 711; Cevheri, es-Sıhâh, VI, 2176.; Zemahşerî, Esâsü'l-belâğâ, s. 463. Lane, Lexicon, VI, 2335: Kermî, el-Hâdi ilâ lügati'l-'arab, III, 374.
[62] Fîrûzâbâdî, Kâmûsu'l-muhît, s. 1575; Ahmed Rızâ, Mu'cemü metni'l-luğa IV, 357; Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l-`arab, III, 374.
[63] Zemahşerî, Esâsü'l-belâğâ, 463.
[64] Zemahşerî, Esâsü'l-belâğâ, 463; Zebîdî, Tâcü’l-arûs, XVIII, 427.
[65] Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 428.
[66] Zebîdî, Tâcü'l-'arus, XVIII, 428.
[67] Lane, Lexicon, VI, 2335.
[68] Zebîdî, Tacü'l-'arûs, XVIII, 426; Fîrûzâbâdî, Kâmûsu'l-muhît, s. 1575.
[69] Fîrûzâbâdî, Kâmûsu'l-muhît, s. 1575; Lane, Lexicon, VI, 2335.
[70] Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 426; Fîrûzâbâdî, Kâmûsu'l-muhît, s. 1575.
[71] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 318; Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 426; Fîruzâbâdî, Kâmûsu'l-muhît, s. 1575.
[72] Zemahşerî, Esâsü'l-belâğâ, 463; Fîrûzâbâdî, Kâmûsu'l-muhît, s. 1575; Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.
[73] Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374
[74] Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.
[75] İbn Manzûr, Usânü'l-'arab, XIII, 318.
[76] İbn Manzûr, Usânü'l-'arab, XIII, 318; Lane, lexicon, VI, 2335.
[77] Kermî, el-Hâdi ilâ lügati'l-'arab, III, 374.
[78] Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.
[79] Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 426.
[80] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 318; Lane, Lexicon, VI, 2335.
[81] Fîrûzâbâdî, Kâmûsu'l-muhît, s. 1575.
[82] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 317.
[83] Fîrüzâbâdî, Kâmûsu'l-muhît, s. 1575.
[84] Lane, Lexicon, VI, 2335.
[85] Halil b. Ahmed, Kitûbü'l-'Ayn, VIII, 127; İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 317; Fîrûzâbâdî, Kâmûsu'l-muhît, s. 1575; Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 424; Feyyûmî, el-Mısbahu’l-münîr, s. 175.
[86] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 319.
[87] Lane, Lexicon, VI, 2335.
[88] Halil b. Ahmed, Kitâbü'l'Ayn, VIII, 127; Firûzâbâdî, Kâmûsu'l-muhît, s. 1575; Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 425.
[89] Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 426.
[90] Firûzâbâdî, Kâmûsu'l-muhît, s. 1575.
[91] Halil b. Ahmed, Kitâbü'l'Ayn, VIII, 127; Feyyûmi, el-Mısbâhu'l-münîr, s. 175.
[92] Lane, Lexicon, VI, 2335.
[93] İbn Manzûr, Lisânü'I-'arab, XIII, 318; Firûzâbâdî, Kâmûsu'l-muhît, s. 1575; Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 426; Feyyümî, el-Mısbâhu'l- münîr, s. 175.
[94] Firûzâbâdî, Kâmûsu'l-muhît, s. 1575.
[95] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 319.
[96] Firûzâbâdî, Kâmûsu'l-muhît, s. 1575; Zebîdî, Tûcü'l'arûs, XVIII, 426.
[97] İbn Manzûr, Lisânü'l'arab, XIII, 319.
[98] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 317; Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 425.
[99] Zebîdî, Tâcü'l'arûs, XVIII, 426.
[100] Lane, Lexicon, VI, 2335.
[101] Firûzâbâdî, Kâmûsu'l-muhît, s. 1575; Zebîdî. Tacü'l'arûs, XVIII, 426.
[102] Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 427; Ahmed Rızâ, Mu'cemü metni'l-lüğa, IV, 357.
[103] İbn Manzûr, Lisânü'l'arab, XIII, 317; Ahmed Rızâ, Mu'cemü metni'l-lüğa, IV, 357.
[104] İbn Manzûr, Lisânü'h'arab, XIII, 318; Rrûzâbâdî, Kâmûsu'l-muhît, s.1575; Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 426; Ahmed Rızâ, Mu'cemü metni'l-lüğa, IV, 357.
[105] Feyyûmî, el-Mısbabu’l-münîr, s. 175.
[106] Ahmed Rızâ, Mu'cemü metni'l-lüğa, IV, 357.
[107] Halil b. Ahmed, Kitâbü'l-'Ayn, III, 127.
[108] Ahmed Rızâ, Mu'cemü metni'l-lüğa, IV, 357.
[109] Zebîdi, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 426; Ahmed Rızâ, Mu'cemü metni'l-lüğa, IV, 357; Lane, Lexicon, VI, 2335; Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.
[110] Cevheri, es-Sıhah, VI, 2176; Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l'-arab, III, 374.
[111] Cevherî, es-Sıhâh, VI, 2176; Ahmed Rızâ, Mu'cemü metni'l-lüğa, IV, 357.
[112] Ahmed Rızâ, Mu'cemü metni'l-lüğa, IV, 357.
[113] Feyyûmî, el-Mısbâhu'l-münîr, s. 175.
[114] Ahmed Rızâ, Mu'cemü metni'l-lüğa, IV, 357.
[115] Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 426.
[116] Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 427; Firûzâbâdi, Kâmûsu'l-muhît, s. 1575; Ahmed Rızâ, Mu'cemü metni'l-lüğa, IV, 357.
[117] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 318.
[118] Firûzâbâdî, Kâmûsu'l-muhît, s. 1575; Ahmed Rızâ, Mu'cemü metni'l-lüğa, IV, 357; Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.
[119] Zebîdî, Tacü'l-'arûs, XVIII, 426; Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.
[120] Lane, Lexicon, VI, 2335.
[121] Ahmed Rızâ, Mu'cemü metni'l-lüğa, IV, 357.
[122] Halil b. Ahmed. Kitâbü'l-'Ayn, VIII, 127.
[123] Kermî, el-Hâdî ilâ lügati’l-'arab, III, 374.
[124] Araplar Sakîf oğullarının kesintisiz devam eden harplerini Benû Sekîfin yetefâtenûne ebeden (Sakîf oğulları devamlı harpetmektedir) ifadesiyle anlatmaktadırlar. (Bkz. Zemahşerî, Esâsü'l-belâğâ, 463).
[125] İbn Manzûr, lisânü'l-'arab, XIII, 317; Ahmed Rızâ, Mu'cemü metni'l-lüğa, IV, 357.
[126] Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 427.
[127] Ahmed Rızâ, Mu'cemü metni'l-lüğa, IV,357.
[128] Ahmed Rızâ, Mu'cemü metni'l-lüğa, IV, 357.
[129] Feyyûmî, el-Misbâhu'l- münîr, s. 175.
[130] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 320; Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 424; Lane, Lexicon, VI, 2335.
[131] İbn Fâris, Mücmelü'l-lüğa, III, 711.
[132] İbn Fâris, Mücmelü'l-lüğa, III, 711.
[133] İslamı kabul eden Cahiliyye dönemi şairlerindendir. Hz. Osman zamanında vefat etmiştir. (Bkz. el-İsfehâni, Ebü'l-Ferec Ali b. Hasan, Kitâbü'l-Eğâni, yy., 1993, VIII, 234; Ziriklî, Hayreddin, el-A'lam, Beyrut 1992, V, 72; Afîf Abdurrahmân, Mu'cemu'ş-şu'arâ, Beyrut 1996. s. 173).
[134] İbn Fâris, Mücmelü'l-lüğa, III, 711; Zebîdî, Tacü’l-`arûs, XVIII, 424.
[135] İbn Abbâd, el-Muhît, IX, 445; Fîrûzâbâdî, Kâmûsu'l-muhît, s. 1575; Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 427.
[136] Halil b. Ahmed, Kitûbü’l-`Ayn, VIII, 127.
[137] Kermî, el-Hadi ilâ lügati'l-'arab, III, 374.
[138] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 317; Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 425-426.
[139] Adı geçen eserlerdeki bu anlamlara hicrî ikinci asır dilcilerinden Halil b. Ahmed'in Kitâbü’l-`Ayn (bkz. VIII, 127-128); üçüncü asır dilcilerinden İbn Dureyd'in, Cemheretü'l-lüğa (bkz. I, 406); İbn Abbâd'ın, el-Muhit fi'l-lüga (bkz. IX, 445); İbn Fâris’in, Mu'cemü mekây'isi'l-lüğa (bkz. IV, 472-473) ve Mücmelü'l-lüğa (bkz. II, 711); Cevherî'nin, es-Sıhah (bkz.VI, 2175-2176) adlı sözlüklerinde rastlamamaktayız.
[140] Enfâl: 8/28. Âyetin meali şöyledir: "Bilin ki mallarınız ve çocuklarınız birer deneme aracıdır (fitne)."
[141] Bakara: 2/191. âyette geçen fitne yorumlarından biri "küfür", Mâide: 5/41. deki fitnenin yorumlarından biri "rezalet", Tevbe: 9/49. da geçen fitne yorumlarından biri "günah"tır. Bkz. İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 317-321 Zebîdî, Tacü'l-'arûs, XVIII, 424-428.
[142] Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, Ankara 2000, II, 933.
[143] Türkçe Sözlük, TDK, Ankara 1986, s. 365.
[144] Devellioğlu, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Sözlük, Ankara 1978, s. 322.
[145] Doğan. D. Mehmet. Büyük Türkçe Sözlük, Ankara 1986. s. 365.
[146] Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, II, 933.
[147] Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, s. 365.
[148] Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, s. 365; Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, II, 933.
[149] Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, II, 933.
[150] Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, s. 365.
[151] Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, II, 933.
[152] Develilioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Sözlük, s. 322; Doğan. Büyük Türkçe Sözlük, s. 365.
[153] Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Sözlük, s. 322.
[154] Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, II, 933: Doğan. Büyük Türkçe Sözlük, s. 365.
[155] Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, II, 933.
[156] Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, s. 365
[157] Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, II, 933.
[158] Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, II, 933.
[159] Deveüioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Sözlük, s. 322.
[160] Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Sözlük, s. 322.
[161] Devellioğlu, Osmanhca-Türkçe Ansiklopedik Sözlük, s. 322.
[162] Develioğlu, Osmanhca-Türkçe Ansiklopedik Sözlük, s. 322.
[163] Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, II, 914.
[164] Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, III, 1927.
[165] Bir kelimenin, eskiden anlattığı bir nesnenin, bir türünü anlatır duruma gelmesi, veya eskiden çok anlamlı olan bir göstergenin bazı anlamlarını ya da anlamlarından birini yitirmesi "anlam daralması" olarak nitelendirilmektedir. (Bkz Aksan, Doğan, Her Yönüyle Dil, Ana Çizgileriyle Dilbilim, Ankara 1990 , III, 215).
[166] Cami' türü hadis kitaplarının bir bölümünün adıdır. Bkz. Uğur, Müctebâ, Ansiklopedik Hadis Terimleri Sözlüğü, Ankara 1992, s. 99-100.
[167] Geniş bilgi için bkz. Ertürk, Mustafa, Metin Tenkidi Prensipleri Açısından Sahih-i Buhârî'deki Bazı Fiten Hadislerinin Değerlendirilmesi (Yayımlanmamış Doktora Tezi), İstanbul 1995, s. 206-232; Çelebi, İlyas, "Fiten ve Melahim" DİA, İstanbul 1996, XIII, 149. Ftn kök ve türevleri hem tespit ettiğimiz sözlük anlamlarından bazılarıyla hem de -ileride yer vereceğimiz-Kur'an'daki anlamlarıyla hadislerde de geniş ölçüde geçmektedir. Bu kaynaklarda söz konusu kelimeler, hem olumlu hem de olumsuz anlamlarda ancak daha çok menfî anlamda kullanılmaktadır. Bkz. Wensinck, A. J., el-Mu'cemü'l-müfehres li elfâzi'l-hadisi'n-nebevî, Leiden 1965, V, 59-64. Hadis literatüründe daha çok "Kitâbu'l-fiten" veya "Kitâbu'l-fiten ve eşrâtüs-saat" başlığı altındaki bölümlerde rivayet edilen hadislerde geçen fitne ve onun çoğulu olan fiten kelimeleri genellikle, çeşitli dinî ve siyasî sebeplerle İslam toplumunda ortaya çıkacak sosyal kargaşa, iç savaş, özellikle müslümanlar arasında vuku bulacak dâhîlî ihtilaf, karışıklık ve her türlü fesad için kullanılır. Hadislerde ayrıca mal, dünya, tefrika, Deccâl, Ye'cüc ve Me'cüc fitneleri gibi bir takım dînî ve ahlâkî fitnelerden bahsedilmektedir. (Bkz. Ertürk, Metin Tenkidi Prensipleri Açısından Sahîh-i Buhârî'deki Bazı Fiten Hadislerinin Değerlendirilmesi, s. 206-232; Çelebi, İlyas, İtikadı Açıdan Uzak ve Yakın Gelecekle İlgili Haberler, İstanbul 1996, s. 20-24; Çelebi, "Fiten ve Melahim" DİA, 149-152. Çelik, Ali, Hz. Peygamberin Hadislerinde Fitne (Sebepleri, Özellikleri, Çareleri), İzmir 1996, s. 16-79).
Fitne kelimesinin hadislerdeki kullanımı için bkz. Buhârî, Muhammed b. İsmail, Sahihu'l-Buhârî, İstanbul 1981, Kitâbü'l-fiten, VIII, 86-104; İbnü'l-Esîr, Mecdüddîn Ebu's-Seâdât, en-Nihâye fî ğarîbi'l-hadîs ve'l-eser (nşr. Tâhir Ahmet ez-Zâvî, Mahmud Muhammed et-Tanâhî), yy., 1963, IV, 410-411; Çelik, Hz. Peygamberin Hadislerinde Fitne, s. 16-79: Çağrıcı, Mustafa, "Fitne" DİA, İstanbul 1996, XIII, 158.
[168] Çağrıcı, "Fitne", XIII, 158; İşler, Emrullah, "Fitne Katilden Beter mi? -Fitne Kelimesi ve Türkçe'ye Çeviri Sorunu" İslamiyât Dergisi, Ankara 1999, sayı: 2, s. 140.
[169] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 19-36.
[170] Toplam olarak ellisekiz âyette geçen ftn ve türevleri Tevbe: 9/49 ve Tâhâ: 20/40'da ise ikişer defa geçmektedir.
[171] Fitne kelimesi yirmi iki âyette nekre olarak (fitne) yer almaktadır: Bakara: 2/102. 193; Mâide: 5/71; Enfâl: 8/25. 28, 39, 73: Yûnus: 10/85; İsrâ: 17/60; Enbiyâ: 21/35, III: Hac: 22/11, 53; Nur: 24/63; Furkân: 25/20;Ankebût: 29/10; Sâffât: 37/63; Zümer: 39/49; Kamer: 54/27; Mümtehine: 60/5; Tegâbün: 64/15; Müddesir: 74/31.
[172] Fitne kelimesi sekiz âyette marife olarak (el-fitne) yer almaktadır: Bakara: 2/191, 217; Âl-i İmrân: 3/7; Nisa: 4/91; Tevbe: 9/47, 48, 49; Ahzâb: 33/14.
[173] Maide: 5/41; En'âm: 6/ 23; A'râf: 7/155; Zâriyât: 51/14.
[174] Nisa: 4/101; Maide: 5/49; En’am: 6/53; A’raf: 7/27; Tevbe: 9/49,126; Yunus: 10/83; Nahl: 16/110; İsra: 17/73; Tâhâ: 20/40, 85, 90, 131; Neml: 27/47; Ankebut: 29/2, 3; Sâffât: 37/162; Sâd: 38/24, 34; Duhân: 44/17; Zâriyat: 51/13; Hadid: 57/14; Cin: 72/17; Kalem: 67/6; Burûc: 85/10.
[175] Ftn'nin yapı itibariyle isim formunda geçtiği âyetler şunlardır: Bakara: 2/102, 191, 193, 217; Âl-İmrân: 3/7; Nisa: 4/ 91; Mâide: 5/ 41, 71; En'âm: 6/23; A'râf: 7/155; Enfâl: 8/25, 28, 39, 73; Tevbe: 9/47, 48, 49; Yûnus: 10/85; İsrâ: 17/60; Tâhâ: 20/ 40; Enbiyâ: 21/35, 111; Hac: 22/11, 53; Nûr: 24/63; Furkân: 25/20; Ankebût: 29/10; Ahzâb: 33/14; Sâffât: 37/63, 162; Zümer: 39/49; Zâriyât: 51/14; Kamer: 54/27; Mümtehine: 60/5; Tegâbün: 64/15; Kalem: 67/6; Müddesir: 74/31.
[176] Ftn'nin fiil formunda geçtiği âyetler şunlardır: Nisa: 4/101; Mâide: 5/49; En'âm: 6/53; A'râf: 7/27; Tevbe: 9/49, 126; Yûnus: 10/83; Nah: 16/110; İsrâ: 17/73; Tâhâ: 20/40, 85, 90, 131; Neml: 27/47; Ankebût: 29/2, 3; Sâd: 38/24, 34; Duhân: 44/17; Zâriyât: 51/13; Hadid: 57/14; Cin: 72/17; Burûc: 85/10.
[177] Ftn ve türevlerinin geçtiği Mekkî âyetler şunlardır; En'âm: 6/53; A'râf: 7/27, 155; Yûnus: 10/83, 85; Nahl: 16/110; İsrâ: 17/60; Tâhâ: 20/40, 85, 90; Enbiyâ: 21/35, 111; Furkân: 25/20; Nemi: 27/47; Sâffât: 37/ 63, 162; Sâd: 38/24, 34; Zümer: 39/49; Duhân: 44/17; Zâriyât: 51/13, 14; Kamer: 54/27; Cin: 72/17; Kalem: 67/6; Müddesir: 74/31; Burûc: 85/10.
[178] Ftn ve türevlerinin geçtiği Medenî âyetler şunlardır: Bakara: 2/102, 191, 193, 217; Al-İmrân: 3/7; Nisa: 4/91, 101; Mâide: 5/41, 49, 71: En'âm: 6/23; Enfâl: 8/25, 28, 39, 73; Tevbe: 9/47, 48, 49, 126; İsrâ: 17/73; Tâhâ: 20/131; Hac: 11, 53; Nûr: 24/63; Ankebût: 29/2, 3, 10; Ahzâb: 33/14; Hadid: 57/14; Mümtehine: 60/5; Tegâbün: 64/15.
[179] A'râf: 7/155.
[180] Zâriyât: 51/14.
[181] Mâide: 5/41.
[182] En'âm: 6/23.
[183] Tâha: 20/40.
[184] Hadîd: 57/14.
[185] Burûc: 85/10.
[186] En'âm: 6/53; Tâha: 20/85; Ankebût: 29/3; Sâd: 38/34; Duhân: 44/17.
[187] Tâhâ: 20/40.
[188] Sâd: 38/24.
[189] Tevbe: 9/49.
[190] Tâhâ: 20/131; Cin: 72/17.
[191] Nisa: 4/101.
[192] A"râf: 7/27.
[193] Yûnus: 10/ 83.
[194] Mâide: 5/49.
[195] Tâhâ: 20/131; Cin: 72/17.
[196] Tâhâ: 20/90.
[197] Nahl: 16/110.
[198] Nem: 27/47.
[199] Tevbe: 9/126; Ankebût: 29/2; Zâriyât: 51/13.
[200] Sâffât: 37/162.
[201] Kalem: 67/6.
[202] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 36-43.
[203] Kur'an'da yer alan müşterek lafızlarla ilgili bir bir çalışma yapan Muhammed Nureddin el-Müneccid, fitnenin el-vücûh ve'n-nezâir ile ilgili kaynaklarda, "şirk, küfr, imtihan, azap, ateşte yakmak, öldürmek, yüz çevirmek, dalâlet, mazeret, ibret, delilik, günah, ceza, hastalık, kaza. hükmü altına almak" gibi on altı anlamının zikredildiğini, ancak kelimenin asıl olarak "imtihan" manasına delâlet ettiğini, diğer anlamların ise imtihan vesileleri olduğunu, bu sebeple de söz konusu kelimenin müşterek bir lafız olmadığını ifade eder. (Bkz. Muhammed Nureddin el-Müneccid, el-İştirâkü'1-lafzî fi'l-Kur'ân: beyne'n-nazariyye ve't-tatbîk, Beyrut 1998, s. 197). Müellifin bu görüşü kanaatimizce isabetli değildir. Zira bizzat kendisinin de ifade ettiği üzere (bkz. el-lştirâ-kü 'l-lafzı fi'l-Kur'ân, s. 196) her ne kadar fitnenin anlamlarından bazılarının imtihan vesilesi olması söz konusu olsa da, bu anlamlardan bazıları için bu durum söz konusu olamaz.
[204] Bir kelimenin Kur'an'da farklı anlamlarda kullanılmasına "vücûh", buna mukabil çeşitli kelimelerin aynı anlamı ifade etmesine ise "nezâir" adı verilir (bkz. Zerkeşî, Bedreddin, el-Burhân fi 'ulûmi'l-Kur'ân Muhammed Ebu’l Fazl İbrahim, Beyrut 1972, I, 102-111; Suyûtî, Celâleddin, el-İtkân fi ulû mi'l-Kur'ân, Beyrut ty., III, 185). Suyûtî, vücûh ile ilgili vermiş olduğu örnekler arasında fitneyi de ele almaktadır. (Bkz. el-Itkan, I, 185).
[205] El-vücûh ve'n-nezâir konusunda yapılan çalışmalar hakkında geniş bilgi için bkz. Turgut, Ali, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, İstanbul 1991 s. 201-205.
[206] Dâmeğânî, Hüseyin b. Muhammed, Kâmûsu'l-Kur'ân (Islâhu'l-vücûh ve 'n-nezâir fi'l-Kur'âni'l-Kerim), (thk. Abdülaziz Seyyid el-Ehl). Beyrut 1985 s. 77.
[207] Bakara: 2/191, 193.
[208] Tevbe: 9/ 48, 49; Hadîd: 57/14.
[209] Nahl: 16/110; Ankebût: 29/10.
[210] Ankebût: 29/2-3; Tâhâ: 20/ 40; Duhân: 44/17.
[211] Zâriyât: 51/14; Burûc: 85/10.
[212] Nisa: 4/101; Yûnus: 10/83.
[213] Mâide: 5/49; İsrâ: 17/73.
[214] Mâide: 5/41; Sâffât: 37/162.
[215] En'âm: 6/53.
[216] Yûnus: 10/85; Mümtehine: 60/5.
[217] Kalem: 67/6.
[218] İbnü'l-Cevzî, Cemaleddin Ebü'l-Ferec Abdurrahmân, Nüzhetü'l-a'yünu'n nevâzir fi'ılmi'l-vücûh ve'n-nezâir (Muhammed Abdulkerim Kâzım er-Râzî), Beyrut 1987, s. 480.
[219] Bakara: 2/191, 193; Enfâl: 8/39.
[220] Âl-İmrân: 3/7. Adı geçen müellif, Münafıklar ve Yahudiler hakkında zikredilen her fitnenin "küfür" anlamında olduğunu belirtmektedir.
[221] Ankebût: 29/2; Tâhâ: 20/ 40; Duhân: 44/17.
[222] Nahl: 16/110; Ankebût: 29/10.
[223] Zâriyât: 51/13-14; Burûc: 85/10.
[224] Nisa: 4/101; Yûnus. 10/83.
[225] Mâide: 5/49; İsrâ: 17/73.
[226] Mâide: 5/41; Sâffât: 37/162.
[227] En’âm: 6/53.
[228] Yûnus: 10/85; Mümtehine: 60/5.
[229] Kalem: 67/6.
[230] Tevbe: 9/49.
[231] Nur: 24/63.
[232] Tevbe: 9/126.
[233] A'râf: 7/155.
[234] Fîrûzâbâdî, Mecdüddin Muhammed b.Ya'kub, Besâiru zevi’t-temyîz fi letâfi Kitabi'l-'Azîz (thk. Muhammed Ali en-Neccâr), Beyrut, ty., IV, 166-69.
[235] Zâriyât: 51/14; Nahl: 16/110.
[236] Bakara: 2/217.
[237] Âl-İmrân: 3/7; Tevbe: 9/ 48: Hadîd: 57/14.
[238] Nûr: 24/63; Tevbe,: 9/49.
[239] Ankebût: 29/2-3; Tâhâ: 20/40; Duhân: 44/17.
[240] Zâriyât: 51/14; Burûc: 85/10.
[241] Nisa: 4/101; Yûnus: 10/83.
[242] Mâide: 5/49; İsrâ: 17/73.
[243] Mâide: 5/41; Sâffât: 37/162.
[244] En'âm: 6/53.
[245] Kalem: 67/6.
[246] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 43-46.
[247] Fitnenin imtihan, deneme anlamında kullanıldığı âyetler şunlardır: Bakara: 2/102; En'âm: 6/53; A'râf: 7/155; Enfâl: 8/28; Tevbe: 9/126; Isrâ: 17/60; Tâhâ: 20/40, 85, 90, 131; Enbiyâ: 21/35, 111; Hac: 22/53, Furkân: 25/20; Neml: 27/47; Ankebût: 29/2, 3; Sâd: 38/24, 34; Zümer: 39/49; Duhân: 44/17; Kamer: 54/27; Teğâbün: 64/15; Cin: 72/17; Müddessir: 74/31.
[248] Hârut ve Mârut hakkında bilgi için bkz. Kasımi, Muhammed Cemaleddin, Mehâsinü't-te'vîl, yy., ty., I, 210; Yazır, M. Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1971, 1, 446.
[249] Bkz. İbn Kuteybe, Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim, Tefsirü garibi'l-Kur'an, (thk. Seyyid Ahmed Sakr), Beyrut 1978, s. 58; Râğıb el-İsfahânî, Müfredâtü elfazi'l-Kur'an (thk. Safvân Adnan Dâvûdî), Dımeşk 1997, s. 623-624; Beğavî, Ebû Muhammed Hüseyin b. Mesud, Mealimü't-tenzil (Tefsîrü'l-Beğavî), Mısır 1955 (Tefsîrü'-Hâzin'in kenarında), 1, 88; İbnü'l-Cevzî, Ebu'l-Ferec Cemaleddin Abdurrahman b. Ali, Zâdü'l-mesîr fî'ılmi't-tefsîr, (thk. Muhammed Abdurrahman Abdullah) Beyrut 1987, 1, 108; Ebû Hayyân, Muhammed b. Yusuf el-Endelûsî, el-Bahru'l-muhît, Beyrut 1992, 1, 529; İbn Mulakkîn, Sirâceddin Ebî Hafs Ömer b. Ebi'l-Hasan Ali b. Ahmed, Tefsirü garîbi'l-Kur'ân (thk. Semîr Tâhâ el-Meczûb), Beyrut 1987, s. 62; Ebu's-suûd. İrşâdü'l-akli's-selîm ilâ mezâye'l-Kur'âni'l-Kerim, Beyrut ty., 1, 139; Şevkânî, Muhammed b. Ali b. Muhammed, Fethü'l-kadîr, (thk. Abdurrahman Umeyre). yy., 1994, 1, 188; Reşîd Rızâ, Tefsîrü'l-menâr, Mısır, ty., 1, 403; Merâğî, Ahmed Mustafa, Tefsîrü'l-Merâğî, yy., 1974, 1, 181 (birinci cüz); Kâsımî, Mehâsinü't-te'vîl, 1, 210; Ateş, Süleyman, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, İstanbul, ty., I, 203.
Muhammed Esed, âyette geçen fitne kelimesine "ayartıcı" anlamı vermişse de (bkz. Kur'an Mesajı, Meâl-Tefsir, trc. Cahit Koytak, Ahmet Ertürk, İstanbul 1996, 1, 28), bu anlamın âyetin anlam örgüsüne uygun düşmeyeceği kanaatindeyiz. Zira âyetin devamında "küfre düşmeyin” şeklinde yer alan ve Hârut ve Mârut'a izafe edilen ifade onların ayartıcı değil, bilakis uyarıcı olduklarını göstermektedir.
[250] Beğavî, Meâtimü't-tenzîl, 1, 88; Yazır, Hak, Dini Kuran Dili, 1, 446.
[251] Bkz. Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 1, 447.
[252] M. Hamdi Yazır, Hârut ve Mârufa ilham edilenlerin hadd-i zâtında bir sihir değil, fakat fesat ehlinin elinde küfre vesile olabilecek şeyler olduğunu, şeytanların bunu yalnızca sihir için öğrettiklerini belirtir (bkz. Hak Dini Kur'an Dili, 1, 446).
[253] Yazır da. sözünü ettiğimiz Bakara Sûresi 102. âyette geçen İnnemâ nahnü fitnetün felâ tekfur ifadesini, "Biz bir fitneyiz, yani bu öğreteceğimiz şeyler fitneye müsaittir ve kötüye kullanılması da küfürdür.” şeklinde açıklamaktadır (bkz. Hak Dini Kur'an Dili, 1, 446).
[254] İbn Kuteybe, Tefsîrü garibi'l-Kur'ân, s. 154: Taberî, Ebû Cafer Muhammed b. Cerîr, Câmi'u'l-beyân an te'vîli âyi'l-Kur'an, Beyrut, 1980, VII, 132; Zemahşerî, Ebu'l-Kâsım Mahmûd b. Ömer, el-Keşşâf 'an hakâıki't-tenzîl ve 'uyuni’l-ekâvîl fî vücûhi't-te'vîl, Beyrut, ty. II, 22; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, III, 34; Râzî, Fahreddin, et-Tefsîru'l-kebir, (Mefâtihu'1-ğayb), Beyrut, ty., XII, 237; Beyzâvi, Nasırüddin Ebû Saîd Abdullah b. Ömer, Envârü't-tenzîl ve esrârü't-te'vîl, İstanbul 1984, II, 414, (Mecma'u't-tefâsîr içerisinde); İbn Kayyim el-Cevziyye, Şemseddin Ebû Abdullah Muhammed, İğâsetü'1-lehefân fî masâidi'ş-şeytân (thk. Bişr Muhammed 'Uyûn) Riyad ty.. II, 584; 'iz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, (thk. Abdullah b. İbrahim b. Abdullah el-Vehîbî), Beyrut 1996, 1, 438; Kurtubi Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed, el-Cammi’li ahkâmi'l-Kur'ân, Beyrut 1965, VI, 434; Nesefî, Ebü'l-Berekât Abdullah b. Ahmed b. Mahmud, Medârikü't-tenzîl ve hakâikıt't-te'vîl, İstanbul 1984, II, 414, (Mecma'ut-tefâsir içerisinde); Hâzin, Ali b. Muhammed, Lübâbü't-te'vil fi meani't-tenzil, İstanbul 1984, II, 414. (Mecma'u’t-tefâsir içerisinde); İbn Kesîr, Ebü'1-Fidâ İsmail, Tefsîrü'l-Kur'âni'l-azîm, Kahire 1980, II, 131; İbn Mulakkîn, Tefsîrü garîbi'l-Kur'ân, s. 62; Ebu's-suûd, İr-şâdü'l-akli's-selîm, III, 140; Fîrûzâbâdî, Mecdüddin Muhammed b.Ya'kub, Tenvîrü'l-mikbâs min tefsîr-i İbn Abbâs, İstanbul 1984, II, 414. (Mecma'u't-tefâsîr içerisinde); Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, III, 1941; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, III, 136 (yedinci cüz); Esed, Kur'an Mesajı, 1, 235.
[255] Bir önceki âyetin meali şöyledir: "Rablerinin rızâsını isteyerek sabah akşam ona dua edenleri yanından kovma. Onların hesabından sana bir şey yok, senin hesabından da onlara bir şey yok ki onları koıasın. Eğer kovarsan zalimlerden olursun." (En'âm, 6/52.)
[256] Her iki âyetin nüzul sebebi ile ilgili rivayet şöyledir: "Kureyş'in (küfürde) ileri gelenlerinden bir grup Allah Rasûlüne uğradı. Onun yanında müslümanların yoksullarından olan Suheyb, Bilal, Ammâr, Habbab ve diğer bazı sahâbiler bulunuyordu. Bu grup Allah Rasûlüne "Ey Muhammed, kavminden bunlara mı razı oldun? Aramızdan Allah'ın kendilerine lütuf ve ihsanda bulunduğu kimseler de bunlar mı? Biz bunlara mı uyacağız. Onları yanından kov. Onları kovduğun takdirde belki sana uyabiliriz" dediler. Bunun üzerine "Rablerinin rızâsını isteyerek sabah akşam ona dua edenleri yanından kovma..." ve 'Biz onlardan (kimini kimi ile, neticede 'Allah bula bula aramızdan bunları mı lütfuna layık gördü?...' mealindeki âyetler nazil oldu (bkz. Taberî, Câmi'u'l-beyân, VII, 128; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'âni'l-Azîm, II, 124).
[257] A'râf: 7/155.
[258] İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, III, 182; "iz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, I, 506; İbn Kayyim el-Cevziyye, İğâsetü'l-lehefân, II, 580; İbn Kesîr, Tefsîrü'1-Kur'âni'l-Azîm, II, 250; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, III, 277; Reşîd Rızâ, Tefsîrul-menâr, IV, 218; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, 2294; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâği, III, 79 (dokuzuncu cüz); Mevdûdî, Ebu'1-AI'â Tefhîmü'l-Kur'ân (trc. Komisyon), İstanbul 1991 II, 99.
Burada geçen fitneye bir kısım müfessirler "azap" anlamı verirlerken (bkz. İbnü'l-Cevzî. Zâdü'l-mesîr, III, 182; 'iz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'an, 1, 506). Bir kısım müfessirler ise, '"hüküm" anlamı vermişlerdir (bkz. İbnü'l-Cevzî, Nüzhetü'l-a'yün, s. 480; Suyûtî, Celâleddin, Mu'taraku'l-akrân fî i'câzi'l-Kur'ân, thk.Ahmed Şemseddin, Beyrut 1988, III, 135).
[259] Buradaki sarsıntıya farklı anlamlar verilmiş olmakla (bkz. "iz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, 1, 506) birlikte Esed'in yorumunun orijinal olduğu kanaatindeyiz. Esed'in yorumu şöyledir: "Müfessirlerin çoğu, racfeh sözcüğüne, burada da Kur'an'ın başka yerlerinde (mesela, bu sûrenin 78. ve 91. âyetlerinde) zaten tartışmasız olan anlamını, yani, "deprem/yer sarsıntısı" anlamını vermektedirler. Fakat, hatırda tutulmalıdır ki bu isim Arapça'da, meydana getiren sebep ne olursa olsun her çeşit '"şiddetli gürültü" ya da "sarsıntı/titreme' olayı için kullanılmaktadır. Bu itibarla, bu âyette söz konusu edilen sarsıntının ille de bir yer sarsıntısı olduğunu düşünmemiz gerekmez; biz burada geçen sarsıntının, derin bir pişmanlığın Allah'ın cezasından yana duyulan korkunun yetmiş yaşlı insanda yol açtığı psikolojik sarsıntı olduğunu düşünmenin daha yerinde olacağı görüşündeyiz" (Kur'an Mesajı, 1, 303).
İsrâiloğullarından bu yetmiş kişinin bir sarsıntı ile sarsılmalarının sebepleri hususundaki yorumlar için bkz. 'iz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, I, 506; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, 2292.
[260] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, 2294.
Hangi yönüyle sınav aracı olduğu hususunda bkz. Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, III, 79 (dokuzuncu cüz).
[261] Bkz. İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, III, 235; İbn Kayyim el-Cevziyye, İğâsetü'l-lehefân, II, 580; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'âni'l-Azîm, II, 301; Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, III, 502.
Bu âyette geçen fitne ile ilgili olarak İbn Mesud'un şöyle dediği nakledilmektedir: "Sizden biriniz, 'Allahım fitneden sana sığınırım' demesin. Çünkü içinizden hiç kimse fitnenin kapsamı dışında değildir. Zira Allah. "Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız birer imtihan sebebidir" buyurmaktadır. Hanginiz sığınacaksa fitnelerin saptırıcılarından Allah'a sığınsın" (bkz. İbn Kayyim el-Cevziyye, İğâsetü'l-lehefân, II, 560). Yine bu konu ile ilgili olarak "Allahım, fitnelerden sana sığınırım' diye dua eden birisine, Hz. Ömer'in, ''Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız birer imtihan sebebidir'. Yukarıdaki âyetin yorumundan hareketle 'Rabbinin sana mal ve evlât vermesini istemiyor musun? dediği nakledilmektedir (bkz. İbnü'1-Esîr, Mecdüddîn Ebu's-Seâdât, en-nihaye IV, 411: İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 320).
[262] Bkz. İbn Kesîr, Tefsîrü'1-Kur'âni'l-Azîm, II, 301.
[263] Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, III, 502.
[264] Bu âyetin hemen öncesindeki âyette, müminlerden Allah ve elçisine ve bile bile emanetlere hainlik etmemeleri istenmektedir. Bu âyetin indiriliş sebebi ile ilgili ve buradaki "emânetlere hainlik" ile neyin kastedildiği hususunda farklı görüşler bulunmaktadır (bkz. İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, III, 235; 'Iz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, 1, 532; Râzî, et-Tefsırü'l-kebir, XV,151-152).
Bu görüşlerden sûrede anlatılan konu bütünlüğüne uygun olanının -ki Enfâl sûresinin başından itibaren bu âyetlere kadar Bedir savaşı ile ilgili olaylar anlatılmaktadır.- Bedir'de bazı mücahidlerin aldıkları ganimetleri peygamberin taksim etmesi için vermek istememesi şeklindeki görüşü ifade edilmektedir (bkz. Derveze, Muhammed İzzet, et-Tefsîrü'l-hadis, yy., 1963, VII, 25; Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, III, 503; Râzî, el-Tefsîrü'l-kebîr, XV, 152).
[265] Abdullah b. Büreyde'nin babasından yapmış olduğu şu rivayet bu hususu kısmen teyit eder: "Rasûlullah bize hutbe okuyordu. Üzerlerinde kırmızı gömlekler bulunan Hasan ve Hüseyin düşe kalka (mescide) geldiler. Rasûlullah (onları görünce) minberden indi ve o ikisini (kucağına alarak) minbere çıkardı. Sonra da şunları söyledi "Allah 'Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız birer imtihan sebebidir'' mealindeki âyetinde doğruyu söylemiştir. Ben bunları gördüm de sabredemedim. Sonra hutbesine devam etti" (Ebû Dâvûd, Süleyman b. el-Eşas es-Sicistânî, Sünenü Ebî Dâvud, Salât. Hadis no: 1109, yy., ty.; İbn Mâce, Muhammed b. Yezîd, Sünenü İbn Mâce, (thk. Muhammed Fuâd Abdülbâkî). Libâs, 20, 1975., yy.,).
[266] Râzî, et-Tefsîru'l-kebîr, XV, l52; Reşid Rızâ, Tefsîrü'l-menâr, IX, 646; İbn Âşûr, Muhammed Tâhir, Tefsîrüt'tahrîr ve't-tenvîr, yy., ty., IX, 324.
[267] Râzî, et-Tefsiru’l-kebir, XV, 152; Reşîd Rızâ, Tefsîrü'l-menâr, IX, 645-646; İbn Âşûr. et-Tahrîr ve't-tenvîr, IX, 324.
Burada ele aldığımız ''Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız birer imtihan sebebidir." mealindeki âyette geçen fitneyi, "(mallarınız ve evlatlarınız sizi), meftun eder, günaha ve belâya sokabilir bir dert ve imtihandır." şeklinde açıklayan Yazır, 'Binaenaleyh ne mal-ü evlâda ne de başka bir şeye meftun oîup da hıyanet tehlikesine düşmeyin, düşüp de o büyük ecirden mahrum olmayın." sözleriyle de âyetin sunduğu mesajı ifade etmektedir (bkz. Hak Dini Kur'an Dili, IV, 2392).
[268] Afzalur Rahman, Sîret Ansiklopedisi, İstanbul 1996, II, 228.
[269] Kur'an Mesajı, 1, 327-328. Esed, sözünü ettiğimiz âyetteki fitne sözcüğünün bulunduğu anlam örgüsü içinde en iyi karşılığının "sınav ve ayartma" sözcüklerinde bulunduğunu ifade etmektedir. (Kur'an Mesajı, 1, 327-328). Biz burada da "ayartma" anlamının pek isabetli olmadığını düşünüyoruz. Zira bu iki sınav vâsıtası kişiyi günaha düşürebildiği gibi, bunlarla çok büyük manevi kazançlar da elde edilebilir. Zemahşerî, mal ve evladın, fitneye -yani günaha veya azaba- düşmeye yada Allah'ın emirlerini yerine getirme hususunda kullarının nasıl davrandığını denemeye birer vesile olduklarından dolayı fitne diye isimlendirildiğini söylemektedir (el-Keşşâf, II, 154). Benzer bir yaklaşım için bkz. İbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvîr, IX, 325.
[270] Vahidî, Esbâbü'n-nüzûl, s. 166-167; Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 194; Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XVI, 83-84; Kurtubî, el-Cami'li ahkâmi'l-Kur'ân, VIII, 157; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, IV, 72.
[271] Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 194; Râzî. et-Tefsîrü’1-kebİr, XVI, 83-84; Beyzâvi, Envârü't-tenzîl, III, 136; Nesefî, Medârikikü’t-tenzîl, III, 136; Hâzin, Lübâbü't-te'vil, III, 136; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, IV, 72.
[272] Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 194; Râzî, et-Tefsîrü'l-kebir, XVI, 83-84; Beyzâvî, Envarü’t-tenzil, III, 136; Nesefî, Medârikut-tenzîl, III, 136; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selim, IV, 72.
[273] Müfredat, s. 624.
[274] Kur'an Mesajı, I, 363.
[275] Mevdûdî, Tefhimü'l-Kur'ân, II, 297.
[276] Esed, Kur'an Mesajı, 1, 388.
[277] Zemahşeri, el-Keşşâf, II, 222; İbnul-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, III, 353.
[278] Bkz. Hak Dini Kur'an Dili, IV, 2651.
Yazır, münafıkların karşı karşıya kaldıkları belâ ve musibetlerle ilgili olarak şunları söylemektedir: "Onlar, Allah'ın huzuruna günahkar olarak gitmenin dehşetini ve tövbeyi hatırlatacak çeşitli belâlara, hastalık, kıtlık gibi musibetlere uğratılıyorlar, suikast hazırlamak, nifak çıkarmak sebebiyle rüsvay olmak, Rasûlullah cihada çıktıkça imansızlık yüzünden ona aykırı düşmek, can korkusuyla kıvranmak gibi sıkıntılara giriftar oluyorlardı." (Hak Dini Kur'an, Dili, IV, 2651).
[279] Râğıb el-İsfahânî. Müfredat, s. 624; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, III, 353; 'Iz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, 11, 59; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 403; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, IV, 113; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, IV, 52. (onbirinci cüz); Mevdûdî, Tefhîmü'l-Kur'ân, II, 297. Bazı müfessirler sözü edilen âyette fitne kelimesinin bir türevi olan yüftenûn kelimesine, "yalanlıyorlar", '"inkar ediyorlar", "vermiş oldukları sözleri tutmuyorlar", "nifak çıkarıyorlar", "nifaklarının açıklanması ile rezil ediliyorlar" şeklinde anlam vermişlerdir (bkz. İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, III, 353). Ancak bize göre söz konusu anlamların hiç birisi âyetin bağlamına uygun değildir.
[280] Zemahşerî, el-Keşşaf, II, 445; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, V, 39-40; İbn Mulakkîn, Tefsirü garîbi'l-Kur'ân, s. 220; Ebu's-Suud, bu âyette geçen fitneyi, "inkar ederek haktan sapma" şeklinde yorumlamaktadır (bkz. İrşâdü'l-akli's-selîm, V, 182).
Buradaki fitneye "fitne ve imtihan vesilesi" şeklinde anlam veren Yazır ise âyetin anlamının özetle şöyle olduğunu ifâde etmektedir: "İsrâ gecesi sana gerçekten bizim gösterdiğimiz o Miraç görüşü âyetlerimizden en büyük bir âyet olduğu halde, biz onu inat ederek âyet (mucize) istemekte olan o insanlar için sırf bir fitne ve imtihan vesilesi yaptık. Gösterilen olağanüstü alâmetlere rağmen inanmadılar da inadına yalanladılar. Bundan dolayı Rabbi’nin bildiği gibi, bu imtihan ile de anlaşılır ki, hangi âyet gösterilse yalanlayacaklardır" (Hak Dini Kur'an Dili, V, 3186. (sad.)
[281] Buhârî, Tefsir, 17/189.
[282] Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 445; İbn Mulakkîn, Tefsirü garibi'l-Kur'ân, s. 219; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, V, 3185; Esed, Kur'an Mesajı, II, 572. Âyette geçen "rü'yâ" ilgili geniş bilgi için bkz. İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, V, 39; İbn Mulakkîn Tefsîrü garibi'l-Kur'ân, s. 220.
[283] Bkz. Buharı, Tefsir, 17/189.
[284] Bkz. İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, V, 40; İbn Mulakkîn, Tefsirü garîbi'l-Kur'ân, s. 220; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, V, 3186.
[285] İbn Mulakkîn, Tefsîrü garibi'l-Kur'ân, s. 220; Esed, Kur'an Mesajı, II, 572.
[286] Râğıb el-İsfahânî; Müfredat, s. 623; Zemahşeri, el-Kessâf, II, 537; 'Iz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 298; İbn Mulakkîn, Tefsirü garibi'l-Kur'an, s. 245; Yazir, Hak Dini Kur'an Dili, V, 3323; Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, V, 430.
[287] İbn Âşûr, et-Tahrir ve't-tenvîr, XVI, 220.
[288] Zemahşeri, el-Keşşâf, II, 537.
[289] İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, V, 199; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, XI, 198.
[290] ‘Iz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 298; İbn Mulakkîn, Tefsîrü garîbi'l-Kur'ân, s. 245; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, VI, 36.
[291] İbnül-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, V, 199; 'Iz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 298; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, VI, 16.
[292] Tâhâ: 20/39.
[293] Tâhâ: 20/40.
[294] Zemahşeri, el-Keşşâf, II, 537.
[295] Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 549; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, V, 215; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, VI, 34; Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, V, 443.
[296] Zemahşeri, el-Keşşâf, II, 549; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, V, 217; Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, V, 443.
Ebu's-suûd âyette yer alan fütintüm'e ''fitneye düşünüldünüz", ''saptırıldınız'" şeklinde iki muhtemel anlam vermiştir (İrşâdü'l-akli's-selim, VI, 36). Yazır da söz konusu kelimeye "fitneye tutuldunuz" şeklinde anlam vermiştir (bkz. Hak Dini Kur'an Dili, V, 3331) ki bu anlamların her biri, hem fitnenin anlamlarına ve hem de âyetin bağlamına uygundur.
[297] Tâhâ: 20/131.
[298] Zemahşeri, el-Keşşâf, II, 560; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, V, 231; İbn Kesir, Tefsîrü'l-Kur'ân, III, 171; Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, V, 443.
'Iz b. Abdüsselâm, âyette fitnenin türevi olarak geçen lineftinehüme "kendilerine azap etmek için" anlamını vermektedir bkz. Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 317).
[299] Enfâl: 8/28; Teğâbün: 64/15.
[300] Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 560.
[301] Râgıb e-İsfahânî, Müfredat, s. 623; İbnü’1-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, V, 243; Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XXII, 169; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, III, 178; Mevdûdî, Tefhîmü'l-Kur'ân, III, 307; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, V, 3356; İbn Âşûr, et-Tahrir ve't-tenvîr, XVII, 62; Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, V, 504.
[302] Zemahşerî, el-Keşsâf, II, 572; Râzî, et-Tefsirü'l-kebir, XXII, 169; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, V, 3356.
[303] “Tehdit olunulan şeyin gecikmesi" ile neyin kastedildiği hususunda müfessirler şu farklı açıklamalarda bulunmuşlardır: 1- Kıyamet günü, 2- Azap, 3- Dünyevî azap, 4- Müslümanların kafirlere üstün geleceklerine dair va'd olundukları zafer (bkz. İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, V, 275; Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XII, 232; Merâğî, Tefsîrü'l- Merâğî, VI, 81 onyedinci cüz).
[304] Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 586; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, V, 275; Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XII, 232; 'İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, III, 341; Nesefî, Medârikü't-tenzil, IV, 285; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, VI, 89; Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, V, 530.
Buradaki fitneye "imtihan" anlamı veren Mevdûdî, bu anlamı vermesinin gerekçesini ise şöyle açıklamaktadır: "Azabın gecikmesi onları (müşrikleri) şöyle düşünmeye sevkediyordu: Peygamberin söyledikleri hep yanlış, eğer o, gerçekten Allah'ın peygamberi olsaydı, küfrümüz nedeniyle çoktan cezalandırılmış olurduk. Onlar bu sürenin Allah tarafından kendilerine durumlarını düzeltmeleri için verildiğinin farkında değiller" (Tefhîmü'l-Kur'ân, III, 338).
[305] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebir, XII, 232; Kurtubî, el-Cami'li ahkami'l-Kur'ân, XI, 350; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, IV, 285; Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, IV, 285; Merâğî, Tefsîrü'l- Merâğî, VI, 81.
[306] Bkz. 'İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 341.
[307] Bkz. Hak Dini Kuran Dili, V, 3377.
[308] Benzer yaklaşımlar için bkz.: Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, IV, 285; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, VI, 81. (onyedinci cüz).
[309] Peygamberler gönderildikleri toplumun doğru yolda olmalarını arzu ederler. "Peygamberlerin temennisi” ile ilgili farklı bir yaklaşım için bkz. Hak Dini Kur'an Dili, V, 3414.
[310] Şeytanlar peygamberlerin vahyi tebliğinden sonra, özellikle peygamberlerin kişisel nüfuz peşinde oldukları şeklinde veya onların mesajlarının doğru olmadığına yönelik olarak insanlara vesvese verirler (bkz. Merâğî, Tefsîrul-Merâği, VI, 128. Onyedinci cüz; Esed,. Kur'an Mesajı, II, 681). Bu konuda farklı bir yaklaşım için bkz. Hak Dini Kur'an Dili, V, 3414.
[311] Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 19; Râzî, et-Tefsîrü’l-kebir; 16/345; 'İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 362; Bilmen Ömer Nasûhi, Kur'an-ı Kerîm'in Türkçe Meali Âlisi ve Tefsiri, İstanbul 1964, V, 2239; Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, VI, 42.
[312] Hak Dini Kur'an Dili, V, 3416. Ayrıca bkz. 'İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 362.
[313] Furkân: 25/20.
[314] Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 87; Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, IV, 432; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, IV, 432; Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, IV, 432; ÂIûsî, Ebü'1-Fazl Şihabüddin Mahmud, Rûhu'l-meânî fi tefsirl'1-Kur'âni'l-azim ve's-seb'i'l mesânî, Beyrut 1985, XVIII, 254.
[315] Furkân: 25/7-8.
[316] Zemahşeri, el-Keşşâf, III, 87; Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, IV, 432; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, IV, 432; Hâzin, Lübabü't-te'vîl, IV, 432; Âlûsî, Rûhu'l-meânî, XVIII, 254; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, VI, 161.
[317] Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 87; İbn Kayyim el-Cevziyye, İğâsetü'l-lehefân, II, 581. Âlûsî, Rûhu'l-meânî, XVIII, 255.
[318] Benzeri bir yorum için bkz. Fîrûzâbâdî, Tenvîrü'l-mikbâs, IV, 433.
[319] İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, VI, 9; İbn Kayyim el-Cevziyye, İğâsetü'l-lehefân, III, 581.
[320] Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 87.
[321] İbn Kayyim el-Cevziyye, İğâsetü'l-lefefân, II, 581.
[322] İbn Kuteybe, Tefsîrü garibi'l-Kur'ân, s. 312; İbn Kayyim el-Cevziyye, İğâsetü'l-lefehân, II, 581.
[323] İbn Kayyim el-Cevziyye, İğâsetü'l-lehefân, II, 581; Âlûsî, Rûhu'l-meânî, XVIII, 254.
[324] Zemahşerî, el-Keşşaf, III, 87; İbn Kayyim el-Cevziyye, İğâsetü'l-lehefân, II, 581.
[325] İbn Kayyim el-Cevziyye, İğâsetü'l-lehefân, II, 581; Âlûsî, Rûhu'l-meânî, XVIII, 254; Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, VI, 252.
[326] İbn Kayyim el-Cevziyye, İğasetü'l-lehefân, II, 583; Mevdûdî, Tefhîmü'l-Kur'ân, III, 582.
[327] Hâzin, Lübûbü't-te'vîl, IV, 432.
[328] Ayrıca geniş açıklama için bkz. Âlûsî, Rûhu'l-meânî, XVffl,255.
[329] Nemi: 27/46.
[330] Neml: 27/47.
[331] Neml: 27/47.
[332] İbn Kuteybe, Tefsîrü garibi'l-Kur'ân, s. 326; Taberî, Câmi'u'l-beyân, XIX, 108; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmil-Kur'ân, XIII, 214; Beyzâvî, Envarü't-tenzil, IV, 528; Hâzin, Lübâbü't-te'vil, IV, 528; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, IV, 528; Fîrûzâbâdî, Tenvîrü'l-mikbâs, IV, 528; Merâğî, Tefsirü'l-Merağî, VII, 147; Mevdûdî, Tefhimü'l-Kur'ân, IV, 123; Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsin, VI, 375.
[333] Râzî, et-Tefsirü'1-kebîr, XXIV, 201; İbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvîr, IX, 281.
[334] Kurtubî, el-Cami’li ahkâmi'l-Kur'ân, XIII, 214.
[335] Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 151; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selim, VI, 290; Âlûsî, Rûhi'l-meânî, XX, 212.
[336] 'İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 470.
[337] Taberî, Cami’u’l-beyan, XIX, 108; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâği, VII, 147.
[338] Taberî, Câmi’u’l-beyan, XIX, 108; Mevdûdî, Tefhimü'l-Kur'ân, IV, 123.
[339] Râzî, et-Tefshü'l-kebîr, XXIV, 201; İbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvîr, IX, 281.
[340] Yâsîn: 36/19.
[341] Râğıb el-İsfahânî, Müfredat, s. 624; Zemahşerî, el-Kesşâf, III, 195; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, VI, 120; Râzî, et-Tefsîrü'l-kebir, XXV, 27-28; 'İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 505; Suyûtî, Mu'taraku'l-akrân, III, 135; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, V, 3763; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, VII, 112 (yirminci cüz); Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, VI, 497.
[342] İbn Kayyim el-Cevziyye. İğasetü'l-lehefân. II, 582.
[343] Söz konusu âyetlerin sebeb-i nüzûlü hakkında şu görüşler bulunmaktadır: 1- Mekke'de işkence gören Ammâr b. Yâsir, Ayyaş b. Ebî Rebîa, Velid b. Velid ve Seleme b.Hişam hakkında nazil olmuştur. 2- Hicret ettiklerinde peşlerine kafirlerin takıldığı, vuruşma neticesinde bir kısmının şehid düşüp, bir kısmının kurtulduğu Mekkeli bazı Müslüman gruplar hakkında nazil olmuştur. 3. Bedir günü ilk şehid olan Mihca' b. Abdullah hakkında nazil olmuştur (bkz. Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr XXV, 27-28).
[344] Razî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XXVI, 142; Ebus-suûd, İrşadü'l-akli's-selîm, VII, 194; Merâğî, Tefsirü'l- Merâğî, VIII, 62-63 (yirmi üçüncü cüz); Esed, Kur'an Mesajı, II, 805.
[345] Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 342; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VI, 4055; Esed, Kur'an Mesajı, II, 913.
[346] Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selim, VII, 194; İbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvîr, XXIII, 123.
[347] İbn Kayyim el-Cevziyye, İğâsetü'l-tehefân, II, 583.
Zemahşerî'ye göre de buradaki fitneye, azap (âhirette) anlamı verilebileceği gibi (dünyada) imtihan, anlamı da verilebilir (el-Keşşâf, III, 342). Yazır da benzeri bir yaklaşımla sözünü ettiğimiz kelimeye, 'dünyada meftun ve mübtelâ, âhirette mihnet ve azap' anlamı verir (Hak Dini Kur'an Dili, VI, 4055).
[348] Sâd sûresi 24. âyetinde geçen fetennânın 'imtihan ve sınama' anlamında kullanıldığına dair bkz. Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 342; Ebu's-suûd, İrşâdül-akli's-selîm, VII, 221; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr,VI, 331; ‘iz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, III, 78; Merâğî, Tefsîrü'l-Merağî,VIII, 109 (yirmi üçüncü cüz).
Sâd sûresi 34. âyetinde geçen fetennânın 'imtihan ve sınama' anlamında kullanıldığına dair bkz. İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, VI, 336; 'İz b. Abdüsselâm, Tefsirü'l-Kur'ân, III, 81; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, VII, 371; Merâğî, Tefsirü'l- Merâğî, VIII, 120 (yirmi üçüncü cüz); İbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvir, XXIII, 239.
Yazır, Sad sûresi 34. âyette geçen fetennâyı "biz kendisini sırf bir fitneye düşürdük, şevki ilahî ile mülkünde bir ihtilal oluyor, kendine beğy ile bir baskın yaptılar zannetti, yahut sezmişti ki kendisine mücerred bir imtihan yaptık" şeklinde, aynı sûrenin 34. âyetinde geçen fetennayı da "Celalim hakkı için Süleymanı bir de fitneye düşürdük" şeklinde açıklar (bkz. Hak Dini Kur'an Dili, VI, 4092).
[349] Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 402; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, VII, 21; 'İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, III, 102; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, XV, 266; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, VIII, 18 (yirmi dördüncü cüz); İbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvir, XXIV, 36.
[350] Bkz. İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, VII, 248; Kurtubî, el-Câmi’li ahkâmi'l-Kur'ân, XVII, 140; Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, VI, 127; Nesefî, Medârikü't-tenzil,VI, 127; Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, VI, 127; İbn Mulakkîn, Tefsîrü garîbi'l-Kur'ân, s. 427; Fîrûzâbâdî, Tenvîrü'l-mikbâs, VI, 127; Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, IX, 159.
[351] Mevdûdî, Tefhîmü'l-Kur'ân, VI, 53. İlgili âyetler için bkz. Kamer, 54/24-25. Mekkeli müşriklerin de benzer düşünceleri için bkz. Furkân: 25/7-8.
[352] Şuarâ: 26/154.
[353] A'râf: 7/73; Hûd: 11/64; İsrâ: 17/59; Şuarâ: 26/155; Kamer: 54/27; Şems: 91/13.
[354] Zemahşerî, Keşşaf, III, 502; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesir, VII, 114-115; İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, III, 102; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, XV, 266; İbn Kesir, Tefsîrü'l-Kur'ân, IV, 141; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, VIII, 60; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, IX, 125-126 (yirmi beşinci cüz); İbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvîr, XXIV, 36.
Bazı müfessirler de kendilerine mühlet verilmesi ve bol rızık sebebiyle fitneye düşürüldüklerini belirtmektedirler (bkz.Ebu's-Suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, VIII, 61).
[355] Râğıb el-İsfahânî, Müfredat, s. 624; Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, VI, 282; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, VI, 282; Hâzin, Lubâbü't-te'vîl, VI, 282; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, IV, 376; Fîrûzâbâdî, Tenvuîrü'l-mikbas, VI, 282; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, VIII, 259; Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, XI, 474; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VIII, 5435.
[356] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XXX, 27.
[357] Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, X, 130 (yirmi sekizinci cüz).
[358] Nesefî, Medârikü't-tenzîl, VI, 376; İbn Kesir, Tefsîrü'l-Kur'ân, IV, 431; İbn Mulakkîn, Tefsîrü garibi'l-Kur'ân, s. 502; Fîrûzâbâdî, Tenvîrü'l-mikbâs, VI, 376; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VIII, 5407; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, X, 101 (yirmi dokuzuncu cüz); İbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvîr, XXIX, 236; Esed, Kur'an Mesajı, III, 1198; Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, X, 104.
[359] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VIII, 5407; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, X, 101 (yirmi dokuzuncu cüz)
[360] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VIII, 5407; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, X, 101 (yirmi dokuzuncu cüz)
[361] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XXX, 204-205; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, XVIX, 81; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, VI, 401; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, IV, 444; İbn Mulakkîn, Tefsirü garibi'l-Kur'ân, s. 508; Fîrûzâbâdî, Tenvîrü'l-mikbâs, VI, 401; Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, X, 153. Bir kısım müfessirler buradaki fitneye, sapma (dalâlet), anlamı vermişlerdir (İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesir, VIII, 126; Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, VI, 401). İbn Mulakkîn (804/1401) de söz konusu anlamı, muhtemel bir anlam olarak zikreder (Tefsîrü garibi'l-Kur'ân, s. 508).
[362] İbn Kayyim el-Cevziyye, bu sayının zikredilmesinin hem dünya ve hem de âhiret hayatında kafirler için fitne olduğunu ifade eder. Ona göre bu sayı, kafirlerin dünyada âhirette de azap görmelerine sebep olduğundan dolayı fitne olarak nitelenmektedir (İğâsetü'l-lehefân, II, 583).
[363] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 46-75.
[364] Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, I, 251.
[365] Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, IV, 3335.
[366] Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, II, 1439.
[367] Bakara: 2/191.
[368] Bakara: 2/190.
[369] el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, II, 347.
[370] Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, II, 347
[371] Geniş bilgi İçin bkz. İbn İshâk, Sîretü İbn İshâk, Kitâbül Mübtede' ve'l-meb'as ve'l-meğâzi (thk. Muhammed Hamidullah,) Konya 1981, s. 169-173; Râzî, et-Tefsirü’l-kebir, XX, 130-135; Reşîd Rızâ, Tefsîrü'l-menâr, II, 316. Hamidullah, Muhammed, İslam Peygamberi (trc.Salih Tuğ), İstanbul 1980, 1, 184. Mekke döneminde müslümanların toplum dışı bırakılmalarına (tecrid) dair bilgi için bkz. Hamidullah, İslam Peygamberi, 1, 122-123.
[372] Habeşistan hicretlerinin sebebleri ile ilgili geniş bilgi için bkz. İbn İshâk, Sîretü İbn İshak, s. 194-213.
[373] Nisa: 4/98.
[374] Vahidî, Ebu'l-Hasan Ali b. Ahmed, Esbâbü'n-nüzûl, Kahire 1968, s. 208; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, II, 347.
Savaşa izin veren âyetlerden birisi, "Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş açın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırıları sevmez." mealindeki Bakara sûresinin 190. âyeti, diğeri ise "Kendilerine savaş açılan müslümanlara, zulme uğramaları sebebiyle cihad için izin verildi. Şüphe yok ki Allah 'ın onlara yardım etmeğe gücü yeter." mealindeki Hac sûresinin 39. âyetidir. Buradaki âyetlerde savaşın gerekçesinin müminlerin zulme maruz kalmaları olduğu açıkça ifade edilmiştir.
[375] Bakara: 2/191.
[376] Esed, "onları karşılaştığınız yerde öldürün" buyruğunun, yalnızca, "savaş açanların" saldırganlar ve zâlimler şeklinde anlaşılması halinde o anda devam etmekte olan düşmanlıklar bağlamında geçerli olduğunu zikretmektedir (bkz. Kur'an Mesajı, I, 55).
[377] Mücâhid (104/722), el-fitnetü eşeddü mine'i-katl âyetini müfessirlerin genelinden farklı olarak şöyle açıklamaktadır: "Fitne, mümin için öldürülmekten daha kötü bir durumdur. Diğer bir ifade ile öldürülmek mümin için fitneye düşmekten daha hafiftir" (bkz. Kurtubî, el-Câmi’li ahkâmi'l-Kur'ân, II, 347).
[378] Merâğî, Tefsîrü'l- Merâğî, 1, 89 (ikinci cüz).
Zemahşerî Bakara sûresi 191. âyette geçen "fitne adam öldürmekten daha beterdir" ifadesini açıklarken şöyle der: "İnsanı ızdırap duyacağı bir belâ ve sıkıntıya düşürmek, onun için öldürmekten daha beterdir." O yaptığı bu açıklamasına 'kişinin ülkesinden sürülmesi'ni örnek olarak verir (el-Keşşâf, I, 342). Beyzâvî de söz konusu âyeti Zemahşerî gibi yorumlar (Envarü't-tenzîl, 1, 277).
[379] Kur'an Mesajı, 1, 55.
[380] Tefhimü'l-Kur'ân, 1, 153.
[381] Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, 1, 335.
[382] Hak Dini Kur'an Dili, II, 695-696. (sad.)
[383] Tefsîrü'l-menâr, II, 209.
[384] Hak Dini Kur'an Dili, II, 695. (sad.)
[385] Halil b. Ahmed, Kitâbü'l-'Ayn, VIII, 127; Feyyûmî, e1-Misbâhu'l-münîr, s. 175; Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.
[386] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, V, 132.
[387] Bakara: 2/193.
[388] Buhârî, Tefsîr, sûre 2/30.
[389] Hucurât: 49/9.
[390] Buharı, Tefsîr, sûre 2/30.
[391] Bkz. İbn Kesîr, Tefsirü'l-Kur'ân, II, 308.
[392] Reşîd Rızâ, Tefsirü'l-menâr, II, 211.
[393] Kur'an Mesajı, 1, 56.
[394] Tefsîrü'l-menâr, II, 211
[395] Bakara sûresi 191. ve 193. âyetlerindeki fitnenin "şirk" anlamındaki yorumu için bkz. İbn Kuteybe, Tefsîrü garibi'l-Kur'ân, s. 76-77; Dâmeğânî, Kâmûsu'l-Kur'ân, s. 77; İbnü'l-Cevzî, Zadü'l-mesîr, I, 180-182; Nesefî, Medârikü't-tenzil, I, 277; Hâzin, Lübâbü't-te'vil, 1, 277; İbn Kesîr, Tefsîrül-Kur'ân, 1, 227; Fîrûzâbâdî, Tenvîrü'l-mikbâs, 1, 277; Suyûtî, Mu'taraku'l-akrûn, III, 135.
[396] Ebû 'Ubeyde, Ma'mer b. el-Müsennâ, Mecâzü'l-Kur'ân (thk. Muhammed Fuad Sezgin), yy., 1970, s. 68; 'İz b. Abdüsselâm, Tefsirü'l-Kur'ân, 1, 196; el-Cami’li ahkâmi'l-Kur'ân, II, 353-354.
Ebu 'Ubeyde, dininde fitneye uğramış (racülün meftunun fx dînihi) ifadesinin kâfir için de kullanıldığını belirtmektedir (Mecâzü'l-Kur'ân s. 68).
[397] Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'an, II, 354.
[398] Kurtubî. el-Câmi’li ahkami'l-Kur'ân, II, 354.
[399] Bakara sûresi 191 ve 193. âyetlerinde geçen fitneyi "şirk" olarak yorumlayan Hâzin, buna gerekçe olarak şunları söyler: "Allah'a ortak koşmak, fitne diye isimlendirildi. Çünkü şirk de yeryüzünde zulme sebebiyet veren bir fesattır" (Lübâbü't-te'vîl, I, 277). Bakara sûresi 191.deki fitnenin ittifakla "küfür" anlamında olduğunu söyleyen 'İz b. Abdüsselâm (660/1262) ise buna, şu gerekçeyi gösterir: "Küfür de, fitne gibi kişiyi helake götürür" (Tefsîrü'-Kur'ân, 1, 196)
[400] Kurtubî, el-Câmi' li ahkâmi'l-Kur'ân, II, 353-354.
[401] Kurtubî, el-Câmi’li ahkâmi'l-Kur'ân, II, 354.
[402] Örnek olarak bkz. Bakara: 2/256; Mümtehine: 60/7-8.
[403] Nesefî, Medârikü't-tenzîl, 1, 320; İbn Kesir, Tefsîrü'l-Kur'ân, 1, 254; Merağî, Tefsîrü'l- Merâğî, 1, 135 (ikinci cüz).
[404] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, VI, 34. Aynı ifadeler için ayrıca bkz. Reşîd Rızâ, tefsirü'l-menâr, III, 316.
[405] el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, III, 46.
[406] Râzî, et-Tefsirü'l-kebîr, VI, 29-30; Kurtubî, el-Cami'li ahkâmi'l-Kur'ân, III, 46; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, 1, 252-255.
[407] İbnül-Cevzî, Zadü'l-mesîr, l, 215; Hâzin, Lübâbü't-te'vil, 1, 277; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, 1, 227; Firûzâbâdî, Tenvirü'l-mikbâs, 1, 277.
[408] Râzî, et-Tefsirü'l-kebîr, VI, 34; Kurtubî, el-Cami'li ahkâmi'l-Kur'ân, III, 46.
[409] Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, III, 46.
[410] et-Tefsîrü'1-kebîr, VI, 34
[411] Nisa: 4/101.
[412] Ebu's-suûd, İrşâdül-akli's-selim, II, 225; Reşîd Rızâ, Tefsîrü'l-menâr, V, 364; Esed; Kur'ân Mesajı, I, 162.
[413] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, II, 1442.
[414] Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, II, 355.
[415] Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, III, 151; Fîrûzâbâdî, Tenvîrü'l-mikbâs, III, 151; Suyûtî, Mu'taraku'l-akrân, III, 135.
[416] Nesefî, Medârikü't-tenzîl, II, 151.
[417] Reşîd Rızâ, Tefsîrü’l-menâr, IX, 666; Merâğî, Tefsîrü'l- Merâğî, III, 206. (sekizinci cüz).
[418] İbn Kuteybe, Tefsîrü garibi'l-Kur'ân, s. 77; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 309; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selim, IV, 21.
[419] Kurtubî, el-Câmi'li-ahkâmi’l-Kur'ân, VII, 404.
[420] Esed, Kur'an Mesajı, 1, 411.
[421] Yûnus: 10/83.
[422] İbnül-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, IV, 46; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, IV, 146 (onbirinci cüz).
[423] Esed, Kur'an Mesajı, I, 411.
[424] Râgıb el-İsfahânî, Müfredat, s. 624.
[425] İbn Kuteybe, Tefsîrü garîbi'l-Kur'ân, s. 198; Râgıb el-İsfahânî, Müfredat, s. 624; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, V, 46; `İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 74.
[426] İbn Kuteybe, Tefsîrü garîbi'l-Kur'ân, s. 198; Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 222; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, IV, 46; Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, III, 278; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, III, 278; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, IV, 171.
[427] Hâzin, Lübâbü't-tevîl, III, 277; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 429.
[428] Râzî, et-Tefsîrü'1-kebîr, XVII, 144; Kurtubî, el-Câmi’li ahkâmi'l-Kur'an, VI- II, 370.
[429] İbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvîr, XI, 260.
[430] Örnek olarak bkz. A'râf: 7/123-124; Şu'arâ: 26/49.
[431] Yûnus: 10/85.
[432] Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 249; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, IV, 47; 'İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 74; Merâğî, Tefsîrü'l- Merâğî, IV, 146 (onbirinci cüz).
[433] Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 249; Râzî, et-Tefsîrü'1-kebîr, XVII, 144; 'İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 74; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, VI-II, 370; Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, III, 278; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, III, 278; Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, III, 278; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 429; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, IV, 171; İbn Kayyim el-Cevziyye, Iğâsetü'l-lehefân, II, 583; Merâğî, Tefsîrü'l- Merâğî, IV, 146 (onbirinci cüz).
İbnü'l-Cevzî'nin âyette geçen lâ tecainâ fitneten kısmı ile ilgili zikrettiği yorumlardan birisi şöyledir: Ey Rabbimiz Firavun kavminin elleriyle ve tarafından azap ederek bizi helak etme. Zira o zaman Firavun'un kavmi şöyle der: Onlar hak üzere olsalardı azap olunmaz ve kendilerine musallat olunmazdı (Zâdü'l-mesîr, IV, 47).
Bazı müfessirler buradaki "fitne"yi, "ibret" anlamında yorumlamaktadır (bkz.Suyûtî, Mu'taraku'l-akrân, III, 135).
[434] Nahl: 16/110.
[435] Zemahşerî, el-Keşşaf, II, 430; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, IV, 364; Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, III, 646; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, III, 646; Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, III, 646; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, V, 144; İbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvîr, XIV, 298.
[436] İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, IV, 364; Nesefî, Medarikü't-tenzil, III, 278; Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, III, 278.
[437] Esed, söz konusu kelimeye "kötülüğün ayartısı" şeklinde bir anlam vermiş ve bunu da kendine göre izah etmişse de ona katılma imkanı görülmemektedir (bkz.Kur'an Mesajı, II, 552).
[438] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, V. 131, XXV, 38.
Kurtubî, Ankebût sûresi 10. âyetin münafıklar hakkında nazil olduğunu belirtir (bkz. el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, XIII, 329).
[439] Ankebût: 29/10.
[440] Bkz. Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XXV, 38; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, XIII, 329; Ebu's-suûd, İrşâdü'i-akli's-selîm, VII, 32; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, VII, 119. (yirminci cüz); Esed, Kur'an Mesajı, II, 915.
[441] Zemahşerî, el-Kessâf, II, 249; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, III, 405.
[442] İbnül-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, VI, 122.
[443] İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, VI, 123.
[444] Râzî, et-Tefsirü'1-kebîr, V, 35; XXV, 38.
[445] Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 249.
[446] Râzî, et-Tefsirü'1-kebîr, XXV, 32; Mevdûdî, Tefhîmü'l-Kur'an, IV, 230.
[447] Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, VI, 241.
Beyzâvî söz konusu âyetin Lâ tecalnâ fitnetenli'l-lezîne keferû kısmını şöyle yorumlamıştır: "O kâfirleri bize musallat etme ki, onlar bize tahammül edemeyeceğimiz işkenceyi yaparlar" (Envârü't-tenzîl, VI, 241).
[448] Buhârî, Tefsîr, 60. sûre.
[449] Fîrûzâbâdî, Tenvîrü'l-mikbâs, VI, 241.
[450] Mevdûdî, Tefhîmü'l-Kur'ân, VI, 243.
[451] Bkz. Hak Dini Kur'an Dili, VII, 4902 (sad).
[452] Burûc: 85/10.
[453] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebir, V, 1, 31, VI, 35; Beyzâvî, Envârü't-tenzil, VI, 486; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, VI, 486.
[454] Zemahşerî, el-Keşşâf, IV, 238; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesir, VIII, 220; Kurtubî, el-Cami'li ahkâmi'l-Kur'ân, IXX, 294; İbn Kesîr, Tefsirü'l-Kur'ân, IV, 497; Fîrûzâbâdî, Besâir, IV, 166-69.
[455] Halil b. Ahmed, Kitâbü’l-Ayn, VIII, 127; İbn Abbâd, el-Muhit, IX, 445; İbn Fâris, Mu'cemü mekâyîsi'l-lüğa, IV, 473; Cevherî, es-Sıhâh, VI, 2176; Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 425: Lane, Lexicon, VI, 2334; Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.
[456] Burûc: 85/4-9.
[457] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XXXI, 131.
[458] İbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvir, XXX, 245.
[459] et-Tefsirü'l-kebîr, XXXI, 131.
[460] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 75-96.
[461] Örneklerinle Türkçe Sözlük, MEB, IV, 2399.
[462] Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, IV, 2399.
[463] Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, 1, 192.
[464] Enam: 6/22.
[465] En'âm: 6/23.
[466] Zemahşeri, el-Keşşâf, II, 11; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'1-Kur'an, VI, 401; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 127.
[467] bkz. Zemahşeri, el-Keşşaf, II, 11; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, III, 14.
[468] bkz. İbn Kuteybe, Abdullah b. Müslim, Te'vîlü müşkili'l-Kur'ân (thk. Seyyid Ahmed Sakr), Beyrut 1981, s. 472; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'an, VI, 401.
[469] İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 127; es-Semîn, eş-Şeyh Ahmed b. Yusuf, 'Umdetü'l-huffaz fî tefsiri eşrefi'l-elfâz (thk. Muhammed et-Tancî) Beyrut 1993, III, 238.
[470] İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, III, 14; `İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, I, 432; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 127; Fîrûzâbâdî, Besâir, IV, 168; Suyûtî, Mu'taraku'l-akrân, III, 135, el-İtkân, 1, 187.
[471] bkz. İbn Kuteybe, Tefsirü garîbi'l-Kur'ân, s. 152; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 127.
[472] bkz. Ebû 'Ubeyde, Mecâzü'l-Kur'ân, s. 188; Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 1.
[473] Zemahşerî. el-Keşşâf, II, 1.
[474] Âyetteki fitneye verilen diğer farklı anlamlar için bkz. İbn Kuteybe, Te'fsîrü garîbi'l-Kur'an, s. 152; İbnü'l-Cevzî, Zâdü’l-mesir, III,14; `İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur’ân, 1, 432.
[475] Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 11; 'İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, 1, 432.
[476] Ebû 'Ubeyde, Mecâzü'l-Kur'ân, s. 261;Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 194; `İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 24; Kurtubî, el-Câmi’li ahkâmi'l-Kur'ân, VIII, 159; Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, III, 136; Nesefi, Medârikü't-tenzil, III, 136; Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, III, 136; Fîrûzâbâdî, Tenvîrü'l-mikbâs, III, 136; Suyûtî, Mu'taraku'l-akrân, III, 135; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selim, IV, 72; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâği, VI, 133-134 (onuncu cüz).
[477] Reşîd Rızâ, Tefsîrü'l-menâr, X, 477; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâği VI, 133-134 (onuncu cüz).
[478] Ebu's-suûd, İrşûdü'l-akli's-selim, IV, 72.
[479] Müfredat, s. 623, 624.
[480] et-Tahrîr ve't-tenvîr, X, 221.
[481] et-Tefsîrü'l-kebîr, XVI, 84.
[482] Benzer yaklaşımlar için bkz. îbn Âşûr, et-Tahrir ve't-tenvîr, X, 221.
[483] Mu'taraku'l-akrân, III, 135.
[484] Râzî, et-Tefsîrü'1-kebîr, XXIV, 201; îbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvîr, IX, 281.
[485] Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 151; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, VI, 290; Âlûsî, Rûhu'l-meânî, XX, 212.
[486] `İz b. Abdüsselâm, Tefsirü'l-Kur'ân, II, 470.
[487] Neml: 27/47.
[488] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XXIV, 201; İbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvîr, IX, 281.
[489] Hadîd: 57/14.
[490] Söz konusu âyetin meali şöyledir: "Münafık erkeklerle münafık kadınların, iman edenlere, 'Bize bakın ki sizin ışığınızdan biz de aydınlanalım' diyecekleri gün kendilerine, 'Arkanıza (dünyaya) dönün de bir ışık arayın' denilecektir. Derken aralarına kapısı olan bir sur çekilir. Bunun iç tarafında rahmet, onlar (münafıklar) tarafındaki dış cihetinde ise azap vardır" (Hadîd: 57/13).
[491] İbn Mulakkîn, Tefsirü garîbi'l-Kur'ân, s. 449.
[492] `İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, III, 286.
[493] `İz b. Abdüssetâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, III, 286; Hâzin, Lübâbü't-te'vil, VI, 179.
[494] el-Câmi’li ahkâmi'l-Kur'ân, XVII, 247. Ayrıca bkz. Râzî, et-Tefsirü'l-kebîr, VII, 173; XXIX, 226; Beğavî, Meâlimü't-tenzîl, VII, 34.
[495] Lübâbü't-te'vîl, VI, 179; et-Tahrîr ve't-tenvir, XXVII, 385-386.
[496] Kurtubî, el-Cami'li ahkâmi'l-Kur'ân, XVII, 247; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, VI, 179; Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, VI, 179; Fîrûzâbâdî, Tenvîrü'l-mikbâs, VI, 179; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, IX, 171 (yirmiyedinci cüz). Ayrıca bkz. İbn Kuteybe, Te'vîlü müşkili'l-Kur'ân, s. 473.
[497] bkz. Zemahşerî, el-Keşşâf, IV, 63; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, VIII, 208; Âlûsî, Rûhu'l-meânî, XXVII, 177; Yazır, Hak Dini Kuran Dili, VII, 4742.
[498] Müfredat, s. 624.
[499] Çantay, Hasan Basri, Kur'ân-ı Hakim ve Meali Kerîm, İstanbul 1981, III, 1009; Altuntaş, Halil; Şahin, Muzaffer; Kur'an-ı Kerim Meali, Ankara 2001, s. 538.
[500] Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, IX, 265.
[501] Kermî, el-Hâdî İlâ lügati'l-'arab, III, 374.
[502] İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, VIII, 66; 'İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, III, 346; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, IV, 403.
[503] Bkz.Taberi Câmi'u'l-beyân, XXIX, 14; Damâğânî, Kamusu'1-Kur'ân, s. 349; İbnü"l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, VIII, 66; 'İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, III, 346.
[504] Ebû 'Ubeyde, Mecâzü'l-Kur'ân, s. 86; İbn Kuteybe, Tefsirü garîbi'l-Kur'an, s. 101; İbnü'l-Cevzî, Nüzhetü'l-a'yün, s. 478; 'İz b. Abdüsselâm, Tefsirü'l-Kur'ân, I, 362; Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, I, 252.
[505] Taberî, Cami'u'l-beyân, III, 120; Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, I, 460.
[506] Taberî, Câmi’u'l-beyân, III, 121; Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 413; Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, I, 460; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, I, 460; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, I, 245; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, II, 8; Âlûsî, Rûhu'l-meânî, III, 82; Şevkânî, Fethü'l-kadîr, 1, 393.
Buradaki fitnenin farklı yorumları için bkz. Râzî, et-Tefsirü'l-kebîr, VII, 175.
[507] Hak Dini Kur'an Dili, II, 1040 (sad.).
[508] Taberî, Cami'u'l-beyân, III, 107; Râzî, et-Tefsîrü'l-kebir, VII, 173.
[509] Âl-i İmrân: 3/45; Nisa: 4/171.
[510] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, VII, 173.
[511] Taberî, Cami’u’l-beyan, III, 121; Râzî, et-Tefsirü'l-kebîr, VII, 173.
[512] Nüzul sebepleri ile ilgili zikredilen bu rivayetlerin bir değerlendirilmesiyle ilgili olarak bkz. Şimşek, Sait, Kur'an'da İki Mesele, Konya 1987, s. 23-30.
[513] Taberî, Cami'u'l-beyan, III, 121.
[514] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, VII, 174; Suyûtî, el-İtkân, I, 39.
[515] Râzî, etTefsîrü’l-kebîr,VII, 174.
[516] Taberî, Câmi'u'l-beyân, III, 121.
[517] Câmi'u'l-beyân, III, 121.
[518] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr; VII, 174.
[519] Bir kısım müfessirlere göre âyetin nüzulüne sebep olan olay kısaca şöyledir: Yahudi toplumu içinde meydana gelen bir zina üzerine onlardan bazıları Muhammed'e gidilmesini, recm cezasının dışında bir ceza vermesi durumunda verilen hükmün kabul edilmesini, aksi halde kabul edilmemesini söylerler. Hz. Peygamber de Tevrat'ın bu konudaki hükmünün recm cezası olduğunu onların önde gelen alimlerinden İbn Sûriyâ'ya itiraf ettirir ve söz konusu cezayı uygulatır. Bu olay üzerine Mâide sûresi 41. âyet nazil olur (bkz. Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, VI, 182).
Âyetin nüzul sebebi ile ilgili diğer rivayetler için bkz. İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, II, 277; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi’l-Kur'an, VI, 182.
[520] İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, II, 277; Râzî, et-Tefsirü'l-kebîr, XII, 230.
[521] İbnü’l-Cevzi, Zâdü'l-mesîr, II, 277; Râzî, et-Tefsirü'l-kebîr, XII, 230; Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, II, 287; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, III, 38.
[522] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XII, 230; Ebul-Bekâ, el-Külliyât, s. 692.
[523] İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, II, 277; Râzî, et-Tefsirü'l-kebîr, XII, 230; Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, II, 287; Nesefî, Medarikü't-tenzîl, II, 287; Fîrûzâbâdî, Besâir, IV, 168; Suyûti, Mu'taraku'l-akrân, III, 135; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, III, 38; Ebü'1-Bekâ, el-Külliyât, s. 692.
[524] bkz. el-Cami’li ahkâmi'l-Kur'an, VI, 182.
[525] bkz. Kur'an Mesajı, 1, 196.
[526] Zemahşerî (538/1143) ve İbn Âşûr (a.1973), burada fitnenin, 'Allah'ın yardımını kesmesi dolayısıyla kulların doğruyu bulamaması’ anlamına geldiği şeklinde görüş beyan etmişlerdir (bkz. el-Keşşâf, 1, 613; et-Tahrîr ve't-tenvir, VI, 224).
[527] Merâği, Tefsîrü'1- Merâğî, III, 118 (altıncı cüz).
[528] İbn Kuteybe, Te'vilü müşkili'li-Kur'ân, s. 473; İbnü'l-Cevzî, Nüzhetü'l-a'yün, s. 479; Kurtubî, el-Cami'li ahkâmi'l-Kur'ân, VI, 213; es-Semîn, 'Umdetü'l-huffâz, III, 240; Fîrûzâbâdî, Besâir, IV, 168; İbn Mulakkîn, Tefsîrü garibi'l-Kur'ân, s. 221; Suyûtî, Mu'taraku'l-akrân, III, 135; Ebü'l-Bekâ, el-Külliyât, s. 692.
[529] Vahidî, Esbâbü'n-nüzûl, s. 132.
[530] İbn Kuteybe, Te'vîlü müşkili'l-Kur'ân, s. 473; Îbnü'l-Cevzî, Nüzhetü'l-a'yün, s. 479; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, X, 300; es-Semîn, 'Umdetü'l-huffâz, III, 238; Fîrûzâbâdî, Besâir, IV, 168; Ebü'1-Bekâ, el-Külliyat, s. 692.
[531] bkz. Râzî, et-Tefsîrü’l-kebîr, XXI, 20.
[532] Râğıb el-İsfahânî, Müfredat, s. 624.
[533] bkz. Râzi, et-Tefsirü'l-kebîr, XXI, 20.
[534] Bu âyetin nüzul sebebi ile ilgili Saîd b.Cubeyr'in şöyle dediği rivayet olunmuştur: "Hz. Peygamber (a.s.) Hacer-i Esved'i selamlıyordu. Kureyşliler ona: 'Bizim ilahlarımıza el sürmedikçe bunu yapmana müsaade etmeyeceğiz' demişlerdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s.)'in gönlüne istemeyerek te olsa bu işi yapma fikri düştü de bunun üzerine bu âyet nazil oldu" bkz. Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XXI, 20. İbnü'I-Cevzî, Hz. Peygamber hakkında böyle düşünmenin doğru olmayacağını belirterek bu rivayeti tenkid eder (bkz. Zâdü'l-mesîr, V, 49).
[535] bkz. Râzî, et-Tefsîrü’l-kebîr, XXI, 20.
[536] Bkz. İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesir, III, 124; Reşîd Rızâ, Tefsîrü'l-menâr, VIII, 362; Merâğî, Tefsirü'l- Merâğî, III, 126 (sekizinci cüz).
[537] Zemâhşerî, Keşşaf, II, 74.
[538] el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, VII, 186.
[539] Zadü'l-mesir, III, 124.
[540] Zâdü'l-mesir, III, 124.
[541] Zemâhşeri, Keşşaf, II, 74.
[542] Râğıb el-İsfahânî, Müfredat, s. 624; Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 355; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, VI, 313; Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XXVI, 169; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, XV, 135; Beyzâvî, Envârü't-tenzil, V, 256; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, V, 256; Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, V, 256; es-Semîn, 'Umdetü'l-huffâz, III, 238; Firûzâbâdî, Besâir, IV, 168; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, VII, 209; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâği, VIII, 89; İbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvir, XV, 171; Esed, Kur'an Mesajı, 1, 273, II, 573, 921.
Yazır, âyette geçen mâ entüm bi fatinin kısmını şöyle açıklar: "Onun için Allah'ın ihlas ile seçilen kullarını bozamazsınız." (Bkz. Hak Dini Kur'an Dili, VI, 4078).
[543] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 96-113
[544] Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, II, 912.
[545] Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, II, 912.
[546] Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, II, 912.
[547] Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, II, 912.
[548] Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, II, 1561.
[549] Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, II, 1564.
[550] Nisa: 4/91.
[551] İbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvîr, V, 154.
[552] İbnü'l-Cevzû Zâdü'l-mesîr, II, 169; Râzî, et-Tefsîrü'l-kebir, X, 225; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, V, 311; İbn Aşûr, et-Tahrir ve't-tenvîr, V, 155.
[553] Bu ve daha farklı nüzul sebepleriyle ilgili rivayetler için bkz.İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, II, 169; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, V, III; Şevkânî, Fethü'l-kadir, 1, 587.
[554] Reşîd Rızâ, Tefsîrü'l-menâr, IV, 329; İbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvîr, V, 154.
[555] Bkz. Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 552; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, V, 311; Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, II, 134; Nesefî, Medârikü't-tenzil, II, 134; Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, II, 134; İbn Kesir, Tefsîrü'l-Kur'ân, I, 533; Şevkânî, Fethü'l-kadîr, 1, 587; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, II, 214; Reşîd Rızâ, Tefsîrü'l-menâr, IV, 329; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, II, 1414.
[556] Reşîd Rızâ, Tefsîrü'l-menâr, IV, 329.
[557] Râzî, et-Tefsİrü'l-kebîr, XVI, 80-82; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, IV, 71.
[558] Bkz. Zemahşerî, el-Keşşaf, II, 194; Râzî, et-Tefsirü'l-kebîr, XVI, 80-82; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, VIII, 157; Beyzâvî, Envârü't-tenzil, III, 135; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, III, 135; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, IV, 71; Reşîd Rızâ, Tefsîrü'l-menâr, X, 472; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğt, IV, 131 (onuncu cüz); İbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvîr, XXI, 216.
[559] Hak Dini Kur'an Dili, IV, 2561, 2564.
[560] İbn Kuteybe, Tefsîrü garîbi'l-Kur'ân, s. 187; Fîrûzâbâdî, Besâir, IV, 167.
[561] Enfâl: 8/73.
[562] Enfâl: 8/72.
[563] Bkz. Esed, Kur'an Mesajı, 1, 340.
[564] Zemahşeri, el-Keşşâf, II, 170; `İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'an, I, 547; Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, III, 75; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, III, 75; Hâzin, Lübabü't-te'vîl, III, 75; Fîrûzâbâdî, Tenvîrü'l-mikbâs, III, 75; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, IV, 38.
[565] Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmil-Kur'ân, VIII, 8; Reşîd Rızâ, Tefsîrü'l-menâr, X, III; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, IV, 62. (onuncu cüz).
[566] Ahzâb: 33/12-20.
[567] Ahzâb: 33/12.
[568] Ahzâb: 33/13.
[569] Râzî (606/1209) bu âyetin münafıkların savaştan kaçma isteklerinin evlerini korumak için olmadığına işaret ettiğini söylemektedir (Râzî. et-Tefsîrü'l-kebir, XXV, 200).
[570] Bkz. Esed, Kur'an Mesajı, II, 852.
[571] İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, VI, 187; 'İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 564; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, XIII, 150; Hâzin, Lübâbü't-te'vil, V, 97.
[572] Zemahşeri, el-Keşşâf, III, 254; Beyzâvî, Envûrü't-tenzîl, V, 97; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, V, 97; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selim, VII, 195.
[573] Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 254; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, V, 97; İbn Kesîr. Tefsîrü'l-Kur'ân, III, 473; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, VII, 95, Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VI, 3882; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, VII, 136 (yirmi birinci cüz).
[574] Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 254; 'İz b. Abdüsselâm, Tefsirü'l-Kur'ân, II, 564; Beyzâvî, Envârü't-tenzil, V, 96; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, V, 97; Merâğî,Tefsirü'l-Merâğî, VII, 136 (yirmi birinci cüz).
[575] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VI, 3882.
[576] Mevdûdî, Tefhîmü'l-Kur'ân, IV, 397.
[577] İbn Âşûr, et-Tahrir ve't-tenvir, XXI, 288.
[578] et-Tahrir ve't-tenvîr, XXI, 288.
[579] bkz. İbn Âşûr, et-Tahnr ve't-tenvîr, XXI, 288; Mevdûdî, Tefhîmü'l-Kur'ân, IV, 397.
[580] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 113-120.
[581] MEB, Örnekleriyle Türkçe Sözlük, III, 2026.
[582] MEB, Örnekleriyle Türkçe Sözlük, III, 2026.
[583] Mâide: 5/71.
[584] Âyet şöyledir: "Gerçek şu ki İsrâiloğulların'dan kesin bir taahhüt almış ve onlara peygamberler göndermiştik. Ne zaman bir peygamber onlara nefislerinin arzu etmediğini (ilâhî hükümleri) getirdi ise onlar bu peygamberlerin bir kısmını yalanladılar bir kısmını da öldürdüler" (Mâide: 5/ 70).
[585] Taberî, Câmi'u'l-beyân, VI, 201; Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 633; Kurtubî, el-Cami'li ahkâmi'l- Kur'ân, VI, 247; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, II, 322; Beğavî, Meâlimü't-tenzil, II, 76.
[586] Taberî, Câmi'u'l-beyân, VI, 201; Nesefî, Medârikü't-tenzil, II, 322.
[587] Bakara: 2/61; Âl-i İmran: 3/21, 112.
[588] Taberî, Câmi'u'l-beyân, VI, 201; 'İz b. Abdüsselâm. Tefsirü'l-Kur'ân, II, 470; Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, II, 322; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, II, 322; Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, II, 322; Fîrûzâbâdî, Tenvîrü'l-mikbâs, VI, 127; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, III, 1771.
[589] Beğavî, Meâlimü't-tenzîl, II, 76; Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XII, 56; Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, II, 322; `İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 470.
[590] Reşîd Rızâ, Tefsîrü'l-menâr, VI, 480; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, VI, 141(altıncı cüz).
[591] İbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvîr, VI, 276.
[592] Taberî, Câmi'u'l-beyân, VI, 201.
[593] Bkz. Âlûsî, Rûhu'l-meânî, VI, 205.
[594] `İzb. Abdüsselâm, Tefsirü'l-Kur'ân, II, 470.
[595] Âlûsî, Rûhu'l-meânî, VI, 205.
[596] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XI, 72.
[597] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XI, 72.
[598] `İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'I-Kur'ân, II, 470.
[599] Bkz. Rûhu'l-meânî, VI, 205.
[600] İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, III, 232; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, 2387.
[601] Âyetin meali şöyledir: "Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah'ın ve Rasûlü'nün çağrısına uyun ve bilin ki, Allah kişi ile kalbi arasına girer. Yine bilin ki, onun huzurunda toplanacaksınız. "
[602] Buradaki fitneye verilen bazı anlamlar için bkz. İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, III, 232.
[603] Bkz. İbn Âşûr, et-Tahrir ve't-tenvîr, IX, 316-318.
[604] Bkz.Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, III, 29; Mevdûdî, Tefhîmü'l-Kur'ân, II, 162-163.
[605] Bkz.Nesefî, Medârikü't-tenzîl, III, 29.
[606] Râğıb el-İsfahânî buradaki fitneyi "belâ ve azap" olarak yorumlar. Bkz. Müfredât, s. 624.
[607] Zemahşeri, Keşşaf, III, 146; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, XII, 18; İbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvîr, XVII, 211; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, V, 3386; Esed, Kur'an Mesajı, II, 669.
[608] Fîrûzâbâdî, Tenvîrü'l-mikbâs, IV, 423; Merâğî, Tefsirü'l-Merâğî, VI, 141 (onsekizinci cüz).
[609] Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 79; Îbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesir,V, 379; Beyzâvî, Envârü't-tenzil, IV, 423; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, IV, 423; Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, IV, 423; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, V, 3544.
[610] Râzî, et-Tefsîrü'1-kebîr, XXIV, 42.
[611] Bir çok müfessir âyette "fitnetün" kelimesinden sonra gelen "azabün elim" (acıklı azap) kelimesi ile de âhiretteki azabın kastedildiğini söylerken, (bkz. Îbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, V, 379; Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, IV, 432; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, V, 3544; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, VI, 141. Bazı müfessirler de bununla dünyevi azapların kastedildiğini söylemektedir. bkz. İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, V, 379; İbn Kesîr, Tefsırü'l-Kur'ân, II, 415; İbn Âşür, et-Tahrîr ve't-tenvir, XVIII, 311.
[612] İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, V, 379.
[613] Taberî,Cami’u’l-beyân, XVIII, 135; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, V, 379; `İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 415; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, III, 307.
[614] Râzî, et-Tefsirü'l-kebir, XXIV, 42; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, III, 307.
[615] İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, III, 307.
[616] Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 79; Râzî, et-Tefsîrü'1-kebîr, XXIV, 42, Kurtubî, el-Cami'li ahkâmi'l-Kur'an, XII, 322; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, IV, 423.
[617] Nesefî, Medârikü't-tenzîl, IV, 423.
[618] Suyûtî, Mu'taraku'l-akrân, III, 135, el-itkan, 1, 187.
[619] Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 79; İbnü'l-Cevzî, Râzî, et-Tefsîrü'1-kebîr, XXIV, 42; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, XII, 323; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, IV, 423.
[620] Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 79; Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XXIV, 42; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, XII, 323; Nesefî, Medarikü't-tenzil, IV, 423.
[621] Zemahşeri, el-Keşşaf, III, 79; Râzî, et-Tefsîrü'1-kebîr, XXIV, 42; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, IV, 423.
[622] Nur: 24/63.
[623] İbn Kuteybe.,Tefsîrü garîbi'l-Kur'ân, s. 309.
[624] Taberî, Câmi'u'l-beyân, XVIII, 134-135; Yazır, Hak Dini Kuran Dili, V, 3542.
[625] 'İz b. Abdüsselâm, Tefsirü'l-Kur'ân, II, 415; Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, IV, 422.
[626] Nûr: 24/63.
[627] Duman, Zeki, Beş Sûrenin Tefsiri, Kayseri 1999, s. 284.
[628] Bazı müfessirler bu kısım ile ilgili olarak şu açıklamayı yapmışlardır: "(Hz. Peygamberin toplantısında bulunanlardan) bazıları, (bu toplantıdan ayrılmak için) izin talebinde bulunan ve kendisine izin verilien kimsenin arkasına gizlenerek, kendisine izin verilmediği halde, kendisine izin verilen kimseyle beraber çıkıp gidiyordu" (Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 79; Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XXIV, 40).
[629] Cassâs, Ahkâmü'l-Kur'ân, V, 200-201; Zemahşeri, el-Keşşâf, III, 79; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, V, 379; Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XXIV, 40; 'İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 314; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, III, 307; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, VI, 141 (yirmi dördüncü cüz).
Bu husus ile ilgili olarak Mukâtil b.Hayyân (ö.l50/767'den önce) şunları söylemektedir: "Hz. Peygamberin Cuma günleri okuduğu hutbesi, münafıklara ağır geliyordu. Böylece de onlar, O'nun ashabının arkasına gizlenerek, izin almaksızın çekip gidiyorlardı." (Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XXIV, 4O; İbn Kesîr, Tefsirü'l-Kur'ân, III, 307).
[630] Müminler Peygamber ile birlikte önemli bir iş üzerinde iken, O'ndan izin almadan ayrılıp gitmezler. " Nûr: 24/62.
[631] Suyûtî, Celâleddin, el-İklîl fî istinbûti't-Tenzîl (thk. Seyfeddin Abdülkâdir et-Kâtip), Beyrut 1985, s. 196.
[632] Nur: 24/63.
[633] Cassâs, Ahkâmü'l-Kur'ân, V, 201; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, V, 379; Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XXIV, 40; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, XII, 323. Mücâhid ve İbn Aşûr söz konusu zamirin Allah'a râci olduğunu söylemişlerdir. (bkz. İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, V, 379; İbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvîr, XVIII, 311).
[634] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XXIV,40; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, III, 307; Suyûtî, el-İklîl, s. 196; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, V, 3544; Duman, Beş Sûrenin Tefsin, s. 284.
[635] Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, XII, 323; Suyûtî, el-İklîl, s. 196.
[636] Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, XII, 323; Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, IV, 422; Merâğî, Tefsîrü 'l-Merâğî, VI, 141.
[637] İbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvir, XVIII, 311.
[638] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 120-128
[639] Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, I, 207.
[640] İbn Kuteybe, Tefsîru ğarîbi'l-Kur'ân, s. 372; İbn Âşûr, et-Tahrir ve't-tenvîr, XXIII, 123.
[641] Bkz. el-Keşşâf, III, 342. İbn Kayyim el-Cevziyye (751/1350), zakkum ağacının fitne olarak nitelendirilmesi hususunda şunları söyler: Bu ağaç, dünyada kafirlerin yalanlamalarına sebep olduğundan, âhirette de onu yemelerinden dolayı fitne olarak nitelenmektedir (bkz. İğâsetü'l-lehefân, II, 583).
[642] Râğıb el-İsfahânî, Müfredat, s. 623; Zemahşerî, el-Keşşâf, IV, 15; İbnü'l-Cevzî, Nüzhetü'l-a'yün, s. 479; İbn Mulakkîn, Tefsîrü garîbi'l-Kur'ân, s. 406; Ebu"s-suûd, İrşûdü'l-akli's-selim, VIII, 138; Ebü'l-Bekâ, el-Külliyât, s. 692.
[643] Râğıb el-İsfahânî, Müfredat, s. 623; Zemahşerî, el-Keşşâf, IV, 15; İbnü'l-Cevzî, Nüzhetü'l-a'yün, s. 479; İbn Kesîr, Tefsîrü'I-Kur'ân, IV, 233; Ebu's suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm,VIII, l38.
[644] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 128-130.
[645] Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, I, 614.
[646] Kalem: 68/1-7.
[647] İbn Manzûr, Lisanü'l-'arab, XIII, 318; Lane, Lexicon, VI, 2335.
[648] Kermî, el-Hâdî ilâ lügati’l-`arab, III, 374.
[649] Kermî, el-Hadî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.
[650] Zebîdî, Tâcu'l-'arûs, XVIII, 426.
[651] Bkz Taberî, Cami'u'l-beyân, XXIX, 14; Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XXX, 82.
[652] Ferrâ, Ebû Zekeriyya Yahya b. Ziyad, Meani’l-Kur'an. (thk.Muhammed Ali en-Neccâr, Ahmed Yusuf Necati). Beyrut 1980, III, 173.
[653] Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, VI, 327; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur-ân, IV, 403.
[654] Taberî, Câmi'u'l-beyân, XXIX, 14.
[655] İbn Kuteybe, Tefsîrü garîbi'l-Kur'ân, s. 477. Bu anlam için ayrıca bkz. Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, VI, 326; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, VI, 326.
[656] Bkz.Taberî, Cami'u'l-beyân, XXIX, 14; Damâğânî, Kâmûsu'l-Kur'ân, s. 349; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, VIII, 66; 'İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, III, 346.
[657] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 92-101.
[658] Taberî, Câmi'u'l-beyân, XXIX, 14; İbn Kesîr Tefsîrü'l-Kur'ân, IV, 403.
[659] Taberî, Câmi'u'l-beyân, XXIX, 13; İbnü"l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, VIII, 66; 'İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, III, 346; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, XVIII, 229.
[660] İbnü'I-Cevzî, Zâdü 'l-mesir, VIII, 66; 'İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, III, 346.
[661] İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, IV, 403.
[662] Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, V, 54; X, 9.
[663] Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, XVIII, 229.
[664] Hicr: 15/6-7; Kalem: 68/51. Açıklama için bkz. Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, V, 54; X, 9.
[665] Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, XVIII, 229. Ayrıca bu konu ile ilgili olarak bkz. Kazancı, Ahmed Lütfi, çeşitli Yönleriyle Nübüvvet Kavramı, İstanbul 1997, s.122.
[666] Kurtubî, el-Câmi'İi ahkâmi'l-Kur'ân, XVIII, 229.
[667] Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, XVIII, 229.
[668] Zebidî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 426; Ahmed Rızâ, Mu'cemü metni'l-lüğa, IV, 357; Lane, Lexicon, VI, 2335; Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.
[669] Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.
[670] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 318; Lane, Lexicon, VI, 2335.
[671] Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.
[672] Kalem: 68/7.
[673] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 131-133.
[674] Kemâlî, H. Muhammed, "İslam'da İfade Hürriyeti: Fitne Kavramının Tahlili". İslami Sosyal Bilimler Dergisi, İstanbul 1993, sayı: 2, s. 41.
[675] Bkz. Kitâbü't-Ta'rifât, ty., yy., s. 110; Ebü'1-Bekâ, el-Külliyât, s. 692; Muhammed et-Tahânevî, Keşşâfu Istılahâti'l-fünûn, Beyrut ty., III, 1158-1159.
[676] Bkz. Lisânü'l-'arab, XIII, 320.
[677] Enbiyâ: 21/35.
[678] Enfâl: 8/28.
[679] Bakara: 2/191. Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 134-135.
[680] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 135-136.
[681] Halil b. Ahmed, Kitâbü'l-'Ayn, VIII, 339, 340; İbn Abbâd, el-Muhît fi'l-lüğa, X, 353-354; İbn Fâris, Mücmetü'l-lüğa, 1, 133; Cevherî, es-Sıhâh, VI, 2284-2285; İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, IVX, 83-88.
[682] Cevherî, es-Sıhâh, VI, 2284-2285; Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XIX, 218.
[683] İbn Kuteybe, Te'vîlü müşkili'l-Kur'ân, s. 469; Dâmeğânî, Kâmûsu'l-Kur'ân, s. 77; Râğıb el-İsfahânî, Müfredat, s. 61
[684] Sâffât: 37/106.
[685] Râğıb el-İsfahânî, Müfredat, s. 61.
[686] Bakara: 2/124.
[687] ebu Hilâl el-Askerî, el-Furûku'l-lugaviyye, Kumm 1353, s. 179.
[688] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 136-137.
[689] Halil b. Ahmed, Kitabü'l-'Ayn, III, 253; İbn Abbâd, el-Muhit fi'l-lüğa, III, 129; İbn Fâris, Mücmelü'l-lüğa, III, 825; İbn Manzûr, Lisanü'l-'arab, VI-II, 401.
[690] Hucurât: 49/3.
[691] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 137.
[692] Halil b. Ahmed, Kitâbü'l-'Ayn, II, 544; İbn Fâris; Mücmelü'l-lüğa, III, 825; İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, 1, 535.
[693] İbrahim Mustafa ve arkadaşları, el-Mu'cemü'l-vasît, Tahran, ty. 1, 529.
[694] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VII, 4754.
[695] Bakara: 2/156.
[696] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 137.
[697] Halil b. Ahmed, Kitâbü'l-'Ayn, VIII, 163; İbn Fâris, Mücmelü'l-lüğa, II, 601; İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XII, 373. Rağıb el-İsfahânî, Müfredat, s. 537-538.
[698] İbn Manzur, Lisânü’l-`arab, XII, 373.
[699] Mustafa Yıldırım, "Zulüm Üzerine", Felsefe Dünyası, sy. 30, Ankara 1999, s. 29.
[700] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 138-139.
[701] Halil b. Ahmed, Kitâbü'l-'Ayn, VIII, 206; İbn Fâris, Mücmel ü'l-lüğa, I, 91; İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIV, 27.
[702] Râzî, et-Tefsîrü'1-kebîr, III, 68.
[703] Râğıb el-İsfahânî, Müfredat, s. 71-72.
[704] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 139.
[705] Halil b. Ahmed, Kitâbü'l-'Ayn, VII, 231.
[706] Halil b. Ahmed, Kitâbü'l-'Ayn, VII, 231; İbn Fâris, Mücmelü'l-lüğa, III, 721.
[707] Râğıb, Müfredat, s. 636.
[708] İbn Manzûr, Lisanü'l-'arab, III, 335.
[709] Kasas: 28/77.
[710] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XXV, 14.
[711] Nahl: 16/88.
[712] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 139-140.
[713] Halil b. Ahmed, Kitâbü'l-'Ayn, V, 147; İbn Fâris, Mûcmelü'1-lüğa, III, 718.
[714] İbn Fâris, Mücmelü'l-lüğa, III, 718; İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, X, 299-301.
[715] Asım Efendi, Kâmus, yy., 1305h., III, 986.
[716] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 140-141.
[717] Halil b. Ahmed, Kitâbü'l-'Ayn, V, 8-10; İbn Fâris, Mücmelü'l-lüğa, II, 560; İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XI, 391-393.
[718] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XI, 391-393.
[719] Râğıb el-İsfahânî, Müfredat, s. 509.
[720] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 1, 134.
[721] Zümer: 39/41
[722] Tâhâ: 20/79.
[723] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 141-142.
[724] İbn Fâris, Mücmelü'l-lüğa, III, 687; İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XV, 140-141.
[725] Tâhâ: 20/121.
[726] Hicr: 15/39
[727] Sâd: 38 / 82-83.
[728] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 142-143.
[729] İbn Fâris, Mücmelü'l-lüğa, III, 657; İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, 1, 585.
[730] En'âm: 6/47.
[731] Nahl: 16/26.
[732] Bakara: 2/49.
[733] Â'râf: 7/141.
[734] Zâriyât: 51/14.
[735] Mevdûdî, Tefhîmü'l-Kur'ân, V, 502.
[736] Bakara: 2/214.
[737] Bakara: 2/214
[738] Fussilet: 41/51.
[739] Bakara: 2/114
[740] Mâide: 5/52.
[741] Ra'd: 13/31.
[742] Ahzâb: 33/14.
[743] Hicr: 15/6.
[744] Bakara: 2/266.
[745] A'râf: 7/165.
[746] Ra'd: 13/32.
[747] Muhammed: 47/1.
[748] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 143-144.
[749] Kalem: 68/6.
[750] Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, V, 54; X, 9.
[751] Bkz. Taberî, Câmi'u'l-beyân, XXIX, 14; Damâğânî, Kâmûsu'l-Kur'ân, s. 349.
[752] Aynı anlam Mekkî bir sûre olan Yunus: 83-85'te de geçmektedir.
[753] Çağrıcı, "Fitne” DİA, XIII, 157.
[754] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 145-151.
[755] Râzî, et-Tefsirü'l-kebîr, VI, 24-25.
[756] Râğıb el-İsfahânî, Müfredat, s. 624; Fîrûzâbâdî, Besâir, IV, 69.
[757] İbnü'l-Cevzî, Zadü'l-mesir, III, 124; Reşîd Rızâ, Tefsîrü'l-menâr, VIII, 362; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, III, 126 (sekizinci cüz).
[758] Râğıb el-İsfahânî, Müfredat, s. 624; Fîrûzâbâdî, Besâir, IV, 69.
[759] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 155-156.
[760] Enbiyâ: 21/35.
[761] Esed, Kur'an Mesajı, I, 388.
[762] Esed, Kur'an Mesajı, II, 650.
[763] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, V, 3356.
[764] İbn Kesîr, Tefsîrü'l- Kur'an, III, 178.
[765] Ankebut: 29/2-3,
[766] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebir, XXV, 28.
[767] Benzer yaklaşımlar için bkz. Halîbî, Ahmed b. Abdülazîz, "el-îbtilâ fî hayâti'l-mü'min", Mecelletu Câmi'ati'1-İmâm Muhammed b. Suûd el-İslamiyye, sayı: 19, Riyad 1418h./1998, s. 154.
[768] Güler, İlhami, Allah'ın Ahlâkiliği Sorunu, Ankara 2000, s. 131, 148.
[769] Mülk: 67/2.
[770] Akyüz, Vecdi, Kur'an'da Siyasa! Kavramlar, İstanbul 1998, s. 312.
[771] Râğtb el-İsfahânî, Müfredat, s. 624.
[772] Akyüz, Kur'an'da Siyasal Kavramlar, s. 312.
[773] Enbiyâ: 21/35.
[774] İsra;:17/77; Ahzâb: 33/38; Fetih: 48/23.
[775] Reşîd Rızâ, Tefsiru'l-menâr, IV, 274.
[776] Mülk: 67/2; Hûd: 11/7.
[777] Bakara: 2/155.
[778] Bakara: 2/286.
[779] Görgün, Tahsin, "Hasan Basıl Mad.'", DİA, İstanbul 1997, XVI, 295.
[780] Âl-i İmrân: 3/265; Nisa: 4/79; Rûm: 30/41; Şura: 42/30.
[781] Bkz. Rûm: 30/41.
[782] Mustansır Mîr, Kur'ânî Terimler Sözlüğü (çev. M. Çiftkaya), İstanbul 1996, s. 91.
[783] Furkân: 25/20.
[784] Kehf: 18/7.
[785] Mülk: 67/2. Ayrıca bkz. Hûd: 11/7.
[786] Bkz. Bakara: 2/214.
[787] Âl-i İmran: 3/142.
[788] Mustansır Mir, Kur'ânî Terimler Sözlüğü, s. 99.
[789] Bkz. Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XXV/27.
[790] Benzer bir yaklaşım ve örnekle açıklaması için bkz. Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XXV/29.
[791] Benzer bir yaklaşım için bkz. Özsoy, Ömer Sünnetüllah, Ankara 1994, s. 78.
[792] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 156-161.
[793] Şems: 91/8.
[794] Peker, Hüseyin, II. Kur'an Haftası Kur'an Sempozyumu, Ankara 1996. s. 167.
[795] Ankebût: 29/3.
[796] Kıyâme: 75/36.
[797] Mü'minûn: 23/115.
[798] Tîn: 95/4.
[799] Bkz. İbrâhîm: 14/32-33; Nahl: 16/12-15; Hac: 22/65; Lokman: 31/20; Yasin: 36/71-73; Zuhruf: 43/10-14; Mülk: 67/15.
[800] Hicr: 15/29; Secde: 32/9; Sâd: 38/72.
[801] Bkz. Bakara: 2/30.
[802] Bakara: 2/31-33.
[803] Ahzâb: 33/72.
[804] Bkz. A'râf, 7/172.
[805] İnsan: 76/3-4.
[806] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 161-163.
[807] Tîn. 95/4.
[808] İsrâ: 17/70.
[809] Âl-i İmrân: 3/59; Enam: 6//2; Fâtır: 35/11; Mümin: 40/67.
[810] Tarık: 86/6.
[811] Kıyâme: 75/38.
[812] İnsân: 76/2.
[813] Mürselât: 77/20.
[814] Furkân: 25/45; Mürselât: 77/20.
[815] Mü'minûn: 23/13; Mürseİât: 77/21.
[816] Hac: 22/5; Mü'minûn: 23/14; Zümer: 39/6; Mümin: 40/67; Nûh: 71/14.
[817] Teğâbün: 64/2; İnfitâr: 82/7-8. Ayrıca bkz. A'râf: 7/ll; Secde: 32/9; Kıyâme: 75/38; 'A'raf: 87/2.
[818] Abese: 80/19-20.
[819] Nahl: 16/78.
[820] Örnek olarak bkz. En'âm: 6/46; Yûnus: 10/31; Nahl: 16/78; İsrâ: 17/36; Muminûn: 23/78; Secde: 32/9; Ahkâf: 46/26; Mülk: 67/23; İnsan: 76/2.
[821] Beled: 90/8-9.
[822] Hicr: 15/29; Secde: 32/9; Sâd: 38/72.
[823] Şems: 91/7-8.
[824] Mutahhari, Adli İlâhî, (trc. Hüseyin Hatemi) İstanbul 1985, s. 206-208.
[825] Okumuşlar, Muhittin, Fıtrattan Dine, Konya, 2002, s. 22-23.
[826] Okumuşlar, Fıtrattan Dine, s. 25.
[827] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 163-165.
[828] Müminun: 23/115; Kıyame: 75/36.
[829] Nisa: 4/79.
[830] Nisa: 4/105.
[831] Zâriyat: 51/56.
[832] İlgili âyetler için bkz. Al-i İmrân: 3/145; Hüd: 11/15; Zümer: 39/70; Câsiye: 45/15, 22; Ahkâf: 46/19; Zilzâl: 99/6-8.
[833] Mü'minûn: 23/102-103.
[834] Mülk: 67/2.
[835] Zâriyât: 51/57. Ayrıca bkz. Mü'minûn: 23/115.
[836] Özsoy, Sünnetullah, s. 114.
[837] Bkz. Râzî, Tefsirü'l-kebîr, XX, 398.
[838] Mevdûdî, Tefhîmü'l-Kur'an, V, 521.
[839] Kehf: 15/103-105.
[840] Bakara: 2/11-12.
[841] Bkz. Haşr: 59/19.
[842] Bkz. Hac: 22/74; Zümer: 39/67.
[843] Bkz. 'A'râf: 7/176; Kehf: 18/28; Furkân: 25/43.
[844] Kıyâme: 75/36.
[845] Benzer bir yaklaşım için bkz. Gölcük, Şerafettin, Kur'an ve İnsan, Konya, 1996,s. 271-272.
[846] Bkz. Hicr: 15/99.
[847] Esed, Kur'an Mesajı, III, 1198.
[848] Cin: 72/17.
[849] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 165-167.
[850] İnsan: 76/29-30.
[851] Öner, Necati, İnsan Hürriyeti, Ankara, 1995, s. 66.
[852] Öner, İnsan Hürriyeti, s. 67-74.
[853] Albayrak, Halis, Kur'an'da İnsan Gayb İlişkisi, İstanbul, 1996, s, 196-197.
[854] Ahzab: 33/72.
[855] Ayrıca bkz. Aydın, Hüseyin, İlim, Felsefe ve Din Açısından Yaratılış ve Gayelilik, Ankara, 1999, s. 179-180; Öner, İnsan Hürriyeti, s. 66-99; Serinsu, Ahmet Nedim, Kur'an Nedir?, İstanbul 1996, s. 71-72.
[856] Karagöz, İsmail, Kur'an'a Göre İnsana Verilen Değer ve Görev, İstanbul, 1996, s. 44-45.
[857] Enfâl: 8/22; Yûnus: 10/42-43: Furkân: 25/43-44.
[858] Enam: 6/48; 'A'raf: 7/ 56, 85-86, 142; Şuam: 26/151, 152.
[859] Meselâ bkz. Bakara: 2/253; Al-i İmrân: 3/26-27; Mâide: 5/1; Hûd: 11/107; İbrâhîm: 14/27; Hac: 22/14, 18; Nur: 24/45; Kasas: 28/68; Rûm: 30/54; Tekvîr: 81/29; Burûc: 85/16.
[860] Rûm: 30/30.
[861] Enam: 6/130; Zümer: 39/71; Mülk: 67/8-10.
[862] Fâtır: 35/45; Yasin: 36/60-61; Tarık: 86/17.
[863] Garaudy, Roger, İslam ve İnsanlığın Geleceği, (trc. Cemal Aydın), İstanbul 1995, s. 181.
[864] Özsoy, Sünnetullah, s. 113.
[865] Şems: 91/8.
[866] İnsân: 76/2-3
[867] Benzer yaklaşımlar için bkz. Fazlur Rahman, İslâmî Yenilenme Makaleler II, (çvr. Adil Çiftçi) Ankara 2000, s. 32-33; Garaudy, İslam ve İnsanlığın Geleceği, s. 181, 182.
[868] Ahzab: 33/66-68; Fussilet: 41/29.
[869] Fecr: 89/19-20.
[870] Alak: 96/6-8.
[871] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 167-170.
[872] Hûd: 11/107; Burûc: 85/16.
[873] İsrâ: 17/60-66.
[874] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 171.
[875] Cürcânî, Kitâbü't-Ta'rifât, s. 242.
[876] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, 1, 258.
[877] Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, 1, 5.
[878] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, 1, 258.
[879] Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, 1, 5.
[880] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 1, 127-128.
[881] Benzer ifadeler için bkz. Behiy, Muhammed, İnanç ve Amelde Kur'ânî Kavramlar (trc.Ali Turgut) İstanbul 1988, s. 246, 248, 250; Halîbî, "el-İbtilâ fî hayâti'l-mü'min", s. 7-8.
[882] Sâd: 38/32; Fecr: 89/20; Adiyât: 100/8.
[883] Hümeze: 104/2.
[884] Al-i İmrân: 3/14, Ayrıca bkz. Kehf: 18/46; Fecr: 89/20; Adiyât: 100/8.
[885] Benzer bir yaklaşım için bkz. Özsoy, Sünnetullah, s. 114.
[886] Bkz. Neml: 27/40; Lokman: 31/12; İnsân: 76/3.
[887] Kırca, Celal, Kur'an-ı Kerim'de Fen Bilimleri, İstanbul 1984, s. 205.
[888] Bkz. İbrahim: 14/7.
[889] Bkz. A`raf: 7/157; Enfâl: 8/69; Nahl: 16/114.
[890] Nahl: 16/114.
[891] İnsân: 76/8-9.
[892] Bkz. Bakara: 2/168; Mâide: 5/87-88.
[893] Nem: 27/40. Ayrıca bkz. Şimşek, M. Sait, Kur'an'ın Ana Konuları, İstanbul, 1999, s. 133-134.
[894] Tekâsür: 102/8.
[895] Benzer bir yaklaşım için bkz. Özsoy, Sünnetullah, s. 79.
[896] Enfal: 8/28.
[897] İbn Kesîr, Tefsirü'l-Kur'ân, III, 301.
[898] Bkz. Kehf: 18/32-44; Kalem: 68/17-35.
[899] Cin: 72/16-17.
[900] Esed, Kur'an Mesajı, III, 1198.
[901] Nûh: 71/10-20. Ayrıca bkz. Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VIII, 5407. Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 171-175.
[902] Cürcânî, Kitâbu't-Tarifat, 217.
[903] Furkân: 25/20.
[904] Enbiyâ: 21/35.
[905] Enfâl: 8/28.
[906] Bakara: 2/155.
[907] Enbiyâ: 21/35.
[908] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XXII, 169.
[909] Doğal felaketler karşısında insan-Allah ilişkisi konu edinen bir çalışma için bkz. Küçükcan, Talip-Köse, Ali, Doğal Âfetler ve Din, İstanbul 2000, s. 63-85.
[910] Benzer bir yaklaşımla Râzî (606/1209) bunu "dünyevi nimetler" ve "dünyevî zararlar" diye özetleyerek yorumlamaktadır (et-Tefsîrü'l-kebîr, XXII, 169). Ayrıca bkz. Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, IV, 47.
[911] Çağrıcı, "Fitne", DİA, XII, 156.
[912] Nahl: 16/110.
[913] Bakara: 2/191; Burûc: 85/10.
[914] Bkz. Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, II, 695-696.
[915] Bkz. Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, II, 695-696.
[916] Teğâbün: 64/11.
[917] Hadîd: 57/22-23.
[918] Şûra: 42/30.
[919] Rûm: 30/41.
[920] Nisa: 4/79.
[921] Arslan, Hulusi, "Doğal Felaket ve Istıraplar Konusunda Kelamcıların Görüşleri" Marife, Yıl: 2, sayı: 2, Güz 2002, s. 32.
[922] Yazır, Hak Dini Kuran Dili, IV, 2386-2389.
[923] Enfâl: 8/25.
[924] Esed, Kur'an Mesajı, 1/325-26.
[925] Ateş, Süleyman, Kur'an Ansiklopedisi, İstanbul ty., Vl, 201.
[926] Fâtır: 35/45.
[927] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 175-179.
[928] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 179.
[929] Duhân: 44/43-46.
[930] Sâffât: 37/64-67.
[931] Vakıa: 56/51-54.
[932] Sâffât: 37/62-63.
[933] Zemahşeri, el-Keşşâf, III, 342; Râzî, et-Tefsîrü'l-kebir, XXVI, 142; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selim, VII, 194; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, VIII, 62-63 (yirmi üçüncü cüz). Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VI, 4055; Esed, Kur'an Mesajı, II, 913.
[934] İsra: 17/60.
[935] İbn Abbâs, eş-şeceretül-mel'ûne (Kur'an'da lanetlenen ağacın)'nin "zakkum ağacı" olduğunu söylemiştir. Buhârî, Tefsîr, 17/189; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'1-mesîr, V, 40; İbn Mulakkîn, Tefsîrü garibi'l-Kur'ân, s. 220; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, V, 3186.
[936] İbn Mulakkîn, Tefsîrü garîbi'l-Kur'ân, s. 220; Esed, Kur'an Mesajı, II, 572.
[937] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, IXX, 237; İbn Kesîr, Tefsîrü'I-Kur'ân, IV, 10.
[938] İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, III, 48. Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 180-181.
[939] Müddessir: 74/30-31.
[940] Bkz. Râzî. et-Tefsirü'1-kebîr, XXX, 204-205; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, XVIX, 81; Nesefî, Medârikut-tenzîl, VI, 401; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, IV, 444; İbn Mulakkîn, Tefsîrü garibi''l-Kur'ân, s. 508; Fîrûzâbâdî, Tenvîrü'l-mikbas, VI, 401; Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, X, 153. Bir kısım müfessirler buradaki fitneye, sapma (dalâlet) anlamı vermişlerdir (bkz. İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesir, VIII, 126; Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, VI, 401). İbn Mulakkîn (804/1401) de söz konusu anlamı, muhtemel bir anlam olarak zikreder (bkz. Tefsîrü garibi'l-Kur'ân, s. 508).
[941] Esed, Kur'an Mesajı, III, 1207-1208.
[942] Razi, et-Tefsîrü'l-kebîr, XXX, 203-207.
[943] Râzî, et-Tefsîrü’1-kebir, XXX, 203-204; İbn Mulakkîn, Tefsîrü garibi'l-Kur'ân, s. 508. Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 181-183.
[944] A'râf: 7/73.
[945] Şuarâ: 26/154.
[946] A'râf: 7/73.
[947] Şuarâ: 26/155-156.
[948] Kamer: 54/27.
[949] Kamer: 54/27.
[950] Karadeniz, Osman, "Mucize" İslam'da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi (Red. İ. Kâfi Dönmez.), İstanbul 1997, III, 253.
[951] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VII, 4646.
[952] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VII, 4646.
[953] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VII, 4646.
[954] Kamer: 54/23-26.
[955] et-Tahrir ve't-tenvîr, XVIII, 198-199.
[956] A'râf: 7/73.
[957] Şuara: 26/155-156.
[958] Şuara: 26/157.
[959] Râzî, et-Tefsirü'1-kebîr, XXIX, 52-53; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VII, 4646. Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 183-185.
[960] İsra: 17/60.
[961] Buhârî, Tefsir, 17/189.
[962] Zemahşerî, ef-Keşşaf, II, 445; İbn Mulakkîn, Tefsîrü garibi'l-Kur'ân, s. 219; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, V, 3185; Esed, Kur'an Mesajı, II, 572. Âyette geçen "rü'yâ" ilgili geniş bilgi için bkz. İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, V, 39. Ayrıca bkz İbn Mulakkîn, Tefsîrü garîbi'l-Kur'ân, s. 220.
[963] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, V, 3185 (sad.).
[964] Esed, Kur'an Mesajı, II, 572.
[965] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 185-187.
[966] Hac: 52-55.
[967] Merâğî, Tefsîrü'l- Merâgî, VI, 128 (onyedinci cüz); Esed, Kur'an Mesajı, II, 681.
Bu konuda farklı bir yaklaşım için bkz. Hak Dini Kur'an Dili, V, 3414.
[968] Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 19; 'İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ûn, II, 362; Bilmen, Ömer Nasûhi, Kur'an-ı Kerîm'in Türkçe Meali Âlisi ve Tefsiri, İstanbul 1964, V, 2239; Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, VI, 42.
[969] Esed, Kur'an Mesajı, II, 572. Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 187-188.
[970] Esed, Kur'an Mesajı, 1, 28.
[971] Reşîd Rızâ, Tefsîrü'i-menâr, 1, 401-402.
[972] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 188-189.
[973] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 189-190.
[974] İlgili âyetler için bk. En'âm: 6/53; Ankebût:, 29/2-3; Enbiyâ: 21/35; Furkân: 25/20; Tâhâ: 20/131.
[975] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 190.
[976] Ankebût: 29/2-3.
[977] Nahl: 16/110; Burûc: 85/10.
[978] Burûc: 85/10.
[979] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 190.
[980] Neml: 27/47
[981] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 191.
[982] Safât: 37/106.
[983] Yûsuf: 12/23. Bkz. Muntasır Mir, Kur'ânî Terimler Sözlüğü (çev. Murat Çiftkaya), İstanbul 1996, s. 100.
[984] Akyüz, Kur'an'da Siyasal Kavramlar, s. 312.
[985] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 191-192.
[986] Tâhâ: 20/40.
[987] İbn Manzûr, Lisânü’l-`arab, XIII, 320; Lane, Lexicon, VI, 2334; Kermî, el-Hâdi ilâ lügati'l-'arab, III, 374.
[988] Râğıb el-İsfahânî, Müfredat, s. 623; Zemahşeri, el-Keşşâf, II, 537; 'İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 298; İbn Mulakkîn, Tefsîrü garibi'l-Kur'ân, s. 245; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, V, 3323; Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, V, 430.
[989] Bakara: 2/49.
[990] Kasas: 28/7-9.
[991] Tâhâ: 20/40; Kasas: 28/15.
[992] Kasas: 28/22.
[993] Kasas: 28/26-28.
[994] Kasas: 28/15-21.
[995] İbn Âşûr, et-Tahrir ve't-tenvir, XVI-220-221.
[996] Tâhâ: 20/40.
[997] Tâhâ: 20/40.
[998] Kasas: 28/15-21.
[999] Kasas: 28/291.
[1000] Îbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, III, 182; 'İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, 1, 506; İbn Kayyim el-Cevziyye, İğâsetü'l-lehefân, II, 580; İbn Kesir, Tefsûrü'l-Kur'âni’l-Azim, II, 250; Ebus-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, III, 277; Reşîd Rızâ, Tefsîrü'l-menâr, IV, 218; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, 2294; Merâğî, Tefsîrül-Merâğî, III, 79 (dokuzuncu cüz); Mevdûdî, Tefhimü'l-Kur'ân, II, 99. Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 192-194.
[1001] Kelime "iki melek onu sınadı" anlamında fetenâhü şeklinde de okunmuştur (bkz. İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, VI, 331).
[1002] Çoğu müfessirin yorumuna göre bu kişiler, Davud (a.s.)'u soruyla denemek isteyen iki melekti. Bazı müfessirlerin yorumlarına göre ise de bunlar iki insandı (bkz.Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XXVI, 195).
[1003] Yazır'ın yorumuna göre, davalı olduklarını söyleyen bu iki kişi mabede girdiklerinde veya 'birimiz ötekinin hakkına tecavüz etti.' sözünü söylerken Dâvud (a.s.) Allah'ın kendisini denediğini anlar (bkz. Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, 4092).
[1004] Sâd: 38/21-25.
[1005] Taberi, Câmi'u'l-beyân, XXIII, 91-93; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, VI, 327-328.
[1006] Râzî, et-Tefsîrü'1-kebîr, XXVI, 193-194;Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, 4092; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, VIII, 108 (yirmiüçüncü cüz); Sâbûnî, Muhammed Ali, Safvetü't-tefâsîr, Beyrut 1981, III, 55.
[1007] Râzî, et-Tefsiırü'1-kebîr, XXVI, 193-194. Bilmen, Kur'an-ı Kerîm'in Türkçe Meali Âlisi ve Tefsiri, VI, 3032.
[1008] `İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'an, 131, 78; Râzî, et-Tefsirü'l-kebir, XXVI, 193-194; Kurtubî, el-Câmi'li ahkami'l-Kur'ân, XVI, 181; Sâbûnî, Safvetü't-tefâsir, III, 54-55.
Bu yoruma yönelik bir eleştiri için bkz. İbnü'l-A'rabi, Kâdî Ebû Bekir Muhammed b. Abdullah, Ahkâmü'l-Kur'ân, thk, Ali Muhammmed el-Becâvî,Beyrut 1987, IV, 1638. Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 194-196.
[1009] Sâd: 38/34.
[1010] Zemahşeri, el-Keşşâf, III, 374-375; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, VI, 336-339; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'an, IV, 35-39.
[1011] Bkz. Mevdûdî, Tefhîmü'l-Kur'ân, V, 73-76.
[1012] Râzî, et-Tefsîru't-kebîr, XXVI, 209. Merâğî, Tefsîrü'l- Merâğî, VIII, 120 (yirmiüçüncü cüz).
[1013] Râzî, et-Tefsiru'l-kebîr, XXVI, 209.
[1014] Bkz. Yazır. Hak Dini Kur'an Dili, VI, 4097.
[1015] Esed, Kur'an Mesajı, III, 929.
[1016] Sâd: 38/35. Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 196-197.
[1017] Esed, Kur'an Mesajı, III, 929.
[1018] Ateş, Yüce Kur'an’ın Çağdaş Tefsiri, VI, 252.
[1019] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 198.
[1020] Günümüzde Medine ile Tebûk arasında yer alan Medâin-i Salih adlı tren istasyonunun bulunduğu yerin, Semûdluların hükümet merkezi olduğu belirtilmektedir. Bkz. Mevdûdî, Hz. Peygamberin Hayatı, s. 437.
[1021] Mevdûdî, Tefhîmü'l-Kur'ûn, II, 55.
[1022] A’râf: 7/73; Hûd: 11/61-63; Şuarâ: 26/141-152.
[1023] A'râf: 7/75.
[1024] Hûd: 11/63.
[1025] Mevdûdî, Hz. Peygamberin Hayatı, s. 440.
[1026] Şuarâ: 26/153; Kamer: 54/24-25.
[1027] Neml: 27/47.
[1028] Kanaatimizce bu kelimeye mealde geçen anlamın dışında "fitneye düşmüşsünüz" şeklinde bir anlam da verilebilir.
[1029] Neml: 27/47.
[1030] Neml: 27/47.
[1031] Taberi, Câmi'u'l-beyan, XIX, 108; Merâğî, Tefsîrül-Merâğî, VII, 147 (ondokuzuncu cüz).
[1032] Taberî, Câmi'u'l-beyan, XIX, 108; Mevdûdî, Tefhîmü'l-Kur'ân, IV, 123. Salih (a.s)'in peygamber olarak gönderilmesiyle Semûdlular imtihana tâbi tutulmuşlardır. Bkz. Mevdûdî, Tefhîmü'l-Kur'ân, IV, 123.
[1033] A'râf: 7/73; Kamer: 54/27.
[1034] Kamer: 54/27.
[1035] Şuarâ: 26/154.
[1036] A'râf: 7/73; Şuarâ: 26/155.
[1037] Kamer: 54/27.
[1038] Râzî, et-Tefsîrü'1-kebir, XXIX, 52-53; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VII, 4646; İbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvîr, XVIII, 198-199.
[1039] A'râf: 7/73; Şuarâ: 26/155-156.
[1040] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XXIX, 52-53; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VII, 4646.
[1041] ''Bunun üzerine arkadaşlarını çağırdılar. O da işe koyuldu ve deveyi kesti." Kamer: 54/29.
[1042] A'râf: 7/78; Hûd: 11/67; Şuarâ: 26/158; Hakka: 69/5.
[1043] A'râf: 7/72; Hûd: ll/66. Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 198-200.
[1044] Tâhâ: 20/85.
[1045] Tâhâ: 20/90.
[1046] A'râf: 7/142.
[1047] Tâhâ: 20/83.
[1048] Tâhâ: 20/84.
[1049] Tâhâ: 20/85.
[1050] Tâhâ: 20/87.
[1051] Tâhâ: 20/88.
[1052] A'râf: 7/148.
[1053] Tâhâ: 20/90.
[1054] Tâhâ: 20/91.
[1055] A'râf: 7/150, Taha: 20/86.
[1056] A'râf: 7/150.
[1057] Tâhâ: 20/86.
[1058] Tâhâ: 20/92-93.
[1059] Tâhâ: 20/94.
[1060] Tâhâ: 20/87-88.
[1061] Tâhâ: 20/95-96.
[1062] Tâhâ: 20/97.
[1063] A'râf: 7/149.
[1064] A'râf: 7/149.
[1065] Bakara: 2/54.
[1066] Bakara: 2/54.
[1067] A'râf: 7/155.
[1068] Bkz. İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, III, 180; 'İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, I, 506.
[1069] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, 2292.
Âyette söz konusu edilen mîkât ile ilgili bu ve diğer yorumlar için bkz. İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesir, III, 180.
[1070] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, 2292; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, III, 182.
[1071] Yazır'ın bu konudaki farklı yaklaşımı için bkz. Hak Dini Kur'an Dili, IV, 2292.
[1072] et-Tefsîrü '1-kebîr, III, 83. Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 200-204.
[1073] İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, IV, 141.
[1074] İbnül-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, VII, 114-115; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, IX, 125-126 (yirmi beşinci cüz); İbn Aşûr, et-Tahrîr ve't-tenvîr, XXIV, 36.
[1075] Zemahşerî, Keşşaf, III, 502; İbnü’1-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, VII, 114-115; 'İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'an, III, 102; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi’l-Kur'ân, XV, 266; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, IV, 141; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, VIII, 60; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâği, IX, 125-126 (yirmi beşinci cüz); İbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvîr, XXIV, 36.
[1076] Bu ifade ile ilgili değerlendirme için bkz. Esed, Kur'an Mesajı, III, 1013.
[1077] Bu konudan söz eden diğer ayetler için bkz. A'râf: 7/136; Tâhâ: 20/47.
[1078] Duhân: 44/18-21.
[1079] Araf: 7/120-127; Yûnus: 10/83-88.
[1080] Mümin: 40/25.
[1081] Mümin: 40/26.
[1082] Duhân: 44/22.
[1083] Duhân: 44/23.
[1084] A'râf: 7/138;Yûnus: 10/90.
[1085] Araf: 7/136.
[1086] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 200-205.
[1087] Rûm: 30/30.
[1088] Bakara: 2/151; En'âm: 6/42, 48; A'râf: 7/94; İbrâhîm: 14/7; İsrâ: 17/ 77; Kehf: 18/56; Hadîd: 57/25.
[1089] Bkz. Bakara: 2/256.
[1090] Bkz. A'râf: 7/172.
[1091] Bkz. Nisa: 4/64, 165, 170; Yûnus: 10/74; Nahl: 16/36; Mü'minûn: 23/ 32; Rûm: 30/47.
[1092] Şems: 91/9-10.
[1093] Bkz. Nisa: 4/124; Nahl: 16/97; Mümin: 40/40; Teğâbun: 64/9; Talâk: 65/11.
[1094] Şems: 91/8.
[1095] Yasîn: 36/60.
[1096] A'râf: 7/18; İsrâ: 17/93; Meryem: 19/68; Yâsîn: 36/62-63; Sad: 38/85.
[1097] Hûd: 11/7; Mülk: 67/2.
[1098] Mustansır Mir, Kur'ânî Terimler Sözlüğü, s. 99.
[1099] Bakara: 2/153.
[1100] Zariyat: 51/56.
[1101] Bakara: 2/46, 223; Mümin: 40/15; Cuma: 62/8; Hakka: 69/20.
[1102] Kâf: 50/18-23; Hakka: 69/13-37; İnfitâr: 82/10-19; İnşikâk: 84/1-13; Kari'a, 101/5-9; Tekâsur: 102/8.
[1103] Bkz. Bakara: 2/281; Âl-i İmrân: 3/161; En'âm: 6/120; Yûnus: 10/52; İbrâhîm: 14/51; Nûr: 24/11; Şûra: 26/22; Zümer: 39/24; Mümin: 40/17-19.
[1104] Enbiyâ: 21/35.
[1105] Âl-i İmrân: 3/186.
[1106] Mülk: 67/2.
[1107] Ahzâb: 33/72.
[1108] Şems: 91/8.
[1109] Yûsuf: 12/23.
[1110] Sâd: 38/24.
[1111] Sâd: 38/41-44.
[1112] Sâffât: 37/97-110.
[1113] Bkz. Nûr: 24/11-19.
[1114] Furkân. 25/20-21
[1115] Ankebut: 29/2-3.
[1116] Nahl: 16/110
[1117] Yûsuf: 12/90; R'ad: 13/19-24; Nûr: 24/52; Talâk: 65/5.
[1118] Çağrıcı, "Fitne", DİA,XII, 156.
[1119] Tevbe: 9/126.
[1120] Âdiyât: 100/8.
[1121] Âl-i İmrân: 3/14.
[1122] Fecr: 89/20.
[1123] Hümeze: 104/2-3.
[1124] İbrahim: 14/34.
[1125] Bakara: 2/152; Lokman: 31/12.
[1126] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 206/212.
[1127] Râğıb el-İsfahanî, Müfredat, s. 624; Fîrûzâbâdî, Besâir, IV, 69.
[1128] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 213-214.
[1129] Esed, Kur'ân Mesajı, 1, 55.
[1130] Râzî, et-Tefsîrü'1-kebîr, XI, 233.
[1131] Bakara: 2/191, 193, 217; Nisa: 4/91.
[1132] Maide: 5/41, 49; Saffât: 37/162.
[1133] Ankebût: 29/10; Zâriyât: 51/13, 14; Buruc: 85/10.
[1134] Bakara: 2/191, 217.
[1135] Yûnus: 10/83.
[1136] Mâide: 5/ 49.
[1137] Tevbe: 9/47-48.
[1138] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 200-205.
[1139] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 214.
[1140] Şems: 91/8.
[1141] İnsan: 76/3.
[1142] Tîn: 95/5-6.
[1143] Şems: 91/7-10.
[1144] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 214-215.
[1145] Burûc: 85/10.
[1146] Mâide: 5/49.
[1147] İsrâ: 17/73-75.
[1148] Kasas: 28/57.
[1149] Bkz. Mevdudî, Tefhîmü'l-Kur'ân, IV, 199-201.
[1150] Enfâl: 8/30.
[1151] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 215-217.
[1152] Âl-i İmrân: 3/135.
[1153] Enfâl: 8/73.
[1154] Enfâl: 8/25.
[1155] Enfâl sûresi 73.âyetini, "İman edip hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve (muhacirleri) barındırıp (onlara) yardım edenler var ya, işte onlar birbirlerinin velileridir. İman edip hicret etmeyenlere gelince, hicret edinceye kadar, onların velayetleri size ait değildir. Eğer din konusunda sizden yardım isterlerse, sizinle aralarında sözleşme bulunan bir kavme karşı olmadıkça, yardım etmek üzerinize borçtur. Allah yaptıklarınızı hakkıyla görmektedir." mealindeki bir önceki âyetle birlikte değerlendirdiğimizde şunları söyleyebiliriz: Müminlerin kendi aralannda yardımlaşmamaları ve birliklerini muhafaza edememeleri yer yüzünde fitne ve fesadın oluşmasının temel nedenidir. Enfâl sûresi, 25. âyetini de "Ey iman edenler size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman, Allah'ın ve resulünün çağrısına uyun.." mealindeki bir önceki âyetle birlikte değerlendirdiğimizde âyette sözü edilen fitnenin Allah ve Resulüne icabet etmemekten kaynaklandığı anlaşılmaktadır.
[1156] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 217-218.
[1157] Burûc: 85/10.
[1158] Râzî, "ashâb-l uhdûd" ifadesi ile öldürenlerin kastedildiği gibi öldürülenlerin de kastedilmiş olabileceğini söylemektedir. O, "meşhur olan rivayete göre, öldürülenler mümin olan kimselerdir, ifadesini kullanırken (et-Tefsirü 'l-kebîr, XXXI, 118) müfessirlerin çoğunluğu böyle bir ayrıntıya girmeksizin Ashab-ı Uhdûd'u. müminleri yakarak işkence edenler olarak tanıtmaktadırlar (bkz. Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, VI, 432; Nesefi, Medârikü't-tenzîl, VI, 482; Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, VI, 482).
Ashabü'l-uhdûd ve onların yakarak işkence ettiği müminler ile ilgili olarak tefsir kitaplarında muhtelif bir çok rivayet bulunmaktadır. Bu rivayetler şu noktada birleşmişlerdir ki müminlerden bir topluluk kavimlerine hakim olan kâfir bir krala muhalefet etmişler, o da bunları içi ateş dolu hendeğe attırmıştır (Râzî, et-Tefsîrü'l-kebir, XXXI, 118).
[1159] et-Tefsîrü'l-kebir, XXX1, 118.
[1160] Bakara: 2/49; Kasas: 28/4.
[1161] Yûnus: 10/83.
[1162] A'râf: 120-124.
[1163] Mümin: 40/25-26.
[1164] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 218-220.
[1165] Halefullah, M. Ahmet, Hz. Muhammed ve Karşıt Güçler (çev: İbrahim Aydın), İstanbul 1992, s. 151, 156.
[1166] Enfal: 8/30.
[1167] Kapar, Hz. Muhammed'in Müşriklerle Münasebetleri, 121-135.
[1168] Bakara: 2/191.
[1169] Bakara: 2/217.
[1170] İsra: 17/73.
[1171] Burûc: 85/10.
[1172] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 220-221.
[1173] Nisa: 4/91; Ahzâb: 33/14.
[1174] Mâide: 5/49.
[1175] Âl-i İmrân: 3/7.
[1176] Âl-i İmrân: 3/7.
[1177] Âi-i İmrân: 3/7.
[1178] Akyüz, Kur'an'da Siyasal Kavramlar, s. 324.
[1179] Mâturîdî, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed, Te'vîlâtü ehl-i-s-sünne (yazma), Selimaga ktp. No. 40, vr. 72a.
[1180] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, VII, 174.
[1181] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 222-225.
[1182] Bkz. En'âm: 6/ 34; Yâsîn: 36/18-27.
[1183] Burûc: 85/3-10. Buhârî (256/)'nin Habbâb b. Eret’ten rivayet ettiği bir hadis de, hem Hz. Peygamber döneminde ve hem de geçmiş ümmetlerde müminlerin inançları sebebiyle çeşitli işkence/fitnelere maruz kaldıklarını göstermektedir (bkz. Menâkıb, 25).
[1184] Mâide: 5/70.
[1185] Bkz. İbn İshâk, Sîretü İbn İsbâk, s. 212-214.
[1186] Ashabın maruz kaldığı işkencelerden bazıları şöyleydi: Onlar yakıcı güneş altında kızgın kumlara yatırılıp çıplak bedenleri üzerine ağır taşlar konarak bekletiliyor, aç ve susuz bırakılıyor, yerlerde süründürülüyorlardı. Bazen de elleri ve ayaklan bağlanarak kamçılanıyorlardı. Öyle ki bazıları bu işkenceler neticesinde can vermişti (bkz. İbn İshâk, Sîretü İbn İshâk, s. 169-173; Râzî, et-Tefsîrül-kebîr, XX, 130-135; Hamidullah, İslam Peygamberi, 1, 184.
[1187] Enfâl: 8/30.
[1188] Nahl: 16/110.
[1189] Bakara: 2/217.
[1190] bkz. İbn İshâk, Sîretü İbn İshâk, s. 194-213.
[1191] Nisa: 4/98.
[1192] Tevbe: 9/47-48; Ahzâb: 23/14.
[1193] Mâide: 5/49.
[1194] Mümtehine: 60/5.
[1195] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 225-226.
[1196] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 227.
[1197] Yûnus: 10/88.
[1198] Mâide: 5/70.
[1199] Mâide: 5/71.
[1200] İsrâ: 17/5.
[1201] Al-i İmrân: 3/21-22.
[1202] Buruc: 85/10.
[1203] 'İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, III, 286; Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, VI, 179.
[1204] Hâzin, Lübatü't-te'vil VI, 179.
[1205] bkz. Râzî, et-Tefsîrü't-kebîr, VII, 173; Kurtutubi, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, XVII, 247; XXIX, 226; Beğavî, Mealimü't-tenzil, VII, 34.
[1206] Hadîd: 57/14.
[1207] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 227-229.
[1208] Mümtehine: 60/5.
[1209] Yûnus: 10/85.
[1210] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VII, 4902.
[1211] Çağrıcı, "Fitne" DİA, XIII, 156.
[1212] Nahl: 16/106.
[1213] Burûc: 85/10.
[1214] Burûc: 85/11.
[1215] Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, X,400.
İbrahim sûresi 12. âyette de, bazı peygamberlerin gönderildikleri toplumlarından gördükleri baskı ve eziyetler karşısında sabredeceklerini söyledikleri belirtilmektedir.
[1216] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 229-231.
[1217] Bakara: 2/163; Nisa: 4/87, 171; Hûd: 11/14.
[1218] Nisa: 4/58; 135; Mâide: 5/8, 42; Nahl: 16/90.
[1219] Bakara: 2/156; Kehf: 18/29.
[1220] Hucurât: 49/10.
[1221] Bakara: 2/109; Nûr: 24/22.
[1222] Bakara: 2/191, 193, 217.
[1223] Tûr: 52/47.
[1224] Burûc: 85/10.
[1225] Mâide: 5/33.
[1226] Mâide: 5/32.
[1227] Nisa: 4/135; Mâide: 5/8.
[1228] Bakara: 2/27.
[1229] Âl-i İmrân: 3/103.
[1230] Âl-i İmrân: 3/104, 110.
[1231] Bakara: 2/190-195, 217; Enfâl: 8/39.
[1232] bkz. Vahidî, Esbâbü'n-nüzûl, s. 208.
[1233] Furkân, 25/20.
[1234] Burûc, 85/10.
[1235] Burûc: 85/11.
[1236] Konu ile ilgili âyetlerin mealleri şöyledir: "(Müminler) bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman birbirleriyle yardımlaşarak kendilerini savunurlar. Kötülüğün cezası yine onun gibi bir kötülüktür. Kim affeder barışırsa onun mükâfatı Allah'a aittir. Doğrusu o zalimleri sevmez. Kim zulme uğradıktan sonra kendini savunursa böyle hareket edenlerin aleyhine bir yol yoktur (bunlar kınanmaz ve cezalandırılmazlar). Ancak şunlar aleyhine yol vardır ki, insanlara zulmederler ve yer yüzünde haksız yere saldırırlar, (işte bunlar kınanırlar ve) böylelerine acı bir azap vardır." (Şûrâ: 42/39-42).
[1237] Bakara: 2/217.
[1238] Bakara: 2/191.
[1239] Söz konusu açıklamaların yer aldığı âyet meali şöyledir: "Sana haram ayı, yani onda savaşmayı soruyorlar. De ki: O ayda savaşmak büyük bir günahtır. (İnsanları) Allah yolundan alıkoymak, Allah'ı inkar etmek, Mes-cid-i Haram'ın ziyaretine mâni olmak ve halkını oradan çıkarmak ise Allah katında daha büyük günahtır. Dinden döndürmek için zulüm ve baskı (fitne) ise adam öldürmekten daha büyük bir günahtır. Onlar, güç yetirebilseler, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler. Sizden kim, dininden döner ve kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da âhirette de boşa gider. Onlar cehennemliktirler ve orada devamlı kalırlar." (Bakara: 2/217).
[1240] Bakara: 2/109; Al-1 İmrân: 3/7, 105; Nisa: 4/167; Mâide: 5/77; A'râf: 7/38; Enfâl: 8/36, 47; Muhammed: 47/1.
[1241] Enfâl: 8/36.
[1242] Enfâl: 8/73.
[1243] Şûrâ: 42/39.
[1244] Nisa: 4/75.
[1245] Enfâl: 8/72.
[1246] Esed, Kur'an Mesajı, 1, 340.
[1247] Enfâl: 8/24.
[1248] Enfâl: 8/25.
[1249] Söz konusu âyetin meali şöyledir: "Peygamberin çağrısını, kendi aranızda birbirinize yaptığınız çağrılarla bir tutmayın. Allah, içinizden sıvışıp gidenleri bilir. Onun buyruğuna aykırı hareket edenler, başlarına bir betânın (fitnenin) gelmesinden veya can yakıcı bir azaba uğramaktan sakınsınlar." (Nur: 24/63).
[1250] Âl-i İmrân: 3/21, 181; Enfâl: 8/36-37, 47-48; Tevbe: 9/126; Ahzâb. 33 /14-19; Hadîd: 57/14.
[1251] Bakara: 2/190-195; Hac: 22/39-40.
[1252] Bakara: 2/190.
[1253] Bakara: 2/193.
[1254] Hac: 22/39. Vahidî (468/1075), bu âyetin nüzul sebebi ile ilgili şu açıklamayı yapmaktadır: "Müfessirler şunları söylemişlerdir: Mekkeli müşrikler Rasûlullah'ın ashabına çokça eziyet ediyorlardı. Öyle ki ashabın dayak yemiş veya yaralanmış birini Rasûlullah'a getirmedikleri gün olmuyordu, Ashab bunları Rasûlullah'a şikâyet ettiğinde Rasûlullah: 'sabrediniz, daha kıtal ile emrolunmadım' diyordu. Rasûlullah hicret ettiğinde Allah bu âyeti indirdi." (Bka. Esbâbü'n-nüzûl, s. 208).
[1255] Enfâl: 8/39.
[1256] Esed, Kur'an Mesajı, 1, 56.
[1257] Bkz. Bakara: 2/208, 256; Nisa: 4/59, 75, 135; Mâide: 5/8; Enfâl: 8/72-73; Hadîd: 57/25.
[1258] Bkz. Bakara: 2/193; Mâide: 5/8; Nisa: 4/59; Enfâl: 8/39.
[1259] Bakara: 2/193; Enfâl: 8/39; Yûnus: 10/85; Mümtehine: 60/5. Ayrıca bkz. Çelik. Hz. Peygamberin Hadislerinde Fitne, s. 83-95. Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 231-237.
[1260] Kılavuz, Ahmet Saim, "Şeytan", İslam'da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi (İlmî Müşavir ve Redaktör, İbrahim Kâfi Dönmez), İstanbul 1997, IV, 196.
[1261] A'râf: 7/27.
[1262] Kehf: 18/50.
[1263] Nisa: 4/117; İsrâ: 17/27; Meryem: 19/44; Hac: 22/3; Kasas: 28/15; Fâtır: 35/5.
[1264] A'râf: 7/11.
[1265] A'râf: 7/11.
[1266] Nisa: 4/118; Hicr: 15/36.
[1267] Hicr: 15/35.
[1268] A'râf: 7/16.
[1269] A'râf: 7/17.
[1270] A'râf: 7/14.
[1271] A'râf: 7/15.
[1272] Nahl: 16/63; Zuhrûf: 43/37.
[1273] Nâs: 114/1-4.
[1274] En'am: 6/112.
[1275] Bakara: 2/168-169; Araf: 7/22.
[1276] A'râf: 7/30; Ankebut: 29/38; Sebe': 34/20.
[1277] A'râf: 7/20; Hac: 22/52.
[1278] En'âm: 6/71.
[1279] Nisa: 4/119; Hac: 22/3.
[1280] Nisa: 4/119-120.
[1281] Halil b. Ahmed, Kitâbü'l-'Ayn, VIII, 128; İbn Fâris, Mu'cemü mekâyîsi'l-lüğa, IV, 472, Mücmemü'l-lüğa, III, 711; Cevheri, es-Sıhâh, VI, 2176; Zemahşerî, Esâsü'l-belûğâ, s. 463; 'Lane, Lexicon, VI, 2335; Kermî, el-Hâdi ilâ lügati'l-'arab, III, 374.
[1282] Fîrûzâbâdî, Kamûsu'l-muhît, s. 1575; Ahmed Rızâ, Mu'cemü metni'l-lüğa, IV, 357; Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.
[1283] Zemahşerî, Esâsü'l-belâğâ, 463.
[1284] Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 428.
[1285] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 237-239.
[1286] A'râf: 7/27.
[1287] Hicr: 15/42; Nahl: 16/99.
[1288] Hicr: 15/42; Nahl: 16/99; İsrâ: 17/65; Sebe': 34/21.
[1289] Enfâl: 8/48; Hicr: 15/ 40; Nahl: 16/63; Ankebût: 29/38.
[1290] A'râf: 7/20, 200-201; Tâhâ: 20/120.
[1291] Enam: 6/112.
[1292] A'râf: 7/16-17. Âyetlerin yorumu için bkz. İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, III, 120; Râzî, et-Tefsirü'1-kebîr, VII, 173.
[1293] Hicr: 15/39-40.
[1294] Nisa: 4/112.
[1295] İsrâ: 17/64.
[1296] Fitne kelimesi hadis metninde şu şekilde yer almaktadır: Fe ednahüm minhü menzileten e'zamühüm fitneten.
[1297] Bkz. Müslim, Ebu'l- Hüseyin, Müslim b. el-Haccâc; Sahih-i Müslim (thk. Muhammed Fuâd Abdülbâkî), Beyrut 1972, Sıfâtü'l-münâfıkîn ve ahkâmihim, 16.
[1298] Hicr: 15/42.
[1299] Bkz. İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, III, 125.
[1300] Fitne ve türevleri hadislerde de şeytana nispet edilmektedir (bkz. Müslim, Sıfâtü'l-münâfikîn ve ahkamihim, 16).
[1301] Bu konunun anlatıldığı diğer âyetler için bkz. Tâhâ: 20/120-121.
[1302] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 239-241.
[1303] A'râf: 7/14.
[1304] A'râf: 7/15.
[1305] Nah: 16/63; Zuhrûf: 43/37.
[1306] Nisa: 4/117; İsrâ: 17/27; Meryem: 19/44; Hac: 22/3; Kasas: 28/15; Fâtır: 35/5.
[1307] Bakara: 2/168-169; A'râf: 7/22.
[1308] Enam: 6/112.
[1309] Hac: 22/53.
[1310] Seb’e: 22/34.
[1311] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 241-242.
[1312] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 242-243.
[1313] Fâtır: 35/6.
[1314] Bakara: 2/168-169.
[1315] Fâtır: 35/5.
[1316] Nisâ: 4/38
[1317] A'râf: 7/27.
[1318] Âl-i İmrân: 3/175.
[1319] Mâide: 5/91.
[1320] Hicr: 14/42.
[1321] A'râf: 7/200-201.
[1322] Müminûn: 23/97.
[1323] Nahl: 16/98. Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 243-244.
[1324] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 245-248.