KUR'AN'DA FİTNE KAVRAMI 2

Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin. 2

Önsöz 2

Giriş. 3

1- Konunun Önemi Ve Amacı 3

2- Araştırmanın Metodu. 3

BİRİNCİ BÖLÜM.. 4

FİTNENİN KAVRAMSAL ÇERÇEVESİ 4

1- Fitne Kelimesinin Semantik Yapısı 4

2- Kur'an'da Fitne Kavramının Kullanımı 10

A- Şeklî Kullanım. 10

Tablo -2- 13

B- Anlamsal Kullanım. 14

1- İmtihan, Deneme, Sınama. 15

Tablo -3- 25

Ftn Kök Ve Türevlerinin İmtihan, Sınama Anlamında Kullanımı 25

2- Baskı, Zulüm, İşkence. 26

Tablo -4- 33

Ftn Kök Ve Türevlerinin Baskı, Zulüm, İşkence Sınama Anlamında Kullanımı 33

3- Sapma, Saptırma Ve Ayartma. 33

Tablo -5- 39

FTN Kök Ve Türevlerinin Sapma, Saptırma Ve Ayartma Anlamlarında Kullanımı 39

4. Fesat, Kargaşa, Karışıklık Çıkarma. 39

Tablo -6- 42

Fitne Kelimesinin Fesat, Kargaşa, Karışıklık Çıkarma Anlamlarında Kullanımı 42

5- Bela Ve Musibet 42

Tablo -7- 45

FTN Kök Ve Türevlerinin Belâ Ve Musîbet Anlamında Kullanımı 45

6- Azap. 45

Tablo -8- 46

FTN Kök Ve Türevlerinin Azap Anlamında Kullanımı 46

7- Delilik. 46

C- Kavramsal Kullanım. 47

3- Kuranda Fitne Kavramının Anlamını Karşılayan Bazı Kelimeler 48

A- Belâ-İbtilâ. 48

B- İmtihan. 48

C- Musibet 49

D- Zulüm. 49

E- Ezâ. 49

F- Fesâd. 50

G- Tefrika. 50

H- İdlâl Ve Dalâlet 50

I- İğvâ. 51

J- Azâb. 51

4- Vahiy Surecinde Fitne Kavramının Gelişim Seyri 52

Tablo-9- 53

Nüzül Sürecinde F-T-N Kök Ve Türevlerinin Kurandaki Kullanımları 53

İKİNCİ BÖLÜM.. 55

KUR'AN'A GÖRE FİTNENİN MAHİYETİ 55

1- Allah'ın Sınaması 55

A- Allah'ın Sınamasının Mahiyeti 55

B- Varlık Olarak İnsanın Sınanması 57

1- Yaratılıştaki Üstünlük Açısından Sınanma. 58

2- Gaye Açısından Sınanma. 59

3- Bilgi, İrâde ve Hürriyet Açısından Sınanma. 60

C. Sınama Araçları 61

1. Nimetlerle Sınanma. 61

2- Musibetlerle Sınanma. 63

3- Bazı Özel Sınama Araçları 64

a- Zakkum Ağacı (Şeceretü'z-Zakkûm) 65

b- On dokuz Sayısı 65

c. Hz. Salih'in Mucizesi Dişi Deve. 66

d- Gösterilen Rüya. 67

e. Şeytanın Peygamber'in Düşüncesine Müdahale Etmeye Kalkışması 68

f- Hârut ile Mârut 68

D- Sınananlar 68

1- Bütün İnsanların Sınanması 69

a- Müminlerin Sınanması 69

b- Kâfirlerin Sınanması 69

2- Peygamberlerin Sınanması 69

a- Hz. Musa'nın Sınanması 69

b- Hz. Davud'un Sınanması 70

c- Hz. Süleyman'ın Sınanması 71

3- Bazı Toplumların Sınanması 72

a- Semûd Kavmi 72

b- İsrâiloğulları 73

c- Firavun'un Kavminin Sınanması 74

E- Sınavın Hikmetleri 75

2- Beşerî Fitne. 77

A- Mahiyeti 78

B- Nedenleri 78

1- İç Etkenler 78

2- Dış Etkenler 78

C- Beşerî Fitne Çıkaranlar 79

1- Kâfirlerin Fitnesi 80

2- Müşriklerin Fitnesi 80

3- Münafıkların Fitnesi 81

D- Beşerî Fitneye Uğrayanlar 82

E- Beşerî Fitnenin Sonuçları 83

1- Beşerî Fitneyi Çıkaranlar Açısından. 83

2- Beşerî Fitneye Maruz Kalanlar Açısından. 84

F- Beşerî Fitne Karşısında Kuranın Tutumu. 84

3- Şeytanî Fitne. 87

A- Mahiyeti 87

B- Nedeni 88

C- Sonuçları 89

D- Şeytanî Fitne Karşısında Kuranın Tutumu. 89

Sonuç. 90

Bibliyografya. 91

 

 

KUR'AN'DA FİTNE KAVRAMI

 

Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin

 

1962 yılında Erzincan'da doğdu. İlk ve orta öğrenimini burada sür­dürdü. 1980 yılında Erzincan İmam-Hatip Lisesi'nden, 1984 yılında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden mezun oldu. 1986 yı­lında aynı üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü Tefsir Bilim Dalı'nda Emsâlü'l-Kur'ân adlı Yüksek Lisans tezini, 1993 yılının so­nunda Tâcü'l-Kurrâ el-Kirmânî ve Lübâbü't-Tefâsîr Adlı Tefsiri isimli Doktora tezini tamamladı. 1988-1991 yılları arasında Diyanet İşleri Başkanlığı İstanbul Haseki Eğitim Merkezinde İslâmî İlimler İh­tisas Kursuna katıldı. 1985-1995 yılları arasında Diyanet İşleri Baş­kanlığı taşra teşkilatında çalıştı. 1995 yılında Cumhuriyet Üniversite­si İlahiyat Fakültesine Yrd. Doç. olarak atandı. Halen aynı Fakülte'de Tefsir Anabilim Dalı'nda Öğretim üyesi olarak görevini sürdür­mektedir.[1]

 

Önsöz

 

İnsanoğlunun doğruyu bulma vasıtalarından biri akıldır. Ancak akıl her konuda doğruyu bulabilme gücüne sahip değildir. Onun için Allah, merhamet ve adaletinin bir tecellisi olarak insanın doğ­ruyu bulabilme çabasında yardımcı olması için, aklın yanında, vah­yi devreye sokmuştur. Bundan dolayı dünya ve âhiret için bir hidâ­yet rehberi olan Kur'an'ı anlamak, insanoğlunun başlıca görevidir.

Kur'an'ın anlaşılma probleminin başında çok anlamlı kelimeler gelir. Fitne kavramı da bunlardan birisidir. Bu tür kelime ve kav­ramları Kur'an bütünlüğü çerçevesinde anlamaya çalışmak gerekir. Buna uyulmadığı takdirde yanlış anlama ve yorumların oluşması kaçınılmazdır. Kavramsal çalışmaların bu tür yanlış kanaatleri bü­yük oranda engelleyeceğini söylemek mümkündür. Fitne kavramı­nı etraflı bir şekilde yeni bir okumaya tabi tuttuğumuz bu çalışma­nın da söz konusu amaca hizmet edeceğini ümit etmekteyiz.

Çalışmamız, giriş kısmı dışında iki ana bölümden oluşmaktadır. Giriş kısmında konunun önemi, amacı, takip edilen yöntem ve ya­rarlanılan kaynaklar hakkında bilgi verilmiştir. Fitne kavramının kavramsal çerçevesini belirlemeye çalıştığımız birinci bölümde, fit­ne kelimesinin semantik yapısı ve Kur'an'daki kullanımı üzerinde durulmuştur. Bu bölümde fitne kavramının daha iyi anlaşılmasına katkı sağlayacağı düşüncesiyle diğer bazı kavramların tahliline de yer verilerek vahiy sürecinde bu kavramın kazandığı anlamsal ge­lişme seyri tespit edilmeye çalışılmıştır. İkinci bölümde Kur'an'a göre fitnenin mahiyeti, ve çeşitleri üzerinde durulmuştur. Burada gerçekleştirmeye çalıştığımız şey, fitne denilen ve insanın en kri­tik anlarını ifade eden olgunun Kur'an'ın nazarında hangi temele oturtulduğu ve fitne olgusuna karşı insanî tutumun nasıl olabilece­ğini tespit etmektir. Sonuç kısmında ise bu araştırmada ulaştığımız önemli bulguları özetledik. Çalışmalarım esnasında yardımlarını esirgemeyen değerli mesai arkadaşlarım Doç. Dr. Abdullah Kahra­man, Yrd. Doç. Dr. İsmail Çalışkan, Dr. Ömer Aslan ve Durmuş Arslan'a ve emeği geçen diğer meslektaşlarıma teşekkür etmek benim için zevkli bir görev olacaktır. Gayret bizden yardım her za­man Allah'tandır.

                                                                                                                                 Yrd. Doç. Dr. Hasan KESKİN[2]

Giriş

1- Konunun Önemi Ve Amacı

 

Yüce Allah'ın insanlığa gönderdiği en son Kitap Kur'an'dır. Bu kitabın temel hedefi maddî ve ruhî açıdan sağlıklı insan yetiştir­mek, huzurlu ve müreffeh toplumlar oluşturmaktır. Bu sebeple Kur'an, insanlığın yararına olan şeyleri emir ve tavsiye ederken, zararlı olan şeyleri de yasaklamıştır. Çünkü bazı davranışlar Kur'an'ın hedeflediği ufuklara varmayı engelleyici niteliktedir.

Kur'an, mesajını insanlara ulaştırırken bazı temel kavramları araç edinmiştir. Değişik türevleri ile de olsa, bu kavramların, sık sık Kur'an'ın değişik yerlerinde tekrar edildiğini görmekteyiz. Şüphe­siz bu tekrarlar, önemlidir ve boşuna değildir. İlk bakışta bir kavra­mın tek bir anlamı olduğu ve geçtiği her yerde aynı anlamın kas­tedildiği sanılabilir; ancak Kur'an kültürüne vakıf olundukça duru­mun böyle olmadığı rahatlıkla görülebilir. Buna göre bazı kavram­lar kullanıldıkları yere göre farklı manalar kazanabilmektedir. Bu durum, bir taraftan Kur'an âyetlerinde var olan anlam zenginliği­ne işaret ederken, bir taraftan da okuyucuyu daha dikkatli olmaya davet etmektedir.

Farklı yönlere çekilmeye müsait olan ve anlamada hassasiyet gerektiren Kur'anî kavramlardan biri de "fitne" kavramıdır. Bu kavram kültürel ve geleneksel kabullerle bazen siyasî bazen de sos­yolojik bir boyut kazanmakta ve bu boyutu ile de algılanmaktadır. Bu sebeple söz konusu kavramın Kur'an'da geçtiği her yerde, Kur'an'ın bütünlüğü çerçevesinde kazandığı anlamların, inceleme­ğe değer bir husus olduğunda şüphe yoktur. Çünkü Kur'an'da ba­zen aynı lafızli kelimeler birden çok anlamda kullanılmakta ve için-. de yer aldığı bağlama göre değişik manalar kazanabilmektedir. Bu kelime ve kavramlar, tekrarlandığı her yerde insan zihninde farklı çağrışımlar yaparak onun düşünce ufkunun gelişmesine ve zengin­leşmesine katkı sağlayan bir özelliğe sahiptir.

Bugün Türkçe'mizde kullandığımız kelimelerin bir kısmının Kur'an'da yer aldığı bilinmektedir. Başlangıçta belki Kur'anî an­lamları ile dilimize giren bu kelimeler zamanla bir takım anlam da­ralmalarına uğramış, kısmen veya tamamen millî yada yöresel bir içerik kazanmışlardır. Türkçe'mizdeki Kur'an asıllı kelimeler, Kur'anî manalarını kaybedince bunlara dayalı düşünce de Kur'an ekseninden uzaklaşmaya başlamıştır. Kur'an'ı kendi diliyle değil de yöresel ve geleneksel kavramlarla algılamaya çalışmanın bazı ya­nılmaları beraberinde getirmesi kaçınılmazdır. Dolayısıyla Kur'an'ı her zaman kendi üslûbu ve bütünlüğü çerçevesinde anlamaya çalışmak son derece önemlidir.

Kur'an'da sıkça yer alan fitne kavramı söz konusu hassas özel­liklere sahip kelimelerden biridir. Birden çok anlama sahip olan bu kavramı siyak ve sibakından kopararak tek bir kelime ile ifade et­mek mümkün değildir. Çünkü Kur'an'ın sağlıklı anlaşılması için onda yer alan kelime ve kavramların Kur'an bütünlüğü çerçevesin­de anlaşılması hayati önem taşır. Bizi fitne kavramını incelemeye sevk eden sebeplerin başında da bu durum gelmektedir. Kur'an'ın anlaşılmasına, küçük de olsa, bir katkı sağlamak amacıyla böyle bir çalışmaya giriştiğimizi söylemek en mütevazı bir beyan olacaktır. [3]

 

2- Araştırmanın Metodu

 

Her şeyden önce yaptığımız bu çalışma bir kavram çalışması­dır. Bu tür çalışmalarda ele alınan kavramın önce etimolojik köke­ninin tespit edilmesi, daha sonra semantik tahlilinin yapılması ge­rekir. Zira kelimenin tarihi süreç içerisinde kazandığı yeni ve yöre­sel ya da kültürel anlamların ortaya çıkarılması ve bir takım anlam­sal daralmaların, yahut farklılaşmaların olup olmadığının bilinebilmesi için etimolojik ve semantik tahliller kadar üzerinde araştırma yapılan metnin bütünlüğü içerisinde de bunun takip edilmesi gere­kir.

Bu kapsamda metot olarak önce fitne kelimesinin semantik yapısı çerçevesinde sözlük ve terim anlamlarının tespit edilmesine, bunun yanı sıra söz konusu kelimenin Kur'an bütünlüğü içerisinde kazandığı anlamların ortaya konulmasına çalışılmıştır. Ayrıca Kur'an'da fitne ile anlam ilişkisi olan diğer bazı kelimeler de ince­lenmiş, bu yolla fitne kavramının boyutları ilişkili olduğu diğer kav­ramlar yardımıyla tanıtılmaya çalışılmıştır.

Çalışmamızın ilk başvuru kaynaklarını, matbu olarak el altında kolayca ulaşılabilecek olan temel Arapça lügatler oluşturmuştur. Bunlar içerisinde Halil b. Ahmed'in Kitâbü'l-'Ayn'ını, İbn Dureyd'in Cemheretü'l-lüğa'sını, İbn Abbâd'ın el-Muhıt'ını, İbn Fâris'in, Mücmelü'l-Iüğa ve Mu'cemü mekâyîsi'l-lüğa'sını, Cevhe­ri'nin es-Sıhah'ını, Zemahşerî'nin Esâsü’l-belâğa'sını, İbn Man-zûr'un Lisânü'l-'arab'ını, Fîrûzâbâdî'nin Kâmûsu'l-muhît'ını, Zebîdî'nin, Tacü’l-'arûs'unu, Ahmed Rızâ'nın, Mu'cemü metni'l-lü-ğa'sını sayabiliriz.

Daha sonra kelimenin Kur'an'daki şeklî, anlamsal ve kavram­sal kullanımları, hangi âyette ne anlamda kullanıldığı belirlenmeye çalışılmıştır. Bunu yaparken de öncelikle Meâni'l-Kur'ân ve Ğarîbü'1-Kur'ân gibi Kur'an lügatlerinden ve temel tefsir kaynakların­dan yararlanılmıştır. Böylece ikinci temel başvuru kaynaklarımız Garibü'l-Kur'ân ve üçüncü olarak da tefsirler olmuştur. Bunlar ara­sında İbn Kuteybe'nin Tefsîrü garîbi'l-Kur'ân'ı, Ebû Ubeyde'nin Mecâzü'l-Kur'ân'ı, Râğıb el-İsfahânî'nin Müfredât’ı, Taberî'nin, Câmi'u'l-beyân'ı, Zemahşerî'nin el-Keşşâf'ı, İbnü’l-Cevzî'nin Zadü'l-mesîr'i, ve Nüzhetü'l-a'yün'ü, Râzî'nin et-Tefsîrü'l-kebîri, 'iz b. Abdüsselâm'ın, Tefsîrü’l-Kur'an'ı, Kurtubî'nin, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân'ı, Beyzâvî'nin, Envârü't-tenzîl’i, Nesefî'nin Medârikü't-tenzîl’i, Hâzin'in, Lübâbü't-te'vîl’i, İbn Kesîr'in Tefsî-rü'1-Kur'ân'ı, Fîrûzâbâdî'nin Besâiru zevî't-temyîz'i, Ebu's-suûd'un İrşâdü'l-aklı's-selim'i, Âlûsî'nin Rûhu'l-meâni’si; Reşîd Rızâ'nın Tefsîrü'l-menâr'ı, Merâğî'nin Tefsîrü'l-Merâğî'si, M. Hamdi Yazır'ın Hak Dini Kur'an Dili, İbn Âşûr'un et-Tahrîr ve't-tenvîr'i, Muhammed Esed'in Kur'an Mesajı en fazla müracaat ettiği­miz kaynaklar olmuştur.

Bunlardan ayrı olarak Hadis ve İslâm Tarihi kaynaklarına da yeri geldikçe müracaat edilmiş olup, özellikle konu ile ilgili gerek ansiklopedi, gerek makale ve gerekse kavramsal düzeyde yapılan çalışmalardan da istifade edilmiştir.

Böylece ilk kaynaklarda yer alan görüş ve beyanlarla çağdaş müfessir ve yorumcuların görüş ve beyanları bir arada verilmek su­retiyle, müfessirlerin yaşadığı dönemin ekonomik, sosyal ve kültü­rel şartlarının Kur'an yorumuna etkisine, fitne kavramının tarihi süreç içerisindeki yorum farklılıklarıyla ışık tutulmaya çalışılmıştır.

Yaptığımız araştırma neticesinde akademik düzeyde bu adla yapılmış bir çalışmaya rastlayamadık. Bu sebeple de çalışmamız bir ilk olma özelliği taşımanın avantaj ve dezavantajlarını taşımak­tadır. [4]

 

BİRİNCİ BÖLÜM

FİTNENİN KAVRAMSAL ÇERÇEVESİ

 

1- Fitne Kelimesinin Semantik Yapısı

 

Kur'an kavramlarının anlam çerçevesini doğruya en yakın şe­kilde tespit edebilmek için onların aslı olan kelimenin Arap dilin­deki anlam(lar)ını tespit etmek gerekir. Bunun için Kur'an öncesi Arapça'ya kadar gidilmelidir. Zira Kur'an bu ortamda nazil olma­ya başlamıştır. İlk dönem sözlükleri ve şiirleri bu konularla ilgili ola­rak bir takım malzeme sunmaktadırlar. Bu nedenle Kur'an kelime­lerinin tahlili bu noktadan başlarsa daha sağlıklı bir temele oturtul­muş olur. Şüphesiz bu yeterli değildir. Kur'an, bir kelimeyi normal bir kelime olarak kullanması yanında ona farklı anlam(lar) yükleye­rek; anlamını genişleterek veya daraltarak yeni bir kavram olarak takdim eder. İşte asıl çözümlenmesi gereken nokta burasıdır. Bu yapılabildiği oranda Kur'an daha sağlıklı bir yorum ortamına ka­vuşmuş olacaktır. Belirlediğimiz bu esasa uyarak araştırmamızın esas kavramı olan fitneyi incelemeye onun temel anlamlarını tes­pit ederek başlayacağız.

Fitne kelimesi Arapça ftn kökünden türemiş bir isimdir.[5] Bu kök fiil olarak fetene yeftinü, mastar olarak da fetn, fütûn, fitne ve meftun kalıplarıyla kullanılmaktadır.[6] Ftn kökünün Arap

dilindeki anlamları şunlardır:

1- Yakmak[7], bir şeyi ateşle yakmak[8]. Ftn kökünün ilk temel anlamı budur.[9] Nitekim Araplar ateşin ekmeği yakmasını feteneti-n-nârü'r-rağîfe sözüyle ifade etmektedirler.[10] Kelimenin 'yakmak, bir şeyi ateşle yakmak' şeklindeki anlamından yola çıkılarak Arap­ça'da, ateşte yanmışçasına simsiyah olmuş taşlara el-fetîn[11] (çoğu­lu: fetâin ve fütün)[12], yanmış gümüşe, el-veriku'l-fetîn[13], ateşte yakmak suretiyle altın derecesi tespit edilmiş olan paraya da dînârün meftun[14] denilmektedir. Yani ateşin şeklini değiştirdiği herşey meftundur. Bu sebeple Araplar zenci toplumuna meftûne de­mektedirler.[15]

2- Bir şeyi ateşin içerisine atmak, ateşte eritmek[16]. Kelime bu anlamda, özellikle altın ve gümüş gibi herhangi bir madeni, ya­bancı maddelerden temizleyip saf olarak elde etmek maksadıyla ateşe atıp eritmeyi ifade etmek için kullanılır.[17] Ateşte eritme işle­mi, altın ve gümüş gibi madenlerin hâlis ve sahtesini belirlemede yapılması gerekli olan bir deney işlemidir. Bu işlemin neticesinde altın ve gümüş madenleri katışık diğer yabancı maddelerden ayrıl­dığı gibi, saf olanı da olmayanından yani sahtesinden ayrılır. Arap­lar, hâlisini karışığından ayırmak için kuyumcunun altını ateşe atıp eritmesini fetene's-sâiğu'z-zehebe (kuyumcu altını ateşte eritti) şeklinde ifade ederler.[18] Ftn kökünün altın, gümüş gibi madenle­ri ateşte eritmek anlamından dolayı da, onları ateşe atarak eriten kuyumcuya el-fettân derler.[19] Yine onlar bu anlamda ateşte yana­rak altın derecesi tespit edilmiş olan paraya meftun derler.[20]

3- Bir şeyi sınamak, denemek, test etmek, imtihan etmek[21], inceleyip tetkik etmek, bir şey hakkında bilgi almak, bir şeyi iyice bilmek, deneyerek öğrenmek, bir şeyi arıtıp katı­şıksız hale getirmek, denemek için özellikle güç işlere maruz bırakmak.[22] Ftn'nin bu anlamları, altın ve gümüş gibi herhangi bir madeni, yabancı maddelerden temizleyip saf olarak elde etmek için ateşe atıp eritmek anlamına dayanmaktadır. Bu anlamla, az önce zikrettiğimiz "sınamak, denemek, katışıksız hale getirmek'' anlamları arasında mecazen çok yakın bir ilişki bulunmaktadır. Zi­ra az önce de işaret ettiğimiz üzere altın ve gümüş gibi kıymetli madenlerin ateşte eritilmesi neticesinde iyisi kötüsünden ayrılır. Aynı zamanda söz konusu madenler, ateş ile denenmeleri netice­sinde katışıksız hale gelerek yüksek bir değere ulaşırlar. Bu dene­ye tâbi tutulmadan altın ve gümüşün saf olanı olmayanından ayırt edilemez. Araplar hâlis olup olmadığı bilinmeyen bir altın madeni­nin ateşe konularak hâssının yabancı maddelerden ayrıldığını ifa­de ederken, fetentü'z-zehebe bi'n-nâri (ateş ile altının hâssını, sahtesinden ayırdım.) sözünü kullanırlar.[23] Yani bir şeyin hakikati ve gerçek yüzü, ancak denenmesi neticesinde anlaşılır. İnsanın da iyiliğinin ve kötülüğünün ortaya çıkarılması için denenmesi gerekir. Zira onun da gerçek yüzü ancak denenmesi neticesinde anlaşılabi­lir.

Ftn kökü ve türevleri genellikle bu maddede açıklanan anlam­larda kullanılmaktadır.[24] Buradan hareketle, iyiliği ve kötülüğü bel­li olsun diye insanın kendisi ile denendiği şeylere de fitne tabir edi­lir.[25] Sözlüklerde belirtilen diğer anlamlar ile bu anlam yani dene­me arasında -istisnalar hariç- genel olarak yakın bir ilişki söz konu­sudur. Zira insan yaşamının tamamı bir denenme içerisinde geç­mektedir. Bu açıdan ftn'nin diğer anlamları genelde deneme an­lamıyla iç içedir. Araplar ftn’nin "sınamak" anlamından hareket­le insanları kabirde zor bir sınavdan geçiren Münker ve Nekir me­leklerine de fettânâ’l-kabr; kabirde sorgulanmaya ise fitnetü'l-memât demektedirler.[26] Yine onlar ftn'nin deneme anlamıyla ilgili olarak altının ayarını anlamak için kullanılan bir deney aracı olan taşa (mihenk taşı) da fetâne demektedirler.[27]

4- Öldürmek[28], azap ve işkence etmek[29], eziyet etmek[30], sıkıntı ve belâya sokmak[31], sıkıntıya düşmek[32]. Ftn kökü ve türevlerinin bu anlamları, kelimenin "yakmak", "bir şeyi ateşle yakmak" gibi ilk temel anlamlarına dayanmaktadır. Burada öldür­me, azap ve işkence etme, belâ ve musibete uğratma, mecazen yakmak gibi düşünülmüştür. Söz konusu ftn kökü ve türevleri bu­radan hareketle gerek yakmak suretiyle ve gerekse daha farklı yöntemlerle bir kimseye görüş ve dininden dönmesi için azap ve işkence etmek anlamında da kullanılmıştır.[33] Bunun açık bir şekil­de Kur'an'da ifade edildiğini görüyoruz. Arap dilinde kişinin dinin­den uzaklaştırılma çabaları fütine fi dînihî sözüyle ifade edilir.[34] Öte yandan Araplar insanlar arasında cereyan eden savaşlara fit­ne[35] demektedirler. Yine onlar, ftn’nin belâya uğratma anlamın­dan hareketle, yol kesen hırsıza da, fettan derler.[36] Özellikle bazı müslümanların girdikleri yeni dinlerinden dönmeleri için müşrikler tarafından işkenceye tâbi tutulmaları[37] yüftenûne bidînîhim (on­lar dinlerinden dolayı işkence görüyorlar) cümlesiyle ifade edilmektedir.[38]

5- Bir şeyin kalbe çok hoş ve sevimli gelmesi, hoşa gitmesi, çok beğenilmesi, birini büyülemek, birinin aklını başından al­mak, aklını çelmek, gönlünü çalmak, insanı ne yapacağını bil­meyecek derecede şaşkına çevirmek, tutkun olmak, âşık ol­mak[39]. Bu anlamların açılımı sadedinde şu ayrıntılar dikkat çek­mektedir. Dünya malının insanı cezp edip kendine çekmesini Araplar fetenehü'l-mâl sözüyle ifade etmektedirler.[40] Yine onlar kadının, erkeğin gönlünü çelerek aklını başından alıp onu şaşkına çevirmesini, aşka düşürmesini, kalbini büyülemesini, kalbine ve aklına hükmetmesini, onda hayranlık duygusu uyandırmasını, er­keğin bir kadına gönül verip âşık olmasını, fetenethü'l-mer'etü (kadın erkeğin gönlünü çelip onu şaşkına çevirdi) sözüyle ifade ederler.[41] Aynı şekilde fetene'r-reculü bi'l-mereti ve'ftetene ve eftenethü sözünü bu anlamda kullanırlar.[42] Fetenethü ve eftenethü burada aynı anlamdadır.[43] Fütine bihâ, ve'ftetene, "bir erkek bir kadına âşık oldu" anlamındadır.[44] Şâir A'şâ Hemdân (83/ 702)[45] şu beytinde ftn' yi bu anlamda kullanmaktadır:

Lein fetenetnî fehye bi'l-emsi eftenet

Saîden, feemsâ kad kala külle müslimin[46]

"O kadın benim gönlümü çelip büyüledi ise dün Saîd'in de gönlünü çelip büyülemişti. Öyle ki Saîd onu bütün müslümanlara tercih etmişti."[47]

Araplar bu anlamda iyiliği ve güzelliğiyle bir erkeğin aklını ba­şından alacak kadar güzel bir kadına fettan demektedirler.[48]

6-  Bir şeyi isteme de çok aşın gitmek. Araplar dünyevî bir şeyi çok arzu eden, ona çok düşkün olan kimse hakkında şöyle derler: Fülânün meftunun bi talebid-dünyâ,[49] Meftunun bi'd-dünyâ[50], Fetenethü'd-dünyâ[51]

7- Döndürmek, vazgeçirmek,[52] kişiyi üzerinde olduğu du­rumdan uzaklaştırmak[53], bir şeyi ortadan kaldırmak[54], kişiyi hedefinden uzaklaştırmak, düşünce ve inançlarından vazgeçir­mek.[55] Mesela, fetene'r-recüle, "birisi bir başkasını üzerinde oldu­ğu bir şeyden uzaklaştırdı" anlamındadır.[56]

Araplar, fetenet fülânetün fülânen (: birisi diğerini maksadın­dan uzaklaştırdı) sözünü de bu anlamda kullanmaktadırlar.[57] Bu manada ism-i fail formu olan fâtin, kişiyi üzerinde bulunduğu doğ­ru yoldan saptıran anlamındadır.[58] Araplar fitne mastarını zaman zaman fâtin yani ism-i fail anlamında kullanmaktadırlar.[59]

8-  Birini ayartmak, azdırmak, saptırmak[60]. Bu anlamdan hareketle şeytana da "fitneye düşüren" anlamında el-fâtin ve el-fettân[61] (çoğulu futtan) denilmiştir.[62] Eûzü mine'l-fettan (şeytan­dan Allah'a sığınırım) vestağvethümü'l-füttân (: şeytanlar onları ayarttı) cümlelerinde geçen el-fettân ve füttân bu anlamda kulla­nılmıştır.[63] Bilindiği üzere şeytân, ayartmak ve aldatmak suretiyle insanları hem maddî ve hem de manevî açıdan fitneye düşürür.[64] Öte yandan bu anlamla ilgili olarak yaşayan insanın fitnesi (fitne-tu'l-mahyâ) onun doğru yoldan ayrılmasıdır.[65] Benzer şekilde Araplar gönle gelen vesveseye de fitenetu's-sadr demektedirler.[66]

9- Kötülüğü istemek, kötü yola düşmek.[67] Bu anlamla ilgi­li olarak, kullanılan fetene ile'n-nisa sözü, kadınlara yapılan ahlak­sız bir teklifi anlatmaktadır.[68] Fütine ileyhinne[69] ise, kadınlarla gayri meşru ilişkiyi istemeyi ifade etmektedir.

10- Fitnenin (fitne kabul edilen bir şeyin) içine düşmek,[70] bi­rini fitnenin içine düşürmek[71], dalâlete düşmek. Bu manada insanların fitneye düşmelerine (günaha girmelerine) sebep olduğu için altın ve gümüşe fettânân denilmiştir.[72]

11- İnsanlar arasında kargaşa/huzursuzluk çıkarmak.[73] Bu manada insanlar arasında söz taşıyarak onları birbirine düşüren kimseye fettan denilmektedir.[74]

Ftn’nin ism-i mefûl ve mastar formu olan meftun'[75], ism-i me-fûl kalıbında, cin ve şeytanların musallat olmasıyla veya deliliğe uğ­ramak suretiyle belâya uğramış (fitneye tutulmuş) kimse[76], dinini terk eden, haktan sapan kimse[77] bir kadının güzelliği veya dünya­nın çekiciliği karşısında aklını kaybeden kimse[78] mastar formunda ise cinnet, delilik;[79] anlamındadır.[80]

Fitne isim olarak kullanıldığında yakma[81]; ateş ile yakma[82]; ateşte eritme, eritmek üzere ateşe atma, altın ve gümüşü ateş­le eritme[83] anlamlarındadır.[84] Ateş ile yakma ya da ateşte eritme anlamlarından hareketle fitne, sınama, deneme ve tecrübe et­me[85] daha çok belâ ve musibetle imtihan etme; öldürme[86]kence etme[87], azap[88]; belâ, musibet, sıkıntı[89], sıkıntıya sok­ma[90], acı verme, meşakkat, zorluk[91]; zor bir teste tâbi tutma anlamlarında kullanılmıştır.[92] Fitne bu anlamların dışında, bir şey­den çok hoşlanma, bir şeyi çok beğenme, bir şeye aşırı tutkun olma[93], büyülenme[94]; ayartma; ayıp ortaya çıkarma[95], sap­ma[96], haktan sapma[97]; saptırma[98]; kargaşa[99], toplumsal kav­ga[100], fikir karışıklığı[101]; insanlar arasında meydana gelen kavga ve savaş[102]; zulüm[103]; delilik[104] gibi durumları ifade etmek için de kullanılmaktadır. Fitne kelimesinin çoğulu olan fiten[105] (diğer bir çoğulu ise fitîn[106]) genellikle insanlar arasında meydana gelen olaylar ve birbirleriyle savaş etmeleri anlamında kullanılmıştır.[107]

Ftn kökü Arap dilindeki farklı kalıplarda farklı anlamlar ifade eder. Bu kullanımlarından biri fe-te-ne mâzi fiilinin meçhul sığası olan fü-ti-ne (mastarı fütûnen)[108] dir. Farklı biçimlerde kullanılan bu sîğa, bulunduğu konuma göre değişik anlamlara gelmektedir. Fü'ti-ne'nin anlamlarından biri, "aklını veya malını kaybettiği bir belâya maruz kaldı"[109] şeklindedir. Araplar maruz kaldığı musibet neticesinde aklını ya da malını kaybeden kimse için meftun tabiri­ni kullanmaktadırlar.[110] Fü-ti-ne kelimesi, "denendi"[111], "bir şey­de -dünyayı istemekte- çok aşırı gitti"[112] anlamlarına da gelmekte­dir. Fütine'nin "doğru bildiği dininden vazgeçirildi, uzaklaştırılma­ya çalışıldı" anlamında fütine fi dînihî şeklinde yaygın bir kullanı­mı da bulunmaktadır.[113] Bunların dışında kullanılan bir başka cüm­le olan fütine'l-kavm, insanların birbirleriyle kavga etmelerini ve savaşmalarını[114], fütine'r-recûl ise birinin ahlaksızlık arzusunu ifa­de etmektedir.[115]

Ftn kökünün kullanıldığı kalıplardan birisi de "ifâl" kalıbıdır. Söz konusu kök, "ifâl" kalıbında (eftene, iftânen), "birini belâ, musibete (fitne) uğratmak";[116] anlamını ifade etmektedir.[117] Yine bu kök, "tefîl" kalıbında, (Fettene, teftînen) bir kimseyi fitneye düşürmek /sıkıntıya sokmak, saptırmak;[118] "iftiâl" kalıbında (iftetene - iftitânen) fitneye uğramak[119], iyi bir durumdan kötü bir duruma geçmek[120] birini fitneye uğratmak[121], bir kadına aşık ol­mak[122], bir şeyi çok beğenmek[123] "tefâui" kalıbında (tefâtene-te-fâtünen) harp etmek[124] anlamındadır.[125]

"İfâl" babından mazi fiilinin edilgen (meçhul) sîğâsı olan üftine, yukarıda geçen fütine ile aynı anlamdadır.[126] "Tefîl" babından fettene mazi fiilinin edilgen (meçhul) sîğâsı olan füttine "denen­di"[127] anlamındadır.[128] İftiâl" babından iftetene mazi fiilinin edil­gen (meçhul) sîğâsı olan üftitine'nin üftitine fi dînihî şeklinde olan kullanımının anlamı yukarıda geçen fütine fi dînihî ile aynı­dır. [129]

Ftn kök ve türevleri tespit ettiğimiz bu anlamların dışında da kullanılmaktadır. Meselâ, el-fetn, renk, çeşit, tür, durum, sanat, za­man dilimi anlamlarına gelmektedir.[130] Araplar zamandan bir ke­sit anlamında fetnün mine'ddehr ifadesini[131], yaşamın acı ve tat­lı iki yönünün bulunduğunu anlatırken de el-'îş fetnân (hayat iki türlüdür) ifadesini,[132] kullanırlar. Bu son ifade Şâir Amr b. Ahmer el-Bâhîlî (65/685 dolayları)'nin[133] şu beytinde yer almaktadır:

İmmâ 'ala nefsî ve immâ lehâ

Ve'l-'îşu fetnân fehulvün ve mür[134]

"İster aleyhine, ister lehine olsun, yaşam, acı ve tatlı yönleriy­le iki çeşittir.”

Sabah ve akşam iki değişik durum olduğu için onlara da el-fetn'nin tesniye kalıbı olan el-fetnân denmektedir.[135] Nihayet ftn kökünün türevlerinden olan füttân yukarıda belirttiğimiz anlamlar­dan çok farklı olarak cemaat anlamına gelmektedir.[136]

Görüldüğü üzere Arap dilinde ilk temel anlamı "yakmak" olan ft-n kökü, bu anlamla doğrudan veya dolaylı olarak şu anlamlar­da kullanılmıştır: "Bir şeyi ateşte eritmek; bir şeyi sınamak; sına­mak için güç işlere maruz bırakmak; bir kimseyi sıkıntıya uğ­ratmak; sınayarak öğrenmek; bir şeyi arıtmak; bir şeyden çok hoşlanmak; bir şeye aşırı düşkün ve tutkun olmak; âşık olmak, birini büyülemek, birinin aklını başından almak, gönlünü çal­mak, aklını çelmek, insanı ne yapacağını bilemeyecek derece­de şaşkına çevirmek, döndürmek, vazgeçirmek, kişiyi üzerinde olduğu durumdan uzaklaştırmak, bir şeyi ortadan kaldırmak, kişiyi hedefinden uzaklaştırmak, düşünce ve inançlarından vazgeçirmek; birini ayartmak, azdırmak, baştan çıkarmak, kandırmak, saptırmak; fitnenin içine düşmek, dalâlete düş­mek, birini fitnenin içine düşürmek..." Sözlüklerde bu anlam­lardan en çok "sınamak, sınamak için güç işlere maruz bırak­mak, bir kimseyi sıkıntıya uğratmak" anlamları göze çarpmak­tadır.

Burada tarihi seyri açısından ftn kökü ile ilgili olarak belirtil­mesi gerekli husus şudur: Temelde, "yakmak, bir şeyi ateşle yak­mak" anlamında olan ftn kökü, özellikle altın, gümüş gibi ma­denlerin hâlisini sahtesinden ayırmak için ateşte eritilmesini ifadede kullanılırken, daha sonraları bu kök anlamından yola çıkılarak 'bir şeyi sınama ve özellikle de zor şeylerle deneme' anlamında kullanılmıştır. Zamanla kelimenin anlamı genişleyerek 'sıkıntı, be­lâ, musibet, baskı, işkence, azap, saptırma, ayartma, bir şeyden çok hoşlanma, tutkun olma, sapıklık, yoldan sapma, aklın gitme­si, zorluk, sıkıntı ve sapıklıkların meydana gelmesi'ni ifade etmede kullanılmıştır.[137] Burada belirtilmesi gerekli olan diğer bir husus da şudur: Sekizinci asır dilcilerinden İbn Manzûr (711/1311)'un Lisânü'l-'arab ve on ikinci asır dilcilerinden Zebîdî (1183/1769)'nin Tâcü'l-'arûs adlı sözlük kitaplarında fitnenin anlamları arasında sayılan 'küfür, günah, rezalet, mal, evlat'[138] gibi anlamlar fitnenin temel sözlük anlamları arasında bulunmamaktadır.[139] Sözü edilen anlamlar, bazı âyetler[140] ve bazı âyet yorumlarından[141] hareketle bu eserlerde yer almıştır. Yoksa bunlar fitnenin temel sözlük an­lamları arasında bulunmamaktadır. O halde sonraki dönem dilcile­rin Kur'an ve hadisten hareketle kelimeye yeni anlamlar katmaya kalkıştıklarını söyleyebiliriz.

Aslen Arapça olan fitne kelimesi, dilimizde de kullanılmakta­dır. Milli Eğitim Bakanlığı'nın hazırladığı Örnekleriyle Türkçe Sözlükte fitnenin şu anlamları yer almaktadır: Karışıklık, karga­şa, ara bozumu, fesat; azdırma, baştan çıkarma, ayartma; fit­neci, ara bozan, karıştırıcı; baştan çıkaracak kadar güzel (kadın), âfet, dilber.[142] Türk Dil Kurumu'nun yayımladığı Türkçe Sözlükte ise fitne; geçimsizlik, karışıklık ve kargaşa anlamında­dır.[143] Ferit Devellioğlu ise bu kelimenin Türkçe'deki anlamlarını şu şekilde sıralamaktadır: Belâ, musibet, sıkıntı; ayartma, azdır­ma; fesat, ara bozma, karışıklık, ihtilal; dinsizlik, canilik; ceza; delilik; güzel yüz, güzel göz, güzel kadın.[144] Bir başka sözlükte de kelimeye şu anlamlar verilmiştir: İmtihan, deneme; ayartma, azdırma, baştan çıkarma; karışıklık, kargaşa; ara bozma, boz­gunculuk, fesat, küfür, azgınlık, sapıklık; ara bozan, karıştıran, fesat çıkaran; fitneye sebep olacak kadar güzel kadın.[145]

Fitne ile ilgili dilimizde kullanılan bazı tâbirler ve anlamları ise şöyledir: Fitne fücur: çok fitneci, çok karıştırıcı, fesat çıkarıcı[146], insanlar arasına fitne sokmayı iş edinen kimse[147]; fitne sokmak; ara bozmak[148], insanları birbirine düşürmek[149], karışıklık çıkar­mak[150]; fitneci: fitne çıkaran, ara bozan, karışıklığa sebep olan, karıştırıcı, ara bozucu, fesat[151]; fitne-kâr: fitneci[152]; fesat çıkar­mak âdetinde bulunan[153]; fitneyi uyandırmak: karışıklık meyda­na getirebilecek bir konuyu deşeleyerek kargaşaya, fesada sebep olmak[154]; fitnelemek: arkasından konuşmak, çekiştirmek, kavga ve kargaşa çıkarmak için çekiştirmek[155], entrika çevirmek[156]; fit­nelik: karıştırma, ara bozma, çekiştirme; ara bozuculuk, fesat­lık[157]; fitnecilik: fitnecinin davranışı, fitneci olma durumu[158]; fitne-cihân: fitne sıçratan, fitne koparan[159]; fitne engîz: fesat çıka­ran[160]; fitne-âmiz: fitne fesat karıştıran, bozgunculuk yapan[161]; fitne-i alem: herkesi birbirine düşüren güzel, ara bozan, karıştırı­cı[162]; fettan, gönül ayartan, aşka düşüren; çekici, cilveli, fitne uyandıran, kışkırtıcı, kurnaz[163]; meftun; büyülenmiş gibi birine gönül veren, âşık, vurgun, tutkun, müptela; hayranlık içinde olan şaşakalmış, şaşmış.[164]

Görüldüğü gibi fitnenin dilimizde ön plana çıkan anlamı; kar­gaşa ve karışıklıktır. 'İmtihan, deneme, belâ, musîbet, sıkıntı, kü­für, dinsizlik, azgınlık, sapıklık, canilik, ceza, delilik, güzel söz' gibi Türkçe sözlüklerde yer alan diğer anlamları, konuşma dilinde pek kullanılmamaktadır. Bu durum söz konusu kelimenin Türk dilinde bir anlam daralmasına uğradığını göstermektedir. Fitne kelimesi­nin dilimize geçerken anlam daralmasına[165] uğrayarak kargaşa ve karışıklık anlamlarında kullanılmasının temelinde, daha çok, söz konusu kelimenin hadis kitaplarında -kitâbu'l-fiten[166] başlığı altın­da gelecekte olacak bazı olayları bildiren bir takım hadislerde kar-

gaşa ve karışıklık anlamlarında kullanılmış olması[167] ve Hz. Os­man döneminde baş gösterip, daha sonraki yıllarda artarak devam eden siyasi ve sosyal kargaşaları tasvir için fitne kelimesinin tercih edilmiş olması bulunmaktadır. Daha sonraki dönemlerde de Arap­lar bu ve benzeri siyasi ve sosyal kargaşayı genelde fitnenin dilimi­ze geçen anlamlarında kullanmışlardır.[168]

Bu anlamların dışında fitne ile aynı kökten türetilmiş olan ve dilimizde kullanılan fettan daha çok, gönül ayartan, aşka düşüren; çekici, cilveli anlamında; yine aynı kökten gelen ve Türkçe'de kul­lanılan meftun ise daha çok, birine büyülenmiş gibi gönül veren, âşık, vurgun, tutkun, müptela anlamında kullanılmaktadır.

Görüldüğü üzere ftn kökü ve türevleri Arapça'dan Türkçe'ye geçerken önemli ölçüde anlam daralmasına uğramıştır. Ftn kökü ve türevlerinin Arapça'daki ve dilimizdeki anlamlarını tespit ettik­ten sonra, şimdi de onun Kur'an'daki kullanımlarını tespit etmeye çalışalım. [169]

 

2- Kur'an'da Fitne Kavramının Kullanımı

 

A- Şeklî Kullanım

 

Fitne kelimesinin aslı olan ftn kökünden türeyen kelimelerin Kur'an-ı Kerim'de geniş bir kullanım alanı bulunmaktadır. Kur'an'da elli sekiz âyette yer alan ftn kök ve türevleri toplam altmış de­fa tekrar etmektedir.[170] Toplam otuz âyette herhangi bir zamire bitişmeksizin isim olarak (fitne[171] ve el-fitne[172]), dört âyette bir za­mire bitişik olarak[173] geçen bu kök, yirmi beş âyette[174] de diğer türevleriyle yer almaktadır. Aynca yapı itibariyle de otuz yedi yerde[175] isim formunda geçen ftn kökü, yirmi üç yerde de[176] fiil olarak geçer. Tespit edebildiğimiz kadarıyla bu âyetlerin yirmi yedi tanesi Mekkî[177], otuz biri de Medenîdir.[178] Fitne kelimesinin aslı olan ftn kökünden türeyen kelimeler yirmi beş ayrı kalıpta şu şe­kilde yer almaktadır:

1- Fitne; fetene mazi fiilinden mastar nekre isim olan bu ke­lime toplam olarak yirmi iki âyette geçer.

2- el-Fitne; fetene mazi fiilinden mastar marife isim olan bu kelime toplam olarak sekiz âyette geçer.

3- Fitnetüke; fitne kelimesinin "kâf" zamirine muzâf olarak gelmesi. Bu kelime sadece bir âyette[179] geçer.

4- Fitnetüküm; fitne kelimesinin "küm" zamirine muzâf ola­rak gelmesi; Bu kelime sadece bir âyette[180] geçer.

5- Fitnetehü; fitne kelimesinin "hü" zamirine muzâf olarak gelmesi; Bu kelime sadece bir âyette[181] geçer.

6- Fitnetühüm; fitne kelimesinin "hüm" zamirine muzâf olarak gelmesi; Bu kelime, sadece bir âyette[182] geçer.

7- Fütûn; fetene mazi fiilinin mastarlarından birisi olan bu kelime, sadece bir âyette[183] geçer.

8- Fetentüm; fetene mazi fiilinden cem'i müzekker muhatap olan bu kalıp, sadece bir âyette [184] geçer.

9- Fetenû; fetene mazi fiilinden cem'i müzekker gaip olan bu kalıp sadece bir âyette[185] geçer.

10-  Fetennâ; fetene mazi fiilinden nefsi mütekellim meâ'l-gayr olan bu kalıp toplam olarak beş âyette [186] geçer.

11- Fetennâke, fetene mazi fiilinden nefsi mütekellim meâ'l-gayr sığasının (kâf) mefûlüne fiil olması şeklindeki bu kalıp, sade­ce bir âyette [187] geçer.

12- Fetennâhü; fetene mazi fiilinden nefsi mütekellim meâ'l-gayr sığasının (hü) mefûlüne fiil olması şeklindeki bu kalıp, sadece bir âyette[188] yer alır.

13- Lâ Teftinnî; fetene mazi fiilinden nehy-i hâzır müfret sı­ğasının yâ-i mütekellim mefûle fiil olmasından meydana gelmiş bulunan bu kalıp sadece bir âyette[189] yer alır.

14- Li neftinehüm; fetene mazi fiilinden fiil-i muzâri nefsi mütekellim meâ'1-gayr sığasının başına nasb edici (lâm)’ın gelme­sinden oluşan bu kalıp iki âyette[190] yer alır.

15- Yeftîneküm; fe-te-ne mazi fiilinden fiili muzâri   müfret müzekker gaip sığasının (küm) mefûlüne fiil olmasından meydana gelmiş bulunan bu kalıp, sadece bir âyette[191] yer alır.

16- Lâ Yeftinenneküm; fetene mazi fiilinden fiili muzâri müfret müzekker nehy-i gaibe, "şeddeli te'kid nûn"unun eklendiği sığanın, (küm) mefûlüne fiil olmasından meydana gelmiş bulunan bu kalıp, sadece bir âyette[192] yer alır.

17- En yeftinehüm, fetene mazi fiilinden fiili muzâri müfret müzekker gaip sığasının (hüm) mefûlüne fiil olmasından meydana gelmiş bulunan bu kalıp sadece bir âyette[193] yer alır.

18- Yeftinûke, fe-te-ne (muzârisi-.yeftinü) mazi fiilinden fiili muzâri cem'i müzekker gaip sığasının, (kâf) mefûlüne fiil olması şeklindeki bu kalıp sadece bir âyette[194] yer alır.

19- Leyeftinûneke; fetene mazi fiilinden fiil-i muzâri nefsi mütekellim meâ'l-gayrın başına nasb edici (lâm), mefûl olarak da (kâf)'ın gelmesinden oluşan bu kalıp iki âyette[195] yer alır.

20- Fütintüm; fetene mazi fiilinin meçhul cem'i müzekker muhatap sığasının {tüm) failine fiil olmasından meydana gelmiş bulunan bu kalıp, sadece bir âyette[196] yer alır.

21- Fetenû; fetene mazi fiilinin cem'i müzekker gaip sığası olan bu kalıp sadece bir âyette[197] yer alır.

22- Tüftenûn; fetene mazi fiilinden meçhul fiili muzâri cem'i müzekker muhatap sığası olan bu kalıp, sadece bir âyette[198] yer alır.

23- Yüftenûn; mazi fiilinden meçhul fiili muzâri cem'i müzek­ker gaip sığası olan bu kalıp, toplam olarak üç âyette[199] geçer.

24. Bifdtinîrt; fe-te-ne mazi fiilinden ism-i fail cem'i müzekker olan bu kalıp, sadece bir âyette[200] yer alır.

25- el-Meftûn; fetene mazi fiilinden ma'rife ism-i mefûl olan bu kalıp, sadece bir âyette[201] geçer.

Buraya kadar yaptığımız tasnifleri bir arada gösterebilmek ve daha kolay kavranmasını sağlamak için ayrıca aşağıdaki tabloda sı­ralamaya tabi tuttuk.

 

Tablo -1-

 

Ftn Ve Türevlerinin Kuranda Geçtiği Yerler

Sıra no

Sûre no ve   Adı

Ayet No

Lafız şekli

Mekkî Medenî

1

2   Bakara

102

Fitnetün

M

2

2   Bakara

191

ve'l-fitnetü

M

3

2   Bakara

193

Fitnetün

M

4

2   Bakara

217

ve'l-fitnetü

M

5

3   Al-i İmrân

7

el-fitneti

M

6

4   Nisa

91

el-fitneti

M

7

4   Nisa

101

Yeftineküm

M

8

5   Mâide

41

Fitnetehü

M

9

5   Mâide

49

Yeftinûke

M

10

5   Mâide

71

Fitnetün

M

11

6   En'âm

23

Fitnetühüm

M

12

6   En'âm

53

Fetennâ

K

13

7   A'râf

27

lâ yeftinen neküm

K

14

7   A'râf

155

Fitnetüke

K

15

8   Enfâi

25

Fitneten

M

16

8   Enfâl

28

Fitnetün

M

Sıra no

Sûre no ve   Adı

Ayet No

Lafız şekli

Mekkî Medenî

 

17

8   Enfâl

39

Fitnetün

M

 

18

8    Enfâl

73

Fitnetün

M

 

19

9   Tevbe

47

ei-fitnete

M

 

20

9    Tevbe

48

el-fitnete

M

 

21

9   Tevbe

49

ve İâ teftinnî

M

 

22

9   Tevbe

126

fi'l-fitneti

M

 

23

9   Tevbe

49

Yüftenûne

M

 

24

10 Yûnus

83

En   ye/tînehüm

K

 

25

10 Yûnus

85

Fitneten

K

 

26

16 Nahl

110

Fütinû

K

 

27

17 İsrâ

60

Fitneten

K

 

28

17 İsrâ

73

Leyeftinûneke

M

 

29

20 Tâhâ

40

Fetennâke

K

 

30

20 Tâhâ

90

Fütintüm

K

 

31

20 Tâhâ

40

Fütûnen

K

 

32

20 Tâhâ

131

Lineftinehüm

M

 

33

20 Tâhâ

85

Fetannâ

K

 

34

21 Enbiyâ

35

Fitneten

K

 

35

21 Enbiyâ

111

Fitnetün

K

 

36

22 Hac

11

Fitnetün

M

 

37

22 Hac

53

Fitneten

M

 

38

24 Nur

63

Fitnetün

M

 

39

27 Nemi

47

Tüftenûne

K.

 

40

25 Furkân

20

Fitneten

K

 

41

29 Ankebût

2

Lâ Yüftenûne

M

 

42

29 Ankebût

3

Fetennâ

M

 

43

29 Ankebût

10

fitnete'n-nâs

M

 

44

33 Ahzâb

14

el-fitnete

M

 

45

37 Sâffât

162

Bifâtinin

K

 

46

37 Sâffât

63

Fitneten

K

 

47

38 Sâd

34

Fetennâ

K

 

48

38 Sâd

24

Fetennâhu

K

 

49

39 Zümer

49

Fitnetün

K

 

50

44 Duhân

17

Fetennâ

K

 

51

51 Zâriyât

13

Yüftenûn

K

 

52

51 Zâriyât

14

fitneteküm

K

 

53

54 Kamer

27

Fitnelen

K

 

54

57 Hadîd

14

Fetentüm

M

 

55

60 Mümtehine

5

Fitnelen

M

 

56

64 Teğâbün

15

Fitnetün

M

 

57

68 Kalem

6

el-meftûnu

K

 

58

72 Cin

17

lineftinehüm

K

 

59

74 Müddessir

31

Fitnelen

K

 

60

85 Burûc

10

Fetenû

K

 

Tablo -2-

 

Ftn'nin Yapı İtibariyle Kurandaki Dağılımı

A- Fiil Olarak:

Sıra No

Geliş Şekli

Toplanı Tekrar

1

Fetennâ

5

2

Fetannâke

1

3

Fetennâhu

1

4

Fetentüm

1

5

Fetenû

1

6

La teftinnî

1

7

lineftinehüm

2

8

yeftineküm

1

9

Lâ yeftinenneküm

1

10

yeftinehüm

1

11

Yeftinûke

1

12

leyeftinûneke

1

13

Fütinlüm

1

14

Fütinû

1

15

tüftenûne

1

16

yüftenûne

3

TOPLAM

 

23

 

B- İsim Olarak:

Sıra No

Geliş Şekli

Toplam Tekrar

1

fitnetün

11

2

fitnelen

10

3

el-fitnetü

2

4

el-fitnete

3

5

elfitneti

3

6

fütûnen

1

7

bifatinine

1

8

fitnetühüm

1

9

fitnetüke

ı—l

10

fitneteküm

1

11

fitnetehü

1

12

fitnete'n-nas

1

13

el-meftûn

1

TOPLAM

 

37[202]

 

B- Anlamsal Kullanım

 

Kur'an-ı Kerim'de fitne kavramını anlamsal açıdan incelediği­mizde bu kökten türeyen kelimelerin geniş bir kullanımının oldu­ğunu görmekteyiz. Sözlüklerde geniş anlamlar kümesini kucakla­yan fitne, Kur'an'da da çok farklı anlamlarda kullanılan müşterek bir lafızdır.[203] Kavram bu yönü ile Kur'an ilimlerinden birisi olan el-vücûh ve'n-nezâirin ilgi alanına girmektedir. Kelimenin çeşitli yapılarda olması ve değişik anlamlara gelmesi itibariyle de söz ko­nusu ilmin el-vücûh kısmını ilgilendirir.[204] Bu sebeple el-vücûh ve'n-nezâir ile ilgili bazı eserlerde[205] fitnenin Kur'an'da ki farklı anlamları üzerinde durulmuştur. Meselâ, Dâmeğânî (478/1085) Kâmûsu'l-Kur'ân adlı eserinde fitnenin türevleriyle birlikte Kur'an'da şu on bir farklı anlamı içerdiğini belirtmiştir[206]: Şirk[207]; küfür[208]; azap[209]; imtihan[210]; ateşle yakma[211]; öldürme[212]; doğ­ru yoldan alıkoyma[213]; sapıklık[214]; mazeret[215]; fitne[216]; deli­lik.[217] Yine İbnü'l-Cevzî (597/1201)'nin Nüzhetü'l-a'yün isimli eserinde bu kelimenin türevleriyle birlikte şu on beş farklı anlam­larda kullanıldığı ifade edilmiştir[218]: "Şirk[219]; küfür[220]; imtihan[221]; azap[222]; ateşle yakma[223]; öldürme[224]; doğru yoldan alı­koyma[225]; sapıklık[226]; mazeret[227]; ibret[228]; delilik[229]; günah[230]; ceza[231]; hastalık[232]; hüküm.[233] Fîrûzâbâdî (817/1414) ise Besâir adlı eserinde söz konusu kelimenin şu on iki farklı anlamı karşıla­dığını söylemiştir[234]: Azap[235]; şirk[236]; küfür[237]; günah[238]; imtihan-deneme[239]; işkence, yakmak[240]; öldürme, helak etme[241]; doğru yoldan alıkoyma[242]; sapıklık, şaşkınlık[243]; mazeret, çare[244]; delilik, gaflet.[245]

Görüldüğü üzere söz konusu eserlerde, fitne ve türevlerine ol­dukça farklı anlamlar verilmiştir. Bu sebeple olacak ki, müfessirler de, Kur'an'da fitnenin karşılığı olan belirli bir anlam üzerinde itti­fak etmemişler, kelimeyi genellikle sözlük anlamından hareket ederek bulunduğu bağlamına göre yorumlamaya çalışmışlardır. Müfessirler az da olsa bazen aynı âyette yer alan fitnenin anlamı üzerin­de ittifak etseler de genellikle böyle bir birlikteliği sağlayamamışlar­dır. Öyle kî ileride de görüleceği üzere bazen aynı âyette yer alan fitnenin anlamları ile ilgili olarak birbirinden farklı çokça görüş be­lirtmişlerdir. Bu karmaşık durum zaman zaman aynı âyetteki fitne­nin anlaşılmasını zorlaştırmıştır. Konu ile ilgili olarak bu kısa açık­lamalardan sonra, fitne ve türevlerinin Kur'an'daki anlamlarını, müfessirlerin yorumlarından da yararlanarak tespit etmeye çalışa­cağız. Buradaki asıl hedefimiz anlamlardaki karmaşaya son vere­bilmek ve fitnenin hangi âyette hangi anlamda kullanıldığı konu­sunda doğruyu veya doğruya en yakın anlamı tespit edebilmektir. [246]

 

1- İmtihan, Deneme, Sınama

 

Yaygın anlamıyla imtihan, kabiliyeti ölçmek için yapılan yokla­ma ve kişinin manevi direnme gücünü ortaya koyan zor durumu ifade etmek için kullanılır. Fitne kelimesi Kur'an'da en çok bu an­lamda kullanılmıştır.[247] Aşağıda ele alacağımız âyetlerde fitne ve türevleri imtihan (deneme/sınama) anlamını ifade etmektedir.

Konuyla ilgili en dikkat çeken âyetlerden birisi olan Bakara sû­resinin 102. âyeti şöyledir: "Süleyman'ın hükümranlığı hakkın­da onlar, şeytanların uydurdukları yalanların ardına düştüler. Halbuki Süleyman (büyü yaparak) küfre girmedi. Oysa şeytan­lar insanlara sihri ve (özellikle de) Bâbil’de Hârut ile Mârut isimli iki meleğe ilham edileni öğretmek suretiyle küfre girdi­ler. Halbuki o iki melek: 'Biz ancak imtihan (fitne) için gönde­rilmiş birer meleğiz. Bu öğreteceğimiz şeylerden dolayı sakın küfre girme' demedikçe, kimseye (sihir) öğretmiyorlardı. Böylece (insanlar) onlardan kişi ile karısını birbirinden ayıracakla­rı sihri öğreniyorlardı. Halbuki onlar, Allah'ın izni olmadıkça o sihirle hiç kimseye zarar veremezlerdi. (Onlar böyle yaparak) kendilerine zarar veren, fayda getirmeyen şeyleri öğreniyorlar­dı. Andolsun, onu satın alanın âhirette bir nasibi olmadığını bi­liyorlardı. Kendilerini karşılığında sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bilselerdi." Âyette Hârut ile Mâruta[248] izafe edilen İnnemâ nahnü fitnetün ifadesindeki fitne kelimesi müfessirlerin gene­li tarafından 'imtihan ve deneme' olarak yorumlanmıştır.[249]

Buna göre âyette geçen söz konusu ifadenin anlamı şöyledir: Hârut ve Mârut bunu öğretecekleri zaman şöyle derlerdi: "Biz bir imtihan aracıyız. Yani bizim öğreteceğimiz şeylerle kimin sapıp ki­min sapmayacağı denenmektedir." Bu anlamı biraz daha açacak olursak şunları söyleyebiliriz: Hârut ile Mârufa ilham yoluyla öğretilen[250] bilgiler[251] kötü niyetli insanlar tarafından kullanılmaya[252] insanların küfre düşmelerine müsait bir araç olduğundan[253] bura da onların diliyle şu söylenmek istenmiştir: "Bu bilgiler bir sınav aracıdır. Bunlarla sınanırsanız sakın sapmayın." Buradaki açıklamalardan da fitne kelimesinin "sınav aracı" anlamına geldiği açıkça anlaşılmaktadır. Yani fitne imtihana vesile olan olguları tasvir etmektedir.

Fitne farklı bir türevi ile En'âm sûresinin 53. âyetinde şöyle yer alır: "Böylece insanlardan bazısını bazısı ile denedik ki (fe tennâ) 'Allah aramızdan şu adamları mı (iman) nimetine layık gördü?' desinler. Allah şükreden kullarını daha iyi bilen değil mi?" Âyetteki fetennâ ifadesi, 'sınamak, denemek ve imtihan et­mek' anlamında kullanılmıştır.[254] Hz. Peygamberin insanlara karşı sorumluluk sınırının belirlendiği bir önceki âyetten[255] hemen sonra gelen bu âyette insanların birbiri aracılığıyla sınandığı ifade edilmektedir. Bu bağlam dikkate alındığında, müminleri küçümse­yip doğruyu ve üstünlüğü kendilerinde gören inkarcıların, tavırları yüzünden bir sınava tâbi tutulduklarına işaret edildiği rahatlıkla an­laşılacaktır. [256]

Hz. Musa'nın kavminden yetmiş kadar kişi seçip Allah'ın belir­lediği yere gelip bağışlanmak için dua ettiklerini bu arada derin bir sarsıntı geçirdiklerini ifade eden şu âyette[257] fitne kelimesinin de yukarıdaki anlamda olduğu anlaşılmaktadır: "Musa, kavminden, belirlediğimiz yere gitmek için yetmiş adam seçti. Onları o müthiş sarsıntı/deprem yakalayınca (bayıldılar). Mûsâ dedi ki: "Ey Rabbim! Dileseydin onları da beni de daha önce helak ederdin. Şimdi içimizden bir takım beyinsizlerin işledikleri (günah) sebebiyle bizi helâk mi edeceksin? Bu iş, senin imtihanın­dan (fitnetüke) başka bir şey değildir. Onunla dilediğini saptı­rırsın, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim sahibimizsin, bizi bağışla ve bize acı! Sen bağışlayanların en iyisisin!" Müfessirlerin büyük çoğunluğu bu anlam üzerinde karar kılmışlar­dır.[258] Ayetin ifadesine göre, bağışlanmak için dua etmek üzere Allah'ın belirlediği yer ve zamanda toplanan yetmiş kişiyi sarsıntı yakalayınca[259] Hz. Mûsâ: "Ey Rabbim! Dileseydin onları da be­ni de daha önce helak ederdin. Şimdi içimizden bir takım beyinsizlerin işledikleri (günah) sebebiyle bizi helak mi edecek­sin? Bu iş, senin imtihanından (fitnetüke) başka bir şey değil­dir. " demiş ve Allah'a niyazda bulunmuştur. Dolayısıyla Hz. Mûsâ, Allah'ın insanı değişik vesilelerle imtihan edeceğini ifade etmiştir. Buradaki sınav vesilesi de oldukça zor ve sıkıntılı bir durumdur.[260] Kur'an'da fitne formunun sınav, deneme ve deneme aracı an­lamında kullanıldığı âyetlerden biri de, "Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız birer sınav aracıdır (fitnetün). Allah katında ise büyük bir mükâfat vardır." mealindeki Enfâl sûresinin 28. âyeti­dir.[261] Âyette belirtilen bu sınav araçları, sorumluluklarını yerine getirip getirmediğinin, Allah tarafından konulan sınırların gözetilip gözetilmediğinin ortaya çıkması amacıyla insana verilmiştir.[262] Ne­ticede bu araçlarla sınanıp ta, haktan sapmayan kişi bu dünya sı­navını kazanırken, mal ve evlâda aşırı düşkünlüğü sebebiyle doğru yoldan ayrılan, haksızlık yapan da söz konusu sınavı kaybederek büyük hüsrana uğrar.[263] Yer aldığı bağlam göz önünde bulundurul­duğunda[264] gerek bu âyet ve gerekse aynı ifadelerin bulunduğu Teğâbün sûresi 15. âyette, özellikle mal ve evlatların oldukça önemli bir sınav vesilesi olduğu belirtilerek[265], bu hususta mümin­lerin daha dikkatli davranmaları vurgulanmakta,[266] onların, mal ve çocuklarına aşırı sevgi ve bağlılık duymalarının doğurabileceği teh­likeye işaret edilmektedir.[267] Bu tehlike de kişinin imanının gerek­tirdiği ahlak, iyilik ve adalet seviyelerini korumakta güçlük çekme­sidir.[268] Zira Esed (ö.l992)’in de ifade ettiği üzere, "dünyevî şey­lere karşı duyulan tutku ve meyil, kişinin ailesi için beslediği kayır­ma ve koruma duygusu bazen insanı haddi aşmaya (ve dolayısıyla Allah'ın mesajında öngörülen ahlâkî ve manevî değerlere ihanete) sevk ettiği içindir ki, bunlar fitne olarak nitelendiriliyor."[269]

Tevbe sûresi 49. âyetinde de teftinnî formunda geçen fitne, zorluk ve sıkıntılarla deneme, çetin bir sınav anlamını ifade etmek­tedir. Bu âyet meâlen şöyledir: "Onlardan öylesi de var ki: "Ba­na izin ver, beni çetin bir sınava sokma/başımı sıkıntı ve derde sokma (velâ teftinnî)" der. Bilesiniz ki onlar zaten sapıklık içe­risinde bulunmakla fitnenin içerisindedirler/fitneye (fi'l-fitneti) düşmüşlerdir. Cehennem kâfirleri mutlaka kuşatacaktır." Âyet­te bir kısım münafıkların savaşa katılmayı istemedikleri, bunun için de Hz. Peygamber'e gelerek kendilerini böyle zor ve sıkıntılı bir durumla karşı karşıya bırakmamasını diğer bir ifadeyle başlarını dert ve belâya sokmamasını teklif ettikleri anlatıldıktan sonra, on­ların zaten fitnenin içerisinde oldukları belirtilmektedir. Bu âyetin nüzul sebebi ile ilgili kaynaklarda zikredilen olayın özeti şöyledir: Rivayetlere göre münafıkların önde gelenlerinden Cedd b. Kays, mazereti olmadığı halde Hz. Peygamber'e gelerek: "Ensâr benim kadınlara düşkün olduğumu bilir, savaşa gidersem sarışın kadınlar yüzünden fitneye düşerim. Savaşa gitmeyip burada kalma husu­sunda bana izin ver! Ben de size malımla katkıda bulunayım." di­yerek savaşa katılmamak için izin istemiş, Hz. Peygamber de on­dan yüz çevirerek ona izin vermişti. Bunun üzerine sözünü ettiği­miz âyet nazil oldu.[270]

Bir kısım müfessirler âyette fitnenin türevi olarak geçen i'zen lî velâ teftinnî'deki ve la teftinnî'ye, "beni günaha düşürme” şek­linde anlam vermişlerdir. Bunlar söz konusu ifadeyi şöyle açıklar­lar: Bana izin vermemek suretiyle beni günaha düşürme ya da gü­naha düşmeme sebep olma. Çünkü sen bana izin versen de ver­mesen de ben bu savaşa katılmayacağım. Bari izin ver de, sana muhalefet ederek günaha düşmeyeyim. [271] Bir kısım müfessirlere göre ve lâ teftinnî'nin anlamı, "beni helak etme" dir. Bunların açıklamaları ise şöyledir: Eğer seninle savaşa gidersem malım ve ailem perişan olur. Dolayısıyla helakime neden olma. [272] Rağıp el-İsfahânî de üzerinde durduğumuz bu ifadeyi, "beni belâ ve azaba uğratma" şeklinde yorumlar.[273] Burada fitnenin türevi olarak ge­çen teftinnî'nin yer aldığı i'zen lî velâ teftinnî'deki cümleye Esed şöyle anlam verir." (Evde kalmam için) bana izin ver; beni böylesi­ne çetin bir sınava sokma!" [274]

Esed'in yorumunun diğerlerine göre daha isabetli olduğunu dü­şünüyoruz. Zira bu anlam diğer anlamları da kapsayacak genişliğe sahiptir. Ayrıca bu anlam fitnenin sözlük anlamları arasında da yer almaktadır. Buna göre âyetin açıklaması şöyle olur: Savaşa gitme­yip burada kalma hususunda bana izin ver. Beni böyle zor ve sıkın­tılı bir durumla, fedakarlığı gerektiren çok çetin bir sınavla karşı karşıya bırakma. Sana karşı çıkmak suretiyle bu sınavı kaybetme­me neden olma.

Münafıkların Allah'ın âyetleri karşısında takındıkları tavra işa­ret eden ''(İndirilen sûre) kalplerinde hastalık olanların ise, pis­liklerine pislik katmış (küfürlerini artırmış), böylece kâfir ola­rak ölüp gitmişlerdir." mealindeki Tevbe sûrenin 125. âyetinin ardından gelen "Onlar, her yıl bir veya iki kere (çeşitli belâlarla) imtihan edildiklerini (yüftenûn) görmüyorlar mı? Sonra da ne tevbe ediyorlar ne de ibret alıyorlar." mealindeki 126. âyette ge­çen fitneyi de "imtihan" anlamında değerlendirmeliyiz. Bu âyette fitne kelimesinin bir türevi olan yüftenûn ifadesi kullanılmıştır. Bu kelime burada münafıkların her sene bir ya da iki kere zor sınav vasıtaları ile imtihan edildiklerine dikkat çekmektedir. "Münafıkla­rın imanları bazen, şehvetlerini sınırlayan bir Kur'an emriyle veya çıkarlarını alt üst eden bir şeye inanmaları emredilerek yahut on­ların kişisel, ailevî ve kabilevî çıkarlarıyla Allah, Rasûlü ve iman arasında bir tercih yapmaya dahilî mücadeleyle ya da mal, can, va­kit ve güç fedakarlığı gerektiren bir savaşla denenmekteydi."[275] Denenme, insanın akılla ve dolayısıyla eğri ile doğru arasında se­çim yapabilme kabiliyeti ile donatılmış olmasının bir gereği ya da sonucu olduğundan[276] âyet münafıkların söz konusu yeteneği ye­terince kullanmadıklarına işaret etmektedir. Müfessirler genellikle münafıkların yılda bir ya da iki kere çeşitli belâlarla imtihan edilme­lerinin amacının, nifaklarını bırakıp peygamberin yanında yer al­malarına yöneltmeye teşvik olduğunu ifade etmektedirler.[277] Yazır, ise burada yer alan yüftenûnu "belâ ve musibete uğratılmak" an­lamına yorumlamaktadır[278] ki onun bu yorumunun âyetin yer al­dığı anlam örgüsüne uygun olduğu da söylenebilir. Bununla birlik­te âyetteki ftn türevinin yukarıda da ifade ettiğimiz üzere imtihan ve deneme anlamına yorumlanması daha isabetlidir.[279]

Kur'an'da fitne şeklinde geçip imtihan ve sınav anlamına yo­rumlanan âyetlerden biri de "(Ey peygamber) Hani sana: 'Rabbin, insanları çepeçevre kuşatmıştır' demiştik. Sana gösterdiği­miz o rüyayı da, ve Kur'an'da lanetlenen o ağacı da, sırf insan­ları sınamak (fitne) için vesile yaptık. Biz onları korkuturuz da, bu onlara, büyük bir azgınlıktan başka bir şey sağlamaz." me­alindeki İsrâ sûresinin 60. âyetidir.[280] Ayet, Hz. Peygamberin gör­düğü rüyanın ve Kur'an'da lanetlenen ağacın, insanlar için bir im­tihan olduğunu haber vermektedir. İbn Abbâs, (68/687), bu âyet­te geçen "rü'ya" hakkında: "O rü'yâ, gözün gördüğü âyetlerdir ki, Rasûlullah'a sefer ettirildiği gece gösterildi' demiştir.[281] Müfessirlerin büyük çoğunluğu da âyette geçen "rü'yâ" ifadesini Hz. Pey­gamberin "gece yolculuğu"nu izleyen Mirâc olayı olarak yorumla­mışlardır.[282] İbn Abbâs, yine aynı âyette geçen "eş-şeceretü'l-melûne" (Kur'an'da lanetlenen ağacın)'nîn de, "zakkum ağacı' oldu­ğunu söylemiştir.[283] Müfessirlerin çoğunluğu da İbn Abbas'ın yo­rumuna uyarak "Kur'an'da lanetlenen ağaç''ın, "zakkum ağacı" ol­duğunu belirtmektedirler.[284] Bir yoruma göre, hem rüya olayı ve hem de lanetlenen ağaç, "mahiyeti itibariyle farklı yorumlara açık olduğu ve dolayısıyla nesnel realitesi bakımından bir takım şüphe­lere yol açabileceği için -âyetin devamında ifade edildiği gibi- "in­sanlar için bir sınama" vesilesi oluşturmaktadır. Şöyle ki: Bu olay­la yüz yüze geldiklerinde imanı zayıf olanlarla, sığ düşünenlerin Hz. Muhammed'in dürüstlüğünden ve dolayısıyla peygamberliğinden yana duydukları inanç sarsılırken, Allah'a sarsılmaz bir iman ile bağlı olanlar bu olayda Allah'ın seçtiği kimselere bahşettiği ruhanî nimetin olağanüstü bir tezahürünü görmekte ve böylece Kur'an mesajına duydukları iman daha da güçlenmektedir."[285]

Tâhâ sûresinin "Hani kız kardeşin (Firavun ailesine) gidip de onlara "size onun bakımını üstlenecek kimseyi göstereyim mi?" diyordu. Böylece seni, gözü gönlü mutluluk dolsun ve üzülmesin diye annene geri verdik. Ve sen, birini öldürdün de seni endişeden kurtardık. Seni iyiden iyiye denemeden geçir­dik/Seni bir takım sıkıntılarla denedik, (ve fetennâke fütûnen). Bunun için yıllarca Medyen halkı arasında kaldın. Sonra tak­dire göre (bu makama) geldin ey Mûsâ!" mealindeki 40. âyetin­de fitne kelimesinin bir başka türevi olan fetennâ ifadesi dene­mek, imtihan etmek anlamında kullanılmıştır.[286] Fetennâ ile birlik­te kullanılan ve fitne kelimesinin bir başka türevi olan fütûnen kelimesinin, mastar formunda te'kid[287] olabileceği gibi fitne veya fiten kelimelerinin çoğulu da olabileceği belirtilmiştir.[288] Bir kısım müfessirler sözü edilen âyette geçen fetennâya "kurtardık'' anlamı vermişlerdir[289] Bazıları ise burada hem "kurtardık" anlamının ve hem de "imtihan ettik" anlamının verilebileceğini belirtmişlerdir[290] "Kurtardık" anlamını veren müfessirlere göre âyetin anlamı şöyle­dir: Biz seni peş peşe karşılaştığın zorluklardan kurtardık[291].Yuka­rıdaki âyet Hz. Musa'nın hayatında bir dönüm noktası oluşturan annesine geri verilmesi[292], Mısırlı bir şahsı öldürüp içine düştüğü tasadan kurtulması gibi olaylar[293] anlatıldıktan sonra gelmektedir. Âyette söz konusu edilen olayların her birisi başlı başına önem arz etmekte ve bu çileli durumlar ftn kökünden gelen bir kelime ile ifade edilmektedir.[294] Aynı sûrenin "Allah: '(Ey Mûsâ) Şüphesiz, biz senden sonra halkını (Harun ile kalan İsrâiloğullarını) sına­dık (fetennâ); Sâmirî onları saptırdı." mealindeki 85. âyetinde yine fetennâ kalıbı kullanılarak Hz. Musa'nın yokluğunda Allah'ın onun kavmini sınadığı ifade edilmektedir. Müfessirler burada ge­çen kelimeye de "sınadık" anlamı vermişlerdir.[295]

Yine "Andolsun, Hârûn onlara daha önce (Hz. Mûsâ daha dönmeden) şöyle demişti: "Ey kavmim! Siz bununla (buzağı heykeli ile) yalnızca imtihan edilmektesiniz. (Fütintüm) Doğru­su sizin Rabbiniz ancak Rahmân'dır. Öyleyse bana uyun. Ve emrime itaat edin." mealindeki Tâhâ sûresinin 90. âyetinde ftn'nin fütintüm şeklindeki bir türevi kullanılarak Hz. Harun'un, İsrâiloğullarının buzağı ile imtihan edildiklerini haber verdiği ifade edilmektedir.[296] Âyette gerçek ilahın Yüce Allah olduğu ifade edi­lerek buzağının bir sınama aracından başka bir şey olmadığı vur­gulanmaktadır.

"Sakın, kendilerini denemek için (lineftinehüm) onlardan bir kesimi faydalandırdığımız dünya hayatının çekiciliğine göz­lerini dikme! Rabbinin nimeti hem daha hayırlı, hem de daha süreklidir."[297] âyetinde ise ftn'nin bir başka türevi (lineftine­hüm) imtihan ve sınama anlamında kullanılmıştır.[298] Âyette Hz. Peygamberin dünya hayatına mahsus şu ya da bu parlaklığa, gör­keme gözünü dikmemesi emredilmekte ve bunların bir sınama ara­cı olduğuna dikkat çekilmektedir. Gerçekte Kur'an'ın yer yer dün­ya malının fitne (imtihan vesilesi) olduğunu ifade eden âyetleriyle[299] birlikte düşünüldüğünde söz konusu âyette geçen ve ftn kö­künden gelen kelimenin sınama anlamına geldiği söylenebilir.[300]

"Her nefis ölümü tadacaktır, bir imtihan (fitne) olarak sizi hayır ile de şer ile de deniyoruz. Ve siz, ancak bize döndürüle­ceksiniz." mealindeki Enbiyâ sûresinin 35. âyetinde geçen fitne kelimesi imtihan ve sınama anlamında kullanılmıştır.[301] Her canın ölümü tadacağının, insanların hayır ve şerle imtihan edileceklerinin belirtildiği bu âyette görüldüğü üzere gerek nimetle ve gerekse belâ ile, insanın imtihana tabi tutulması fitne ile ifade edilmiştir. Diğer bir ifadeyle fitne  kelimesi burada hem belâ ve musibetler gibi olumsuzlukları ve hem de nimet ve güzellikler gibi olumlu şeyleri karşılamaktadır.[302] Yine aynı sûrenin "Bilmiyorum, belki de o (azabın ertelenmesi), sizi denemek (fitne) ve bir zamana kadar sizi (imkânlardan) faydalandırmak içindir." mealindeki 111. âyetinde kullanılan fitne kelimesi de "imtihan" anlamına yo­rumlanmıştır. Bu âyetten önce geçen "(Ey Muhammed!) O kâfir­ler eğer yüz çevirirlerse, de ki: '(Bana emrolunanı, ayırım yap­madan) size eşit olarak bildirdim. Tehdit edildiğiniz şey yakın mı yoksa uzak mı, bilmiyorum." mealindeki 109. âyetteki “teh­dit olunulan durum" müfessirler tarafından farklı yorumlanmakla birlikte[303], bu durumun (yani tehdit olunulan şeyin gecikmesi) bir imtihan olduğu bir çok müfessir tarafından ifade edilmiştir.[304] Buradaki fitneyi, "imtihan” anlamında yorumlayanlar, âyetin "ve in edrî leallehü fitnetün" kısmını şöyle açıklamaktadırlar: Belki bu başınıza gelecek azabın vaktinin tehir edilip müphem bırakılması, sizin ne yaptığınızı -tevbe edip etmeyeceğinizi- görmeye tekrar im­kan veren bir imtihandır.[305] Âyette geçen fitneye, farklı anlamlar da verilmiştir. Mesela, İz b. Abdüsselâm (660/1262)'ın bu kelime­ye verdiği anlamlardan biri de "helaktir.”[306] Yazır da söz konusu kelimeyi "ceza ve mihnetinizi büyütmek için bir istidrâc" olarak açıklamaktadır.[307] Burada "imtihan" anlamı isabetli olmakla birlik­te kanaatimizce bu anlamlar da âyetin bağlamına pek ters düşme­mektedir. Zira âyette sözü edilen gecikme, müşrikler için dünyada bir sınav aracı olduğu gibi özellikle dünyadaki azgınlıklarının ve fit­nelerinin artmasına imkan vermesi sebebiyle âhiret hayatında da azap görmelerine vesile teşkil eden bir durum olarak değerlendirilebilir.[308]

Fitne kelimesinin sınama ve imtihan anlamında kullanıldığı âyetlerden biri de Hac sûresinin 53. âyetidir. Sözünü ettiğimiz sû­renin 52 ve 53. âyetlerinin mealleri şöyledir: "Biz senden önce hiçbir resul ve nebi göndermedik ki, bir şey arzu ettiği zaman, şeytan onun bu temennisine dair vesvese vermiş olmasın. Ama Allah şeytanın vesvesesini giderir. Sonra Allah âyetlerini sağlamlaştırır. Allah (her şeyi) hakkıyla bilendir, hüküm ve hik­met sahibidir. Allah, şeytanın verdiği bu vesveseyi, kalplerin­de hastalık bulunanlar ile kalpleri katı olanlara bir imtihan (fitne) vesilesi kılmak için böyle yapar. Zalimler, gerçekten (haktan) oldukça uzak bir ayrılık içindedirler." Bu âyetlerde peygamberlerin yüce hedefleri[309] karşısında şeytanın vesvesesinin[310], özellikle kalplerinde hastalık bulunan kimseler için, ağır bir sınav vesilesi olacağı fitne kelimesiyle ifade edilmiştir.[311] Yazır, âyette geçen fitne kelimesine "mihnet ve azap" anlamı vermiştir.[312]

Fitne kelimesinin Kur'an'da "sınav aracı" anlamında kullanıl­dığı yerlerden birisi de şu âyettir: "(Resulüm!) Senden önce gön­derdiğimiz bütün peygamberler de şüphesiz yemek yerler, çar­şıda pazarda gezerlerdi. (Ey insanlar!) Sizi birbiriniz için sınav aracı (fitne) kıldık. (Bakalım) sabredecek misiniz? Rabbin her şeyi hakkıyla görendir."[313]

Burada fitne kelimesinin "sınav aracı" anlamında kullanıldığı, âyetin hem içeriğinden ve hem de yer aldığı bağlamdan açıkça an­laşılmaktadır. Bu konuda müfessirler de görüş birliği içerisindedir­ler.[314] Âyet, "(Müşrikler) dediler ki: bu ne biçim peygamber ki yemek yer, çarşıda pazarda dolaşır. Ona bir melek indirilseydi de bu onunla beraber bir uyarıcı olsaydı ya! Yahut kendisine bir hazine verilseydi veya ürününden yiyeceği bir bahçesi olsay­dı ya!..."[315] mealindeki âyette ifade edildiği üzere müşriklerin, Hz. Peygamber'in peygamberliğine yönelik itirazlarına cevap vermektedir. Anlaşılan o ki, müşrikler Peygamberin beşer üstü bir varlık olması gerektiğini düşünüyorlar; yemek yiyor ve çarşılarda dolaşı­yor diye onun Allah'ın gönderdiği bir peygamber olamayacağını iddia ediyorlardı. Ayette, geçmiş bütün peygamberlerin diğer in­sanlar gibi yiyip içen ve çarşıda pazarda dolaşan insanlar olduğu­na vurgu yapılarak beşeri yönleri öne çıkarılmış; Hz. Peygam­ber'in de müşriklerin haberdar oldukları peygamberler gibi bir pey­gamber olduğu belirtilmiştir. Aynı zamanda âyetin devamında in­sanların bazılarının diğer bazıları için bir sınama aracı olduğu da belirtilerek onların birbirleri ile denendiği ifade edilmiş, müşriklerin bu tür sözlerinden dolayı üzülen Hz. Peygamber ve müminler te­selli edilmek istenmiştir.[316]

Konumuzla ilgili olarak âyetin "(Ey insanlar!) Sizi birbiriniz için sınav aracı (fitne) kıldık. (Bakalım) sabredecek misiniz?" kısmında insanların birbirleriyle sınanmaları yasasından (sünnetullah) söz edilmektedir. Âyetin bağlamı göz önünde bulunduruldu­ğunda ilk bakışta "birbiri ile sınanma” ifadesiyle "elçi ve kendileri­ne elçi gönderilenlerin birbirleri ile sınanmaları”[317] veya "mümin­lerin müşriklerle sınanmaları"nın kastedildiği akla gelebilir.[318] Çün­kü Hz. Peygamber bu âyette de ifade edildiği üzere kendilerine el­çi olarak gönderildiği toplumun bir kısmı tarafından gerek sözlü ve gerekse fiilî eziyetlere maruz bırakılmıştır. Bu durum hem Peygam­beri ve hem de müminleri çok üzmüştür. Ayetten bu tür eziyetlere maruz kalan Hz. Peygamber'in ve müminlerin sabırlarının sınandı­ğı, müşriklerin eziyetlerinin de bu sınavda bir araç olduğu anlaşıla­bilir. Ayet özellikle bu tür eziyetler karşısında Hz. Peygamber'in ve müminlerin sabretmeleri gerektiğine işaret etmektedir.[319] Aynı za­manda Hz. Peygamberin servet ve mevkii sahibi olmayan bir aileden gelmesi, diğer insanlar gibi beşerî özelliklere sahip olması gibi hasletleri de müşriklerin inkarcı tavırlarını ortaya çıkaran bir sınav aracı olmuştur.[320] Söz konusu âyetteki, "birbiri ile sınanma" ifade­sinden, özel anlamda her ne kadar Hz. Peygamber ve o dönem­deki müminler anlaşılsa da, burada sebebin hususiliğin anlamın umumiliğine engel olmayacağı prensibinden hareketle bütün in­sanların birbirleriyle deneneceğini[321] söyleyebiliriz. Bu anlamda insanların bir kısmı, diğer kısmı için imtihan vesilesi olmuş olur.[322] Meselâ her peygamber gönderildiği topluluklar (ümmet-i davet) için bir imtihan vesilesi olduğu gibi her ümmet de kendi peygam­beri için bir imtihan vesilesidir.[323] Peygamberler, gönderildiği top­lumlarda davalarına karşı çıkan insanlarla denenirler. Yani onların sözlü ve fiilî eziyetleri, çıkardıkları güçlük ve engeller karşısında di­renç gösterip göstermedikleri hususunda sınanırlar.[324] Kendilerine peygamber gönderilen ümmetler de peygamberlerine inanıp inan­mama, onlara uyup uymama hususunda denenirler.[325] Benzer şe­kilde müşrikler, müminler için bir sınav aracı olabilecekleri gibi, müminler de müşrikler için bir sınav aracı olurlar.[326] Âyetin "(Ey insanlar!) Sizi bir biriniz için sınav aracı (fitne) kıldık. (Bakalım) sabredecek misiniz?" kısmının, Ebû Cehil, Velid b. Muğîre, As b. Vâil ve Kureyş'in ileri gelenleri hakkında nazil olduğu rivayet edil­miştir. Rivayete göre Ebû Zer, Abdullah b. Mesud, Ammâr, Bilal, Suheyb ve Ebû Huzeyfe'nin kölesi Sâlim'in müslüman olduklarını görünce; "Biz de müslüman olup bu müminler gibi aynı safa mı gireceğiz?" dediler. Bu konuşmalar üzerine söz konusu âyet indiril­miştir.[327] Âyeti, zikredilen bu nüzul sebebi ile birlikte değerlendirdi­ğimizde toplumda inanan inanmayan bütün fertlerin birbiri için sı­nama aracı oldukları görülür.[328]

Fitnenin türevinin yer aldığı "...(Salih a.s): Sizin uğursuzlu­ğunuzun sebebi, Allah'ın katında (yazılı)dır. Aslında siz (bu olaylarla) sınanan/doğru yoldan ayrılmış (tüftenûn) bir toplu­luksunuz.' dedi." mealindeki Neml sûresi 47. âyette de fitne "sı­nanma" anlamını ifade etmektedir. Bu âyetin de içerisinde yer al­dığı Neml sûresi 46 ile 47. âyetleri Hz. Salih ile Semûd kavmi ara­sında geçen bir tartışmayı konu edinmektedir.

Hz. Salih'in "Ey kavmim! İyilik dururken niçin kötülüğe ko­şuyorsunuz? Allah'tan mağfiret dileseniz olmaz mı? Belki size merhamet edilir."[329] sözüne Semûd kavmi şu karşılığı vermiştir: "Ey Salih senin ve beraberindekilerin yüzünden uğursuzluğa uğradık."[330] Bunun üzerine Hz. Salih, kendisini ve kendisine tâbi olan müminleri uğursuzlukla suçlayan kavmine şunları söylemiştir: "Size çöken uğursuzluk (sebebi), Allah katında (yazılı)dır. As­lında siz (bu olaylarla) sınanan (veya fitneye düşürülmüş) (tüf­tenûn) bir topluluksunuz."[331]

Âyetteki tüftenûn kelimesine müfessirlerin büyük çoğunluğu "sınanıyorsunuz" anlamını verirken[332] bir kısmı da "fitneye uğruyorsunuz" anlamını vermişlerdir.[333] Diğer bir kısmı da her iki görüşe yer vermekle birlikte "(günahlarınız sebebiyle)[334] azap görü­yorsunuz'' şeklinde bir yorumu zikrederek tüftenûn'a her üç anla­mın da verilebileceğinin mümkün olduğunu ifade etmişlerdir.[335] 'İz b. Abdüsselâm (660/1262) da tüftenûn'u ikinci görüşe yakın ola­rak "emr olunduğunuz İslam'dan yüz çeviriyorsunuz”[336] şeklinde tefsir etmiştir.

Kanaatimizce söz konusu kelimeye, ilk iki anlamı vermemiz daha uygundur. Zira bu iki anlam, kelimenin lügat anlamları içeri­sinde yer aldığı gibi âyetin hem muhtevasına ve hem de bağlamına uygun düşmektedir. Hz. Salih'in, başlarına gelen musibetlerin kendisinden ve kendisine tâbi olan müminlerden kaynaklandığını söyleyen kavmine: "Allah'ın size emrettiklerini yerine getirip getir­meme hususunda[337], peygambere karşı tutumunuzla[338], sahip ol­duğunuz nimetler ve başlarınıza gelen musibetlerle sınanmaktası­nız (bel entüm kavmün tüftenûn)" şeklinde bir cevap vermesi muhtemel olduğu gibi, "siz öyle bir topluluksunuz ki (başınıza ge­len musibetlerin uğursuzluk sebebiyle olduğu şeklinde) vesvese ver­mesi ve aldatmasıyla şeytan (veya bir başkası) sizi fitneye düşür­mektedir."[339] şeklinde bir cevap vermesi de muhtemeldir. Yasin sûresinde de, benzer şekilde kendilerine gönderilen elçiler hakkın­da uğursuzluk iddiasında bulunan bir kavme işaret edilmiştir.[340] Sözü edilen elçiler bu iddia karşısında elçi olarak gönderildikleri kavme; "Uğursuzluğunuz kedinizdendir. Size öğüt verildiği için mi (uğursuzluğa uğruyorsunuz?). Doğrusu siz haddi aşmış bir kavimsiniz." şeklinde bir cevap vermişlerdir. Kur'an'da Allah elçi­lerinin buna benzer tavırlar karşısında, birbirine yakın ifadeler kul­landıklarını da göz önünde bulundurursak, üzerinde durduğumuz

kavmün tüftenuna şu şekilde bir anlam da verebiliriz: "(Başınıza gelen musibetlerin uğursuzluk sebebiyle olduğu yolunda bir vesve­se vermesi ve aldatmasıyla) "Siz şeytan tarafından fitneye düşürü­len/doğru yoldan ayrılan bir toplumsunuz." Belirttiğimiz bu anla­ma ileride ilgili başlıkta yer vereceğiz.

Kur'an pek çok âyette insanların bu dünyada başıboş bırakıl­mayacağını vurgulayarak onlara sorumluluklarını hatırlatmaktadır. Ankebût sûresinin 2. ve 3. âyetlerinde de aynı tema işlenmekte­dir: "İnsanlar, 'iman ettik' demekle imtihan edilmeden (lâ yuftenûn) bırakılacaklarını mı zannederler? Andolsun ki, biz on­lardan öncekileri de imtihan etmiştik (Fetennâ). Allah doğru söyleyenleri de yalancıları da mutlaka bilir." Bu âyetlerde lâ yüftenûn ve fetennâ kullanılarak, insanların sınava tabi tutulacak­ları ve daha önceki ümmetlerin de benzeri bir sınavdan geçirildik­leri haber verilmektedir. Söz konusu âyetlerde geçen ftn türevle­rinin imtihan anlamına geldiği müfessirlerin yaygın kanaatidir.[341] Buna göre, insanların sadece "iman ettik" demeleri yeterli olma­yıp imandaki samimiyetleri[342] ve sebatlarının belirlenmesi için bir sınava tabi tutulmaları gerekmektedir ki, âyetler de esasen bu du­ruma işaret etmektedir. Ayrıca âyetlerin sebeb-i nüzulünde anlatı­lan olaylar da bunu teyit etmektedir.[343]

Kur'an zaman zaman bazı şeylerin fitne aracı olduğuna işaret etmektedir. Bu gibi ifadelerin geçtiği âyetlerde yer alan fitne kelimesi ise genel olarak sınav, deneme ve imtihan anlamına geldiği müfessirlerce ifade edilmiştir. Sâffât sûresi 63. âyette geçen fitne kelimesi de imtihan anlamında yorumlanmıştır.[344] Söz konusu sû­renin 62. âyetinde; "Ziyafet olarak, bu mu (cennet ehli için anılan bu nimetler mi) daha hayırlı, yoksa zakkum ağacı mı? Biz onu (zakkumu) zalimler için bir sınama aracı (fitne) kıldık." şeklinde zakkum ağacından bahsedilmekte, 63. âyette ise bu ağa­cın zalimler için bir sınama aracı (fitne) kılındığına işaret edilmek­tedir.[345] Bunun yanında âyette geçen fitne kelimesine "azap" an­lamı verenler de olmuştur[346] ki, biz bu konuya ayrı bir başlık altın­da işaret edeceğiz. Ayetin bağlamı her iki anlama da müsaittir. Bu ağaç kâfirler için dünyada bir sınama aracı olduğu gibi aynı zaman­da cehennemde bir azap olacaktır.[347]

Sâd sûresinin, "Dâvûd: 'Andolsun ki, senin koyununu ken­di koyunlarına katmak istemekle sana haksızlıkta bulunmuş­tur. Doğrusu ortakçıların çoğu, birbirlerinin haklarına tecavüz ederler. Yalnız iman edip de iyi işler yapanlar müstesna. Bun­lar da ne kadar az'.' dedi. Dâvûd kendisini denediğimizi (fetennâ) sandı ve Rabbinden mağfiret dileyerek eğilip secdeye ka­pandı, tevbe edip Allah'a yöneldi." mealindeki 24. ve "Andol­sun biz Süleyman'ı imtihan ettik. Tahtının üstüne bir ceset bırakıverdik, sonra o, yine eski haline döndü." mealindeki 34. âyetlerinde geçen fetennâ kelimelerinin de imtihan ve sınama anlamına geldiği yolunda müfessirler adeta görüş birliği içerisindedir­ler.[348] Aynı sûrenin 21-23. âyetlerinde, dâvâlı olduklarını söyleyen iki kişinin Hz. Davud'a gelerek aralarında adaletle hükmetmesini istemelerinden ve içlerinden birinin "Bu benim kardeşimdir, dok­san dokuz koyunu var. Benim ise bir tek koyunum var. Böyle iken 'onu da bana ver' dedi ve tartışmada beni bastırdı." şek­lindeki iddiasından söz edilmektedir. 24. âyette ise, Hz. Davud'un bu durumu bir haksızlık olarak değerlendirdiğinden söz edilerek Al­lah'ın kendisini sınadığını anlayıp tevbe ettiği ifade edilmektedir. Ancak Hz. Davud'un ne ile sınandığı açıkça belirtilmemektedir. Sûrenin 34. âyetinde ise Hz. Süleyman'ın tahtının üzerine bir ce­set konulmak suretiyle sınava tâbi tutulduğu ifade edilmekte ve bu­nun için de fetennâ kelimesi kullanılmaktadır. Müfessirler bu âyetlerdeki her iki sınama ile ilgili çeşitli yorumlar yapmışlardır. İleride bunlara ilgili başlıklarda yer verilecektir.

Zümer sûresinin "İnsana bir zarar dokunduğu zaman bize yalvarır. Sonra, kendisine tarafımızdan bir nimet verdiğimiz va­kit, "Bu bana ancak bilgimden dolayı verilmiştir" der. Hayır (kendisine verilen bu nimet), bir imtihandır (fitne). Fakat çok­ları bilmezler." mealindeki 49. âyetinde geçen fitne kelimesi de imtihan olarak yorumlanmıştır.[349] Âyette insana bir zarar isabet ettiğinde Allah'ı tanıdığına, ancak nimete gark olduğunda bunu kendisine izafe ettiğine işaret edilerek esasında nimetlerin Allah ta­rafından bir sınav aracı olarak verildiği üzerinde durulmaktadır.

"(Salih'e şöyle demiştik:) 'Şüphesiz biz, imtihan etmek (fitneten) için onlara dişi bir deve göndereceğiz. Şimdi onları gö­zetle ve sabret." mealindeki Kamer sûresi 27. âyette geçen fitne de imtihan anlamındadır. Müfessirler söz konusu kelimeye genel­likle bu anlamı vermişlerdir.[350] Âyette, Allah'ın Semûd kavmini sı­namak için bir dişi deve gönderdiği beyan edilmektedir. Çünkü Se­mûd kavmi kendilerine peygamber olarak gönderilen Hz. Salih'in peygamberliğini bir takım gerekçeler ileri sürerek inkar ediyordu. Onlar "Hz. Salih'in ya insanüstü bir varlık olması veya insanüstü olmasa da kendi içlerinden olmayıp mucizevî bir yolla gelmesi ya da qücü ve şöhreti olan bir kabile reisi olması gerektiğine inanıyor­lardı. Çünkü Allah'ın ancak bu şekilde birini peygamberlik görevi için seçebileceğini düşünüyordu."[351] Yine onlar, Hz. Salih'den kendisinin gerçekten peygamber olduğuna delalet edecek bir mu­cize göstermesini de istediler.[352] Allah da mucize ve aynı zaman­da bir sınama aracı olarak onlara dişi bir deve gönderdi.[353]

Duhân sûresinin 17. âyetinde fetennâ kelimesi kullanılarak Firavun'un kavminin imtihana tabi tutulduğu şöyle ifade edilmektedir: "Andolsun, kendilerinden önce biz, Firavun'un kavmini de imtihan etmiştik (fetennâ)..." Fakat onların ne ile ve ne şekilde imtihan edildikleri belirtilmemektedir. Bazı müfessirler buradaki imtihanın, Hz. Musa'nın onlara peygamber olarak gönderilmesi olduğunu söylemişlerdir.[354]

Teğâbün sûresinin, "Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız si­zin için bir sınama aracıdır (fitne). Büyük mükâfat ise Allah'ın yanındadır." mealindeki 15. âyetinde geçen fitne kelimesi "sınav aracı" anlamında kullanılmıştır.[355] Bir önceki âyette ise "Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olabile­cekler vardır. Onlardan sakının. Ama affeder, hoş görüp vazge­çer ve bağışlarsanız şüphe yok ki Allah çok bağışlayandır. Çok merhamet edendir." buyurulmaktadır. Bu âyetin, bir rivayete gö­re, cihada çıkması ailesi ve çocukları tarafından engellenmek iste­nen Avf b. el-Eşca'î hakkında nazil olduğu belirtilmektedir.[356] Ayette özellikle insanlar için çekiciliği olan mal ve çocukların sınav vesilesi olduğu hatırlatılarak, müminler bu hususta uyarılmakta­dır.[357] Aynı temayı işleyen Enfâl sûresi 28. âyeti açıklarken mal ve çocukların nasıl sınav vesilesi oldukları ve neden fitne olarak nite­lendirildikleri üzerinde durduğumuzdan burada ayrıca tekrar etme­yi gerekli görmüyoruz.

Cin sûresinin 17. âyetinde geçen ve ftn kökünün bir türevi olan neftinehüm kelimesi sınamak anlamında kullanılmıştır.[358] Sözü edilen sûrenin 16. ve 17. âyetlerinin mealleri şöyledir: ''Yi­ne de ki: 'Bana şöyle de vahyedildi: Eğer yolda dosdoğru olur­larsa mutlaka onlara bol yağmur yağdırırız ki bununla onları imtihan edelim (li neftinehüm). Kim Rabbinin zikrinden yüz çe­virirse, Rabbi onu gitgide artan çetin bir azaba uğratır." Âyette ifade edilen bu sözler de sûrenin başından itibaren Hz. Peygamber'e vahyolunan hususlardandır.[359] Burada Allah, insan ve cinle­ri, İslam yolu üzere bulundukları takdirde onlara bol nimetler vere­ceğini ve bunlarla onları sınayacağını, kendisini anmaktan yüz çe­virenleri çetin bir azaba çarptıracağını belirtmektedir.[360] 17. âyet­te geçen li neftinehüm kelimesini, kendinden önceki âyetle birlik­te düşündüğümüzde ''denenme" anlamını ifade ettiği kolayca an­laşılmaktadır.

"Biz, cehennemin işlerine bakmakla ancak melekleri görevlendirmişizdir. Onların sayısını da inkarcılar için bir imtihan vesilesi (fitne) yaptık ki böylelikle, kendilerine kitap verilenler iyiden iyiye öğrensin, iman edenlerin imanı artsın; hem kendi­lerine kitap verilenler hem müminler şüpheye düşmesinler, kalplerinde hastalık bulunanlar ile kâfirler, 'Allah bu misalle ne demek istemiştir ki?' desinler. İşte böyle. Allah böylece, di­lediğini sapıklıkta bırakır, dilediğini doğru yola eriştirir, Rabbi­nin ordularını, kendisinden başkası bilmez. Bu ise, insanlık için ancak bir öğüttür." mealindeki Müddessir sûresinin 31. âyetinde ise, Cehennemin gözcüsü olan meleklerin sayısının bir sına­ma aracı olduğu belirtilmiş[361] ve bu durumu ifade etmek için de fitne kelimesi kullanılmıştır.[362]

Kur'an'da yer alan ftn kök ve türevlerinin imtihan anlamında kullanımı ile ilgili olarak buraya kadar yaptığımız açıklamaları hem bir arada gösterebilmek ve hem de daha kolay kavranılması için ayrıca aşağıdaki tabloda sunmayı uygun gördük.

Tablo -3-

Ftn Kök Ve Türevlerinin İmtihan, Sınama Anlamında Kullanımı

 

Sıra no

Sûre no ve adı

Ayet No

Lafız şeklî

Anlam

Mek Med

 

1

2   Bakara  

102

Fitnetün

sınav aracı

M

 

2

6   En'âm   

53

Fetenna

denedik

K

 

3

7   A'râf

155

Fitnetüke

senin imtihanın

K

 

4

8   Enfâl

28

Fitnetün

sınav aracı

M

 

5

9   Tevbe

49

velâ teftinnî

beni öylesine çetin bir sınava sokma

M

 

6

9   Tevbe

126

Yüftenûne

imtihan olunuyorlar

 

7

17 İsrâ

60

Fitnelen

sınav aracı

K

S

20 Tâhâ

40

Fetennâke

sınadık

K

9

20 Tâhâ

40

Fütûnen

sınamak

K

10

20 Tâhâ

85

Fetennâ

sınadık/sıkıntılar

K

11

20 Tâhâ

90

Fütintüm

sınandınız

M

12

20 Tâhâ

131

Lineftinehüm

kendilerini sınamak için

K

13

21 Enbiyâ

35

Fitneten

imtihan

K

14

21 Enbiyâ

111

Fitnetün

imtihan

K

15

22 Hac

53

Fitneten

imtihan vesilesi

M

16

27 Neml

47

Tüftenûne

imtihan olunuyorsunuz /haktan sapmak sureti ile fitneye uğramışsınız

K

17

25 Furkân

20

Fitneten

sınav aracı

K

18

29 Ankebût

2

yüftenûne

imtihan olunacaklar

M

19

29 Ankebût

3

Fetennâ

imtihan etmiştik

M

20

37 Sâffât

63

Fitneten

imtihan   aracı/ azap

K

21

38 Sâd

34

Fetennâ

imtihan ettik

K

22

38 Sâd

24

Fetennöhu

imtihan ettik

K

23

39 Zümer

49

Fitnetün

imtihan vesilesi

K

24

44 Duhân

17

Fetennâ

sınamıştık

K

25

54 Kamer

27

Fitneten

imtihan için

K

26

64 Teğâbün

15

Fitnetün

sınav aracı

M

27

72 Cin

17

Lineftinehüm

kendilerini sınamak için

K

28

74 Müddessir

31

Fitneten

sınav aracı

K[363]

 

 

2- Baskı, Zulüm, İşkence

 

Bir kişinin bir kişiye veya bir topluluğun başka bir topluluğa eziyet ve kötülük yapması baskı, zulüm ve işkence sözcükleriyle ifade edilir. Bunlardan baskı, bir şeyi sıkma, zorlama, kuvvet ve zor altında bulundurma veya bulunma, bir kişinin davranışlarında, ha­reket ve düşüncelerinde serbest olmaması anlamım ifade eder.[364] Zulüm ise, her türlü haksızlık ve adaletsizliği anlatır.[365] Bir kimse­ye maddî ve manevî olarak yapılan şiddetli eziyeti[366] anlatan iş­kence ise, zulüm ve baskının en ileri boyutudur. Zulüm kelimesi hem baskı ve hem de işkencenin anlamını kapsamaktadır. Kur'an'ın bir kısım âyetlerinde geçen fitne ve türevleri de baskı, zulüm ve işkence anlamlarını ifade etmektedir.

Fitnenin söz konusu anlamlarda kullanıldığı en dikkat çeken âyetlerden birisi şudur: "Onları (size karşı savaşanları) yakaladı­ğınız yerde öldürün. Sizi çıkardıkları yerden (Mekke'den) siz de onları çıkarın. Zulüm ve baskı (fitne) adam öldürmekten daha beterdir. Yalnız, Mescid-i Haram yanında, onlar sizinle savaşmadıkça, siz de onlarla savaşmayın. Sizinle savaşırlarsa (siz de onlarla savaşın) onları öldürün. İşte kâfirlerin cezası böyledir"[367] Bu âyette geçen fitne kelimesi, özellikle inanca yönelik olarak yapılan baskı, zulüm ve işkence anlamını ifade etmektedir. Bu husus sözünü ettiğimiz âyetin hem yer aldığı bağlamdan, hem de nüzul sebebi ve ortamından anlaşılmaktadır. O halde önce bu âyetin yer aldığı tarihsel ve sosyal bağlamı tespit etmeye çalışalım. Âyet, kâfirlerin müminlere yönelik saldırılarından ve yaptıkları zulümler karşısında onlarla savaşılmasının gerekliliğinden ve yapı­lacak bir savaşta müminlerin nasıl davranacaklarından söz eden bir bağlamda yer almaktadır. Bir önceki âyette, "Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez."[368] denilerek müslümanlara, kendileriyle savaşanlara karşı savaşmaları emredilmektedir. Savaş emri ile ilgili olarak inen ilk âyetin bu olduğunu söyleyen Kurtubî (671/1272)[369], söz konusu âyetin nüzul sebebi ile ilgili şu rivaye­te yer verir: "Hz. Peygamber umre yapmak üzere ashab-ı kiram ile birlikte Mekke'ye gitti. Mekke yakınlarında Hudeybiye'de -ki Hudeybiye oradaki bir kuyunun adıdır bu bölgeye de o kuyunun adı verilmiştir- konaklayınca müşrikler Beytullah'a girmesini engelledi­ler. Hz. Peygamber de Hudeybiye'de bir ay süreyle kaldı. Müşrik­ler Hz. Peygamberle şu şartlarda anlaştılar: O yıl müminler (umre yapmadan) geri dönecekler, ertesi yıl Mekke müminler (umre yap­maları) için üç gün süreyle boşaltılacak ve aralarında on yıl savaş yapılmayacak. Bunun üzerine Hz. Peygamber ve müslümanlar bir­likte Medine'ye geri döndüler. Ertesi sene Hz. Peygamber kaza umresi yapmak üzere hazırlıklarını yaptı. Müslümanlar kâfirlerin sözlerinde durmayacaklarından korktular. Onlar haram ayında ha­rem dahilinde savaşmaktan da hoşlanmıyorlardı. İşte bu âyet-i ke­rîme bunun üzerine nazil olmuştur."[370]

Müminlere kendilerini savunma hakkı veren bu âyet nazil ol­madan önce Mekke'de müşrikler Hz. Peygamber ve ashabına çok­ça eziyet ediyorlardı. İnananlara yapılan baskı ve işkence Mekke döneminin en belirgin özelliklerindendir. Öyle ki ashabın dayak ye­miş veya yaralanmış birini Rasûlullah'a getirmedikleri gün olmu­yordu. Bunlardan bir kısmı çok ağır işkencelere maruz bırakılıyor­du. Ashabın maruz kaldığı işkencelerden bazıları şöyleydi: Onlar yakıcı güneş altında kızgın kumlara yatırılıp çıplak bedenleri üzeri­ne ağır taşlar konarak bekletiliyor, aç ve susuz bırakılıyor, yerlerde süründürülüyorlardı. Bazen elleri ve ayakları bağlanarak kamçılanı­yorlardı. Bazen de bedenleri ateşle dağlanıyordu. Bazıları bu işken­celer neticesinde can vermişti.[371] Özellikle müminleri dinlerinden döndürmek üzere yapılan bu işkenceler onları alabildiğine üzüyor­du. Ashab bunları Rasûlullah'a şikâyet ettiğinde Rasûlullah: 'Sab­rediniz, daha kıtal ile emrolunmadım' diyordu. Nitekim inançları sebebiyle müşriklerden gördükleri baskı ve zulmün sonucunda bir kısım müminler önce Habeşistan'a[372], daha sonra da evlerini, yurtlarını, vatanlarını terk ederek Medine'ye hicret etmişlerdi. Hat­ta hicret edemeyen bazı güçsüz Müslümanlar hicretten sonra da bu baskı ve zulmün altında kalmışlardı.[373] Rasûlullah hicret ettiğinde müminleri Allah yolundan alıkoyan ve onlara saldıran düşmanları­na karşı savaşmaya izin veren âyetler nazil oldu.[374]

Savaş gerekçesinin müminlere saldırı olduğunun anlatıldığı Ba­kara 190. âyetten hemen sonra gelen ve fitne kelimesinin geçtiği "Zulüm ve baskı (fitne) adam öldürmekten daha beterdir"[375] mealindeki âyetinde ise, başlanmış ve o anda devam etmekte olan savaşta, müminlerin nasıl davranmaları gerektiği anlatılır.[376] Bura­da müşriklerin müminlere yaptıklarına bir misilleme olmak üzere olağanüstü şartların bir sonucu olarak müminlerden onları yakala­dıkları yerde öldürmeleri ve kendilerini yurtlarından çıkaran bu kimselere aynı şekilde karşılık vermeleri istenmektedir. Bu ifadele­rin ardından gelen, "Zulüm ve baskı (fitne) adam öldürmekten daha beterdir." hükmü ise sözü edilen talebin gerekçesini oluştur­maktadır. Buna göre müşriklerin fitne eylemini gerçekleştirmeleri, müminlerin müşriklere karşı savaşmalarının ve savaşta onları öl­dürmelerinin meşru sebebidir.[377] Burada savaşta müşrikleri öldür­me ile onların fitnelerinin mukayesesi yapılarak, onların fitnesinin çok daha ağır ve daha kötü bir durum olduğu belirtilir. O halde bu âyet müminlerin daha çok Mekke'de karşılaştıkları durumu anlat­maktadır.

Burada geçen fitne özellikle müslümanların Mekke'de karşılaş­tıkları eziyete gönderme yaptığından dinleri sebebiyle müşrikler ta­rafından yapılan her türlü saldırıyı ifade eder.[378] Âyetteki fitneyi "zulüm ve baskı” olarak yorumlayan Esed (Ö.1992), bunun gerek­çesi ile ilgili olarak da şunları söyler: "Fitnenin bu bağlamda "bas­kı" olarak çevrilmesinin gerekçesi, bu terimin insanı sapıklığa gö­türen ve manevi değerlere inancını kaybetmesine yol açan her tür­lü müdahale için kullanılmasıdır.[379] Mevdûdî (Ö.1979) de fitnenin buradaki tam karşılığının "şiddete başvurarak bir fikri bastırmak ve ortadan kaldırmak"[380] olduğunu söylemektedir. Buna göre bura­daki fitne insanların Allah'a özgürce kulluk yapmalarının önünde­ki tüm engellemeleri ifade etmektedir.[381]

Tüm bu açıklamalar fitnenin burada zulmün kapsamına giren geniş anlamlar kümesini kucakladığını gösterir. Bu manada, mü­minlerin Allah yolundan alıkonulmaları, onlar açısından hayati önem taşıyan, kendisiyle hem dünyada ve hem de âhirette mutlu olacaklarına inandıkları inançları sebebiyle çeşitli işkencelere tâbi tutulmaları, bazılarının dövülüp yaralanmaları ve bazılarının da öl­dürülmeleri, inançlarından vazgeçmeleri için açlığa mahkum edil­meleri, toplumdan tecrit edilerek yalnızlığa itilmeleri, horlanıp alay edilmeleri, Mekke'den sürülmeleri, müminlerin açıktan ibadet et­melerinin engellenmeleri, Kabe'yi ziyaretten uzak tutulmaları, ev­lerinden, mallarından, ailelerinden ve çocuklarından uzaklaştırıl­maları, müşriklerin Hz. Peygamberi öldürmeye yönelik teşebbüs­leri, İslam'ın gelişmesini önlemek için müminlere savaş açmaları hep fitnenin kapsamına girmektedir. Buna göre bütün bunlar sa­vaş ortamında müşrikleri öldürmekten daha ağır bir durumdur. M. Hamdi Yazır bu durumu sosyal ve psikolojik açıdan şu cümlelerle güzel bir şekilde tahlil etmiştir: "Fitne; Aslı, sözlükte, karışığını al­mak için altını ateşe koymaktır. Bundan sıkıntı ve belâya sokmak mânâsında kullanılmıştır ki burada bu mânâyadır. Yani vatandan çıkarmak gibi, insanları azaba uğratacak belâ ve sıkıntı öldürmek­ten daha ağırdır. Ölümden daha ağır ne vardır, demeyiniz. Çünkü ölümü temenni ettiren durum, ölümden daha ağırdır. Bu sözün ge­lişinde insanı vatanından çıkarmanın da ona, ölümü temenni etti­recek fitne ve sıkıntı cümlesinden olduğuna işaret vardır. Şirk, küf­rü yaymak, dinden dönmek, Allah'ın yasaklarını çiğnemek, genel sükuneti bozmak, vatandan çıkarmak hep birer fitnedirler. Mümi­nin -Allah korusun- dönüp kâfir olması, öldürülmesinden ağırdır. Doğru yola girmiş olan müminlerden bazı kimseler, Mekke müşrik­leri tarafından küfre döndürülmek için azaba uğratılıyor, onlar da, “Allah yolunda öldürülenlere 'ölüler' demeyin. Hayır onlar di­ridirler.” (Bakara, 2/154) ilâhî emri gereğince ölmeyi göze alıp Al­lah'ın izni ile dayanıyorlardı. Bu şekilde haram ayda ashâb'dan ba­zılarını müşrikler öldürmüşler, bu da müslümanların gücüne gitmiş­ti. İşte bütün bunlar "Fitne öldürmeden daha ağırdır" prensibinde özetlenerek harp ilânının sebebi kısaca ifade buyrulmuş ve müslümanlar fitneyi ortadan kaldırmak için Allah yolunda ya gazi veya şehit olmaya teşvik edilmiştir. Nüzul sebebi özel ise de söz, fitne­nin mahiyetinin, öldürmenin mahiyeti ile karşılaştırılmasını ifade ettiğinden hüküm geneldir."[382]

Çağdaş müelliflerden Reşîd Rızâ (1354/1935) da üzerinde durduğumuz, "Zulüm ve baskı (fitne) adam öldürmekten daha beterdir" mealindeki âyeti yukarıda açıklanan doğrultuda yorum­lamakta ve şunları söylemektedir: "Dininizden ayırmak maksadıy­la müşriklerin size zulüm ve işkence yapmaları, yurdunuzdan çıkar­maları, mallarınıza el koymaları şeklindeki fitneler öldürmekten daha kötüdür. Çünkü insan için benimsediği ve sonuç olarak da mutlu olacağını umduğu inancından dolayı zulme, sıkıntıya ve iş­kenceye uğratılmasından daha büyük belâ yoktur."[383]

M. Hamdi Yazır, fitnenin öldürmeden neden daha kötü bir du­rum olduğunu ise şöyle açıklamaktadır: "Öldürme, aslında fena bir şeydir. Fakat fitne de öldürmeden daha şiddetlidir, daha ağır­dır. Çünkü öldürmenin zahmet olması çabuk geçer, fitneninki de­vam eder. Öldürme, insanı yalnız dünyadan çıkarır. Fitne ise hem dinden, hem dünyadan eder. Bunun için fitneye tutulmaktan ise o fitneyi çıkaranları öldürmek veya ölmek, yahut da çıkardıkları fit­neyi kendi başlarına yıkmak elbette daha iyidir. "Ehven-i Şerreyn" (iki şerrin en zararsızı) tercih edilir." kaidesi de bu gibi naslardan çı­karılmıştır"[384]

"Zulüm ve baskı (fitne) adam öldürmekten daha beterdir." âyetinde niteliği bildirilen fitne, daha sonra gelen ve aynı zaman­da savaşın amacını da ortaya koyan "Hiçbir zulüm ve baskı (fit­ne) kalmayıncaya ve din (kulluk) yalnız Allah'ın oluncaya ka­dar onlarla savaşın. Onlar savaşmaya son verecek olurlarsa, ar­tık düşmanlık yalnız zalimlere karşıdır." mealindeki Bakara 193. âyette, tamamen ortadan kaldırılması gerekli olan olumsuz bir durum olarak ifade edilmektedir. Fitne, Bakara sûresinin 191. âyetinde olduğu gibi burada da, müminlerin inançlarından dolayı

gördükleri baskı, zulüm ve işkence anlamındadır. Kanaatimizce her iki âyetin bağlamına en uygun olan da bu anlamdır. Zira daha ön­ce bu anlamın fitnenin sözlük anlamları arasında yer aldığını be­lirtmiş, sözlüklerde fütine fi dînihî, yüftenûne bidînîhim şeklin­deki kullanımların, kişilerin dinleri sebebiyle çeşitli ağır baskı ve iş­kencelere maruz kalmayı anlattığını[385] ifade etmiştik. "Hiçbir zu­lüm ve baskı (fitne) kalmayıncaya kadar savaşın" âyetinin indi­ği dönemde, Mekke şirkin merkezi durumundadır. Kabe putlarla doludur. Müşrik sapıklığında hür, mümin ise inancını ifade etmede hür değildir. Bu âyetin Mekke müşriklerinin, inançlarından dolayı müminlere yapmış oldukları eziyetleri sürdürmeleri üzerine nazil olduğu belirtilmektedir. [386] Bütün bu açıklamalar fitnenin anılan âyetlerde sözünü ettiğimiz anlamda kullanıldığını göstermektedir. Ayrıca "Hiçbir zulüm ve baskı (fitne) kalmayıncaya ve din (kul­luk) tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın."[387] âyeti ile ilgili İbn Ömer'in yaptığı açıklamalar da burada geçen fit­nenin, inanca yönelik yapılan baskı, dinden döndürmek için yapı­lan zulüm ve işkence gibi olumsuzlukları anlattığının başka bir de­lilidir. Buhârî'de yer alan söz konusu rivayet şöyledir: "İbn Zübeyir dönemindeki fitne olaylarında iki kişi İbn Ömer'e gelerek, 'Şüphe­siz insanlar helak edildiler. Sen Ömer b. Hattab'ın oğlu ve Rasûlullah'ın sahâbisi iken seni bu savaştan alıkoyan nedir?' derler. İbn Ömer, onlara 'Müslüman kardeşimin kanının bana haram olması, bir şey yapmama mani oluyor.' diye cevap verir. Bunun üzerine o iki kişi, 'Peki, Allah "fitne kalmayıp din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşınız" buyurmadı mı?' der. İbn Ömer de bu so­ruya şu cevabı verir: 'Biz herhangi bir fitne kalmayıncaya kadar savaştık ve din de Allah'ın oldu. Ancak sizler bir fitne olsun ve din de Allah'tan başkasına ait olsun şeklinde savaşmak istiyorsunuz' diye cevap verir."[388]

Sözünü ettiğimiz âyetle ilgili Buhâri’de yer alan bir başka riva­yet de şöyledir: "Abdullah b. Ömer'e bir adam geldi ve: 'Ey Ebû Abdurrahman! Allah yolunda cihadı terk ederek bir yıl hac bir yıl­da umre yapmana seni sevk eden nedir? Halbuki sen Allah'ın ci­hada çok teşvik ettiğini biliyorsun' dedi. İbn Ömer de ona: 'Ey kar­deşimin oğlu! İslam beş şey üzerine bina edilmiştir. Allah'a ve Rasûlü'ne iman etmek, beş vakit namazı kılmak, Ramazan orucunu tutmak, zekatı ödemek, hac yapmak' dedi. O kişi de 'Ey Ebû Ab­durrahman! Allah'ın kendi kitabında zikrettiği "Eğer müminler­den iki zümre birbirleriyle dövüşürlerse aralarını bulup barıştı­rın. Eğer onlardan biri diğerine karşı hâlâ tecavüz ediyorsa, siz o tecâvüz edenle, Allah'ın emrine dönünceye kadar sava­şın..."[389] âyeti ile "Hiçbir zulüm ve baskı (fitne) kalmayıncaya ve din (kulluk) yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Onlar savaşmaya son verecek olurlarsa, artık düşmanlık yalnız zalimlere karşıdır." âyetini işitmiyor musun?' dedi. İbn Ömer de: Biz Rasûlullah zamanında müslümanlar henüz az iken o harbi müşriklere karşı yaptık. O zaman (mümin) kişi dini hususunda fit­ne (zulüm, işkence)ye uğratılırdı (fekâne'r-reculü yüftenü fi dînihi). Müşrikler ya onu öldürür yahut da ona azap ve işkence eder­lerdi. Nihayet müslümanlar çoğaldı. Artık hiç bir fitne kalmadı' de­di. O kişi de ona, Ali ve Osman hakkında ne dersin dedi..."[390]

Bu rivayetlerden anlaşıldığına göre İbn Ömer, "Zulüm ve bas­kı (fitne) kalmayıp din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşınız" ifadesinde yer alan fitnenin, müslümanlar arasında meydana gelen iç karışıklık ve kargaşa anlamında olmayıp, mü­minlerin inançlarından dolayı maruz bırakıldıkları baskı, zulüm ve işkence anlamında olduğunu ifade etmiştir.

Fitneye yüklediğimiz bu anlam doğrultusunda savaşın nihâi he­defini açıklayan "Hiçbir zulüm ve baskı (fitne) kalmayıncaya ve din (kulluk) yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın." âyetini şöyle açıklayabiliriz: Dinden uzaklaştırmaya yönelik yapılan baskı, zulüm ve işkence tamamen ortadan kalkıncaya ve insanlar başkalarına boyun eğmeksizin Allah'a kulluk etme imkanına kavu­şuncaya kadar savaşın.

Âyet hakkında vardığımız bu sonuca dair gerekçemizi de şöy­le açıklayabiliriz: Bu âyet insanların güven ve özgürlük içerisinde yalnızca Allah'a kulluk edebilme ortamını sağlamalarını müminler­den açıkça istemektedir. Bu da ancak zulüm ve baskı yapanların saldırganlıklarının önlenip, güçlerinin kırılması ve bunun neticesin­de din hürriyetinin tam olarak sağlanması ile gerçekleşir. Zira böy­le bir ortamda vicdanlar üzerindeki baskılar kalktığı için din en doğru şekliyle anlatılır, dine davet edilen insanlar özgür iradeleriy­le inançlarını tercih yapma hakkına sahip olurlar ve dînî görevleri­ni yapmak isteyen kimseler de inançlarından dolayı kimseye karşı hoş görünmeye, iltifat etmeye, dinini gizlemeye, ondan utanmaya ihtiyaç hissetmeksizin ibadetlerini güven içerisinde ve özgürce ye­rine getirirler.

Söz konusu âyeti bir çok müfessir de bu tarzda açıklamaktadır. Bir kısım müfessirler bu âyette geçen hattâ lâ tekûne fitnetün ifadesini, hattâ la yüftene müslimün an dînihi "müslüman dini sebebiyle fitneye (zulüm ve baskıya) maruz bırakılıp dininden alı­konulmasın" şeklinde açıklamaktadırlar.[391] Ayette belirtilen sava­şın nihâi hedefinin din hususunda fitne namına hiçbir şeyin kalma­ması olduğunu söyleyen Reşîd Rızâ (1354/1935) da hocası Muhammed Abduh (1323//1905) un âyeti şöyle açıkladığını zikre­der: "(Ey müminler) kâfirlerin, dininiz sebebiyle sizi fitneye düşür­me, zulüm ve baskıya uğratma ve dininizi açıkça ifade etmenize, insanları ona davetinize engel olacak güç ve kuvvetleri kalmayın­caya kadar onlarla savaşın."[392] Esed (Ö.1992) de, söz konusu âyette ifadesini bulan 'fitnenin kalmayışı'nı, hiçbir cezalandırılma korkusu duymadan Allah'a özgürce ibadet edilmesinin sağlanması şeklinde yorumlarken, yine aynı âyette yer alan "din" teriminin bu bağlamda "kulluk" olarak karşılanmasının daha uygun olacağını, çünkü bu karşılığın, burada dinin hem akidevî, hem de ahlakî yön­lerini, yani insanın hem inancını, hem de bu inançtan doğan yü­kümlülüklerini kapsadığını ifade eder.[393] Reşîd Rızâ da "Hiçbir zu­lüm ve baskı (fitne) kalmayıncaya ve din (kulluk) yalnız Al­lah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın." âyetinde geçen 'dinin yalnız Allah'a ait olması'nı şöyle açıklamaktadır: "Her fert -beşerî bir korkuya kapılmaksızın- dinini yalnızca Allah'a ait kılabilsin. Di­ninden uzaklaştırılmak için fitneye maruz bırakılmasın ve bu se­beple eziyete tâbi tutulmasın. Dininin gereklerini yerine getirebil­mek için hiç kimseye karşı iki yüzlü davranmak, kandırmak, veya dinini  gizlemek ya da iltifat etmek ihtiyacı hissetmesin."[394]

Fitneye inanca yönelik baskı ve zulüm anlamını verdiğimizde, sözünü ettiğimiz âyetin "eğer vazgeçerlerse" ifadesiyle başlayan kısmına şöyle anlam verebiliriz: "Eğer o kâfirler fitnelerinden ve saldırganlıklarından vazgeçerek savaşmaya son verecek olur­larsa, artık zâlimlerden başkasına düşmanlık yoktur."

Ancak burada şunu da ifade etmemiz gerekir ki, çoğu müfessir, burada geçen fitneyi "şirk"[395], "küfür'' [396] olarak tefsir etmiş­tir. Buna göre el-fitnetü eşeddü mine'l-katl'ın anlamı, "şirk ve küfür, öldürmekten daha beterdir"; vekâtilûhüm hattâ lâ tekûne fitnetün'ün anlamı, "şirk ve küfür kalmayıncaya kadar savaşın.” olur. Bu anlayışa göre, savaşın nihaî hedefi ise, şirk ve küfrün tamamen ortadan kaldırılmasıdır.[397] Bu durumda âyetin, "eğer vaz­geçerlerse" ile başlayan kısmının anlamı şöyle olur: "Eğer o kâfir­ler İslam'a girmek suretiyle şirk ve küfürlerinden vazgeçerler­se, artık zâlimlerden başkasına düşmanlık yoktur."[398]

Kanaatimizce her iki âyetin bağlamı da bu anlamı vermeye uy­gun değildir. Zira yukarıda da belirttiğimiz üzere söz konusu âyet­ler, kâfirlerin müminlere yönelik saldırıları ve yaptıkları zulümler karşısında onlarla savaşılmasının gerekliliğini ve yapılacak bir sa­vaşta müminlerin nasıl davranacaklarını söz konusu eden bir bağ­lamda yer almaktadır. Ayrıca çalışmamızın baş tarafında yer verdi­ğimiz fitnenin sözlük anlamları arasında "şirk" ve "küfür" anlam­ları yer almamaktadır. Dolayısıyla bu anlamlar lafza uygun bir ma­na taşımayan anlamlardır. Ancak fitnenin, doğru yoldan ayrılmak, saptırmak, ayartmak gibi sözlük anlamlarından hareketle şirkin, küfrün, Allah'ı inkarın, küfrü yaymanın, dinden dönmenin de birer fitne olduğunu söyleyebiliriz. Bir çok müfessirin buradaki fitneyi, "şirk" ve "küfür" olarak yorumlamasının sebebi, bunların da birer fitne unsuru olması[399] ve -söz konusu âyetlerin bağlamları çerçe­vesinde değerlendirildiğinde- müslümanların inancına yönelik bas­kı yapıp zulmedenlerin, onlara saldırıp savaş açanların müşrikler oluşu olabilir. Bir kısım müfessirlerin küfrü savaş sebebi olarak gör­meleri de[400], sözünü ettiğimiz müfessirlerin bu şekilde yorum yap­malarına sebep teşkil etmiş olabilir. Ayrıca yukarıda da ifade ettiği­miz üzere fitneyi "küfür" olarak yorumlayanlar, savaşın nihaî hedefinin, küfrün tamamen ortadan kaldırılması olduğunu söylemek­tedirler.[401] ki bu Kur’an’ın bir çok âyetiyle çelişmektedir.[402]

Aynı sûrenin "Sana haram ayda savaşmayı soruyorlar. De ki: 'O ayda savaşmak büyük bir günahtır. (İnsanları) Allah yo­lundan çevirmek, Allah'ı inkar etmek, Mescid-i Haram'ın ziya­retine mâni olmak ve halkını oradan çıkarmak ise Allah katın­da daha büyük günahtır. Baskı-zulüm (fitne) ise adam öldür­mekten daha büyüktür. Onlar güç yetirebilseler, sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler. Sizden kim, dininden döner ve kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da âhirette de boşa gider. Onlar cehennemlikler­dir, orada devamlı kalırlar." mealindeki 217. âyetinde geçen fit­ne kelimesi de müminleri dinlerinden uzaklaştırmaya yönelik bas­kı ve zulüm anlamını ifade eder.[403] Râzî (606/1209) âyeti açıklar­ken buradaki fitnenin, kâfirlerin müslümanları dinlerinden vazge­çirmek için, bazen onların kalplerine şüphe atarak; bazen de Bilal, Suheyb ve Ammâr b. Yâsir'e yaptıkları gibi işkenceler yaparak gerçekleştirdikleri fitneler olduğu şeklinde bir görüşü zikreder.[404] Kurtubî (671/1272) de, buradaki fitnenin anlamının, "müşriklerin müslümanları dinlerinden çevirmek için ölünceye kadar fitne (iş­kenceye maruz bırakmaları) olduğunu cumhurdan nakleder.[405]

Yukarıda sözü edilen anlamı vermemizin gerekçelerini belirt­miştik. Bu sebeple onları burada ayrıca tekrar etmeyi uygun gör­müyoruz. Ancak Bakara sûresi 217. âyetin nüzul sebebi ile ilgili tefsirlerde geniş bir şekilde zikredilen ve bizim fitneye yüklediğimiz anlamı teyit eden rivayetlerin bir özetine yer vermemizin uygun olacağını düşünüyoruz. Bu rivayetlerden anladığımıza göre, Rasûlullah, bir Kureyş kervanını gözetlemeleri için Abdullah b. Cahş komutasında bir seriyye göndermişti. Onlar Mekke ile Tâif arasında­ki Batn-ı nahle denilen yerde yiyecek ve ticaret malları yüklü bir Kureyş kervanı ile karşılaştılar. Kervanın yanında Kureyş'ten Amr b. Hadramî ve onunla beraber üç kişi daha vardı. O gün Cemazi yelâhirin sonu ve ertesi günü Receb idi, bu da Haram aydı. Bun­dan dolayı müslümanlar Receb ayı girmeden çarpışmayı gerekli gördüler. Seriyyede olan müminlerden Vâkıd b. Abdullah, Amr b. Hadrami’yi öldürdü, diğerleri de onun yanındakilerden ikisini esir aldılar. Abdullah b. Cahş ve arkadaşları ticaret mallarıyla birlikte kervanı ve bu iki esiri alıp Medine'ye Rasûlullah'a getirdiler. Gel­dikleri zaman Rasûlullah:

     "Ben size haram ayda savaşı emretmemiştim." diye buyurdu. Abdullah:

     "Ey Allah'ın Resulü! İbnü Hadramî'yi öldürdük, akşam Recep hilâlini gördük; bilmiyoruz Receb ayında mı yoksa Cemâziyelâhire ayında mı bunu yaptık.?" dedi. Bundan dolayı Rasûlullah o ganimetten hiçbir şey almadı. Bunu gören savaşçılar mahvolduklarını zannettiler ve "Tövbelerimiz hak­kında bir şey inmedikçe kımıldamayız." dediler. Müslümanlardan bunlara: "Bu hususta emr olunmadığınız bir şeyi yaptınız, size sa­vaş emredilmediği halde haram aylarda savaş mı ettiniz?" diyenler oldu. Kureyş de "Muhammed ve arkadaşları halkın geçinmeleri için gerekli şeyleri tedarik etmek üzere çalıştıkları ve korkuda bu­lunanların güvencede bulunduğu haram ayları helâl saydılar, Re­cep ayında kan döktüler." diye yaygara yaptılar. Mekke'de bulunan müslümanlar da, "Bunlar bunu Cemâziyelâhire ayında yaptılar." diye suçlamayı reddettiler. Yahudiler de bu olayı, Rasûlullah aley­hine kullanmak istiyordu. Müfessirlerin çoğunluğuna göre bu âyet, bu olaylar üzerine inmiştir.[406]

Âyeti, burada yer alan ifadelerle birlikte değerlendirdiğimizde şunları söyleyebiliriz: Âyette, müminlerden birinin haram ayda yanlışlıkla bir müşriki öldürmesini yadırgayanlara cevap verilmek­tedir. Verilen cevapta müşriklerin fitnesinin yani, inançları sebe­biyle müminlere yaptıkları zulümlerin, haram ayda adam öldür­mekten daha beter bir suç olduğu belirtilmiştir.

Müfessirlerin çoğunluğu, Bakara, 191 ve 193. âyetlerinde olduğu gibi bu âyette geçen fitneye de, şirk[407] ve küfür[408] anlamla­rını vermişlerdir. Bu yoruma göre âyetin anlamı şöyle olur: "Sizin küfrünüz/şirkiniz bizim onları öldürmemizden daha büyük bir şey­dir."[409] Yukarıda aynı bağlamda yer alan âyetler ile ilgili açıklama­lar yaparken de belirttiğimiz üzere bu anlam, hem fitnenin anlam­ları arasında bulunmamaktadır ve hem de âyetin bağlamına uygun düşmemektedir. Râzî (606/1209) de, burada fitneye "küfür" an­lamı verenlerin bu görüşünün zayıf bir görüş olduğunu, zira bu an­lamın, aynı âyette geçen küfrün bihi'nin anlamının bir tekrarı ola­cağını ifade eder.[410]

"Yeryüzünde sefere çıktığınız vakit kâfirlerin size saldırma­sından (en yeftineküm) korkarsanız, namazı kısaltmanızdan ötürü size bir günah yoktur. Şüphesiz kâfirler sizin için apaçık düşmanınızdır."[411] âyetindeki fitne kelimesi 'ani baskın yapmak' anlamında kullanılmıştır.[412] Zira âyette müslümanların sefere çık­tıklarında düşman korkusuyla namazı kısaltmalarına ruhsat veril­mektedir. Her an düşman baskısı olabileceği için müslümanlar na­mazlarını kısaltabileceklerdir. Burada fitne kelimesinin kullanılma­sı, yapılacak saldırının hilekarlık, fırsattan istifade şeklinde olabile­ceğini akla getirmektedir ki bu da bir nevi zulümdür. Bu münase­betle biz de bu âyeti zulüm başlığı altında vermeyi uygun bulduk. Bazı müfessirler burada geçen fitneyi "fitne ve mihnete düşür­mek"[413], "kötülük yapmak"[414], "öldürmek"[415], "savaş çıkarmak"[416] anlamında yorumlamışlardır ki bunlar savaşta saldırı es­nasında meydana gelen durumlar olduğundan âyetin vurgulamak istediği olguyla tam olarak örtüşmemektedir.

Din ve inanç özgürlüğünü bir hedef olarak gösteren Bakara sû­resinin 193. âyetiyle aynı düzlemde olan, Bedir savaşının safhala­rının ve sonuçlarının konu edildiği bir bağlamda yer alan "Hiçbir zulüm ve baskı (fitne) kalmayıncaya ve din (kulluk) tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını hakkıyla görendir." me­alindeki Enfâl sûresinin 39. âyetindeki fitne kelimesi, "baskı ve zulüm" anlamındadır.[417] Buradaki fitneyi de bazı müfessirler "şirk"[418] ve "küfür"[419] olarak yorumlamışlardır. Ancak daha önce Bakara 191-193 ve 217. âyetlerindeki fitneyi açıklarken belirtti­ğimiz gerekçeler bu âyetteki fitne için de geçerlidir. Bu sebeple, buradaki fitneyi de, "baskı ve zulüm" olarak anlamanın daha uy­gun düşeceği kanaatini taşımaktayız.

Firavun'un baskı ve zulmü sebebiyle ya da baskı ve zulmüne rağmen[420] Hz. Musa'nın kavminden az bir topluluğun iman etme­si şöyle anlatılır: "Firavun ue ileri gelenlerinin zulüm ve işkence etmesinden (en yeftinehüm) korkuya düştükleri için kavmin­den küçük bir grup gençten başka kimse Musa'ya iman etme­di. Çünkü Firavun yeryüzünde ululuk taslayan (bir diktatör) ve haddi aşanlardan idi. "[421] Âyetteki "yeftine" kelimesi müfessirle­rin geneli tarafından 'baskı, zulüm ve işkence' olarak tefsir edilmiş­tir.[422] Âyette gündeme getirilen fitne olayı ile ilgili olarak müfessirlerin açıklamaları birbirine yakındır. Onlar genellikle buradaki fitne kavramını, ''zulmetme"[423], "belâya uğratma"[424], "öldür­me"[425], "azap etme"[426] "iman etmelerini engelleme"[427], "ceza­landırarak dininden döndürme"[428] gibi ifadelerle tefsir etmektedir­ler ki, baskı, zulüm ve işkence kelimeleri bu ifadelerin tamamını kapsamaktadır. İbn Aşur (Ö.1973)'un, yine bu kavramla ilgili ola­rak "kişinin tahammül edemeyeceği şeylerle kişiye sıkıntı ve korku vermek"[429] şeklindeki açıklamaları da en güzel olarak, baskı, zu­lüm ve işkence kelimeleri ile ifade edilebilir. Firavun'un toplumda­ki nüfuzu, iktidarının gücü ve baskıcı kişiliği[430] dikkate alındığında söz konusu kelimeye belirtilen anlamın verilmesinin daha uygun olduğu anlaşılacaktır.

Kur'an'da Hz. Musa'nın kavminin dualarından birisi olarak yer alan "Ey Rabbimiz! Bizi, zalimler topluluğunun baskı ve şiddetine (fitneten) maruz bırakma!" âyetinde[431] geçen fitne kavramı, zalimler tarafından yapılabilen her türlü fitneyi içerir. Bu anlamda, onların müminlere yaptıkları baskı, zulüm, işkence vb. her türlü kötülük bu fitnenin kapsamı içerisine girer.[432] Müfessirler bu âye­ti şu şekilde açıklamaktadırlar: Ey Rabbimiz bizi zalim bir toplum için fitne konusu yapma (bizi fitneye düşürmelerine imkan verme), yani onların bize saldırmalarına, zulmetmelerine, işkence yapma­larına, dinimizden döndürmelerine, bize galip gelmelerine veya kendilerinin doğru yol üzerinde bulunduğunu zannedip de hakkı­mızda: 'bunlar hak yolda olsalardı başlarına musibetler gelmezdi' diyerek bizim sebebimizle fitneye düşmelerine imkan verme.[433]

Müminlerin Medine'ye hicret etmelerine verilen ilâhî desteğin anlatıldığı "Sonra şüphesiz ki Rabbin, eziyete uğratıldıktan (fütinû) sonra hicret eden, sonra Allah yolunda cihad edip sabreden kimselerin yanındadır. Şüphesiz Rabbin bütün bunlardan sonra elbette çok bağışlayan, pek esirgeyendir."[434] âyetinde ge­çen fütinû kelimesi, 'zulüm ve baskıya maruz kalma' anlamına yo­rumlanmıştır.[435] Zira âyette müşrikler tarafından işkence ile dinle­rinden döndürülmeye çalışılan müminlerden söz edilmektedir.[436] Gördükleri eziyet ve işkencenin ağırlığına tahammül edemeyen ve bu sebeple vatanlarını terk etmek zorunda olan Mekkeli müslümanların durumu dikkate alındığında âyette geçen söz konusu kelimenin baskı ve zulüm anlamına yorumlanması isabetli kabul edilmelidir.[437]

Zahirde gösterdikleri imanın bile hep olumlu semerelerini dev­şirmeye alışmış olan münafıkların[438], baskıya maruz kalınca nasıl yan çizdiklerinin anlatıldığı âyet şöyledir: "İnsanlardan öyleleri vardır ki, 'Allah'a inandık' derler. Fakat Allah uğrunda bir ezaya uğratılınca insanlardan gördükleri baskı ve işkenceyi (fitnete'n-nâs) Allah'ın azabı gibi tutarlar. Andolsun, Rabbinden bir yardım gelecek olsa mutlaka, 'Doğrusu biz de sizinle beraber­dik' derler. Allah, herkesin kalbinde olanı en iyi bilen değil mi­dir?"[439] Ayette geçen fitne kelimesi de 'eziyet, baskı ve zulüm' anlamında kabul edilmiştir.[440] Bazı müfessirler buradaki fitneyi "dinden dönme"[441], "belâ ve musîbet"[442], "dünyevî azap"[443] ola­rak yorumlarlar. Kanaatimizce buradaki fitnenin anlamını en gü­zel karşılayan, yine âyetteki ûzîye fi'l-lah (Allah yolunda eziyete uğramak) ifadesidir. Âyetteki fitnete'n-nâs'ın hemen devamında geçen ke azâbi'llahi ifadesi de söz konusu kelimeyi açıklar mahi­yette olduğundan buradaki fitne kelimesinin zulüm anlamına gel­diğini tahmin etmek zor değildir.

Ayette inandıklarını iddia ettikleri halde imanın gönüllerinde yer etmediği kimselerin Allah yolunda karşılaştıkları dünyevî zulüm ve işkenceleri, âhirette ki azaba denk tutmalarının yanlışlığına işaret edilmektedir.[444] Allah'ın azabından korkularak küfür ve günah­lardan sakınıldığı gibi, bu kimseler de, insanların işkencelerinden korkarak iman ve iyilikten sakınıp kaçınırlar.[445] İman ettikten son­ra kâfirlerin tehditleri, hapsetmeleri ve işkenceleri ile karşı karşıya kaldıklarında, küfürleri nedeniyle Allah'ın öldükten sonra cehen­nemde vereceği ceza ve azabın bundan daha şiddetli olamayacağı­nı düşünürler. Bu nedenle zamanı gelince âhirette ki cezalarını çekmeye ve bu dünyadaki eziyet ve işkencelerden kurtulup kendi­lerince kolay bir hayat sürmek amacıyla imandan vazgeçip kâfirle­re katılmaya karar verirler.[446]

Kur'an'da Hz. İbrahim ve onunla birlikte olan müminlerin du­ası olarak geçen "Ey Rabbimiz! Bizi, inkar edenlerin zulmüne (fitneten) uğratma. Bizi bağışla. Ey Rabbimizl Şüphesiz sen mutlak güç sahibisin, hüküm ve hikmet sahibisin." mealindeki Mümtehine sûresi 5. âyette yer alan fitne kelimesi, 'zulüm, baskı, işkence' anlamlarındadır. Müfessirlerin geneli de söz konusu keli­meyi bu anlamlarda yorumlamışlardır.[447] Buhârî (256/870) bu âyetin tefsiri ile ilgili olarak Mücâhid (104/722)'in şunları söyledi­ğini rivayet etmektedir: "Bize onların elleriyle azap etme, sonra onlar: Bunlar hak üzerinde olsaydı, kendilerine bu yenilme ve esir­lik azabı isabet etmezdi, derler."[448] Bazı müfessirler buradaki fit­neye 'imtihan' anlamı vermişlerdir.[449] Ancak müminlerin kâfirlere deneme konusu kılınması da onların zulüm, baskı ve işkencelerine maruz kalmaları veya bu baskılar sonucunda dinin emirlerinden ta­viz vermekle karşı karşıya bırakılmaları ya da müminlerin mağlûbi­yetleri sebebiyle kâfirlerin kendi inkarlarını doğru zannetmeleri şekillerinde olabilir.[450] Bu açıdan ilgili kısmı, "Ey Rabbimiz! Bizi, in­kar edenlere deneme konusu kılma" şeklinde yorumlamaktansa "Ey Rabbimiz! Bizi, inkar edenlerin zulmüne (fitne) uğratma" şeklinde yorumlamak kanaatimizce daha isabetlidir. Sözünü ettiği­miz âyeti bu yönde yorumlayan M. Hamdi Yazır (1360/1941)'ın şu açıklamasına burada yer vermenin uygun olacağını düşünüyo­ruz: "Ey Rabbimiz, bizi o küfredenler için bir fitne kılma yani on­lara mağlup etme, ellerine düşürüp sıkıntı ve azaba sokma, el ve dil uzatmalarına meydan verme ki bizim meşakkatimiz yüzünden onlar imanı hakir görerek küfre bağlılıklarını artırmasın. Zira mü­minlerin eziyet ve sıkıntı içinde gösterecekleri temizlik ve yüksek­likten de imanın yüceliği anlaşılabilirse de, bu pek zor ve tehlikeli olduğu gibi kâfirlerin, 'İman iyi olsaydı bunlar mağlup edilmez esir olmazlardı.' deyip dünya hayatına aldanmak suretiyle küfre tutkun­luklarına sebep de olabilir. "[451]

Müminlere inançlarından dolayı yapılan baskı ve zulümlerin anlatıldığı "Şüphesiz mümin erkeklerle mümin kadınlara işken­ce edip (fetenû), sonra da teube etmeyenlere; cehennem azabı ve (orada) yanma cezası vardır." âyetinde[452] geçen fetenû keli­mesinin de genellikle zulmün en ileri düzeyi kabul edilen "işkence etme" anlamına geldiği kabul edilmiştir.[453] Bir kısım müfessirler sözünü ettiğimiz bu kelimeyi "ateşle yakmak'[454] anlamına yorum­lamışlardır. Daha önce de ifade edildiği üzere bu anlam, ftn kö­künün temel anlamıdır.[455] Âyetin yer aldığı bağlama da uygundur.

Zira bu âyetin öncesinde yer alan âyetlerde, sırf Allah'a iman ettikleri için müminleri ateş dolu hendeklerde yakan kimselerden söz edilmektedir.[456] Bu sebeple burada fitneye "ateşte yakma'' anla­mının verilmesi mümkündür. Ancak bizim burada tercih ettiğimiz "işkence" anlamı, 'ateşle yakma'yı da kapsayan daha genel bir an­lamdır. Zira burada geçen "işkence edenler (fetenû)" ifadesiyle, hendekler içerisinde müminleri yakan kimseler kastedilmiş[457] ola­bileceği gibi, Mekke'de müminlere işkence eden zorbalar[458] ve hatta lafzın umûmî olmasından hareketle Râzî'nin[459] de tercih et­tiği üzere işkence yapan herkes kastedilmiş olabilir. Bu sebeple âyette fetenû formunda geçen fitneye, "baskı, zulüm ve işkence" anlamı vermek uygun düşmektedir. Zira bu kelimeler, baskı ve zul­mü belli bir türle sınırlamak yerine daha genel bir anlam ifade et­mektedir.

Ftn kökü ve türevlerinin "baskı, zulüm ve işkence" anlamın­daki kullanımları ile ilgili olarak buraya kadar yaptığımız açıkla­maları özetle tabloda şöylece gösterebiliriz.

 

Tablo -4-

Ftn Kök Ve Türevlerinin Baskı, Zulüm, İşkence Sınama Anlamında Kullanımı

 

Sıra no

Sûre no ve adı

Ayet No

Lafız şekli

Anlam

Mek Med.

1

2 Bakara

191

ve'l-fitnetü

baskı-zulüm-

işkence

M

2

2 Bakara

93

Fitnetün

baskı-zulüm-

işkence

M

3

2 Bakara

217

ve'l-fitnetü

baski-zulüm-

işkence

M

4

4 Nisa

101

en yeftineküm

düşman saldırmasından

M

5

8 Enfâl

39

Fitnetün

baskı-zulüm-

işkence

M

6

10 Yûnus

83

en-yeftinehüm

işkence etmesinden

K

7

10 Yûnus

85

Fitneten

baskı-zulüm

K

8

14 Nahl

110

Fütinû

işkenceye uğratıldılar

K

9

29 Ankebût

10

fitnete'n-nâs

insanların eziyetini

M

10

60 Mümtehine

5

Fitneten

baskı-zulüm

M

11

85 Burûc

10

Fetenû

işkence edenler

K[460]

 

3- Sapma, Saptırma Ve Ayartma

 

Fitnenin sözlük anlamları arasında, “sapma, saptırma ve ayartma”nın da olduğunu belirtmiştik. Bunlardan sapma, doğruluk­tan ayrılma, yanlışa saplanma[461]; saptırma, konuşulanları ve söylenenleri asıl amaçlarından uzaklaştırma[462]; ayartma da, baştan çıkarma, doğru yoldan saptırma ve kandırma[463] anlamlarına gel­mektedir. Kur'an'da geçen fitne ve türevleri de zaman zaman bu anlamlan ifade eder. Bu meyanda En'âm sûresi 23. âyetinde yer alan fitneye "haktan sapma"' anlamı verilebilir. Bu âyetten hemen önce geçen "Onları tümüyle (mahşere) toplayıp da Allah'a or­tak koşanlara: 'Nerede, ilah olduklarını iddia ettiğiniz ortakla­rınız?' diyeceğimiz günü hatırla." âyette[464], müşriklerin kıyamet günü mahşerde hesaba çekileceklerinden ve Allah'a ortak koştuk­ları varlıkların nerede olduğunun sorulacağından söz edilmektedir. "Sonra onlar haktan sapmışlıklarının (fitnetühüm)  bir netice­si olarak şöyle derler: 'Rabbimiz Allah hakkı için biz müşrik değildik.!'" mealindeki ele aldığımız âyette[465] ise mezkur soru karşısında   müşriklerin   gösterdikleri  tavırdan  bahsedilmektedir. Âyette fitnetühüm formunda geçen fitne kelimesine yer aldığı bağlama uygun olarak "cevap" anlamı veren müfessirler varsa da[466] fitne kelimesinin sözlük anlamları içerisinde "cevap" anlamı­nın bulunmaması kelimeye bu anlamı vermemizi zorlaştırmaktadır. "Cevap" anlamı ile fitne arasında ilgi kurmaya çalışan bir kısım müfessirler, hesap günü Allah'ın sorusu karşısında müşriklerin yalan cevap vermelerinin bir fitne olduğunu belirtmişlerdir.[467] Bir kı­sım müfessirler de "cevap" anlamının "sınama" anlamıyla ilgili ol­duğunu belirterek, müşriklerin sınavın bir gereği olan sorgulama­ya, âyette geçen cevabı vereceklerini ifade etmektedirler.[468] Yine bu anlamla ilgili olarak bazı müfessirler sözünü ettiğimiz fitneyi "imtihan" anlamında yorumlamışlardır.[469]

Müfessirler içerisinde söz konusu kelimeyi "mazeret'' olarak yorumlayanların[470] yaklaşımı, müşriklerin o dehşetli günde, en yü­ce hâkimin huzurunda içine düştükleri çaresizliği göstermesi bakı­mından isabetli sayılabilirse de bu anlamın da fitnenin sözlük ve te­rim anlamıyla bir ilgisi yoktur. Bu anlamların yanında buradaki fitneye verilen bir diğer anlam da "hüccet"tir. [471] Bunun da ftn nin sözlük ve terim anlamıyla ilgisi yoktur. Bir kısım müfessirler de sö­zü edilen kelimeye, "küfür" ve "şirk" anlamı vermişler[472], âyetin sümme tem tekün fitnetühüm illâ en kâlû kısmını da, “sonra onlar, şirklerinin ya da küfürlerinin neticesi olarak şöyle derler” şeklinde yorumlamışlardır. Bunlara göre söz konusu kısmın takdiri şöyledir: sümme lem tekün âkıbetü fitnetihim[473].

Netice itibariyle buradaki fitne kelimesine, "haktan sapma" anlamı verilebilir.[474] Bu anlamla beraber âyetteki fitnetühüm ke­limesinin başına "akıbet" kelimesi takdir edildiğinde âyetin mana­sı şöyle olur: "Sonra onlar haktan sapmışlıklarının (fitnetühüm) bir neticesi olarak şöyle derler: 'Rabbimiz Allah hakkı için biz müş­rik değildik.!'"[475]

"Onlardan öylesi de var ki: 'Bana izin ver, beni çetin bir sı­nava sokma (velâ teftinnî)' der. Bilesiniz ki onlar zaten sapıklık içerisinde bulunmakla fitnenin içerisindedirler/fitneye (fi'l-fitneti) düşmüşlerdir. Cehennem kâfirleri mutlaka kuşatacaktır." mealindeki Tevbe sûresi 49. âyette fitne formunda geçen fitne de münafıkların dalâlet içerisinde ve bâtıl yolda olduklarını anlatmak­tadır.

Daha önce de ifade ettiğimiz üzere burada bir kısım münafık­ların mazeretleri olmadığı halde savaşa katılmayı istemedikleri, bu­nun için de Hz. Peygambere gelerek kendilerini böyle zor ve sı­kıntılı bir durumla karşı karşıya bırakmamasını istedikleri anlatıla­rak bu teklifi yapanların zaten fitne içerisinde oldukları bildirilmek­tedir. Âyette ftn kökü hem fiil ve hem de isim formunda iki defa geçmektedir. Âyetin birinci kısmında geçen ve lâ teftinnînin an­lamı ile ilgili bir çok görüşü zikrederek bunlardan en uygun olanı­nın "beni çetin bir sınava sokma!' şeklinde olabileceğini daha ön­ce ifade etmiştik. Burada ise âyetin ikinci kısmında geçen fitne­nin anlamını tespit etmeye çalışacağız. Burada geçen fitneye mü­fessirler genellikle "nifak", "küfür" "nifak sevgisi'', "ihtilaf", "gü­nah", "cehennem"', "dalâlet" gibi anlamlar vermişlerdir.[476] Bazı müfessirler münafıkların savaşa katılmamak için uydurdukları ya­lan mazeretler sebebiyle fitnenin içerisine düştüklerini belirtir­ken[477] bazıları da onların mazeretsiz olarak savaştan geri kalmalarıyla zaten fitnenin içinde yer aldıklarını ifade etmişlerdir.[478] Rağıp el-İsfahânî, âyetin (elâ fil fitneti sakatû: Dikkat edin! Bizzat onların kendileri fitnenin içine düşmüşlerdir.) kısmında geçen fitneyi, "azabı gerektiren durum" olarak açıklar. Âyetin birinci kıs­mında geçen ve lâ teftinnî'ye "beni belâ ve azaba sokma" anlamı veren İsfahânî, elâ fil fitneti sakatû'ya da şu anlamı verir: "Münafıklar bu sözleri sebebiyle zaten belâ ve azabın içerisine düşmüş­lerdir.[479] İbn Âşûr'a göre âyetin devamında yer alan "Cehennem kâfirleri mutlaka kuşatacaktır." ifadesi buradaki fitnenin cehen­neme girmeyi hak ettiren küfre götürücü bir şey olduğunu göste­rir. [480]

Bize göre burada fitne münafıkların içerisinde bulunduğu sa­pık inanç ve bu tür eylemlerini ifade etmektedir. Buna göre müna­fıklar nifak ve küfür içerisinde olmakla en büyük fitnenin içerisin­de yer almışlardır. Zira Râzi'nin de ifade ettiği üzere en büyük fit­ne “Allah'ı ve rasûlünü inkar etmek ve mükellefiyetleri kabul etme­mekte ısrar etmektir”[481] Yine münafıkların gerek Hz. Peygamber ve gerekse diğer müminler aleyhine yaptıkları tüm faaliyetler bura­daki fitnenin kapsamı içerisinde yer alır. Bu âyette özel olarak ifa­de edilen savaştan geri kalma ve bu maksatla uydurulan yalan ma­zeret te bu kapsama dahildir. Dolayısıyla münafıklar hem inanç ve hem de kötü eylemleriyle diğer bir ifadeyle dalâlette olmalarıyla za­ten fitnenin içerisinde bulunmaktadırlar.[482] Bu sebeple burada fit­neye verilecek en uygun anlam, Suyûtî (911/1506)'nin de yoru­mu olan "dalâlet (sapıklık)"[483] anlamıdır.

Daha önce "(Salih a.s): Sizin uğursuzluğunuzun sebebi, Al­lah'ın katında (yazılı) dır. Aslında siz (bu olaylarla) sınanan/doğru yoldan ayrılmış (tüftenûn) bir topluluksunuz.' dedi.'' mealindeki Neml sûresi 47. âyetinde fitnenin türevlerinden birisi olarak geçen tüftenûna "sınanmaktasınız' şeklinde bir anlamın verilebileceği gibi, "(aldatılmak, doğru yoldan sapmak suretiyle) fitneye uğramış­sınız" şeklinde bir anlamın da verilebileceğini söylemiştik. Bir kı­sım müfessirler tüftenûn'a bu şekilde anlam verirken[484], bir kısım müfessirler de bu anlamı muhtemel anlamlar arasında zikretmişlerdir.[485] 'İz b. Abdüsselâm (660/1262) ise tüftenûn'u bu son anla­ma yakın olarak "emr olunduğunuz İslam'dan yüz çeviriyorsu­nuz."[486] şeklinde tefsir etmiştir. Buna göre âyetin "Salih (a.s.): As­lında siz (bu olaylarla) sınanan/doğru yoldan ayrılmış (tüftenûn) bir topluluksunuz.” dedi (bel entüm kavmün tüftenûn)."[487] kısmının anlamı şöyle olur: “Salih (a.s.) kavmine (kavminin inkarcılarına) şunları söyledi: 'Aslında siz (başınıza gelen musibetlerin uğursuzluk sebebiyle olduğu şeklinde vesvese vermesi ve aldatmasıyla şeytan -veya bir başkası- tarafından) fitneye düşürülmüş yani doğru yol­dan ayrılmış bir topluluksunuz..'"[488] Daha önce söz konusu âyetin hem metninin ve hem de içerik ve bağlamının belirttiğimiz her iki anlama da müsait olduğunu gerekçeli olarak açıkladığımızdan bu­rada ayrıca onları tekrarlamayı gerekli görmedik.

"(Münafıklar) müminlere şöyle seslenirler: 'Biz de (dünya­da) sizinle beraber değil miydik?' (Müminler de) derler ki: "Evet, fakat siz kendinizi haktan sapmak suretiyle fitneye dü­şürdünüz (fetentüm enfüseküm). Başımıza musibetler gelmesi­ni gözlediniz, şüphe ettiniz. Allah'ın emri gelinceye kadar ku­runtular sizi aldattı. O çok aldatıcı (şeytan) Allah hakkında si­zi aldattı."[489] mealindeki âyetinde geçen ftn'nin bir türevi ola­rak geçen fetentüm, "(haktan sapmak suretiyle kendi kendinizi) fitneye düşürdünüz." anlamındadır.

Bu âyette münafıkların, kâfirce tavırları sonucu âhiret hayatın­da karşılaşacakları bir durumdan bahsedilmektedir. Bir önceki âyette âhiret hayatında müminlerin iyi bir durumda, münafıkların ise kötü durumda oldukları, bu sebeple münafıkların, müminlerden yardım istedikleri dile getirilmektedir.[490] Âyet, cehennem azâbıyla cezalandırılan münafıkların, Allah'ın rahmetine nail olan müminle­re yöneltecekleri; "Biz de (dünyada) sizinle beraber değil miy­dik?" şeklindeki soruyu, müminlerin "Evet, fakat siz kendinizi haktan sapmak suretiyle fitneye düşürdünüz (fetentüm enfüseküm). Başımıza musibetler gelmesini gözlediniz, şüphe ettiniz. Allah'ın emri gelinceye kadar kuruntular sizi aldattı. O çok al­datıcı (şeytan) Allah hakkında da sizi aldattı." diye cevaplandı­racaklarından söz ederek, onların dünya hayatındaki yanlış inanç ve amellerine işaret etmektedir. Bu durum anlatılırken kullanılan ifadelerden birisi de fetentüm enfüseküm'dür. Bu ifade, siz (dün­ya hayatında) kendinizi fitneye düşürdünüz anlamındadır. Müna­fıkların içerisinde bulundukları küfür[491] ve nifak[492] inançları başta olmak üzere, aldatma, düşmanla birlikte hareket etme, bozguncu­luk ve kargaşa çıkarma gibi müminlerin aleyhine yönelik tutum ve davranışları onların bizzat kendi fitneleridir [493] ki, bu da sonuçta onları cehennem azabına götürür. Bu sebeple fetentüm enfüseküm ifadesini, "(dünyada iken nifak içerisinde bulunmak suretiyle) haktan saparak kendinizi fitneye düşürdünüz" şeklinde anlayabili­riz. Benzer bir yaklaşımda bulunanlardan Kurtubî,  fetentüm enfüseküm ifadesini, "yaşamınızı fitne olan işlerle geçirdiniz" şeklin­de açıklamaktadır.[494] Hâzin (741/1340) ve îbn Âşûr (Ö.1973), âyette sözü edilen münafıkların fitnesinin, "İslam'ın gönüllerinde yer etmemesi'' olduğunu söylemektedir.[495]

Bazı müfessirler buradaki fetentüm enfüseküm'e "kendinizi (küfür, nifak içerisinde bulunmakla ve günahlarla) helak ettiniz" anlamı vermişlerdir.[496] Bazıları da söz konusu ifadeyi açıklarken be­lirtilen anlamın yanında ayrıca, "kendinizi münafıklık ile mihnete düşürdünüz" şeklinde de açıklamalarda bulunmuşlardır.[497] Râğıb el-İsfahânî de bu ifadeyi "kendinizi belâ ve azaba düşürdünüz." şeklinde yorumlar.[498] Bir kısım meallerde bu ifade "Evet, fakat siz kendinizi yaktınız"[499], bazılarında ise "siz kendi canlarınıza kö­tülük ettiniz "[500] şeklinde dilimize aktarılmıştır. Bu âyetteki fitne kelimesine mecazen "kendinizi yaktınız" şeklinde bir anlam veri­lebilir. Zira fitne kelimesinin asıl kök anlamı yakmaktır. Ancak bağlamı dikkate alarak buradaki kelimeye, cehennemde yanmayı gerektiren bir durum olan "haktan sapma" anlamını vermek daha uygun gözükmektedir. Yani münafıklar önce haktan kendi iradele­riyle sapmışlar/fitneye düşmüşler, bunun sonucu olarak da kendi­lerini yakmışlardır. Sonuçta haktan sapmaları sebebiyle kendilerini cehennem azabına götüren her şey onların fitnesidir.

"Hanginizde delilik/sapıklık (el-meftûn) olduğunu yakında sen de göreceksin, onlar da." mealindeki Kalem sûresi 6. âyette geçen el-meftûn kelimesine ileride de ifade edeceğimiz üzere bir kısım müfessirler sözlük anlamları arasında da bulunan "fitneye uğ­rayarak dinini terk eden, haktan sapan kimse"[501] şeklinde bir an­lam vermişlerdir ki[502] bu anlam âyetin bağlamına da uygundur.

Ancak söz konusu kelime müfessirlerin geneli tarafından "cin musallat olmuş, aklı karışık, deli (mecnûn)" anlamlarında yorumlan­maktadır.[503] el-Meftunun anlamları üzerinde ileride "delilik" başlı­ğı altında genişçe duracağımızdan burada sapma anlamı ile ilgili yönünün de bulunduğuna işaretle yetinerek ayrıca ayrıntıya girme­yi gerekli görmüyoruz.

Kur'an'ın fitne kelimesini, bazen "sapma" anlamının yanında, "saptırma, Allah'ın hükümlerinden uzaklaştırma" anlamına gelebi­lecek bir bağlamda kullandığına da şahit olmaktayız.

Kur'an'ın bir kısım âyetlerinin muhkem, bir kısmının da müteşâbih olduğu, muhkem âyetlerin Kur'an'ın temelini oluşturduğu, bunların dışında kalanların ise müteşâbih âyetler olduğu, kalplerin­de eğrilik olan kötü niyetli kimselerin, sırf fitne çıkarmak ve arzu­larına göre yorumlamak amacıyla müteşâbih âyetleri te'vile yöne­leceklerinin ifade edildiği "Sana Kitab'ı indiren O'dur. Onun (Kur'an'ın) bazı âyetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab'ın esası­dır. Diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, sırf şüphe uyandırarak saptırmak (fitne) ve onu (kendi arzularına göre) te'vil etmek için ondaki müteşâbih âyetlerin peşine dü­şerler. Halbuki onun te'vilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek payeye erişenler ise: Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler. (Bu inceliği) ancak akl-ı selim sahipleri düşünüp an­lar." mealindeki Âl-i İmrân sûresi 7. âyetinde geçen fitne kelime­si hakikati karmaşık gösterip insanları şüpheye düşürmek ve şaşırt­mak suretiyle doğru yoldan uzaklaştırmak ve saptırmak anlamını ifade etmektedir. Bazı müfessirler buradaki fitneyi, "küfür"[504] ve "şirk''[505] olarak tefsir etse de, bir çok müfessir söz konusu kelimeyi, "saptırma" anlamı çerçevesinde yorumlamıştır.[506] Bunlardan M. Hamdi Yazır (1360/1941), âyetin "Kalplerinde eğrilik olan­lar, sırf şüphe uyandırarak saptırmak (fitne) ve onu (kendi ar­zularına göre) te'vil etmek için ondaki müteşâbih âyetlerin pe­şine düşerler." kısmını şöyle açıklamaktadır: "Amma kalplerinde eğrilik ve kaypaklık olanlar, doğruluktan hoşlanmayıp eğrilikten, yamukluktan ve sapıklıktan zevk alanlar, muhkemâtı bırakırlar da kitabın müteşâbih olan âyetlerinin peşine düşerler, onları esas alır­lar, dumanlı havalar ararlar. Çünkü fitne çıkarmak, hakkı ve haki­kati karıştırıp, halkı şüpheye düşürmek ve şaşırtmak suretiyle doğ­ru yoldan çıkarmak ve belâya uğratmak isterler ve onu kendi gö­nüllerine ve keyiflerine göre eğri büğrü te'vîl etmek arzusunu bes­lerler."[507]

Ayet ile ilgili olarak zikredilen nüzul sebepleri de fitneye yük­lediğimiz anlamları teyit etmektedir. Müfessirlerin ekserisi Al-i İm­rân sûresinin başından seksen kadar âyetin Necrân'dan gelen Hı­ristiyan bir heyet ile Hz. Peygamberin, Hz. İsa hakkında tartışma­ları sırasında indiğini belirtmektedirler.[508] Bunlar Hz. Peygambe­rin İslam'a davet teklifini kabul etmemişler, Kur'an'da Hz. İsâ ile il­gili olarak geçen ve (müteşâbihâttan olan) "Allah'ın ruhu ve keli­mesi[509] ifadesini Hz. Peygamber'den duyduklarında, "Bu bize kâfidir." demişlerdi. Bunun üzerine söz konusu âyetler nazil olmuş­tur.[510] Bu grup birden fazla anlama gelebilecek olan Kur'an'ın bu müteşâbih ifadesini, muhkem âyetleri göz ardı ederek kendi bozuk inançları doğrultusunda yorumlayıp İsâ (a.s)'nın ilah olduğuna de­lil göstermişlerdi.

Bir başka rivayete göre de bu âyet mukattaa harflerinden ya­rarlanarak İslam ümmetinin hükümranlık süresini çıkarmak iste­yen bir grup yahudi hakkında nazil olmuştur.[511]

Bu rivayetlerden[512] ortaya çıkan ortak noktalardan birisi şu­dur: Her iki grup, manaları kapalı olan ve çeşitli anlamlara gelebi­len müteşâbih âyetleri, kendi inanç ve kuruntularını delillendirmek amacıyla yorumlayıp âyetleri asıl hedefinden saptırmak istemişler­dir. Küfür ve şirk[513] içerisinde olan bu grupların asıl amacı, söz konusu âyetleri kendilerinin lehine, müslümanların aleyhine delil getirmek suretiyle istedikleri gibi yorumlayıp, müslümanların zihin­lerini Kur'an hakkında bir takım şüphelerle bulandırıp onları ma­nevî bir çöküntüye uğratarak dinlerinden uzaklaştırmaktı. İşte âyet­te ifade edilen "fitne aramak" ile kastedilen de bu husustur. Ancak "sebebin husûsi olması lafzın umumiliğine mâni değildir"[514] pren­sibinden hareketle, söz konusu "fitne aramak" ifadesinin, insanla­rı hak olan dinden uzaklaştırmak ve onların inançlarını sarsmak ni­yetiyle müteşâbih âyetleri Kur'an bütünlüğünden kopararak[515] kendi hevâ ve hevesleri için kullanan herkesi kapsadığını[516] söyle­yebiliriz. Bu durumda, Taberî (310/923)'nin de ifade ettiği[517] üze­re, ele aldığımız âyette geçen fitneyi -(buradaki nüzul sebebinden hareketle) çıkarmak isteyenlerin şirk inancına sahip olmalarından ötürü- "şirk" olarak tefsir etmeye gerek yoktur. Netice olarak şun­ları söyleyebiliriz: Üzerinde durduğumuz âyette farklı yorumlara açık müteşâbih âyetleri fitne çıkarmak maksadıyla yorumlayanlar kınanmaktadır. Bu sebeple böyle âyetleri yorumlarken muhkem âyetlere başvurmak gerekmektedir.[518] Burada ifade edilen fitne çıkarmaktan maksat ta, müteşâbih âyetleri muhkem âyetlere aykırı olarak yorumlayarak inancı zayıf ve bilgisi yetersiz olan kimsele­rin kalplerinde şüphe uyandırıp, zihinlerini bulandırarak onları hak dinden saptırmaktır.

Münafıkların ve yahudilerin yalan söze kulak verme ve vahyedilen sözleri asıl anlamından kopararak çarpıtma gibi olumsuz ta­vırlarının ele alındığı "Ey peygamber! kalpten inanmadıkları hal­de ağızlarıyla 'inandık' diyenler (münafıklar) ve yahudilerden küfürde yarışanlar seni üzmesin. Onlar, yalan uydurmak için seni dinlerler, sana gelmeyen bir topluluk hesabına dinlerler. Kelimeleri yerlerinden kaydırıp değiştirir ve şöyle derler: 'Eğer size şu hüküm verilirse onu alın. O verilmezse sakının.' Allah (sapmak isteyen bir kimseyi) şaşkınlığa (fitnetehü) düşürmek is­terse, artık sen Allah'a karşı onun lehine hiçbir şey yapamaz­sın. Onlar Allah'ın kalplerini temizlemeyi istemediği kimseler­dir. Onlar için dünyada rezillik ve âhirette ise yine onlara bü­yük bir azap vardır." mealindeki Mâide sûresinin 41. âyetinde[519] geçen fitne kelimesini her ne kadar bazı müfessirler, "azap"[520], "rezil olma;[521], "imtihan"[522] gibi farklı yorumlasa da müfessirlerin çoğunluğu, "sapma", "sapıklık" anlamını vermektedir.[523] Kurtubî (671/1272) söz konusu kelimeyi, "dünyada sapma, âhirette cezalandırma" anlamında yorumlarken[524] Esed de, "kötülüğe me­yil" olarak yorumlamaktadır[525]

Âyette geçen fitne kelimesine sapmak, saptırmak ve ayartmak anlamı vermek yerine, tercihini küfür ve nifak üzere yaşamaktan yana yapan kimsenin sapmasına engel olmamak ve işlediği kötü­lüğün cezasını çekmesi için kişiyi himayesiz ve yardımsız bırakmak, sapmayı tercih edene bu imkanı tanıma anlamını vermek daha isa­betlidir.[526] Zira burada fitne Allah'a nispet edilmiştir. Hâdî olan Allah'a, tamamen beşerî ve şeytanî bir sıfat olan saptırma ve ayartmayı nispet etmek uygun düşmez. Bu açıdan Merâği (1364/ 1945)’nin ele aldığımız âyet metninde geçen ve men yüridü'l-lâhi'l-fitnete ifadesini, "Allah kimin dinde denenmesini ister ve bu­nun sonucunda da onun küfür ve sapıklığını ortaya çıkarırsa..."[527] şeklindeki açıklamasındaki üslûbun yerinde ve güzel olduğunu ifa­de edebiliriz.

Medine'de Yahudilerin Hz. Peygamberi Allah'ın hükümlerin­den uzaklaştırma gayretleri karşısında kendisinden takınması iste­nilen tavrı bildiren "Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Onların arzularına uyma. Ve onlardan sakın ki Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından seni uzaklaştırmasınlar (en yeftinûke). Eğer yüz çevirirlerse, bil ki şüphesiz Allah, bazı günahları sebebiyle onları musibete çarptırmak istiyor, insanlardan bir çoğu muhakkak ki yoldan çıkmışlardır." mealindeki âyette en yeftinûke formunda yer alan fitne, 'vazgeçirme, hedefinden uzak­laştırma, aldatma, doğru yoldan alıkoyma, daha çok aldatma ve şaşırtma yoluyla saptırma' anlamlarında kullanılmaktadır.[528] Âyet ile ilgili olarak zikredilen şu nüzul sebebi de buradaki fitnenin sö­zü edilen anlamlarda kullanıldığını desteklemektedir: "İbn Abbâs dedi ki: Aralarında Abdullah b. Sûriyâ, Ka'b b. Üseyid, Şâs b. Kays'in de bulunduğu yahudi alimlerinden bir grup kendi araların­da şöyle dediler:

     Gelin Muhammed'e gidelim. Belki onu dininden uzaklaştırabiliriz. Onun yanına giderek:

 'Ey Muhammed sen de bi­lirsin ki biz, yahudilerin bilginleri ve en önemli kişileriyiz. Eğer biz sana uyacak olursak, diğer bütün yahudiler de sana uyar. Onlardan hiç kimse bize muhalefet etmez. Bizimle bir topluluk arasında an­laşmazlık var. Onları muhakeme etmen için sana getireceğiz. On­ların aleyhine, bizim ise lehimize hükmedersen, biz de sana iman edip seni tasdik ederiz.' dediler. Rasûlullah (a.s.) yapılan teklifi ka­bul etmeyince, Allah onlar hakkında “Ve onlardan sakın ki Al­lah'ın sana indirdiğinin bir kısmından seni uzaklaştırmasınlar.” âyetini indirdi."[529] Yine Mekkeli müşriklerin Hz. Peygamberi sap­tırma girişimlerini anlatan "Onlar, sana vahyettiğimizden başka­sını bize karşı uydurman için az kalsın seni ondan şaşırtacak­lardı (leyeftinûneke)." âyetinde "leyeftinûneke" formunda yer alan fitne de aynı anlamları ifade etmektedir.[530] Bu her iki âyet­te de ftn kökü 'an' harf-i ceri ile kullanılmakta ve vazgeçirme, doğru yoldan uzaklaştırma gibi anlamları karşılamaktadır.[531] Râğıb el-İsfahâni (502/1108) ise her iki âyetteki fitneyi vahyedilenden vazgeçirmek suretiyle belâya düşürme anlamında yorumlar.[532]

Bu son âyetin Mekke'de mi yoksa Medine'de mi inmiş olduğu hususunda farklı görüşler bulunmaktadır.[533] Mekke'de nazil olduğunu kabul edenler âyetin, müşriklerin Hz. Peygamberi saptırma girişimleri üzerine nazil olduğunu söylerlerken[534] Medine'de nazil olduğunu kabul edenler de yine müşriklerin aynı yöndeki çabaları üzerine nazil olduğunu söylemektedirler.[535]

"Ey âdemoğulları! Avret yerlerini kendilerine açmak için, elbiselerini soyarak ana babanızı cennetten çıkardığı gibi şey­tan sizi de saptırmasın (Lâ Yeftinennekümü'ş-Şeytânü). Çünkü o ve kabilesi, onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüp­hesiz biz şeytanları, iman etmeyenlerin dostları kılmışızdır." âyetinde ftn kökünün bir türevi olarak geçen yeftinenneküm şeytanın vesvese vermek ve süslü göstermek suretiyle ayartıp yol­dan çıkarmasını diğer bir ifade ile saptırmasını anlatmaktadır. Bu­rada fitne, hedefi, insanları ayartmak ve aldatıp tuzağa düşürmek suretiyle doğru yoldan saptırmak olan şeytana izafe edilmektedir. Bir kısım müfessirler âyette yer alan "lâ yeftinennekümü’ş-şeytânü" ifadesini "saptırma" anlamı çerçevesinde yorumlarken[536] di­ğer bir kısmı ise bundan farklı anlamlarda yorumlamışlardır.[537] Saptırma anlamı çerçevesinde yorumlayanlardan Kurtubî (671/ 1272), söz konusu ifadeyi, "Şeytan sizi dinden uzaklaştırmasın" şeklinde açıklamaktadır.[538] Yine bu anlam çerçevesinde yorum ya­pan İbnü'l-Cevzî (597/1207)'ye göre âyetin manası şöyledir: "Şeytan anne ve babanızı aldatarak cennetten çıkardığı gibi sizi de -avret yerlerinizi açtırmayı süslü göstererek- aldatmak suretiyle saptırıp tuzağına düşürmesin."[539] O, ayrıca âyetteki hitabın, Ka­be'yi çıplak tavaf edenlere yönelik olduğunu da müfessirlerin görü­sü olarak belirtmektedir.[540] Buradaki fitneye farklı anlam yükleyen Zemâhşerî (538/1143)'ye göre "la yeftinennekümü'ş-şeytânü" ifadesi şu anlamdadır: "'Şeytan (cennetten anne ve babanızı çıkar­tarak) belâya uğrattığı gibi sizi de cennete girdirmemek suretiyle belâya uğratmasın."[541]

İnkarcıların ve tapmakta oldukları yalancı tanrıların Cehenne­mi hak etmiş olanlardan başkasını ayartıp kandıramayacaklarının söz konusu edildiği "(Ey müşrikler!) Ne siz ve ne de taptıklarınız cehenneme gireceklerden başkasını kandırıp Allah'ın yolun­dan saptırabilirsiniz (bifâtinîn)." meâllerindeki Sâffât sûresinin 161, 162 ve 163. âyetlerinden 162. âyette geçen bifâtinîn de, yine daha çok aldatma ve ayartma yoluyla saptırma anlamına gel­diği ifade edilmiştir.[542]

Buraya kadar anlatmış olduğumuz üzere ftn kökü ve türevle­rinin sapma, saptırma ve ayartma anlamına gelen ilgili âyetleri tablo şeklinde şöylece bir arada gösterebiliriz.

 

Tablo -5-

FTN Kök Ve Türevlerinin Sapma, Saptırma Ve Ayartma Anlamlarında Kullanımı

 

Sıra no

Sûre no ve adı

Ayet No

Lafız şekli

Anlam

Mek-Med

1

6  En'âm

23

jitnetühüm

haktan sapmışlık

M

2

9 Tevbe

48

fi'I-fitneti

dalâlet, sapıklık

M

3

27 Neml

47

tüftenûn

haktan sapmak suretiyle fitneye uğramışsınız/ imtihan olunuyorsunuz

M

4

57 Hadîd

14

fetentüm

haktan sapmak suretiyle kendinizi fitneye düşürdünüz

K

5

68 Kalem

6

el-meftûn

sapıklık/delilik

K

6

3 Al-i İmrân

7

ibtiğâe'l-fitneti

şüphe uyandırarak saptırmayı isteme

M

7

5 Mâide

41

Fitnetehü

sapmayı tercih edene bu imkanı verme

M

S

5 Mâide

49

Yeftinûke

hedefinden uzaklaştırmak

M

9

7 A'râf

27

lâ yeftinenneküm

ayartmakla saptırmasın

K

10

17 İsrâ

73

le yeftinûneke

hedefinden uzaklaştırmak

M

11

37 Sâffât

162

bifâtinin

saptırma

K[543]

 

 

4. Fesat, Kargaşa, Karışıklık Çıkarma

 

Dilimizde fesat, karışıklık, kargaşalık, ortalığın birbirine düşüp karışması, kötülük, nifak, hile, kötülük düşünme, insanları birbiri­ne düşürme, bozukluk, çürüklük anlamındadır.[544] Bu kelimenin kullanımlarından olan "fesat çıkarmak" deyimi, ortalığı karıştıra­cak şekilde davranmak, ara bozmak, insanları birbirine düşürmek[545]; "fesat kurmak" deyimi, zarar vermek kötülük yapmak üzere plan yapmak[546]; "fesatçı" kelimesi de, karıştırıcı, karışıklık çıkaran, ara bozucu anlamlarını ifade eder[547]. Dilimizde kargaşa, karışıklık, düzensizlik, dağınıklık anlamlarına gelmektedir.[548] Karı­şıklık çıkarma ise, düzeni bozmak, bölücülük yapmak, devleti güç­süz düşürmek v.b. sebeplerle kargaşaya yol açmak anlamlarını karşılamaktadır.[549] Kur'an’ın anlam örgüsü içerisinde önemli bir yere sahip olan ve geçtiği yere göre farklı anlamlar kazanabilen fit­ne kelimesinin bazı âyetlerde de fesat çıkarma, akılları karıştırma ve bu yolla insanları doğrudan saptırma gibi anlamlara geldiği gö­rülmektedir.

"Diğer bir takım kimselerin de hem sizden emin olmak, hem de kavimlerinden emin olmak istediklerini göreceksin. Bunlar her ne zaman fesat çıkarmaya (fitne) çağrılsalar onun içine baş aşağı atılırlar. Küfre her döndürüldüklerinde ona atı­lırlar. Eğer bunlar sizden uzak durmazlar, sizinle barış içinde yaşamak istemezler, ellerini savaştan çekmezlerse, onları yaka­layın ve nerede bulursanız öldürün. İşte bunlara karşı size apa­çık bir yetki verdik.[550] mealindeki Nisa sûresi 91. âyette geçen fitne her türlü fesat ve kargaşayı anlatmaktadır. Âyette ilkesiz, bulunduğu ortama göre şekil alabilen ve çıkarı dışında hiç bir şey dü­şünmeyen ikiyüzlü bir topluluktan bahsedilmektedir. [551] Bir kısım müfessirler burada zikredilen kimselerin Esed ve Gatafan kabilele­rinden bir topluluk olduğunu söylemişlerdir ki bunlar, Medine'ye geldiklerinde müslüman olurlar ve müslümanlarla anlaşma yapar­lardı. Bunların maksatları müslümanların güven ve itimatlarını ka­zanmak ve bir savaşın meydana gelmesi durumunda canlarını, mallarını güven altına almaktı. Söz konusu bu kimseler kendi ka­vimlerinin yanına döndüklerindeyse inkara saparak ahitlerini bo­zarlardı.[552] Bazı müfessirlere göre üzerinde durduğumuz bu âyet, hem Hz. Peygamber ve hem de kavimleri yanında güvenilir gözü­ken Tihâmeli bir topluluk, bazılarına göre ise Mekkeli bir topluluk hakkında nazil olmuştur.[553] Bunların kendilerine savaş açmaların­dan korktukları için hem müminlerden yana ve hem de başlarına açacakları sıkıntılardan emin olmak için kabilelerinden yana gö­züktükleri bildirilmektedir.[554] Ayette, sözü edilen toplulukların fit­neye çağırıldıklarında diğer bir ifadeyle pek çok olumsuzlukları içeren fitne bîr durumla karşı karşıya kaldıklarında da tereddütsüz bu­nu yerine getirecekleri vurgulanmaktadır. Buradaki fitne, "küfür", "şirk"', ve "müminlere karşı savaş" şeklinde tefsir edilmişse de[555] âyetin yer aldığı bağlamından anlaşılan o ki, bu kelime, sözü edi­len anlamlarla birlikte, müminlerin aleyhine kendilerinden yapma­ları istenen her türlü kötü düşünce ve tavrı ifade etmektedir.[556] Bu sebeple buradaki fitnenin manasını tek bir anlamla sınırlamak ye­rine, söz konusu kelimeyi daha geniş anlam içeriğine sahip olan "fesat" la açıklamanın daha isabetli olacağı kanaatindeyiz.

Tevbe sûresinin 47. ve 48. âyetlerinde yer alan fitne kelime­lerinin de Türkçe'de kullanıldığı anlamda fitne çıkarma, müminler arasındaki birliği bozma, onların niyetlerini ifsat etme; kargaşa ve karışıklık çıkarma anlamlarında olduğu anlaşılmaktadır. Bu âyetler­de münafıkların fitnelerinden söz edilmektedir. Medine'de müslü­manlarla bir arada yaşayan ve çıkarları gereği müslüman gözüken münafıklar genellikle sıkıntıya katlanmayı ve fedakarlığı gerektiren Allah yolunda cihada katılmak istemezler, mecburen katılsalar da orada fesat çıkarmaya, müslümanların arasına nifak sokarak onla­rın arasını açmaya ve aralarında anlaşmazlık meydana getirmeye, onların zihinlerini bir takım şüphe ve asılsız haberlerle bulandırma­ya çalışırlardı. Tevbe sûresinin "(Ey müminler) eğer onlar (müna­fıklar) da sizin içinizde (sefere) çıksalardı, bozgunculuktan baş­ka bir katkıları olmayacak ve içinizde kendilerine kulak veren­ler olduğunu görüp fitne, fesat, kargaşa sokmak (yebğûnekümü'l-fitnete) amacıyla saflarınıza sokulacaklardı. Allah zalim­leri gayet iyi bilir." mealindeki 47. âyetinde, münafıkların Tebük seferine katılmamalarının katılmalarından daha iyi ve müslümanla­rın yararına olduğu, şayet katılsalardı müslümanların arasına nifak sokup fitne tohumları ekecekleri ifade edilmektedir. Bu âyetten he­men sonra gelen "Aslında bunlar (münafıklar) daha önce de (Tebük seferinden önce) fitne çıkarmak (lekadibteğevül-fitnete) istemişler ve sana karşı türlü türlü işler çevirmişlerdi. Nihayet onlar istemedikleri halde Allah'ın dini galip geldi." mealindeki 48. âyette de münafıkların fitnelerinin sadece Tebük seferiyle sı­nırlı olmadığı, daha önce de müslümanların aleyhine yönelik ola­rak çeşitli fitneler çıkararak Hz. Peygamber'i zora soktukları hatır­latılmaktadır. Münafıkların daha önce çıkardıkları fitnelerle, onlar­dan on iki kişinin Hz. Peygamberi öldürmek için Akabe gecesi Seniyyetülvedâ'da pusu kurması, Abdullah b. Übeyy'in Uhud günü yandaşları ile birlikte Hz. Peygamber'den ayrılıp gitmeleri gibi fitnelerinin kastedildiği belirtilmektedir. [557]

Bu âyetlerde, münafıkların, müslümanlara yönelik olarak, baş­ta onların birlik ve bütünlüklerini bozma, savaştan alıkoyma, düş­manı güçlü göstererek müminlerin kalplerine korku salma, moral­lerini bozma, özellikle yeni müslüman olanları dinlerinden uzaklaş­tırıp küfre döndürme maksadıyla dînî konularda şüpheye düşürme ve İslam'dan soğutma olmak üzere yıkıcı tüm faaliyetleri fitne kav­ramıyla ifade edilmektedir.[558] M. Hamdi Yazır, her iki âyette de geçen fitneyi, tefrika olarak yorumlamaktadır.[559] Bazı müfessirler de buradaki fitnenin “şirk” ve "küfür" anlamına geldiğini belirtmiş­lerdir.[560] Daha önce yer yer ifade ettiğimiz üzere bunlar her ne ka­dar sonuç itibariyle fitne sayılsa da, fitnenin sözlük anlamları ara­sında yer almamaktadır. Burada bizim fitneye yüklediğimiz anlam­lar ise hem sözlüklerde bulunmakta ve hem de âyetin bağlamına uygun düşmektedir.

"İnkâr edenler birbirlerinin velileridir. Siz de bunu yapmaz­sanız, yeryüzünde fesat, kargaşa, kaos (fitne) ve büyük bir boz­gun çıkar."[561] mealindeki Enfâl sûresinin 73. âyetinde geçen fit­ne müminlerin aleyhine olabilecek her türlü fesadı anlatmaktadır. Âyet kâfirlerin birbirlerinin velileri/müttefik, dost ve yardımcıları olduklarını bildirerek müminlerden de kendi aralarında dayanışma ve yardımlaşmayı gerçekleştirmelerini dolaylı bir şekilde istemekte, bunları gerçekleştiremedikleri takdirde ise, yeryüzünde fitnenin çı­kacağı ve büyük bir fesadın olacağını hatırlatmakta ve müminleri bu hususta uyarmaktadır. Bir önceki âyette[562] de müminlerin birbirlerinin dost ve hamileri olduğu ifade edilmiş, hicret edemeyip Mekke'de kalan müminlerin dinleri sebebiyle kendilerine yapılan baskılara karşı diğer müminlerden yardım istemeleri halinde onlara yardım edilmesinin gerekliliği vurgulanmıştır.[563] Bir kısım müfessirler buradaki fitneyi “kâfirlerin güçlenmesi”, " kâfirlerin galip gelmesi”, "küfrün açıkça izharı", "iman zafiyeti", "şirk", "dinden dönme” gibi anlamlarda yorumlamışlardır.[564] Bunlara göre mü­minler birbirlerinin velileri olmadıkları zaman bu tür olumsuzluklar meydana gelir.

Ayetten de açıkça anlaşılacağı üzere müminler arası dayanış­manın olmaması durumunda oluşabilecek olumsuz durumlar bura­da fitne ve fesâd kavramlarıyla ifade edilmektedir. Müminlerin bir­birleriyle yardımlaşmadıkları, küfre karşı birlik ve dayanışma içeri­sinde olmadıkları takdirde meydana gelebilecek olumsuz durumlar muhtemelen şunlardır: Müminler güç ve kuvvetlerini kaybederler, güç ve kuvvet düşmanlarının eline geçer, müminler ise sıkıntı çe­ker, kâfirlerin çeşitli baskı ve zulümlerine maruz kalırlar. Bazen zil­let ve esaret içerisinde yaşamaya mahkum edilirler. Böyle bir du­rumda müminler hem kendilerini savunmada ve hem de tıpkı hic­retten önce Mekke'de olduğu gibi dinlerini serbestçe yaşamada bü­yük güçlüklerle karşı karşıya kalırlar.[565] Bu durumların hepsi mü­minler için birer manevî çöküntüdür. İşte buradaki fitne bütün bunları ifade etmektedir.

Fitnenin fesat, kargaşa, tefrika anlamını ifade ettiği bir diğer âyet te, "Şayet çeşitli bölgelerinden şehre (Medine'ye) girilse, sonra da (düşman tarafından) onlardan fesat (fitne) çıkarmala­rı istenseydi (iki yüzlüler), hiç tereddüt etmeden bunu hemen yaparlardı."mealindeki Ahzâb sûresinin 14. âyetidir. Ayetin için­de yer aldığı bölüm[566] münafıkların Hendek savaşındaki söz, tu­tum ve davranışlarından söz etmektedir. Müşrikler ve onların müttefikleri tarafından kuşatılmış olan Medine'de müslümanlarla bir arada yaşayan münafıklar, müslümanları bu sıkıntılı günlerinde yal­nız bırakmak ve savaştan kaçmak için bir takım bahaneler uyduru­yor, çeşitli söz, tutum ve davranışlarıyla bozgunculuk yapmaya ça­lışıyorlardı. Birbirlerine "Allah ve elçisi bize sadece boş vaatler­de bulunmaktadır."[567] diyerek Hz. Peygamberin zafer vaat etme­sinin aldatmaca olduğunu söylüyorlardı. "Onlardan bazısı: 'Ey Yesrib halkı! Burada düşmana karşı koyamazsınız, (mevzilerinizi bırakarak evlerinize) geri dönün!' diyor, bazısı da: 'Evleri­miz (saldırılara) açık durumda!' diyerek Hz. Peygamber'den izin istiyordu. Halbuki evleri (aslında) saldırıya açık değildi. Onlar sadece savaştan kaçmak istiyordu. "[568]

Üzerinde durduğumuz âyette[569] de, Medine'yi kuşatan düş­manların şehre çeşitli bölgelerinden girerek münafıklardan fitne çıkarmalarını istemeleri durumunda onların bunu hiç tereddüt etmeden derhal yerine getirecekleri ifade edilmektedir.[570] Bazı müfessirler buradaki fitneyi, "şirk”[571], "dinden dönme"[572], "küfre geri dönme" [573], "müslümanlarla savaşma"[574], "düşmanın emrine teslim olmak"[575] "düşmanlarla iş birliği yapma"[576], "müslümanlara tuzak kurma, aralarına nifak sokma"[577] gibi anlamlarda tefsir etmişlerdir. Söz konusu kelimeyi müslümanlara tuzak kurma, ara­larına nifak sokma şekline yorumlayan İbn Âşûr, şirk ve kıtal an­lamlarının bağlama uygun düşmediğini  ifade eder.[578]

Buradaki fitne Medine'yi kuşatan düşmanların müminlerin aleyhine, münafıklardan isteyebilecekleri ve fitnenin kapsamına giren her türlü olumsuz durumu ifade eder. Bu sebeple söz konu­su kelimeyi, tek bir anlamla sınırlandırmak yerine müminlerin aley­hine olabilecek her türlü olumsuzluğu ve kötü durumu anlatan ve daha geniş bir anlam içeriğine sahip olan "fesat" anlamına yorum­lamanın daha uygun olduğunu düşünmekteyiz. Bununla birlikte Medine'yi kuşatan düşmanlar öncelikli olarak müslümanları yen­mek ve zafere ulaşmak istemektedirler, bu nedenle burada geçen fitneye, şirk, küfür gibi anlamlar vermektense savaş ortamında düşmanlar açısından zaferlerini kolaylaştıracak eylemlerden olan düşmanlarla iş birliği yaparak müslümanları arkadan vurma, müs­lümanlara tuzak kurma ve aralarına nifak sokarak askerlerini boz­guna uğratacak girişimlerde bulunma gibi savaş ortamıyla ilgili an­lamlar vermek daha uygundur.[579]

Fitne kelimesinin fesat, kargaşa, karışıklık anlamında kullanıl­dığı âyetleri tabloda topluca şu şekilde gösterebiliriz.

 

Tablo -6-

Fitne Kelimesinin Fesat, Kargaşa, Karışıklık Çıkarma Anlamlarında Kullanımı

 

Sıra no

Sûre no ve adı

Ayet

No

Lafız şekli

Anlam

Mek-Med

1

4  Nisa

91

ile'l-fitneti

fesat çıkarma

M

2

8 Enfâl

73

Fitnetün

fesat, kargaşa, kaos

M

3

9 Tevbe

47

el-fitnete

fesat, kargaşa, nifak, tefrika

M

4

9  Tevbe

48

el-fitnete

fesat, kargaşa, nifak, tefrika

M

5

33 Ahzâb

14

el-fitnele

fesat, kargaşa

M[580]

 

5- Bela Ve Musibet

 

Belâ; dilimizde gam, keder, tasa, âfet, ceza, zor ve sıkıntılı iş[581]; musibet ise felâket, büyük âfet, birdenbire gelen belâ anlam­larına gelmektedir.[582] Fitne kelimesinin sözlük anlamlarını verir­ken onun belâ ve musibet anlamına geldiğine de işaret etmiştik. Müfessirler, bazı âyetlerde geçen fitne kelimesinin de bu anlamda olduğunu söylemişlerdir.

Fitne kelimesinin geçtiği ve 'belâ, musibet' anlamına geldiği âyetlerden birisi şudur: "Başlarına bir belâ (fitnetün) gelmeyecek zannettiler de, (hakkı) görmez ve işitmez oldular. Sonra Allah tövbelerini kabul etti. Sonra içlerinden çoğu yine (hakkı) görmez ve işitmez oldular. Allah onların yaptıklarını görmektedir"[583]. Bundan önceki âyette[584] (Allah'tan başkasına ibâdet etmeyip, tevhit inancını kabul edeceklerine[585]; emr olundukları hükümlerle amel edip, nehy edildikleri hususlardan kaçınacaklarına, Allah'ın emir ve yasakları ile ilgili hiçbir şeyi gizlemeksizin insanlara açıkla­yacaklarına dair[586]) İsrâiloğullarından kesin söz alındığı halde, ken­dilerine peygamberler gönderildiğinde, verdikleri sözlerden vazge­çerek peygamberlerin bir kısmını yalanladıkları, bir kısmını ise öl­dürdükleri anlatılmaktadır. Üzerinde durduğumuz âyette ise, İsrâiloğullarının bu davranışlarından ötürü herhangi bir fitneye maruz kalmayacaklarını düşündüklerinden söz edilmektedir. Ayetin ifade üslubundan, İsrâiloğullarının yalanlama ve öldürme[587] gibi davra­nışları sebebiyle fitneye uğrayacakları dolaylı bir şekilde anlaşıl­maktadır. Bu sebeple âyetin bağlamından buradaki fitnenin tama­men olumsuz bir durumu ifade ettiği açıkça görülmektedir. Müfes­sirler de burada geçen fitne kelimesinin ne anlama geldiğini yo­rumlarken genel olarak bunun dünya ve âhirette karşılaşılan belâ, musibet[588] ve azap[589] anlamına geldiğini söylemişlerdir.

Bazı müfessirler burada belâ ve musibet anlamına gelen fitne kelimesini biraz daha açarak, güçlü milletlerin zulüm, katliam, tah­rip gibi çeşitli yollarla zayıf toplumları ezmesinin bir fitne çeşidi ol­duğunu belirtmişlerdir.[590] Bazıları ise âyetteki fitneyi, insanların kurulu düzenlerinin peş peşe gelen zarar ve musibetler sonucu yı­kılması ile örneklendirmişlerdir[591]. Böylece işlemiş oldukları bu ağır suçların karşılıksız kalacağını zanneden İsrâiloğullarının yanıl­dıkları ve onların mutlaka bir cezaya çarptırılacakları ihtar edilmiş, bunun da fitne olduğu ortaya konulmuştur.

Bir kısım müfessirler burada geçen fitne kelimesini, "zorluk ve sıkıntılarla denenme”[592], "kıtlık"[593], "semavî ceza"[594], "zorluk"[595], "insanlar arasında olan nefret, kin ve düşmanlık"[596], "öldürül­me"[597], "düşman egemenliği, esaret"[598] gibi dünyevî belâ ve musîbet çeşitleri arasında kabul edebileceğimiz anlamlar ile açıkla­maktadırlar. Kanaatimizce burada fitneyi başa gelen zorluk, sıkın­tı ve bütün olumsuz durumları kapsayıcı genel bir ifade olan belâ ve musîbet anlamları ile birlikte yorumlamak daha uygun olur. Ni­tekim Âlûsî (1270/1854)'nin tercihi de bu doğrultudadır.[599] Buna göre âyetin anlamı şu şekilde olur: Kendilerinden söz alınmış olan bu kimseler (İsrâiloğulları) peygamberleri öldürmelerinden ve ya­lanlamalarından dolayı başlarına herhangi bir belâ ve musibetin gelmeyeceğini zannettiler de hakkı görmez ve işitmez oldular.

"Sadece içinizden zulmedenlere erişmekle kalmayacak olan belâ ve musibetten (fitne) sakının ve bilin ki Allah'ın azabı çe­tin olandır." mealindeki Enfâl sûresinin 25. âyetinde yer alan fit­ne kelimesi, genelde "belâ ve musîbet" anlamlarında yorumlan­mıştır.[600] Aynı sûrenin 24. âyetinde iman edenlerin Allah ve Rasûlü'nün emirlerine icabet etmeleri emredilmiş,[601] ondan sonra gelen 25. âyette ise aksini yapmanın doğuracağı kötü sonuçlara dikkat çekilmiştir. İşte bu kötü sonuç ta fitnedir. Allah ve Resulü­nün emirlerine itaat etmemenin pek çok kötü sonuçlar doğuraca­ğının bilincinde olan ve bunları toptan ifade etmek isteyen müfes­sirler, âyetin içerisinde geçen fitne kelimesine "fesat", "günah"', "azap" başta olmak üzere bir çok farklı anlam vermişlerdir.[602] Bu­radaki fitneyi, "fesat ve kargaşa" olarak değerlendiren müfessirler, burada daha çok, toplum düzenin bozulup huzur ve güven ortamı­nın kaybolması gibi müminler arasındaki iç karışıklığının sebep olacağı sonuçlar üzerinde durmuşlardır.[603] Toplumsal barışın ol­madığı böyle bir ortam neticede toplumun bütün bireylerini rahat­sız eder. Buradaki fitneyi "günah" olarak tefsir edenlere göre, özellikle toplumsal yönle ilgili olan bir takım günahların işlenmesi bütün bir toplumu sıkıntıya düşürür.[604] Buradaki fitneyi "azap" olarak yorumlayanlar da, Allah ve Resulüne itaat etmemenin bü­tün toplumu kapsayacak ve en kötü bir sonuç olan azaba neden olabileceği üzerinde durmuşlardır.[605] Bu anlamları kötü sonuçlara götürecek olan genel hususların örneklemesi kabilinden anlamak gerekirse, bizim buradaki fitneye yüklediğimiz ve pek çok kötülü­ğün ortak ifadesi olan 'belâ ve musîbet' anlamlarının daha isabetli olacağı söylenebilir.[606] Zira bu ifadeler, hem söz konusu anlamları içerdiği gibi her türlü cezayı da kapsamaktadır. Biz bu açıdan 'belâ ve musîbet' anlamını tercih ettik.

Fitne kelimesinin "belâ ve musibet" anlamında kullanıldığı âyetlerden bir diğeri de "...İnsanlardan kimi Allah'a yalnız bir yönden kulluk eder. Şöyle ki: Kendisine bir iyilik dokunursa buna pek memnun olur, bir de musibete uğrarsa çehresi deği­şir (dinden yüz çevirir). O, dünyasını da, âhiretini de kaybet­miştir. İşte bu, apaçık ziyanın ta kendisidir.." mealindeki Hac sû­resinin 11. âyetidir. Bu âyette, maddi menfaat beklentileri ile ima­nın gerçekleşemeyeceğine işaret edilmiş olup, müminin imanı se­bebiyle dünyevî kar-zarar ve nimet-külfet dengesini hesap etmesi­nin doğru olmayacağına vurgu yapılmıştır. Buna göre Kur'an'ın is­tediği iman sadece menfaat sağlayan, risk getirmeyen ve sahibini çilelere maruz bırakmayan iman değildir. Aksine imanda hem çile hem de nimet beraberdir. Bu sebeple, musibetle/fitneyle hiç yüz yüze gelmeden, tamamen menfaat temin etmek için iman etme­nin makbul olmayacağına da âyette bir işaret vardır. Bundan hare­ketle iman sebebiyle kişiye isabet edecek fitnenin mahiyeti husu­sunda fikir beyan eden müfessirler, bu kelimenin söz konusu âyet­te "hayr"ın zıddı olarak 'şer' anlamında kullanıldığına da dikkat çekmişler, yani her türlü belâ ve musibetin, sınayıcı güçlük anla­mında kullanıldığını ileri sürmüşlerdir.[607]

Nur sûresinin 63. âyetinde fitneten formunda geçen fitne ke­limesinin de "belâ ve musibet" anlamında kullanıldığını görmekte­yiz.[608] Söz konusu âyet şöyledir: "(Ey müminler!) Peygamberin (sizi) çağırmasını aranızda birbirinizi çağırmanız gibi tutmayın. İçinizden, birbirini siper edinerek sıvışıp gidenleri Allah gerçek­ten bilmektedir. Artık onun emrine muhalefet edenler, başları­na bir belânın (fitnetün) gelmesinden veya elem dolu bir azaba uğramaktan sakınsınlar."

Müfessirler genelde buradaki fitneyi "dünyevî belâ ve musîbet"[609], "dünyevî ceza"[610] olarak tefsir etmektedirler.[611] Bir kısım müfessirler ise bu kelimeyi "sapıklık"[612], "küfür"[613], "nifak"[614], "bidat"[615] "öldürülme"[616], "kalp katılığı"[617], "ceza”[618] "korku, korkunç şeyler''[619], "zelzele"[620], "zâlim bir hükümdarın yönetimi altında bulunma"[621] şeklinde tefsir etmişlerdir. "Belâ ve musibet" ifadesi her türlü olumsuz durumu kapsayan geniş anlamlar ifade ettiğinden biz bu anlamı tercih ettik.

Ayetin (Ey müminler!) Peygamberin (sizi) çağırmasını ara­nızda birbirinizi çağırmanız gibi tutmayın. "[622] (lâ tecalû duâe'r-rasûli beyneküm ke duâi ba'ziküm ba'za) kısmına farklı olarak bazı müfessirler, "Peygamberi birbirinizi çağırdığınız gibi çağırmayın."[623], "Peygamberin duasını sizin birbirinize duanız gibi sanmayınız. "[624] gibi anlamlar vermişlerdir. Âyet metni bu anlam­lara imkan vermekle[625] birlikte sözünü ettiğimiz kısımdan hemen sonra "Artık onun emrine muhalefet edenler, başlarına bir be­lânın (fitnetün) gelmesinden veya elem dolu bir azaba uğra­maktan sakınsınlar."[626] mealindeki kısmın gelmiş olması, "(Ey müminler!) Peygamberin (sizi) çağırmasını aranızda birbirinizi çağırmanız gibi tutmayın." şeklindeki anlamın burada daha uy­gun olacağını gösterir.[627]

Zira bizim yukarıda meal olarak belirttiğimiz anlmda, Hz. Peygamberin emrine icabetten söz edilmekte, burada da Hz. Pey­gamberin emrine muhalefetin fitne veya elem dolu azap gibi kö­tü sonuç doğuracağı ifade edilmektedir. Ayrıca ele aldığımız âye­tin, "İçinizden, birbirini siper edinerek sıvışıp gidenleri Allah gerçekten bilmektedir" mealindeki kısmında[628] Hz. Peygambe­rin toplantısını izinsiz terk edenlerden söz edilmesi -ki bir kısım müfessirler Hz, Peygamber döneminde bazı münafıkların bu şekil­de davrandıklarını belirtmektedirler.[629] -ve hemen önceki âyette[630] müminlerin, Hz. Peygamberin toplantısını izinsiz olarak terk etmemelerinin gerekliliğinin[631] bildirilmesi, âyette Hz. Peygambe­rin davetine icabetin öneminin anlatıldığını göstermektedir.

Ayet mealinin "Artık onun emrine muhalefet edenler (Yuhâlifûne an emrihi) başlarına bir belânın (fitnetün) gelmesinden veya elem dolu bir azaba uğramaktan sakınsınlar."[632] kısmında­ki metinde geçen an emrihi'deki zamirin, -Allah lafzının peşinden gelmesi sebebiyle- Allah'a râci olmasının uygun olacağı söylenmişse de[633], âyetin bağlamından bu zamirin Hz. Peygambere râci ol­duğu anlaşılmaktadır.[634]

Peygamberin davetinin bağlayıcılığına[635] işaret eden bu âyet, onun toplantı vb. şeylere çağırmasının diğer insanların çağırması gibi olmadığını belirtmektedir. Ayette Peygamber tarafından yapı­lan çağrıya uyup uymama konusunda insanların serbest olmadık­ları ve söz konusu çağrıya mutlaka uyulması gerektiği ifade edil­mektedir.[636] Böyle bir çağrıya uymayıp Peygambere muhalefet edenler ise fitne ya da elim bir azapla tehdit edilmektedirler. Aye­tin bağlamı dikkate alındığında buradaki fitnenin korkutucu bir şey olduğu anlaşılmaktadır. Zira insanlar emre muhalefetin sonucunda başlarına gelecek bir şeyle tehdit edilmektedirler ki, bu da en azın­dan insanların hoşlarına gitmeyen, onların rahatsızlık duyacakları[637] bir şey olmalıdır. İnsanların en çok ürperdikleri şeyler ise fe­lâketler, sıkıntılar, sosyal buhranlar gibi belâ ve musibetlerdir. Bu sebeple ele aldığımız âyette fitne kelimesini, tüm bu anlamları ku­caklayan "belâ ve musîbet" anlamının karşılayacağını söyleyebili­riz.

Buraya kadar anlatmış olduğumuz üzere ftn kökü ve türevle­rinin belâ ve musîbet anlamına gelen ilgili âyetleri bir arada gös­termek amacıyla aşağıdaki tabloyu oluşturduk.

 

Tablo -7-

FTN Kök Ve Türevlerinin Belâ Ve Musîbet Anlamında Kullanımı

 

Sıra no

Sûre no ve adı

Ayet

No

Lafız şekli

Anlam

Mek-Med

1

5  Mâide

71

Fitnetün

Belâ ve musîbet

M

2

8  Enfâl.

25

Fitnelen

Belâ ve musîbet

M

3

22 Hac

11

Fitnetün

Belâ ve musîbet

M

4

24 Nûr

63

Fitnetün

Belâ ve musîbet

M[638]

 

6- Azap

 

Dilimizde azap, dünyada günah işleyenlere âhirette verilecek ceza anlamındadır.[639] Kur'an'da geçen fitne bazen bu anlamda da kullanılmaktadır.

Daha önce zakkum ağacınının zalimler için bir fitne olduğunu bildiren "Biz onu (zakkum ağacını) zalimler için bir imtihan/azap (fitne) kıldık." mealindeki Sâffât sûresi 63. âyetinde fitneten formunda geçen fitnenin "sınav aracı" anlamını ifade edebile­ceği gibi "azap" anlamını da ifade edebileceğini söylemiş ve ilgili başlık altında konuyu ele alacağımızı belirtmiştik. Hem söz konusu âyette geçen ve hem de İsrâ sûresi 60. âyette "şecere-i melûne" olarak geçen bu ağacın "azap" anlamına geldiği bir kısım müfessirlerce de ifade edilmiştir.[640] Âyetin yer aldığı bağlam bizce bu an­lama da uygundur. Zira Sâffât sûresinin 63. âyetinden önceki âyet­lerde cennet bir hedef olarak gösterilmekte, cennet-cehennem karşılaştırılması yapılmakta ve yarışanların cennet nimetleri için yarışması öğütlenmektedir. Bu âyetten hemen önceki 62. âyette de, cennet nimetlerinin mi yoksa zakkum ağacının mı daha hayır­lı olduğu sorulmakta, üzerinde durduğumuz bu âyette ise zakku­mun fitne olduğu ifade edilmektedir. Cehennem ve fitne birlikte düşünüldüğünde fitnenin burada yer aldığı bağlam, "azap" anlamı­na uygundur. Ancak Zemahşerî (538/1143)'nin buradaki fitneye yüklediği "(dünyada) imtihan, (âhirette) azap"[641] şeklindeki anlam, daha önce belirtilen her iki anlamı da içermesi açısından kanaatimizce daha isabetlidir.

"Ateş üzerinde yanmak suretiyle azaba uğratılacakları (yüftenûn) gün (görevli melekler onlara şöyle der): 'Azabınızı ta­dın! (zûkû fitneteküm). İşte acele isteyip durduğunuz şey bu­dur." mealindeki Zâriyât sûresinin 13. ve 14. âyetlerinde yüfte-nûn ve fitneteküm formlarında geçen fitne de azap anlamını ifa­de eder. Bunlardan 13. âyette, müşriklerin ateş (cehennem) üze­rinde (fitne) yanmak suretiyle azaba uğratılacakları, 14. âyette de acele isteyip durdukları azabı (fitne) tatmalarının kendilerine söy­leneceği haber verilmektedir. Bu âyetlerden 13. âyette geçen fit­ne, ftn kökünün temel anlamı olan "yakmak" anlamındadır. Fitne bu anlamda Kur'an'da sadece bu âyette geçmektedir. 14. âyet­te geçen fitne ise, azap anlamındadır. Görüldüğü üzere fitnenin bu âyetlerde "azap" anlamında olduğu çok açıktır. Çünkü kıyamet­te ve cehennem bağlamında gerçekleşecek bir olaydan söz edil­mektedir. Buna göre dünya ile ilgili her şey geride kalıp sonuca ge­linmiş, âhiretteki sınav da neticelenmiştir. Müfessirler de genelde söz konusu âyetlerden 13. âyetteki fitneyi "ateşle yakmak''[642], 14. âyetteki fitneyi ise "azap"[643] olarak yorumlamışlardır. Buna göre 13. âyette geçen yüftenûne ale'n-nâri cümlesinin anlamı, "o gün onlar ateş üzerinde yakılacaklardır'', 14. âyette geçen zûkû fitneteküm cümlesinin anlamı ise, ''azabınızı tadın” dır.

Ftn kök ve türevlerinin azap anlamında kullanıldığı âyetleri topluca tabloda şu şekilde gösterebiliriz:

 

Tablo -8-

FTN Kök Ve Türevlerinin Azap Anlamında Kullanımı

 

Sıra no

Sûre no ve adı

Ayet No

Lafız şekli

Anlam

Mek-Med

1

37 Sâffât

63

fitneten

Dünyada imtihan âhirette azap

K

2

51 Zâriyât

13

yüftenûne

Yanarak azap görürler

K

3

51 Zâriyât

14

fitneteküm

Azap

K[644]

 

7- Delilik

 

Dilimizde delirme, aklını kaçırma, çıldırma anlamındadır[645] Kalem sûresinde el-meftûn kalıbında geçen fitnenin anlamların­dan birinin de bu olduğu belirtilmektedir. Bu kelime, "Nün. Kale­me ve (kalem tutanların) yazdıklarına andolsun ki (Resulüm), sen -Rabbinin nimeti sayesinde- mecnûn değilsin. Şüphesiz sa­na tükenmez bir mükâfat vardır. Sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin. Hanginizde delilik/sapıklık (el-meftûn) olduğunu ya­kında sen de göreceksin, onlar da. Doğrusu Rabbin, kendi yo­lundan sapan kişiyi en iyi bilendir, hidâyete erenleri de en iyi bilen O'dur."[646] meâllerindeki âyetlerden 6. âyette geçmektedir. Sözünü ettiğimiz bu kelime, ism-i mefûl kalıbında, "cin ve şeytan­ların musallat olmasıyla veya deliliğe uğramak suretiyle belâya uğ­ramış (fitneye tutulmuş) kimse"[647], "dinini terk eden, haktan sa­pan kimse"[648], "bir kadının güzelliği veya dünyanın çekiciliği kar­şısında aklını kaybeden kimse"[649] anlamında kullanılırken, mastar kalıbında ise "cinnet, delilik"[650] anlamında kullanılmaktadır. Müfessirler bu kelimeye anlam verirken onun yapısı ile ilgili durumu göz önünde bulundurmuşlardır.[651] Örneğin, Ferrâ (207/822); ya göre el-meftûn, burada mastar olup, "delilik" anlamındadır.[652] İbn Abbas (68/687)'ın da bu görüşte olduğu belirtilmektedir.[653] Taberî (310/922) de bu görüşü tercih etmektedir.[654]  İbn Kuteybe (276/889)'ye göre ise, el-meftûn ism-i mefûl kalıbında olup, ""de­lirmek suretiyle fitneye (belâya) uğramış olan kimse" anlamındadır.[655] Müfessirlerin büyük çoğunluğu burada geçen el-meftûn ke­limesine "mecnûn" (delilik) anlamı vermişlerdir.[656] "Mecnûn", kendisine cin musallat olmuş, deli anlamındadır.[657] Bazı müfessirler bu anlamın dışında el-meftûna, "şeytana en çok dost olan" [658], "şeytan"[659], "doğru yoldan ayrılarak sapıtan kimse (sapık)" "azaba duçar olacak kimse"[660] anlamlarını vermişlerdir. İbn Kesîr (774/ 1372) belirttiğimiz görüşlerin çoğuna yer verdikten sonra bu keli­menin anlamı ile ilgili olarak şunları söylemektedir: "Burada el-meftûn kelimesinin anlamı açıktır. O, fitneye düşüp doğru yoldan sapıtan anlamındadır."[661]

Âyet, Hz. Peygamberin, cinlerin etkisinde kalarak aklının ka­rıştığını, cinlenmiş olduğunu söyleyen müşriklere bir cevap niteli­ğini taşımaktadır. Zira müşrikler Hz. Peygamberin, cinlerden ilham alarak hareket ettiğini[662], içinde şeytanın bulunduğunu[663] zanne­diyor, bu sebeple zaman zaman ona şâir, kâhin, büyücü ve mec­nûn diyorlardı.[664] Yoksa onlar Hz. Peygamberi zihinsel açıdan ak­lî yeteneklerini tamamen yitiren birisi olarak görmüyorlardı.[665]

Ayetin içerisinde yer aldığı Kalem sûresinin büyük bölümünün indirilişine de Hz. Peygambere yönelik olarak söylenen bu tür sözle­rin sebep olduğu kaydedilmektedir.[666] Rivayete göre sözünü etti­ğimiz Kalem sûresinin âyetlerinin büyük bir kısmı Velid b. Muğîre ve Ebû Cehil hakkında nazil olmuştur.[667]

Üzerinde durduğumuz el-meftûn kelimesinin, "kendisine cin musallat olmuş, deli" anlamında kullanımının doğru olabileceğini kabul etmekle beraber bu kelimenin, "fitneye uğrayarak dinini terk eden, haktan sapan kimse" anlamına da yorumlanabileceğini söy­leyebiliriz. Müfessirler burada geçen el-meftûn kelimesine, "deli­lik" anlamı verirken ftn kökünün içerdiği "fitneye uğrayarak aklı­nı ve malını kaybetmek"[668] anlamından hareket etmişlerdir. An­cak daha önce de ifade ettiğimiz üzere ftn kökünün içerdiği an­lamlardan birisi de "doğru yoldan sapmak"tır.[669] Sözlük anlamla­rını verirken, el-meftûnun, "mecnûn, cinlenmiş, cin musallat ol­muş, deli"[670] anlamıyla birlikte, "fitneye uğrayarak dinini terk eden, haktan sapan kimse"[671] şeklinde bir anlamından da söz et­miştik. Bu sebeple burada el-meftûna, -ism-i mefûl kalıbında oldu­ğu kabul edilerek- "cin musallat olma neticesinde fitneye uğraya­rak doğru yoldan sapan" anlamı da verilebilir. Ele aldığımız Kalem sûresi, 6. âyetten hemen sonraki "Doğrusu, Rabbin kendi yolun­dan sapan kişiyi en iyi bilendir, hidâyete de erenleri en iyi bi­len odur."[672] mealindeki âyet de sözünü ettiğimiz bu son anlamı destekler mahiyettedir.[673]

 

C- Kavramsal Kullanım

 

Sözlüklerde fitne kavramının çok çeşitli anlamlar taşıdığını, bu sebeple de çok anlamlı kelimelerden olduğunu yukarıda ele almış­tık.  Özetle, sınama,  baskı-işkence, sapma, saptırma,  şaşırtma, kandırma, büyüleme, fesat, karışıklık çıkarma, ifsat etme, belâ, musîbet, azap bu anlamlardan bazılarıdır. Kavramın bu kadar çok anlama sahip olması, terim anlamına da yansımış ve onda da bel­li bir karışıklık oluşmasına yol açmıştır.[674] İslam bilginleri, gerek kelime anlamından, gerek Kur'an ve hadislerdeki kullanımından ve gerekse doğuracağı sonuçlardan hareketle fitneyi değişik şekiller­de tanımlamışlardır. Mesela, Seyyid Şerif Cürcânî (816/1413), Ebü’l-Bekâ (1094/1683) ve Tehânevî (1158/1745) fitneyi, "İnsa­nın durumunu iyilik ve kötülük açısından ortaya koyan şeydir”[675] şeklinde tanımlamışlardır. İbn Manzûr (711/1311) ise fitne için "insanın isyankârlığını olduğu kadar sabır ve menfaatini de ortaya koyup sonuçta Allah'ın azap ya da mükafatına nail olmasına fırsat veren imtihan” şeklinde bir açıklama yapmaktadır.[676] Ancak her bir müellif tanımında fitnenin bir veya birkaç unsuruna dikkat çek­tiğinden yapılan tanımlar efradını cami ve ağyarını mâni bir özel­lik arz etmemektedir. Bu sebeple biz yapılan tanımların ortak nok­talarını alarak daha kapsamlı bir tanım yapmaya çalıştık. Buna gö­re fitne: Lehlerine ya da aleyhlerine olmak üzere, kulların iyi ya da kötü şeylerle denenmeleri, manevi çöküntüye uğramaları ve dînî-içtimâî-siyasî kargaşaya maruz kalmalarını ifade eden bir terimdir. Buna göre fitne; Allah'a nispet edildiği zaman sınav, beşerden kaynaklandığı zaman her türlü kötülük, ayartma, baskı ve kaos, ve nihayet şeytandan kaynaklandığı zaman da saptırma anlamına gel­mektedir.

Kur'an-ı Kerîm'in bütünlüğünü göz önüne aldığımızda fitne kavramına bizim yukarıda yaptığımız tanıma uyan bir anlam çer­çevesi oluşturduğunu görürüz. Bu cümleden olmak üzere fitne ve­ya el-fitne formunda tekrar eden bu kavram, insan hayatının bir olgusu olarak geniş bir anlam çerçevesine oturmuştur. Toplam ola­rak otuz âyette (yirmi iki âyette nekre olarak fitne şeklinde, sekiz âyette de marife olarak el-fitne şeklinde) tekrar eden fitne kavra­mının bu anlam çerçevesinde kullanıldığı en açık örneklerden ba­zıları şunlardır:

"Her nefis ölümü tadacaktır. Bir imtihan (fitne) olarak sizi hayır ile de şer ile de deniyoruz. Ve siz, ancak bize döndürüle­ceksiniz."[677]

"Bilin ki, mallarınız ve çocuklarınız birer sınav aracıdır (fitnetün)."[678]

"Zulüm ve baskı  (fitne) adam öldürmekten daha beterdir.[679]

 

3- Kuranda Fitne Kavramının Anlamını Kar­şılayan Bazı Kelimeler

 

Daha önce de ifade ettiğimiz üzere fitne kelimesi Kur'an'da kullanıldığı anlamlar itibariyle tek bir kelimeyle ifade edilemeyecek kadar çok anlama sahiptir. Kur'an'da bu anlamlan karşılayan ve bu anlamların her biriyle bir yönden ilişkili olan pek çok kelime bu­lunmaktadır. Zira sosyal hayatta insanları rahatsız edebilecek pek çok şeyin fitne ile anlam ilişkisi içerisinde olduğunu söylemek pek zor olmasa gerekir. Bu kelimeleri ayrıntılı bir şekilde ele almak ka­bul edileceği üzere bu çalışmanın boyutlarını aşacaktır. Bu sebeple biz fitnenin anlamlarını doğrudan karşılayan ve bulunduğu anlam grubunda diğerlerine göre daha öne çıkmış olan bazı kelimeleri kı­saca ele alacağız.[680]

 

A- Belâ-İbtilâ

 

Belâ kelimesi sözlükte; eskimek, yıpranmak, sınamak, gam, musibet gibi anlamlara gelmektedir.[681] Belâ ve aynı kökten türe­yen iblâ ve ibtilâ, genelde "deneme ve imtihan etme" anlamların­da kullanılmaktadır.[682] Söz konusu bu kelimeler Kur'an terminolo­jisinde de "gerek hayır ve gerekse şerle sınama ve imtihana tabi tutma" anlamlarını ifade eden kelimeler arasında yer almakta­dır.[683] Meselâ, Hz. İbrahim'in oğlunu kurban etmesi ile ilgili bir rü­yayla imtihan edilmesi Kur'an'da belâ kelimesi ile ifade edilmiştir. İlgili âyet şöyledir: "Bu gerçekten çok açık bir imtihandır (belâün)."[684] Bu âyette olduğu gibi, insana yüklenilen teklif, kul için bir imtihan olup,[685] bu da belâ sözcüğü ile anlatılmıştır. Meselâ, yine "Rabbi İbrahimi bir takım kelimelerle sınadı (ibtelâ)."[686] me­alindeki âyette görüldüğü üzere, Hz. İbrahim'in bir takım buyruk­larla Rabbi tarafından sınanması (ibtelâ) kelimesi ile ifade edilmiş­tir.

Kur'an'da yer alan bela, iblâ ve ibtilâ kelimelerinin, özellikle Allah-kul ilişkisi içerisinde sınama ve deneme anlamı taşıyan fitne kelimesi ile aynı manada oldukları görülmektedir. Söz konusu ke­limeler, genel olarak hem insana sunulan nimetler ve hem de kar­şı karşıya kaldığı sıkıntılarla sınanmayı ifade etmede de kullanılır­lar. Ancak daha önce de defaatle tekrarladığımız üzere fitne daha çok "belâ ve sıkıntılarla sınanmayı" ifade etmede kullanılır. Nitekim el-Askerî (400/1009'dan sonra) de imtihan anlamına gelen ihtibâr kelimesi ile fitnenin farkını açıklarken bu hususa işaretle şöy­le der: "Fitne imtihanın en şiddetlisi ve en son haddidir."[687]

Sonuç olarak verilen örneklerden de anlaşılacağı üzere belâ, iblâ ve ibtilâ kelimeleri Kur'an'da genel olarak, fitnenin Kur'an'­da en çok kullanılan anlamlarından olan "imtihan” anlamında da kullanılmaktadır.[688]

 

B- İmtihan

 

Arapça'da mhn kökünden gelen imtihan kelimesi; bir şeyin aslına vakıf olmak, bir şey üzerinde derinlemesine düşünmek, de­nemek, soruşturmak, imtihan etmek, musibete duçar olmak, arıtmak, temizlemek, sıkıştırmak, boyun eğdirmek, kırbaçla dövmek, niyetini açığa çıkarmak ve benzeri anlamlara gelmektedir.[689] Söz konusu bu kelime de fitnenin "imtihan" anlamını ifade eden keli­melerdendir. Hucûrât sûresinin, "(Onlar) şüphesiz Allah'ın kalp­lerini takva ile imtihan ettiği/denediği kimselerdir."[690] mealin­deki âyetinde geçen imtihan kelimesi, "deneme ve sınama" anla­mında fitne kelimesinin bu anlamıyla örtüşmektedir.[691]

 

C- Musibet

 

Sözlükte, okla vurmak, isabet etmek, erişmek ve dokunmak[692] manalarında olan musibet; belâ, ansızın gelen felaket ve sıkıntı anlamlarının yanında genel olarak insanın başına gelen hoşa git­meyen şeylerin tamamı yahut sıkıntı veren her şey[693] olarak ta­nımlanmaktadır. Diğer bir ifade ile musibet, hedefine isabet eden mermi gibi insana şiddetle dokunan hadise ve felaketlerdir.[694]

Bu anlamlar çerçevesinde musibet sözcüğünün hem bir imti­han vesilesi olması, hem de başa gelen herhangi bir sıkıntıyı ifade etmesi bakımından fitne kavramı ile ilişkili olduğu görülmektedir. Nitekim yukarıda fitne kelimesinin anlamlarını verirken işaret etti­ğimiz gibi, Kur'an'da yer alan fitne kelimesi zaman zaman "belâ ve musîbet" anlamlarında kullanılmaktadır. Kur'an'da sıkça tekrar eden musibet kelimesinin, fitnenin "belâ ve musibet” anlamıyla örtüştüğünün en güzel örneği, Bakara sûresinin "Kendilerine bir musibet geldiğinde: Biz Allah'a aitiz ve biz tekrar O'na döne­ceğiz, derler"[695] mealindeki âyetidir. Bu âyette yer alan musibet, başa gelen ve insanı sıkıntıya düşüren her kötü durumu ifade et­mektedir. [696]

 

D- Zulüm

 

Adaletin zıddı olan zulüm sözlükte, haksızlık etmek, adaletsiz davranmak ve hakkını vermemek demektir. Buna göre zulüm ke­limesi; ister fazla, isterse eksik olsun, herhangi bir şeyin kendine ait olan yerin dışında başka bir yere konulması anlamındadır.[697] Ayrıca bu kelimenin, maksadı aşmak, hakkı teslim etmemek ve haddi tecavüz etmek anlamlarına geldiği de ifade edilmiştir.[698]

Fitne ile taşıdığı ortak anlamlar itibariyle sosyal dengeyi bozan en önemli faktörlerden birisinin de zulüm olduğu bilinmektedir. Bu noktadan hareketle zulmün, fitne olgusunu harekete geçiren en önemli etkenlerden birisi olduğu söylenebilir. Diğer taraftan zu­lüm, herkesin hakkına tecavüz etmeyi ilke haline getiren bir irade olduğundan[699], hak ihlali ve haddi tecavüz anlamları taşıyan fitne kavramı ile birleşmektedir.

Yukarıda fitnenin Kur'an'daki anlamlarını tespit ederken bun­lardan birinin de, "baskı, işkence ve zulüm" olduğunu belirtmiştik.

Kur'an'da geçen zulüm kelimesi de bazen bu anlamlarda kullanıl­maktadır. Örneğin, Nahl sûresinin "Zulme uğradıktan(zulimû) sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince, elbette onları dünyada güzel bir şekilde yerleştiririz..." mealindeki 41. âyetin­de geçen zulüm, aynı sûrenin, “Sonra şüphesiz ki Rabbin eziye­te uğratıldıktan (fütinû) sonra hicret eden, sonra Allah yolun­da cihad edip sabreden kimselerin yanındadır." mealindeki 110. âyetindeki fitnenin "baskı ve işkence" anlamıyla aynıdır. [700]

 

E- Ezâ

 

Ezâ, eziyet etmek, incitmek, acı çektirmek ve zarar vermek anlamındadır.[701] Buna göre ezâ denilince, insanın hoşlanmadığı her şey anlaşılır.[702] Bir başka ifade ile ister dünyevî, ister uhrevî ol­sun canlıların beden, can ya da organlarına isabet eden her türlü zarara eziyet denilmektedir[703].

Kur'an'da yer yer geçen bu kelime de fitnenin "baskı, zulüm ve işkence" anlamını karşılayan kelimelerdendir. Meselâ, Ankebût sûresinin "İnsanlardan öyleleri de vardır ki, "Allah'a inandık" derler. Ama Allah yolunda bir sıkıntıya uğrayınca (ûziye), in­sanların baskı ve işkencesini (fitne), Allah'ın azabı gibi sayar­lar..." mealindeki 10. âyetinde geçen (ûziye) kelimesi, "sıkıntıya uğramak" anlamındadır. Bu âyette geçen fitne kelimesi ile ezâ ke­limesi yan yana, aynı âyette sanki bir biri ile müteradif bir kelime şeklinde yer almaktadır.[704]

 

F- Fesâd

 

Sulhun zıddı olan fesâd[705] kelimesi; bir şeyin fasit olması, bo­zulmak, çürümek, mahvolmak, kötü olmak, kötü yola sapmak anlamlarına gelmektedir.[706] Fesâd aynı zamanda bir şeyin "çok ve­ya az olarak" dengenin dışına çıkmasıdır.[707] Bu kökten gelen ifsâd ise, bir şeyi bozmak, ifsat etmek, mahvetmek, kötülük yapmak, doğru yoldan saptırmak, bozgunculuk yapmak[708] anlamındadır.

Kur'an yer yüzünde bozgunculuk yapanları her vesile ile kına­makta ve onların bu tür davranışlarını eleştirmektedir. Bakara sû­resinin "Onlara yeryüzünde bozgunculuk yapmayın denildiği zaman, biz barıştan yana tavır koyanlardanız derler." mealinde­ki 10. âyetinde münafıkların bozgunculukları fesâd ile ifade edil­miştir ki, bu da fitnenin "kargaşa ve bozgunculuk" anlamı ile örtüşmektedir. Ayrıca Kasâs sûresinin "Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah bozguncuları sevmez.”[709] mealin­deki 77. âyetinde yer alan fesâddan murat; Karun'un işlemekte olduğu zulüm ve haksızlıktır[710] ki, burada fesâd kelimesi "zulüm" anlamıyla fitne ile bütünleşmektedir. Yine ayrıca "İnkar edip te (insanları) Allah yolundan alıkoyanlar var ya, işte onlara yap­makta oldukları fesatları sebebiyle azaplarını kat kat artıraca­ğız."[711] mealindeki âyette geçen fesâddan murat, "insanları Allah yolundan alıkoymak "tır. Buna göre fitne ve fesâd kelimeleri "boz­gunculuk çıkarmak, baskı ve zulüm yapmak, Allah yolundan alı­koymak" anlamlarında müşterek bir grub oluşturmaktadırlar.[712]

 

G- Tefrika

 

İki şey arasını ayırmak anlamındaki frk kökünden[713] olan tef­rika, araya düşmanlık sokarak gruplara ayırmak, parça parça böl­mek, dağıtmak anlamında olup, daha çok bozgunculuk çıkarma anlamında kullanılan bir kelimedir.[714] Bir diğer ifade ile tefrika, şuuru dimağdan ayırmak ve bölücülük yapmaktır.[715] Dolayısıyla tefrika ile fitne, toplumsal dengenin bozulmasında aynı anlamı paylaşan iki kelime olarak karşımıza çıkmaktadır.

Yukarıda fitnenin karışıklık çıkarma, tefrika gibi anlamlarda da kullanıldığını belirtmiştik. Tefrika kelimesi, geçtiği bir çok âyette, aralanna düşmanlık sokmak suretiyle insanların arasını ayırmak ve böylece onların birbirine düşmelerine sebep olmak anlamında fit­ne ile birleşmektedir. "...(Hârun Hz. Musa'ya) şüphesiz ben "İsrâiloğullarının arasını açtın, sözüme uymadın" demenden korktum" mealindeki 94. âyetinde ferrekte formunda geçen tef­rika, "insanların arasını ayırmak" anlamında kullanılmıştır.

Netice itibariyle gerek fitne ve gerekse tefrika kelimeleri, bu anlamlarıyla her ikisi de sosyal hayatı olumsuz yönde derinden et­kileyen en önemli faktörlerdendir.[716]

 

H- İdlâl Ve Dalâlet

 

Dalâlet kelimesi sözlükte, gizlemek, kaybolmak, zayi olmak, batıl ve hükümsüz olmak, sapmak, doğru yolu bulamamak, unut­mak ve kaybetmek anlamlarına gelmektedir.[717] Dalâlet kelimesi, hidâyet sözcüğünün karşıtı olup[718], dini literatürde de; doğru yol­dan kasten veya unutarak, bilerek veya bilmeyerek sapmak de­mektir.[719] Dalâlet, gafletle başlar, şaşkınlıkla devam eder ve yok­lukla biter. Aslında hissedilen maddi yoldan sapmayı ifade etse de sonradan maneviyatta ve akılla bilinen şeylerde meşhur ve dinde­ki sapkınlığın da ifadesi olmuştur.[720]

Kur'an-ı Kerim'de sıkça karşımıza çıkan kelimelerden birisi de dalâlettir. Genellikle hidâyetle aynı cümlede fakat zıt anlamlarda yer alan dalâletin, "sapma ve saptırma" anlamındaki fitne ile an­lamları örtüşmektedir. Tıpkı fitnede olduğu gibi, dalâletin "sap­ma” anlamının, kişinin kendi kendisi ile; "'saptırma”nın ise kendi­sinin dışındaki biri veya bir şey ile ilişkili olduğunun bilinmesi gere­kir. Yani kişi kendi kendine dalâlete düşebileceği gibi, bir başkası tarafından da düşürülebilir. Burada sapmanın daha çok iradî, "saptırma"nın ise iradî bir tercih olmasının yanı sıra, bir de dış etkene bağlı olarak gerçekleştiği akıldan uzak tutulmamalıdır. "(Ey Mu­hammed!) Biz sana Kitabı (Kur'an'ı) insanlar için, hak olarak indirdik. Kim doğru yola girerse, kendisi için girmiş olur. Kim de saparsa (dalle), ancak kendi aleyhine sapmış olur."[721] âyeti, bizzat kişinin kendi kendine saptığına işaret ederken; "Firavun halkını saptırdı (edalle), onlara doğru yolu göstermedi."[722] âye­ti ise, bir kişinin, başkasını saptırdığını ifade etmektedir. İşte dalâ­let, sapmanın tam karşılığı iken, saptırmak da idlalin karşılığıdır.[723]

 

I- İğvâ

 

İğvâ kelimesi, 'saptırmak, ayartmak, aldatmak, mahrum bırak­mak, zarar vermek, döndürmek, yüz çevirttirmek, azdırıp doğru yoldan uzaklaştırmak' anlamlarında kullanılmaktadır.[724] Tıpkı da­lâlet ve idlâl kelimelerinde olduğu gibi söz konusu kelime, kelime­nin sülâsî mâzî kalıbı olan ğauâ olarak kullanılırsa, bir kimsenin kendi kendine sapması, yolunu şaşırması, zarara uğraması ve doğ­ru yoldan ayrılması; eğer iğvâ kalıbı ile kullanılırsa, yolunu şaşırtıp saptırması anlamlarını ifade eder. Örneğin, "Âdem Rabbine isyan etti (ğavâ)"[725] âyetinde Hz. Adem'in Rabbine isyanı ğavâ kelime­si ile ifade edilirken, (Şeytan dedi ki: (yeryüzünde olanları) azdıracağım (le uğviyennehüm)"[726] âyetinde şeytanın saptırma girişi­mi iğvâ ile ifade edilmiştir.

Farklı türevleriyle Kur'an'ın muhtelif âyetlerinde yer alan bu kelime; şaşırtmak ve doğru yoldan saptırmak anlamlarında fitne ile birleşmektedir. Nitekim; "(İblis), Senin şerefine andolsun ki, içlerinden ihlaslı kulların hariç, elbette onların hepsini azdıra­cağım, dedi."[727] âyetinde olduğu gibi, şeytana nispet edildiği yer­de bu kelime, engel olmak ve saptırmak anlamı yönünden fitne ile müşterektirler.[728]

 

J- Azâb

 

Sözlükte sıkıntı, ceza ve işkence[729] anlamındaki azâb kelime­sinin hem dünyevî hem uhrevî yönü bulunmaktadır. Kur'an'da pek çok âyette yer alan azâb kelimesinin taşıdığı anlam daha çok âhiret boyutlu olmakla birlikte, Kur'an'da çeşitli toplumların dünyada helak edilmeleri veya çeşitli sıkıntılara maruz bırakılmaları bazen azâb kelimesi ile ifade edilmektedir. Meselâ "De ki: Ne dersiniz, Allah'ın azabı size beklenmedik bir anda veya açıktan açığa gelse, zalimler topluluğundan başkası mı helak edilecek."[730], "Onlardan öncekilerde tuzak kurmuşlardı. Allah'ın azabı bina­larını temelinden gelip yıktı da tavanları başlarına çöküverdi ve azap kendilerine fark edemedikleri yerden geldi.[731] mealin­deki âyetlerde geçen azâb, "felaket, âfet, semavî azap, belâ ve musîbet" anlamlarını ifade etmektedir. "Hani, sizi azabın en kötüsü­ne uğratan, kadınlarınızı sağ bırakıp, oğullarınızı boğazlayan Firavun ailesinden kurtarmıştık."[732], "Hani sizi Firavun aile­sinden kurtarmıştık. Onlar size en kötü işkenceyi (azabı) uygu­luyorlardı."[733] mealindeki âyetlerde geçen azâb ise, "zulüm, işkence" anlamlarını ifâde etmektedir. Daha önce de ifade ettiğimiz üzere söz konusu anlamlar, fitnenin anlamları arasında da yer al­maktadır. Bu açıdan azâb ve fitne kelimeleri arasında anlam ilişki­si bulunmaktadır."Fitnenizi (azabınızı) tadın! İşte acele edip iste­diğiniz şey budur."[734] mealindeki âyette olduğu üzere fitnenin âhiret azabı[735] anlamında da kullanıldığını daha önce belirtmiştik. Bu açıdan da her iki kelime arasında anlam ilişkisi bulunmaktadır.

Sonuç olarak görüldüğü üzere Kur'an'da yer alan bir çok keli­me, çok anlamlı kelimelerden olan fitnenin bu anlamlarıyla bir yönden anlam ilişkisine sahiptir. Bu kelimeler daha önce de ifade ettiğimiz üzere yer aldığı anlam grubunda diğerlerine göre daha öne çıkmış olan kelimelerdir. Bu kelimelerin dışında Kur'an'da ge­çen darrâ[736], be'sâ[737], şer[738] hızy[739], dâire[740], kâria[741] kelime­lerinin bazı kullanımları, fitnenin "belâ ve musîbet" anlamıyla; habâl[742] kelimesi, fitnenin, "bozgunculuk" anlamıyla, mecnûn[743] kelimesi fitnenin "delilik" anlamıyla; ihrâk[744] kelimesi, fitnenin "yakmak" anlamıyla; ricz[745],'ıkâb[746] kelimeleri, fitnenin "azap" anlamıyla; sadd[747] kelimesi, fitnenin "haktan saptırma, engelle­me, alıkoyma" anlamıyla anlam ilişkisine sahiptir.[748]

 

4- Vahiy Surecinde Fitne Kavramının Gelişim Seyri

 

Fitne ile ilgili âyetlerin nüzul sürecindeki gelişim seyrine baktı­ğımızda; fitne ve türevlerinin yer aldığı âyetlerden ilk nazil olanı­nın, Mekke'de tebliğin daha yeni başladığı dönemlere rastladığını görürüz. Bu da, Kalem sûresinde geçen "Hanginizde delilik/sa­pıklık (el-meftûn) olduğunu yakında sen de göreceksin, onlar da görecekler."[749] mealindeki âyettir. Sözünü ettiğimiz âyette yu­karıda da ifade ettiğimiz üzere Hz. Peygamberin cinlerin etkisinde kalarak sapıttığını söyleyen, onu delilikle (mecnûn) itham eden müşrikler[750] hedef alınmış, ona yöneltilen bu ithamların aslında bunları söyleyen müşriklerde bulunduğu belirtilerek bu sözlerden incinen Hz. Peygamber teselli edilmiştir. Bu âyette fitnenin bir tü­revi olarak yer alan (el-meftûn)a genellikle "cinlerin etkisiyle bü­yük belâya uğrayarak deliren kimse" anlamında, "mecnûn" mana­sı verilmektedir.[751] Bununla birlikte söz konusu kelimeye, "cin çarpma neticesinde fitneye uğrayarak doğru yoldan sapan" anla­mının da uygun düştüğünü yine yukarıda belirtmiştik.

Fitnenin Kur'an'daki bazı anlamları hem Mekkî ve hem de Medenî sûrelerde ortak olarak kullanılmıştır. Mesela, 'imtihan, sı­nama', 'baskı, zulüm, işkence', 'sapma, saptırma, ayartma' an­lamları genellikle fitnenin türevlerinin yer aldığı gerek Mekkî ve gerekse Medenî âyetlerde ortak kullanılmıştır. Ftn kökünün 'fe­sat, kargaşa, karışıklık çıkarma', 'belâ, musibet' anlamları Medenî âyetlerde yer alırken, 'azap, yakılma, ateşe atılma' anlamı ise Mek­kî âyetlerde yer almaktadır. Bunu örneklerle ortaya koyacak olur­sak, meselâ, Mekke döneminin başlarında dördüncü sûre olarak inen Müddessir sûresi 31. âyetinde Cehennemde görevli melekle­rin sayılarının bir sınav aracı olduğu fitne kalıbı ile bildirilirken, yine Mekkî sûrelerden 59. sırada nazil olan Zümer sûresi 49. âyet­te nimetlerin imtihan amacına yönelik oldukları fitne kalıbıyla ifa­de edilmektedir. Aynı şekilde Medinede 103. sırada nazil olan Hac sûresi 53. âyette şeytanın peygamberin temennilerine vesvese ver­meye kalkışmasının bir sınav vesilesi olduğu fitne formuyla anlatı­lırken yine Medenî sûrelerden 112. sırada nazil olan Tevbe sûresi, 126. âyette yüftenûn formuyla münafikların çeşitli vesilelerle sı­nava tabi tutuldukları anlatılır. Ftn kökünün anlamlarından olan 'baskı, zulüm, işkence', Mekke döneminin ortalarına doğru mü­minlerin inançları sebebiyle baskı ve işkence gördüğü bir ortamda 27. sırada nazil olan Burûc sûresi, 10. âyette yer alan fitne kav­ramı ile ifade edilirken, aynı anlam yine Mekkî sûrelerden olan Nahl sûresi 110. âyette fütinû kalıbıyla anlatılmaktadır.[752] Mede­nî sûrelerden Bakara sûresi 191, 193, 217 ve Enfâl sûresi 39. âyetlerinde geçen fitne de aynı anlamı çağrıştırmaktadır. Kâfirle­rin inananları dinlerinden vazgeçirmek için yapmış oldukları baskı ve zulüm Mekkî âyetlerde anlatılırken bu eyleme maruz kalanların sabırlı olmaları hususu üzerinde durulmakta ve ileride büyük müka­fatlarla ödüllendirilecekleri bildirilerek kendilerinden yapmaları is­tenilen herhangi bir eylemden söz edilmemektedir. Bu eylemleri gerçekleştirenlerin ise cehennem azabına maruz kalacakları belir­tilmektedir. Medenî âyetlerde ise müslümanların inançları sebebiy­le maruz kaldıkları fitnenin taşıdığı tehlikenin büyüklüğünün sınır­ları çizilerek onun öldürmekten daha şiddetli ve büyük bir suç ol­duğu ifade edilmiştir. Hiç bir zulüm ve baskı kalmayıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar savaşmayı emreden âyetlerle de fitnenin ortadan kaldırılması, Allah'a kulluğun serbestçe yapılması müşterek bir ideal olarak ortaya konulmuş, bu tür fitneler karşısın­da müslümanlara bir takım sorumluluklar yüklenilmiştir. Bu anlam­da Mekke'de daha çok ferdî sıkıntı ve buhran olan fitne kavramı Medine döneminde yeni bir boyut kazanarak iman ve zihniyet sa­vaşının sebebi sayılmıştır.[753]

Yine Allah yolundan alıkoyma, insanları saptırmaya çalışma anlamlarında olan fitne hem Mekkî ve hem de Medenî âyetlerde yer almaktadır. Örneğin 56. sırada nazil olan Saffât sûresi 162. âyette bifâtinîn formunda geçen fitne aldatma ve ayartma yoluy­la saptırma anlamını ifade ederken Medenî sûrelerden olan ve Mâide sûresinin 49. âyetinde en yeftinûke formunda geçen fitne de aynı anlamı çağrıştırır. Özellikle Medenî âyetlerde müşriklerin ve yahudilerin Hz. Peygamberi Allah'a kulluktan uzaklaştırarak kendi isteklerine boyun eğdirmeye kalkışmaları anlatılır. Şeytanın insanı aldatarak saptırma girişimini ifade eden fitne ise Mekkî sûrelerden A'râf sûresi 27. âyette yer alır.

Tespit edebildiğimiz kadarıyla 'fesat, kargaşa, karışıklık' anlam­larını çağrıştıran fitne, 90. sırada nazil olan Ahzâb ve 113. sırada nazil olan Tevbe ve 89. sırada nazil olan Âl-i İmrân gibi sadece Medenî sûrelerde geçmektedir. Tevbe sûresi 47-48 ve Ahzâb sûre­si 14. âyetlerde, münafıkların, müslümanlar arasında tefrika çıkar­mak suretiyle yaptıkları yıkıcı faaliyetler, Âl-i İmrân 7. âyette kötü maksatlı kimselerin zihinleri bulandırarak saptırma girişimleri hep fitne kavramıyla ifade edilmektedir. Yine 'belâ ve musîbet' anlamı­nı ifade eden fitne tespit edebildiğimiz kadarıyla sadece Medenî âyetlerde yer almaktadır. Mâide sûresi 71., Enfâl sûresi 25., Nûr sûresi 63., Hac sûresi 11. âyetlerde yer alan fitne bu manada kul­lanılmaktadır. Özellikle Enfâl sûresi 25., Nûr sûresi 63. âyetlerde Allah ve rasûlünün emirlerine itaatsizliğin acı sonuçlar vereceği fit­ne kavramı ile ifade edilir. Medenî âyetlerde toplumsal fitnelere maruz kalma sebeplerinin başlıcalarının, Allah ve rasûlüne itaatsiz­lik ve müminlerin birbirleriyle yardımlaşmamaları olduğu ifade edi­lirken genellikle bu âyetlerde ondan sakınma emredilmektedir.

Netice olarak 'imtihan' anlamını ifade eden fitne daha çok Mekkî âyetlerde yer alırken, 'baskı, zulüm, işkence'; 'sapma, sap­tırma, ayartma' anlamındaki fitne daha çok Medenî âyetlerde geçmektedir. 'Belâ ve musîbet' 'fesat, kargaşa, karışıklık çıkarma' an­lamını ifade eden fitnenin geçtiği âyetlerin tamamı Medenî, "azap" ve "delilik" anlamındaki fitnenin geçtiği âyetlerin tamamı ise Mekkîdir.

 

Tablo-9-

Nüzül Sürecinde F-T-N Kök Ve Türevlerinin Kurandaki Kullanımları

 

Sıra no

Sûre no ve adı

Sûre Nüzul no

Ayet no

Lafız

şekli

Anlam

Mek Med

 

1

68 Kalem

2

6

el-meftûn

delilik/sapıklık

K

 

2

74 Müddessir

4

31

Fitneten

sınav aracı

K

 

3

85 Burûc

27

10

Fetenû

işkence edenler

K

 

4

54 Kamer

37

27

Fitneten

imtihan için

K

 

5

38  Sâd

38

24

Fetennâ

imtihan ettik

K

 

6

38  Sâd

38

34

Fetennâhu

imtihan ettik

K

 

7

7   A'râf

39

27

lâ yeftinenneküm

ayartmakla saptırmasın

K

 

8

7 A'râf

39

155

Fitnetüke

senin imtihanın

K

 

9

72  Cin

40

17

Lineftinehüm

kendilerini sınamak için

K

 

10

25  Furkân

42

25

Fitneten

sınav aracı

K

 

11

20 Tâhâ

45

40

Fetennâke

seni sınadık

K

 

12

20  Tâhâ

45

40

Fütûnen

sınamak/ fitneler

K

 

13

20  Tâhâ

45

85

Fetennâ

sınadık

K

 

14

20  Tâhâ

45

90

Fütintüm

sınandınız

K

 

15

20  Tâhâ

45

131

Lineftinehüm

kendilerini sınamak için

M

 

16

27  Neml

48

47

Tüftenûne

İmtihan olunuyorsunuz/ haktan sapmak suretiyle fitneye uğramışınız

K

 

17

17  Isrâ

50

60

Fitneten

sınav aracı

K

 

18

17  Isrâ

50

73

Leyeftinûneke

hedefinden uzaklaştırmak

M

 

19

10 Yûnus

51

83

En yeftinehüm

işkence etme

K

 

20

10 Yûnus

51

85

Fitneten

Baskı-zulüm

K

 

21

6   En'âm

55

23

Fitnetühüm

haktan sapmışlık

M

 

22

6   En'âm

55

53

Fetennâ

denedik

K

 

23

37 Sâffât

56

162

Bifatinin

saptırma

K

 

24

37 Sâffât

56

63

Fitneten

dünyada imtihan âhirette azap

K

 

25

59 Zümer

59

49

Fitnetün

imtihan vesilesi

K

 

26

44 Duhân

64

17

Fetennâ

sınamıştık

K

 

27

51 Zâriyât

67

13

Yüftenûn

yakılarak azap görürler

K

 

28

51 Zâriyât

67

14

Fitneteküm

Azap

K

 

29

16 Nahl

70

110

Fütinû

işkenceye uğratıldılar

K

 

30

21 Enbiyâ

73

35

Fitneten

imtihan

K

 

31

21 Enbiyâ

73

111

Fitnetün

imtihan

K

 

32

29 Ankebût

85

2

Yüftenûne

imtihan olunacaklar

M

 

33

29 Ankebût

85

3

Fetennâ

imtihan etmiştik

M

 

34

29 Ankebût

85

10

fitnete'nâs

insanların eziyetini

M

 

35

2 Bakara

87

102

Fitnetün

sınav aracı

M

 

36

2 Bakara

87

191

ve'l-fitnetü

baskı-zulüm-işkence

M

 

37

2 Bakara

87

193

Fitnetün

Bask-zulüm

 

 

 

 

 

 

İşkence

M

38

2  Bakara

87

217

ve'l-fitnetü

baskı-zulüm

 

 

 

 

 

 

İşkence

M

39

8  Enfâl

88

25

Fitnelen

belâ-musîbet

M

40

8 Enfâl

88

28

Fitnetün

sınav aracı

M

41

8 Enfâl

88

39

Fitnetün

baskı-zulüm

 

 

 

 

 

 

İşkence

M

42

8 Enfâl

88

73

Fitnetün

fesat, kargaşa,

 

 

 

 

 

 

Kaos

M

43

3Al-i İmran

89

7

ibtiğâe'l-

şüphe

 

 

 

 

 

fitneti

uyandırarak

 

 

 

 

 

 

saptırmayı

 

 

 

 

 

 

isteme

M

44

33 Ahzâb

90

14

El-fitnete

fesat, kargaşa

M

45

60 Mümtehine

91

5

Fitnelen

baskı-zulüm

M

46

4 Nisa

92

91

ile'l-fitneti

fesat çıkarma

M

47

4 Nisa

92

101

En yefti-

düşman

 

 

 

 

 

neküm

saldırısından

M

48

57 Hadîd

94

14

fetentüm

haktan sapmak

 

 

 

 

 

 

suretiyle

 

 

 

 

 

 

(kendinizi) fitneyi

 

 

 

 

 

 

düşürdünüz

M

49

24 Nur

102

63

Fitnetün

belâ-musîbet

M

50

22 Hac

103

11

Fitnetün

belâ-musîbet

M

51

22 Hac

103

53

Fitnelen

imtihan vesilesi

M

52

64 Teğâbün

108

15

Fitnetün

sınav aracı

M

53

5 Mâide

112

41

Fitnete'nü

sapmayı tercih

 

 

 

 

 

 

edene bu imkanı

 

 

 

 

 

 

verme

M

54

5  Mâide

112

49

Yeftinûke

hedefinden

 

 

 

 

 

 

uzaklaştırmak

M

55

5 Mâide

112

71

Fitnetün

belâ-musîbet

M

56

9 Tevbe

113

47

El-fitnete

fesat, kargaşa, nifak, tefrika

M

57

9 Tevbe

113

48

El-fitnele

fesat, kargaşa, nifak, tefrika

M

58

9 Tevbe

113

49

velâ teftinni

beni böylesine çetin bir sınava sokma

M

59

9 Tevbe

113

49

fi'l-fitneti

dalâlet, sapıklık

M

60

9 Tevbe

113

126

Yüftenûne

imtihan olunuyorlar

M[754]

 

İKİNCİ BÖLÜM

KUR'AN'A GÖRE FİTNENİN MAHİYETİ

 

Kur'an fitneye, isnat edilen varlığa göre farklı anlamlar yükle­mektedir. Eğer fitne kavramı Allah'a nispet edilirse, "insanın sı­nanması, denenmesi"[755]; insana nispet edilirse baskı, zulüm, sap­ma, saptırma, fesat, kaos, anarşi, iç huzursuzluk ve buhran gibi davranışlara bağlı olarak ortaya çıkan sözlü ve fiilî kötülükleri[756]; şeytana nispet edildiğinde ise onun insanı baştan çıkarması, ayart­ması ve saptırması gibi çeşitli hilelerini ifade etmek için kullanıl­maktadır[757]. Bu nedenle fitne Allah'a nispet edildiğinde kötü bir an­lam ifade etmez. Çünkü sonucu itibariyle bizim sosyal, psikolojik ve ahlaki tekâmülümüzü sağlayan bir sınavdır. Ancak beşerden kaynaklandığı zaman aynı yargıya varmak mümkün değildir.[758] Çün­kü insan kaynaklı fitnelerin sonucunda, insanın maddi ve manevi bir çok zararı söz konusudur. Eğer bu fitne insanın apaçık düşma­nı olan şeytandan kaynaklanacak olursa, bu da insandan kaynak­lanan fitne gibi sonuçları itibariyle kötüdür.

Fitne, insanın çeşitli sebeplerle denenmesi için Allah'ın kendi­sine vermiş olduğu farklı imkanlar karşısındaki tutum ve davranışlarının açığa çıkarılmasını sağlamada ve insanların birbirlerine kar­şı niyet ve tutumlarının anlaşılmasında bir araç olarak görülebile­cek bir anlam örgüsüne sahiptir. Belirlemiş olduğumuz bu temel­den hareketle fitnenin Allah'a nispet edilmesi ile neyin kast edildi­ği üzerinde durmak istiyoruz. [759]

 

1- Allah'ın Sınaması

 

A- Allah'ın Sınamasının Mahiyeti

 

Kur'an açıkça insanların Allah tarafından sınandığını bildir­mektedir. Konu ile ilgili âyetlerden biri şu mealdedir: "Her nefis ölümü tadacaktır. Bir sınav olarak (fitneten) sizi şerle de hayır­la da deneriz ve ancak bize döndürüleceksiniz."[760]

Ayette, eğri ile doğru arasında seçim yapabilme kabiliyeti ile donatılmış bir varlık olan insanın[761] hayatın iyi veya kötü tezahürleriyle karşı karşıya kalmak suretiyle[762] sınanacağı ifade edilmektedir. Burada özellikle dünyanın bir sınav alanı olarak düzenlendiği, ya­pılan sınavın niteliği gereği olarak her iyiliğin yanı başında bir de kötülüğün olduğu vurgulanmaktadır. Bununla beraber ölümle her şey bitmeyecek; imtihan edilenlere karşılık olarak mükafat veya ceza verilecektir.[763] Bu sınavda karşılaşılan musîbetler ve nimetler ki­min şükredip kimin nankörlük yapacağının, kimin sabredip, kimin ümitsizliğe düşeceğinin anlaşılması içindir. İbn Abbas'ın yukarıdaki âyeti şöyle yorumladığı nakledilmektedir: "Biz, sizi darlıkla ve bol­lukla, hastalık ve sağlıkla, zenginlik ve fakirlikle, helal ve haramla, taat ve masiyetle, hidâyet ve dalaletle deneriz."[764]

Konuyla ilgili âyetlerden birinde sınanmak insanın kurtulama­yacağı bir şey olarak ifade edilmekte ve şöyle denilmektedir: "İn­sanlar hiç sınava tabi tutulmadan (lâ yüftenûn) 'inandık' demeleriyle kendi hallerine bırakılacaklarını mı sanırlar? Andolsun ki biz onlardan öncekileri de sınadık (fetennâ); Allah kesinlik­le doğru söyleyenleri de yalan söyleyenleri de bilir."[765] Ayette, bedenî ve mâlî bir takım mükellefiyetlerle sınanmadan insanların sadece "inandık" demelerinin yeterli olamayacağı vurgulanmakta­dır. Burada Râzî, "İnandık" demeyi salt bir inanç iddiası olarak ele almakta, kalp, dil, uzuvlar ve amellerin birlikte bu iddiayı ispat et­mesi gerektiğine işaret etmektedir. Ayrıca Râzi'ye göre, sadece inanmak müslümanlığın en alt derecesi olup, kişi çeşitli makamla­ra ve derecelere ancak imandan sonra yapacağı müspet amelleri ile ulaşabilir.[766]

Yukarıda ele aldığımız âyetlerde fitnenin Allah'a nispet edildi­ği görülmektedir. Allah mümin kullarını onlardaki imanın durumu­na göre sınava tabi tutar. Allah, insanların iman ve ahlaktaki sami­miyetlerini kanıtlamaları için bir imtihan olmak üzere onları hayır­la da şerle de deneyip sınar. Bir anlamda insanların nelerle sınan­dığının da konu edildiği bir bağlam içerisinde sunulan âyetler, san­ki şu mesajla yüklü olarak karşımıza çıkmaktadır: Sizin için yaşam alanı olarak seçilen bu dünyada sizin hoşlanacağınız şeyler olabile­ceği gibi, hoşlanmayacağınız şeyler de bulunmaktadır.[767] Bunun amacı ne insanlara çile çektirmek, ne de onlara acı ve ızdırap ver­mektir. Buna göre Bakara sûresi 155. âyette insanın deneme sü­reçleri olarak sayılan korku, can, mal ve ürün eksilmesi, Allah'ın özellikle insanın başına sardırdığı belâlar değil, aksine bu unsurlar yaşamın doğal verileri olarak kabul edilmelidir.[768] Bu sadece irade ve tedbir sahibi olan insanın Allah'a karşı olan inancında samimi ve dürüst olup olmadığını açıkça ortaya koymak ve bunun bir ge­reği olarak kendisine emredilenleri yerine getirmedeki aktivitesini denemek içindir.[769] Bunun için de söz konusu imtihan ve deneme, hayatın doğal verileri sayılan mal, mülk, evlat, sağlık, bol rızk gibi nimet sayılan şeylerle olabileceği gibi ölüm, hastalık, musibet, yok­luk, düşman tasallutu gibi çeşitli belâ ve kederlerle de olmaktadır. Dolayısıyla imtihan hem nimetten, hem de perişanlık ve zahmet­ten zuhur eder.[770]

Allah'ın sınavı, Ona ait bir hikmete dayanır[771] ve insanın tekâ­mülüne sebep olur[772]. Bu bağlamda insanlık zaman zaman çeşitli fitnelere uğratılmaktadır. Kur'an'ın haber verdiğine göre Allah ta­rafından başta peygamberler olmak üzere müslümanlar ve diğer din mensupları zaman zaman sınanırlar. Bu sınav insan için bir ha­yat yasasıdır. Hiç kimse bu yasanın dışında tutulmamıştır. Sünnetüllah diye isimlendirilen bu ilâhî yasa, "Her canlı ölümü tadar, bir deneme olarak sizi hayırla da şerle de imtihan ederiz."[773] âyetinde çok açık bir biçimde ortaya konulmuş olup, söz konusu yasada asla bir değişme olmaz.[774] Bir başka ifade ile, mümin olmak Allah'ın sınamasından kurtulmayı gerektirmeyeceği gibi, inkarcı olmak da acılarla sınanmanın bir sebebi olarak görülemez.[775] İna­nan da inanmayan da, iki yüzlü davranan da, samimi kulluk için çır­pınan da en çok sevdiği, değer verdiği baba, anne, evlat, eş, akra­ba gibi bir yakınını şu veya bu şekilde, şu veya bu sebeple kaybe­debilir. Yahut bu kişiler kendi bedenlerinin (veya sevdikleri yakınla­rının) bir parçasını (göz, kol, bacak gibi) sakatlayabilir veya kaybe­debilirler yahut kendileri veya sevdikleri amansız bir hastalığa ya­kalanabilir. Bütün bunlar ister bir sebebe bağlı olsun veya olmasın, insanların (cins, din, dil ırk, vb. ayırım yapmaksızın) karşılaşabile­cekleri hayat gerçekleridir. Bunlardan ayrı olarak bir de karşılaşı­lan tabiî ve sosyal çevre gerçekleri vardır ki bunlar da tabiî âfetler, düşmanlıklar ve bu düşmanlıklardan kaynaklanan çeşitli saldırı ve sıkıntılara maruz kalma gibi olaylardır. İşte bu gerçeklerle karşılaşan insanın bilinçli ve şuurlu tepkilerinin veya yönelimlerinin, kısa­ca insanların nasıl davranacaklarının ortaya çıkarılması[776] bu sına­vın bir nedeni olarak ortaya konulduğu için, Allah kullarını "Biraz korku, biraz açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma ile dener.[777] Ancak hiçbir zaman bu sınav insanın dayan­ma gücünün ötesine taşmaz.[778] Belki bir kimsenin sınavı, diğerininkine göre daha ağır olabilir. Bu durumda da sınav konusunun ağırlığına göre takdir edilen fazilet ve mükafat daha fazla olur.[779]

İnsanların Allah tarafından sınanması kapsamında, karşılaştık­ları bazı musibetlerin kaynağının Allah olduğu zannedilir. Halbuki iyice düşünülüp araştırılsa, bunların bir kısmının bazen insanların kendi hatalarından, bazen de diğer insanların eylemlerinden doğ­duğu[780] veya bazen tabiatın doğal yapısından ya da tabiat imkanla­rı karşısındaki tedbirsizlikten kaynaklandığı görülür.[781] İnsanlar cüzi iradelerini kullanabilecekleri alanlarda sorumlu olurlar.[782] Dolayısıy­la insanların karşılaştığı olayların bir kısmının akl-ı selimle yönlen­dirilip kontrol edilebilecek ve sonuçları ile ilgili çeşitli tedbirler alı­nabilecek cinsten olması, Allah'ın denemesi kapsamında karşılaşı­lan olaylarla karıştırılmamalıdır. Bu, insanın iradesizlik, tedbirsizlik, yanlış karar alma vb. çeşitli kusurlarının sonucudur. Ancak yine de böyle bir durumla karşı karşıya kaldıktan sonra insandan beklenen en uygun davranış, olayın sonucundan ders çıkarması, musibetin sebepleri kimden ve nereden kaynaklanırsa kaynaklansın bunlara karşı dengesini bozmadan ve Allah'ı unutmadan direnmesi[783] Rabbine olan güvenini yitirmemesi ve rahmetinden ümidini kesmemesidir.

Yer yüzünde kendisi için ziynet kılınan şeyler, insanlardan han­gilerinin amel bakımından daha güzel davranacağının imtihanı için olup[784], ölüm ve hayatın yaratılışı da bu gayeye[785] yöneliktir. Sonuç­ta insanın cenneti kazanabilmeside tabî tutulacağı imtihanlarda ba­şarılı olduğunu ispatlamasına bağlıdır. Cenneti kazanabilmek için, insanın hayatı boyunca tabi tutulacağı imtihanlarda cennete layık olduğunu ispatlaması lazımdır. Şu âyetler bu yargımızı destekle­mektedir: "Yoksa siz, sizden öncekilerin durumu başınıza gel­meden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluk ve sıkıntı dokunmuş, öyle sarsılmışlardı ki, nihayet peygamber ve onunla birlikte inananlar: 'Allah'ın yardımı ne zaman?' de­mişlerdi. İyi bilin ki Allah'ın yardımı yakındır."[786] "Yoksa Allah içinizden cihad edenleri ortaya çıkarıp, sabredenleri belli etme­den cennete gireceğinizi mi sandınız?"[787]

İmtihanlar, gerçekten iman edenler ile etmeyenleri birbirinden ayırır.[788] Zira kalplerin içyüzünü bilen Allah, kendi katında bilinen, ancak insan açısından gayb halinde olanları, insanlar için açığa çı­karmak suretiyle, onları amelleri ile düşmüş oldukları durumdan ötürü hesaba çeker. Yoksa onların ne yapıp, ne yapmadıklarını de­nemeden bunu yapmaz. İşte bu, Allah'ın bir ihsanı ve adaletidir. Buna göre sınanma, Allah tarafından kulun hesaba çekilmesinin veya mükellef tutulmasının[789] bir gerekçesidir. Bir başka ifade ile in­san, kendisinde potansiyel olarak var olan yetilerini pratikte kul­lanmadıkça, adalet gereği ne mükâfat ne de ceza hak eder. Örne­ğin güvenilirlik yeteneklerine sahip olan kimse ile, bu yeteneklere sahip olmayan kimse denenmedikçe, birinin güvenilir olduğu, di­ğerinin olmadığı sadece Allah'ın gaybî bilgisine dayanarak mükâ­fatlandırması veya cezalandırması, ilâhî adalete yakışmaz. O halde Allah'ın kullarını sınaması, hem ilâhî adaletinin, hem de Allah'ın mutlak ilminin bir tecellisidir. Yani, Allah sınamadan önce kişinin nasıl olacağını bilir. Sınadıktan sonra da kişinin Allah'ın bilgisindeki gibi olduğu ortaya çıkar.[790]

Özetle denilebilir ki, sınayan varlık olan Allah, insanı sınana­cak kabiliyet ve donanımlarla yaratmış, sınav şartlarının bir gereği olarak ona peygamber ve kitap göndermiş, kendisine de sınana­cağını ve sınav kurallarını bildirmiştir. Allah, sayısız hikmetlerinin bir gereği olarak insanı çeşitli şeylerle sınamaktadır. Kâinat her ne kadar muayyen kanunlarla işlese ve insanın imtihanı başka sebep­lerin etkisi altında tezahür etse de, asla Allah'tan bağımsız olması düşünülemez.[791] Önemli olan insanın tedbirde kusur etmemesi, olaylarla yüz yüze gelince sabredebilmesi ve Allah'a karşı olan inancını ve saygısını kaybetmemesidir.[792]

 

B- Varlık Olarak İnsanın Sınanması

 

İmtihanın olabilmesi için insanı bir taraftan olumlu yöne, bir ta­raftan da olumsuz yöne iten faktörler bulunmalıdır. Yani insan bu iki faktörden ya iyiyi ya da kötüyü tercih etme yeteneğinde oldu­ğundan dünya onun için imtihan yeri olabilmektedir. İnsanı olum­lu yöne iten faktör olarak şunları belirtebiliriz: Öncelikle insanın yapısında -yaratılışında- inanma eğilimi vardır. Allah, insanı doğuş­tan inanmaya eğilimli olarak yaratmıştır. İkincisi; peygamberler göndererek insanları iyi yönde hareket etmeleri için uyarmıştır. Üçüncüsü; iyiyi, kötüden ayırt etmesi ve kötülükten uzaklaşması için akıl vermiştir. İnsanı olumsuz yöne iten faktörlerin başında, dünyaya, maddiyata bağlanmaya yönelik olumsuz arzulara sahip olması gelmektedir. İkinci olumsuz faktör şeytandır. Zira şeytan, insanı kötülüğe itmektedir. İşte bu faktörler çerçevesinde Allah in­sanın aklını kullanarak çevresindeki oluşumları, varlıkları ve kendi yaradılışını da düşünerek Allah'a yönelmesini istemektedir.

Kur'an'a göre insan kötülüğe ve iyiliğe yönelebilecek yapıda[793], tahammülsüz, bencil, dünya malına ve maddiyata düşkün bir varlıktır. Maddi zevkler insana daha cazip gelir. O, güçsüz ve sıkıntılı durumda Allah'a yönelmeye, kendini yeterli görünce de azmaya me­yillidir[794].

İnsanın imtihana tâbi tutulması, Allah'ın insanlar için koymuş olduğu değişmez bir yasadır.[795] Bu yasa gereği Allah'ın akıl ve ira­de verdiği bütün insanlar sınava tâbi tutulurlar. Onun böyle bir sı­nava tabi tutulması, başıboş bırakılacak bir yaratılışa sahip olma­masından[796] yahut boşu boşuna yaratılmamış[797] olmasından kaynaklanmaktadır. Zira en güzel şekilde yaratılmış olan,[798] diğer varlıklara hakim olma vasfıyla donatılmış bulunan[799] ve maddeten girift bir varlık olduğu kadar, ruhen de ilâhî kudretten bir kıvılcım taşıyan insan[800], Allah'ın kendisine yüklemiş olduğu halifelik görevini[801] tam olarak yerine getirmesi için hür iradeyle donatılmış ve bilgi edinme yeteneği[802] ile de desteklenmiştir. Bu özellikleri ile "emâneti" üstlenecek[803] kıvam ve kabiliyeti kazanmış olması, onun sına­nacak varlık olmasının da temel gerekçesini oluşturmuştur. Kısaca; imtihan sonucunda emaneti üstlenen insanlardan hangisinin, üst­lendiği sorumluluğu daha güzel bir şekilde ortaya koyduğu ya da, Allah'ın Rubûbiyyetini tasdik eden insanlardan[804] hangisi bu tasdi­kinde samimi olduğu belirlenecektir.

"Gerçek şu ki, Biz insanı karışık bir nutfeden yarattık; onu imtihan edelim diye işitir ve görür kıldık. Şüphesiz biz ona doğru yolu da gösterdik, ister şükredici olsun, ister nankör."[805] mealindeki âyetten anlaşıldığına göre insanın Allah tarafından sı­nanması şu üç temel gerekçeye dayanmaktadır:

1- Onun üstün yaratılışı

2- Yaratılışındaki gaye

3- Sahip olduğu istidlali bilgi, irade ve hürriyet.

Şimdi bu üç açıdan insanın sınanması olayını teker teker ele alalım. [806]

 

1- Yaratılıştaki Üstünlük Açısından Sınanma

 

Kur'an'a göre, en güzel bir biçimde yaratılan insanoğlu[807], ya­ratılış cihetinden bir çok mahluktan daha üstün kılınmıştır.[808] İlk maddesi toprak olan[809], ancak daha sonra atılan[810], akıtılan[811], ka­rışık[812] ve hakir[813] bir sudan[814], sapa sağlam bir yerde (anne rahmin­de)[815] çeşitli merhalelerden geçirilerek[816] yaratılan ve en güzel su­rette terkip edilen insan[817], yaratılışı tamamlanıp yer yüzünde ha­yat sürdürecek şekle gelince, dünyaya gelebileceği yol kendisine kolaylaştırılarak[818] hiçbir şey bilmeden[819] dünyaya gelmiştir. Ona duyması ve görmesi için organlar, en önemlisi akıl ve kalp bahşe­dilmiş[820]: iki göz, iki dudak ve bir lisan verilmiştir.[821] Bunlardan ay­rı olarak yine insana Allah tarafından bir ruh üflenmiş[822]; takvayı ve fücuru kendisine ilham etmeye uygun bir de nefis verilmiştir.[823] Yani insan, olgunlaşmaya müsait, uzuvları yerli yerince, iç ve dış kuvveleri düzene konulmuş bir vaziyette iyiliğe ve kötülüğe kabili­yetli bir yaratılışla, ruh ile bedenden oluşan bir varlıktır. İnsan, kö­tülük yapabilecek iken iyilik yaparsa mutluluk duyar, iyilik yapabi­lecek iken kötülük yaparsa bundan da vicdani huzursuzluk içerisi­ne girer. İşte insana bu mükemmel yaratılışın bahşedilmiş olması onun imtihan edilecek bir varlık olmasını gerektirmiştir[824].

Burada insanı beden, ruh, nefis ayırımına tabi tutarak uzun uzadıya kavramsal tahlillere girmeyeceğiz. Ancak yine de insanın yaratılışında "balçık"la sembolize edilen maddi yönünün, bir bakı­ma onun bayağılıklarının; "ruh"la sembolize edilen manevi yön ve kuvvetlerinin ise onun üstün yönünün ifadesi olarak yorumlandığı­nı söyleyebiliriz. Bununla birlikte onun, bütün yönleriyle, bir bütün halinde insan olduğunu, kendisinde var olan bir yönün, diğer yön­lerinden bağımsız olmadığını göz önünde tutmak gerekir. Çünkü onun ne ruhunu bedeninden, ne de bedenini ruhundan ayırmak mümkündür. O bütün özellikleriyle birlikte vardır ve bu özellikler bir birleriyle etkileşim içerisinde bir bütünü teşkil etmektedir[825]. Bü­tün bunlar onun, kâinatta önemli bir mevkiye ulaştığını göstermek­tedir. Hükmetme ve idare etme kabiliyeti ile de donatılmış olması onu, varlık dünyasına egemen olmaya sevk etmiştir. Yani insan, yaratılmış olması cihetinden, kendisinden üstün, yüce bir varlığa karşı sorumlu ve onun karşısında küçük ve acizdir. Ancak diğer varlıklar kendisine boyun eğdirilip istifadesine verildiği, kendisi de bunlara hükmetme duygusuna sahip olduğu için, onlardan üstün bir varlık ve konuma sahiptir[826]. Bu da nimet-külfet dengesi içeri­sinde onun sınanmasını, bu nimetlere layık olup olmadığının orta­ya çıkmasını gerektirmektedir. [827]

 

2- Gaye Açısından Sınanma

 

İnsanı bir amaca yönelik olarak yaratan Allah, onu başıboş bı­rakmamış[828], ona peygamber[829] ve kitap göndererek[830] yaratılış amacının Allah'a kulluk[831] olduğunu bildirmiştir. Bu sebeple bütün peygamberler, ümmetlerine Allah'a nasıl kulluk yapacaklarını an­latmışlardır. Gönderdiği peygamberler ve ilâhi kitaplar vasıtasıyla insanlardan kul olmalarının gereklerini yerine getirmelerini isteyen Allah, dünyada yapacakları kulluğa göre de onlara âhirette karşılık verecektir.[832] İnsan bu davranışlarının sonunda ya kurtuluşa erecek veya hüsrana uğrayacaktır.[833] Dolayısıyla Kur'an, insandan bekle­nilen şeylerin tümünü kulluk olarak isimlendirmiş, bu sebeple de Allah hayat ve ölümü insanları sınava tâbi tutmak ve onlardan han­gisinin amelinin daha iyi olduğunu tespit etmek için yarattığını bil­dirmiştir.[834]

İnsanların ve cinlerin başka bîr şey için değil, yalnızca kulluk için yaratıldığından bahseden âyette[835] esas kastedilen kulluk, ritüel anlamlı davranışlarla sınırlı değildir. Bilakis insanın bir bütün ola­rak seçtiği hayat tarzının bir niteliğidir.[836] Bu hayat tarzı Allah'ın emirlerine karşı saygılı olmak ve yaratılmışlara karşı şefkatli olmak şeklinde özetlenebilecek[837] tüm davranışları inanç-ahlâk ve sorum­luluk bilinci ile yerine getirip getirmemekle ilgilidir. Çünkü yaratma hakkı kendisine ait olan Allah, ibâdetin de kendisine ait olduğunu vurgulamak suretiyle bu hakkını hiçbir varlıkla paylaşmak isteme­mektedir.[838] Zira kişisel arzuları ile baş başa kalan insan, kendi dav­ranışlarının kıymetini ve geçerliliğini yanlış değerlendirebilir. Bazen iyi iş yaptıklarını sanıp da bütün gayretleri boşa giden kimseler[839] olabileceği gibi, yer yüzünde bozgunculuk yaptıkları halde kendile­rinin ıslahcı olduklarını iddia edenler de olabilir.[840] Zira Allah'ı unut­mak[841] veya O'nu gereği gibi algılayamamak[842], sonuçta kişiyi ken­di sübjektif arzularına tapmaya[843], yaptığı işlerde iyi ile kötünün öl­çüsünü kaybetmeye götürür. Bu sebeple insan, başı boş bırakıla­cak bir varlık değildir.[844] Bunu bir anlamda insanın kendi mahiye­tinden uzaklaşma eğilimi içerisinde bocaladığı zamanlarda, gerçek hüviyetini (kulluk bilinci) kazanması için uyarılmasının ne kadar önemli olacağının da bir ifadesi olarak algılamak gerekir. İç ve dış donanımları itibariyle kainatın merkezinde emaneti yüklenmeye ehil bir varlık olarak yer alan insan, ilâhî hitaba muhatap kılınmak suretiyle, varlık dünyasına adım attığı andan itibaren devamlı uya­rılma ihtiyacı içinde olmuş, iyi ameller yapması istenerek Allah'a karşı sorumlu bir "kul" olduğu kendisine hatırlatılmıştır. Bu sebep­le, insanın hayat merkezinde Allah'ın bütün yüceliği ile yer alabil­mesi, onun, kulluk bilincini kaybetmemesine bağlıdır. İşte insanın bu kulluk şuurunu koruyup koruyamaması, onun bir imtihanıdır.[845] Zira insanın kendisine karşı sorumlu olduğunu unutmaması gere­ken tek varlık Allah'tır. Sorumluluk yaşından ölüm gelip çatıncaya kadar insanın bu ilişkiyi sürdürmesi gerekir.[846] İyi düşünüldüğünde insanın, hem cinsleriyle ve diğer varlıklarla ilişkisini de bu ilişkinin belirlediği görülecektir.

Özetle şunu söyleyebiliriz ki, Allah, insanların kulluk görevleri­ni yapıp-yapmadıklarını veya nasıl yaptıklarını, sınav ile ortaya çı­karacaktır. Bu bir anlamda onun Allah'a karşı sorumluluk bilinci­nin ve bu yüzden O'na şükran borçlusu olduğunun da sınanması anlamına gelmektedir.[847] "Onları bu yolla deneyeceğiz: (bineftinehüm) Kim Rabbini anmaktan yüz çevirirse, onu gittikçe artan bir azaba uğratır."[848] mealindeki âyette de bu sorumluluk, fit­ne/sınav vurgusu ile başlamaktadır. Dolayısıyla sınav olgusu, insan­ların yaratılış amaçlarını gerçekleştirip gerçekleştirmediklerini tes­pitte zorunlu bir araç olarak karşımıza çıkmaktadır. Böylece insan, yaratılışındaki mükemmellikler ve bunlarla onları donatan yüce Ya­ratıcıya karşı hiçbir şaibe bulaştırmadan ibadet görevini yerine ge­tirerek şükrünü de eda etmeye çalışmış olmaktadır. Bu açıdan dün­ya hayatı insanlar için bir sınav salonudur. Bütün insanlar gerek bi­reysel ve gerekse toplumsal olarak bu salonda sürekli sınanmakta­dırlar. Kur'an insanların bu sınavda başarılı olmalarını öğütlemek­tedir. İnsanın bu salondan ayrılmasıyla da sınavı sona erer.[849]

 

3- Bilgi, İrâde ve Hürriyet Açısından Sınanma

 

İnsanın Allah'a karşı kulluk gayesini gerçekleştirebilmesi, ken­disi için gerekli olan kabiliyetlerle donatılmış olmayı gerektirir. Bu kabiliyetlerin mevzu bahis olduğu yerde ilk akla gelen, Allah tara­fından insanın kendisine tanınmış olan hürriyeti kullanabilme nite­liğidir. İnsanın sahip olduğu hürriyet[850], "onun farklı seçenekler karşısında tercih hakkını kullanma gücüne sahip olması"[851] diye tanımlanır. İnsanın farklı seçenekler karşısında tercih hakkını kullanabilmesi ise, onun farklı seçenekler karşısında düşünüp taşınması, eylem türleri hakkında bilgi sahibi olması ve bunlardan birisine "karar" vermesine bağlıdır.[852]

Daha önceden sözü edildiği gibi, insanın yaratılışındaki mükemmellikleri kendisine lütfeden Allah, aynı zamanda onu bilgi elde edebilecek ve bu bilgiyi kendi yararına kullanabilecek yeteneklerle, irade ve idrak ile de donatmıştır.[853] İnsan, seçeneklerden biri­sini bilgisi ile değerlendirip, kendi isteği ile tercih edeceği hedef arasında gerekli ilgiyi kurup, bir karara vardıktan sonra, amaca ulaşmak için hür olarak bir eylemde bulunur. İşte bu, onun hür ira­desi ile vermiş olduğu ve kendisinin sorumlu tutulduğu[854], bu so­rumluluk çerçevesinde de denendiği alandır.[855] "Bilgi, irade ve hür­riyet" diye diğer sınanma sebeplerinden ayırdığımız bu alan, evrendeki bütün varlıklar içerisinde yalnızca insana özgü, diğer varlıklardaki içgüdüsel eylemlerden ve doğal dürtülerden çok farklı olan bir alandır.[856] Buna göre insan, sahip olduğu bu üstün nitelik­leriyle bilgisini iyilik için mi, yoksa kötülük için mi kullanacak?[857] Yeryüzünde o, fesat çıkarmak için mi, yoksa orayı ıslah etmek için mi çabalayacak?[858] Başka bir ifade ile, karşısındaki seçenekleri de­ğerlendirirken sahip olduğu bilgisini ve iradesini, mutlak hürriyet ve irade sahibi olan Allah'ın[859], hem insanın fıtratına yerleştirdi­ği[860], hem de gönderdiği peygamberler ve onlar aracılığı ile insanlara ulaştırdığı mesajlarla tercihe yönlendirdiği kararları mı alıp ey­leme dönüştürecek?[861] Yoksa insanın apaçık düşmanı olan şeyta­nın yönlendirmelerinin etkisinde kalarak, Allah'ın, sınav süreci içe­risinde belli esaslar çerçevesinde hemen müdâhil olmayıp mühlet vereceği, ama hoşnut olmayacağı eylemleri mi yapacak?[862]

Bireysel ve toplumsal aktivitelerin belirleyici unsuru, insanlarda var olan hür iradedir. Bir başka deyişle insanların bir şeyi yapabi­lecek kabiliyette olmaları, onların o şeyi yapmama yeteneğine de sahip olduğunu gösterir. Yani insan, hem hayır diyebilme, hem de bir gaye arama imkanına sahiptir[863]. Aksi halde insan için bütün davranışlarında zorunluluğun dışında bir şeyden bahsedilemez.[864] Bu sebeple Allah, insanlardan bilinçli bir şekilde kendilerinde var olan cüz'î iradelerini fıtrat kanunları doğrultusunda kullanmalarını istemektedir. İyilikle kötülüğü ayırt edebilmeyi insanın kalbine il­ham eden yüce Yaratıcı[865], onu hidâyetle, dalâleti seçebilecek ve ikisini bir birinden ayırt edebilecek şekilde, iki yol arasında muhay­yer bırakmıştır.[866] Bu muhayyerlikte insanın hürriyetini kullanma biçimi, onun sınavını etkileyen en önemli faktördür.

İnsanın hürriyetini etkileyen dahilî ve haricî faktörler, onun ak­lî melekelerini fıtratın sesine kulak vererek kullanmasını zorunlu kılmaktadır. Bu da güçlü bir iradeyi gerektirmektedir. Buna göre insanın, karşısına çıkan engelleri kolayca aşabilmesi için, bilgisini fıtratın sesine kulak vererek kullanması ve bunun için iradesini za­aflarının önüne geçirmesi gerekir.[867] Aksi halde içine düşeceği kö­tü durumlardan ötürü başkalarını kötülemesi, kendisi için bir kurtuluş sebebi olarak görülemez.[868] Çünkü zaman zaman insan nef­sinin hoşlandığı, arzularının vazgeçilmezleri arasında gördüğü, hırs ve tamah ile elde etmeyi, istediği[869], kendisinde var olan güçlerin sonsuzluğu fikrine kapıldığı, elindeki imkanların hiç bitmeyeceğini sandığı[870] ve nihayet içinde bulunduğu olumsuzlukların girdabında bunaldığı bir çok farklı ve çelişkili durumları bir arada yaşar. Yoğun duygular, iç ve dış baskılar, istek ve hazlar karşısında insan, sahip olduğu hürriyetin karşısına çıkardığı engelleri ancak güçlü iradesi, feraseti ve akıl gücünü fıtratta var olan ahlakın sesiyle birleştirerek yer yüzünde fesatçı olmadığını, tercihini iyilik ve güzellikten yana kullandığını ispat etmek suretiyle sınavında başarılı olabilir. [871]

 

 

C. Sınama Araçları

 

Mutlak irade sahibi olan Allah[872], insanı sınanmaya ehil bir varlık olarak üstün niteliklerle donatmış ve sınav yeri olan dünya­ya göndermiştir. İnsan da donatıldığı üstünlüklerle hayatını sürdü­receği zaman içerisinde, sınavın muhatabı olmuştur. İşte bu süre içerisinde Allah, insanları rahata kavuşturan, hayatlarını refah, lüks ve bolluk içerisinde kılan nimetlerle imtihan eder.

İnsan, diğer varlıklardan farklı olarak Yüce Yaratıcının bir ta­kım sınamalarıyla karşı karşıya kalmıştır.[873] İnsan dışındaki varlık­ların nasıl ve ne ile imtihan edildiklerine dair Kur'an'da doğrudan bilgiler bulunmazken, insanın bazı şeylerle sınandığı Kur'an'da bil­dirilmektedir. Bunları "nimetlerle sınanma" ve "musibetlerle sınanma" şeklinde iki kategoride ele almak mümkündür. [874] 

 

1. Nimetlerle Sınanma

 

Nimet, menfaat beklemeden karşılıksız olarak kendisiyle iyilik ve fayda kast edilen şey[875], başkasına, ihsanda bulunarak yapılmış bir fayda/menfaat,[876] kendisi ile insanın tad lezzet aldığı hal[877] di­ye tanımlanmıştır. Burada zikri geçen fayda, zararın karşılığıdır. Tanımda zikri geçen ihsan ise, nimet verenin, kendisine özel men­faat sağlama düşüncesini tanımın dışında tutmak için getirilmiş­tir.[878] Ancak son tanımın, insanın maddî-manevî, dünyevî-uhrevî tüm lezzetlerini/hazlarını[879] kapsaması bakımından daha genel bir tanımlama olduğu söylenebilir. Çünkü bu tanımlamada mutluluk tadı ön planda olup, telezzüze sebep olan şeylere mutlak anlamda nimet denilmiştir. Zira başlangıçta nimet zannedilen bir çok şeyin daha sonra şiddetli bir sıkıntı ve belâ doğurduğu, ama başlangıçta elem ve ıstırap gibi görünüp de daha sonra mutluluğa sebep olan nimetlerin olduğu da muhakkaktır. Bu sebeple ciddi ve hakiki olan nimet, sonucu mutluluk olan ve sonuca esenlikle ulaştıran nimet­lerdir. [880]

İnsan yaratılışı gereği yaşantısını kolaylaştıran şeyleri kendi nefsi için iyi, hayatını zora koşan şeyleri ise kötü olarak görür. Bundan, yeterli olan her şeyin iyi veya iyi olan her şeyin yeterli olduğu gibi bir sonuç çıkarılmamalıdır. Ama insanın bireysel anlam­da işlerini kolaylaştıran, ihtiyaçlarını gideren, yaşamın lezzetlerin­den ve güzelliklerinden yararlanmasına imkan veren; makam-mevki, güç ve otorite temininde kendisine yarar sağlayan şeylerin tü­mü genel anlamda birer nimet olarak vasıflandırılabilir.[881] Bunlar maddî veya fizikî nimetler diye isimlendirilirse, bunları elde etme­ye yarayan veya bunlardan istifadeyi temin eden akıl, idrak, şuur, his, haz, iyi ile kötüyü, güzel ile çirkini ayırt edecek temyiz kabili­yeti, menfaat duygusu, inanç, ahlak, sağlık vb. de manevî nimet­ler grubunda sayılabilir. İşte insan, doğası gereği bunlardan hoşla­nır ve bunları elde etmek için de malı bir araç olarak görür.[882] Bu sebeple de bütün çabasını mal elde etmek için sarf eder.[883] Bir di­ğer ifade ile insanın zevk, haz, rahatlık, konfor gibi mutluluk aracı olarak gördüğü şeyleri elde etmede malı bir araç olarak görmesi, onun mala ve zenginliğe karşı sevgisinin belki de fıtrî bir gerekçe­sini teşkil etmektedir. Bu sebeple Kur'an bu fıtrî olguya şöyle dik­kat çeker: "Kadınlar, oğullar, yüklerle altın ve gümüş yığınları, salma atlar, sağmal hayvanlar ve ekinlerden yana nefsin arzu duyduğu şeylerin sevgisi insanlara güzel gösterildi. Bunlar dünya hayatının menfaatleridir..."[884]

Bu âyetin muhtevasından da anlaşılıyor ki cazibesi, insanın fıt­rî ihtiyaçlarına cevap verici olmasında gizli olan dünya nimetleri, insan tarafından varoluşunun gayesi haline getirilmediği ve kendi­sinden beklenen görevleri yerine getirmede emrine verilmiş bir araç olarak görüldüğü sürece asla kötülenemez ve kötülüğün bir sebebi olarak da görülemez. Öyle ise bahse konu olan sınav, ni­metin nimet oluşu ile ilgili değil, insanın bu nimetlerden istifade ederken kendisine verilmiş olan hürriyeti kullanmada takındığı ah­lakî tavırla ilgilidir.[885]

Kur'an, mal karşısındaki ahlâki tavırla ilgili olarak özellikle şu iki insan tipini ön plana çıkarmaktadır: Şükreden insan, nankörlük yapan insan.[886] Verilen nimetlere şükretmek insanın müspet, nan­körlük ise menfi yönünü ortaya koyar.[887] İnsan hür iradesiyle bu iki davranış biçiminden dilediğini, dilediği şekilde kullanabilir. An­cak Allah insanlara, nimet veren Yüce Varlık olarak kendisinin ta­nınması, verdiği nimetlerden ötürü kendisine şükredilmesi halinde,

inanan ve şükredenler için nimetini artırmayı vaat ederken, nan­körlük yapanları ağır bir ceza ile cezalandırmakla tehdit etmekte­dir.[888] Çünkü sonuçta Allah, verdiği nimetleri insanın şükürle mi, yoksa nankörlükle mi karşılayacağını denemek istemiştir. Bunun için de, bizzat insanı nimetlerle yüz yüze getirmiş, onun nimetleri elde etmedeki yöntem ve araçlarda[889], ondan yararlanma[890] ve başkalarını yararlandırmada[891] kendisi için va'z edilmiş olan ev­rensel ahlak ve hukuk normlarını[892] gözetip gözetmediğini ortaya çıkarmak ve kendisine verilmiş olan hür iradesini hangi yönde kul­lanacağını denemek istemiştir.[893] Bunun yanında, verdiği tüm nimetlerden ötürü de insanı sorguya çekeceğini haber vermiştir.[894] İnsan, yaratılışı gereği rahmetten, rahatlıktan ve konfordan hoşlanır; azap, sıkıntı, gam, keder ve yoksulluktan ürker, korkar, acı ve ıstırap duyar. İyi olduğu durumlarda o, hiç bir şeyi aklına ge­tirmeden hayatını en güzel şekilde yaşamaya bakar. O kendisinin dışında kimseyi düşünmediği gibi, normal şartlarda aklında kalma­sı gereken şeyleri, görev ve sorumlulukları da unutur veya aksat­maya başlar. Başına istenmeyen bir şey geldiğinde sığınacak bir yer arar. Daha önce hatırlamadığı görevlerini ve sorumluluklarını hatırlamaya başlar, yalvarırcasına dua etmeye, huşu içerisinde iba­det etmeye, yalvarmağa, sızlanmağa başlar. Ancak başı darda kal­dığında Allah'ı hatırlamak, iş normale döndüğünde tekrar yüz çe­virmek veya bolluk içerisinde Allah'ı hatırlayıp, sıkıntıya düştüğün­de karamsarlık içerisinde Allah'tan ümidini kesip "terk edilmişlik" psikozuna yakalanmak, gayr-ı samimi davranış biçimleridir. Bun­dan da anlaşılıyor ki, insanların bir kısmının nimetler ve musibet­ler karşısında takındığı farklı tavır, içinde bulunduğu şartların değişmesi ile açığa çıkabilmektedir. İşte Allah insanları, içinde bulunduk­ları ve alışa geldikleri düzeni bozmak veya yaşam şartlarını değiş­tirmek suretiyle de kendisine karşı onların tutum ve davranışların­da samimi olup olmadıklarını dener.[895]

İyi biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız bir sınav vesilesidir ve büyük mükafat Allah'ın katındadır."[896] mealindeki âyete gö­re insanın dünyevi şeylere karşı duyduğu tutku, ailesine karşı bes­lediği kayırma ve koruma duygusu, kendisini haddi aşmaya, ahlâ­kî ve manevî değerlere karşı ihanete sevk etmemelidir. Zira insanların sahip oldukları bu duygularla Allah'ın koymuş olduğu kuralla­rı nasıl gözeteceklerinin sınanması gerekir. İnsanların, bu türden nimetleri verdiğinden ötürü Allah'a şükredip etmeyecekleri ancak imtihanla anlaşılabilir.[897] Böyle bir anlam atmosferinde en geniş anlamıyla sahip olduğumuz tüm değerlerin birer nimet olduğu; ama daha özel anlamda eşlerin, evlatların ve maddi servetin birer sınama aracı olarak verilmiş nimetler olduğu anlaşılmaktadır. Eğer insanlar Allah'ın koymuş olduğu kurallara göre dosdoğru bir yol iz­leselerdi, tıpkı inanıp şükreden bahçe sahipleriyle, inançsız, cimri ve nankör bahçe sahipleri örneklerinde olduğu gibi[898] Allah onla­rı rahmet yağmurlarının bolluk ve bereketi içinde yaşatır ve onları bu nimetler içinde sınardı.[899] Zira Allah'ın nimetlerini bol bol ih­san etmesi, yalnızca iyiliğin bir ödülü olarak değil, belki daha çok, insanın O'na karşı sorumluluk bilincinin ve yapması gereken şük­rün sınanmasıdır.[900] Doğal olarak bu dünya bir imtihan alanı oldu­ğu için, onun darlığı da genişliği de bir sınavdır. Bir diğer ifade ile dünyada sürdürülen hayatın niteliği ne olursa olsun, her bir halinin sıkıntılar içerisinde bir gaye yürüyüşü olduğu; ancak darlık içerisin­de sınav vermekle, bolluk içerisinde sınav vermek arasında fark olduğu; eğer insanlar O'na inanır ve kendileri için tayin edilen ölçülerle belirlenen dosdoğru yol üzere olurlarsa, onların sınavının dar­lık içerisinde değil bolluk içerisinde olacağı kendilerine hatırlatıl­mıştır.[901]

 

2- Musibetlerle Sınanma

 

Belâ, ansızın başa gelen felaket ve sıkıntı gibi anlamlara gelen musibet, en geniş anlamıyla kişiye sıkıntı ve ezâ veren yahut yara­tılışı gereği insanın hoşuna gitmeyen şeylerdir.[902]

İnsan nimetlerle denendiği gibi musibetlerle de denenir. Allah bazen kullarını şükretsinler diye nimetlerle sınarken, bazen de sab­retsinler diye sıkıntı verici kötü şeylerle sınar.[903] Nitekim Kur'an'ın farklı âyetlerinde insanların, hayır ve şer[904]; mal ve evlat[905] kor­ku, açlık, mal ve can noksanlığı[906] ile denendiği ifade edilmiştir. "Sizi bir imtihan olarak hayır ile de şer ile de deniyoruz."[907] âyetinde vurgulanan "hayırla" sınanmayı, "nimetlerle sınanma", "şerle" sınanmayı da "musibetlerle sınanma" olarak değerlendir­mek mümkündür.[908] Zira mükellef tutulan insanın, nimet-külfet dengesi içerisinde karşılaştığı tabii nimetler kadar felaketler de bi­rer sınama vesilesidir. Buna göre deprem, yangın gibi tabii felaketler[909]; anarşi, terör, savaş, ihtilal, olumlu statülerin değişmesine yol açan durumlar gibi sosyal felaketler; aklın zarar görmesi, ruhî sarsıntıların yaşanması, çeşitli stres, sıkıntı ve bunalımlara girmek gibi psikolojik olaylar; gündelik hayatta karşılaşılan çeşitli acı ve ıs­tıraplar, mahrumiyetler, engellenmeler, uğranılan haksızlıklar, insanın musibetlerle sınandığının bariz örnekleridir.[910] Müminlerin inaçları uğrunda maruz kaldıkları ağır işkenceler de onların musi­betlerle sınanması kapsamında değerlendirilebilir. Zira bu durum fert ve toplumun dinî ve ahlâkî gelişmesine katkısı olan olumlu bir imtihan yolu sayılabilir.[911] Kur'an-ı Kerim doğrudan doğruya mü­minlerin, müşrikler tarafından çeşitli baskılara, şiddet ve işkencele­re maruz bırakılmalarını[912] ve dinden döndürmek için baskı yap­malarını fitne[913] kavramı ile ifade etmektedir.[914] Ayrıca kâfirlerin ve zâlimlerin inananlarla alay etmeleri, zulüm ve işkencelerle ina­nanları inançlarından döndürmek için baskı ve şiddet uygulamala­rı, inananlar üzerinde hükümranlık fırsatı elde etmek suretiyle, on­ları güçsüz, zayıf, hor ve hakir duruma düşürmeleri fitne olarak isimlendirilmiştir.[915] Bütün bunlar sınavın en ağırını oluşturan ve fitne ile isimlendirilen musibetlerdir.

Musibetin kişiye sıkıntı ve ezâ veren yahut yaratılışı gereği in­sanın hoşuna gitmeyen anlamda kullanımına Kur'an'da genişçe yer verilmiş ve bazı ince nüanslara dikkat çekilmiştir. Biz bunlardan sadece konumuzla ilgili olan temel iki hususa değinmekle yetine­ceğiz.

1- Allah'ın izni olmadan kişinin başına bir musibet gelmez. İl­gili âyetlerde şöyle buyurulmuştur: "Başa gelen her musibet Al­lah'ın izniyledir. Kim Allah'a inanırsa, Allah onun kalbini doğ­ruya hidâyet eder, Allah her şeyi bilendir.''[916] "Yer yüzünde olan ve sizin nefislerinizde meydana gelen her hangi bir musîbet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce "bir kitapta" yazılmış olmasın. Şüphesiz bu Allah'a göre pek kolaydır. Allah bunu elinizden çıkanlardan ötürü üzüntü duymayasınız ve size (Al­lah'ın) verdiklerinden ötürü de sevinip-şimarmayasınız diye açıklamaktadır. Allah büyüklük taslayıp böbürlenenleri sevmez."[917] Yani genel anlamda insanın başına gelen her şeyden Al­lah haberdardır, O'nun bilgisinin dışında hiçbir şey olmamıştır ve olmamaktadır. İster insanın kendisinden kaynaklansın, ister diğer varlıklardan, isterse doğal felaketlerden gelen musibetlerden olsun, bunların hiç birisi Allah'ın bilgisi, gücü ve iradesi dışında değildir.

2- İnsanların başına gelen bir kısım musibetler de vardır ki, bunların asıl sebebi insanların kendi elleri ile yaptıkları bir takım hatalardır. Bununla ilgili olarak şu âyetleri zikredebiIiriz:"Başınıza gelen her hangi bir musibet, ellerinizin yaptığı şeyler sebebiy­ledir. Allah başınıza gelen hatalarınızdan bir çoğunu da affe­der."[918], "İnsanların elleriyle kazandıkları yüzünden karada ve denizde fesat çıktı. Belki yaptıkları (yanlışlıklardan) dönerler diye Allah onlara yaptıklarının bir kısmını tattırır."[919] "Sana gelen her iyilik Allah'tan, başına gelen her kötülük ise, kendi nefsinden/kendi günah ve kusurundandır."[920] Bu âyetlerde ge­rek fert ve gerekse toplum olarak insanın başına gelen bir takım tabiî ve sosyal musibetlerin insanın sorumluluklarını yerine getir­memesi neticesinde gerçekleştiği ifade edilmektedir. Bu sebeple belki Allah özel olarak insanların başlarına belâ ve musibet getirir demek yerine, insanlar Allah'ın kainatta koymuş olduğu denge ve düzen içerisinde doğal olarak bir takım acı ve ıstıraplara maruz kalabilmektedirler[921], diye ifade etmenin daha doğru olacağı söyle­nebilir.

Musibetle sınanma ferdî boyutta olabileceği gibi, toplumsal bo­yutta da olabilir. Özellikle Kur'an fitnenin bu toplumsal boyutuna dikkat çekmekte, toplumsal günahların toplumsal huzursuzlukları ve felaketleri doğuracağına işaret etmektedir.[922] Nitekim bir âyet­te şöyle buyurulmaktadır: "Sadece içinizden zulmedenlere eriş­mekle kalmayacak olan belâ ve musibetten (fitne) sakının ve bi­lin ki Allah'ın azabı çetin olandır."[923] Burada söz konusu edilen fitne, oldukça geniş kapsamlıdır. Bunun içerisine, bütün bir toplu­mu ya da cemaati şaşkınlığa ve giderek başı bozukluğa sürüklediği için fesat, kargaşa, insanın yoldan çıkmasına, manevi değerlere olan inancını yitirmesine yol açabilecek zulüm ve baskı[924], savaş gibi sosyal âfetler dâhil edildiği gibi bir takım tabiî âfetler de dahil edilebilir. Zira bütün bunlar her halükarda insanların hoşuna gitme­yen, normal yaşam tarzını olumsuz yönde etkileyen, onlara acı ve ıstırap veren ve tüm toplumu etkileyen durumlardır. Şunu da ifade etmek gerekir ki, Allah'ın yasakladığı suçları işlemek de, pek çok belânın ve musibetin gelişine sebep olur. Zira insan ruhunu lekele­yen, ondaki erdemleri yok eden bir çok yasak davranış, kişinin benliğinin ve toplumdaki düzenin bozulmasının da bir sebebidir. Örneğin bir kişi ayırımcılık, haksızlık, zulüm, insanları birbirine düşürme gibi olumsuz davranışlar ortaya koyacak olsa, bizzat kendisi zarar görebileceği gibi, aynı zamanda bu zarar bütün bir topluma da sirayet edebilir. Toplum düzeni sarsılır, anarşi, terör, kargaşa ve kaos, düzenin yerini alır. Bütün bunlar insanın kendi elleriyle yaptığı hatalar sebebiyle meydana gelebilecek musibetlerdir.[925] Unutmamak gerekir ki, insanlar yaptıkları yanlışlıklar yüzünden hemen cezalandırılacak olsalardı, yer yüzünde insan kalmazdı. Bu sebeple onlara kendi yanlışlarını anlayıp, bundan dönecek kadar bir süre verilmiştir.[926]

Sonuç olarak nimetlerle sınanma, nasıl ki insanın "şükür" tes­tinden geçirilmesinin haklı bir gerekçesi ise, musibetlerle sınan­manın haklı gerekçesi de onun "sabır ve samimiyet” süzgecinden geçirilmesidir. İnsan, hayatını kolaylaştıran şeylerin gerisindeki müessir güç olarak Allah'ı kabul ettiği gibi, hayatı zorlaştıran ve sıkıntıların sebebi olan olaylar karşısında da Allah'tan yardım iste­melidir.[927]

 

3- Bazı Özel Sınama Araçları

 

Kur'an'ın pek çok âyetinde dünya hayatı boyunca insanların değişik vesilelerle imtihan edileceği bildirilmektedir. Esasen İslam inancına göre dünya hayatı bütünüyle bir imtihan yeridir. Allah ta­rafından insanlara peygamberler ve kitaplar gönderilmesi de bu amaca yöneliktir. Zira kendilerine peygamberler ve kitaplar gönde­rilen insanlar, bunlara iman etmekle sorumludurlar. Dolayısıyla bunlarla sınanırlar. Bu anlamda insanlara doğru yolu gösteren ve sınavın en önemli unsurlarından birisi olan Kur'an, aynı zamanda bir sınav aracıdır. İnsanlar onun Allah kelamı olduğuna ve içeriği­ne iman etmekle yükümlü tutulmuşlardır. O, bu yönüyle kendisine iman edip, hükümleri ile amel edenlerle, etmeyenleri birbirinden ayırmaktadır. Bu anlamda Kur'an'ın bütünü iman konusu olmakla birlikte onun verdiği bazı haberlerin de insanlar için özel sınama aracı olduğu belirtilmiştir. Biz bu başlık altında Kur'an'ın fitne kelimesini kullanarak imtihan vesilesi saydığı özel sınama araçlarını ele alacağız. Ancak şu hususu belirtmemiz gerekmektedir. "Bazı özel sınama araçları" başlığı altında yer verdiğimiz konular için kul­lanılan fitne kelimesini, bazı müfessirler "imtihan" anlamında yorumlamamışlardır. Meselâ bir kısım müfessirler buralardaki fitneyi, "azap" olarak açıklarken, bir kısım müfessirler ise söz konusu ke­limeyi yorumlamaksızın olduğu gibi muhafaza etmiştir. Biz ise da­ha önce de ifade ettiğimiz üzere bu konuların anlatıldığı yerlerde geçen fitneyi "sınav aracı" anlamında yorumladık. Bunlardan sa­dece "zakkum” ağacının, zalimler için fitne olduğunun ifade edil­diği yerde fitneye "azap" anlamının da verilebileceğini, zira bağla­mının buna müsait olduğunu söylemekle birlikte, bizce en uygun olan yorumun, "söz konusu ağacın dünyada bir sınav aracı, âhirette de kâfirler için bir azap olacağı" şeklinde olduğunu belirtmiştik. Şimdi Kur'an'ın fitne kelimesini kullanarak imtihan vesilesi saydı­ğı özel sınama araçlarını ele alalım. [928]

 

a- Zakkum Ağacı (Şeceretü'z-Zakkûm)

 

Kuran’ın bazı âyetlerinde zakkum ağacından söz edilmekte onun bir cehennem yiyeceği olduğu belirtilmektedir. Söz konusu âyetler meâlen şöyledir: "Şüphesiz, Zakkum ağacı, günahkarla­rın yiyeceğidir. O, maden eriyiği gibidir. Kaynar suyun kayna­ması gibi karınlarda kaynar."[929], "Zakkum, cehennemin dibin­den biten bir ağaçtır. Onun meyveleri sanki şeytanın kafaları­dır. Cehennemlikler ondan yiyecekler ve onunla karınlarını dolduracaklardır. Sonra onlar için bunun üstüne kaynar sudan karışık bir içecek vardır."[930], "Sonra siz, ey doğru yoldan sapan ve hak dini yalanlayanlar! Mutlaka Zakkum ağacından yiyecek­siniz. Onunla karınlarınızı dolduracaksınız. Onun üzerine de kaynar su içeceksiniz." [931]

"Ziyafet olarak, bu mu (cennet ehli için anılan bu nimetler mi) daha hayırlı, yoksa zakkum ağacı mı? Biz onu (zakkumu) zalimler için bir sınama aracı (fitne) kıldık."[932] mealindeki âyetlerde de onun aynı zamanda zalimler için bir sınav vesilesi olduğu ifade edilmektedir.[933] Ayrıca Kur'an'ın başka bir âyetinde[934], eş-şeceretü'l-mel'ûne şeklinde geçen ancak müfessirlerin geneli ta­rafından "zakkum ağacı" olarak yorumlanan[935] söz konusu ağacın da yine insanlar için bir sınav vesilesi olduğu ifade edilmiştir.[936] Ancak her iki âyette de mezkûr ağacın ne açıdan imtihan vesilesi yapıldığı üzerinde durulmamıştır. Konu ile ilgili âyetlerde de ifade edildiği gibi "Zakkum", cehennemliklerin bir yiyeceğidir. Bu açıdan müteşâbih bir karaktere sahiptir. Kur'an'ı inkar edenlerin âhirette uğrayacakları şiddetli ve dehşetli azabı onların anlayabileceği bir dille anlatmaktadır. Bu nedenle sözü edilen "zakkum", lafzî anlamlarıyla alındığı veya keyfî bir şekilde yorumlandığı takdirde yanlış anlaşılabilir. Vahye dayalı bir bilgi olması sebebiyle bunlara iman etmek gerekir. Ancak müşriklerin böyle yapmayıp bunu kötü mak­satları için kullandıkları ve bu sebeple Hz. Peygamberle alay ettik­leri nakledilmektedir. Rivayete göre bu âyetler indiği zaman Ebû Cehil şöyle demiştir: Arkadaşınız Muhammed cehennemin taşları bile yaktığını iddia ediyor, sonra da o ateşte ağaç biter, diyor, hal­buki ateş ağacı yakar bitirir. Öyle ise o ateşte ağaç nasıl biter?" İbnü'z-Zeb'arî de "Biz Zakkum diye ancak hurma ile kaymağı tanı­rız." demiş. Bunun üzerine Ebû Cehil cariyesine emredip hurma ve kaymak hazırlatmış ve arkadaşlarına: "Haydi Zakkûmlanın!" demiş.[937] Bu ifadeleriyle onlar, toplumun güvenilir olarak tanıdığı Hz. Muhammed'i yalanlama ve onun söylediklerine inanmama yo­lunu seçmiş, Allah'ın kudretinin cehennemin dibinden çıkaracağı ağacı inkâr etmek suretiyle sınavı kaybetmişlerdir. İbn Kesir (774/ 1372)'in konu ile ilgili olarak yaptığı açıklama, "zakkûm"un hangi açıdan sınav vesilesi olduğunu göstermektedir. O, âyeti şöyle yo­rumlar: "Ey Muhammed! Sana zakkum ağacının insanları sınamak için olduğunu bildirdik. Bu ağaç aracılığıyla, insanları sınayıp on­lardan kimlerin sâdık kimin yalancı olduğunu belirleyeceğiz.'[938]

 

b- On dokuz Sayısı

 

"Biz, cehennemin işlerine bakmakla ancak melekleri görevlendirmişizdir. Onların sayısını da inkarcılar için bir imtihan vesilesi (fitne) yaptık ki böylelikle, kendilerine kitap verilenler iyiden iyiye öğrensin, iman edenlerin imanı artsın; hem kendi­lerine kitap verilenler hem müminler şüpheye düşmesinler, kalplerinde hastalık bulunanlar ile kâfirler, 'Allah bu misalle ne demek istemiştir ki?' desinler. İşte böyle. Allah böylece, di­lediğini sapıklıkta bırakır, dilediğini doğru yola eriştirir. Rabbinin ordularını, kendisinden başkası bilmez. Bu ise, insanlık için ancak bir öğüttür."[939] âyetinde, Cehennemin muhafızı olan meleklerin sayısının kâfirler için bir sınama aracı olduğu belirtilmiş­tir.[940] Aynı durumun ehl-i kitap ve müminler için de dolaylı olsa da, imtihan vesilesi olduğu ifade edilmektedir. Çünkü bu sayının ehl-i kitabın kesin bilgi edinmesine, müminlerin de imanlarının kuvvetlenmesine yönelik olduğu haber verilmektedir. Cehennemin muhafızı olan melekler ve onların sayıları da, cehennem yiyeceği gibi müteşâbihât kapsamı içerisinde yer almaktadır. Esed, bu hu­susta şunları söyler: "Bu, pasajın müteşâbih karakterine açık bir işarettir, ki "hakikati inkara şartlanmış olanlar" onu böyle kabul et­mezler ve bu sebeple gerçek anlamını kavrayamazlar. Kur'an'ın müellifi olarak gördükleri Muhammed (a.s)'î sözde belli bir sayıyı vurgulamaya sevk eden sebepler üzerinde spekülasyonlar yaparak teşbihi, temsîli lafzî anlamında alırlar. Böylece onun özünü bütü­nüyle gözden kaçırırlar."[941]

Netice olarak şunları söyleyebiliriz: Cehennemin muhafızı olan meleklerin sayısı, müteşâbih bir ifade olup iman edilmesi gereken bir husustur. Müminler bunu sorgulamaya gerek duymadan inan­mış, inkarcılar ise inançsızlıklarına bu sayıyı bahane yapmak iste­mişlerdir.[942] İnanmak istemeyenler bu tür müteşâbihlere takılmış onu kendileri için bir saptırma ve propaganda aracı olarak kullan­mak istemişlerdir. Bu anlamda bazı müşrikler Cehennemin muhafızı olan meleklerin sayısını az bularak alay konusu yapmış ve im­tihanı kaybetmiştir. Halbuki Allah hiç melek olmadan da insanları cezalandırmaya muktedirdir. Hatta Ebû Cehil'in "Sizler devrin pehlivanlarısınız. Sizin her onunuz onlardan bir adam yakalamak­tan aciz misiniz? demesi üzerine Ebü-1 Esved b. Keledetül-Cumahî'nin: "Ben size on yedisinin hakkından gelirim, siz de ikisinin hakkından geliverin" dediği rivayet olunmuştur.[943]

 

c. Hz. Salih'in Mucizesi Dişi Deve

 

Kur'an'da Hz. Salih eliyle gösterilen mucizelerden biri olan[944] dişi devenin de inanmayanlar için bir imtihan vesilesi olduğu belir­tilmiştir. Daha önce de ifade ettiğimiz üzere Semûd kavmi kendi­lerine peygamber olarak gönderilen Sâlih (a.s)'a "Sen iyice büyü­lenmişlerdensin. Sen ancak bizim gibi bir insansın. Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi bize bir mucize getir."[945] diye ondan kendisinin gerçekten hak peygamber olduğuna delalet edecek bir mucizeyi isteyince, o da "Gerçekten size Rabbinizden (benim peygamber olduğumu gösterecek) açık bir delil geldi, işte size mucize olarak Allah'ın şu devesi. Bırakın onu da Allah'ın mül­künde yesin, içsin."[946] "Onun belli bir gün su içme hakkı var, sizin de belli bir gün su içme hakkınız var. Sakın ona bir kötü­lük etmeyin. Yoksa sizi elem dolu bir azap yakalar."[947] diyerek Allah'ın mucize olarak kendilerine dişi bir deve gönderdiğini, gön­derilen bu devenin serbest bir şekilde otlayacağını, orada bulunan suyu belli günler kendilerinin, belli günler de onun içeceğini, hak­kına riâyet edilmesi ve kendisine herhangi bir zarar verilmemesi gerektiğini, aksi takdirde azap geleceğini onlara bildirmiştir. Allah Semûd kavmine mucize olarak gönderilen bu dişi devenin aynı zamanda bir imtihan vesilesi olduğunu "(Salih'e şöyle demiştik:) Şüphesiz biz, onlara bir imtihan olmak üzere (fitneten), dişi deve göndereceğiz. Şimdi onları gözetle ve sabret."[948] âyetinde beyan etmektedir. Kur'an bu devenin imtihan vesilesi olduğunu be­lirtmekte[949], ancak ne yönden imtihan aracı olduğuna değinme­mektedir. Hz. Salih'in mucizesi olan bu olayın hangi açıdan Semûd kavmi için bir sınav aracı olduğu sorusunu şu iki şekilde ce­vaplandırmak mümkündür:

1- Mucizeye karşı olan tutumları açısından: Bilindiği üzere mu­cize, "Yüce Allah'ın peygamberlik iddiasında bulunan peygambe­rini doğrulamak ve desteklemek için yarattığı ve insanların benze­rini getirmekten âciz kaldıkları olağanüstü olay"[950] dır. Peygam­berler tarafından gösterilen mucize, gösterildiği toplum açısından aynı zamanda bir sınav aracıdır.[951] Zira mucize, peygamberi doğ­rulayan kimse ile onu yalanlayan kimseyi birbirinden ayırır.[952] Bu­rada Semûd kavmine gösterilen mucize de, diğer bazı peygamber­lerin mucizeleri gibi bir mucize olup Salih peygambere inananlar­la, ona inanmayanları birbirinden ayırmaktadır.[953] İbn Aşur (ö. 1973) devenin imtihan maksadıyla gönderildiğini bildiren Kamer sûresi 27. âyetten hemen önceki "Semûd kavmi de uyarıcıları yalanladı. Aramızdan bir beşere mi uyacağız? O takdirde biz apaçık bir sapıklık ve çılgınlık etmiş oluruz." dediler. Yarın on­lar, yalancı ve şımarığın kim olduğunu bileceklerdir."[954] me­alindeki âyette yakında ortaya çıkacağı belirtilen “yalancı"yı bu sı­navın ortaya çıkaracağını ifade etmektedir.[955]

2- Deveye karşı olan tutumları açısından: "İşte size bir muci­ze olarak Allah'ın şu devesi... Bırakın onu da Allah'ın mülkün­de yesin, içsin. "[956], "Onun belli bir gün su içme hakkı var, sizin de belli bir gün su içme hakkınız var. Sakın ona bir kötülük etmeyin. Yoksa sizi elem dolu bir azap yakalar."[957],"Onlara, suyun (deve ile) kendileri arasında (nöbetleşe) paylaştırıldığmı haber ver. Her su nöbetinde sahibi hazır bulunsun."[958] meâllerindeki âyetlerde belirtildiği üzere Semûd kavmi ile bu kavme mu­cize olarak gönderilen dişi devenin aynı suyu ortaklaşa paylaşma­sı, devenin serbestçe dolaşıp otlaması, Hz. Salih'in, söz konusu deveye herhangi bir kötülük yapılmamasını kendilerinden isteme­si, yapıldığı takdirde büyük bir azap ile helak olacakları uyarısında bulunması, Semûd kavmi için ağır bir sınavdı.[959]

 

d- Gösterilen Rüya

 

"Hani sana, Muhakkak Rabbin insanları çepeçevre kuşat­mıştır" demiştik. Sana gösterdiğimiz o rüyayı da, Kur'an'da la­netlenmiş bulunan o ağacı da sırf insanları sınamak için vesile yaptık. Biz onları korkutuyoruz. Fakat bu, sadece onların bü­yük azgınlıklarını (daha da) artırdı."[960] âyetinde Hz. Peygambe­re gösterilen rüyanın sınama vesilesi yapıldığı belirtilmektedir. Âyette geçen bu "rüya" ile ne kastedildiği hususunda müfessirler farklı bazı açıklamalar yapmışlardır. Buhârî, İbn Abbâs, (68/ 687)'ın bu hususta, şöyle dediğini zikreder.[961] "O rü'yâ, gözün gördüğü âyetlerdir ki, Rasûlullah'a sefer ettirildiği gece gösterildi" Müfessirlerin büyük çoğunluğu da âyette geçen "rü'yâ” ifadesini Hz. Peygamberin “gece yolculuğu"nu izleyen Mirâc olayı olarak yorumlamışlardır.[962]

Yazır, burada geçen "rü'yâ" ile ilgili şu açıklamayı yapmakta­dır: "Rüyayı, bazıları Fetih sûresinde gelecek olan Mekke fethi rüyası, bazıları da Bedir'de müşriklerin ileri gelenlerinden her birinin yıkılacakları yerleri gösteren Bedirle ilgili rüyadır, demişlerdir. Fa­kat bu âyet, Mekke'de indiğinden dolayı Medine'de olan o rüyalar­la yorumlanması uygun olamaz. Doğru olan görüş, âlimlerin çoğu­nun açıkladığına göre, bu gösterme ve görmenin, sûrenin başında geçen Isrâ âyetindeki linuriyehu m'ın âyâtinâ  (Ona âyetlerimizi göstermek için) rü'yete/gorme işaret etmiş olmasıdır. Çünkü ora­da uzun uzadıya açıklandığı gibi bu olağanüstü Mirâc olayı üzerine o müşrikler iman etmek şöyle dursun, iman edenlerden bazılarının bile dinden çıkması gibi büyük bir fitne olmuşdu. Burada rüya ola­rak ifade edildiğinden dolayı Mirâc'ın uykuda meydana gelen bir rüya olduğunu zannedenler olmuşsa da bu da doğru değildir. Çün­kü uykuda görülen rüyada şuraya buraya gitmek, göklere çıkmak herkesin başına gelebilir. Ve açıkça biliniyor ki, böyle bir rüya gör­düğünü söyleyen kimseye karşı çıkarak onun bu rüyasını kabul et­memekle de hücum edilmez. Eğer Mirâc uykuda görülen bir rüya­dan ibaret olsa idi, onun bir fitne yapılmasının anlamı olmazdı. Doğrusu "rü'yâ" aslında "büşrâ" vezninde mastardır, örfe göre uy­ku halinde görülen şeylere isim olmuşsa da aslında mânâsı, gör­mektir, görmek demektir. Bu âyette de bu esas mânâsı üzerine söylenmiştir. Ancak burada buna rü'yet (görmek) denilmeyip de "rü'yâ" denilmesinin nüktesini düşünmek gerekir. Bunda üç görüş vardır: Birincisi, bu görme geceleyin meydana gelmiş bir görme­dir. İkincisi, bu anlatıldığı zaman müşrikler, sen bir rüya görmüşsün demişler. Üçüncüsü, Mirâc hadislerinde görüldüğü üzere, o geceki görmeler arasında rüyadaki gibi örnek olarak gösterilmiş kısım da vardı. Mesela cennet ve cehennemi açıkça görürken içlerindeki bütün cennetlikleri ve cehennemlikleri de görmüştü. Halbuki bun­ların birçoğu henüz dünyaya bile gelmemiş olduklarından bunların, olmadan önce kendilerine benzeyen şekilleriyle görülmüş oldukla­rı anlaşılır."[963]

Bir yoruma göre Hz. Peygamber'e miraçta gösterilen rüyanın imtihan vesilesi olması şu şekildedir: Bu olay mahiyeti itibariyle birbirleriyle çatışan yorumlara açık olduğu ve dolayısıyla nesnel reali­tesi bakımından bir takım şüphelere yol açma istidadında bulundu­ğu için -âyetin devamında ifade edildiği gibi- 'İnsanlar için bir sına­ma" vesilesi oluşturmaktadır. Şöyle ki: Bu olayda sığ düşünenlerin Muhammed'in dürüstlüğünden ve dolayısıyla Peygamberliğinden yana duydukları inanç sarsılırken, Allah'a sarsılmaz bir imanla bağ­lı olanlar bu olayda Allah'ın seçtiği kimselere bahşettiği ruhanî ni­metin olağanüstü bir tezahürünü görmekte ve böylece Kur'an me­sajına duydukları iman daha da güçlenmektedir.[964]

Netice İtibariyle Hz. Peygamber'in Mirâc adı verilen mucizesi de Kur'an'da bildirilen imtihan vesilelerinden birisidir. Çünkü in­sanlar böyle bir şeyi ilk defa duyduklarından zihinleri karışmış, akıl­ları zorlanmıştır. Nihâyetinde kimisi yalan söylemesi mümkün ol­mayan Peygamber haber verdiği için bu olaya inanmış ve imtiha­nı kazanmış, kimisi ise inanmama yoluna giderek imtihanı kaybet­miştir.[965]

 

e. Şeytanın Peygamber'in Düşüncesine Müdahale Et­meye Kalkışması

 

Kur'an, insanları doğrudan saptırmanın baş faktörü olarak sık sık şeytan'dan bahsetmektedir. Şeytanın insana müdahalesi haya­tın her aşamasında mümkündür. İşte bu başlık altında ele alacağı­mız husus, şeytanın, peygamberin düşüncelerine müdahalesi ile il­gilidir. İlgili âyetlerde şöyle buyurulmuştur: "Senden önce hiçbir rosû! ve nebi göndermedik ki bir şey temenni ettiği zaman, şey­tan onun bu temennisine dair uesvese vermiş olmasın. Ama Al­lah şeytanın vesvesesini giderir. Sonra Allah âyetlerini sağlam­laştırır. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. Al­lah şeytanın verdiği bu vesveseyi, kalplerinde hastalık bulunan­lar ile kalpleri katı olanlara bir imtihan vesilesi kılmak için böyle yapar. Hiç şüphesiz ki o zalimler derin bir ayrılık içinde­dirler"[966]

Âyetlerden de açıkça anlaşıldığı üzere, şeytan Peygamberin in­sanların yararına olan düşüncelerine müdahele etmek istemektedir. Ancak Yüce Allah ona müsaade etmemektedir. Şeytanın Pey­gamberin temennilerine müdahale etmeye kalkışması, Yüce Allah tarafından kalplerinde eğrilik ve hastalık bulunanlar için bir sınama aracı olarak sunulmaktadır.

Burada şeytanın, peygamberlerin yüce hedeflerine yönelik ola­rak insanlara verdiği vesvesenin[967], özellikle kalplerinde hastalık bulunan kimseler için, ağır bir sınav vesilesi olacağı fitne kelime­siyle ifade edilmiştir.[968]

Şeytanlar Peygamberlerin vahyi tebliğinden sonra, özellikle peygamberlerin kişisel nüfuz peşinde oldukları şeklinde veya onla­rın mesajlarının doğru olmadığına yönelik olarak insanlara vesve­se verirler. Peygamberler gönderildikleri toplumun doğru yolda ol­malarını arzu ederler. Allah peygamberlerin güttüğü bu nihaî ama­ca gölge düşürmeye kalkışan şeytanın düşürmeye çalıştığı gölgeyi gidererek mesajlarını açık ve anlaşılır kıldığını belirterek, bu husu­su da bir sınav vesilesi saymıştır. [969]

 

f- Hârut ile Mârut

 

Bakara sûresinin 102. âyetinde Hârut ve Mârut adında iki me­lekten bahsedilmekte ve bu meleklerin de insanlara bir takım bilgi­ler öğrettiği ifade edilmektedir. Ancak bunlar insanların sihir ola­rak algılayıp o amaçla da kullanmalarına müsait bilgileri öğretirken "Biz ancak imtihan için gönderildik, hakikati inkara yellenme­yin." diye bir ikazda bulundukları da haber verilmektedir. Çok ge­nel anlamda âyette iki meleğin insanlara bazı bilgiler öğrettikleri, bu bilgilerin kötüye kullanmaya müsait olduğu dolayısıyla söz konusu bilgiyi elde edenlerin adeta bu bilgi vasıtasıyla imtihan edile­bilecek durumda olduğu anlaşılmaktadır. Kısacası Hârut ve Mârut adlı meleklerin öğrettikleri bilginin de bir sınav vesilesi olduğu bil­dirilmektedir. Fakat âyette geçen "melekeyn" iki melek ifadesi başta olmak üzere onların öğrettiği bilgi vb. hususlarda müfessirler ittifak sağlayamamışlardır. Zira bu iki meleği ifade eden "melekeyn" ifadesini "melikeyn" şeklinde okuyup buna iki kral anlamı verenler olduğu gibi,[970] "iki melek"ten maksadın Cebrail ve Mikâil olduğunu savunanlar da vardır.[971]

Bütün bu hususlar göz önünde bulundurulduğunda şunlar söy­lenebilir: Âyetin ifadesi bir kısım klasik müfessirin anlayışına uygun olarak anlamlandırılırsa Hârut ve Mârut adında iki meleğin öğret­tiği ancak mahiyeti belli olmayan bir bilgiden bahsedilmektedir. Bu bilgi de kötüye kullanılmaya müsait olduğundan bunu elde eden için söz konusu bilgi bir sınav vesilesi olmaktadır.[972]

 

D- Sınananlar

 

İslam inancına göre dünya hayatı insanlar için bir imtihan ye­ridir. Dünya hayatı imtihan yeri olunca bu imtihanın bir muhatabı ve imtihanın bir takım araçları olacaktır. Biz imtihan araçlarını bir başka başlık altında ele aldığımızdan burada imtihanın muhatabın­dan yani sınananlardan bahsedeceğiz. Kur'an'a göre kimin sınava tabi tutulacağı araştırıldığında genelde bütün insanların özellikle peygamberlerin sınandığı görülmektedir. O halde şimdi sırasıyla bütün insanların ve bazı peygamberlerin sınanmaları ve bunun ma­hiyeti üzerinde kısaca duralım.

Kur'an'da yer alan fitne kelimelerinin bir kısmına imtihan, sı­nama anlamlarının verildiği ya da bazı âyetlerde sınama anlamla­rının diğer anlamlara tercih edilebileceği bir gerçektir. Kur'an'a gö­re kimin sınava tabi tutulacağı araştırıldığında genelde bütün insan­ların özellikle peygamberlerin sınandığı görülmektedir. O halde şimdi sırasıyla bütün insanların ve bazı peygamberlerin sınanmala­rı ve bunun mahiyeti üzerinde kısaca duralım. [973]

 

1- Bütün İnsanların Sınanması

 

Bazı âyetlerde özel bir ayırım yapmadan bütün insanların sına­va tâbi tutulacağı haber verilmektedir[974]. Ancak müminlerin sınan­ması ile kâfirlerin sınanması arasında bazı farklılıklar bulunduğu için bunları ayrı başlıklar altında ele almayı uygun bulduk. [975]

 

a- Müminlerin Sınanması

 

Kur'an-ı Kerim değişik vesilelerle müminlerin sınanacağını ha­ber vermektedir. Mesela konuyla ilgili âyetlerden ikisinin meali şöyledir: "İnsanlar inandık demekle imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı zannederler. Andolsun ki biz onlardan öncekile­ri de imtihan etmiştik. Allah doğru söyleyenleri de mutlaka bi­lir, yalancıları da mutlaka bilir."[976]

Genel olarak bir şeyi sınamaktan hedef, onun istenen özelliği taşıyıp taşımadığının ya da aranan konuma gelip gelmediğinin bi­linmesidir. Müminlerin değişik şekillerde sınanmasının amacı da imanlarının istenen olgunluğa ulaşıp ulaşmadığının bilinmesidir. Zi­ra sınanmamış iman, istenen niteliği kazanmamış olabilir. Nitekim mealini verdiğimiz Ankebût sûresinin 3. âyetinde de imtihanın ya­lancılarla doğru sözlülerin belirlenmesine yönelik olduğu ifade edil­mektedir. Buna göre sadece iman etmek yeterli değildir. İmanın kökleşmesi ve sağlamlaşması için müminler ayrıca çeşitli deneme­lerden geçirilirler.

Bazı âyetlerde kâfirlerin müminlere değişik şekillerde azap ve işkence yaptıkları[977] bildirilmekte, zulmü yapanlar ise kınanmakta­dır. [978] Bununla birlikte bu durum aynı zamanda müminlerin iman­larının niteliğini belirlemeye yönelik bir imtihandır. [979]

 

b- Kâfirlerin Sınanması

 

Kur'an'da dünya hayatının ve bazı hususların birer deneme ve­silesi olduğu ifade edilirken kâfirleri de kapsayacak genel ifadele­rin kullanıldığı görülmektedir. Bunun yanında kâfirlerin bazı şeyler­le sınandıkları da bildirilmektedir. Mesela, inanmayan bazı kavim­lere peygamber gönderilmesinin onlar açısından bir sınama vesile­si olduğu ifade edilmiştir. Semûd kavmine gönderilen Salih Pey­gamberle ilgili bir âyette şöyle duyurulmuştur: "Onlar, "Sen ve beraberindekiler yüzünden uğursuzluğa uğradık" dediler. Salih, "Sizin uğursuzluğunuzun sebebi Allah katında (yazılı)dır. Aslın­da siz imtihan edilmekte olan bir kavimsiniz" dedi."[980] Böyle­ce kâfirler de, âhirette sudan bahanelere ve mazeretlere sığınma­maları İçin çeşitli vesilelerle sınanmışlardır. Buna göre onlar bazen kendilerine verilen nimet sebebiyle, şükrünü edâ edip edemeye­cekleri, vereni tanıyıp tanımayacakları bakımından, bazen de ibret alıp küfürlerinden vazgeçip geçmeyeceklerini ortaya çıkarmak için belâ ve musibetlerle sınanmışlardır. [981]

 

2- Peygamberlerin Sınanması

 

Kur'an'da yer alan çeşitli âyetlerden anlaşıldığına göre, imti­han kuralı herkes için geçerlidir. Yani bütün insanlar imtihan edi­lirken peygamberler istisna edilmiş değillerdir. '"Mesela Hz. İbrahim oğlunu kurban etmesi için emredildiği rüyayla imtihan edil­di.[982] ve Hz. Yusuf, Kıtfîr'in karısıyla imtihan edildi.[983] Hatta ilâhi sınavın ilk önce peygamberlerin sınanması şeklinde tezahür ettiği anlaşılmaktadır.[984] Nitekim Kur'an yer verdiği peygamber kıssala­rında sürekli onların değişik şekillerde sınava tabi tutulduklarını ve bu sınavı başardıklarını haber vermektedir. Biz burada ftn kökü­nün türevleri ile özel olarak bazı ağır sınavlara tâbi tutuldukları bildirilen Hz. Mûsâ, Hz. Dâvûd ve Hz. Süleyman'ın karşılaştığı sınav­lar üzerinde duracağız. [985]

 

a- Hz. Musa'nın Sınanması

 

Hz. Musa'nın ağır bir sınava tâbi tutulduğunu bildiren âyetler­den birisi şöyledir: "Hani kız kardeşin (Firavun ailesine) gidip de onlara 'size onun bakımını üstlenecek kimseyi göstereyim mi?' diyordu. Böylece seni, gözü gönlü mutluluk dolsun ve üzülme­sin diye annene geri verdik. Ve sen, birini öldürdün de seni en­dişeden kurtardık. Seni iyiden iyiye denemelerden geçirdik/se­ni çeşitli sıkıntılarla denedik (ve fetennâke fütûnen). Bunun için yıllarca Medyen halkı arasında kaldın. Sonra takdire göre (bu makama) geldin ey Mûsâ."[986]

Burada Mûsâ (a.s)'nın denenmesi ve fetennâke fütûnen cüm­lesiyle ifade edilmektedir. Daha önce de ifade ettiğimiz üzere ftn kök ve türevleri hem nimetle ve hem de musibetle sınanmayı ifa­de etmek için kullanılsa da daha çok, sıkıntılarla denenmeyi anlat­mak için kullanılır.[987] Bu sebeple müfessirlerin çoğu, söz konusu ifadeyi, "(Ey Mûsâ) seni çeşitli sıkıntılarla iyice sınamıştık'" şeklinde açıklamıştır.[988] Müfessirler genellikle buradaki "sıkıntılar"ın Hz. Musa'nın gerek, çocukluk, gerek gençlik ve gerekse daha sonraki dönemlerinde hayatında karşılaştığı çeşitli olumsuz durumlar oldu­ğunu belirterek şu örnekleri vermişlerdir: O, Firavun'un erkek ço­cukları boğazladığı güvensiz bir ortamda[989] dünyaya gelmiş, bun­dan dolayı da annesi tarafından bir tabuta konularak denize bıra­kılmış ve daha sonra Firavun ailesi tarafından bulunarak himaye edilmiştir.[990] Bir Mısırlıyı öldürünce[991] vatanından ayrılmak zorunda kalmış[992] ve gittiği Medyen'de uzun yıllar Şuayb (a.s)'ın yanın­da çalışmıştır.[993] İbn Âşûr'a göre de "seni iyice/çeşitli sıkıntılarla denedik" âyetinde Musa'nın bir kişiyi öldürmesi sonucu başlayan zor durumlar anlatılmaktadır. İbn Âşûr söz konusu âyetteki fitne­nin "(Mûsâ öldürme olayından sonra) korkarak, etrafı gözetle­yerek şehirde sabahladı. Bir de ne görsün, dün kendisinden yardım isteyen yine feryat ederek ondan yardım istiyordu. Mû­sâ da ona, 'belli ki sen azgın bir kimsesin.' dedi. Mûsâ ikisinin de düşmanı olan adamı yakalamak isteyince adam, 'Ey Mûsâ! dün birini öldürdüğün gibi, beni de öldürmek mi istiyorsun. Sen ancak yeryüzünde bir zorba olmak istiyorsun, arabulucu­lardan olmak istemiyorsun' dedi. Şehrin öbür ucundan koşa­rak bir adam geldi. ‘Ey Mûsâ! İleri gelenler seni öldürmek için aralarında senin durumunu görüşüyorlar. Şehirden hemen çık. Şüphesiz ben sana öğüt verenlerdenim.' dedi."[994] meâllerindeki âyetlerde ifâde edilen, Musa'nın Firavun tarafından cezalandırıl­ma ve bulunduğu şehirden çıkarılma korkusuna kapılması olduğu­nu söylemektedir.[995]

Üzerinde durduğumuz bu âyetin açıklamasıyla ile ilgili olarak müfessirlerin genelinin yorumlarının uygun olabileceği söylenebilir. Ancak Hz. Musa'nın hayatında bir dönüm noktası oluşturan Mısır­lı bir kişiyi öldürme olayından söz eden "Ve sen, birini öldürdün de seni endişeden kurtardık." [996] âyetinden hemen sonra "Biz seni çeşitli sıkıntılarla denedik"[997] ifadesinin gelmesi ve özellik­le yaşadığı şehirden ayrılıncaya kadarki safhada gerçekten oldukça zor anlar geçirmesi[998] ve bunun aynı zamanda bir sınav olması, İbn Âşûr'un yorumunun diğer müfessirlerin yorumlarından daha isabetli olabileceğini düşündürmektedir

Hz. Musa'nın kavmiyle birlikte ağır bir sınavdan geçirildiğini belirten bir başka âyet ise şöyledir: "Musa, kavminden, belirledi­ğimiz yere gitmek için yetmiş adam seçti. Onları o müthiş sar­sıntı/deprem yakalayınca (bayıldılar). Mûsâ dedi ki: "Ey Rabbim! Dileseydin onları da beni de daha önce helak ederdin. Şimdi içimizden bir takım beyinsizlerin işledikleri (günah) se­bebiyle bizi helak mi edeceksin? Bu iş, senin imtihanından (fitnetüke) başka bir şey değildir. Onunla dilediğini saptırırsın, di­lediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim sahibimizsin, bizi ba­ğışla ve bize acı! Sen bağışlayanların en iyisisin!"[999]

Burada anlatıldığı üzere, Allah'ın belirlediği yere giderek duâ etmek üzere kavminden seçtiği yetmiş kadar kişiyi sarsıntı yakala­yınca Hz. Mûsâ, bunun ilâhi bir sınav olduğunu ifade etmekte­dir. [1000]

 

b- Hz. Davud'un Sınanması

 

Sâd sûresi 24. âyette Dâvûd (a.s.)'un sıkıntılı bir durumla (be­lâ) karşı karşıya kaldığı ve bununla imtihana tâbi tutulduğundan söz edilmektedir. Bu husus âyette geçen fetennâhü[1001] ifadesinden an­laşılmaktadır. Ayetin hatırlattığı olayın ayrıntısı Kur'an'da yer al­maz. Ayetin temas ettiği olay Kur'an'da anlatıldığı şekliyle kısaca şöyledir:

İki kişi[1002] Dâvûd (a.s.)'un ibadet ettiği mabedin yüksekçe olan duvarından atlayarak izinsizce içeri girer, Dâvûd (a.s.) da ilk anda onlardan endişelenir. Onlar Dâvûd (a.s.)'a korkmamasını, kendile­rinin iki davalı olduklarını söyleyerek ondan adaletle hükmetmesi­ni isterler. İçlerinden birisi şöyle bir iddiada bulunur: "Bu benim kardeşimdir. Onun doksan dokuz koyunu var. Benim ise bir tek koyunum var. Böyle iken 'onu da bana ver' dedi ve tartışmada beni yendi." Bunun üzerine Davûd (a.s.) da şunları söyler: "Andolsun ki, (bu adam) senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana haksızlıkta bulunmuştur. Doğrusu ortakların pek çoğu, birbirlerinin haklarına tecavüz ederler. Yalnız iman edip de iyi işler yapanlar müstesna. Bunlar da ne kadar az!" Dâvûd (a.s.) Allah'ın kendisini bu (olayla) denediğini sanarak[1003] ondan mağfiret diler, secdeye kapanır ve tevbe ederek O'na yönelir.[1004]

Görüldüğü üzere Kur'an'da Dâvûd (a.s.)'un başına gelen bu sı­kıntılı durumun ne olduğu ve onun ne ile imtihana tâbi tutulduğu pek açık değildir. Buna rağmen bazı tefsir kaynaklarında efsâneye varan gereksiz ve hatta anlamsız bir çok hîkayeye yer verilmiş­tir.[1005] Bunlardan kaçman bir kısım müfessirse bu olayla ilgili ola­rak zikredilen âyetlerin zahirinden hareketle bazı ihtimaller üzerin­de durmuşlardır. Bu ihtimallerden birisi şöyledir: Davûd (a.s.), bu­lunduğu mabede mahkeme oturumunun dışında ansızın ve izinsiz giren kimselerin bu hareketlerinden dolayı onların kendisine saldı­rı ile bir baskın düzenlediklerini ve kendisini öldüreceklerini zan­netmiş, mülkünde ihtilal olduğunu düşünerek endişelenmiştir. Du­rumun böyle olduğuna dâir bir emare olmadan böyle bir zanna ka­pılmasından dolayı da Rabbinden bağışlanma dilemiştir.[1006] Bir diğer ihtimal de şöyledir: Sözü edilen iki davalı Dâvûd (a.s.)'a suikastte bulunmak isteyen iki düşmandı. Bunu Dâvûd (a.s.) ibadet halin­de iken yapmayı tasarlamışlardı. Bulunduğu yere girdiklerinde ta­sarladıkları suikasti yapmanın mümkün olamayacağını anlayınca yapmacık bir dava uydurdular. Dâvud (a.s.) onların bu şekilde ya­nına girmelerinden endişelenerek kendisine kötülük yapacağı zannına kapılmış daha sonra durumun böyle olduğuna dâir bir delil ol­maması nedeniyle de bu zannından dolayı pişman olmuş ve Al­lah'tan mağfiret dilemiştir.[1007] Bir diğer ihtimalinse şöyle olduğu söylenmiştir: Davûd (a.s.)'un davalı olan iki şahıstan birinin ifade­sini dinleyip diğerinin ifadesini dinlemeden birisinin lehine hüküm vermiş olması onun için bir zelledir. O bu konudaki yanlışını fark edince hemen Rabbinden bağışlanma dilemiştir. Allah da kendisi­ni bağışlamıştır. [1008]

 

c- Hz. Süleyman'ın Sınanması

 

"Gerçekten biz Süleyman'ı imtihan ettik. Onun tahtına bir ceset bıraktık. Sonra Allah'a sığınıp tekrar tahtına döndü." âyetinde[1009] Hz. Süleyman (a.s)'ın da sıkıntılı bir durumla (belâ) ile denendiği haber verilmektedir. Bu husus âyette geçen fetennâ ke­limesiyle ile ifade edilmektedir. Ancak bu âyette de onun ne ile de­nendiği belirtilmemiştir. Bazı tefsirlerde konu ile ilgili olarak bir çok rivayete yer verilmiş ve bir hayli de yorum yapılmıştır.[1010] Ancak Kur'an'da bunlardan her hangi birini doğrulayabilecek bir işaret bulunmamaktadır. Süleyman (a.s.)'ın tabi tutulduğu sınavla ilgili çeşitli görüşlere yer veren Mevdûdî (ö. 1979) bu konunun Kur'an'ın en müşkil yeri olduğunu ve sarih bir şekilde tefsir edilemeyeceğini söylerek bu hususla ilgili yapılacak yorumların ihtimalden öte ola­mayacağını ifadeye çalışmıştır.[1011] Bununla birlikte isrâiliyâttan ka­çınmaya çalışan bazı müfessirler bu imtihan ile ilgili bir kaç ihtimal­den söz etmişlerdir. Bu ihtimallerden biri şudur:

Süleyman (a.s.) hükümdarlık vazifelerini yapamayacak derece­de şiddetli bir hastalığa yakalanmak suretiyle imtihan edilmiş, has­talığı sırasında âdeta cansız cesed denecek kadar zayıflamış, sonra tekrar eski gücüne ve sağlığına kavuşmuştur.[1012] Tefsirinde bu ihti­malden söz ederek bunu delillendirmeye çalışan Râzî (606/1209), Arapların zayıf kimse hakkında, "O, kütük üzerinde bir et, ruhsuz bir cisimdir."' dediklerini zikreder.[1013]

M. Hamdi Yazır (1360/1941)'ın bu konudaki yorumu ise şöy­ledir: "Süleyman (a.s.) Mescid-i Aksa'yı yaptırdığı sırada, getirttiği sanatkârlar içinde sanatların hilelerini bilen bir takım şeytanların kurdukları bir ihtilal yüzünden bir süre nüfuzunu kaybetmiş, yahut tahtından ayrı kalmış; böylece tahtında ya kendisi güçsüz bir cesed halinde hükümsüz kalmış yahut tahtı da işgal edilip, ona kırk gün kadar heykel gibi birisi oturtulmuştu. (....) Daha sonra Süleyman (a.s), dönüş yaptı, tevbe ile Allah'a sığınıp tekrar tahtına dön­dü."[1014] Bu yoruma göre Süleyman (a.s), hükümranlığının zayıf düşmesiyle sınanmıştır. Bu durum âyette "tahtın üzerine ceset koy­mak" şeklinde mecazi bir ifade kullanılarak anlatılmaktadır.[1015] So­nunda Süleyman (a.s) da iktidarının zayıflatılmasıyla denendiğini anlamış, tekrar eski durumuna kavuşunca, 'Rabbim, beni bağışla' diyerek dua etmişti.[1016]

 

3- Bazı Toplumların Sınanması

 

Daha önce de çeşitli vesilelerle ifade ettiğimiz üzere bütün üm­metler sınanırlar. Bu anlamda her peygamber gönderildiği ümmet için bir imtihan vesilesidir. Kendilerine peygamber gönderilen bu ümmetler, peygamberlerine inanıp inanmama[1017], onların getirdiği ilâhi mesaja uyup uymama hususunda denenirler.[1018] Kur'an'da yer alan bir kısım ümmetlerin ayrıca bir kısım sebeplerden dolayı bazı özel konularla sınandıklarını görmekteyiz. Biz burada Kur'an'­da ftn kök ve türevleri ile sınandığı örnek verilen bazı ümmetle­rin özel olarak belirtilen sınavlarından söz etmeye çalışacağız.[1019]

 

a- Semûd Kavmi

 

Hz. Salih'in peygamber olarak gönderildiği Semûd kavmi, Arabistan'ın kuzey-batı kısmında yer alan, günümüzde el-Hicr deni­len bölgede -Hicaz ile Şam arasında[1020]- yaşamış, Arabistan'ın Ad'dan sonra en yaygın kavmi olarak bilinen eski bir Arap kavmidir.[1021]

Hz. Salih Semûd kavmine peygamber olarak gönderilince, Al­lah'tan başka ibadet edilecek hiçbir ilahın olmadığını söyleyerek, onları Allah'a kulluk yapmaya davet eder.[1022] Onlardan bir kısmı Hz. Salih'in davetini kabul ederken[1023], özellikle kavminin ileri ge­lenlerinin de yer aldığı diğer kısmı ise inkarlarını sürdürür.[1024] Hz. Salih'in davetini çeşitli gerekçelerle[1025] reddeden inkarcılar zaman zaman onu rahatsız edecek sözler söyler,[1026] ve başlarına gelen kö­tülüklerin Salih (a.s)'dan ve ona tâbi olan müminlerden kaynaklandıgını düşünür.[1027] Hz. Salih ise onların bu iddialarına karşı kavmi­nin imtihan edildiğini şu sözlerlerle ifade eder. "Sizin uğursuzluğunuzun sebebi, Allah katında (yazılı) dır. Aslında siz imtihana çekilen (tüftenûn)[1028] bir kavimsiniz."[1029]

Daha önce de ifade ettiğimiz üzere, bir kısım müfessir âyette yer alan "aslında siz imtihana çekilen bir kavimsiniz''[1030] kısmını, "Allah'ın emirlerini yerine getirip getirmeme hususunda[1031], pey­gambere karşı olan tutum ve davranışlarınızda[1032], sahip olduğunuz nimetler ve başlarınıza gelen musibetlerle sınanıyorsunuz'' şeklin­de genel sınav vesileleri ile açıklamışlardır. Ayrıca yine daha önce de ifade ettiğimiz üzere, Kur'an, Semûd kavminin kendilerine mu­cize olarak gönderilen dişi bir deve[1033] ile de sınandığını belirtmek­tedir.[1034] Bazı âyetlerde anlatıldığı üzere, bu kavmin ileri gelenleri, Salih (a.s)'den gerçekten peygamber olduğunu gösterecek açık bir delil istemiş[1035] Allah da dişi bir deveyi mucize olarak aralarına göndermiş[1036] ve bunun aynı zamanda bir sınav vesilesi olduğunu da kendilerine bildirmiştir.[1037] Semûd kavmi hem mucize ve hem de deveye karşı olan tutumlarıyla sınanmışlardır.[1038] Salih (a.s), söz konusu devenin aralarında serbest bir şekilde otlanacağını, orada bulunan sudan nöbetleşe olarak belli günler kavminin, belli günlerde devenin su içeceğini belirterek, hakkını gözetme ve rahatsız et­meme hususunda kavmini uyarmış, aksi takdirde kendilerine elem verici bir azabın geleceğini bildirmişti.[1039] Bütün bunlar Semûd kav­mi için bir sınav vesilesiydi.[1040] Ancak kavmin önde gelen inkarcı­ları devenin varlığından rahatsızlık duyarak onu yok etme planları yaptılar. Söz konusu deve içlerinden birisi tarafından öldürüldü.[1041] Neticede zulmedenler ilâhî bir azap ile helak edildi.[1042] Hz. Salih ve onunla birlikte iman edenler ise Allah'ın rahmeti ile kurtuldular.[1043]

 

b- İsrâiloğulları

 

"Allah: '(Ey Mûsâ) Şüphesiz, biz senden sonra halkını sına­dık (fetennâ). Sâmirî onları saptırdı."[1044] ve "Andolsun, Hârûn onlara daha önce (Hz. Mûsâ Tûr'dan dönmeden) şöyle demiş­ti; "Ey kavmim! Siz bununla (buzağı heykeli ile) yalnızca imti­han edilmektesiniz (fütintüm). Doğrusu sizin Rabbiniz ancak Rahmân'dır. Öyleyse bana uyun. Ve emrime itaat edin."[1045] meâllerindeki âyetlerde Mûsâ (a.s)'nın kavmi olan İsrailoğullarının bir buzağı heykeli ile sınanmasından söz edilmektedir. Olay Kur'an'da anlatıldığı şekliyle şöyledir: Mûsâ (a.s.) İsrailoğullarını Firavun'un zulmünden kurtarıp Mısır'dan çıkardıktan sonra Rabbine münâcâtta bulunmak üzere Tûr'a giderken yerine kardeşi Hârûn (a.s.)u bırakır.[1046] Mûsâ (a.s.) alelacele Tûr'a varınca Allah ona, acele ile kavminden niçin uzaklaştığını sorar[1047], o da kavminin izi üzere olduklarını, kendisini hoşnut etmek için acele ettiğini söyler.[1048] Allah da Mûsâ (a.s.)’ya kavmini kendisinden sonra sınadığı­nı, Sâmirî'nin onları yoldan çıkarttığını bildirir.[1049]

Mûsâ (a.s.)'nın Tûr'a gitmesinin ardından Sâmirî, İsrailoğullarının Mısır'dan getirdikleri mücevheratı ateşte eriterek böğürebilen bir buzağı heykeli yapar[1050] ve kavmine dönerek: "Sizin de, Mu­sa'nın da ilâhı budur. Fakat Mûsâ ilâhını burada unuttu" der.[1051] On­lar da bu buzağıyı ilah edinirler.[1052] Bunun üzerine Mûsâ (a.s.)'nın kardeşi olan Hârûn (a.s.), kavmine buzağı ile sınandıklarını söyle­yerek onları buna tapmaktan vazgeçirmeye çalışır, asıl Rabbin Al­lah olduğunu ve kendisine itaat etmelerinin gerekliliğini onlara an­latır,[1053] ancak onlar, Mûsâ (a.s.)'nın Tûr'dan yanlarına dönünceye kadar buzağıya tapmaya devam ederler.[1054]

Allah'ın Mûsâ (a.s.)'ya kavmini kendisinden sonra sınadığını, Sâmirî'nin onları yoldan çıkarttığını bildirmesi üzerine Mûsâ (a.s.) kızgın ve üzgün olarak kavminin yanına döner[1055] ve onlara şunla­rı söyler: "Benden sonra arkamdan ne kötü işler yaptınız! Rabbinizin emrini beklemeyip acele mi ettiniz?"[1056], "Rabbiniz size güzel bir vaad de bulunmamış mıydı? Şu halde size ayrılış sü­rem mi uzun geldi? Yoksa Rabbinizden bir gazabın üstünüze inmesini istediniz de mi, bana verdiğiniz sözden caydınız."[1057] Mûsâ (a.s.) kardeşi Hârûn (a.s.)'a da yönelerek: "Ey Hârûn! On­ların saptığını gördüğünde benim izimce gelmene ne mâni ol­du, yoksa emrime mi karşı geldin?[1058] diye sorar. Onun bu soru­suna Hârûn (a.s.) şu cevabı verir: "İsrailoğullarının arasına ayrılık soktun, sözümü dinlemedin demenden endişe ettim."[1059] Musa (a.s.)'nın sorgulaması karşısında İsrailoğulları da, sözlerinden kendi iradeleri ile dönmediklerini, Mısır'dan getirdikleri ziynet eş­yalarını ateşe attıklarını Sâmiri’nin bundan buzağı yaparak kendi­lerine bunun ilah olduğunu, Musa'nın da ilâhını unuttuğunu söyle­diğini söyler.[1060] Mûsâ (a.s.) daha sonra Sâmirî'ye, neden böyle yaptığını sorunca o da başkalarının görmediğini kendisinin gördü­ğünü, elçinin izinden bir avuç (toprak) alıp onu attığını kendisini nefsinin bu yöne yönelttiğini söyler.[1061] Bunun üzerine Mûsâ (a.s.) ona aralarından çıkıp gitmesini söyler ve onu kovar.[1062] İsrailoğul­ları daha sonra buzağı heykelini ilah edinmekle yanlış yaptıklarını anlarlar ve hatalarından pişmanlık duyarlar.[1063] "Eğer Rabbimiz bi­ze acımaz ve bizi bağışlamazsa, mutlaka ziyana uğrayanlardan oluruz."[1064] diyerek Allah'tan afv ve mağfiret dilerler. Mûsâ (a.s.) da kavmine şunları söyler: "Ey kavmim! Sizler, buzağıyı ilah edinmekle kendinize yazık ettiniz. Gelin yaratıcınıza tövbe edin de nefislerinizi öldürün (kendinizi düzeltin). Bu, Yaratıcı­nız katında sizin için daha hayırlıdır. "[1065] Allah da onların tövbe­sini kabul eder.[1066]

Sonuç olarak burada İsrailoğullarına mensup Sâmirî tarafından yapılan buzağı heykeli bir sınav aracıdır. Bu heykeli yapan Sâmi­rî, İsrailoğullarını saptırarak, onu ilah edinen halk ise haktan sapa­rak bu sınavda kaybetmişlerdir. Ancak daha sonra tövbe etmişler­dir.

Ayrıca A'râf sûresi 155. âyette Mûsâ (a.s)'nm kavminden 70 kadar kişinin şiddetli bir sarsıntıyla sarsılmak suretiyle sınandıkları belirtilmektedir. Bu olay Hz. Musa'nın kavminden seçtiği yetmiş kadar kişinin Allah'ın belirlediği yere gelip bağışlanmak için dua et­tikleri bir sırada meydana gelmiş, bunun üzerine Mûsâ: "Ey Rabbim! Dileseydin onları da beni de daha önce helak ederdin. Şimdi içimizden bir takım beyinsizlerin işledikleri (günah) se­bebiyle bizi helak mi edeceksin? Bu iş, senin imtihanından (fitnetüke) başka bir şey değildir.[1067] diyerek bunun Allah'ın bir sı­navı olduğunu ifade etmiştir. Gerek bu mîkât, gerekse yetmiş kişi­nin şiddetli bir sarsıntı ile sarsılmaları ve bu şekilde bir sınava tabi tutulmalarının sebepleri hususunda tefsirlerde bir takım ihtimallere yer verilmektedir.[1068] Bu kıssayı Kur'an'daki konu ile ilgili diğer kıs­salarla birlikte düşünen bazı müfessirler bu mîkatın İsrailoğullarının buzağı heykeline tapma olayından sonra tevbe için yapılmış bir mîkat olduğu yorumunu yapmakta[1069], onların şiddetle sarsılmaları­nın sebebinin de, "Hani siz, Ey Mûsâ, Allah'ı açıkça görmedik­çe sana iman etmeyeceğiz, demiştiniz. Bunun üzerine, bakıp dururken, sizi yıldırım çarpmıştı. Sonra sizi, şükredesiniz diye, ölümünüzden sonra diriltmiştik." mealindeki Bakara sûresi 55 ve 56. âyetlerde sözü edilen Allah'ı açıktan görme istekleri oldu­ğunu söylemektedir.[1070] Bu hususta Râzî'nin yorumu şöyledir: İsra­iloğulları buzağı heykelini ilah edinmelerinden dolayı pişman olun­ca Allah Mûsâ (a.s)'ya onlardan bir grupla kendinden af dilemele­ri için gelmelerini emreder. Mûsâ (a.s) da kavminden yetmiş kişi se­çerek Tür dağına gelirler. Buraya geldiklerinde de Allah'ı görme­dikçe iman etmeyeceklerini söyleyince şiddetli bir sarsıntı ile sarsı­larak ölürler.[1071] Bunun üzerine Mûsâ (a.s) "(Ey Rabbimiz) bu iş, senin imtihanından (fitnetüke) başka bir şey değildir. Onunla dilediğini saptırırsın, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim sahibimizsin, bizi bağışla ve bize acı! Sen bağışlayanların en iyisisin!"Bu dünyada da âhirette de bize iyilik yaz. Muhak­kak ki biz sana döndük." diye dua eder. Sonra da Allah onları diriltir.[1072]

 

c- Firavun'un Kavminin Sınanması

 

"Andolsun onlardan önce biz, Firavun'un kavmini de imti­han etmiştik (fetennâ). Onlara değerli bir peygamber gelmişti." mealindeki Duhân sûresi 17. âyette Firavun'un kavminin -ki bun­lar Mısır Kıptîleridir-[1073] de sınandığı burada geçen fetennâ ifadesi ile belirtilmektedir.[1074] Bir çok müfessir buradaki imtihanın, Hz. Musa'nın onlara peygamber olarak gönderilmesi olduğunu söyle­mişlerdir.[1075] Âyet, Mekke müşriklerine, onlardan önce Firavun'un kavminin de benzer çeşitli sınavlardan geçtiğini, onlara da tıpkı Hz. Muhammed gibi, insanları Allah'a çağıran değerli bir elçinin geldiğini, şayet peygamberin çağrısına kulak vermeyecek olurlarsa benzer akibetlerle karşılaşabileceklerini hatırlatmak üzere gelmiştir. Firavun'un kavminin sınanması olayı özetle Kur’an'da şöyle anla­tılmaktadır:

Allah'ın peygamber olarak göndediği Mûsâ (a.s.) Firavun'un kavmine gelerek der: "Allah'ın kullarını[1076] (esaret altındaki İsrâiloğullarını) bana teslim edin.[1077] Çünkü ben güvenilir bir peygamberim. Allah'a karşı büyüklük taslamayın. Çünkü ben size (ondan) apaçık bir delil (mucize) getiriyorum. Şüphesiz ki ben, bana yaptığınız bütün hakaretlerden/taşlamanızdan, hem benim Rabbim, hem de sizin Rabbiniz olan Allah'a sığındım. Bana inanmadınızsa (hiç olmazsa) yolumdan çekilin."[1078] Mûsâ (a.s.)'ın Firavun'un kavmine yaptığı bu öğütler onlara fayda ver­mez ve Mûsâ (a.s.)'yı yalanlarlar. Firavun ve adamları inananlara baskı ve işkence yaparak zulmederler.[1079] Firavun'un kavminin ön­de gelenleri, inananlardan bazılarını[1080], Firavun da Mûsâ (a.s.)'yı öldürmeye yönelir.[1081] Musa (a.s.) Rabbine bunların artık günahkar bir toplum olduğunu söyleyince[1082] Allah da Musa (a.s)' ya, kendi­sini tasdik eden kullarını -İsrâiloğulları- Mısır'dan çıkarmasını em­reder.[1083] Musa (a.s.) da İsrâiloğulları ile birlikte Mısır'dan ayrılır. Onlar yolda karşılarına çıkan denizden karşı tarafa geçerken[1084] kendisini takip eden Firavun ve adamları ise denizde boğularak he­lak olur.[1085]

Sonuç olarak Musa (a.s.) Firavun'un kavmine ikna edici delil­lerle tevhidi anlatmış, herkesin gözü önünde onlara açık mucizeler göstermiş, ama onlar tüm bunlara rağmen inanmamakta diren­mişler, peygamber ve onunla beraber inanan insanlara karşı teh­ditler savurmuşlar, onları Mısır'ı terk etmek zorunda bırakmışlardır. Buna rağmen yine de onlar İsrailoğullarının peşine düşmüşler, ama sonuçta boğularak helak olmuşlar. Bütün bunlar Firavun ve kavmi için bir sınavdır. Allah'ın onlara dünya hayatında bol imkan­lar vermesi, ve inananlara zulmetme fırsatı tanınması ise ilahi sına­vın bir gereğinden başka bir şey değildir. Onlar salt gerçeğe çağı­ran Peygamberi ve getirdiği âyetleri inkarda ısrar etmiş olmak ve peygamber ile ona inananları yok etme girişiminde bulunmakla Al­lah'ın yaptığı sınavda kaybetmişlerdir.[1086]

 

E- Sınavın Hikmetleri

 

Karşılaştığı olayların, öğrendiği bilgilerin sebebini öğrenmek, insanın tabiatında var olan bir duygudur. Bu sebeple varlık dünya­sında yer alan ilahî yasa ve kurallar için hikmet aramak ve bunun için fikir yürütmek önemlidir. Hiç şüphesiz Allah'ın her işinde ve hükmünde bir hikmet vardır.

Yukarıda ele aldığımız iman-amel; nimet-şükür, musîbet-sabır bağlamında sınav sırrı tecelli edecekse, sınav hikmetinin de yine bu eksen etrafında olması gerekir. Öncelikle insanın yapısında -yara­tılışında- inanma eğilimi vardır. Allah, insanı doğuştan inanmaya eğilimli olarak yaratmıştır[1087]. Ayrıca peygamberler göndererek in­sanları iyi yönde hareket etmeleri için uyarmıştır[1088]. İşte hür irade sahibi bir varlık olan insana bağışlanan bu gibi kabiliyetleri kullanıp kullanmamadaki tavrının ortaya konulması, imtihan sırrının en başta gelen hikmetlerinden birisi olsa gerektir. Çünkü imtihanın is­tenilen şekilde olabilmesi için inanmak kadar inanmama duygusu ile de donatılmış olmak gerekir.[1089] Bütün bunlarla donatılmış olan insanın, tercihlerini hangi yönde kullanacağının ortaya konulması ve "benim bundan haberim yoktu"[1090] dememesi için sınav kural­larının belli olması ve bunların bir takım uyarıcılarla duyurulmuş ol­ması da gerekir.[1091] Zira bu sadece olup-geçen bir sınav olmayıp, öteki hayatla alakalı mutluluk veya bedbahtlıkları[1092] bünyesinde barındıran bir sınav olduğu için hikmetlerle yüklüdür. Kimin terci­hini fıtrattan yana kullanıp mutluluk yurdu olan Cenneti kazana­cağı[1093] ve kimin tercihini de hevâ ve hevesinden yana kullanarak[1094] ebedi düşmanı olan şeytana[1095] uyup azap yurdu olan Ce­hennemi tercih edeceği[1096] ancak sınav olgusunun hikmeti ile te­celli eder. Semâvat ve arzın ölüm ve hayatın yaratılış gayesi de za­ten insanın sınava tabî tutulmasına yöneliktir.[1097] Bu sebeple insa­nın cenneti kazanabilmesi için, hayatı boyunca tabî tutulacağı sı­navlarda cennete layık olduğunu ispatlaması gerekir.[1098]

Sınavlar insanları üstün gayelere hazırlamak içindir. Her sına­vın bir güçlüğü ve sıkıntısı vardır. Bu sabrı gerektiren sıkıntılara karşı Allah insana dua ve ibadet gibi bir yardımcı lütfetmiştir.[1099] Al­lah kullarını kendisine kulluk etmeleri için yaratmış[1100], onları en yüce hedefe, kendisi ile karşılaşma gününe hazırlamak için, her şe­yi ona uygun olarak düzenlemiştir.[1101] Kıyamet günü, hiçbir hata ve kusuru, eksikliği ve yanlışlığı kabul etmeme günü olduğu gibi, bütün bunların hesabının da sorulacağı bir gündür.[1102] Bu aynı za­manda insanların öteki hayatı yaşamaya başlayacakları bir gün olacağı için, ahiret hayatının mutlulukları, güzellikleri ve mutsuz­lukları, çirkinlikleri bu dünyadaki sınavla belirlenecektir.[1103] "Sizi hayırla ve şerle imtihan edeceğiz"[1104] "Mallarınız ve canlarınız hususunda imtihan olunacaksınız."[1105] ve "O ki, hanginiz daha güzel davranacak diye sizi denemek için ölümü ve hayatı yaratandır."[1106] gibi Kur'an ifadelerinden de bu anlaşılmaktadır. Yani bu dünyadaki her şey sınava göre düzenlenmiş ve Allah da insanı bu sınavın tüm aşamalarında başarı ve başarısızlık hallerini gerçek­leştirebilecek donanımlarla sınava ehil, mükellefiyetleri omuzlaya­cak kabiliyetlerle donatılmış olarak, sınav sorumluluğunu kendisine tevdi edebileceği kıvamda yaratmıştır[1107]. Bunun için kendisine ge­rekli olan hürriyet, bedenî güç ve sağlamlık, iyiliğe ve kötülüğe sevk eden[1108] zıt his ve kabiliyetler verilmiş olan insanın sınavı da, takati ile sınırlı, kabiliyetleri ile mütenasip kılınmıştır. Dolayısıyla in­sanın sınanmasının bir diğer hikmetini, onun varlıklar içerisindeki değerinin ortaya konulması ve Allah tarafından muhatap alınma­sında aramak gerekir.

İnsanların sınanmasında inançların ayrıcalığı olmaz. İnanan da inanmayan da, inancında saf olan da, şirk ve küfür gibi arızî unsur­larla inanç kirliliğine maruz kalanlar da denenirler. Bu denemede peygamberler, içinde bulundukları şartların en ağır sınavını vererek denenmişlerdir. Yusuf (a.s)'un zindanı tercih etmesine sebep olan sınavı[1109], Dâvûd (a.s)'un iki hasım arasında hükmetmekle sınan­ması[1110], Eyyûb (a.s)'un belâ ve mihnetlere maruz kalarak sabırla sınanması[1111], İbrahim (a.s)'in ateşe atılmakla ve oğlunu boğazla­makla sınanması[1112], gibi örneklere Kur'an'da oldukça sık rastlanıl­maktadır. Hz. Peygamber'in aile hayatını derinden etkileyen ifk/iftira olayını da bu bağlamda anlamak gerekir.[1113] Belki peygamber­lerin böyle ağır sınavdan geçirilmelerinin hikmeti, insanların onla­ra uluhiyet vasfı yüklemelerine engel olmak içindir. Zira bu tür im­tihanlar ancak beşer özelliklerine sahip insanların başına gelebilecek şeylerdir. İlgili âyetlerden birinde şöyle duyurulmaktadır: "(Ey Peygamber!) Senden önce gönderdiğimiz peygamberler de an­cak yemek yerler ve çarşılarda gezerlerdi. Sizi bir biriniz için sınav kıldık ki bakalım sabredebilecek mısınız? Rabbin ise hak­kıyla görendir. Bize kavuşmayı ummayanlar ise dedi ki: "Bize melekler indirilmeli veya Rabbimizi görmeli değil miydik? Andolsun ki onlar kendilerinde büyüklük gördüler ve büyük bir azgınlıkla haddi aştılar."[1114]

Ayrıca inananların inançlarındaki samimiyet ve doğruluğun or­taya çıkarılması, bu sayede doğru sözlü olanlarla yalancıların birbi­rinden ayrılması için insanların sınandığına yukarıda ilgili âyet[1115] ışığında değinilmişti. Bunun yanı sıra inananların da sabır ve şükür hallerinin kendi ortamları içerisinde sınanması, Allah yolunda inançları uğruna gerçekten fedakarlık yapanlarla, sözde inananla­rın belirlenmesi gerekmektedir. Zira birer insan olarak inananların da âhiret mutluluğunu elde etmek için musibetlere sabır ve düş­manlarından gelen işkencelere karşı dayanma gücünü kullana­rak[1116] sevaplarını artırmaya ihtiyaçları olacaktır[1117]. İnancı uğrun­da maruz kaldığı ağır işkenceler müminin inanma iradesini daha da güçlendirir, imanındaki kararlılığı ve erdemli yaşayışı kanıtlama­sına imkan verebilir.[1118] Bütün bunlar mümin için gizlenen imtihan sırrı ile gerçekleşebilir.

O halde inananların tâbi oldukları sınavın hikmetini, hatalar­dan tevbe etmek, musîbetlerden ibret almak ve nefisleri her türlü olguya karşı tecrübelerle donatarak hazır hale getirmek dîye anla­yabiliriz.

İnananların karşısında yer alanlar (müşrikler, kâfirler, saf inanç yapıları bozulmuş olan ehl-i kitap) da kendilerine sunulan ilâhî teb­liğe muhatap olarak daveti kabul edip etmemek tercihi ile denen­mektedirler. Bu sebeple onlar da uyarılmakta, acı ve mutluluk veren şeylerle yüz yüze getirilmektedirler. Ancak onlara verilen ni­metler âhiretteki işlerini zorlaştırıp, hesaplarını ağırlaştırmaktan başka bir işe yaramayacak, başlarına gelen musibetlerden öğüt ve ibret almadıkları ve uyarılara kulak asmadıkları için de sıkıntılarına karşılık sevap alamayacakları gibi, cennet talepleri de olmayacak­tır. Onlar için sınavın hikmeti, kendilerine Allah'ın varlığını ve üs­tün gücünü tanıtarak inanmaya doğru yönlendirmek şeklinde teza­hür etmektedir. Münafıklar da belâ ve musibetlerden ibret alsınlar, hatalarından dönsünler ve tevbe ederek Allah'tan bağış dilesinler diye sınanmaktadırlar[1119].

Özetle söylemek gerekirse, peygamberlerin temsil ettiği hâk ile, onlann karşısında yer alanların temsil ettiği batıl arasındaki mü­cadelede insanların çeşitli sebeplerle "inançta samimiyet" sınavın­dan geçirildikleri anlaşılmaktadır. Bu sınavda inancında samimi olanlarla olmayanlar; küfürde ısrar edenlerle bilvesile tövbeye fır­sat elde edenler, inancında iki yüzlü olup menfaat merkezli bir inanç peşinde koşanlarla inancı uğruna menfaatlerinden fedakar­lıkta bulunanlar açığa çıkarılmak istenmektedir. Bu aynı zamanda Allah'ın bilgisi ve iradesi sonucu kâinatta olup-olacakları bilip tak­dir etmesi ile insanın hürriyeti ve doğal yasalar çerçevesinde cere­yan eden olayların birbirine karıştırılmaması konusunda da bize ip uçları sunmaktadır.

İnsan, yaratılıştan mala düşkün[1120], mal, şehvet ve evlat sevgi­si ile donatılmıştır.[1121] O, mal biriktirmeyi sevdiği gibi[1122], onun kendisini ebedileştireceğini de düşünür.[1123] Bu nedenle mal ve mül­künün çok olmasını ister ve bunun için çaba sarf eder. Bununla is­tediğine istediği şekilde sahip olmayı amaçlar; bu yolla doyuma ulaşacağını, nazlarını tatmin edeceğini ve hayatın tüm zorluklarının kendisi için kolaylaşacağını düşünür. Allah insanın bu yaratılış özel­liklerine uygun olarak ona ihtiyaç duyabileceği şeylerden fazlasını vermiş[1124], bunun karşılığında insanın kendisini bilmesini ve şükret­mesini istemiştir.[1125] Bu şükür sınavında insanın başarılı olup ola­mayacağı, nimetleri elde etme yol ve yöntemlerinden başlayarak, onlara sahip olma, ondan yararlanma ve başkalarını yararlandır­mada sergileyeceği tutum ve tavra bağlanmıştır. Bu tavır içerisinde insanın birtakım gizli donanımları açığa çıkar ki, bunlar adalet-zulüm, rıza-gazap, cimrilik-cömertlik, ıslah-ifsat, helal-haram şükür ve nankörlüktür. Zira Allah, insanın bu özelliklerini ön plana çıkar­masını istemiş ve sürekli olarak uyarılarını bu doğrultuda yapmış­tır. Buna karşılık insan, nimetler içerisinde azma, şımarma, zulmet­me, haksızlık, cimrilik ve bozgunculuk yapma, haram yollarla istek ve arzularına kavuşma gibi bir takım zafiyetlerin riskini taşıması se­bebiyle de sürekli uyarılmış ve elinde bulunan imkanların birer sı­nama vasıtası olduğu kendisine hatırlatılmıştır. İşte insan, iradesini kullanarak, elde edip kullanabileceği nimetler karşısında Allah'ın istediği davranışları sergileme veya hoşlanmadığı davranışlarda bu­lunma arasında sınanmaktadır. Bu sınav onun şükredici özelliği ile nankörlük yapma özelliğini açığa çıkarma hikmetini bünyesinde taşımaktadır.

Allah, kullarını nimetlerle denediği gibi, bir takım musîbetlerle de dener. O'nun bu denemesinde de pek çok hikmetler gizlidir. İn­san için son derece önemli olan güvenin yerini korku, varlığın ye­rini yokluk, bansın yerini savaş, tokluğun yerini açlık, sağlığın ye­rini hastalık, yaşamın yerini ölüm, bolluğun yerini darlık, neşenin yerini hüzün ve keder, gençliğin ve zindeliğin yerini düşkünlük ve zafiyet alabilir. Bunlar bazen insanın elinde olan bazen de elinde olmayan sebeplerle olur. Hangi sebeple olursa olsun, bu tür musi­betlerin bir sonucu ve bizim üzerimizde bırakmış olduğu bir etkisi vardır. Bu sonuçlar karşısında insanın sabredici tavrı ile, isyan edi­ci özelliği kendisini gösterir. Allah insanların sabredenlerini müjde­lemekte, sınavın bu boyutunda kendisine teslim olmamızı istemek­tedir. Aynca bazı insanlar, bu musibetler sebebiyle Allah'a karşı görevlerini hatırlarken, bazıları da tepkisel bir davranışla Allah'tan daha da uzaklaşmaktadırlar. Kimisi Allah'ın adaletini sorgulamaya kalkarken, kimisi kendi hata ve kusurlarından ötürü tövbe etme za­manının geldiğine karar vermektedir. İşte musibetlerle sınavın hik­metini, insanların sabır ve isyan, sorumluluk ve sorumluluktan ka­çış gibi kabiliyetlerinin ortaya çıkarılması için bir vesile şeklinde an­lamak mümkündür.[1126]

 

2- Beşerî Fitne

 

Yukarıda Kur'an'ın fitneye, isnat edilen varlığa göre farklı an­lamlar yüklediğini belirtmiş, onun, Allah'a nispet edildiğinde, insa­nın sınanmasını; insana nispet edildiğinde, ondan kaynaklanan baskı, zulüm, işkence, sapma, saptırma, ayartma, fesat, kargaşa, anarşi, iç huzursuzluk ve buhran gibi davranışlara bağlı olarak or­taya çıkan sözlü ve fiilî kötülüklerini[1127]; şeytana nispet edildiğinde ise, onun vesvese vermesi, ayartması ve baştan çıkarması gibi çe­şitli hilelerini anlattığını ifade etmiştik. Fitnenin Allah'a nispet edil­diğinde onunla neyin kastedildiğini yukarıda açıklamıştık. Burada ise beşerî fitne başlığı altında Kur'an'ın insana nispet ettiği diğer bir ifade ile tamamen insandan kaynaklanan fitneden söz edece­ğiz.

Fitne kelimesi Kur'an'da lafzen sadece tek bir yerde açıkça in­sana izafe edilir. O da "İnsanlardan 'Allah'a inandık' diyenler vardır. Ama Allah uğrunda bir ezaya/işkenceye uğratılınca, insanlardan gördükleri ezayı (fitnete'n-nâs), Allah'ın azabı gibi görürler." âyetinde geçen fitnete'n-nâs ifadesidir. Söz konusu ifa­de burada insanların baskı ve işkencesi anlamına gelmektedir.

İnsan iyi ve kötü davranışları seçme ve yapma hususunda hem yetkin ve hem de özgür olduğundan; Allah-insan, insan-Allah, insan-insan ve insan-eşya ilişkilerinde ortaya çıkan herhangi bir so­nuç, neticesi itibariyle insanoğlunu ilgilendirmektedir. Dolayısıyla fitne ancak insan ile anlam bulabilecek bir içeriğe sahiptir. Zira in­san olmadan bu kavramın içini doldurmak mümkün değildir. Bu durumda gerek aktif konumda ve gerekse pasif konumda olsun, fitnenin odağında her zaman insan bulunmaktadır. Bu sebeple be­şerden kaynaklanan fitneyi söz konusu ederken öncelikle mahiye­tini anlamaya çalışmanın daha yerinde olacağını düşünüyoruz. [1128]

 

A- Mahiyeti

 

Beşerî fitne denilince, insan-Allah, insan-insan ve insan-eşya münasebetlerinde, insanın etken konumda olduğu bir fitne akla gelmektedir. Buna göre beşerî fitne; insanı sapıklığa götüren ve manevi değerlere olan inancını kaybetmesine yol açan her türlü müdahale olarak tanımlanabilir.[1129] Öyle ise, birey ve toplumu ma­nevi çöküntüye uğratan, dünyada belâ ve musibete maruz bırakan, âhirette ise cezaya çarptırılmasına sebep olan durumların tamamı bu tür fitnenin içerisinde yer aldığı gibi, insanı inancından uzaklaş­tırmak için yapılan sözlü ve fiili her türlü müdahaleleri de bu kap­sama dahil etmek mümkündür.[1130] Bu manada müminleri inançla­rından uzaklaştırmak amacıyla vatanlarından çıkarmak, savaşmak, öldürmek, yaralamak, hapsetmek gibi her türlü maddi ve manevî baskı, zulüm ve işkencelere tâbi tutmak, inanç hürriyetini engel­lemek, buna yönelik teşebbüsler içerisinde olmak, fesat ve karga­şa çıkarmak, şirk, küfür, nifak, günah, vb. olumsuz durumlar be­şerî fitnenin kapsamı içerisinde yer alır. Bundan dolayı Kur'an'da beşerî fitnenin insanları inandıkları değerlerden alıkoyma, baskı ve zulümle kendi inançlarına döndürme,[1131] sapıklık, saptırma,[1132] işkence etme, ateşe atma[1133] anlamlarında kullanıldığını görmekte­yiz.

Kur'an beşerî fitneye hiçbir olumlu anlam yüklememektedir. Zira beşerî fitnede baskı, zulüm, işkence, fesat, kaos, tefrika, anarşi ve terör gibi insan hayatını olumsuz yönde etkileyen olgular mevcuttur. Müşriklerin müslümanları dinlerinden vazgeçirmek için giriştikleri yıkıcı faaliyetler[1134], Musa'nın dinine girmelerinden ötü­rü Firavun'un, onun kavmine işkence etmesi[1135]; Peygamber'i Allah'a kulluktan uzaklaştırıp kendi isteklerine boyun eğdir­meye kalkışmaları[1136]; münafıkların müminler arasına nifak sokma­ları[1137] hep beşerî fitnenin bu negatif niteliğini ortaya koymakta­dır. [1138]

 

B- Nedenleri

 

Beşerî fitnenin odağında insan bulunduğundan, insanı fitneye sürükleyen etkenlerin neler olduğunu tahlil etmek gerekmektedir. Bu meyanda insanı fitneye iten pek çok etkenden söz edebiliriz. Ancak yaptığımız tetkik neticesinde bunları iç etkenler ve dış et­kenler olarak ayırmak suretiyle üzerinde durduğumuzda, konunun yeterince açıklığa kavuşacağı kanaatine ulaştık.[1139]

 

1- İç Etkenler

 

İnsanı fitneye sürükleyen iç etkenler, tamamen onun yaratılış özellikleri ile ilgili hususlardır. Zira Kur'an'a göre insan, iyilik ve kö­tülük yapmaya kabiliyetli,[1140] şükredip nankörlük etmek kendi elin­de olan[1141] bir varlıktır.[1142] Nitekim Kur'an bu hususa şöyle işaret etmektedir: "Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneği­ni) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiş­tir. Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır."[1143] Bu âyetten anlaşıldığına göre tezkiye edilerek iyilik duygu­ların, kötülük duygularına galip gelmeyen nefis bütün olumsuzlukla­rın kaynağıdır. [1144]

 

2- Dış Etkenler

 

Dış etkenden maksat, insan dışında olan ancak hareket ve ey­lemleriyle bir şekilde insanı etkileyen şeylerdir. Nitekim mal ve ev­latlar, dünyevî makamlar, bazı insanların şeytanî davranışları insa­nı bazen fitneye düşürebilmektedir.

Kurân'dan anlaşıldığı kadarıyla, fitne çıkmasına yol açan dış faktörlerden birisi de din ayrımcılığıdır. Zira sırf kendi inancı adına diğer inanç sistemlerini zorla ortadan kaldırma girişimleri bu çer­çevede ele alınabilir. Küfür, şirk ve nifak çerçevesinde müminlerle mücadele edenlerin sergiledikleri yıkıcı faaliyetler bunun en güzel örnekleridir. Çünkü bunlar sadece inanmamakla kalmamış, inanan veya inanmak isteyenlere her koşulda engel olmuşlardır. Mekke başta olmak üzere Hz. Peygamber'in peygamberlik hayatı bu tür olaylarla doludur. "Şüphesiz mümin erkeklerle mümin hanımla­ra işkence (fitne) edip, sonra da tevbe etmeyenlere cehennem azabı ve yangın azabı vardır."[1145] âyetiyle Kur'an, din ayrımcılığı noktasında çıkarılan fitneye işaret etmektedir. Allah'ın hükümle­rinden alıkoyma şeklinde de değerlendirilebilecek bu tür bîr fitne hakkında Kur'an'da şöyle denilmektedir: "O halde, Allah'ın in­dirdiğiyle aralarında hükmet, onların heveslerine uyma. Al­lah'ın sana indirdiğinin bir kısmından seni uzaklaştırmaların­dan sakın..."[1146] Böyle bir fitne ile Hz. Peygamber'in dahi, Al­lah'ın vahyettiğinden uzaklaştırılmaya çalışılabileceğine işaret eden bir başka âyet de şu şekildedir: "Seni sana vahyettiğimizden ayı­rıp başka bir şeyi bize karşı uydurman için uğraşırlar. İşte o za­man seni dost edinirler. Sana sebat vermemiş olsaydık, az da olsa onlara meyledecektin. O taktirde sana, hayatın da, ölümün de kat kat azabını tatttrırdık. Sonra bize karşı bir yardım­cı da bulamazdın."[1147]

Verilen bu bilgiler doğrultusunda beşerî fitnenin eyleme dö­nüştüğü en önemli nedenlerinden birinin inanç dayatması olduğu söylenebilir. Farklılıkların kabul edilmeyip paylaşılmadığı, hoşgörü zemininden uzak durumların fitneye sebep olması kaçınılmazdır. Dolayısıyla din ve inanç boyutunda da farklı inançların varlığına gösterilen tahammülsüzlük, din yönünden insanlar arasında bir fit­nenin doğmasına neden olmaktadır.

Çıkar amaçlı yaklaşımların da fitneyi besleyen dış faktörlerden olduğu söylenebilir. Bu manada, menfaatperestlik, haddi aşma, hırs, tamah gibi olumsuz tavırlar, siyasî, iktisadî, sosyal, ekonomik ve ahlâkî yönlerden toplumsal fitneyi körükleyen faktörlerin ba­şında yer almaktadır. Zira böyle bir anlayışa sahip olan insanlar, çoğunluğun menfaatlerini değil de, kendi menfaatlerini düşündük­lerinden şahsi çıkarlarına aykırı gördükleri fikirlere kin duymaya, bunları inkar etmeye ve güçleri yettiği ölçüde bunları imha etmeye çalışacaklardır.

Ekonomik, siyâsî, sosyal güç ve nüfuzu ellerinde bulundurup bunu kendi bireysel ve kitlesel çıkarları uğruna sarf edenler hakkın­da Kur'an şöyle demektedir: "Dediler ki: Eğer seninle birlikte hi­dâyete uyacak olursak, yerimizden (yurdumuz ve konumumuz­dan) çekilip kopartılırız."[1148] Bu âyette anlatıldığı gibi, müşrikle­rin Hz. Peygamber'i reddetmelerinin asıl nedeni ona inanmamak değil; kendilerine has bazı çıkarlarının kaybolma korkusuydu. Hak­kı kabul etmek, zanlarınca onların siyâsî, sosyal ve ekonomik çı­karlarının kaybolması anlamına geleceğinden, buna yanaşmaktan şiddetle kaçınıyorlardı.[1149] Nitekim onlar sadece hakkı kabul etme­mekle kalmamış, toplumsal yaşamı tahrip ederek psikolojik, fizik­sel ve ekonomik baskıya baş vurmuşlardır. Hz. Peygamber'e Mek­ke müşrikleri tarafından reva görülen akıl almaz baskı ve işkence çabalarını dile getiren"Hatırla ki, (ey Peygamber!) hakikati inka­ra şartlanmış olanlar seni (tebliğden alıkoyup) durdurmak, öl­dürmek yahut sürgün etmek için sana karşı nasıl ince tuzak ku­ruyorlardı. "[1150] mealindeki âyet, her zaman ve her yerde hakkı di­le getirmek isteyenlere karşı sürdürülen tahammülsüzlüğü ortaya koymaktadır. Bu noktadan hareketle, toplumsal yaşamı olumsuz yönde etkileyen fitne hareketlerinin, çıkarcı yaklaşımlardan kaynaklandığını ifade edebiliriz. Verilen bilgilerden hareketle, fitne çı­karmak isteyen insanların aynı zamanda çıkarcı bir karakter taşı­dıkları ve beşerî fitnenin bu tür insanlarda bulunabileceği söylene­bilir. [1151]

 

C- Beşerî Fitne Çıkaranlar

 

Beşerî fitne ile ilgili âyetlere baktığımızda, bu tür fitneyi ger­çekleştirenlerin genel olarak kâfirler, müşrikler, münafıklar, yahudiler gibi gayr-ı müslimler olduğunu görürüz. "Onlar çirkin birşey yaptıkları, yahut nefislerine zulmettikleri zaman Allah'ı hatır­layıp hemen günahlarının bağışlanmasını isterler."[1152] mealin­deki âyetten beşerî fitne kapsamında değerlendirilebilecek bazı tu­tum ve davranışların müminler tarafından da gerçekleştirilebilece­ği anlaşılsa ve mümin de beşer olması hasebiyle bu tür bir fitneyi çıkarmaya güç yetirse de, Kur'an mümine böyle bir vasfı nispet et­memektedir. Böyle olmakla birlikte, Kur'an'ın ilkelerine uymadık­ları taktirde meydana gelecek olan beşerî fitneye müminlerin do­laylı da olsa zemin hazırladıkları söylenebilir. "Eğer siz bunu yap­mazsanız yeryüzünde fesat, kargaşa (fitne) ve büyük bir bozul­ma olur."[1153] ve "Sadece içinizden zulmedenlere erişmeyecek olan bir fitneden (belâ ve musîbetten) sakının ve bilin ki Allah azabı çetin olandır."[1154] âyetleri müminlerin görev ve sorumluluk­larını yerine getirmediklerinde ortaya çıkacak bu tür fitnelerden söz etmektedir.[1155] Ancak yine de müminlerin fitneye bulaşması dolaylı olduğundan biz bu başlık altında müminlerin fitnesinden değil de, doğrudan fitne çıkaran ve bunu amaçlayan kimselerin fit­nesinden bahsedeceğiz.[1156]

 

1- Kâfirlerin Fitnesi

 

Peygamberlerin gönderilmesiyle birlikte onlara iman etmeyen bir kısım kâfirlerin inanan müminlere sırf inançları sebebiyle zul­mettikleri, çeşitli şekillerde baskı uyguladıkları bilinen bir husustur. Farklı inançlara tahammül edemeyen bu insanlar genellikle baskı ve zulüm yoluyla inançları ortadan kaldırma yöntemini tercih et­mişlerdir. Kâfirler bir çok açıdan fitne kaynağı olmakla beraber onların Kur'an'da örnek verilen fitnelen genelde inanç ve ibadet özgürlüğünün engellenmesi için yaptıkları baskı, zulüm ve işkence­dir. Bu hususu dile getiren âyetlerden birisi şöyledir: "İnanan er­kek ve kadınlara (dinlerinden döndürmek için) işkence edip sonra da tövbe etmeyenler yok mu işte onlar için cehennem azabı ve yangın azabı vardır."[1157] Görüldüğü üzere bu âyette mü­min kadın ve erkeklere inançlarından dolayı işkence edenlerin ce­hennem azabı ile cezalandırılacakları belirtilmektedir. Bir kısım müfessir, âyette sözü edilen "işkence edenler" ifadesiyle, hiçbir suç işlemedikleri halde yalnızca Allah'a inanan müminleri ateş do­lu hendeklere atıp diri diri yakan kâfirlerle ashâbü'l-uhdûd [1158] un kastedilmiş olabileceğini söylemektedirler."[1159] Âyetin yer aldığı grupta Allah'ın üstün kudretine vurgu yapılarak, insanlara işkence eden inkarcılar şiddetle kınanmakta, zalimlerin cezasız bırakılmayacağı, inanıp sâlih amelde bulunanların ise mükâfatlandırılacağı bildirilmektedir. Söz konusu âyetin bulunduğu sûrenin bağlam ve muhtevasından, âyette yer alan işkenceci insanların, kâfirler oldu­ğu ortaya çıkmaktadır.

Kur'an'da zulmün sembolü haline gelen Firavun'un, aynı za­manda beşerî fitnenin de sembolü olduğunu söyleyebiliriz. Muh­telif yerlerde onun akıl almaz zulüm, baskı ve işkencelerinden bah­seden Kur'an[1160], onun fitne kavramı çerçevesinde sergilemiş ol­duğu inanç özgürlüğünü engelleme çabasını ve despotluk tavrını da şu şekilde ifade etmektedir: "Firavun ve ileri gelenlerinin zu­lüm ve işkence etmesinden (en yeftinehüm) korkuya düştükle­ri için kavminden küçük bir gurup gençten başka kimse Mûsâ'ya iman etmedi. Çünkü Firavun yeryüzünde ululuk taslayan (bir diktatör) ve haddi aşanlardan idi."[1161]; "Sihirbazlar ise sec­deye kapandılar. 'Âlemlerin Rabbine, Mûsâ ve Harun'un Rabbine iman ettik.' dediler. Firavun,   'Ben size izin  vermeden iman ettiniz ha! Şüphesiz bu, halkını oradan çıkarmak için şe­hirde kurduğunuz bir tuzaktır, göreceksiniz! Mutlaka sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra da (ibret olsun diye) sizin tümünüzü elbette asacağım' dedi."[1162]; "Musa, onlara (Firavun ve adamlarına) tarafımızdan gerçeği getirince, 'onunla beraber iman edenlerin oğullarını öldürün, kadınları­nı sağ bırakın' dediler. Fakat kâfirlerin tuzağı hep boşa çıkmış­tır. Firavun dedi ki; 'Bırakın beni Musa'yı öldüreyim."[1163] Bu âyetlerde de görüldüğü üzere halkının iman etmesi önündeki en büyük engel, Firavun ve adamlarının fitneleridir.[1164]

 

2- Müşriklerin Fitnesi

 

Daha önce de açıkladığımız üzere, müşriklerin özellikle din ve inanç özgürlüğünü kısıtlama ve engelleme amacıyla fitneye baş vurduklarını müşahede etmekteyiz. Onlar, Hz. Peygamberin pey­gamberliğinin ilk yıllarında Hz. Peygamber ve diğer müminlere yö­nelik sözlü saldırılarda bulunmaya başlamışlar, yetim olan birinin peygamber olarak gönderilmesinin mümkün olamayacağını iddia etmişlerdir. Bu düşünceleri neticede onları fitneye sevk etmiştir.[1165] Nitekim, "Hani kâfirler seni tutuklamak veya öldürmek, ya da (Mekke'den) çıkarmak için tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak ku­ruyorlar. Allah da tuzak kuruyordu. Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır."[1166] mealindeki âyet, müşriklerin psikolojik baskı ile yetinmeyip bedensel, ya da sosyal baskıya yöneldiklerini ortaya koymaktadır. Böylece müşriklerin tepkileri, daveti engelleme, alay etme, tehdit etme, ezâ ve cefa yapma şeklinde devam etmiş, onlar müslümanları değişik bölgelere hicret etmek zorunda bırakmışlar­dır. [1167]

Kur'an'ın ilgili âyetlerinden bazıları şöyledir: "Nerede bulursa­nız onları öldürün. Sizi çıkardıkları yerden (Mekke'den) siz de onları çıkarın. Zulüm ve baskı (fitne) adam öldürmekten daha ağır bir suçtur."[1168] "Allah'ın yolundan alıkoymak, onu inkar etmek, Mescid-i Haram'm ziyaretine engel olmak ve halkını oradan çıkarmak Allah katında daha büyük günahtır. Zulüm ve baskı (fitne) ise adam öldürmekten daha büyük bir suçtur."[1169] Müşriklerin müslümanları yurtlarından çıkarmaları ve inançların­dan dolayı onlara işkence etmeleri, bu âyetler de fitne ile ifade edilmiştir.

Kur'an'dan anlaşıldığına göre müşriklerin müminlere yönelik fitneleri sadece zulüm ve baskı ile sınırlı değildir. Müşrikler doğru­dan saptırma şeklinde de Hz. Peygamber'e ve müminlere fitneci tavırlarını yöneltmişlerdir. Nitekim ilgili âyetlerden birinde şöyle buyurulmuştur: ''Onlar (Müşrikler), sana vahyettiğimizden başka bir şeyi yalan yere bize isnat etmen için seni neredeyse sana vahyettiğimizden saptıracak ve ancak o takdirde seni dost ka­bul edeceklerdi".[1170]

"İnanmış erkek ve kadınlara işkence edip sonra (yaptıkları­na) tevbe etmeyenler (yok mu, onlar) için cehennem azabı ve yakıcı azap vardır."[1171] mealindeki âyetle işaret edilen olayın, ay­nı zamanda Mekke müşriklerini ve daha sonra inançlara baskı yap­mak suretiyle fitne çıkaran herkesi uyardığını söyleyebiliriz.

Ayetlerden de anlaşılacağı gibi bu gruba dahil olan insanların fitnesi; muhatabı hafife alma, alay etme, hakir görme, aç ve sefil bırakma, işkence etme, katletme, ev ve yurtlarından çıkartıp sür­güne gönderme gibi psikolojik, siyâsî, sosyal ve ekonomik baskı şeklinde zuhur etmiştir. [1172]

 

3- Münafıkların Fitnesi

 

Münafık; zahirde mümin, gerçekte ise kâfir olan insan tipidir. Müminle kâfir arasında gidip gelen çift yüzlü, çifte şahsiyetli biri ol­duğu için münafık, Kur'an'ın kâfirden bile tehlikeli gördüğü insan tipi olarak karşımıza çıkmaktadır. Münafığın, gerçek yüzünü gizle­mesi, diğer hususlarda olduğu gibi, fitne konusunda da onun çok daha tehlikeli biri olduğunu açıkça göstermektedir. Nitekim Kur'an yer yer münafıkların fitne çıkarıcı ve fitneye düşürücü tutum ve davranışlarından söz eder. Buna göre, münafıklar, fitneye her çağ­rıldıklarında ona hiç beklemeden ve gözü kapalı bir biçimde can atarak koşarlar.[1173]

Münafıklar, müminlerle aynı mahalli paylaştıklanndan, onların fitnesinin aleni olmaktan ziyade sinsice ve gizlice olduğu söylene­bilir. Münafıklar sadece dünyevî çıkar ve menfaatlerini garanti et­meye şartlandıklarından kâfirler karşısında da müminler nezdinde de net bir tavır ortaya koyamazlar. Bu sebeple bütün yapıp ettik­leri kendilerini sağlama alabilmek için her türlü fitneye baş vur­maktır. Tevbe sûresi 47 ve 48. âyetlerde Tebük seferine münafık­ların katılmaları durumunda orada müminlerin arasına tefrika sok­mak suretiyle fitne çıkaracakları haber verilmektedir. Burada mü­nafıkların esasen yapmak istediği, mallan yanında canlarını da kaybetme tehlikesi bulunan savaşı engellemek, böylece savaşın manevi getirişini hiçe sayarak kendi çıkarlarını tercih etme düşün­cesidir. Bunun yanında Kur'an Ahzab sûresinin 14. âyetinde de Hendek savaşı dolayısıyla münafıkların fitnesinden bahsetmiştir.

Her iki savaş bağlamında verilen bilgiler doğrultusunda müna­fıkların fitnesinin tefrika, kargaşa ve bozgunculuk şeklinde olduğu­nu söyleyebiliriz. Böylece münafıklar çeşitli davranışları sebebiyle hem fitneye düşen, hem de başkalarını, özellikle müminleri fitne­ye düşürmeye çalışan özellikleriyle Kur'an'da tanıtılmaktadırlar.

Netice itibariyle, beşerî fitneyi kâfir, müşrik ve münafıkların çı­karttığına veya çıkarabileceklerine işaret eden Kur'an, bunların şahsında beşer olarak herkesin fitneye düşebileceğini var sayarak, fitnenin tüm insanlar için olumsuz sonuçlar doğuracağını ifade etmiştir.

Bunların dışında Kur'an'da ayrıca iki yerde daha fitne ve tü­revleri kullanılarak fitne çıkaranlardan söz edilmektedir. Bunların birinde Medine'de yahudilerin Hz. Peygamberi Allah'ın hükümle­rinden uzaklaştırıp kendi isteklerine boyun eğdirmeye kalkışmala­rından söz edilmekte, onların bu girişimleri karşısında Hz. Peygamber'in dikkati çekilerek uyarılmaktadır. Konunun anlatıldığı âyetin meali şöyledir: "Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Onların arzularına uyma. Ve onlardan sakın ki Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından seni uzaklaştırmasınlar (en yeftinûke). Eğer yüz çevirirlerse, bil ki şüphesiz Allah, bazı günahları sebebiyle onları musibete çarptırmak istiyor, insanlardan bir çoğu muhakkak ki yoldan çıkmışlardır."[1174]

Diğerinde ise "kalbinde eğrilik bulunan"[1175] kimselerin fitne çı­karma isteklerinden söz edilmektedir. Burada Kur'an, fitneyi "kal­binde eğrilik bulunanlar"[1176] diye tabir ettiği insanlara nisbet et­mektedir ki, bu ifadeyi herhangi bir inanç grubuna hasretmek ol­dukça güçtür. Özellikle tefsir metodolojisinde sıkça kullanılan ve Kur'an'ın anlaşılıp yorumlanmasından bahseden "Sana kitabı in­diren odur. Onda kitabın temeli olan kesin anlamlı (muhkem) âyetler vardır, diğerleri de çeşitli (müteşâbih) anlamlıdır. Kalp­lerinde eğrilik olanlar, sırf şüphe uyandırarak saptırmak (fitne) ve onu kendi arzularına göre tevil etmek için ondaki müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Halbuki onun tevilini ancak Al­lah bilir..."[1177] mealindeki âyette kalbinde eğrilik bulunan kötü ni­yetli kimselerin fitne çıkarmak maksadıyla müteşâbih âyetlerin ar­dına düştüklerinden söz edilmektedir. Bu kimselerin esas hedefleri lafzı itibariyle birden fazla anlam ihtimali bulunan müteşâbih âyet­leri, kendi kötü maksatları doğrultusunda, bozuk düşünce ve inanç­larla tahrif ederek zayıf inançlı müminlerin zihinlerini şüphelerle karıştırmak ve onları bulundukları doğru yoldan saptırmaktır. Âyet­te belirtilen "ilâhî kelamın özü (ümmu'l-kitab) olan muhkem âyet­ler, mesajın temelini oluşturan ana ilkeleri ve özellikle ahlaki ve sosyal öğretileri kapsar. Mütesâbih âyetler ise, ancak açık şekilde ifade edilen ilkeler ışığında doğru olarak yorumlanabilir. Bu âyetin ''kalplerinde eğrilik olanlar, sırf şüphe uyandırarak saptırmak (fitne) isterler" kısmındaki 'kalbi eğriler'in kimler olduğu hususu pek açık değildir. Nitekim, "kalplerinde eğrilik olanların kafaları karıştırması, keyfi şekilde yorumlamanın bir sonucu"[1178] olarak de­ğerlendirilmekle birlikte, bunların kimlikleri pek belli değildir. Ebû Mansûr Mâturîdî (333/944), fitne maksadıyla müteşâbihe tâbi olan kötü niyetli kimseleri, küfür içerisinde olanlar ve küfür içeri­sinde olmadıkları halde hevâ ve heveslerine tabî olarak müteşâbihleri te'vile çalışanlar şeklinde iki kısımda müteala etmektedir.[1179] Fitne çıkarmak arzusu ile mütesâbih âyetlerin peşine düşen ve kalplerinde eğrilik olanlar ile kimlerin kastedilmiş olabileceği hususunda tefsirlerde şu görüşlere yer verilmektedir:

1- Bu kimseler Necrân Hıristiyanlarıdır. Bunlar bir grup halin­de Hz. Peygambere gelerek İsa (a.s.) hakkında tartışmışlar, Kur'an'da onunla ilgili geçen "Allah'ın ruhu ve kelimesi" ifadesini duyduklarında, "Bu bize yeter" demişlerdi. Kendi bozuk inançları doğrultusunda yorumladıkları bu mütesâbih tabiri, İsa (a.s)'nın ilah olduğuna delil göstermişlerdi.

2- Bir grup yahudidir. Bunlar Hz. Peygamberin ümmetinin ömrünün ne kadar olacağını öğrenmek istemişler ve bunu da sû­relerin başında bulunan mukattaa harflerinden çıkarmak istemiş­lerdi.

3- Bu ifade bâtıla sarılan ve kendi bâtılı için müteşâbihi delil ge­tiren herkese şamildir.[1180]

Netice olarak Kur'an kötü niyetli kimselerin mütesâbih âyetle­rin ardına düşmelerindeki maksatlarından birinin de fitne çıkar­mak -yani insanların zihinlerini bir takım şüphe ve yanlış bilgilerle bulandırarak Kur'an'ın özünden uzaklaştırıp, onları doğru yoldan saptırmak- olduğunu belirtmektedir.[1181]

 

D- Beşerî Fitneye Uğrayanlar

 

Genel anlamda bütün insanların, beşerî fitneye maruz kalma­sı söz konusu olmakla birlikte, amillerinin kâfir, müşrik ve müna­fıklar olması sebebiyle ilk planda beşerî fitneye uğrayanların ina­nanlar olduğunu söyleyebiliriz. Kur'an'da pek çok âyet müminle­rin zaman zaman bu tür fitnelerle karşılaştıklarını göstermekte­dir.[1182] Örneğin, Burûc sûresinde, zaman ve şahıs bildirmeksizin geçmiş ümmetler arasından bazı mümin kadın ve erkeklerin sade­ce Allah'a iman etmelerinden dolayı ağır işkencelere uğradığı an­latılmaktadır.[1183] Yine bazı âyetlerde İsrâiloğullarının kendilerine gönderilen peygamberlerden bir kısmını öldürdükleri belirtilmekte­dir.[1184] Özellikle Mekke'de İslam davetinin başladığı yıllarda müşrik­lerin akıl almaz işkence ve zulümlerine maruz kalan Hz. Peygam­ber[1185] ve ashabı, psikolojik, ekonomik ve sosyal baskıyla sindiril­mek istenmişlerdir.[1186] Hz. Peygamber ve beraberindekilere karşı son derece acımasız tutum ve davranışlarda bulunan müşrikler, on­ları inançlarından döndürebilmek için değişik baskı yöntemlerine başvurmuşlardır. "Hani kâfirler seni tutuklamak veya öldür­mek, ya da Mekke'den çıkarmak için tuzak kuruyorlardı..."[1187]; "Sonra şüphesiz ki Rabbin, eziyete uğratıldıktan (fütinû) sonra hicret eden, sonra Allah yolunda cihad edip sabreden kimsele­rin yanındadır."[1188]; "Onlar, güç yetirebilseler, sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler..."[1189] meâllerindeki âyetler bunun açık delilidir. İnananlara yapılan baskı ve işkence Mekke döneminin en belirgin özelliklerindendir. Baskı ve zulmün sonucunda ise müminler önce Habeşistan'a[1190], daha sonra da Medine'ye hicret etmişlerdir. Hatta bazı güçsüz müslümanlar hicretten sonra da bu baskı ve zulmün   altında kalmışlar[1191]

Medine'de münafıkların müminler aleyhindeki entrikaları[1192] ve yine ehl-i kitaptan bazılarının Hz. Peygamberi Allah'a kulluktan uzaklaştırıp kendi isteklerine boyun eğdirmeye kalkışmaları[1193] ge­nelde müminlerin beşerî fitneye maruz kaldıklarını gösteren ör­neklerdir. Bu örneklerde de görüldüğü üzere Kur'an'a göre genel olarak fitne çıkaranlar gayri müslimler, fitneye uğrayanlar ise mü­minlerdir. Nitekim, "Ey Rabbimiz! Bizi inkar edenlerin zulmüne uğratma (fitne). Bizi bağışla. Doğrusu sen mutlak güç sahibisin, hüküm ve hikmet sahibisin."[1194] mealindeki âyetinde Hz. İbrahim ve beraberindeki müminler böyle bir fitneye maruz kalmaktan ko­runmak amacıyla Allah'tan yardım istemektedirler.[1195]

 

E- Beşerî Fitnenin Sonuçları

 

Beşerî fitne kim tarafından çıkartılırsa çıkartılsın sonuçta az ya da çok o toplumda yaşayan herkesi etkileyecektir. Çünkü fitne ön­celikli olarak toplumsal barışı ortadan kaldırarak değişik gruplar arasında düşmanlıkların yaygınlaşmasına, huzur ve güvenin orta­dan kalkmasına neden olur. Bu durum iç karışıklık, kargaşa ve top­lum düzenin bozulmasının başlıca sebebidir. Bu da toplumun bü­tün bireylerini rahatsız eder. Beşerî fitnenin sonuçlarını fitneyi çı­karanlar ve fitneye maruz kalanlar olmak üzere iki kategoride ele alıp değerlendirebiliriz.[1196]

 

1- Beşerî Fitneyi Çıkaranlar Açısından

 

Fitne sayılan eylemleri gerçekleştirenler, dünyada çeşitli belâ ve musibetlerle karşılaşabilecekleri gibi âhirette de cehennem azâbıyla cezalandırılacaklardır. Kargaşa, saptırma, terör, baskı, zulüm ve işkence gibi yıkıcı nitelikler taşıyan fitne olgusuna sebep olan­lar, insanların güven ve huzurunu ortadan kaldırarak toplum haya­tını olumsuz yönde etkileyeceklerinden, içlerinde bulundukları halk kitlelerinin gönlünü alamayacaklardır. Bu işi yapanların ellerinde güç ve kuvvet bulunsa da bu geçici olacaktır. Zira fitneye maruz kalanlar, bir taraftan bunu çıkaranların fitnelerine karşı tavır geliş­tirmeye çalışırken diğer taraftan da bunlardan kurtulma yolları ara­yarak bir takım tedbirler alacaktır. Bu sebeple fitne çıkaranlar, ön­celikle dünya hayatında sağduyu sahibi kimselerin, özellikle de fit­neye maruz kalanların kin, nefret ve düşmanlıklarını kazanacaklar­dır. Nitekim, baskı, zulüm ve işkence yaparak Hz. Musa'ya imân edenleri inançlarından döndürmeye çalışan Firavun ve onun önde gelen adamları için Hz. Musa'nın şöyle beddua ettiği belirtilmekte­dir: "Ey Rabbimiz! Gerçekten sen Firavun'a ve onun ileri gelen­lerine dünya hayatında nice ziynet ve mallar verdin. Ey Rabbi­miz, yolundan saptırsınlar diye mi? Ey Rabbimiz, sen onların mallarını silip süpür ve kalplerine darlık ver, çünkü onlar elem dolu azabı görünceye kadar iman etmezler."[1197]

 Kendilerine gönderilen peygamberlerin bir kısmını yalanlayıp bir kısmını öldüren İsrâiloğullarının[1198] bu yaptıklarından dolayı baş­larına bir belâ ve musîbetin gelmeyeceğini zannetmelerinin[1199] doğru olmayacağı ifade edilerek bu fitnelerinden dolayı belâ ve musîbete duçar olacaklarına işaret edilmektedir. Daha önce de ifa­de ettiğimiz gibi İsrâiloğulları yaptıkları fitneler sebebiyle dünyada bir çok belâ ve musîbete uğramıştır.[1200] Bir de onların âhirette kar­şılaşacakları azap vardır ki onu da, "Allah'ın âyetlerini inkar edenler, peygamberleri haksız yere öldürenler, insanlardan adaleti emredenleri öldürenler var ya, onları elem dolu bir azap ile müjdele. Onlar, amelleri, dünyada da, âhirette de bo­şa gitmiş kimselerdir. Onların hiç yardımcıları da yoktur."[1201] mealindeki âyetler anlatmaktadır.

Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere bu tür fitneyi gerçekleştiren­ler genel olarak kâfirler, müşrikler, münafıklardır. Bunlar fitne sa­yılan eylemleri gerçekleştirmeleri sebebiyle Allah'ın yasaklarını ih­lal ettiklerinden, sonuçta Allah'ın azabına uğrayacaklardır. "Şüp­hesiz mümin erkek ve kadınlara işkence edip (fetenû), sonra da tövbe etmeyenlere; cehennem azabı ve yangın azabı vardır."[1202] âyeti, fitne çıkaranların Allah'ın azabına uğrayacaklarını bildirmektedirler. Yine müminler arasına tefrika sokmak, düşmanla iş­birliği yapmak, aldatmak, kargaşa çıkarmak, bozgunculuk yap­mak, entrika, tahrik vb. yanlış tutum ve davranışlarıyla[1203] fitne çı­karan[1204], yaşamlarını fitne olan işlerle geçiren münafıkların[1205] âhiret hayatında cehennem azâbıyla cezalandırılacakları şöylece ifade edilmektedir: "(Azap içerisindeki münafıklar müminlere şöyle seslenirler: 'Biz de (dünyada) sizinle beraber değil miy­dik?' (Müminler de) derler ki: "Evet, fakat siz kendinizi haktan sapmak suretiyle fitneye düştünüz, (fetentüm enfüseküm) Ba­şımıza musibetler gelmesini gözlediniz, şüphe ettiniz. Allah'ın emri gelinceye kadar kuruntular sizi aldattı. O çok aldatıcı (şeytan) Allah hakkında da sizi aldattı."[1206]

Netice olarak, birey ve toplum hayatında sevgi, barış, huzur ve güveni ortadan kaldırarak toplumda onulmaz yaralar açan fitne, onu çıkaran kimseleri hem dünyada ve hem de âhirette bir çok yönden sıkıntıya sokar.[1207]

 

2- Beşerî Fitneye Maruz Kalanlar Açısından

 

Tüm insanlık için son derece acı neticeler doğurabilecek bir ol­gu olan beşerî fitneden öncelikli olarak -en azından dünyevî bo­yutta - bu fitneye maruz kalanların zarar görecekleri muhakkaktır. Bu tür fiitnelerden korunma amacıyla Hz. İbrahim ve beraberinde­ki müminlerin, "Ey Rabbimiz! Bizi, inkar edenlerin baskı ve zul­müne maruz bırakma."[1208] şeklindeki duaları ile, Hz. Musa'ya iman eden müminlerin, "Rabbimiz! Bizi zalim topluluğun baskı ve zulmüne maruz bırakma."[1209] şeklindeki duaları da gerek fert ve gerekse toplum hayatında son derece olumsuz etkiler bırakan fitnenin bununla karşı karşıya kalanlar açısından ne kadar hazin sonuçlar doğurabileceğinin bir işareti kabul edilebilir. Müminlerin sürekli bu tür fitnelere maruz kalması, küfredenlerin “İman iyi ol­saydı bunlar mağlup edilmez esir olmazlardı." diyerek imanı kü­çümseyip küfre bağlılıklarını artırabilir. Nitekim bazı müfessirler da­ha önce de ifade ettiğimiz üzere az önce geçen âyetleri açıklarlar­ken bu hususa şöylece işaret etmektedirler: "Ey Rabbimiz, bizi o küfredenler için bir fitne kılma, yani onlara mağlup etme, ellerine düşürüp sıkıntı ve azaba sokma, ve el dil uzatmalarına meydan ver­me ki bizim meşakkatimiz yüzünden onlar imanı hakir görerek küfre bağlılıklarını artırmasın."[1210] Müminler bu açıdan da böyle fitne­lere maruz kalmak istememektedirler.

Baskı ve zulüm, saptırma ve ayartma, fesat ve entrika netice­sinde beşerî fitneye uğrayanlar, dünyevî yaşamlarında manevî çö­küntüye uğrayarak inançlarını kaybedecekleri gibi maddeten can­larını, evlatlarını, mallarını, işlerini, vatanlarını v.s her şeylerini kaybedebilir, çeşitli hastalıklara, korkulara v.b şeylere maruz kala­bilirler. Nitekim inançları sebebiyle müşriklerden gördükleri baskı yüzünden Mekke'de müminler evlerini yurtlarını vatanlarını terk ederek hicret etmek zorunda bırakılmışlardır. Ancak meseleye bir diğer açıdan bakıldığında özellikle inanç uğrunda karşılaşılan ezi­yetler, her zaman kötü sonuçlar doğuran bir durumu ifade etme­yebilir, kişinin inanma iradesini daha da güçlendirerek ahlâkî arın­masına, imanındaki kararlılığı ve erdemli yaşayışını kanıtlamasına imkan verebilir. Bu açıdan ferdin ve toplumun dînî ve ahlâkî geliş­mesine katkısı olan olumlu bir imtihan ve deneme yoludur.[1211] İman ettikten sonra kendisine yapılan baskılar sonucu fitneye dü­şüp küfre dönenleri âhirette büyük azap beklerken[1212], bu baskıla­ra sabreden kimseleri ise, cennette büyük mükafatlar beklemekte­dir. Müminlere işkence edip tövbe etmeyenler için cehennem aza­bının olacağını bildiren âyetten[1213] hemen sonra gelen "İman edip sâlih ameller işleyenlere gelince; onlara içlerinden ırmaklar akan, cennetler vardır, işte bu büyük başarıdır."[1214] mealindeki âyetin, müminlerin kâfirlerden görecekleri baskı ve işkencelere sabretmeleri gerektiğine[1215], sabrettikleri takdirde büyük mükafat­lar kazanacaklarına işaret ettiğini söyleyebiliriz. Yine "Hicret eden­ler, yurtlarından çıkarılanlar, yolumda eziyet görenler, savaşanlar ve öldürülenlerin de Andolsun günahlarını elbette örtece­ğim. Allah katından bir mükâfat olmak üzere onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Mükâfatın en güzeli Al­lah katındadır." mealindeki âyette de fitneye maruz kalanların en güzel mükâfatlarla karşılaşacağı belirtilmektedir.[1216]

 

F- Beşerî Fitne Karşısında Kuranın Tutumu

 

Kur'an, insanın hem dünya ve hem de âhiret hayatında mutlu olmasını hedef alan bir kitaptır. Buna yönelik olarak o, bir taraf­tan insanları tevhit,[1217] adalet,[1218] hürriyet[1219], kardeşlik[1220] ve hoş­görü[1221] gibi iyi ve güzel olan şeylere davet ederken, diğer taraftan baskı[1222], zulüm[1223], işkence[1224], anarşi[1225], terör[1226], haksızlık[1227], fesat[1228], tefrika[1229] gibi kötü ve çirkin şeylerden de nehy etmekte­dir.[1230] O, ideal bir hedef olarak müminlerden, insanların her han­gi bir baskı altında olmaksızın huzur ve güven içerisinde, özgürce Allah'a kulluk yapma imkanlarını oluşturmalarını, bunu engelleme­ye çalışanlara karşı gerekli mücadeleyi vermelerini, insanları sapık­lığa götüren ve manevi değerlere olan inançlarını kaybetmelerine yol açan her türlü müdahaleyi ortadan kaldırılmalarını onlardan istemektedir.[1231]

Kur'an'ın fitne karşısındaki tutumunu ele alırken öncelikli ola­rak Mekkî âyetlerle Medenî âyetler arasında farklılığı vurgulamak gerekir. Müslümanların henüz tam güçlü olmadıkları Mekke döne­minin ortalarında inen âyetlerde genel olarak müminleri İslam'dan vazgeçirmek için eziyet ve işkenceye başvurmak suretiyle fitneyi gerçekleştirenler kınanırken, böyle bir fitneye maruz kalanlardan ise sabır ve tahammül göstermeleri istenerek[1232], kâfirlerin olum­suz tavırlarıyla karşı karşıya kalan müminlerin sabırlarının ve İs­lam'a bağlılıklarının denendiği ifade edilmektedir.[1233] Mekke'de 27. sırada indirilen Burûc süresinde geçen, "Şüphesiz mümin erkek ve kadınlara işkence edip (fetenû), sonra da tövbe etmeyenle­re; cehennem azabı ve yangın azabı vardır."[1234] mealindeki âyet­te, müminlere işkence ederek fitne çıkaranların Allah'ın azabına uğrayacakları bildirilmekte, bu âyetten hemen sonra gelen "İman edip sâlih ameller işleyenlere gelince; onlara içinden ırmaklar akan, cennetler vardır. İşte bu büyük başarıdır."[1235] âyette ise müminler sabra teşvik edilmektedir. Ancak bu sûreden sonra yine Mekke'de inmiş olan Şûra sûresinde ise zulüm ve saldırıya uğra­yanların -affetme tercihleri bulunmakla ve tavsiye edilmekle bera­ber- kendilerini savunabilecekleri, yapılan saldırıya misliyle karşılık verebilecekleri, bundan dolayı da kınanmayacakları ifade edilerek fitneye maruz kalanlara kendilerini savunma izni verilmiş, zulme­denler ise kınanarak elem dolu bir azapla tehdit edilmişlerdir.[1236]

Medenî âyetler de ise, özellikle kâfirler tarafından müslümanların dinlerinden dönmelerine yönelik olarak yapılan saldırı, baskı ve işkence anlamındaki beşerî fitnenin taşıdığı tehlikenin büyüklü­ğü "Fitne (zulüm ve baskı) adam öldürmekten daHa büyük bir suçtur."[1237] "Fitne (zulüm ve baskı) adam öldürmekten daha ağır bir suçtur."[1238] şeklindeki açıklamalarla vurgulanarak insanla­rı Allah yolundan alıkoymanın, din ve ibadetlerini serbestçe yap­malarına engel olmanın ve bu sebeple vatanlarından çıkartmanın, öldürmekten çok daha ağır ve büyük suç olduğu belirtilmekte­dir.[1239] Sapma, saptırma, ayartma, hakkı batıl, batılı hak göstere­rek insanların zihinlerini karıştırma, müminlerin arasında tefrika çı­karma gibi beşerî fitne olarak değerlendirdiğimiz durumları ger­çekleştirenler de çeşitli âyetlerle kınanmışlardır.[1240] Meselâ bir âyet­te müminleri saptırmak için gayret sarf eden kâfirlerin topluca ce­henneme atılacakları belirtilirken yaptıkları harcamaların kendileri için ileride bir pişmanlık duygusu haline dönüşeceği de ifade edil­mektedir.[1241]

Yine Medine döneminde nazil olan "İnkâr edenler birbirleri­nin velileridir. Sizde bunu yapmazsanız, yeryüzünde kargaşa (fitne) ve büyük bir bozgun (fesat) çıkar."[1242] mealindeki âyette kâfir olanların birbirlerinin velileri olduğu belirtilerek, müminlerin aralarında dayanışma ve yardımlaşma olmadığı takdirde yeryüzün­de fitnenin çıkacağı ve büyük bir fesadın olacağı hatırlatılıp mü­minler bu hususta uyarılmaktadır. Buna göre fitne ve fesadın ön­lenmesi için, müminler arasında birlik ve beraberliğin canlı tutul­ması[1243], bunu zedeleyecek tutum ve davranışlardan kaçınılması gerekmektedir. Ayrıca "Nasıl olur da Allah yolunda savaşmayı ve 'Ey Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu topraklardan kurtarıp özgürlüğe kavuştur) ve rahmetinle bizim için bir koruyu­cu ve destek olacak bir yardıma gönder!' diye yalvaran çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar için savaşmayı reddedersi­niz."[1244], "(Hicret edemeyip Mekke'de kalan müminler) eğer din konusunda sizden yardım isterlerse onlara yardım etmek sizin üzerinize borçtur..."[1245] âyetlerinde de vurgulandığı gibi mü­minlerden fitneye maruz kalan diğer din kardeşlerine yardımcı ol­malarının gerekliliği hatırlatılmıştır.[1246] Aynı şekilde Allah ve resu­lünün çağrısına uyulmasını emreden "Ey iman edenler! Size ha­yat verecek şeylere çağırdığı zaman Allah'ın ve Resulünün çağ­rısına uyun."[1247] mealindeki âyeti müteakip gelen "Sadece içiniz­den zulmedenlere erişmekle kalmayacak olan bir fitne (belâ) den sakının ve bilin ki Allah azabı çetin olandır."[1248] âyet de fitnenin önlenmesine yöneliktir. Yine bir başka âyette[1249] de, Hz. Peygamber'in çağrısına uyulmadığı takdirde başlarına fitne (belâ ve musibetler) in geleceği uyarısı yapılarak müminlerin dikkatleri çekilmektedir. Aynı şekilde bir kısım âyetlerde[1250] fitne çıkaranla­rın dünyada çeşitli belâ ve musibetlerle, âhirette ise cehennem azabıyla karşılaşacakları ifade edilerek ve bazı örnekler de verilerek müminler uyarılmaktadır.

Müslümanların güçlendikleri Medine döneminde inen âyetler­de, müminleri Allah yolundan alıkoyan ve onlara saldıran düşman­larına karşı savaşmalarına izin veren âyetler nazil olmuştur.[1251] Bu âyetlerde, müslümanlara inançları sebebiyle kâfirler tarafından ya­pılan baskı, zulüm ve işkence anlamındaki beşerî fitnenin taşıdığı tehlikenin büyüklüğü vurgulanırken onu önlemeye yönelik olarak müslümanlara ideal bir hedef te gösterilmektedir. Buna göre onlar, dinlerinden döndürmek amacıyla zulmedip işkence eden, bu mak­satla çeşitli baskılar uygulayan kâfirlere karşı kendilerini savunur ve onlara karşı savaşırlar. Bu durum, "Sizinle savaşanlara karşı Al­lah yolunda siz de savaşın."[1252] "(dinden döndürmek için yapı­lan) baskı, zulüm (fitne) kalmayıncaya ve din Allah'ın olunca­ya kadar onlarla savaşın"[1253], ''Kendilerine savaş açılan Müslü­manlara, zulme uğramaları sebebiyle cihad için izin verildi. Şüphe yok ki Allah'ın onlara yardım etmeğe gücü yeter."[1254] "(Dinden döndürmek için yapılan) baskı, zulüm (fitne) kalma­yıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla sava­şın"[1255] mealindeki âyetlerde açıkça yer almaktadır. Bu âyetlerde savaşın   meşru sayılmasının sebebinin, kâfirlerin müminlere saldırı ve zulümleri olduğu açıkça ifade edilmiş olup, İslam'ı kabul eden ve onu serbestçe yaşayarak tebliğ etmek isteyen müminlerin önün­deki en büyük engel olan fitnenin kaldırılmasının gerekliliği vurgu­lanmıştır. Fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar kâfirlerle savaşmanın emredildiği âyetlerde belirtilen nihai hedef, fitnenin ortadan kaldırılması ve dinin tamamen Allah'a ait olmasıdır. Esed (Ö.1992), Bakara, 193. ve Enfâl, 39. âyetlerde ge­çen fitnenin kalmayışını ve din terimini açıklarken şunları söyle­mektedir: "Fitnenin kalmayışı, hiçbir cezalandırılma korkusu duy­madan Allah'a özgürce ibadet edilmesinin sağlanması ve hiç kim­senin başka bir insana korkuyla boyun eğmek zorunda kalmama­sıdır. 'Din' teriminin bu bağlamda 'kulluk' olarak karşılanması da­ha uygundur. Çünkü bu karşılık, burada dinin hem akidevî, hem de ahlakî yönlerini, yani insanın hem inancını, hem de bu inançtan doğan yükümlülükleri kapsamaktadır.'[1256]

Sonuç olarak genellikle Mekkî âyetlerde fitne çıkaranlar kına­nıp, ilahî bir cezaya duçar olacakları belirtilirken, fitneye maruz kalanların sabır ve tahammül göstermeleri tavsiye edilmekte, ahirette de çeşitli mükafatlara nail olacağı haber verilmektedir. Medi­ne dönemindeki âyetlerde ise sorun bireysel bir sıkıntı olmaktan çok toplumsal bir sorun olarak ele alınmış müminlere bunu önle­meye yönelik çözümler sunulmuştur. Fitnenin önlenmesi ile ilgili âyetlerde genellikle toplumsal kitleyi dikkate alan bir hitap tarzının seçilmesi, böyle bir problemi ancak toplumun tam olarak çözebi­leceğini çağrıştırmaktadır. Buna göre toplumda, toplumsal barışın en önemli unsurları olan hak, adalet, hürriyet, sevgi, barış, hoşgö­rü, dayanışma gibi evrensel ahlaki değerlerin yerleşmesi[1257], buna karşın gerek birey ve gerekse toplum hayatında son derece olum­suz etkiler bırakan ve toplumsal barışı tehdit eden haksızlık, zulüm, baskı, işkence, ayırımcılık, anarşi, terör gibi unsurların tamamen ortadan kaldırılması gerekmektedir.[1258] Bunun için de öncelikli olarak toplumun îmâni ve ahlâkî öğretiler doğrultusunda eğitilmesi, fitne tehlikesine karşı caydırıcı bir güce sahip olması, imkanları oranında onunla mücadele etmesi ve yerine göre de güç kullanma­sı gerekmektedir.[1259]

 

3- Şeytanî Fitne

 

Araştırmamızın bu kısmında şeytânı fitne başlığı altında Kur'an'ın şeytana isnat ettiği, diğer bir ifade ile tamamen şeytan­dan kaynaklanan fitneden söz edeceğiz. Şeytanın mahiyeti konu­sunda İslam bilginleri arasında farklı görüşler bulunmakla bera­ber, nasların zahirinden anlaşılan ve yaygın olan görüş, onun ha­riçte mevcut, gerçek bir varlık oluşudur.[1260] Melekler gibi gözle görülmeyen bir varlık olan şeytan[1261], cinlerden olup[1262], şerrin, fesadın, dalâletin, kötülüğün, azgınlığın temsilcisidir.[1263] Kur'an'da ilk şeytandan İblis diye söz edilmektedir.[1264] İblis, Hz. Âdem'e secde etmesini emreden Rabbinin buyruğuna karşı çıkarak[1265] onun lanetine uğramış[1266] ve huzurundan kovulmuştur.[1267] O isyankarlığıyla sınavı kaybedince, insanları Allah yolundan saptır­ma[1268], onları itaat ve ibadetten uzaklaştırma[1269] görevine talip olmuştur.[1270] Bunun neticesinde ona kıyamete kadar mühlet verile­rek insanları sapıklığa ve kötü işler yapmaya sevk etme imkanı ve­rilmiştir.[1271] O günden itibaren insanları vesvese vermek suretiyle kötü işler yaptırmaya yönlendiren İblis ve zürriyetinden gelen şeytanlar, onları saptırmak için büyük gayretler sarf etmektedir.[1272] İb­lis ile aynı rolü üstlenerek şeytanlık vasfını kazanan insan şeytan­ları[1273] da aynı gayret içerisindeki yerlerini almıştır.[1274] Şeytanın in­san için apaçık bir düşman olduğu kendilerine bildirilmesine[1275] rağmen yine de o, bu gayretinin neticesinde pek çok insanın sap­masına neden olmuştur.[1276]

İnsanlardan kaynaklanan fitnede hiç kuşkusuz en önemli fak­tör, şeytanın sinsî telkinleridir. Dolayısıyla her beşerî fitnenin altın­da işi gücü insana vesvese vermek[1277], ayartmak[1278], saptırmak[1279] olan şeytan unsurunu aramak mümkündür. O, bu yönüyle aynı za­manda beşerî fitnenin de baş aktörleri arasındadır.[1280] Çalışmamı­zın baş tarafında fitnenin anlamlarını verirken de belirttiğimiz gibi ayartmak ve aldatmak suretiyle insanları fitneye düşürmesinden dolayı şeytana, "fitneye düşüren" anlamında el-fâtin ve el-fettan[1281] (çoğulu: fûttan) denilmiştir.[1282] Eûzü mine'l-fettân (: şey­tandan Allah'a sığınırım) vestağvethürnü'l-füttân (: şeytanlar onları ayarttı) cümlelerinde geçen el-fettan ve fûttan bu anlamda kullanılmıştır.[1283] Yine bu anlamla ilgili olarak Araplar kalbe gelen vesveseye de fitnetü's-sadr demektedirler.[1284] Bu kısa açıklamalar­dan sonra şeytânı fitnenin mahiyeti üzerinde durabiliriz.[1285]

 

A- Mahiyeti

 

Daha önce fitnenin, Kur'an'da nispet edildiği varlığa göre farklı anlamlar kazandığını söylemiş, bu arada şeytana nispet edil­diğinde ise, onun insana iğvâ vermesi, ayartması ve baştan çıkarması gibi çeşitli hileleri anlattığını ifade etmiştik. Şeytan, duyu or­ganlarıyla algılanamayan bir varlık olduğundan[1286] onun, insan gi­bi somut bir kötülük yapması söz konusu değildir. Her ne kadar şerrin sembolü haline gelip, her kötülüğün altında bir şeytan fak­törü aransa da şeytanî fitnenin gerçekleşmesinde asıl unsur yine de insanın bizzat kendisidir. İnsanları Allah yolundan uzaklaştırmak ve saptırmak maksadıyla şeytan tarafından yapılan bütün gayret ve telkinleri ifade eden şeytanî fitne ancak insanın onu onaylaması ile gerçekleşebilir.[1287] İnsan, din ve dünya işlerinde tamamen özgür bir iradeye sahip olduğundan, şeytanın doğrudan onun üzerinde bir hakimiyet kurması söz konusu değildir.[1288] İnsan kendi özgür tercihi ile şeytanın telkinlerini yerine getirmektedir. Buradan şey­tanın fitnesinin, insan hayatında yer almasının yine insanın kendi elinde olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Diğer bir ifade ile şeyta­nın fitnesini pratiğe yansıtan bizzat insanın kendisidir.

Şeytanın insanı fitneye düşürmeye çalışması, ona kötülükleri, küfür ve günahları süsleyerek güzel göstermesi[1289], vesvese verme­si[1290], gizlice fısıldaması[1291],  şeklinde cereyan etmektedir. "Şeytan dedi ki: '(Öyle ise) beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki, ben de onları saptırmak için senin dosdoğru yolun üzerinde el­bette oturacağım. Sonra (pusu kurup) onlara önlerinden arka­larından sağlarından ve sollarından sokulacağım..."[1292], "İblis: 'Rabbim! Beni azdırmana karşılık, andolsun ki yeryüzünde kö­tülükleri onlara güzel göstereceğim, içlerinde ihlasa erdirilmiş kulların hariç, onların hepsini azdıracağım.' dedi."[1293], "Şeytan dedi ki: 'kullarının arasından belli bir pay alacağım onlara yol­larını şaşırtacağım onlara kuruntu vereceğim!..."[1294], "(Allah, şeytana) insanlardan gücünün yettiğini sesinle yerinden oynat, yayalarınla ve atlılarınla onlara haykır, onların mallarına ve ço­cuklarına ortak ol. Onlara vaadlerde bulun.' dedi."[1295] mealin­deki âyetler şeytanın fitneye düşürme yöntemlerini anlatmaktadır. Bu âyetlerde de görüldüğü üzere şeytan insanı aldatarak, ayartarak, şaşırtarak, saptırarak ve kendi yoluna davet ederek fitneye düşürmektedir. Câbir'in rivayet ettiği şu hadiste de şeytanlardan İblise en yakın olanının en büyük fitne çıkaranı olduğu şöyle ifade edilmektedir: Hz. Peygamber (a.s) şöyle buyurdu:

     "Gerçekten İb­lis tahtını suyun üzerine koyar. Sonra çetelerini gönderir. Bun­ların ona derece itibariyle en yakın olanı, en büyük fitne çıka­ranıdır. [1296] Bunlardan biri gelerek: Şöyle şöyle yaptım, der. O da: Hiç bir şey yapmamışsın, der. Sonra biri gelerek onu karı­sıyla birbirinden ayırtmadan bırakmadım, der. Bunu kendisine yaklaştırır ve: Sen ne iyisin der."[1297] Görüldüğü üzere bu hadiste şeytanın bazı fitnelerinden söz edilmektedir. Şeytanın sinsi telkinlerini gerçekleştirenler, onun hile ve tuzağıyla hak yoldan uzaklaşanlar fitneye düşmüş olurlar.[1298] Kur'an'da sadece "Ey ademoğulları! Avret yerlerini kendilerine açmak için, elbiselerini so­yarak ana babanızı cennetten çıkardığı gibi, şeytan sizi de sap­tırmasın. (Lâ yeftinenneküm). Çünkü o ve kabilesi, onları gö­remeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz biz şeytanları, iman etmeyenlerin dostları kılmışızdır." mealindeki A'râf sûresi 27. âyette "şeytan sizi de saptırmasın"[1299] anlamındaki Lâ yeftinennekümü'ş-şeytân ifadesiyle fitne şeytana nispet edilmekte­dir.[1300] Bu âyetten önce geçen 20-22. âyetlerde şeytanın Hz. Hav­va ile Adem'i vesvese vererek aldattığı[1301] şöyle anlatılmaktadır: "Derken şeytan, kendilerinden gizlenmiş olan avret yerlerini onlara açmak için kendilerine vesvese verdi. Ve dedi ki: Rabbiniz size bu ağacı ancak, melek olmayasınız, ya da (cennette) ebedi kalacaklardan olmayasınız diye yasakladı. "Şüphesiz ben size öğüt verenlerdenim" diye de onlara yemin etti. Bu suret­le onları kandırarak yasağa sürükledi. Ağaçtan tattıklarında kendilerine avret yerleri göründü. Derhal üzerlerini cennet yapraklarıyla örtmeye başladılar..." Sözünü ettiğimiz A'râf, 27. âyette şeytanın Hz. Havva ile Hz. Adem'i vesvese verip kandıra­rak fitneye düşürüp cennetten çıkarttığı ifade edilerek insanlar uyarılmakta, ve kendilerinden onun fitnesine karşı dikkatli davran­maları ve tuzağına düşmemeleri istenmektedir.[1302]

 

B- Nedeni                                                             

 

İnsanları saptırma görevine talip olan[1303] ve kendisine bu imkan verilen[1304] İblis, üstlendiği bu görevi yapmak için büyük gayret sarf etmektedir.[1305] Azgınlıkta çok ileri giden[1306] ve tamamen bu­nunla özdeş hale gelen kötülük sembolü İblis ve zürriyetinden olan şeytanlar ile insan şeytanları, bu niteliklerinin bir gereği olarak apaçık düşman oldukları[1307] insanları Allah'a kulluktan uzaklaştır­maya çalışmaktadırlar.[1308] Bu husus şeytanın insanı hak yoldan alıkoymasının temel sebebidir. Şeytanın insanı saptırmaya çalışması­nın bir diğer nedeni ise dünya hayatının insanoğlu için bir sınav yurdu olmasıdır. Bu husus "Allah, şeytanın verdiği bu vesveseyi, kalplerinde hastalık bulunanlar ile kalpleri katı olanlara bir imtihan vesilesi kılmak için böyle yapar."[1309] "Şeytan onlar hak­kındaki zannını doğru çıkardı, inananlardan bir grup dışında hepsi ona uydular. Oysa şeytanın onlar üzerinde hiçbir hakimi­yeti yoktu. Ancak âhirette inananları, onun hakkında şüphe içerisinde bulunanlardan ayırt edelim diye (ona bu fırsatı ver­dik). Senin Rabbin her şey üzerinde hakiki bir koruyucu­dur. "[1310] mealindeki âyetlerden anlaşılmaktadır. Bu âyetlerde şey­tanın verdiği vesvesenin bir sınav vesilesi olduğu belirtilerek, buna, iman edenler ile etmeyenlerin belirlenmesine imkan vermesi sebe­biyle izin verildiği ifade edilmektedir. Bu sınavın neticesinde de şeytanı dost edinerek onun yaldızlı fısıltılarını dinleyip yerine geti­renler, Allah'a isyan etmiş olduklarından sınavı kaybederler, şeyta­nı dost edinmeyip Allah'a kulluk edenler de sınavı  kazanırlar.[1311]

 

C- Sonuçları

 

Daha önce de ifade ettiğimiz üzere şeytanın asıl hedefi insanı doğru yoldan ayırmak, ona her türlü şerri yaptırmaktır. O bu açı­dan şerrin sembolü kabul edilmiştir. Her kötülüğün altında bir şey­tan faktörü aransa da, şeytanî fitnenin gerçekleşmesinde asıl unsur yine insanın bizzat kendisidir. Şeytan fitnesini insanlarla ger­çekleştirdiğinden sonucu da yine insana yöneliktir. Bu sebeple şey­tanın fitnesinin beşerî fitnenin sonuçlarında önemli bir payı bulun­duğunu söyleyebiliriz. Yukarıda beşerî fitnenin sonuçlarını ele al­dığımızdan dolayı burada ayrıca tekrarı gereksiz görüyoruz.[1312]

 

D- Şeytanî Fitne Karşısında Kuranın Tutumu

 

Şeytan insana yönelik olarak her türlü kötülük yolunu deneyen bir şer faktörüdür. Bu nedenle Kur'an insanları aldatıp yoldan çı­karmaya çalışan şeytanı, insanın apaçık düşmanı olarak tanıtmak­ta, düşmanlığına ve aldatıcılığına karşı da onu sıkça uyarmaktadır. Yine Kur'an, şeytanın insanı aldatma yöntemlerini kendisine bil­dirmekte, ondan bu konuda dikkatli davranarak şeytanın tuzağına düşmemesini istemektedir. "Şüphesiz şeytan sizin için bir düşmandır. Öyle ise siz de onu düşman tanıyın.."[1313]; "Şeytanın izinden yürümeyin. ... O, size ancak kötülüğü, hayasızlığı ve Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder." [1314]; "Sakın çok aldatıcı (şeytan) Allah hakkında sizi aldatmasın."[1315]. "...Şeytan kimin arkadaşı olursa, o arkadaşların en kö­tüsüne düşmüştür."[1316]; "...Şeytan sizi de saptırmasın."[1317]; "Şeytan sizi kendi dostlarından korkutmak istiyor. Onlardan korkmayın, eğer müminlerdenseniz, benden korkun."[1318]; "Şeytan, içki ve kumarla, aranıza düşmanlık ve kin sokmak; si­zi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister..."[1319] âyetle­ri bu hususu açıkça ifade etmektedir. Bu âyetlerde şeytanın, bir ta­kım kötü amaçları dile getirilerek insanlar uyarılmakta, onun düş­man kabul edilerek, korkulmaması, adımlarının izlenmemesi ve telkinlerine uyulmaması gereken biri olduğu bildirilmektedir. Yine bir kısım âyetlerde[1320] şeytanın, ancak kendini dost edinenler üze­rinde hakimiyet kurabileceği, gerçek müminler üzerinde ise böyle bir şeyin söz konusu olamayacağı anlatılarak insanın onun yaldızlı sözlerine uymaması istenmektedir.

Kur'an ayrıca şeytanın vesvese ve hileleri karşısında da Allah'a sığınmayı emretmektedir. Bu husus şu âyetlerde açıkça ifade edil­mektedir: "Ne zaman şeytandan kötü bir düşünce seni dürtüklerse, hemen Allah'a sığın; çünkü O, işitendir, bilendir. Allah'a karşı sorumluluk bilincine sahip olan kimseler, kendilerine şeytandan bir vesvese geldiğinde iyice düşünür, (gerçeği) görür­ler."[1321]; 'Ve deki: Rabbim! Şeytanların kışkırtmasından sana sı­ğınırım...[1322], "Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığın![1323]

 

Sonuç

 

Mesajlarını büyük oranda kullandığı anahtar kavramlar aracılı­ğı ile anlatan Kur'an'ın anlam örgüsü içinde önemli bir yere sahip olan fitne kavramına ilişkin yaptığımız araştırmada ulaştığımız so­nuçları aşağıda özetlemiş bulunuyoruz.

İslam tarihi boyunca olumsuz pek çok durumu ifade için kulla­nılan bu kavram zaman zaman spekülatif değerlendirmelerin de aracı haline gelmiştir. Bu duruma yol açan en önemli etken fitne­nin sözlüklerde yer alan ama çoğu zaman birbirinden farklı olan anlamlarıdır. Arapça'da fitnenin kökü olan ftn'nin esas anlamı, 'yakmak, bîr şeyi ateşle yakmak'tır. Ftn kökü, özellikle altın, gü­müş gibi madenlerin hâlisini sahtesinden ayırmak için ateşte eritil­mesini ifade etmektedir. Ftn kök ve türevleri, bu anlamdan ha­reketle mecazen insanı sınama ve özellikle de zor şeylerle deneme anlamında kullanılmıştır. Daha sonraları insanın deneme ve sına­ma türünden maruz kaldığı şeyleri ifade de kullanılan fitne, za­manla 'sıkıntı, belâ, musibet, baskı, işkence, azap, sapıklık, yoldan sapma, saptırma, ayartma, bir şeyden çok hoşlanma, tutkun olma, insanlar arasında kargaşa çıkarma, aklın gitmesi' gibi anlamlarda kullanılmıştır. Bazı sözlüklerde fitnenin anlamları arasında sayılan 'küfür, günah, rezalet, mal, evlat' gibi anlamlar fitnenin temel söz­lük anlamları arasında bulunmamaktadır. Sözü edilen anlamlar, sonraki dönem dilcilerin Kur'an ve hadislerde yer alan bazı ifade, ve bazı yorumlardan hareketle eserlerinde yer verdikleri anlamlar­dır.

Dilimizde fitnenin ön plana çıkan anlamı; kargaşa ve karışık­lıktır. Bu durum Arapça asıllı olan bu kelimenin dilimize geçerken anlam daralmasına uğradığını göstermektedir.

Toplam olarak elli sekiz âyette altmış defa tekrar eden fitne ve türevlerinin Kur'an'da geniş bir kullanım alanı bulunmaktadır. Ke­lime Kur'an'da 'imtihan, sınama, baskı, zulüm, işkence, sapma, saptırma, ayartma, fesat, kargaşa, karışıklık çıkarma, belâ ve mu­sibet, azap ve delilik' anlamlarında kullanılmaktadır. Bu anlamların yanında bazı müfessirler söz konusu kelimeye ilgili âyetlerin bağla­mını dikkate alarak 'küfür, şirk, nifak ve günah' gibi anlamlar da vermişlerdir. Ancak bunlar kelimenin temel sözlük anlamlarından değildir. Kur'an'daki kullanımlarının hiç birinde, fitnenin sözlük anlamları arasında da bulunmayan ve onun daha sonra kazanaca­ğı 'dînî ve siyâsî sebeplerle ortaya çıkan sosyal kargaşa, anarşi, iç savaş" şeklinde bir anlam bulunmamaktadır. Fitne ve türevlerinin yer aldığı herhangi bir âyete önde gelen müfessirler de böyle bir açıklama getirmemişlerdir.

Çeşitli türevleriyle birlikte Kur'an'da çokça tekrarlanan fitne kavramının en bariz özelliği ise kullanıldığı bağlama göre anlam kazanmasıdır. Buna göre fitne Allah'a nispet edildiği zaman Cenab-ı Hakk'ın kullarını sınaması, farklı yollarla kullarının niyet ve tutumunu ortaya çıkarması anlamını ifade etmektedir. Bu nedenle fitne Allah’a nispet edildiğinde olumsuz bir anlam ifade etmez. Fitne ve türevleri Kur'an'da daha çok insanın Allah tarafından sı­nanmasını ifade eden 'imtihan' anlamında kullanılmıştır. Fitne be­şerden kaynaklandığı zaman, baskı, zulüm, sapma, saptırma, ayartma, fesat, kaos gibi insan davranışlarına bağlı olarak ortaya çıkan sözlü ve fiilî kötülükleri, şeytandan kaynaklandığında ise, şeytanın insana iğvâ vermesi, ayartması ve baştan çıkarması gibi onun çeşitli hilelerini ifade eder. Fitne ve türevleri bu iki varlığa da nispet edildiğinde olumlu bir anlam ifade etmez.

Kâfirlerin müminleri dinlerinden uzaklaştırmak için giriştikleri faaliyetler, Kur'an'da genel olarak fitne ve türevleriyle ifade edil­mektedir. Kur'an'da fitne, dinlerinden döndürmek için müminlere zulüm ve işkence yapmak, inanç özgürlüğünü ortadan kaldırmak için onları baskı altında tutmak gibi anlamlarda da sıkça yer almaktadır. Bunun tabii uzantısı olarak inanç uğruna maruz kalınan ağır işkencelerin ve çekilen sıkıntıların da bu kavramla ifade edildiği gö­rülmektedir. Kelimenin Kur'an'da kazandığı anlamlar içerisinde  belirtilen bu anlamların önemli bir yeri bulunmaktadır. Yine fitne­nin Kur'an'da önemli ölçüde yer alan diğer anlamları ise, kâfirle­rin başta Hz. Peygamber olmak üzere müminleri çeşitli yollarla Al­lah'a kulluktan saptırma girişimleri ve müminlerin birlik ve bera­berliğini bozmaya yönelik yıkıcı faaliyetlerdir.

Kur'an'da fitne kavramına somut örnekler de verilmektedir. Firavun'un, iman etmelerinden dolayı Mûsâ (a.s)'nin kavmine işkence etmesi, Yahudilerin, Hz. Peygamber'i Allah'a kulluktan uzaklaştırıp kendi isteklerine boyun eğdirmeye kalkışmaları, müş­riklerin müslümanları dinlerinden vazgeçirmek için giriştikleri yıkı­cı faaliyetler, münafıkların özellikle savaşlarda müminlerin aleyhine yönelik bir takım faaliyetleri Kur'an'da fitneye verilen somut ör­nekler arasındadır.

Kur'an fitneyi tam anlamıyla tanımlamayıp muhataplarının dikkatini bu olgunun arkasından gelebilecek olumsuzluklara çek­mekte, fitne kavramının içerisinde yer alan unsurları ve bu unsur­ların ne şekilde fitneye yol açacağını izah etmeyip söz konusu ke­limenin kapsamını genişletmekte, muhataplarını da fitneye kar­şı sürekli uyarmakta ve onun olumsuz sonuçlarına karşı bir takım tedbirlere başvurmasını öğütlemektedir.

Çok farklı anlamları muhtevi olan fitne kavramının vahiy süre­cinde önemli sayılabilecek bir gelişim seyri takip ettiği görülmekte­dir. Buna göre Mekkî âyetlerde geçen fitne daha çok bireysel iken, Medenî âyetlerde yer alan fitne ve türevleri genellikle toplumsal olaylarla ilgilidir. Aynı zamanda Medenî âyetlerde fitnenin sebep ve sonuçlarına da dikkat çekilmektedir.

Sonuç olarak genellikle Mekkî âyetlerde fitne çıkaranlar kına­nıp, ilahî bir cezaya duçar olacakları belirtilirken, fitneye maruz kalanların sabır ve tahammül göstermeleri tavsiye edilmekte, âhirette de çeşitli mükafatlara nail olacakları haber verilmektedir. Me­dine dönemindeki âyetlerde ise sorun bireysel bir sıkıntı olmaktan çok toplumsal bir sorun olarak ele alınmış müminlere bunu önle­meye yönelik çözümler sunulmuştur. Fitnenin önlenmesi ile ilgili âyetlerde genellikle toplumsal kitleyi dikkate alan bir hitap tarzının seçilmesi, böyle bir problemi ancak toplumun tam olarak çözebi­leceğini çağrıştırmaktadır. Buna göre toplumda, toplumsal barışın en önemli unsurları olan hak, adalet, hürriyet, sevgi, barış, hoşgö­rü, dayanışma gibi evrensel ahlâkî değerlerin yerleşmesi, buna kar­şın gerek birey ve gerekse toplum hayatında son derece olumsuz etkiler bırakan ve toplumsal barışı tehdit eden haksızlık, zulüm, baskı, işkence, ayırımcılık, anarşi, terör gibi unsurların tamamen ortadan kaldırılması gerekmektedir. Bunun için de öncelikli olarak toplumun îmânî ve ahlâkî öğretiler doğrultusunda eğitilmesi, fitne tehlikesine karşı caydırıcı bir güce sahip olması, imkanları oranın­da onunla mücadele etmesi ve yerine göre de güç kullanması ge­rekmektedir.

Bu incelemenin nihaî sonucu şudur ki, Kur'an mesajının doğ­ru anlaşılmasında Kur'an'ın anahtar kavramlarının büyük önemi bulunmaktadır. Dolayısıyla Kur'an'da kullanılan her bir kelimeyi sadece sözlük yardımıyla ya da kelimenin sonradan kazandığı yö­resel ve geleneksel anlamlarla anlamak hiç bir zaman yeterli olma­yacaktır. Bu sebeple söz konusu kelime ve kavramların öcelikle Kur'an'ın indiği dönemdeki anlamlarının doğru tespit edilmesi, geçtiği âyetlerin Kur'an bütünlüğü içerisinde okunması, yer aldığı bağlamla irtibatlandınlması ve bu bağlam doğrultusunda anlamlan­dırılması gerekmektedir.[1324]

 

Bibliyografya

 

1- Afîf,Abdurrahmân, Mu'cemü'ş-Şu'arâ, Beyrut 1996.

2- Afzalur,Rahman, Sıret Ansiklopedisi, İstanbul 1996.

3- Ahmed,Rızâ, Mu'cemü Metni'1-Lüğa, Beyrut 1960.

4- Aksan, Doğan, Her Yönüyle Dil, Ana Çizgileriyle Dilbilim, An­kara 1990.

5- Akyüz, Vecdi, Kur'an'da Siyasi Kavramlar, İstanbul 1998.

6- Albayrak, Halis, Kur'an'da İnsan Gayb İlişkisi, İstanbul 1996.

7- Akyüz, Vecdi, Tefsir Usûlü ve Tarihi, İstanbul 1998.

8- Altuntaş, Halil-Şahin, Muzaffer, Kur'an-I Kerim Meali, Ankara 2001.

9- Âlûsî, Ebü'1-Fazl Şihâbüddin Mahmud, Rûhu'l-Meânî fî tefsîri'l-Kur'âni'l-A'zîm ve's-seb'i'l-mes'ânî, Beyrut 1985 (Rûhu'l-Me­ânî).

10- Arslan, Hulusi, "Doğal Felaket Ve Istıraplar Konusunda Kelamcıların Görüşleri" Marife, Yıl: 2, sayı: 2, Güz 2002, s. 19-34.

11- Âsim Efendi, Kâmûs, yy., 1305h.

12- Askerî, Ebû Hilâl, el-Furûku'l-Lugaviyye, Kumm 1353h.

13- Ateş, Süleyman, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, İstanbul Ty.

14- Ateş, Süleyman, Kur'an Ansiklopedisi, İstanbul Ty.

15- Aydın, Hüseyin, İlim, Felsefe Ve Din Açısından Yaratılış Ve Gayelilik, Ankara 1999

16- Beğavî, Ebû Muhammed Hüseyin b. Mesud, Me'âlimü'menzil (Tefsîrü'l-Beğavî), Mısır 1955 (Tefsîrü'l-Hâzin’in Kenarında).

17- Behiy, Muhammed, İnanç Ve Amelde Kur'ânî Kavramlar (trc.Ali Turgut), İstanbul 1988.

18- Beyzâvî, Nasırüddin Ebû Saîd Abdullah b. Ömer, Envârü't-Tenzil Ve Esrârü't-Te'vîl, İstanbul 1984. (Mecma'u't-Tefâsîr İçerisinde) (Envârü't-Tenzîl)

19- Bilmen, Ömer Nasûhi, Kur'an-ı Kerîm'in Türkçe Meali Âlisi Ve Tefsiri, İstanbul 1964.

20- Buhârî, Muhammed b. İsmail, Sahıhu'l-Buhârî, İstanbul 1981.

21- Cassâs, Ebû Bekir Ahmed, Ahkâmü'l-Kur'ân (Thk. Muhammed Sâdık Kamhavî), Kahire ty. 22- Cevheri, İsmail b. Hammâd, es-Sıhâh (Thk.Ahmed Abdulğaffar Attâr), Beyrut 1984.

23- Cürcani, Ali b. Muhammed, Kitâbü't-Ta'rifât, ty. yy.

24- Çağrıcı, Mustafa, "Fitne" Dia, İstanbul 1996.

25- Çantay, Hasan Basri, Kur'ân-ı Hakîm Ve Meali Kerîm, İstanbul 1981.

26- Çelebi, İlyas, İtikâdî Açıdan Uzak Ve Yakın Gelecekle İlgili Haber­ler, İstanbul 1996.

27- Çelebi, İlyas, "Fiten Ve Melâhim", Dia, İstanbul 1996.

28- Çelik, Ali, Hz. Peygamberin Hadislerinde Fitne (Sebepleri, Özel­likleri, Çareleri) İzmir 1996.

29- Dâmegânî, Hüseyin b. Muhammed, Kâmûsu'l-Kur'ân (Islâhu'l-vücûh ve'n-nezâir fi'l-Kur'âni'l-kerîm), (thk. Abdülazîz Seyyid El-Ehl), Beyrut 1985 (Kâmûsu'l-Kur'ân).

30- Derveze, Muhammed İzzet, et-Tefsîrü'l-hadîs, Mısır 1963.

31- Devellioglu, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Sözlük, Ankara 1978.

32- Doğan, D. Mehmet, Büyük Türkçe Sözlük, Ankara 1986.

33- Duman, Zeki, Beş Sûrenin Tefsiri, Kayseri 1999.

34- Ebû Dâvud, Süleyman b. el-Eşaş es-Sicistânî, Sünenü Ebî Dâvûd, yy., ty.

35- Ebû Hayyân, Muhammed b. Yusuf el-Endelûsî, el-Bahru'l-Muhît, Beyrut 1992.

36- Ebû 'Ubeyde, Ma'mer b. el-Müsennâ, Mecazi'l-Kur'ân (thk. Mu­hammed Fuad Sezgin), yy., 1970.

37- Ebu's-Suûd, Muhammed b. Muhammed, İrşâdü'l-Akli’s-selîm ilâ mezâye'l-Kur'âni'l-kerîm, Beyrut ty. (İrşâdü'l-Akli’s-selîm)

38- Ebü'l-Bekâ, Eyyûb b. Mûsâ el-Hüseynî el-Kefevî, el-Külliyyât (Mu'cem Fi'l-Mustalahât ve'l-Furûki'l-Lugaviyye) Beyrut 1992. (El-Külliyât)

39- Ergin, Ali Şâkir, "İbn Kays er-Rukayyât", Dia, İstanbul 1999.

40- Ertürk, Mustafa, Metin Tenkidi Prensipleri Açısından Sahîh-i Buhârî'deki Bazı Fiten Hadislerinin Değerlendirilmesi, (Ya­yımlanmamış Doktora Tezi), İstanbul 1995.

41- Esed, Muhammed, Kur'an Mesajı, Meâl-Tefsir, (trc. Cahit Koytak, Ahmet Ertürk), İstanbul 1996 (Kur'an Mesajı).

42- Fazlur Rahman, İslâmî Yenilenme Makaleler II, (çev. Adil Çift­çi), Ankara 2000.

43- Ferrâ, Ebû Zekeriyya Yahya b. Ziyad, Me'âni’l-Kur'ân, (thk. Mu­hammed Ali en-Neccâr, Ahmed Yusuf Necati), Beyrut 1980.

44- Feyyûmî, Ahmed b. Muhammed, el-mısbâhu'l-münîr fî ğarîbi'ş-şerhi'l-kebîr li'r-râfi'î, Lübnan 1987. (El-Mısbâhu'l-Münîr).

45- Fîrûzâbâdî, Mecdüddin Muhammed b. Ya'kub, Kamusu'l-muhît (thk. Komisiyon), Beyrut 1986.

46- Fîrûzâbâdî, Mecdüddin Muhammed b. Ya'kub, Besâiru zevî't-temyîz fî letâifi Kitabi'l-'Aziz, (thk. thk.Muhammed Ali en-Neccâr), Beyrut ty. (Besâir).

47- Fîrûzâbâdî, Mecdüddin Muhammed b. Ya'kub, Tenvîrü'l-mikbâs min Tefsîr-i İbn Abbâs (Mecma'u't-Tefasîr İçerisinde), İstanbul 1984 (Tenvîrü'l-Mikbâs).

48- Garaudy, Roger, İslam ve İnsanlığın Geleceği, (trc. Cemal Ay­dın), İstanbul 1995.

49- Gölcük, Şerafettin, Kur'an ve İnsan, Konya 1996.

50- Görgün, Tahsin, "Hasan Basri Mad.”, Dia, İstanbul 1997, Xvı, 291-305.

51- Güler, İlhami, Allah'ın Ahlâkiliği Sorunu, Ankara 2000.

52- Halefullah, M. Ahmed Hz. Muhammed ve Karşıt Güçler, (trc. İbrahim Aydın), İstanbul 1992.

53- Halîbî, Ahmed b. Abdülazîz, "el-İbtilâ fî hayâti'l-mü'min", Mecelle-tu câmi'atil-imâm Muhammed b. Suûd el-İslâmiyye, sayı: 19, Riyad  1998, s. 145-189.

54- Halil b. Ahmed el-Ferâhidî, Ebû Abdurrahman, Kitâhü'l-'Ayn (thk.Mehdi el-Mahzûmî ve İbrahim es-Samirâî), Beyrut 1988.

55- Hamidullah, Muhammed, İslam Peygamberi (trc.Salih Tuğ), İstanbul 1980.

56- Hâzin, Ali b. Muhammed, Lübâbü't-te'vîl fî me'âni't-tenzîl, İstan­bul 1984. (Mecma''u-tefâsîr içerisinde), (Lübâbü't-te'vîl).

57- `İz b. Abdüsselâm, Ebu’1-Kâsım b. Hasan b. Muhammed, Tefsîrü'l-Kur'ân, (thk. Abdullah b. İbrahim b. Abdullah el-Vehîbî), Beyrut 1996.

58- İbn Abbâd, İsmail, el-Muhît fi'l-lüğa (thk. Muhammed Hasan Âli Yâsîn), Beyrut 1994.

59- İbn Âşûr, Muhammed Tâhir, Tefsîrüt'tahrîr ve't-tenvîr, yy., ty. (et-Tahrîr ve't-tenvîr)

60- İbn Atiyye, Ebû Muhammed Abdülhak b. Gâlib, el-Muharrerü'l-vecîz fî Tefsîri'l-Kitâbi'l-Azîz (thk. Abdüsselam Abdüşsâfî Muham­med), Beyrut 1993 (el-Muharrerü'l-vecîz)

61- İbn Düreyd, Ebû Bekir Muhammed el-Hasan, Cemheretü'l-lüğa (thk. Remzi Münir Balbekkî), Beyrut 1987.

62- Îbn Fâris, Ebü'l-Hüseyin Ahmed, Mücmelü'llüğa (Thk. Züheyr Abdülmuhsin Sultan), Beyrut 1986.

63- Îbn Fâris, Ebü'l-Hüseyin Ahmed, Mu'cemü mekâyîsi'l-lüğa (thk. Abdusselâm Muhammed

Harun), Beyrut 1991.

64- İbn İshâk, Sîretü İbn Îshâk, Kitâbül Mübtede've'l-meb'as ve'l-Meğâzî (thk. Muhammed Hamidullah) Konya 1981.

65- İbn Kayyim el-Cevziyye, Şemseddin Ebû Abdullah Muhammed, İğâsetü'l-lehefân fî Masa'idi’ş-şeytan (thk. Bişr Muhammed 'Uyun), Riyad Ty. (İğâsetü'l-lehefân)

66- İbn Kesîr, Ebü'1-fidâ İsmail, Tefsîrü'l-Kur'âni'l-Azîm, Kahire 1980.

67- İbn Kuteybe, Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim, Tefsîrü Garîbi'l-Kur'ân, (thk. Seyyid Ahmed Sakar), Beyrut   1978.

68- İbn Kuteybe, Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim, Te'vîlü müşkili'l-Kur'ân (thk. Seyyid Ahmed Sakr), Bey­rut  1981.

69- İbn Mâce, Muhammed b.Yezîd, Sünenü İbn Mâce (thk. Muham­med Fuâd Abdülbâkî), 1975., yy.

70- İbn Manzûr, Muhammed b. Mükerrem, Lisânü'l-'Arab,  Beyrut 1994.

71- İbn Mulakkîn, Sirâceddin Ebû Hafs Ömer b. Ebi'l-Hasan Ali b. Ahmed, Tefsîrü garibi'l-Kur'ân (thk. Semîr Tahâ el-Meczûb), Beyrut 1987.

72- İbnü'l-A'rabî, Kâdî Ebû Bekir Muhammed b. Abdullah, Ahkâmü'l-Kur'ân (thk. Ali Muhammmed el-Becâvî), Beyrut 1987.

73- İbnü'l-Cevzî, Cemaleddin Ebü'l-Ferec Abdurrahmân, Nüzhetü'l-a'yünu'n-nevâzîr fî 'ilmi'l-vücûh ve'n-nezâir (thk. Muhammed Abdulkerim Kâzım er-Râzî), Beyrut 1987. (Nüzhetü'l- A'yün)

74- İbnü'l-Cevzî, Cemaleddin Ebü'l-Ferec Abdurrahmân, Zâdül-mesîr fî 'ilmi't-tefsîr, (thk. Muhammed b. Abdurrahman Abdullah), Beyrut 1987. (Zâdü'l-Mesîr)

75- İbnü'l-Esîr, Mecdüddîn Ebu's-Seâdât, en-Nihâye fî garibi'l-hadîs ve'l-eser (nşr. Tâhir Ahmet ez-Zâvî, Mahmud Muhammed Et-Tanâhî), yy., 1963. (en-Nihâye)

76- İbrahim Mustafa ve Arkadaşları, el-Mu'cemü'l-vasît, Tahran, ty.

77- İsfehâni, Ebü'l-Ferec Ali b. Hasan, Kitâbü'l-Eğânî, yy., 1993.

78- İşler, Emrullah, "Fitne Katilden Beter mi?-Fitne Kelimesi ve Türkçe'ye Çeviri Sorunu"

79- İslâmiyât Dergisi, Ankara 1999, Cilt II, Sayı: 2, s. 137-154.

80- Kapar, M. Ali, Hz. Muhammed'in Müşriklerle Münasebetleri, İs­tanbul 1993.

81- Kara, Necati, "Kur'an ve Sünnette Belâ-Musîbet", Ekev Akademi Dergisi, c. 1, sy. 3, Erzurum 1998, s. 33-58.

82- Karadeniz, Osman, "Mucize" İslam'da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi (Red. Î. Kâfi Dönmez.), İstanbul 1997.

83- Karagöz, İsmail, Kur'an'a Göre İnsana Verilen Değer Ve Görev, İstanbul 1996.

84- Kâsımî, Muhammed Cemaleddin, Mehâsînü't-te'vîl, yy., ty.

85- Kazancı, Ahmed Lütfi, Çeşitli Yönleriyle Nübüvvet Kavramı,  İstanbul 1997.

86- Kemali, H. Muhammed, "İslam'da İfade Hürriyeti: Fitne Kavramının Tahlili", İslâmi Sosyal Bilimler Dergisi, İstanbul  1993, sayı: 2,  s. 40-61.

87- Kermî, Hasan Saîd, el-Hâdî İlâ Lügati'l-'Arab, Beyrut 1992.

88- Kılavuz, Ahmet Saim, "Şeytan", İslam'da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi Red. İ. Kâfi Dönmez), İstanbul 1997.

89- Kılıç, Hulisi, "A'şâ Hemdân", Dia, İstanbul 1991.

90- Kırca, Celal,  Kur'an-ı Kerîm'de Fen Bilimleri, İstanbul 1984.

91- Kurtûbî,  Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed, el-Câmi’li ahkâmi'l-Kur'ân, Beyrut 1965.

92- Küçükcan, Talip-Köse, Ali, Doğal Âfetler Ve Din,  İstanbul 2000.

93- Lane, Edward William, An Arabic-Engilish Lexicon, Beirut 1980.

94- Mâturîdî, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed, Te'vîlâtü Ehli-s-sünne (Yazma), Hacı Selimağa ktp. no. 40.

95- Mehmet Vehbi Efendi, Hülâsâtü'l-Beyân fî Tefsîri'l-Kur'ân, İs­tanbul 1968.

96- Merâğî, Ahmed Mustafa, Tefsîrü'l- Merâğî, yy., 1974.

97- Mevdûdî, Ebu'l-'Alâ, Tefhîmü'l-Kur'an, (trc. Komisyon), İstanbul 1991.

98- Mevdûdî, Ebu'l-'Alâ, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamberin Hayatı, (trc. Ahmed Asrar), İstanbul 1992 (Hz. Peygamberin Hayatı)

99- Mustansır Mir, Kur'ânî Terimler Sözlüğü (Çev. Murat Çiftkaya), İstanbul 1996.

100- Mutahhari, Adl-i İlâhî, (trc. Hüseyin Hatemi.) İstanbul 1985.

101- Müneccid, Muhammed Nureddin, el-İştirâkü'l-lafzî fi'l-Kur'ân: beyne'n-nazariyye ve't-tatbîk, Beyrut 1998 (El-İştirâkü'l-lafzî fi'l-Kur'ân)

102- Müslim, Ebü'l-Hüseyin Müslim b. el-Haccac, Sahîh-i Müslim, İstan­bul 1981.

103- Nesefî, Ebü'l-Berekât Abdullah b. Ahmed b. Mahmud, Medârikü't-tenzîl ve Hakâiku't-te'vîl, İstanbul 1984. (Mecma'ut-tefâsîr içe­risinde) (Medârikü't-tenzîl)

104- Okumuşlar, Muhiddin, Fıtarattan Dine, Konya 2002.

105- Öner, Necati, İnsan Hürriyeti, Ankara, 1995.

106- Örnekleriyle Türkçe Sözlük, Milli Eğitim Bakanlığı, (Meb.), Ankara 2000.

107- Özsoy, Ömer, Sünnetüllah, Ankara 1994.

108- Râğıb el-İsfahânî, Müfredâtü elfâzi'l-Kur'ân (thk. Safvân Adnan Dâvûdî), Dımeşk 1997. (Müfredat)

109- Râzî, Fahreddin, Et-tefirü'l-Kebîr, (Mefâtîhu'1-ğayb), Beyrut ty.

110- Reşit Rızâ, Tefsîrü'l-Menâr, Mısır, ty.

111- Peker, Hüseyin, II, Kur'an Haftası Kur'an Sempozyumu, Ankara 1996. s. 167-170.

112- Sâbûnî, Muhammed Ali, Safvetü't-tefâsîr, Beyrut 1981.

113- es-Semîn, eş-Şeyh Ahmed b. Yusuf, ‘Umdetü'l-huffâz fi tefsiri eşrefi'l-elfâz (thk. Muhammed et-Tancî) Beyrut 1993. (‘Umdetü'l-huffâz)

114- Serinsu, Ahmet Nedim,  Kur'an Nedir?, İstanbul 1996.

115- Suyûtî, Celâleddin, el-İtkân fî 'Ulûmi'l-Kur'ân, Beyrut ty. (el-İtkân)

116- Suyûtî, Celâleddin El-İklîl fî İstinbâti't-tenzîl (thk.Seyfeddin Abdülkâdir El-Kâtip), Beyrut 1985. (El-İklîl)

117- Suyûtî, Celâleddin Mu'taraku'l-Akran fî i'câzi'l-Kur'ân, (thk. Ahmed Şemseddin), Beyrut 1988. (Mu'taraku'l-akrân)

118- Şevkânî, Muhammed b. Ali b. Muhammed, Fethü'l-Kadîr, (thk. Abdurrahman Umeyre), yy., 1994.

119- Şimşek, Said, Kur'an'da İki Mesele, Konya 1987.

120- Şimşek, Said, Kur'an'ın Ana Konuları, İstanbul, 1999.

121- Taberî, Ebû Cafer Muhammed b. Cerîr, Câmi'u'l-beyân an te'vîli ayi'l-Kur'ân, Beyrut 1980. (Câmi'u'l-Beyân)

122- Tehânevî, Muhammed, Keşşâfu ıstılâhâti'l-fünûn, Beyrut ty.

123- Tirmizî, Ebû Îsâ Muhammed b. Îsâ, Sünenü't-Tirmizî,  İstanbul 1981.

124- Turgut, Ali, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, İstanbul 1991. Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu (tdk.), Ankara 1986.

125- Uğur, Müctebâ, Ansiklopedik Hadis Terimleri Sözlüğü, Ankara 1992.

126- Vahidî, Ebu'l-Hasan Ali b. Ahmed, Esbabü'n-nüzûl, Kahire 1968.

127- Wensınck, A. J., el-Mu'cemü'l-müfehres li elfâzi'l-hadîsi'n-Nebevî, Leiden 1965.

128- Wensınck, A. J., "A'şâ", İA, İstanbul 1995.

129- Yazır, Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1971.

130- Yıldırım, Mustafa, "'Zulüm Üzerine", Felsefe Dünyası, sy. 30, An­kara 1999.

131- Zebîdi, Muhammed Murtaza, Tâcü'l-'arûs min cevahiri'l-kâmûs, Beyrut 1994.

132- Zehebî, Muhammed b. Ahmed ez-Zehebî, Siyerü a'lâmi'n-nübelâ, (nşr. Şuayb el-Arnaût ve diğ.) Beyrut 1994.

133- Zemahşerî, Ebu’1-Kâsım Mahmûd b. Ömer, el-Keşşaf 'an hakâiki't-tenzîl ve 'uyûni'l-ekâvîl fî vücûhi't-te'vîl, Beyrut, ty. (el-Keşşâf)

134- Zemahşerî, Ebu’1-Kâsım Mahmûd b. Ömer, Esâsü'l-Belâğâ, y.y., 1979.

135- Zerkânî, Muhammed Abdülazîm, Menâhilü'l-'irfân fî  'Ulûmi'l-Kur'ân, yy., 1953. (Menâhilü'l-'irfân)

136- Zerkeşî,  Bedreddin,  el-Burhân  fî   'Ulûmi'l-Kur'ân (Muhammed Ebu’1-Fazl İbrahim), Beyrut 1972. (El-Burhân)

137- Ziriklî, Hayreddin, el-A'lâm, Beyrut 1992.       



[1] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları:

[2] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 11-12.

[3] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 13-14.

[4] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 14-16.

[5] Halil b. Ahmed el-Ferâhidî, Ebû Abdurrahman, Kitâbü'l-'Ayn (thk.Mehdi el-Mahzûmîve İbrahim es-Samirâî), Beyrut 1988, VIII. 127; İbn Abbâd, İsmail, et-Muhît fi'l-lüğa (thk. Muhammed Hasan Âl-i Yâsîn), Beyrut 1994, IX, 445; İbn Fâris, Ebü'l-Hüseyin Ahmed, Mücmelü'l-lüğa (thk. Züheyr Abdülmuhsin Sultan), Beyrut 1986, III, 711; İbn Manzûr, Muhammed b. Mükerrem, Lisâ nü'l-'arab, Beyrut 1994, XIII, 317; Ahmed Rızâ, Mu'cemü metni'l-lüğa, Beyrut 1960, IV, 357; Kermî, Hasan Saîd, el-Hadî ilâ lügati'l-'arab, Beyrut 1992. III, 374.

[6] Halil b. Ahmed, Kitâbü'l-'Ayn, VIII, 127; İbn Abbâd, el-Muhît, IX, 445; İbn Fâris, Mücmelü'l-lüğa, III, 711; İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 317; Ahmed Rızâ, Mu'cemü metni'l-lüğa, IV, 356-357.

[7] İbn Fâris, Ebü'l-Hüseyin Ahmed, Mu'cemü mekîyisi'l-lüğa (thk. Abdusselâm Muhammed Harun), Beyrut 1991, IV, 473; Cevheri, İsmail b. Hammâd, es-Sıhah (thk. Ahmed Abdulğaffar Attâr), Beyrut 1984, VI. 2176; İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 317; Firûzâbâdî, Mecdüddin Muhammed b. Ya'kub, Kâ­mûsu'l-muhît (thk. Komisiyon), Beyrut 1986, s. 1575; Ahmed Rızâ, Mu'ce­mü metni'l-lüğa, IV, 357; Lane, Edward William, An Arabic-Engilish Lexicon, Beyrut 1980, VI, 2334.

[8] Halil b. Ahmed, Kitâbü'l-'Ayn, VIII, 127; İbn Abbâd, el-Muhît, IX, 445; İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 320; Zebîdî, Muhammed Murtaza, Tâcü'l-'arûs min cevâhiri'l-kamûs, Beyrut 1994, XVIII, 427; Lane, Lexicon, VI, 2334.

[9] Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 425; Lane, Lexicon, VI, 2334; Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.

[10] Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 427; Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.

[11] İbn Dureyd, Ebû Bekir Muhammed el-Hasen, Cemheretü'1-lüğa (thk.Remzi Münir Bal'bekkî), Beyrut 1987, I, 406; İbn Abbâd, el-Muhît, IX, 445; İbn Fâ­ris, Mücmelü'l-lüğa, III, 711; Cevheri, es-Sıhâh, VI, 2176; İbn Manzûr, Lisâ­nü'l-'arab, XIII, 320; Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 426.

[12] İbn Abbâd, e/-Muhit, IX, 445.

[13] İbn Fâris, Mücmelü'l-lüğa, III, 711; Cevheri, es-Sıhâh, VI, 2176; İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 317; Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 427; Ahmed Rızâ,. Mu'cemü metni'l-lüğa, IV, 357.

[14] İbn Abbâd, el-Muhît, IX, 445; Zemahşeri, Ebu'l-Kâsım Mahmûd b. Ömer, Esâsü'l-belâğâ, y.y., 1979, s. 463.

[15] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 320; Zebîdî, Tâcü’l-`arüs, XVIII, 426.

[16] Firûzâbâdî, Kâmûsu'l-muhît. s. 1575.

[17] Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII. 425; Feyyûmî, Ahmed b. Muhammed, el-Mısbâhu'1-münîr fî ğarîbi'ş'şerhi'l-Kebîr li'r-Râfi'i, Lübnan 1987, s. 175; Lane, Lexicon, VI, 2334; Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.

[18] Cevheri, es-Sıhâh, VI.2175.

[19] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 317: Rrûzâbâdî, Kâmûsu'l-muhît, s.1575; Zebîdî,  Tâcü'l-'arûs,  XVIII, 427; Ahmed Rızâ,.  Mu'cemü metni'l-lüğa, IV, 357.

[20] Lane, Lexicon, VI, 2334-2335.

[21] Halil b. Ahmed, Kitâbü'l-'Ayn, VIII, 127; İbn Fâris, Mu'cemü mekâyîsi'1-lüğa, IV, 472; İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 319; Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVI, II, 425.

[22] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 320; Lane, Lexicon, VI, 2334; Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.

[23] İbn Fâris, Mücmelü'1-lüğa, III, 711; Cevheri, es-Sıhâh, VI, 2175.

[24] Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 425.

[25] Ahmed Rızâ, Mu'cemü metni'l-lüğa, IV, 357; Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.

[26] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 320; Fîrûzâbâdî, Kâmûsu'l-muhit, s.1575; Zebidî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 427.

[27] Ebü'1-Bekâ, Eyyûb b. Mûsâ el-Hüseynî el-Kefevî, el-Külliyyât (Mu'cem fi'l-mustalahât ve'l-furûki'l-lugaviyye) Beyrut 1992. s. 692; Kermi, el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.

[28] İbn Manzûr, Lisânü’l-`arab, XIII, 319; Lane, Lexicon, VI, 2334.

[29] Halil b. Ahmed, Kitâbü'l-'Ayn, VIII, 127.

[30] Lane, Lexicon, VI, 2334.

[31] Halil b. Ahmed, Kitâbü'l-'Ayn, VIII, 127; İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XI, II, 317; Lane, Lexicon, VI, 2335.

[32] Lane, Lexicon, VI, 2334.

[33] Halil b. Ahmed, Kitâbü'l-'Ayn, VIII, 127.

[34] Feyyûmi, el-Mısbâhu'l- münîr, s. 175; Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.

[35] Zemahşeri, Esasü’l-belâğa, s. 463.

[36] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 319

[37] Zebîdî, Tacü'l-'arus, XVIII, 425.

[38] Halil b. Ahmed, Kitâbü'l-'Ayn, VIII, 127.

[39] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 318; Firûzâbâdî, Kâmûsu'l-muhît, s. 1575; Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 425.

[40] Lane, Lexicon, VI, 2335; Feyyûmî, el-Mısbâhu'l-münir, s. 175; Kermî; el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.

[41] Cevheri, es-Sıhâh, VI, 2176; İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 317; Lane, Lexicon, VI, 2335.

[42] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 317; Kermî; el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.

[43] İbn Abbâd, el-Muhît, IX, 445.

[44] Halil b. Ahmed, Kitâbü'l-'Ayn, VIII, 127; İbn Abbâd, el-Muhît, IX, 445.

[45] Aslen Yemenlidir. 30/650 yıllarında Kûfe'de doğmuştur. Emevîler devri Arap şairlerindendir. Hakkında bilgi için bkz. Muhammed b. Ahmed ez-Zehebî, Siyeru a'lâmi'n-nübelâ, (nşr. Şuayb el-Arnaût ve diğ.) Beyrut 1994. IV, 185; Wensinck, A.J, "A'şâ", İA, İstanbul 1995, I, 695; Kılıç, Hulisi, "A'şâ Hem­dân", DİA, İstanbul 1991, III, 545.

[46] Bu beytin Emevîler hakkında siyâsî hicivleriyle tanınan Kureyşli şâir İbn Kays er-Rukayyât Ubeydullah b. Kays b. Şüreyh (ö.75/694)'e de (hakkında bilgi için bkz.Ali Şâkir Ergin, "İbn Kays er-Rukayyât", DİA, İstanbul 1999, XX, 109) ait olduğu söylenmektedir. (Bkz. İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 317). Ancak İbn Düreyd'in Cemheretü'l-lüğa adlı lügat kitabını tahkik eden Remzi Münir Ba'lebekkî, söz konusu beytin İbn Kays'a ait dîvânda yer alma­dığını söylemektedir. (Bkz. İbn Dureyd, Cemheretü'l-lüğa, I, 406 (muhakkik notu).

[47] Şiirin kaynakları için bkz. Halil b. Ahmed. Kitâbü'l-'Ayn, VIII, 127; İbn Düreyd, Cemheretü'l-lüğa, I, 406; Cevheri, es-Sıhâh, VI, 2176; İbn Manzûr, Li­sânü'l-'arab, XIII, 317; Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 425.

[48] Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.

[49] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 321.

[50] Zemahşerî, Esâsü'l-belâğâ, 463.

[51] Zemahşerî, Esâsü'l-belâğâ, 463.

[52] Lane, Lexicon, VI, 2335.

[53] Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 427.

[54] Zebîdi, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 426

[55] Firûzâbâdî, Kâmûsu'l-muhît, s.1575; İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 319; Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 425.

[56] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 319

[57] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 318.

[58] Cevheri, es-Sıhâh, VI, 2176; Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.

[59] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 319.

[60] Lane, Lexicon, VI, 2335; Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.

[61] Halil b. Ahmed, Kitâbü'l-'Ayn, VIII, 128: İbn Fâris, Mu'cemü mekâyisi'1-lüğa, IV, 472, Mücmelü'l-lüğa. III, 711; Cevheri, es-Sıhâh, VI, 2176.; Zemahşerî, Esâsü'l-belâğâ, s. 463. Lane, Lexicon, VI, 2335: Kermî, el-Hâdi ilâ lü­gati'l-'arab, III, 374.

[62] Fîrûzâbâdî, Kâmûsu'l-muhît, s. 1575; Ahmed Rızâ, Mu'cemü metni'l-luğa IV, 357; Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l-`arab, III, 374.

[63] Zemahşerî, Esâsü'l-belâğâ, 463.

[64] Zemahşerî, Esâsü'l-belâğâ, 463; Zebîdî, Tâcü’l-arûs, XVIII, 427.

[65] Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 428.

[66] Zebîdî, Tâcü'l-'arus, XVIII, 428.

[67] Lane, Lexicon, VI, 2335.

[68] Zebîdî, Tacü'l-'arûs, XVIII, 426; Fîrûzâbâdî, Kâmûsu'l-muhît, s. 1575.

[69] Fîrûzâbâdî, Kâmûsu'l-muhît, s. 1575; Lane, Lexicon, VI, 2335.

[70] Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 426; Fîrûzâbâdî, Kâmûsu'l-muhît, s. 1575.

[71] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 318; Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 426; Fîruzâbâdî, Kâmûsu'l-muhît, s. 1575.

[72] Zemahşerî, Esâsü'l-belâğâ, 463; Fîrûzâbâdî, Kâmûsu'l-muhît, s. 1575; Ker­mî, el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.

[73] Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374

[74] Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.

[75] İbn Manzûr, Usânü'l-'arab, XIII, 318.

[76] İbn Manzûr, Usânü'l-'arab, XIII, 318; Lane, lexicon, VI, 2335.

[77] Kermî, el-Hâdi ilâ lügati'l-'arab, III, 374.

[78] Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.

[79] Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 426.

[80] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 318; Lane, Lexicon, VI, 2335.

[81] Fîrûzâbâdî, Kâmûsu'l-muhît, s. 1575.

[82] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 317.

[83] Fîrüzâbâdî, Kâmûsu'l-muhît, s. 1575.

[84] Lane, Lexicon, VI, 2335.

[85] Halil b. Ahmed, Kitûbü'l-'Ayn, VIII, 127; İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 317; Fîrûzâbâdî, Kâmûsu'l-muhît, s. 1575; Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 424; Feyyûmî, el-Mısbahu’l-münîr, s. 175.

[86] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 319.

[87] Lane, Lexicon, VI, 2335.

[88] Halil b. Ahmed,  Kitâbü'l'Ayn, VIII, 127; Firûzâbâdî, Kâmûsu'l-muhît, s. 1575; Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 425.

[89] Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 426.

[90] Firûzâbâdî, Kâmûsu'l-muhît, s. 1575.

[91] Halil b. Ahmed, Kitâbü'l'Ayn, VIII, 127; Feyyûmi, el-Mısbâhu'l-münîr, s. 175.

[92] Lane, Lexicon, VI, 2335.

[93] İbn Manzûr, Lisânü'I-'arab, XIII, 318; Firûzâbâdî, Kâmûsu'l-muhît, s. 1575; Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 426; Feyyümî, el-Mısbâhu'l- münîr, s. 175.

[94] Firûzâbâdî, Kâmûsu'l-muhît, s. 1575.

[95] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 319.

[96] Firûzâbâdî, Kâmûsu'l-muhît, s. 1575; Zebîdî, Tûcü'l'arûs, XVIII, 426.

[97] İbn Manzûr, Lisânü'l'arab, XIII, 319.

[98] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 317; Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 425.

[99] Zebîdî, Tâcü'l'arûs, XVIII, 426.

[100] Lane, Lexicon, VI, 2335.

[101] Firûzâbâdî, Kâmûsu'l-muhît, s. 1575; Zebîdî. Tacü'l'arûs, XVIII, 426.

[102] Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 427; Ahmed Rızâ, Mu'cemü metni'l-lüğa, IV, 357.

[103] İbn Manzûr, Lisânü'l'arab, XIII, 317; Ahmed Rızâ, Mu'cemü metni'l-lüğa, IV, 357.

[104] İbn Manzûr, Lisânü'h'arab, XIII, 318; Rrûzâbâdî, Kâmûsu'l-muhît, s.1575; Zebîdî,  Tâcü'l-'arûs, XVIII,  426; Ahmed Rızâ,  Mu'cemü  metni'l-lüğa, IV, 357.

[105] Feyyûmî, el-Mısbabu’l-münîr, s. 175.

[106] Ahmed Rızâ, Mu'cemü metni'l-lüğa, IV, 357.

[107] Halil b. Ahmed, Kitâbü'l-'Ayn, III, 127.

[108] Ahmed Rızâ, Mu'cemü metni'l-lüğa, IV, 357.

[109] Zebîdi, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 426; Ahmed Rızâ, Mu'cemü metni'l-lüğa, IV, 357; Lane, Lexicon, VI, 2335; Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.

[110] Cevheri, es-Sıhah, VI, 2176; Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l'-arab, III, 374.

[111] Cevherî, es-Sıhâh, VI, 2176; Ahmed Rızâ, Mu'cemü metni'l-lüğa, IV, 357.

[112] Ahmed Rızâ, Mu'cemü metni'l-lüğa, IV, 357.

[113] Feyyûmî, el-Mısbâhu'l-münîr, s. 175.

[114] Ahmed Rızâ, Mu'cemü metni'l-lüğa, IV, 357.

[115] Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 426.

[116] Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 427; Firûzâbâdi, Kâmûsu'l-muhît, s. 1575; Ah­med Rızâ, Mu'cemü metni'l-lüğa, IV, 357.

[117] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 318.

[118] Firûzâbâdî, Kâmûsu'l-muhît, s. 1575; Ahmed Rızâ, Mu'cemü metni'l-lüğa, IV, 357; Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.

[119] Zebîdî, Tacü'l-'arûs, XVIII, 426; Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.

[120] Lane, Lexicon, VI, 2335.

[121] Ahmed Rızâ, Mu'cemü metni'l-lüğa, IV, 357.

[122] Halil b. Ahmed. Kitâbü'l-'Ayn, VIII, 127.

[123] Kermî, el-Hâdî ilâ lügati’l-'arab, III, 374.

[124] Araplar Sakîf oğullarının kesintisiz devam eden harplerini Benû Sekîfin yetefâtenûne ebeden (Sakîf oğulları devamlı harpetmektedir) ifadesiyle anlat­maktadırlar. (Bkz. Zemahşerî, Esâsü'l-belâğâ, 463).

[125] İbn Manzûr, lisânü'l-'arab, XIII, 317; Ahmed Rızâ, Mu'cemü metni'l-lüğa, IV, 357.

[126] Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 427.

[127] Ahmed Rızâ, Mu'cemü metni'l-lüğa, IV,357.

[128] Ahmed Rızâ, Mu'cemü metni'l-lüğa, IV, 357.

[129] Feyyûmî, el-Misbâhu'l- münîr, s. 175.

[130] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 320; Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 424; La­ne, Lexicon, VI, 2335.

[131] İbn Fâris, Mücmelü'l-lüğa, III, 711.

[132] İbn Fâris, Mücmelü'l-lüğa, III, 711.

[133] İslamı kabul eden Cahiliyye dönemi şairlerindendir. Hz. Osman zamanında vefat etmiştir. (Bkz. el-İsfehâni, Ebü'l-Ferec Ali b. Hasan, Kitâbü'l-Eğâni, yy., 1993, VIII, 234; Ziriklî, Hayreddin, el-A'lam, Beyrut 1992, V, 72; Afîf Abdurrahmân, Mu'cemu'ş-şu'arâ, Beyrut 1996. s. 173).

[134] İbn Fâris, Mücmelü'l-lüğa, III, 711; Zebîdî, Tacü’l-`arûs, XVIII, 424.

[135] İbn Abbâd, el-Muhît, IX, 445; Fîrûzâbâdî, Kâmûsu'l-muhît, s. 1575; Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 427.

[136] Halil b. Ahmed, Kitûbü’l-`Ayn, VIII, 127.

[137] Kermî, el-Hadi ilâ lügati'l-'arab, III, 374.

[138] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 317; Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 425-426.

[139] Adı geçen eserlerdeki bu anlamlara hicrî ikinci asır dilcilerinden Halil b. Ahmed'in Kitâbü’l-`Ayn (bkz. VIII, 127-128); üçüncü asır dilcilerinden İbn Dureyd'in, Cemheretü'l-lüğa (bkz. I, 406); İbn Abbâd'ın, el-Muhit fi'l-lüga (bkz. IX, 445); İbn Fâris’in, Mu'cemü mekây'isi'l-lüğa (bkz. IV, 472-473) ve Mücmelü'l-lüğa (bkz. II, 711); Cevherî'nin, es-Sıhah (bkz.VI, 2175-2176) adlı sözlüklerinde rastlamamaktayız.

[140] Enfâl: 8/28. Âyetin meali şöyledir: "Bilin ki mallarınız ve çocuklarınız bi­rer deneme aracıdır (fitne)."

[141] Bakara: 2/191. âyette geçen fitne yorumlarından biri "küfür", Mâide: 5/41. deki fitnenin yorumlarından biri "rezalet", Tevbe: 9/49. da geçen fitne yo­rumlarından biri "günah"tır. Bkz. İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 317-321 Zebîdî, Tacü'l-'arûs, XVIII, 424-428.

[142] Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, Ankara 2000, II, 933.

[143] Türkçe Sözlük, TDK, Ankara 1986, s. 365.

[144] Devellioğlu, Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Sözlük, Ankara 1978, s. 322.

[145] Doğan. D. Mehmet. Büyük Türkçe Sözlük, Ankara 1986. s. 365.

[146] Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, II, 933.

[147] Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, s. 365.

[148] Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, s. 365; Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, II, 933.

[149] Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, II, 933.

[150] Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, s. 365.

[151] Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, II, 933.

[152] Develilioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Sözlük, s. 322; Doğan. Bü­yük Türkçe Sözlük, s. 365.

[153] Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Sözlük, s. 322.

[154] Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, II, 933: Doğan. Büyük Türkçe Sözlük, s. 365.

[155] Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, II, 933.

[156] Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, s. 365

[157] Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, II, 933.

[158] Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, II, 933.

[159] Deveüioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Sözlük, s. 322.

[160] Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Sözlük, s. 322.

[161] Devellioğlu, Osmanhca-Türkçe Ansiklopedik Sözlük, s. 322.

[162] Develioğlu, Osmanhca-Türkçe Ansiklopedik Sözlük, s. 322.

[163] Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, II, 914.

[164] Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, III, 1927.

[165] Bir kelimenin, eskiden anlattığı bir nesnenin, bir türünü anlatır duruma gel­mesi, veya eskiden çok anlamlı olan bir göstergenin bazı anlamlarını ya da anlamlarından birini yitirmesi "anlam daralması" olarak nitelendirilmektedir. (Bkz Aksan, Doğan, Her Yönüyle Dil, Ana Çizgileriyle Dilbilim, Ankara 1990 , III, 215).

[166] Cami' türü hadis kitaplarının bir bölümünün adıdır. Bkz. Uğur, Müctebâ, An­siklopedik Hadis Terimleri Sözlüğü, Ankara 1992, s. 99-100.

[167] Geniş bilgi için bkz. Ertürk, Mustafa, Metin Tenkidi Prensipleri Açısından Sahih-i Buhârî'deki Bazı Fiten Hadislerinin Değerlendirilmesi (Yayımlan­mamış Doktora Tezi), İstanbul 1995, s. 206-232; Çelebi, İlyas, "Fiten ve Melahim" DİA, İstanbul 1996, XIII, 149. Ftn kök ve türevleri hem tespit ettiğimiz sözlük anlamlarından bazılarıy­la hem de -ileride yer vereceğimiz-Kur'an'daki anlamlarıyla hadislerde de geniş ölçüde geçmektedir. Bu kaynaklarda söz konusu kelimeler, hem olum­lu hem de olumsuz anlamlarda ancak daha çok menfî anlamda kullanılmak­tadır. Bkz. Wensinck, A. J., el-Mu'cemü'l-müfehres li elfâzi'l-hadisi'n-nebevî, Leiden 1965, V, 59-64. Hadis literatüründe daha çok "Kitâbu'l-fiten" veya "Kitâbu'l-fiten ve eşrâtüs-saat" başlığı altındaki bölümlerde rivayet edilen hadislerde geçen fitne ve onun çoğulu olan fiten kelimeleri genellik­le, çeşitli dinî ve siyasî sebeplerle İslam toplumunda ortaya çıkacak sosyal kargaşa, iç savaş, özellikle müslümanlar arasında vuku bulacak dâhîlî ihtilaf, karışıklık ve her türlü fesad için kullanılır. Hadislerde ayrıca mal, dünya, tef­rika, Deccâl, Ye'cüc ve Me'cüc fitneleri gibi bir takım dînî ve ahlâkî fitneler­den bahsedilmektedir. (Bkz. Ertürk, Metin Tenkidi Prensipleri Açısından Sahîh-i Buhârî'deki Bazı Fiten Hadislerinin Değerlendirilmesi, s. 206-232; Çelebi, İlyas, İtikadı Açıdan Uzak ve Yakın Gelecekle İlgili Haberler, İstanbul 1996, s. 20-24; Çelebi, "Fiten ve Melahim" DİA, 149-152. Çelik, Ali, Hz. Peygamberin Hadislerinde Fitne (Sebepleri, Özellikleri, Çarele­ri), İzmir 1996, s. 16-79).

Fitne kelimesinin hadislerdeki kullanımı için bkz. Buhârî, Muhammed b. İsmail, Sahihu'l-Buhârî, İstanbul 1981, Kitâbü'l-fiten, VIII, 86-104; İbnü'l-Esîr, Mecdüddîn Ebu's-Seâdât, en-Nihâye fî ğarîbi'l-hadîs ve'l-eser (nşr. Tâhir Ahmet ez-Zâvî, Mahmud Muhammed et-Tanâhî), yy., 1963, IV, 410-411; Çelik, Hz. Peygamberin Hadislerinde Fitne, s. 16-79: Çağrıcı, Mus­tafa, "Fitne" DİA, İstanbul 1996, XIII, 158.

[168] Çağrıcı, "Fitne", XIII, 158; İşler, Emrullah, "Fitne Katilden Beter mi? -Fitne Kelimesi ve Türkçe'ye Çeviri Sorunu" İslamiyât Dergisi, Ankara 1999, sa­yı: 2, s. 140.

[169] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 19-36.

[170] Toplam olarak ellisekiz âyette geçen ftn ve türevleri Tevbe: 9/49 ve Tâhâ: 20/40'da ise ikişer defa geçmektedir.

[171] Fitne kelimesi yirmi iki âyette nekre olarak (fitne) yer almaktadır: Bakara: 2/102. 193; Mâide: 5/71; Enfâl: 8/25. 28, 39, 73: Yûnus: 10/85; İsrâ: 17/60; Enbiyâ: 21/35, III: Hac: 22/11, 53; Nur: 24/63; Furkân: 25/20;Ankebût: 29/10; Sâffât: 37/63; Zümer: 39/49; Kamer: 54/27; Mümtehine: 60/5; Tegâbün: 64/15; Müddesir: 74/31.

[172] Fitne kelimesi sekiz âyette marife olarak (el-fitne) yer almaktadır: Bakara: 2/191, 217; Âl-i İmrân: 3/7; Nisa: 4/91; Tevbe: 9/47, 48, 49; Ahzâb: 33/14.

[173] Maide: 5/41; En'âm: 6/ 23; A'râf: 7/155; Zâriyât: 51/14.

[174] Nisa: 4/101; Maide: 5/49; En’am: 6/53; A’raf: 7/27; Tevbe: 9/49,126; Yunus: 10/83; Nahl: 16/110; İsra: 17/73; Tâhâ: 20/40, 85, 90, 131; Neml: 27/47; Ankebut: 29/2, 3; Sâffât: 37/162; Sâd: 38/24, 34; Duhân: 44/17; Zâriyat: 51/13; Hadid: 57/14; Cin: 72/17; Kalem: 67/6; Burûc: 85/10.

[175] Ftn'nin yapı itibariyle isim formunda geçtiği âyetler şunlardır: Bakara: 2/102, 191, 193, 217; Âl-İmrân: 3/7; Nisa: 4/ 91; Mâide: 5/ 41, 71; En'âm: 6/23; A'râf: 7/155; Enfâl: 8/25, 28, 39, 73; Tevbe: 9/47, 48, 49; Yûnus: 10/85; İsrâ: 17/60; Tâhâ: 20/ 40; Enbiyâ: 21/35, 111; Hac: 22/11, 53; Nûr: 24/63; Furkân: 25/20; Ankebût: 29/10; Ahzâb: 33/14; Sâffât: 37/63, 162; Zümer: 39/49; Zâriyât: 51/14; Kamer: 54/27; Mümtehine: 60/5; Tegâbün: 64/15; Kalem: 67/6; Müddesir: 74/31.

[176] Ftn'nin fiil formunda geçtiği âyetler şunlardır: Nisa: 4/101; Mâide: 5/49; En'âm: 6/53; A'râf: 7/27; Tevbe: 9/49, 126; Yûnus: 10/83; Nah: 16/110; İsrâ: 17/73; Tâhâ: 20/40, 85, 90, 131; Neml: 27/47; Ankebût: 29/2, 3; Sâd: 38/24, 34; Duhân: 44/17; Zâriyât: 51/13; Hadid: 57/14; Cin: 72/17; Burûc: 85/10.

[177] Ftn ve türevlerinin geçtiği Mekkî âyetler şunlardır; En'âm: 6/53; A'râf: 7/27, 155; Yûnus: 10/83, 85; Nahl: 16/110; İsrâ: 17/60; Tâhâ: 20/40, 85, 90; Enbiyâ: 21/35, 111; Furkân: 25/20; Nemi: 27/47; Sâffât: 37/ 63, 162; Sâd: 38/24, 34; Zümer: 39/49; Duhân: 44/17; Zâriyât: 51/13, 14; Kamer: 54/27; Cin: 72/17; Kalem: 67/6; Müddesir: 74/31; Burûc: 85/10.

[178] Ftn ve türevlerinin geçtiği Medenî âyetler şunlardır: Bakara: 2/102, 191, 193, 217; Al-İmrân: 3/7; Nisa: 4/91, 101; Mâide: 5/41, 49, 71: En'âm: 6/23; Enfâl: 8/25, 28, 39, 73; Tevbe: 9/47, 48, 49, 126; İsrâ: 17/73; Tâhâ: 20/131; Hac: 11, 53; Nûr: 24/63; Ankebût: 29/2, 3, 10; Ahzâb: 33/14; Hadid: 57/14; Mümtehine: 60/5; Tegâbün: 64/15.

[179] A'râf: 7/155.

[180] Zâriyât: 51/14.

[181] Mâide: 5/41.

[182] En'âm: 6/23.

[183] Tâha: 20/40.

[184] Hadîd: 57/14.

[185] Burûc: 85/10.

[186] En'âm: 6/53; Tâha: 20/85; Ankebût: 29/3; Sâd: 38/34; Duhân: 44/17.

[187] Tâhâ: 20/40.

[188] Sâd: 38/24.

[189] Tevbe: 9/49.

[190] Tâhâ: 20/131; Cin: 72/17.

[191] Nisa: 4/101.

[192] A"râf: 7/27.

[193] Yûnus: 10/ 83.

[194] Mâide: 5/49.

[195] Tâhâ: 20/131; Cin: 72/17.

[196] Tâhâ: 20/90.

[197] Nahl: 16/110.

[198] Nem: 27/47.

[199] Tevbe: 9/126; Ankebût: 29/2; Zâriyât: 51/13.

[200] Sâffât: 37/162.

[201] Kalem: 67/6.

[202] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 36-43.

[203] Kur'an'da yer alan müşterek lafızlarla ilgili bir bir çalışma yapan Muhammed Nureddin el-Müneccid, fitnenin el-vücûh ve'n-nezâir ile ilgili kaynaklarda, "şirk, küfr, imtihan, azap, ateşte yakmak, öldürmek, yüz çevirmek, dalâlet, mazeret, ibret, delilik, günah, ceza, hastalık, kaza. hükmü altına almak" gibi on altı anlamının zikredildiğini, ancak kelimenin asıl olarak "imtihan" manasına delâlet ettiğini, diğer anlamların ise imtihan vesileleri olduğunu, bu se­beple de söz konusu kelimenin müşterek bir lafız olmadığını ifade eder. (Bkz. Muhammed Nureddin el-Müneccid, el-İştirâkü'1-lafzî fi'l-Kur'ân: beyne'n-nazariyye ve't-tatbîk, Beyrut 1998, s. 197). Müellifin bu görüşü kanaatimiz­ce isabetli değildir. Zira bizzat kendisinin de ifade ettiği üzere (bkz. el-lştirâ-kü 'l-lafzı fi'l-Kur'ân, s. 196) her ne kadar fitnenin anlamlarından bazılarının imtihan vesilesi olması söz konusu olsa da, bu anlamlardan bazıları için bu durum söz konusu olamaz.

[204] Bir kelimenin Kur'an'da farklı anlamlarda kullanılmasına "vücûh", buna mu­kabil çeşitli kelimelerin aynı anlamı ifade etmesine ise "nezâir" adı verilir (bkz. Zerkeşî, Bedreddin, el-Burhân fi 'ulûmi'l-Kur'ân Muhammed Ebu’l Fazl İbrahim, Beyrut 1972, I, 102-111; Suyûtî, Celâleddin, el-İtkân fi ulû mi'l-Kur'ân, Beyrut ty., III, 185). Suyûtî, vücûh ile ilgili vermiş olduğu örnek­ler arasında fitneyi de ele almaktadır. (Bkz. el-Itkan, I, 185).

[205] El-vücûh ve'n-nezâir konusunda yapılan çalışmalar hakkında geniş bilgi için bkz. Turgut, Ali, Tefsir Usûlü ve Kaynakları, İstanbul 1991 s. 201-205.

[206] Dâmeğânî, Hüseyin b. Muhammed, Kâmûsu'l-Kur'ân (Islâhu'l-vücûh ve 'n-nezâir fi'l-Kur'âni'l-Kerim), (thk. Abdülaziz Seyyid el-Ehl). Beyrut 1985 s. 77.

[207] Bakara: 2/191, 193.

[208] Tevbe: 9/ 48, 49; Hadîd: 57/14.

[209] Nahl: 16/110; Ankebût: 29/10.

[210] Ankebût: 29/2-3; Tâhâ: 20/ 40; Duhân: 44/17.

[211] Zâriyât: 51/14; Burûc: 85/10.

[212] Nisa: 4/101; Yûnus: 10/83.

[213] Mâide: 5/49; İsrâ: 17/73.

[214] Mâide: 5/41; Sâffât: 37/162.

[215] En'âm: 6/53.

[216] Yûnus: 10/85; Mümtehine: 60/5.

[217] Kalem: 67/6.

[218] İbnü'l-Cevzî, Cemaleddin Ebü'l-Ferec Abdurrahmân, Nüzhetü'l-a'yünu'n nevâzir fi'ılmi'l-vücûh ve'n-nezâir (Muhammed Abdulkerim Kâzım er-Râzî), Beyrut 1987, s. 480.

[219] Bakara: 2/191, 193; Enfâl: 8/39.

[220] Âl-İmrân: 3/7. Adı geçen müellif, Münafıklar ve Yahudiler hakkında zikredi­len her fitnenin "küfür" anlamında olduğunu belirtmektedir.

[221] Ankebût: 29/2; Tâhâ: 20/ 40; Duhân: 44/17.

[222] Nahl: 16/110; Ankebût: 29/10.

[223] Zâriyât: 51/13-14; Burûc: 85/10.

[224] Nisa: 4/101; Yûnus. 10/83.

[225] Mâide: 5/49; İsrâ: 17/73.

[226] Mâide: 5/41; Sâffât: 37/162.

[227] En’âm: 6/53.

[228] Yûnus: 10/85; Mümtehine: 60/5.

[229] Kalem: 67/6.

[230] Tevbe: 9/49.

[231] Nur: 24/63.

[232] Tevbe: 9/126.

[233] A'râf: 7/155.

[234] Fîrûzâbâdî, Mecdüddin Muhammed b.Ya'kub, Besâiru zevi’t-temyîz fi letâfi Kitabi'l-'Azîz (thk. Muhammed Ali en-Neccâr), Beyrut, ty., IV, 166-69.

[235] Zâriyât: 51/14; Nahl: 16/110.

[236] Bakara: 2/217.

[237] Âl-İmrân: 3/7; Tevbe: 9/ 48: Hadîd: 57/14.

[238] Nûr: 24/63; Tevbe,: 9/49.

[239] Ankebût:  29/2-3; Tâhâ: 20/40; Duhân: 44/17.

[240] Zâriyât: 51/14; Burûc: 85/10.

[241] Nisa: 4/101; Yûnus: 10/83.

[242] Mâide: 5/49; İsrâ: 17/73.

[243] Mâide: 5/41; Sâffât: 37/162.

[244] En'âm: 6/53.

[245] Kalem: 67/6.

[246] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 43-46.

[247] Fitnenin imtihan, deneme anlamında kullanıldığı âyetler şunlardır: Bakara: 2/102; En'âm: 6/53; A'râf: 7/155; Enfâl: 8/28; Tevbe: 9/126; Isrâ: 17/60; Tâhâ: 20/40, 85, 90, 131; Enbiyâ: 21/35, 111; Hac: 22/53, Furkân: 25/20; Neml: 27/47; Ankebût: 29/2, 3; Sâd: 38/24, 34; Zümer: 39/49; Duhân: 44/17; Kamer: 54/27; Teğâbün: 64/15; Cin: 72/17; Müddessir: 74/31.

[248] Hârut ve Mârut hakkında bilgi için bkz. Kasımi, Muhammed Cemaleddin, Mehâsinü't-te'vîl, yy., ty., I, 210; Yazır, M. Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1971, 1, 446.

[249] Bkz. İbn Kuteybe, Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim, Tefsirü garibi'l-Kur'an, (thk. Seyyid Ahmed Sakr), Beyrut 1978, s. 58; Râğıb el-İsfahânî, Müfredâtü elfazi'l-Kur'an (thk. Safvân Adnan Dâvûdî), Dımeşk 1997, s. 623-624; Beğavî, Ebû Muhammed Hüseyin b. Mesud, Mealimü't-tenzil (Tefsîrü'l-Beğavî), Mısır 1955 (Tefsîrü'-Hâzin'in kenarında), 1, 88; İbnü'l-Cevzî, Ebu'l-Ferec Cemaleddin Abdurrahman b. Ali, Zâdü'l-mesîr fî'ılmi't-tefsîr, (thk. Muhammed Abdurrahman Abdullah) Beyrut 1987, 1, 108; Ebû Hayyân, Muhammed b. Yusuf el-Endelûsî, el-Bahru'l-muhît, Beyrut 1992, 1, 529; İbn Mulakkîn, Sirâceddin Ebî Hafs Ömer b. Ebi'l-Hasan Ali b. Ah­med, Tefsirü garîbi'l-Kur'ân (thk. Semîr Tâhâ el-Meczûb), Beyrut 1987, s. 62; Ebu's-suûd. İrşâdü'l-akli's-selîm ilâ mezâye'l-Kur'âni'l-Kerim, Beyrut ty., 1, 139; Şevkânî, Muhammed b. Ali b. Muhammed, Fethü'l-kadîr, (thk. Abdurrahman Umeyre). yy., 1994, 1, 188; Reşîd Rızâ, Tefsîrü'l-menâr, Mı­sır, ty., 1, 403; Merâğî, Ahmed Mustafa, Tefsîrü'l-Merâğî, yy., 1974, 1, 181 (birinci cüz); Kâsımî, Mehâsinü't-te'vîl, 1, 210; Ateş, Süleyman, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, İstanbul, ty., I, 203.

Muhammed Esed, âyette geçen fitne kelimesine "ayartıcı" anlamı vermişse de (bkz. Kur'an Mesajı, Meâl-Tefsir, trc. Cahit Koytak, Ahmet Ertürk, İstanbul 1996, 1, 28), bu anlamın âyetin anlam örgüsüne uygun düşmeyece­ği kanaatindeyiz. Zira âyetin devamında "küfre düşmeyin” şeklinde yer alan ve Hârut ve Mârut'a izafe edilen ifade onların ayartıcı değil, bilakis uyarıcı ol­duklarını göstermektedir.

[250] Beğavî, Meâtimü't-tenzîl, 1, 88; Yazır, Hak, Dini Kuran Dili, 1, 446.

[251] Bkz. Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 1, 447.

[252] M. Hamdi Yazır, Hârut ve Mârufa ilham edilenlerin hadd-i zâtında bir sihir değil, fakat fesat ehlinin elinde küfre vesile olabilecek şeyler olduğunu, şey­tanların bunu yalnızca sihir için öğrettiklerini belirtir (bkz. Hak Dini Kur'an Dili, 1, 446).

[253] Yazır da. sözünü ettiğimiz Bakara Sûresi 102. âyette geçen İnnemâ nahnü fitnetün felâ tekfur ifadesini, "Biz bir fitneyiz, yani bu öğreteceğimiz şeyler fitneye müsaittir ve kötüye kullanılması da küfürdür.” şeklinde açıklamakta­dır (bkz. Hak Dini Kur'an Dili, 1, 446).

[254] İbn Kuteybe, Tefsîrü garibi'l-Kur'ân, s. 154: Taberî, Ebû Cafer Muhammed b. Cerîr, Câmi'u'l-beyân an te'vîli âyi'l-Kur'an, Beyrut, 1980, VII, 132; Zemahşerî, Ebu'l-Kâsım Mahmûd b. Ömer, el-Keşşâf 'an hakâıki't-tenzîl ve 'uyuni’l-ekâvîl fî vücûhi't-te'vîl, Beyrut, ty. II, 22; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, III, 34; Râzî, Fahreddin, et-Tefsîru'l-kebir, (Mefâtihu'1-ğayb), Beyrut, ty., XII, 237; Beyzâvi, Nasırüddin Ebû Saîd Abdullah b. Ömer, Envârü't-tenzîl ve esrârü't-te'vîl, İstanbul 1984, II, 414, (Mecma'u't-tefâsîr içerisinde); İbn Kayyim el-Cevziyye, Şemseddin Ebû Abdullah Muhammed, İğâsetü'1-lehefân fî masâidi'ş-şeytân (thk. Bişr Muhammed 'Uyûn) Riyad ty.. II, 584; 'iz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, (thk. Abdullah b. İbrahim b. Abdullah el-Vehîbî), Beyrut 1996, 1, 438; Kurtubi Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed, el-Cammi’li ahkâmi'l-Kur'ân, Beyrut 1965, VI, 434; Nesefî, Ebü'l-Berekât Abdullah b. Ahmed b. Mahmud, Medârikü't-tenzîl ve hakâikıt't-te'vîl, İs­tanbul 1984, II, 414, (Mecma'ut-tefâsir içerisinde); Hâzin, Ali b. Muhammed, Lübâbü't-te'vil fi meani't-tenzil, İstanbul 1984, II, 414. (Mecma'u’t-tefâsir içerisinde); İbn Kesîr, Ebü'1-Fidâ İsmail, Tefsîrü'l-Kur'âni'l-azîm, Kahi­re 1980, II, 131; İbn Mulakkîn, Tefsîrü garîbi'l-Kur'ân, s. 62; Ebu's-suûd, İr-şâdü'l-akli's-selîm, III, 140; Fîrûzâbâdî, Mecdüddin Muhammed b.Ya'kub, Tenvîrü'l-mikbâs min tefsîr-i İbn Abbâs, İstanbul 1984, II, 414. (Mec­ma'u't-tefâsîr içerisinde); Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, III, 1941; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, III, 136 (yedinci cüz); Esed, Kur'an Mesajı, 1, 235.

[255] Bir önceki âyetin meali şöyledir: "Rablerinin rızâsını isteyerek sabah akşam ona dua edenleri yanından kovma. Onların hesabından sana bir şey yok, senin hesabından da onlara bir şey yok ki onları koıasın. Eğer ko­varsan zalimlerden olursun." (En'âm, 6/52.)

[256] Her iki âyetin nüzul sebebi ile ilgili rivayet şöyledir: "Kureyş'in (küfürde) ileri gelenlerinden bir grup Allah Rasûlüne uğradı. Onun yanında müslümanların yoksullarından olan Suheyb, Bilal, Ammâr, Habbab ve diğer bazı sahâbiler bulunuyordu. Bu grup Allah Rasûlüne "Ey Muhammed, kavminden bunlara mı razı oldun? Aramızdan Allah'ın kendilerine lütuf ve ihsanda bulunduğu kimseler de bunlar mı? Biz bunlara mı uyacağız. Onları yanından kov. Onla­rı kovduğun takdirde belki sana uyabiliriz" dediler. Bunun üzerine "Rableri­nin rızâsını isteyerek sabah akşam ona dua edenleri yanından kov­ma..." ve 'Biz onlardan (kimini kimi ile, neticede 'Allah bula bula ara­mızdan bunları mı lütfuna layık gördü?...' mealindeki âyetler nazil oldu (bkz. Taberî, Câmi'u'l-beyân, VII, 128; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'âni'l-Azîm, II, 124).

[257] A'râf: 7/155.

[258] İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, III, 182; "iz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, I, 506; İbn Kayyim el-Cevziyye, İğâsetü'l-lehefân, II, 580; İbn Kesîr, Tefsîrü'1-Kur'âni'l-Azîm, II, 250; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, III, 277; Reşîd Rızâ, Tefsîrul-menâr, IV, 218; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, 2294; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâği, III, 79 (dokuzuncu cüz); Mevdûdî, Ebu'1-AI'â Tefhîmü'l-Kur'ân (trc. Komisyon), İstanbul 1991 II, 99.

Burada geçen fitneye bir kısım müfessirler "azap" anlamı verirlerken (bkz. İbnü'l-Cevzî. Zâdü'l-mesîr, III, 182; 'iz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'an, 1, 506). Bir kısım müfessirler ise, '"hüküm" anlamı vermişlerdir (bkz. İbnü'l-Cevzî, Nüzhetü'l-a'yün, s. 480; Suyûtî, Celâleddin, Mu'taraku'l-akrân fî i'câzi'l-Kur'ân, thk.Ahmed Şemseddin, Beyrut 1988, III, 135).

[259] Buradaki sarsıntıya farklı anlamlar verilmiş olmakla (bkz. "iz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, 1, 506) birlikte Esed'in yorumunun orijinal olduğu kanaatin­deyiz. Esed'in yorumu şöyledir: "Müfessirlerin çoğu, racfeh sözcüğüne, bu­rada da Kur'an'ın başka yerlerinde (mesela, bu sûrenin 78. ve 91. âyetlerin­de) zaten tartışmasız olan anlamını, yani, "deprem/yer sarsıntısı" anlamını vermektedirler. Fakat, hatırda tutulmalıdır ki bu isim Arapça'da, meydana getiren sebep ne olursa olsun her çeşit '"şiddetli gürültü" ya da "sarsıntı/tit­reme' olayı için kullanılmaktadır. Bu itibarla, bu âyette söz konusu edilen sarsıntının ille de bir yer sarsıntısı olduğunu düşünmemiz gerekmez; biz bu­rada geçen sarsıntının, derin bir pişmanlığın Allah'ın cezasından yana duyu­lan korkunun yetmiş yaşlı insanda yol açtığı psikolojik sarsıntı olduğunu dü­şünmenin daha yerinde olacağı görüşündeyiz" (Kur'an Mesajı, 1, 303).

İsrâiloğullarından bu yetmiş kişinin bir sarsıntı ile sarsılmalarının sebep­leri hususundaki yorumlar için bkz. 'iz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, I, 506; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, 2292.

[260] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, 2294.

Hangi yönüyle sınav aracı olduğu hususunda bkz. Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, III, 79 (dokuzuncu cüz).

[261] Bkz. İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, III, 235; İbn Kayyim el-Cevziyye, İğâsetü'l-lehefân, II, 580; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'âni'l-Azîm, II, 301; Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, III, 502.

Bu âyette geçen fitne ile ilgili olarak İbn Mesud'un şöyle dediği nakledil­mektedir: "Sizden biriniz, 'Allahım fitneden sana sığınırım' demesin. Çünkü içinizden hiç kimse fitnenin kapsamı dışında değildir. Zira Allah. "Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız birer imtihan sebebidir" buyurmaktadır. Hangi­niz sığınacaksa fitnelerin saptırıcılarından Allah'a sığınsın" (bkz. İbn Kayyim el-Cevziyye, İğâsetü'l-lehefân, II, 560). Yine bu konu ile ilgili olarak "Alla­hım, fitnelerden sana sığınırım' diye dua eden birisine, Hz. Ömer'in, ''Bili­niz ki, mallarınız ve çocuklarınız birer imtihan sebebidir'. Yukarıdaki âye­tin yorumundan hareketle 'Rabbinin sana mal ve evlât vermesini istemiyor musun? dediği nakledilmektedir (bkz. İbnü'1-Esîr, Mecdüddîn Ebu's-Seâdât, en-nihaye IV, 411: İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 320).

[262] Bkz. İbn Kesîr, Tefsîrü'1-Kur'âni'l-Azîm, II, 301.

[263] Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, III, 502.

[264] Bu âyetin hemen öncesindeki âyette, müminlerden Allah ve elçisine ve bile bile emanetlere hainlik etmemeleri istenmektedir. Bu âyetin indiriliş sebebi ile ilgili ve buradaki "emânetlere hainlik" ile neyin kastedildiği hususunda farklı görüşler bulunmaktadır (bkz. İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, III, 235; 'Iz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, 1, 532; Râzî, et-Tefsırü'l-kebir, XV,151-152).

Bu görüşlerden sûrede anlatılan konu bütünlüğüne uygun olanının -ki Enfâl sûresinin başından itibaren bu âyetlere kadar Bedir savaşı ile ilgili olaylar an­latılmaktadır.- Bedir'de bazı mücahidlerin aldıkları ganimetleri peygamberin taksim etmesi için vermek istememesi şeklindeki görüşü ifade edilmektedir (bkz. Derveze, Muhammed İzzet, et-Tefsîrü'l-hadis, yy., 1963, VII, 25; Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, III, 503; Râzî, el-Tefsîrü'l-kebîr, XV, 152).

[265] Abdullah b. Büreyde'nin babasından yapmış olduğu şu rivayet bu hususu kıs­men teyit eder: "Rasûlullah bize hutbe okuyordu. Üzerlerinde kırmızı göm­lekler bulunan Hasan ve Hüseyin düşe kalka (mescide) geldiler. Rasûlullah (onları görünce) minberden indi ve o ikisini (kucağına alarak) minbere çıkar­dı. Sonra da şunları söyledi "Allah 'Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız bi­rer imtihan sebebidir'' mealindeki âyetinde doğruyu söylemiştir. Ben bun­ları gördüm de sabredemedim. Sonra hutbesine devam etti" (Ebû Dâvûd, Süleyman b. el-Eşas es-Sicistânî, Sünenü Ebî Dâvud, Salât. Hadis no: 1109, yy., ty.; İbn Mâce, Muhammed b. Yezîd, Sünenü İbn Mâce, (thk. Muham­med Fuâd Abdülbâkî). Libâs, 20, 1975., yy.,).

[266] Râzî, et-Tefsîru'l-kebîr, XV, l52; Reşid Rızâ, Tefsîrü'l-menâr, IX, 646; İbn Âşûr, Muhammed Tâhir, Tefsîrüt'tahrîr ve't-tenvîr, yy., ty., IX, 324.

[267] Râzî, et-Tefsiru’l-kebir, XV, 152; Reşîd Rızâ, Tefsîrü'l-menâr, IX, 645-646; İbn Âşûr. et-Tahrîr ve't-tenvîr, IX, 324.

Burada ele aldığımız ''Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız birer imti­han sebebidir." mealindeki âyette geçen fitneyi, "(mallarınız ve evlatlarınız sizi), meftun eder, günaha ve belâya sokabilir bir dert ve imtihandır." şeklin­de açıklayan Yazır, 'Binaenaleyh ne mal-ü evlâda ne de başka bir şeye mef­tun oîup da hıyanet tehlikesine düşmeyin, düşüp de o büyük ecirden mah­rum olmayın." sözleriyle de âyetin sunduğu mesajı ifade etmektedir (bkz. Hak Dini Kur'an Dili, IV, 2392).

[268] Afzalur Rahman, Sîret Ansiklopedisi, İstanbul 1996, II, 228.

[269] Kur'an Mesajı, 1, 327-328. Esed, sözünü ettiğimiz âyetteki fitne sözcüğünün bulunduğu anlam örgüsü içinde en iyi karşılığının "sınav ve ayartma" sözcük­lerinde bulunduğunu ifade etmektedir. (Kur'an Mesajı, 1, 327-328). Biz bu­rada da "ayartma" anlamının pek isabetli olmadığını düşünüyoruz. Zira bu iki sınav vâsıtası kişiyi günaha düşürebildiği gibi, bunlarla çok büyük manevi ka­zançlar da elde edilebilir. Zemahşerî, mal ve evladın, fitneye -yani günaha veya azaba- düşmeye yada Allah'ın emirlerini yerine getirme hususunda kul­larının nasıl davrandığını denemeye birer vesile olduklarından dolayı fitne di­ye isimlendirildiğini söylemektedir (el-Keşşâf, II, 154). Benzer bir yaklaşım için bkz. İbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvîr, IX, 325.

[270] Vahidî, Esbâbü'n-nüzûl, s. 166-167; Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 194; Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XVI, 83-84; Kurtubî, el-Cami'li ahkâmi'l-Kur'ân, VIII, 157; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, IV, 72.

[271] Zemahşerî, el-Keşşâf,  II, 194; Râzî. et-Tefsîrü’1-kebİr, XVI, 83-84; Beyzâvi, Envârü't-tenzîl, III, 136; Nesefî, Medârikikü’t-tenzîl, III, 136; Hâzin, Lübâbü't-te'vil, III, 136; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, IV, 72.

[272] Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 194; Râzî, et-Tefsîrü'l-kebir, XVI, 83-84; Beyzâvî, Envarü’t-tenzil, III, 136; Nesefî, Medârikut-tenzîl, III, 136; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selim, IV, 72.

[273] Müfredat, s. 624.

[274] Kur'an Mesajı, I, 363.

[275] Mevdûdî, Tefhimü'l-Kur'ân, II, 297.

[276] Esed, Kur'an Mesajı, 1, 388.

[277] Zemahşeri, el-Keşşâf, II, 222; İbnul-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, III, 353.

[278] Bkz. Hak Dini Kur'an Dili, IV, 2651.

Yazır, münafıkların karşı karşıya kaldıkları belâ ve musibetlerle ilgili olarak şunları söylemektedir: "Onlar, Allah'ın huzuruna günahkar olarak gitmenin dehşetini ve tövbeyi hatırlatacak çeşitli belâlara, hastalık, kıtlık gibi musibet­lere uğratılıyorlar, suikast hazırlamak, nifak çıkarmak sebebiyle rüsvay ol­mak, Rasûlullah cihada çıktıkça imansızlık yüzünden ona aykırı düşmek, can korkusuyla kıvranmak gibi sıkıntılara giriftar oluyorlardı." (Hak Dini Kur'an, Dili, IV, 2651).

[279] Râğıb el-İsfahânî. Müfredat, s. 624; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, III, 353; 'Iz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, 11, 59; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 403; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, IV, 113; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, IV, 52. (onbirinci cüz); Mevdûdî, Tefhîmü'l-Kur'ân, II, 297. Bazı müfessirler sözü edilen âyette fitne kelimesinin bir türevi olan yüftenûn kelimesine, "yalan­lıyorlar", '"inkar ediyorlar", "vermiş oldukları sözleri tutmuyorlar", "nifak çı­karıyorlar", "nifaklarının açıklanması ile rezil ediliyorlar" şeklinde anlam ver­mişlerdir (bkz. İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, III, 353). Ancak bize göre söz ko­nusu anlamların hiç birisi âyetin bağlamına uygun değildir.

[280] Zemahşerî, el-Keşşaf, II, 445; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, V, 39-40; İbn Mulakkîn, Tefsirü garîbi'l-Kur'ân, s. 220; Ebu's-Suud, bu âyette geçen fitneyi, "inkar ederek haktan sapma" şeklinde yorumlamaktadır (bkz. İrşâdü'l-akli's-selîm, V, 182).

Buradaki fitneye "fitne ve imtihan vesilesi" şeklinde anlam veren Yazır ise âyetin anlamının özetle şöyle olduğunu ifâde etmektedir: "İsrâ gecesi sa­na gerçekten bizim gösterdiğimiz o Miraç görüşü âyetlerimizden en büyük bir âyet olduğu halde, biz onu inat ederek âyet (mucize) istemekte olan o in­sanlar için sırf bir fitne ve imtihan vesilesi yaptık. Gösterilen olağanüstü alâ­metlere rağmen inanmadılar da inadına yalanladılar. Bundan dolayı Rabbi’nin bildiği gibi, bu imtihan ile de anlaşılır ki, hangi âyet gösterilse yalanlaya­caklardır" (Hak Dini Kur'an Dili, V, 3186. (sad.)

[281] Buhârî, Tefsir, 17/189.

[282] Zemahşerî, el-Keşşâf,  II, 445; İbn Mulakkîn, Tefsirü garibi'l-Kur'ân, s. 219; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, V, 3185; Esed, Kur'an Mesajı, II, 572. Âyette geçen "rü'yâ" ilgili geniş bilgi için bkz. İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, V, 39;  İbn Mulakkîn Tefsîrü garibi'l-Kur'ân, s. 220.

[283] Bkz. Buharı, Tefsir, 17/189.

[284] Bkz. İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, V, 40; İbn Mulakkîn, Tefsirü garîbi'l-Kur'ân, s. 220; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, V, 3186.

[285] İbn Mulakkîn, Tefsîrü garibi'l-Kur'ân, s. 220; Esed, Kur'an Mesajı, II, 572.

[286] Râğıb el-İsfahânî; Müfredat, s. 623; Zemahşeri, el-Kessâf, II, 537; 'Iz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 298; İbn Mulakkîn, Tefsirü garibi'l-Kur'an, s. 245; Yazir, Hak Dini Kur'an Dili, V, 3323; Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, V, 430.

[287] İbn Âşûr, et-Tahrir ve't-tenvîr, XVI, 220.

[288] Zemahşeri, el-Keşşâf, II, 537.

[289] İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, V, 199; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, XI, 198.

[290] ‘Iz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 298; İbn Mulakkîn, Tefsîrü garîbi'l-Kur'ân, s. 245; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, VI, 36.

[291] İbnül-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, V, 199; 'Iz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 298; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, VI, 16.

[292] Tâhâ: 20/39.

[293] Tâhâ: 20/40.

[294] Zemahşeri, el-Keşşâf, II, 537.

[295] Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 549; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, V, 215; Ebu's-su­ûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, VI, 34; Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, V, 443.

[296] Zemahşeri, el-Keşşâf, II, 549; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, V, 217; Ateş, Yü­ce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, V, 443.

Ebu's-suûd âyette yer alan fütintüm'e ''fitneye düşünüldünüz", ''saptırıldı­nız'" şeklinde iki muhtemel anlam vermiştir (İrşâdü'l-akli's-selim, VI, 36). Yazır da söz konusu kelimeye "fitneye tutuldunuz" şeklinde anlam vermiştir (bkz. Hak Dini Kur'an Dili, V, 3331) ki bu anlamların her biri, hem fitne­nin anlamlarına ve hem de âyetin bağlamına uygundur.

[297] Tâhâ: 20/131.

[298] Zemahşeri, el-Keşşâf, II, 560; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, V, 231; İbn Kesir, Tefsîrü'l-Kur'ân, III, 171; Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, V, 443.

'Iz b. Abdüsselâm, âyette fitnenin türevi olarak geçen lineftinehüme "kendilerine azap etmek için" anlamını vermektedir bkz. Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 317).

[299] Enfâl: 8/28; Teğâbün: 64/15.

[300] Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 560.

[301] Râgıb e-İsfahânî, Müfredat, s. 623; İbnü’1-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, V, 243; Râ­zî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XXII, 169; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, III, 178; Mevdûdî, Tefhîmü'l-Kur'ân, III, 307; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, V, 3356; İbn Âşûr, et-Tahrir ve't-tenvîr, XVII, 62; Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, V, 504.

[302] Zemahşerî, el-Keşsâf, II, 572; Râzî, et-Tefsirü'l-kebir, XXII, 169; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, V, 3356.

[303] “Tehdit olunulan şeyin gecikmesi" ile neyin kastedildiği hususunda müfessir­ler şu farklı açıklamalarda bulunmuşlardır: 1- Kıyamet günü, 2- Azap, 3- Dünyevî azap, 4- Müslümanların kafirlere üstün geleceklerine dair va'd olun­dukları zafer (bkz. İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, V, 275; Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XII, 232; Merâğî, Tefsîrü'l- Merâğî, VI, 81 onyedinci cüz).

[304] Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 586; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, V, 275; Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XII, 232; 'İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, III, 341; Nesefî, Medârikü't-tenzil, IV, 285; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, VI, 89; Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, V, 530.

Buradaki fitneye "imtihan" anlamı veren Mevdûdî, bu anlamı vermesinin gerekçesini ise şöyle açıklamaktadır: "Azabın gecikmesi onları (müşrikleri) şöyle düşünmeye sevkediyordu: Peygamberin söyledikleri hep yanlış, eğer o, gerçekten Allah'ın peygamberi olsaydı, küfrümüz nedeniyle çoktan cezalan­dırılmış olurduk. Onlar bu sürenin Allah tarafından kendilerine durumlarını düzeltmeleri için verildiğinin farkında değiller" (Tefhîmü'l-Kur'ân, III, 338).

[305] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebir, XII, 232; Kurtubî, el-Cami'li ahkami'l-Kur'ân, XI, 350; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, IV, 285; Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, IV, 285; Merâğî, Tefsîrü'l- Merâğî, VI, 81.

[306] Bkz. 'İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 341.

[307] Bkz. Hak Dini Kuran Dili, V, 3377.

[308] Benzer yaklaşımlar için bkz.: Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, IV, 285; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, VI, 81. (onyedinci cüz).

[309] Peygamberler gönderildikleri toplumun doğru yolda olmalarını arzu ederler. "Peygamberlerin temennisi” ile ilgili farklı bir yaklaşım için bkz. Hak Dini Kur'an Dili, V, 3414.

[310] Şeytanlar peygamberlerin vahyi tebliğinden sonra, özellikle peygamberlerin kişisel nüfuz peşinde oldukları şeklinde veya onların mesajlarının doğru ol­madığına yönelik olarak insanlara vesvese verirler (bkz. Merâğî, Tefsîrul-Merâği, VI, 128. Onyedinci cüz; Esed,. Kur'an Mesajı, II, 681). Bu konuda farklı bir yaklaşım için bkz. Hak Dini Kur'an Dili, V, 3414.

[311] Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 19; Râzî, et-Tefsîrü’l-kebir; 16/345; 'İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 362; Bilmen Ömer Nasûhi, Kur'an-ı Kerîm'in Türkçe Meali Âlisi ve Tefsiri, İstanbul 1964, V, 2239; Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, VI, 42.

[312] Hak Dini Kur'an Dili, V, 3416. Ayrıca bkz. 'İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 362.

[313] Furkân: 25/20.

[314] Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 87; Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, IV, 432; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, IV, 432; Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, IV, 432; ÂIûsî, Ebü'1-Fazl Şihabüddin Mahmud, Rûhu'l-meânî fi tefsirl'1-Kur'âni'l-azim ve's-seb'i'l mesânî, Beyrut 1985, XVIII, 254.

[315] Furkân: 25/7-8.

[316] Zemahşeri, el-Keşşâf, III, 87; Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, IV, 432; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, IV, 432; Hâzin, Lübabü't-te'vîl, IV, 432; Âlûsî, Rûhu'l-me­ânî, XVIII, 254; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, VI, 161.

[317] Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 87; İbn Kayyim el-Cevziyye, İğâsetü'l-lehefân, II, 581. Âlûsî, Rûhu'l-meânî, XVIII, 255.

[318] Benzeri bir yorum için bkz. Fîrûzâbâdî, Tenvîrü'l-mikbâs, IV, 433.

[319] İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, VI, 9; İbn Kayyim el-Cevziyye, İğâsetü'l-lehefân, III, 581.

[320] Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 87.

[321] İbn Kayyim el-Cevziyye, İğâsetü'l-lefefân, II, 581.

[322] İbn Kuteybe, Tefsîrü garibi'l-Kur'ân, s. 312; İbn Kayyim el-Cevziyye, İğâsetü'l-lefehân, II, 581.

[323] İbn Kayyim el-Cevziyye, İğâsetü'l-lehefân, II, 581; Âlûsî, Rûhu'l-meânî, XVIII, 254.

[324] Zemahşerî, el-Keşşaf, III, 87; İbn Kayyim el-Cevziyye, İğâsetü'l-lehefân, II, 581.

[325] İbn Kayyim el-Cevziyye, İğâsetü'l-lehefân, II, 581; Âlûsî, Rûhu'l-meânî, XVIII, 254; Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, VI, 252.

[326] İbn Kayyim el-Cevziyye, İğasetü'l-lehefân, II, 583; Mevdûdî, Tefhîmü'l-Kur'ân, III, 582.

[327] Hâzin, Lübûbü't-te'vîl, IV, 432.

[328] Ayrıca geniş açıklama için bkz. Âlûsî, Rûhu'l-meânî, XVffl,255.

[329] Nemi: 27/46.

[330] Neml: 27/47.

[331] Neml: 27/47.

[332] İbn Kuteybe, Tefsîrü garibi'l-Kur'ân, s. 326; Taberî, Câmi'u'l-beyân, XIX, 108; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmil-Kur'ân, XIII, 214; Beyzâvî, Envarü't-tenzil, IV, 528; Hâzin, Lübâbü't-te'vil, IV, 528; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, IV, 528; Fîrûzâbâdî, Tenvîrü'l-mikbâs, IV, 528; Merâğî, Tefsirü'l-Merağî, VII, 147; Mevdûdî, Tefhimü'l-Kur'ân, IV, 123; Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağ­daş Tefsin, VI, 375.

[333] Râzî, et-Tefsirü'1-kebîr, XXIV, 201; İbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvîr, IX, 281.

[334] Kurtubî, el-Cami’li ahkâmi'l-Kur'ân, XIII, 214.

[335] Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 151; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selim, VI, 290; Âlûsî, Rûhi'l-meânî, XX, 212.

[336] 'İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 470.

[337] Taberî, Cami’u’l-beyan, XIX, 108; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâği, VII, 147.

[338] Taberî, Câmi’u’l-beyan, XIX, 108; Mevdûdî, Tefhimü'l-Kur'ân, IV, 123.

[339] Râzî, et-Tefshü'l-kebîr, XXIV, 201; İbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvîr, IX, 281.

[340] Yâsîn: 36/19.

[341] Râğıb el-İsfahânî, Müfredat, s. 624; Zemahşerî, el-Kesşâf, III, 195; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, VI, 120; Râzî, et-Tefsîrü'l-kebir, XXV, 27-28; 'İz b. Ab­düsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 505; Suyûtî, Mu'taraku'l-akrân, III, 135; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, V, 3763; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, VII, 112 (yir­minci cüz); Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, VI, 497.

[342] İbn Kayyim el-Cevziyye. İğasetü'l-lehefân. II, 582.

[343] Söz konusu âyetlerin sebeb-i nüzûlü hakkında şu görüşler bulunmaktadır: 1- Mekke'de işkence gören Ammâr b. Yâsir, Ayyaş b. Ebî Rebîa, Velid b. Velid ve Seleme b.Hişam hakkında nazil olmuştur. 2- Hicret ettiklerinde peşlerine kafirlerin takıldığı, vuruşma neticesinde bir kısmının şehid düşüp, bir kısmı­nın kurtulduğu Mekkeli bazı Müslüman gruplar hakkında nazil olmuştur. 3. Bedir günü ilk şehid olan Mihca' b. Abdullah hakkında nazil olmuştur (bkz. Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr XXV, 27-28).

[344] Razî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XXVI, 142; Ebus-suûd, İrşadü'l-akli's-selîm, VII, 194; Merâğî, Tefsirü'l- Merâğî, VIII, 62-63 (yirmi üçüncü cüz); Esed, Kur'an Mesajı, II, 805.

[345] Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 342; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VI, 4055; Esed, Kur'an Mesajı, II, 913.

[346] Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selim, VII, 194; İbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvîr, XXIII, 123.

[347] İbn Kayyim el-Cevziyye, İğâsetü'l-tehefân, II, 583.

Zemahşerî'ye göre de buradaki fitneye, azap (âhirette) anlamı verilebile­ceği gibi (dünyada) imtihan, anlamı da verilebilir (el-Keşşâf, III, 342). Yazır da benzeri bir yaklaşımla sözünü ettiğimiz kelimeye, 'dünyada meftun ve mübtelâ, âhirette mihnet ve azap' anlamı verir (Hak Dini Kur'an Dili, VI, 4055).

[348] Sâd sûresi 24. âyetinde geçen fetennânın 'imtihan ve sınama' anlamında kullanıldığına dair bkz. Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 342; Ebu's-suûd, İrşâdül-akli's-selîm, VII, 221; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr,VI, 331; ‘iz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, III, 78; Merâğî, Tefsîrü'l-Merağî,VIII, 109 (yirmi üçüncü cüz).

Sâd sûresi 34. âyetinde geçen fetennânın 'imtihan ve sınama' anlamın­da kullanıldığına dair bkz. İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, VI, 336; 'İz b. Abdüs­selâm, Tefsirü'l-Kur'ân, III, 81; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, VII, 371; Merâğî, Tefsirü'l- Merâğî, VIII, 120 (yirmi üçüncü cüz); İbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvir, XXIII, 239.

Yazır, Sad sûresi 34. âyette geçen fetennâyı "biz kendisini sırf bir fitne­ye düşürdük, şevki ilahî ile mülkünde bir ihtilal oluyor, kendine beğy ile bir baskın yaptılar zannetti, yahut sezmişti ki kendisine mücerred bir imtihan yaptık" şeklinde, aynı sûrenin 34. âyetinde geçen fetennayı da "Celalim hakkı için Süleymanı bir de fitneye düşürdük" şeklinde açıklar (bkz. Hak Di­ni Kur'an Dili, VI, 4092).

[349] Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 402; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, VII, 21; 'İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, III, 102; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, XV, 266; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, VIII, 18 (yirmi dördüncü cüz); İbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvir, XXIV, 36.

[350] Bkz. İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, VII, 248; Kurtubî, el-Câmi’li ahkâmi'l-Kur'ân, XVII, 140; Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, VI, 127; Nesefî, Medârikü't-tenzil,VI, 127; Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, VI, 127; İbn Mulakkîn, Tefsîrü garîbi'l-Kur'ân, s. 427; Fîrûzâbâdî, Tenvîrü'l-mikbâs, VI, 127; Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, IX, 159.

[351] Mevdûdî, Tefhîmü'l-Kur'ân, VI, 53. İlgili âyetler için bkz. Kamer, 54/24-25. Mekkeli müşriklerin de benzer düşünceleri için bkz. Furkân: 25/7-8.

[352] Şuarâ: 26/154.

[353] A'râf: 7/73; Hûd: 11/64; İsrâ: 17/59; Şuarâ: 26/155; Kamer: 54/27; Şems: 91/13.

[354] Zemahşerî, Keşşaf, III, 502; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesir, VII, 114-115; İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, III, 102; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, XV, 266; İbn Kesir, Tefsîrü'l-Kur'ân, IV, 141; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, VIII, 60; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, IX, 125-126 (yirmi beşinci cüz); İbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvîr, XXIV, 36.

Bazı müfessirler de kendilerine mühlet verilmesi ve bol rızık sebebiyle fit­neye düşürüldüklerini belirtmektedirler (bkz.Ebu's-Suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, VIII, 61).

[355] Râğıb el-İsfahânî, Müfredat, s. 624; Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, VI, 282; Ne­sefî, Medârikü't-tenzîl, VI, 282; Hâzin, Lubâbü't-te'vîl, VI, 282; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, IV, 376; Fîrûzâbâdî, Tenvuîrü'l-mikbas, VI, 282; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, VIII, 259; Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, XI, 474; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VIII, 5435.

[356] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XXX, 27.

[357] Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, X, 130 (yirmi sekizinci cüz).

[358] Nesefî, Medârikü't-tenzîl, VI, 376; İbn Kesir, Tefsîrü'l-Kur'ân, IV, 431; İbn Mulakkîn, Tefsîrü garibi'l-Kur'ân, s. 502; Fîrûzâbâdî, Tenvîrü'l-mikbâs, VI, 376; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VIII, 5407; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, X, 101 (yirmi dokuzuncu cüz); İbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvîr, XXIX, 236; Esed, Kur'an Mesajı, III, 1198; Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, X, 104.

[359] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VIII, 5407; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, X, 101 (yirmi dokuzuncu cüz)

[360] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VIII, 5407; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, X, 101 (yirmi dokuzuncu cüz)

[361] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XXX, 204-205; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, XVIX, 81; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, VI, 401; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, IV, 444; İbn Mulakkîn, Tefsirü garibi'l-Kur'ân, s. 508; Fîrûzâbâdî, Tenvîrü'l-mikbâs, VI, 401; Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, X, 153. Bir kısım müfessirler buradaki fitneye, sapma (dalâlet), anlamı vermiş­lerdir (İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesir, VIII, 126; Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, VI, 401). İbn Mulakkîn (804/1401) de söz konusu anlamı, muhtemel bir anlam olarak zikreder (Tefsîrü garibi'l-Kur'ân, s. 508).

[362] İbn Kayyim el-Cevziyye, bu sayının zikredilmesinin hem dünya ve hem de âhiret hayatında kafirler için fitne olduğunu ifade eder. Ona göre bu sayı, kafirlerin dünyada âhirette de azap görmelerine sebep olduğundan dolayı fit­ne olarak nitelenmektedir (İğâsetü'l-lehefân, II, 583).

[363] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 46-75.

[364] Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, I, 251.

[365] Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, IV, 3335.

[366] Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, II, 1439.

[367] Bakara: 2/191.

[368] Bakara: 2/190.

[369] el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, II, 347.

[370] Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, II, 347

[371] Geniş bilgi İçin bkz. İbn İshâk, Sîretü İbn İshâk, Kitâbül Mübtede' ve'l-meb'as ve'l-meğâzi (thk. Muhammed Hamidullah,) Konya 1981, s. 169-173; Râzî, et-Tefsirü’l-kebir, XX, 130-135; Reşîd Rızâ, Tefsîrü'l-menâr, II, 316. Hamidullah, Muhammed, İslam Peygamberi (trc.Salih Tuğ), İstanbul 1980, 1, 184. Mekke döneminde müslümanların toplum dışı bırakılmalarına (tecrid) dair bilgi için bkz. Hamidullah, İslam Peygamberi, 1, 122-123.

[372] Habeşistan hicretlerinin sebebleri ile ilgili geniş bilgi için bkz. İbn İshâk, Sîretü İbn İshak, s. 194-213.

[373] Nisa: 4/98.

[374] Vahidî, Ebu'l-Hasan Ali b. Ahmed, Esbâbü'n-nüzûl, Kahire 1968, s. 208; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, II, 347.

Savaşa izin veren âyetlerden birisi, "Size karşı savaş açanlara, siz de Al­lah yolunda savaş açın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırıları sev­mez." mealindeki Bakara sûresinin 190. âyeti, diğeri ise "Kendilerine savaş açılan müslümanlara, zulme uğramaları sebebiyle cihad için izin verildi. Şüphe yok ki Allah 'ın onlara yardım etmeğe gücü yeter." mealindeki Hac sûresinin 39. âyetidir. Buradaki âyetlerde savaşın gerekçesinin müminlerin zulme maruz kalmaları olduğu açıkça ifade edilmiştir.

[375] Bakara: 2/191.

[376] Esed, "onları karşılaştığınız yerde öldürün" buyruğunun, yalnızca, "savaş açanların" saldırganlar ve zâlimler şeklinde anlaşılması halinde o anda de­vam etmekte olan düşmanlıklar bağlamında geçerli olduğunu zikretmektedir (bkz. Kur'an Mesajı, I, 55).

[377] Mücâhid (104/722), el-fitnetü eşeddü mine'i-katl âyetini müfessirlerin ge­nelinden farklı olarak şöyle açıklamaktadır: "Fitne, mümin için öldürülmek­ten daha kötü bir durumdur. Diğer bir ifade ile öldürülmek mümin için fitne­ye düşmekten daha hafiftir" (bkz. Kurtubî, el-Câmi’li ahkâmi'l-Kur'ân, II, 347).

[378] Merâğî, Tefsîrü'l- Merâğî, 1, 89 (ikinci cüz).

Zemahşerî Bakara sûresi 191. âyette geçen "fitne adam öldürmekten daha beterdir" ifadesini açıklarken şöyle der: "İnsanı ızdırap duyacağı bir be­lâ ve sıkıntıya düşürmek, onun için öldürmekten daha beterdir." O yaptığı bu açıklamasına 'kişinin ülkesinden sürülmesi'ni örnek olarak verir (el-Keşşâf, I, 342). Beyzâvî de söz konusu âyeti Zemahşerî gibi yorumlar (Envarü't-tenzîl, 1, 277).

[379] Kur'an Mesajı, 1, 55.

[380] Tefhimü'l-Kur'ân, 1, 153.

[381] Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, 1, 335.

[382] Hak Dini Kur'an Dili, II, 695-696. (sad.)

[383] Tefsîrü'l-menâr, II, 209.

[384] Hak Dini Kur'an Dili, II, 695. (sad.)

[385] Halil b. Ahmed, Kitâbü'l-'Ayn, VIII, 127; Feyyûmî, e1-Misbâhu'l-münîr, s. 175; Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.

[386] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, V, 132.

[387] Bakara: 2/193.

[388] Buhârî, Tefsîr, sûre 2/30.

[389] Hucurât: 49/9.

[390] Buharı, Tefsîr, sûre 2/30.

[391] Bkz. İbn Kesîr, Tefsirü'l-Kur'ân, II, 308.

[392] Reşîd Rızâ, Tefsirü'l-menâr, II, 211.

[393] Kur'an Mesajı, 1, 56.

[394] Tefsîrü'l-menâr, II, 211

[395] Bakara sûresi 191. ve 193. âyetlerindeki fitnenin "şirk" anlamındaki yoru­mu için bkz. İbn Kuteybe, Tefsîrü garibi'l-Kur'ân, s. 76-77; Dâmeğânî, Kâmûsu'l-Kur'ân, s. 77; İbnü'l-Cevzî, Zadü'l-mesîr, I, 180-182; Nesefî, Medârikü't-tenzil, I, 277; Hâzin, Lübâbü't-te'vil, 1, 277; İbn Kesîr, Tefsîrül-Kur'ân, 1, 227; Fîrûzâbâdî, Tenvîrü'l-mikbâs, 1, 277; Suyûtî, Mu'taraku'l-akrûn, III, 135.

[396] Ebû 'Ubeyde, Ma'mer b. el-Müsennâ, Mecâzü'l-Kur'ân (thk. Muhammed Fuad Sezgin), yy., 1970, s. 68; 'İz b. Abdüsselâm, Tefsirü'l-Kur'ân, 1, 196; el-Cami’li ahkâmi'l-Kur'ân, II, 353-354.

Ebu 'Ubeyde, dininde fitneye uğramış (racülün meftunun fx dînihi) ifadesinin kâfir için de kullanıldığını belirtmektedir (Mecâzü'l-Kur'ân s. 68).

[397] Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'an, II, 354.

[398] Kurtubî. el-Câmi’li ahkami'l-Kur'ân, II, 354.

[399] Bakara sûresi 191 ve 193. âyetlerinde geçen fitneyi "şirk" olarak yorumla­yan Hâzin, buna gerekçe olarak şunları söyler: "Allah'a ortak koşmak, fitne diye isimlendirildi. Çünkü şirk de yeryüzünde zulme sebebiyet veren bir fe­sattır" (Lübâbü't-te'vîl, I, 277). Bakara sûresi 191.deki fitnenin ittifakla "küfür" anlamında olduğunu söyleyen 'İz b. Abdüsselâm (660/1262) ise bu­na, şu gerekçeyi gösterir: "Küfür de, fitne gibi kişiyi helake götürür" (Tefsîrü'-Kur'ân, 1, 196)

[400] Kurtubî, el-Câmi' li ahkâmi'l-Kur'ân, II, 353-354.

[401] Kurtubî,  el-Câmi’li ahkâmi'l-Kur'ân, II, 354.

[402] Örnek olarak bkz. Bakara: 2/256; Mümtehine: 60/7-8.

[403] Nesefî, Medârikü't-tenzîl, 1, 320; İbn Kesir, Tefsîrü'l-Kur'ân, 1, 254; Merağî, Tefsîrü'l- Merâğî, 1, 135 (ikinci cüz).

[404] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, VI, 34. Aynı ifadeler için ayrıca bkz. Reşîd Rızâ, tefsirü'l-menâr, III, 316.

[405] el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, III, 46.

[406] Râzî, et-Tefsirü'l-kebîr, VI, 29-30; Kurtubî, el-Cami'li ahkâmi'l-Kur'ân, III, 46; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, 1, 252-255.

[407] İbnül-Cevzî, Zadü'l-mesîr, l, 215; Hâzin, Lübâbü't-te'vil, 1, 277; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, 1, 227; Firûzâbâdî, Tenvirü'l-mikbâs, 1, 277.

[408] Râzî, et-Tefsirü'l-kebîr, VI, 34; Kurtubî, el-Cami'li ahkâmi'l-Kur'ân, III, 46.

[409] Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, III, 46.

[410]  et-Tefsîrü'1-kebîr, VI, 34

[411] Nisa: 4/101.

[412] Ebu's-suûd, İrşâdül-akli's-selim, II, 225; Reşîd Rızâ, Tefsîrü'l-menâr, V, 364; Esed; Kur'ân Mesajı, I, 162.

[413] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, II, 1442.

[414] Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, II, 355.

[415] Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, III, 151; Fîrûzâbâdî, Tenvîrü'l-mikbâs, III, 151; Suyûtî, Mu'taraku'l-akrân, III, 135.

[416] Nesefî, Medârikü't-tenzîl, II, 151.

[417] Reşîd Rızâ, Tefsîrü’l-menâr, IX, 666; Merâğî, Tefsîrü'l- Merâğî, III, 206. (sekizinci  cüz).

[418] İbn Kuteybe, Tefsîrü garibi'l-Kur'ân, s. 77; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 309; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selim, IV, 21.

[419] Kurtubî, el-Câmi'li-ahkâmi’l-Kur'ân, VII, 404.

[420] Esed, Kur'an Mesajı, 1, 411.

[421] Yûnus: 10/83.

[422] İbnül-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, IV, 46; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, IV, 146 (onbirinci cüz).

[423] Esed, Kur'an Mesajı, I, 411.

[424] Râgıb el-İsfahânî, Müfredat, s. 624.

[425] İbn Kuteybe, Tefsîrü garîbi'l-Kur'ân, s. 198; Râgıb el-İsfahânî, Müfredat, s. 624; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, V, 46; `İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 74.

[426] İbn Kuteybe, Tefsîrü garîbi'l-Kur'ân, s. 198; Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 222; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, IV, 46; Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, III, 278; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, III, 278; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, IV, 171.

[427] Hâzin, Lübâbü't-tevîl, III, 277; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 429.

[428] Râzî, et-Tefsîrü'1-kebîr, XVII, 144; Kurtubî, el-Câmi’li ahkâmi'l-Kur'an, VI- II, 370.

[429] İbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvîr, XI, 260.

[430] Örnek olarak bkz. A'râf: 7/123-124; Şu'arâ: 26/49.

[431] Yûnus: 10/85.

[432] Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 249; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, IV, 47; 'İz  b. Ab­düsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 74; Merâğî, Tefsîrü'l- Merâğî, IV, 146 (onbirinci cüz).

[433] Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 249; Râzî, et-Tefsîrü'1-kebîr, XVII, 144; 'İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 74; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, VI-II, 370; Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, III, 278; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, III, 278; Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, III, 278; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 429; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, IV, 171; İbn Kayyim el-Cevziyye, Iğâsetü'l-lehefân, II, 583; Merâğî, Tefsîrü'l- Merâğî, IV, 146 (onbirinci cüz).

İbnü'l-Cevzî'nin âyette geçen lâ tecainâ fitneten kısmı ile ilgili zikretti­ği yorumlardan birisi şöyledir: Ey Rabbimiz Firavun kavminin elleriyle ve ta­rafından azap ederek bizi helak etme. Zira o zaman Firavun'un kavmi şöyle der: Onlar hak üzere olsalardı azap olunmaz ve kendilerine musallat olun­mazdı (Zâdü'l-mesîr, IV, 47).

Bazı müfessirler buradaki "fitne"yi,  "ibret" anlamında yorumlamaktadır (bkz.Suyûtî, Mu'taraku'l-akrân, III, 135).

[434] Nahl: 16/110.

[435] Zemahşerî, el-Keşşaf, II, 430; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, IV, 364; Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, III, 646; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, III, 646; Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, III, 646; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, V, 144; İbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvîr, XIV, 298.

[436] İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, IV, 364; Nesefî, Medarikü't-tenzil, III, 278; Hâ­zin, Lübâbü't-te'vîl, III, 278.

[437] Esed, söz konusu kelimeye "kötülüğün ayartısı" şeklinde bir anlam vermiş ve bunu da kendine göre izah etmişse de ona katılma imkanı görülmemektedir (bkz.Kur'an Mesajı, II, 552).

[438] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, V. 131,  XXV, 38.

Kurtubî, Ankebût sûresi 10. âyetin münafıklar hakkında nazil olduğunu belirtir (bkz. el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, XIII, 329).

[439] Ankebût: 29/10.

[440] Bkz. Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XXV, 38; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, XIII, 329; Ebu's-suûd, İrşâdü'i-akli's-selîm, VII, 32; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, VII, 119. (yirminci cüz); Esed, Kur'an Mesajı, II, 915.

[441] Zemahşerî, el-Kessâf, II, 249; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, III, 405.

[442] İbnül-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, VI, 122.

[443] İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, VI, 123.

[444] Râzî, et-Tefsirü'1-kebîr, V, 35; XXV, 38.

[445] Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 249.

[446] Râzî, et-Tefsirü'1-kebîr, XXV, 32; Mevdûdî, Tefhîmü'l-Kur'an, IV, 230.

[447] Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, VI, 241.

Beyzâvî söz konusu âyetin Lâ tecalnâ fitnetenli'l-lezîne keferû kısmını şöyle yorumlamıştır: "O kâfirleri bize musallat etme ki, onlar bize tahammül edemeyeceğimiz işkenceyi yaparlar" (Envârü't-tenzîl, VI, 241).

[448] Buhârî, Tefsîr, 60. sûre.

[449] Fîrûzâbâdî, Tenvîrü'l-mikbâs, VI, 241.

[450] Mevdûdî, Tefhîmü'l-Kur'ân, VI, 243.

[451] Bkz. Hak Dini Kur'an Dili, VII, 4902 (sad).

[452] Burûc: 85/10.

[453] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebir, V, 1, 31, VI, 35; Beyzâvî, Envârü't-tenzil, VI, 486; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, VI, 486.

[454] Zemahşerî, el-Keşşâf, IV, 238; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesir, VIII, 220; Kurtubî, el-Cami'li ahkâmi'l-Kur'ân, IXX, 294; İbn Kesîr, Tefsirü'l-Kur'ân, IV, 497; Fîrûzâbâdî, Besâir, IV, 166-69.

[455] Halil b. Ahmed, Kitâbü’l-Ayn, VIII, 127; İbn Abbâd, el-Muhit, IX, 445; İbn Fâris, Mu'cemü mekâyîsi'l-lüğa, IV, 473; Cevherî, es-Sıhâh, VI, 2176; Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 425: Lane, Lexicon, VI, 2334; Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.

[456] Burûc: 85/4-9.

[457] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XXXI, 131.

[458] İbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvir, XXX, 245.

[459] et-Tefsirü'l-kebîr, XXXI, 131.

[460] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 75-96.

[461] Örneklerinle Türkçe Sözlük, MEB, IV, 2399.

[462] Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, IV, 2399.

[463] Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, 1, 192.

[464] Enam: 6/22.

[465] En'âm: 6/23.

[466] Zemahşeri, el-Keşşâf, II, 11; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'1-Kur'an, VI, 401; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 127.

[467] bkz. Zemahşeri, el-Keşşaf, II, 11; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, III, 14.

[468] bkz. İbn Kuteybe, Abdullah b. Müslim, Te'vîlü  müşkili'l-Kur'ân (thk. Seyyid Ahmed Sakr), Beyrut 1981, s. 472; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'an, VI, 401.

[469] İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 127; es-Semîn, eş-Şeyh Ahmed b. Yusuf, 'Umdetü'l-huffaz fî tefsiri eşrefi'l-elfâz (thk. Muhammed et-Tancî) Beyrut 1993, III, 238.

[470] İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, III, 14;   `İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, I, 432; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 127; Fîrûzâbâdî, Besâir, IV, 168; Suyûtî, Mu'taraku'l-akrân, III, 135, el-İtkân, 1, 187.

[471] bkz. İbn Kuteybe, Tefsirü garîbi'l-Kur'ân, s. 152; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 127.

[472] bkz. Ebû 'Ubeyde, Mecâzü'l-Kur'ân, s. 188; Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 1.

[473] Zemahşerî. el-Keşşâf, II, 1.

[474] Âyetteki fitneye verilen diğer farklı anlamlar için bkz. İbn Kuteybe, Te'fsîrü garîbi'l-Kur'an, s. 152; İbnü'l-Cevzî, Zâdü’l-mesir, III,14; `İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur’ân, 1, 432.

[475] Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 11; 'İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, 1, 432.

[476] Ebû 'Ubeyde, Mecâzü'l-Kur'ân, s. 261;Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 194; `İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 24; Kurtubî, el-Câmi’li ahkâmi'l-Kur'ân, VIII, 159; Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, III, 136; Nesefi, Medârikü't-tenzil, III, 136; Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, III, 136; Fîrûzâbâdî, Tenvîrü'l-mikbâs, III, 136; Suyûtî, Mu'taraku'l-akrân, III, 135; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selim, IV, 72; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâği, VI, 133-134 (onuncu cüz).

[477] Reşîd Rızâ, Tefsîrü'l-menâr, X, 477; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâği VI, 133-134 (onuncu cüz).

[478] Ebu's-suûd, İrşûdü'l-akli's-selim, IV, 72.

[479] Müfredat, s. 623, 624.

[480] et-Tahrîr ve't-tenvîr, X, 221.

[481] et-Tefsîrü'l-kebîr, XVI, 84.

[482] Benzer yaklaşımlar için bkz. îbn Âşûr, et-Tahrir ve't-tenvîr, X, 221.

[483] Mu'taraku'l-akrân, III, 135.

[484] Râzî, et-Tefsîrü'1-kebîr, XXIV, 201; îbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvîr, IX, 281.

[485] Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 151; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, VI, 290; Âlûsî, Rûhu'l-meânî, XX, 212.

[486] `İz b. Abdüsselâm, Tefsirü'l-Kur'ân, II, 470.

[487] Neml: 27/47.

[488] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XXIV, 201; İbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvîr, IX, 281.

[489] Hadîd: 57/14.

[490] Söz konusu âyetin meali şöyledir: "Münafık erkeklerle münafık kadınla­rın, iman edenlere, 'Bize bakın ki sizin ışığınızdan biz de aydınlanalım' diyecekleri gün kendilerine, 'Arkanıza (dünyaya) dönün de bir ışık ara­yın' denilecektir. Derken aralarına kapısı olan bir sur çekilir. Bunun iç tarafında rahmet, onlar (münafıklar) tarafındaki dış cihetinde ise azap vardır" (Hadîd: 57/13).

[491] İbn Mulakkîn, Tefsirü garîbi'l-Kur'ân, s. 449.

[492] `İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, III, 286.

[493] `İz b. Abdüssetâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, III, 286; Hâzin, Lübâbü't-te'vil, VI, 179.

[494]  el-Câmi’li ahkâmi'l-Kur'ân, XVII, 247. Ayrıca bkz. Râzî, et-Tefsirü'l-ke­bîr, VII, 173; XXIX, 226; Beğavî, Meâlimü't-tenzîl, VII, 34.

[495] Lübâbü't-te'vîl, VI, 179; et-Tahrîr ve't-tenvir, XXVII, 385-386.

[496] Kurtubî, el-Cami'li ahkâmi'l-Kur'ân, XVII, 247; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, VI, 179; Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, VI, 179; Fîrûzâbâdî, Tenvîrü'l-mikbâs, VI, 179; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, IX, 171 (yirmiyedinci cüz). Ayrıca bkz. İbn Kuteybe, Te'vîlü müşkili'l-Kur'ân, s. 473.

[497] bkz. Zemahşerî, el-Keşşâf, IV, 63; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, VIII, 208; Âlûsî, Rûhu'l-meânî, XXVII, 177; Yazır, Hak Dini Kuran Dili, VII, 4742.

[498] Müfredat, s. 624.

[499] Çantay, Hasan Basri, Kur'ân-ı Hakim ve Meali Kerîm, İstanbul 1981, III, 1009; Altuntaş, Halil; Şahin, Muzaffer; Kur'an-ı Kerim Meali,  Ankara 2001,  s. 538.

[500] Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, IX, 265.

[501] Kermî, el-Hâdî İlâ lügati'l-'arab, III, 374.

[502] İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, VIII, 66; 'İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, III, 346; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, IV, 403.

[503] Bkz.Taberi Câmi'u'l-beyân, XXIX, 14; Damâğânî, Kamusu'1-Kur'ân, s. 349; İbnü"l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, VIII, 66; 'İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, III, 346.

[504] Ebû 'Ubeyde, Mecâzü'l-Kur'ân, s. 86; İbn Kuteybe, Tefsirü garîbi'l-Kur'an, s. 101; İbnü'l-Cevzî, Nüzhetü'l-a'yün, s. 478; 'İz b. Abdüsselâm, Tefsirü'l-Kur'ân, I, 362; Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, I, 252.

[505] Taberî, Cami'u'l-beyân, III, 120; Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, I, 460.

[506] Taberî, Câmi’u'l-beyân, III, 121; Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 413; Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, I, 460; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, I, 460; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, I, 245; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, II, 8; Âlûsî, Rûhu'l-meânî, III, 82; Şevkânî, Fethü'l-kadîr, 1, 393.

Buradaki fitnenin farklı yorumları için bkz. Râzî, et-Tefsirü'l-kebîr, VII, 175.

[507] Hak Dini Kur'an Dili, II, 1040 (sad.).

[508] Taberî, Cami'u'l-beyân, III, 107; Râzî, et-Tefsîrü'l-kebir, VII, 173.

[509] Âl-i İmrân: 3/45; Nisa: 4/171.

[510] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, VII, 173.

[511] Taberî, Cami’u’l-beyan, III, 121; Râzî, et-Tefsirü'l-kebîr, VII, 173.

[512] Nüzul sebepleri ile ilgili zikredilen bu rivayetlerin bir değerlendirilmesiyle ilgi­li olarak bkz. Şimşek, Sait, Kur'an'da İki Mesele, Konya 1987, s. 23-30.

[513] Taberî, Cami'u'l-beyan, III, 121.

[514] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, VII, 174; Suyûtî, el-İtkân, I, 39.

[515] Râzî, etTefsîrü’l-kebîr,VII, 174.

[516] Taberî, Câmi'u'l-beyân, III, 121.

[517] Câmi'u'l-beyân, III, 121.

[518] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr; VII, 174.

[519] Bir kısım müfessirlere göre âyetin nüzulüne sebep olan olay kısaca şöyledir: Yahudi toplumu içinde meydana gelen bir zina üzerine onlardan bazıları Muhammed'e gidilmesini, recm cezasının dışında bir ceza vermesi durumunda verilen hükmün kabul edilmesini, aksi halde kabul edilmemesini söylerler. Hz. Peygamber de Tevrat'ın bu konudaki hükmünün recm cezası olduğunu onların önde gelen alimlerinden İbn Sûriyâ'ya itiraf ettirir ve söz konusu ce­zayı uygulatır. Bu olay üzerine Mâide sûresi 41. âyet nazil olur (bkz. Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, VI, 182).

Âyetin nüzul sebebi ile ilgili diğer rivayetler için bkz. İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, II, 277; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi’l-Kur'an, VI, 182.

[520] İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, II, 277; Râzî, et-Tefsirü'l-kebîr, XII, 230.

[521] İbnü’l-Cevzi, Zâdü'l-mesîr, II, 277; Râzî, et-Tefsirü'l-kebîr, XII, 230; Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, II, 287; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, III, 38.

[522] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XII, 230; Ebul-Bekâ, el-Külliyât, s. 692.

[523] İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, II, 277; Râzî, et-Tefsirü'l-kebîr, XII, 230; Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, II, 287; Nesefî, Medarikü't-tenzîl, II, 287; Fîrûzâbâdî, Besâir, IV, 168; Suyûti, Mu'taraku'l-akrân, III, 135; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, III, 38; Ebü'1-Bekâ, el-Külliyât, s. 692.

[524] bkz. el-Cami’li ahkâmi'l-Kur'an, VI, 182.

[525] bkz. Kur'an Mesajı, 1, 196.

[526] Zemahşerî (538/1143) ve İbn Âşûr (a.1973), burada fitnenin, 'Allah'ın yar­dımını kesmesi dolayısıyla kulların doğruyu bulamaması’ anlamına geldiği şeklinde görüş beyan etmişlerdir (bkz. el-Keşşâf, 1, 613; et-Tahrîr ve't-tenvir, VI, 224).

[527] Merâği, Tefsîrü'1- Merâğî, III, 118 (altıncı cüz).

[528] İbn Kuteybe, Te'vilü müşkili'li-Kur'ân, s. 473; İbnü'l-Cevzî, Nüzhetü'l-a'yün, s. 479; Kurtubî, el-Cami'li ahkâmi'l-Kur'ân, VI, 213; es-Semîn, 'Umdetü'l-huffâz, III, 240; Fîrûzâbâdî, Besâir, IV, 168; İbn Mulakkîn, Tefsîrü garibi'l-Kur'ân, s. 221; Suyûtî, Mu'taraku'l-akrân, III, 135; Ebü'l-Bekâ, el-Külliyât, s. 692.

[529] Vahidî, Esbâbü'n-nüzûl, s. 132.

[530] İbn Kuteybe, Te'vîlü müşkili'l-Kur'ân, s. 473; Îbnü'l-Cevzî, Nüzhetü'l-a'yün, s. 479; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, X, 300; es-Semîn, 'Umdetü'l-huffâz, III, 238; Fîrûzâbâdî, Besâir, IV, 168; Ebü'1-Bekâ, el-Külliyat, s. 692.

[531] bkz. Râzî, et-Tefsîrü’l-kebîr, XXI, 20.

[532] Râğıb el-İsfahânî, Müfredat, s. 624.

[533] bkz. Râzi, et-Tefsirü'l-kebîr, XXI, 20.

[534] Bu âyetin nüzul sebebi ile ilgili Saîd b.Cubeyr'in şöyle dediği rivayet olun­muştur: "Hz. Peygamber (a.s.) Hacer-i Esved'i selamlıyordu. Kureyşliler ona: 'Bizim ilahlarımıza el sürmedikçe bunu yapmana müsaade etmeyeceğiz' de­mişlerdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s.)'in gönlüne istemeyerek te ol­sa bu işi yapma fikri düştü de bunun üzerine bu âyet nazil oldu" bkz. Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XXI, 20. İbnü'I-Cevzî, Hz. Peygamber hakkında böyle dü­şünmenin doğru olmayacağını belirterek bu rivayeti tenkid eder (bkz. Zâdü'l-mesîr, V, 49).

[535] bkz. Râzî, et-Tefsîrü’l-kebîr, XXI, 20.

[536] Bkz. İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesir, III, 124; Reşîd Rızâ, Tefsîrü'l-menâr, VIII, 362; Merâğî, Tefsirü'l- Merâğî, III, 126 (sekizinci cüz).

[537] Zemâhşerî, Keşşaf, II, 74.

[538] el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, VII, 186.

[539] Zadü'l-mesir, III, 124.

[540] Zâdü'l-mesir, III, 124.

[541] Zemâhşeri, Keşşaf, II, 74.

[542] Râğıb el-İsfahânî, Müfredat, s. 624; Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 355; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, VI, 313; Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XXVI, 169; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, XV, 135; Beyzâvî, Envârü't-tenzil, V, 256; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, V, 256; Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, V, 256; es-Semîn, 'Umdetü'l-huffâz, III, 238; Firûzâbâdî, Besâir, IV, 168; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, VII, 209; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâği, VIII, 89; İbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvir, XV, 171; Esed, Kur'an Mesajı, 1, 273, II, 573, 921.

Yazır, âyette geçen mâ entüm bi fatinin kısmını şöyle açıklar: "Onun için Allah'ın ihlas ile seçilen kullarını bozamazsınız." (Bkz. Hak Dini Kur'an Di­li, VI, 4078).

[543] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 96-113

[544] Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, II, 912.

[545] Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, II, 912.

[546] Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, II, 912.

[547] Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, II, 912.

[548] Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, II, 1561.

[549] Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, II, 1564.

[550] Nisa: 4/91.

[551] İbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvîr, V, 154.

[552] İbnü'l-Cevzû Zâdü'l-mesîr, II, 169; Râzî, et-Tefsîrü'l-kebir, X, 225; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, V, 311; İbn Aşûr, et-Tahrir ve't-tenvîr, V, 155.

[553] Bu ve daha farklı nüzul sebepleriyle ilgili rivayetler için bkz.İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, II, 169; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, V, III; Şevkânî, Fethü'l-kadir, 1, 587.

[554] Reşîd Rızâ, Tefsîrü'l-menâr, IV, 329; İbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvîr, V, 154.

[555] Bkz. Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 552; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, V, 311; Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, II, 134; Nesefî, Medârikü't-tenzil, II, 134; Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, II, 134; İbn Kesir, Tefsîrü'l-Kur'ân, I, 533; Şevkânî, Fethü'l-kadîr, 1, 587; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, II, 214; Reşîd Rı­zâ, Tefsîrü'l-menâr, IV, 329; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, II, 1414.

[556] Reşîd Rızâ, Tefsîrü'l-menâr, IV, 329.

[557] Râzî, et-Tefsİrü'l-kebîr, XVI, 80-82; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, IV, 71.

[558] Bkz. Zemahşerî, el-Keşşaf, II, 194; Râzî, et-Tefsirü'l-kebîr, XVI, 80-82; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, VIII, 157; Beyzâvî, Envârü't-tenzil, III, 135; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, III, 135; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, IV, 71; Reşîd Rızâ, Tefsîrü'l-menâr, X, 472; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğt, IV, 131 (onuncu cüz); İbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvîr, XXI, 216.

[559] Hak Dini Kur'an Dili, IV, 2561, 2564.

[560] İbn Kuteybe, Tefsîrü garîbi'l-Kur'ân, s. 187; Fîrûzâbâdî, Besâir, IV, 167.

[561] Enfâl: 8/73.

[562] Enfâl: 8/72.

[563] Bkz. Esed, Kur'an Mesajı, 1, 340.

[564] Zemahşeri, el-Keşşâf, II, 170; `İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'an, I, 547; Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, III, 75; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, III, 75; Hâzin, Lübabü't-te'vîl, III, 75; Fîrûzâbâdî, Tenvîrü'l-mikbâs, III, 75; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, IV, 38.

[565] Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmil-Kur'ân, VIII, 8; Reşîd Rızâ, Tefsîrü'l-menâr, X, III; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, IV, 62. (onuncu cüz).

[566] Ahzâb: 33/12-20.

[567] Ahzâb: 33/12.

[568] Ahzâb: 33/13.

[569] Râzî (606/1209) bu âyetin münafıkların savaştan kaçma isteklerinin evleri­ni korumak için olmadığına işaret ettiğini söylemektedir (Râzî. et-Tefsîrü'l-kebir, XXV, 200).

[570] Bkz. Esed, Kur'an Mesajı, II, 852.

[571] İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, VI, 187; 'İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 564; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, XIII, 150; Hâzin, Lübâbü't-te'vil, V, 97.

[572] Zemahşeri, el-Keşşâf, III, 254; Beyzâvî, Envûrü't-tenzîl, V, 97; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, V, 97; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selim, VII, 195.

[573] Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 254; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, V, 97; İbn Kesîr. Tefsîrü'l-Kur'ân, III, 473; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, VII, 95, Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VI, 3882; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, VII, 136 (yirmi birinci cüz).

[574] Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 254; 'İz b. Abdüsselâm, Tefsirü'l-Kur'ân, II, 564; Beyzâvî, Envârü't-tenzil, V, 96; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, V, 97; Merâğî,Tefsirü'l-Merâğî, VII, 136 (yirmi birinci cüz).

[575] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VI, 3882.

[576] Mevdûdî, Tefhîmü'l-Kur'ân, IV, 397.

[577] İbn Âşûr, et-Tahrir ve't-tenvir, XXI, 288.

[578] et-Tahrir ve't-tenvîr, XXI, 288.

[579] bkz. İbn Âşûr, et-Tahnr ve't-tenvîr, XXI, 288; Mevdûdî, Tefhîmü'l-Kur'ân, IV, 397.

[580] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 113-120.

[581] MEB, Örnekleriyle Türkçe Sözlük, III, 2026.

[582] MEB, Örnekleriyle Türkçe Sözlük, III, 2026.

[583] Mâide: 5/71.

[584] Âyet şöyledir: "Gerçek şu ki İsrâiloğulların'dan kesin bir taahhüt almış ve onlara peygamberler göndermiştik. Ne zaman bir peygamber onlara nefislerinin arzu etmediğini (ilâhî hükümleri) getirdi ise onlar bu peygam­berlerin bir kısmını yalanladılar bir kısmını da öldürdüler" (Mâide: 5/ 70).

[585] Taberî, Câmi'u'l-beyân, VI, 201; Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 633; Kurtubî, el-Cami'li ahkâmi'l- Kur'ân, VI, 247; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, II, 322; Beğavî, Meâlimü't-tenzil, II, 76.

[586] Taberî, Câmi'u'l-beyân, VI, 201; Nesefî, Medârikü't-tenzil, II, 322.

[587] Bakara: 2/61; Âl-i İmran: 3/21, 112.

[588] Taberî, Câmi'u'l-beyân, VI, 201; 'İz b. Abdüsselâm. Tefsirü'l-Kur'ân, II, 470; Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, II, 322; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, II, 322; Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, II, 322; Fîrûzâbâdî, Tenvîrü'l-mikbâs, VI, 127; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, III, 1771.

[589] Beğavî, Meâlimü't-tenzîl, II, 76; Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XII, 56; Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, II, 322; `İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 470.

[590] Reşîd Rızâ, Tefsîrü'l-menâr, VI, 480; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, VI, 141(altıncı cüz).

[591] İbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvîr, VI, 276.

[592] Taberî, Câmi'u'l-beyân, VI, 201.

[593] Bkz. Âlûsî, Rûhu'l-meânî, VI, 205.

[594] `İzb. Abdüsselâm, Tefsirü'l-Kur'ân, II, 470.

[595] Âlûsî, Rûhu'l-meânî, VI, 205.

[596] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XI, 72.

[597] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XI, 72.

[598] `İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'I-Kur'ân, II, 470.

[599] Bkz. Rûhu'l-meânî, VI, 205.

[600] İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, III, 232; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, 2387.

[601] Âyetin meali şöyledir: "Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah'ın ve Rasûlü'nün çağrısına uyun ve bilin ki, Allah kişi ile kalbi arasına girer. Yine bilin ki, onun huzurunda toplanacaksı­nız. "

[602] Buradaki fitneye verilen bazı anlamlar için bkz. İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, III, 232.

[603] Bkz. İbn Âşûr, et-Tahrir ve't-tenvîr, IX, 316-318.

[604] Bkz.Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, III, 29; Mevdûdî, Tefhîmü'l-Kur'ân, II, 162-163.

[605] Bkz.Nesefî, Medârikü't-tenzîl,  III, 29.

[606] Râğıb el-İsfahânî buradaki fitneyi "belâ ve azap" olarak yorumlar. Bkz. Müfredât, s. 624.

[607] Zemahşeri, Keşşaf, III, 146; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, XII, 18; İbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvîr, XVII, 211; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, V, 3386; Esed, Kur'an Mesajı, II, 669.

[608] Fîrûzâbâdî,  Tenvîrü'l-mikbâs,  IV, 423; Merâğî, Tefsirü'l-Merâğî, VI, 141 (onsekizinci cüz).

[609] Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 79; Îbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesir,V, 379; Beyzâvî, Envârü't-tenzil, IV, 423; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, IV, 423; Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, IV, 423; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, V, 3544.

[610] Râzî, et-Tefsîrü'1-kebîr, XXIV, 42.

[611] Bir çok müfessir âyette "fitnetün" kelimesinden sonra gelen "azabün elim" (acıklı azap) kelimesi ile de âhiretteki azabın kastedildiğini söylerken, (bkz. Îb­nü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, V, 379; Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, IV, 432; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, V, 3544; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, VI, 141. Bazı müfessirler de bununla dünyevi azapların kastedildiğini söylemektedir. bkz. İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, V, 379; İbn Kesîr, Tefsırü'l-Kur'ân, II, 415; İbn Âşür, et-Tahrîr ve't-tenvir, XVIII, 311.

[612] İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, V, 379.

[613] Taberî,Cami’u’l-beyân, XVIII, 135; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, V, 379; `İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 415; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, III, 307.

[614] Râzî, et-Tefsirü'l-kebir, XXIV, 42; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, III, 307.

[615] İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, III, 307.

[616] Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 79; Râzî, et-Tefsîrü'1-kebîr, XXIV, 42, Kurtubî, el-Cami'li ahkâmi'l-Kur'an, XII, 322; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, IV, 423.

[617] Nesefî, Medârikü't-tenzîl, IV, 423.

[618] Suyûtî, Mu'taraku'l-akrân, III, 135, el-itkan, 1, 187.

[619] Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 79; İbnü'l-Cevzî, Râzî, et-Tefsîrü'1-kebîr, XXIV, 42; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, XII, 323; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, IV, 423.

[620] Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 79; Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XXIV, 42; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, XII, 323; Nesefî, Medarikü't-tenzil, IV, 423.

[621] Zemahşeri, el-Keşşaf, III, 79; Râzî, et-Tefsîrü'1-kebîr, XXIV, 42; Nesefî, Me­dârikü't-tenzîl, IV, 423.

[622] Nur: 24/63.

[623] İbn Kuteybe.,Tefsîrü garîbi'l-Kur'ân, s. 309.

[624] Taberî, Câmi'u'l-beyân, XVIII, 134-135; Yazır, Hak Dini Kuran Dili, V, 3542.

[625] 'İz b. Abdüsselâm, Tefsirü'l-Kur'ân, II, 415; Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, IV, 422.

[626] Nûr: 24/63.

[627] Duman, Zeki, Beş Sûrenin Tefsiri, Kayseri 1999, s. 284.

[628] Bazı müfessirler bu kısım ile ilgili olarak şu açıklamayı yapmışlardır: "(Hz. Peygamberin toplantısında bulunanlardan) bazıları, (bu toplantıdan ayrılmak için) izin talebinde bulunan ve kendisine izin verilien kimsenin arkasına gizle­nerek, kendisine izin verilmediği halde, kendisine izin verilen kimseyle bera­ber çıkıp gidiyordu" (Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 79; Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XXIV, 40).

[629] Cassâs, Ahkâmü'l-Kur'ân, V, 200-201; Zemahşeri, el-Keşşâf, III, 79; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, V, 379; Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XXIV, 40; 'İz b. Abdüs­selâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 314; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, III, 307; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, VI, 141 (yirmi dördüncü cüz).

Bu husus ile ilgili olarak Mukâtil b.Hayyân (ö.l50/767'den önce) şunla­rı söylemektedir: "Hz. Peygamberin Cuma günleri okuduğu hutbesi, münafıklara ağır geliyordu. Böylece de onlar, O'nun ashabının arkasına gizlene­rek, izin almaksızın çekip gidiyorlardı." (Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XXIV, 4O; İbn Kesîr, Tefsirü'l-Kur'ân, III, 307).

[630] Müminler Peygamber ile birlikte önemli bir iş üzerinde iken, O'ndan izin almadan ayrılıp gitmezler. " Nûr: 24/62.

[631] Suyûtî, Celâleddin, el-İklîl fî istinbûti't-Tenzîl (thk. Seyfeddin Abdülkâdir et-Kâtip), Beyrut 1985, s. 196.

[632] Nur: 24/63.

[633] Cassâs, Ahkâmü'l-Kur'ân, V, 201; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, V, 379; Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XXIV, 40; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, XII, 323. Mücâhid ve İbn Aşûr söz konusu zamirin Allah'a râci olduğunu söyle­mişlerdir. (bkz. İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, V, 379; İbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvîr, XVIII, 311).

[634] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XXIV,40; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, III, 307; Suyû­tî, el-İklîl, s. 196; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, V, 3544; Duman, Beş Sû­renin Tefsin, s. 284.

[635] Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, XII, 323; Suyûtî, el-İklîl, s. 196.

[636] Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, XII, 323; Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, IV, 422; Merâğî, Tefsîrü 'l-Merâğî, VI, 141.

[637] İbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvir, XVIII, 311.

[638] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 120-128

[639] Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, I, 207.

[640] İbn Kuteybe, Tefsîru ğarîbi'l-Kur'ân, s. 372; İbn Âşûr, et-Tahrir ve't-tenvîr, XXIII, 123.

[641] Bkz. el-Keşşâf, III, 342. İbn Kayyim el-Cevziyye (751/1350), zakkum ağacının fitne olarak nite­lendirilmesi hususunda şunları söyler: Bu ağaç, dünyada kafirlerin yalanla­malarına sebep olduğundan, âhirette de onu yemelerinden dolayı fitne ola­rak nitelenmektedir (bkz. İğâsetü'l-lehefân, II, 583).

[642] Râğıb el-İsfahânî, Müfredat, s. 623; Zemahşerî, el-Keşşâf, IV, 15; İbnü'l-Cevzî, Nüzhetü'l-a'yün, s. 479; İbn Mulakkîn, Tefsîrü garîbi'l-Kur'ân, s. 406; Ebu"s-suûd, İrşûdü'l-akli's-selim, VIII, 138; Ebü'l-Bekâ, el-Külliyât, s. 692.

[643] Râğıb el-İsfahânî, Müfredat, s. 623; Zemahşerî, el-Keşşâf, IV, 15; İbnü'l-Cevzî, Nüzhetü'l-a'yün, s. 479; İbn Kesîr, Tefsîrü'I-Kur'ân, IV, 233; Ebu's suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm,VIII, l38.

[644] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 128-130.

[645] Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB, I, 614.

[646] Kalem: 68/1-7.

[647] İbn Manzûr, Lisanü'l-'arab, XIII, 318; Lane, Lexicon, VI, 2335.

[648] Kermî, el-Hâdî ilâ lügati’l-`arab, III, 374.

[649] Kermî, el-Hadî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.

[650] Zebîdî, Tâcu'l-'arûs, XVIII, 426.

[651] Bkz Taberî, Cami'u'l-beyân, XXIX, 14; Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XXX, 82.

[652] Ferrâ, Ebû Zekeriyya Yahya b. Ziyad, Meani’l-Kur'an. (thk.Muhammed Ali en-Neccâr, Ahmed Yusuf Necati). Beyrut 1980, III, 173.

[653] Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, VI, 327; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur-ân, IV, 403.

[654] Taberî, Câmi'u'l-beyân, XXIX, 14.

[655] İbn Kuteybe, Tefsîrü garîbi'l-Kur'ân, s. 477. Bu anlam için ayrıca bkz. Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, VI, 326; Nesefî, Medârikü't-tenzîl, VI, 326.

[656] Bkz.Taberî, Cami'u'l-beyân, XXIX, 14; Damâğânî, Kâmûsu'l-Kur'ân, s. 349; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, VIII,  66;  'İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, III, 346.

[657] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 92-101.

[658] Taberî, Câmi'u'l-beyân, XXIX, 14; İbn Kesîr Tefsîrü'l-Kur'ân, IV, 403.

[659] Taberî, Câmi'u'l-beyân, XXIX, 13; İbnü"l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, VIII, 66; 'İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, III, 346; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, XVIII, 229.

[660] İbnü'I-Cevzî, Zâdü 'l-mesir, VIII, 66; 'İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, III, 346.

[661] İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, IV, 403.

[662] Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, V, 54; X, 9.

[663] Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, XVIII, 229.

[664] Hicr: 15/6-7; Kalem: 68/51. Açıklama için bkz. Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağ­daş Tefsiri, V, 54; X, 9.

[665] Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, XVIII, 229. Ayrıca bu konu ile ilgili olarak bkz. Kazancı, Ahmed Lütfi, çeşitli Yönleriyle Nübüvvet Kavramı, İstanbul 1997, s.122.

[666] Kurtubî, el-Câmi'İi ahkâmi'l-Kur'ân, XVIII, 229.

[667] Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, XVIII, 229.

[668] Zebidî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 426; Ahmed Rızâ, Mu'cemü metni'l-lüğa, IV, 357; Lane, Lexicon, VI, 2335; Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.

[669] Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.

[670] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIII, 318; Lane, Lexicon, VI, 2335.

[671] Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.

[672] Kalem: 68/7.

[673] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 131-133.

[674] Kemâlî, H. Muhammed, "İslam'da İfade Hürriyeti: Fitne Kavramının Tahli­li". İslami Sosyal Bilimler Dergisi, İstanbul 1993, sayı: 2, s. 41.

[675] Bkz. Kitâbü't-Ta'rifât, ty., yy., s. 110; Ebü'1-Bekâ, el-Külliyât, s. 692; Mu­hammed et-Tahânevî, Keşşâfu Istılahâti'l-fünûn, Beyrut ty., III, 1158-1159.

[676] Bkz. Lisânü'l-'arab, XIII, 320.

[677] Enbiyâ: 21/35.

[678] Enfâl: 8/28.

[679] Bakara: 2/191. Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 134-135.

[680] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 135-136.

[681] Halil b. Ahmed, Kitâbü'l-'Ayn, VIII, 339, 340; İbn Abbâd, el-Muhît fi'l-lüğa, X, 353-354; İbn Fâris, Mücmetü'l-lüğa, 1, 133; Cevherî, es-Sıhâh, VI, 2284-2285; İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, IVX, 83-88.

[682] Cevherî, es-Sıhâh, VI, 2284-2285; Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XIX, 218.

[683] İbn Kuteybe, Te'vîlü müşkili'l-Kur'ân, s. 469; Dâmeğânî, Kâmûsu'l-Kur'ân, s. 77; Râğıb el-İsfahânî, Müfredat, s. 61

[684] Sâffât: 37/106.

[685] Râğıb el-İsfahânî, Müfredat, s. 61.

[686] Bakara: 2/124.

[687] ebu Hilâl el-Askerî, el-Furûku'l-lugaviyye, Kumm 1353, s. 179.

[688] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 136-137.

[689] Halil b. Ahmed, Kitabü'l-'Ayn, III, 253; İbn Abbâd, el-Muhit fi'l-lüğa, III, 129; İbn Fâris, Mücmelü'l-lüğa, III, 825; İbn Manzûr, Lisanü'l-'arab, VI-II, 401.

[690] Hucurât: 49/3.

[691] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 137.

[692] Halil b. Ahmed,  Kitâbü'l-'Ayn, II, 544; İbn Fâris; Mücmelü'l-lüğa, III, 825; İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, 1, 535.

[693] İbrahim Mustafa ve arkadaşları, el-Mu'cemü'l-vasît, Tahran, ty. 1, 529.

[694] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VII, 4754.

[695] Bakara: 2/156.

[696] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 137.

[697] Halil b. Ahmed, Kitâbü'l-'Ayn, VIII, 163; İbn Fâris, Mücmelü'l-lüğa, II, 601; İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XII, 373. Rağıb el-İsfahânî, Müfredat, s. 537-538.

[698] İbn Manzur, Lisânü’l-`arab, XII, 373.

[699] Mustafa Yıldırım, "Zulüm Üzerine", Felsefe Dünyası, sy. 30, Ankara 1999, s. 29.

[700] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 138-139.

[701] Halil b. Ahmed, Kitâbü'l-'Ayn, VIII, 206; İbn Fâris, Mücmel ü'l-lüğa, I, 91; İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XIV, 27.

[702] Râzî, et-Tefsîrü'1-kebîr, III, 68.

[703] Râğıb el-İsfahânî, Müfredat, s. 71-72.

[704] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 139.

[705] Halil b. Ahmed, Kitâbü'l-'Ayn, VII, 231.

[706] Halil b. Ahmed, Kitâbü'l-'Ayn, VII, 231; İbn Fâris, Mücmelü'l-lüğa, III, 721.

[707] Râğıb, Müfredat, s. 636.

[708] İbn Manzûr, Lisanü'l-'arab, III, 335.

[709] Kasas: 28/77.

[710] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XXV, 14.

[711] Nahl: 16/88.

[712] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 139-140.

[713] Halil b. Ahmed, Kitâbü'l-'Ayn, V, 147; İbn Fâris, Mûcmelü'1-lüğa, III, 718.

[714] İbn Fâris, Mücmelü'l-lüğa, III, 718; İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, X, 299-301.

[715] Asım Efendi, Kâmus, yy., 1305h., III, 986.

[716] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 140-141.

[717] Halil b. Ahmed, Kitâbü'l-'Ayn, V, 8-10; İbn Fâris, Mücmelü'l-lüğa, II, 560; İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XI, 391-393.

[718] İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XI, 391-393.

[719] Râğıb el-İsfahânî, Müfredat, s. 509.

[720] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 1, 134.

[721] Zümer: 39/41

[722] Tâhâ: 20/79.

[723] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 141-142.

[724] İbn Fâris, Mücmelü'l-lüğa, III, 687; İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, XV, 140-141.

[725] Tâhâ: 20/121.

[726] Hicr: 15/39

[727] Sâd: 38 / 82-83.

[728] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 142-143.

[729] İbn Fâris, Mücmelü'l-lüğa, III, 657; İbn Manzûr, Lisânü'l-'arab, 1, 585.

[730] En'âm: 6/47.

[731] Nahl: 16/26.

[732] Bakara: 2/49.

[733] Â'râf: 7/141.

[734] Zâriyât: 51/14.

[735] Mevdûdî, Tefhîmü'l-Kur'ân, V, 502.

[736] Bakara: 2/214.

[737] Bakara: 2/214

[738] Fussilet: 41/51.

[739] Bakara: 2/114

[740] Mâide: 5/52.

[741] Ra'd: 13/31.

[742] Ahzâb: 33/14.

[743] Hicr: 15/6.

[744] Bakara: 2/266.

[745] A'râf: 7/165.

[746] Ra'd: 13/32.

[747] Muhammed: 47/1.

[748] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 143-144.

[749] Kalem: 68/6.

[750] Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, V, 54; X, 9.

[751] Bkz. Taberî, Câmi'u'l-beyân, XXIX, 14; Damâğânî, Kâmûsu'l-Kur'ân, s. 349.

[752] Aynı anlam Mekkî bir sûre olan Yunus: 83-85'te de geçmektedir.

[753] Çağrıcı, "Fitne” DİA, XIII, 157.

[754] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 145-151.

[755] Râzî, et-Tefsirü'l-kebîr, VI, 24-25.

[756] Râğıb el-İsfahânî, Müfredat, s. 624; Fîrûzâbâdî, Besâir, IV, 69.

[757] İbnü'l-Cevzî, Zadü'l-mesir, III, 124; Reşîd Rızâ, Tefsîrü'l-menâr, VIII, 362; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, III, 126 (sekizinci cüz).

[758] Râğıb el-İsfahânî, Müfredat, s. 624; Fîrûzâbâdî, Besâir, IV, 69.

[759] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 155-156.

[760] Enbiyâ: 21/35.

[761] Esed, Kur'an Mesajı, I, 388.

[762] Esed, Kur'an Mesajı, II, 650.

[763] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, V, 3356.

[764] İbn Kesîr, Tefsîrü'l- Kur'an, III, 178.

[765] Ankebut: 29/2-3,

[766] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebir, XXV, 28.

[767] Benzer yaklaşımlar için bkz. Halîbî, Ahmed b. Abdülazîz, "el-îbtilâ fî hayâti'l-mü'min", Mecelletu Câmi'ati'1-İmâm Muhammed b. Suûd el-İslamiyye, sayı: 19, Riyad 1418h./1998, s. 154.

[768] Güler, İlhami, Allah'ın Ahlâkiliği Sorunu, Ankara 2000, s. 131, 148.

[769] Mülk: 67/2.

[770] Akyüz, Vecdi, Kur'an'da Siyasa! Kavramlar, İstanbul 1998, s. 312.

[771] Râğtb el-İsfahânî, Müfredat, s. 624.

[772] Akyüz, Kur'an'da Siyasal Kavramlar, s. 312.

[773] Enbiyâ: 21/35.

[774] İsra;:17/77; Ahzâb: 33/38; Fetih: 48/23.

[775] Reşîd Rızâ, Tefsiru'l-menâr, IV, 274.

[776] Mülk: 67/2; Hûd: 11/7.

[777] Bakara: 2/155.

[778] Bakara: 2/286.

[779] Görgün, Tahsin, "Hasan Basıl Mad.'", DİA, İstanbul 1997, XVI, 295.

[780] Âl-i İmrân: 3/265; Nisa: 4/79; Rûm: 30/41; Şura: 42/30.

[781] Bkz. Rûm: 30/41.

[782] Mustansır Mîr, Kur'ânî Terimler Sözlüğü (çev. M. Çiftkaya), İstanbul 1996, s. 91.

[783] Furkân: 25/20.

[784] Kehf: 18/7.

[785] Mülk: 67/2. Ayrıca bkz. Hûd: 11/7.

[786] Bkz. Bakara: 2/214.

[787] Âl-i İmran: 3/142.

[788] Mustansır Mir, Kur'ânî Terimler Sözlüğü, s. 99.

[789] Bkz. Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XXV/27.

[790] Benzer bir yaklaşım ve örnekle açıklaması için bkz. Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XXV/29.

[791] Benzer bir yaklaşım için bkz. Özsoy, Ömer Sünnetüllah, Ankara 1994, s. 78.

[792] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 156-161.

[793] Şems: 91/8.

[794] Peker, Hüseyin, II. Kur'an Haftası Kur'an Sempozyumu, Ankara 1996. s. 167.

[795] Ankebût: 29/3.

[796] Kıyâme: 75/36.

[797] Mü'minûn: 23/115.

[798] Tîn: 95/4.

[799] Bkz. İbrâhîm: 14/32-33; Nahl: 16/12-15; Hac: 22/65; Lokman: 31/20; Yasin: 36/71-73; Zuhruf: 43/10-14; Mülk: 67/15.

[800] Hicr: 15/29; Secde: 32/9; Sâd: 38/72.

[801] Bkz. Bakara: 2/30.

[802] Bakara: 2/31-33.

[803] Ahzâb: 33/72.

[804] Bkz. A'râf, 7/172.

[805] İnsan: 76/3-4.

[806] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 161-163.

[807] Tîn. 95/4.

[808] İsrâ: 17/70.

[809] Âl-i İmrân: 3/59; Enam: 6//2; Fâtır: 35/11; Mümin: 40/67.

[810] Tarık: 86/6.

[811] Kıyâme: 75/38.

[812] İnsân: 76/2.

[813] Mürselât: 77/20.

[814] Furkân: 25/45; Mürselât: 77/20.

[815] Mü'minûn: 23/13; Mürseİât: 77/21.

[816] Hac: 22/5; Mü'minûn: 23/14; Zümer: 39/6; Mümin: 40/67; Nûh: 71/14.

[817] Teğâbün: 64/2; İnfitâr: 82/7-8. Ayrıca bkz. A'râf: 7/ll; Secde: 32/9; Kıyâ­me: 75/38; 'A'raf: 87/2.

[818] Abese: 80/19-20.

[819] Nahl: 16/78.

[820] Örnek olarak bkz. En'âm: 6/46; Yûnus: 10/31; Nahl: 16/78; İsrâ: 17/36; Muminûn: 23/78; Secde: 32/9; Ahkâf: 46/26; Mülk: 67/23; İnsan: 76/2.

[821] Beled: 90/8-9.

[822] Hicr: 15/29; Secde: 32/9; Sâd: 38/72.

[823] Şems: 91/7-8.

[824] Mutahhari, Adli İlâhî, (trc. Hüseyin Hatemi) İstanbul 1985, s. 206-208.

[825] Okumuşlar, Muhittin, Fıtrattan Dine, Konya, 2002, s. 22-23.

[826] Okumuşlar, Fıtrattan Dine, s. 25.

[827] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 163-165.

[828] Müminun: 23/115; Kıyame: 75/36.

[829] Nisa: 4/79.

[830] Nisa: 4/105.

[831] Zâriyat: 51/56.

[832] İlgili âyetler için bkz. Al-i İmrân: 3/145; Hüd: 11/15; Zümer: 39/70; Câsiye: 45/15, 22; Ahkâf: 46/19; Zilzâl: 99/6-8.

[833] Mü'minûn: 23/102-103.

[834] Mülk: 67/2.

[835] Zâriyât: 51/57. Ayrıca bkz. Mü'minûn: 23/115.

[836] Özsoy, Sünnetullah, s. 114.

[837] Bkz. Râzî, Tefsirü'l-kebîr, XX, 398.

[838] Mevdûdî, Tefhîmü'l-Kur'an, V, 521.

[839] Kehf: 15/103-105.

[840] Bakara: 2/11-12.

[841] Bkz. Haşr: 59/19.

[842] Bkz. Hac: 22/74; Zümer: 39/67.

[843] Bkz. 'A'râf: 7/176; Kehf: 18/28; Furkân: 25/43.

[844] Kıyâme: 75/36.

[845] Benzer bir yaklaşım için bkz. Gölcük, Şerafettin, Kur'an ve İnsan, Konya, 1996,s. 271-272.

[846] Bkz. Hicr: 15/99.

[847] Esed, Kur'an Mesajı, III, 1198.

[848] Cin: 72/17.

[849] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 165-167.

[850] İnsan: 76/29-30.

[851] Öner, Necati, İnsan Hürriyeti, Ankara, 1995, s. 66.

[852] Öner, İnsan Hürriyeti, s. 67-74.

[853] Albayrak, Halis, Kur'an'da İnsan Gayb İlişkisi, İstanbul, 1996, s, 196-197.

[854] Ahzab: 33/72.

[855] Ayrıca bkz. Aydın, Hüseyin, İlim, Felsefe ve Din Açısından Yaratılış ve Gayelilik, Ankara, 1999, s. 179-180; Öner, İnsan Hürriyeti, s. 66-99; Serinsu, Ahmet Nedim, Kur'an Nedir?, İstanbul 1996, s. 71-72.

[856] Karagöz, İsmail, Kur'an'a Göre İnsana Verilen Değer ve Görev, İstanbul, 1996, s. 44-45.

[857] Enfâl: 8/22; Yûnus: 10/42-43: Furkân: 25/43-44.

[858] Enam: 6/48; 'A'raf: 7/ 56, 85-86, 142; Şuam: 26/151, 152.

[859] Meselâ bkz. Bakara: 2/253; Al-i İmrân: 3/26-27; Mâide: 5/1; Hûd: 11/107; İbrâhîm: 14/27; Hac: 22/14, 18; Nur: 24/45; Kasas: 28/68; Rûm: 30/54; Tekvîr: 81/29; Burûc: 85/16.

[860] Rûm: 30/30.

[861] Enam: 6/130; Zümer: 39/71; Mülk: 67/8-10.

[862] Fâtır: 35/45; Yasin: 36/60-61; Tarık: 86/17.

[863] Garaudy, Roger, İslam ve İnsanlığın Geleceği, (trc. Cemal Aydın), İstanbul 1995, s. 181.

[864] Özsoy, Sünnetullah, s. 113.

[865] Şems: 91/8.

[866] İnsân: 76/2-3

[867] Benzer yaklaşımlar için bkz. Fazlur Rahman, İslâmî Yenilenme Makaleler II, (çvr. Adil Çiftçi) Ankara 2000, s. 32-33; Garaudy, İslam ve İnsanlığın Geleceği, s. 181, 182.

[868] Ahzab: 33/66-68; Fussilet: 41/29.

[869] Fecr: 89/19-20.

[870] Alak: 96/6-8.

[871] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 167-170.

[872] Hûd: 11/107; Burûc: 85/16.

[873] İsrâ: 17/60-66.

[874] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 171.

[875] Cürcânî, Kitâbü't-Ta'rifât, s. 242.

[876] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, 1, 258.

[877] Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, 1, 5.

[878] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, 1, 258.

[879] Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, 1, 5.

[880] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 1, 127-128.

[881] Benzer ifadeler için bkz. Behiy, Muhammed, İnanç ve Amelde Kur'ânî Kav­ramlar (trc.Ali Turgut) İstanbul 1988, s. 246, 248, 250; Halîbî, "el-İbtilâ fî hayâti'l-mü'min", s. 7-8.

[882] Sâd: 38/32; Fecr: 89/20; Adiyât: 100/8.

[883] Hümeze: 104/2.

[884] Al-i İmrân: 3/14, Ayrıca bkz. Kehf: 18/46; Fecr: 89/20; Adiyât: 100/8.

[885] Benzer bir yaklaşım için bkz. Özsoy, Sünnetullah, s. 114.

[886] Bkz. Neml: 27/40; Lokman: 31/12; İnsân: 76/3.

[887] Kırca, Celal, Kur'an-ı Kerim'de Fen Bilimleri, İstanbul  1984, s. 205.

[888] Bkz. İbrahim: 14/7.

[889] Bkz. A`raf: 7/157; Enfâl: 8/69; Nahl: 16/114.

[890] Nahl: 16/114.

[891] İnsân: 76/8-9.

[892] Bkz. Bakara: 2/168; Mâide: 5/87-88.

[893] Nem: 27/40. Ayrıca bkz. Şimşek, M. Sait, Kur'an'ın Ana Konuları, İstan­bul, 1999, s. 133-134.

[894] Tekâsür: 102/8.

[895] Benzer bir yaklaşım için bkz. Özsoy, Sünnetullah, s. 79.

[896] Enfal: 8/28.

[897] İbn Kesîr, Tefsirü'l-Kur'ân, III, 301.

[898] Bkz. Kehf: 18/32-44; Kalem: 68/17-35.

[899] Cin: 72/16-17.

[900] Esed, Kur'an Mesajı, III, 1198.

[901] Nûh: 71/10-20. Ayrıca bkz. Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VIII, 5407. Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 171-175.

[902] Cürcânî, Kitâbu't-Tarifat, 217.

[903] Furkân: 25/20.

[904] Enbiyâ: 21/35.

[905] Enfâl: 8/28.

[906] Bakara: 2/155.

[907] Enbiyâ: 21/35.

[908] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XXII, 169.

[909] Doğal felaketler karşısında insan-Allah ilişkisi konu edinen bir çalışma için bkz. Küçükcan, Talip-Köse, Ali, Doğal Âfetler ve Din, İstanbul 2000, s. 63-85.

[910] Benzer bir yaklaşımla Râzî (606/1209) bunu "dünyevi nimetler" ve "dünye­vî zararlar" diye özetleyerek yorumlamaktadır (et-Tefsîrü'l-kebîr, XXII, 169). Ayrıca bkz. Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, IV, 47.

[911] Çağrıcı, "Fitne", DİA, XII, 156.

[912] Nahl: 16/110.

[913] Bakara: 2/191; Burûc: 85/10.

[914] Bkz. Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, II, 695-696.

[915] Bkz. Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, II, 695-696.

[916] Teğâbün: 64/11.

[917] Hadîd: 57/22-23.

[918] Şûra: 42/30.

[919] Rûm: 30/41.

[920] Nisa: 4/79.

[921] Arslan, Hulusi, "Doğal Felaket ve Istıraplar Konusunda Kelamcıların Görüş­leri" Marife, Yıl: 2, sayı: 2, Güz 2002, s. 32.

[922] Yazır, Hak Dini Kuran Dili, IV, 2386-2389.

[923] Enfâl: 8/25.

[924] Esed, Kur'an Mesajı, 1/325-26.

[925] Ateş, Süleyman, Kur'an Ansiklopedisi, İstanbul ty., Vl, 201.

[926] Fâtır: 35/45.

[927] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 175-179.

[928] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 179.

[929] Duhân: 44/43-46.

[930] Sâffât: 37/64-67.

[931] Vakıa: 56/51-54.

[932] Sâffât: 37/62-63.

[933] Zemahşeri, el-Keşşâf, III, 342; Râzî, et-Tefsîrü'l-kebir, XXVI, 142; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selim, VII, 194; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, VIII, 62-63 (yirmi üçüncü cüz). Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VI, 4055; Esed, Kur'an Mesajı, II, 913.

[934] İsra: 17/60.

[935] İbn Abbâs, eş-şeceretül-mel'ûne (Kur'an'da lanetlenen ağacın)'nin "zak­kum ağacı" olduğunu söylemiştir. Buhârî, Tefsîr, 17/189; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'1-mesîr, V, 40; İbn Mulakkîn, Tefsîrü garibi'l-Kur'ân, s. 220; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, V, 3186.

[936] İbn Mulakkîn, Tefsîrü garîbi'l-Kur'ân, s. 220; Esed, Kur'an Mesajı, II, 572.

[937] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, IXX, 237; İbn Kesîr, Tefsîrü'I-Kur'ân, IV, 10.

[938] İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, III, 48. Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 180-181.

[939] Müddessir: 74/30-31.

[940] Bkz. Râzî. et-Tefsirü'1-kebîr, XXX, 204-205; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, XVIX, 81; Nesefî, Medârikut-tenzîl, VI, 401; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, IV, 444; İbn Mulakkîn, Tefsîrü garibi''l-Kur'ân, s. 508; Fîrûzâbâdî, Tenvîrü'l-mikbas, VI, 401; Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, X, 153. Bir kısım müfessirler buradaki fitneye, sapma (dalâlet) anlamı vermişler­dir (bkz. İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesir, VIII, 126; Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, VI, 401). İbn Mulakkîn (804/1401) de söz konusu anlamı, muhtemel bir anlam olarak zikreder (bkz. Tefsîrü garibi'l-Kur'ân, s. 508).

[941] Esed, Kur'an Mesajı, III, 1207-1208.

[942] Razi, et-Tefsîrü'l-kebîr, XXX, 203-207.

[943] Râzî,  et-Tefsîrü’1-kebir, XXX, 203-204; İbn Mulakkîn, Tefsîrü garibi'l-Kur'ân, s. 508. Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 181-183.

[944] A'râf: 7/73.

[945] Şuarâ: 26/154.

[946] A'râf: 7/73.

[947] Şuarâ: 26/155-156.

[948] Kamer: 54/27.

[949] Kamer: 54/27.

[950] Karadeniz, Osman, "Mucize" İslam'da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış  Ansiklopedisi (Red. İ. Kâfi Dönmez.), İstanbul 1997, III, 253.

[951] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VII, 4646.

[952] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VII, 4646.

[953] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VII, 4646.

[954] Kamer: 54/23-26.

[955] et-Tahrir ve't-tenvîr, XVIII, 198-199.

[956] A'râf: 7/73.

[957] Şuara: 26/155-156.

[958] Şuara: 26/157.

[959] Râzî, et-Tefsirü'1-kebîr, XXIX, 52-53; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VII, 4646. Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 183-185.

[960] İsra: 17/60.

[961] Buhârî, Tefsir, 17/189.

[962] Zemahşerî, ef-Keşşaf, II, 445; İbn Mulakkîn, Tefsîrü garibi'l-Kur'ân, s. 219; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, V, 3185; Esed, Kur'an Mesajı, II, 572. Âyette geçen "rü'yâ" ilgili geniş bilgi için bkz. İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, V, 39. Ayrıca bkz İbn Mulakkîn, Tefsîrü garîbi'l-Kur'ân, s. 220.

[963] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, V, 3185 (sad.).

[964] Esed, Kur'an Mesajı, II, 572.

[965] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 185-187.

[966] Hac: 52-55.

[967] Merâğî, Tefsîrü'l- Merâgî, VI, 128 (onyedinci cüz); Esed, Kur'an Mesajı, II, 681.

Bu konuda farklı bir yaklaşım için bkz. Hak Dini Kur'an Dili, V, 3414.

[968] Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 19; 'İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ûn, II, 362; Bilmen, Ömer Nasûhi, Kur'an-ı Kerîm'in Türkçe Meali Âlisi ve Tefsiri, İs­tanbul 1964, V, 2239; Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, VI, 42.

[969] Esed, Kur'an Mesajı, II, 572. Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 187-188.

[970] Esed, Kur'an Mesajı, 1, 28.

[971] Reşîd Rızâ, Tefsîrü'i-menâr, 1, 401-402.

[972] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 188-189.

[973] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 189-190.

[974] İlgili âyetler için bk. En'âm: 6/53; Ankebût:, 29/2-3; Enbiyâ: 21/35; Furkân: 25/20; Tâhâ: 20/131.

[975] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 190.

[976] Ankebût: 29/2-3.

[977] Nahl: 16/110; Burûc: 85/10.

[978] Burûc: 85/10.

[979] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 190.

[980] Neml: 27/47

[981] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 191.

[982] Safât: 37/106.

[983] Yûsuf: 12/23. Bkz. Muntasır Mir, Kur'ânî Terimler Sözlüğü (çev. Murat Çiftkaya), İstanbul 1996, s. 100.

[984] Akyüz, Kur'an'da Siyasal Kavramlar, s. 312.

[985] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 191-192.

[986] Tâhâ: 20/40.

[987] İbn Manzûr, Lisânü’l-`arab, XIII, 320; Lane, Lexicon, VI, 2334; Kermî, el-Hâdi ilâ lügati'l-'arab, III, 374.

[988] Râğıb el-İsfahânî, Müfredat, s. 623; Zemahşeri, el-Keşşâf, II, 537; 'İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, II, 298;  İbn Mulakkîn, Tefsîrü garibi'l-Kur'ân, s. 245; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, V, 3323; Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, V, 430.

[989] Bakara: 2/49.

[990] Kasas: 28/7-9.

[991] Tâhâ: 20/40; Kasas: 28/15.

[992] Kasas: 28/22.

[993] Kasas: 28/26-28.

[994] Kasas: 28/15-21.

[995] İbn Âşûr, et-Tahrir ve't-tenvir, XVI-220-221.

[996] Tâhâ: 20/40.

[997] Tâhâ: 20/40.

[998] Kasas: 28/15-21.

[999] Kasas: 28/291.

[1000] Îbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, III, 182;  'İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, 1, 506; İbn Kayyim el-Cevziyye, İğâsetü'l-lehefân, II, 580; İbn Kesir, Tefsûrü'l-Kur'âni’l-Azim, II, 250; Ebus-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, III, 277; Reşîd Rızâ, Tefsîrü'l-menâr, IV, 218; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, 2294; Merâğî, Tefsîrül-Merâğî, III, 79 (dokuzuncu  cüz); Mevdûdî, Tefhimü'l-Kur'ân, II, 99. Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 192-194.

[1001] Kelime "iki melek onu sınadı" anlamında fetenâhü şeklinde de okunmuş­tur (bkz. İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, VI, 331).

[1002] Çoğu müfessirin yorumuna göre bu kişiler, Davud (a.s.)'u soruyla denemek isteyen iki melekti. Bazı müfessirlerin yorumlarına göre ise de bunlar iki insandı (bkz.Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XXVI, 195).

[1003] Yazır'ın yorumuna göre, davalı olduklarını söyleyen bu iki kişi mabede gir­diklerinde veya 'birimiz ötekinin hakkına tecavüz etti.' sözünü söylerken Dâvud (a.s.) Allah'ın kendisini denediğini anlar (bkz. Yazır, Hak Dini Kur'an Di­li, IV, 4092).

[1004] Sâd: 38/21-25.

[1005] Taberi, Câmi'u'l-beyân, XXIII, 91-93; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, VI, 327-328.

[1006] Râzî, et-Tefsîrü'1-kebîr, XXVI, 193-194;Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, 4092; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, VIII, 108 (yirmiüçüncü cüz); Sâbûnî, Muhammed Ali, Safvetü't-tefâsîr, Beyrut 1981, III, 55.

[1007] Râzî, et-Tefsiırü'1-kebîr, XXVI, 193-194. Bilmen, Kur'an-ı Kerîm'in Türk­çe Meali Âlisi ve Tefsiri, VI, 3032.

[1008]z b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'an, 131, 78; Râzî, et-Tefsirü'l-kebir, XXVI, 193-194; Kurtubî, el-Câmi'li ahkami'l-Kur'ân, XVI, 181; Sâbûnî, Safvetü't-tefâsir, III, 54-55.

Bu yoruma yönelik bir eleştiri için bkz. İbnü'l-A'rabi, Kâdî Ebû Bekir Muhammed b. Abdullah, Ahkâmü'l-Kur'ân, thk, Ali Muhammmed el-Becâvî,Beyrut 1987, IV, 1638. Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 194-196.

[1009] Sâd: 38/34.

[1010] Zemahşeri, el-Keşşâf, III, 374-375; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, VI, 336-339; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'an, IV, 35-39.

[1011] Bkz. Mevdûdî, Tefhîmü'l-Kur'ân, V, 73-76.

[1012] Râzî, et-Tefsîru't-kebîr, XXVI, 209. Merâğî, Tefsîrü'l- Merâğî, VIII, 120 (yirmiüçüncü cüz).

[1013] Râzî, et-Tefsiru'l-kebîr, XXVI, 209.

[1014] Bkz. Yazır. Hak Dini Kur'an Dili, VI, 4097.

[1015] Esed, Kur'an Mesajı, III, 929.

[1016] Sâd: 38/35. Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 196-197.

[1017] Esed, Kur'an Mesajı, III, 929.

[1018] Ateş, Yüce Kur'an’ın Çağdaş Tefsiri, VI, 252.

[1019] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 198.

[1020] Günümüzde Medine ile Tebûk arasında yer alan Medâin-i Salih adlı tren is­tasyonunun bulunduğu yerin, Semûdluların hükümet merkezi olduğu belirtil­mektedir. Bkz. Mevdûdî, Hz. Peygamberin Hayatı, s. 437.

[1021] Mevdûdî, Tefhîmü'l-Kur'ûn, II, 55.

[1022] A’râf: 7/73; Hûd: 11/61-63; Şuarâ: 26/141-152.

[1023] A'râf: 7/75.

[1024] Hûd: 11/63.

[1025] Mevdûdî, Hz. Peygamberin Hayatı, s. 440.

[1026] Şuarâ: 26/153; Kamer: 54/24-25.

[1027] Neml: 27/47.

[1028] Kanaatimizce bu kelimeye mealde geçen anlamın dışında "fitneye düşmüş­sünüz" şeklinde bir anlam da verilebilir.

[1029] Neml: 27/47.

[1030] Neml: 27/47.

[1031] Taberi, Câmi'u'l-beyan, XIX, 108; Merâğî, Tefsîrül-Merâğî, VII, 147 (ondokuzuncu cüz).

[1032] Taberî, Câmi'u'l-beyan, XIX, 108; Mevdûdî, Tefhîmü'l-Kur'ân, IV, 123. Sa­lih (a.s)'in peygamber olarak gönderilmesiyle Semûdlular imtihana tâbi tutul­muşlardır. Bkz. Mevdûdî, Tefhîmü'l-Kur'ân, IV, 123.

[1033] A'râf: 7/73; Kamer: 54/27.

[1034] Kamer: 54/27.

[1035] Şuarâ: 26/154.

[1036] A'râf: 7/73; Şuarâ: 26/155.

[1037] Kamer: 54/27.

[1038] Râzî, et-Tefsîrü'1-kebir, XXIX, 52-53; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VII, 4646; İbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvîr, XVIII, 198-199.

[1039] A'râf: 7/73; Şuarâ: 26/155-156.

[1040] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, XXIX, 52-53; Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VII, 4646.

[1041] ''Bunun üzerine arkadaşlarını çağırdılar. O da işe koyuldu ve deveyi kesti." Kamer: 54/29.

[1042] A'râf: 7/78; Hûd: 11/67; Şuarâ: 26/158; Hakka: 69/5.

[1043] A'râf: 7/72; Hûd: ll/66. Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 198-200.

[1044] Tâhâ: 20/85.

[1045] Tâhâ: 20/90.

[1046] A'râf: 7/142.

[1047] Tâhâ: 20/83.

[1048] Tâhâ: 20/84.

[1049] Tâhâ: 20/85.

[1050] Tâhâ: 20/87.

[1051] Tâhâ: 20/88.

[1052] A'râf: 7/148.

[1053] Tâhâ: 20/90.

[1054] Tâhâ: 20/91.

[1055] A'râf: 7/150, Taha: 20/86.

[1056] A'râf: 7/150.

[1057] Tâhâ: 20/86.

[1058] Tâhâ: 20/92-93.

[1059] Tâhâ: 20/94.

[1060] Tâhâ: 20/87-88.

[1061] Tâhâ: 20/95-96.

[1062] Tâhâ: 20/97.

[1063] A'râf: 7/149.

[1064] A'râf: 7/149.

[1065] Bakara: 2/54.

[1066] Bakara: 2/54.

[1067] A'râf: 7/155.

[1068] Bkz. İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, III, 180; 'İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, I, 506.

[1069] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, 2292.

Âyette söz konusu edilen mîkât ile ilgili bu ve diğer yorumlar için bkz. İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesir, III, 180.

[1070] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, 2292; İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, III, 182.

[1071] Yazır'ın bu konudaki farklı yaklaşımı için bkz. Hak Dini Kur'an Dili, IV, 2292.

[1072] et-Tefsîrü '1-kebîr, III, 83. Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 200-204.

[1073] İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, IV, 141.

[1074] İbnül-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, VII, 114-115; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâğî, IX, 125-126 (yirmi beşinci cüz); İbn Aşûr, et-Tahrîr ve't-tenvîr, XXIV, 36.

[1075] Zemahşerî, Keşşaf, III, 502; İbnü’1-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, VII, 114-115; 'İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'an,  III,  102; Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi’l-Kur'ân, XV, 266; İbn Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'ân, IV, 141; Ebu's-suûd, İrşâdü'l-akli's-selîm, VIII, 60; Merâğî, Tefsîrü'l-Merâği, IX, 125-126 (yirmi beşinci cüz); İbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-tenvîr, XXIV, 36.

[1076] Bu ifade ile ilgili değerlendirme için bkz. Esed, Kur'an Mesajı, III, 1013.

[1077] Bu konudan söz eden diğer ayetler için bkz. A'râf: 7/136; Tâhâ: 20/47.

[1078] Duhân: 44/18-21.

[1079] Araf: 7/120-127; Yûnus: 10/83-88.

[1080] Mümin: 40/25.

[1081] Mümin: 40/26.

[1082] Duhân: 44/22.

[1083] Duhân: 44/23.

[1084] A'râf: 7/138;Yûnus: 10/90.

[1085] Araf: 7/136.

[1086] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 200-205.

[1087] Rûm: 30/30.

[1088] Bakara: 2/151; En'âm: 6/42, 48; A'râf: 7/94; İbrâhîm: 14/7; İsrâ: 17/ 77; Kehf: 18/56; Hadîd: 57/25.

[1089] Bkz. Bakara: 2/256.

[1090] Bkz. A'râf: 7/172.

[1091] Bkz. Nisa: 4/64, 165, 170; Yûnus: 10/74; Nahl: 16/36; Mü'minûn: 23/ 32; Rûm: 30/47.

[1092] Şems: 91/9-10.

[1093] Bkz. Nisa: 4/124; Nahl: 16/97; Mümin: 40/40; Teğâbun: 64/9; Talâk: 65/11.

[1094] Şems: 91/8.

[1095] Yasîn: 36/60.

[1096] A'râf: 7/18; İsrâ: 17/93; Meryem: 19/68; Yâsîn: 36/62-63; Sad: 38/85.

[1097] Hûd: 11/7; Mülk: 67/2.

[1098] Mustansır Mir, Kur'ânî Terimler Sözlüğü, s. 99.

[1099] Bakara: 2/153.

[1100] Zariyat: 51/56.

[1101] Bakara: 2/46, 223; Mümin: 40/15; Cuma: 62/8; Hakka: 69/20.

[1102] Kâf: 50/18-23; Hakka: 69/13-37; İnfitâr: 82/10-19; İnşikâk: 84/1-13; Kari'a, 101/5-9; Tekâsur: 102/8.

[1103] Bkz. Bakara: 2/281; Âl-i İmrân: 3/161; En'âm: 6/120; Yûnus: 10/52; İb­râhîm: 14/51; Nûr: 24/11; Şûra: 26/22; Zümer: 39/24; Mümin: 40/17-19.

[1104] Enbiyâ: 21/35.

[1105] Âl-i İmrân: 3/186.

[1106] Mülk: 67/2.

[1107] Ahzâb: 33/72.

[1108] Şems: 91/8.

[1109] Yûsuf: 12/23.

[1110] Sâd: 38/24.

[1111] Sâd: 38/41-44.

[1112] Sâffât: 37/97-110.

[1113] Bkz. Nûr: 24/11-19.

[1114] Furkân. 25/20-21

[1115] Ankebut: 29/2-3.

[1116] Nahl: 16/110

[1117] Yûsuf: 12/90; R'ad: 13/19-24; Nûr: 24/52; Talâk: 65/5.

[1118] Çağrıcı, "Fitne", DİA,XII, 156.

[1119] Tevbe: 9/126.

[1120] Âdiyât: 100/8.

[1121] Âl-i İmrân: 3/14.

[1122] Fecr: 89/20.

[1123] Hümeze: 104/2-3.

[1124] İbrahim: 14/34.

[1125] Bakara: 2/152; Lokman: 31/12.

[1126] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 206/212.

[1127] Râğıb el-İsfahanî, Müfredat, s. 624; Fîrûzâbâdî, Besâir, IV, 69.

[1128] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 213-214.

[1129] Esed, Kur'ân Mesajı, 1, 55.

[1130] Râzî, et-Tefsîrü'1-kebîr, XI, 233.

[1131] Bakara: 2/191, 193, 217; Nisa: 4/91.

[1132] Maide: 5/41, 49; Saffât: 37/162.

[1133] Ankebût: 29/10; Zâriyât: 51/13, 14; Buruc: 85/10.

[1134] Bakara: 2/191, 217.

[1135] Yûnus: 10/83.

[1136] Mâide: 5/ 49.

[1137] Tevbe: 9/47-48.

[1138] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 200-205.

[1139] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 214.

[1140] Şems: 91/8.

[1141] İnsan: 76/3.

[1142] Tîn: 95/5-6.

[1143] Şems: 91/7-10.

[1144] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 214-215.

[1145] Burûc: 85/10.

[1146] Mâide: 5/49.

[1147] İsrâ: 17/73-75.

[1148] Kasas: 28/57.

[1149] Bkz. Mevdudî, Tefhîmü'l-Kur'ân, IV, 199-201.

[1150] Enfâl: 8/30.

[1151] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 215-217.

[1152] Âl-i İmrân: 3/135.

[1153] Enfâl: 8/73.

[1154] Enfâl: 8/25.

[1155] Enfâl sûresi 73.âyetini, "İman edip hicret eden ve Allah yolunda mallarıy­la, canlarıyla cihad edenler ve (muhacirleri) barındırıp (onlara) yardım edenler var ya, işte onlar birbirlerinin velileridir. İman edip hicret etmeyenlere gelince, hicret edinceye kadar, onların velayetleri size ait değil­dir. Eğer din konusunda sizden yardım isterlerse, sizinle aralarında söz­leşme bulunan bir kavme karşı olmadıkça, yardım etmek üzerinize borç­tur. Allah yaptıklarınızı hakkıyla görmektedir." mealindeki bir önceki âyetle birlikte değerlendirdiğimizde şunları söyleyebiliriz: Müminlerin kendi aralannda yardımlaşmamaları ve birliklerini muhafaza edememeleri yer yü­zünde fitne ve fesadın oluşmasının temel nedenidir. Enfâl sûresi, 25. âyeti­ni de "Ey iman edenler size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman, Al­lah'ın ve resulünün çağrısına uyun.." mealindeki bir önceki âyetle birlikte değerlendirdiğimizde âyette sözü edilen fitnenin Allah ve Resulüne icabet et­memekten kaynaklandığı anlaşılmaktadır.

[1156] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 217-218.

[1157] Burûc: 85/10.

[1158] Râzî, "ashâb-l uhdûd" ifadesi ile öldürenlerin kastedildiği gibi öldürülenlerin de kastedilmiş olabileceğini söylemektedir. O, "meşhur olan rivayete göre, öldürülenler mümin olan kimselerdir, ifadesini kullanırken (et-Tefsirü 'l-kebîr, XXXI, 118) müfessirlerin çoğunluğu böyle bir ayrıntıya girmeksizin Ashab-ı Uhdûd'u. müminleri yakarak işkence edenler olarak tanıtmaktadırlar (bkz. Beyzâvî, Envârü't-tenzîl, VI, 432; Nesefi, Medârikü't-tenzîl, VI, 482; Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, VI, 482).

Ashabü'l-uhdûd ve onların yakarak işkence ettiği müminler ile ilgili ola­rak tefsir kitaplarında muhtelif bir çok rivayet bulunmaktadır. Bu rivayetler şu noktada birleşmişlerdir ki müminlerden bir topluluk kavimlerine hakim olan kâfir bir krala muhalefet etmişler, o da bunları içi ateş dolu hendeğe attırmıştır (Râzî, et-Tefsîrü'l-kebir, XXXI, 118).

[1159] et-Tefsîrü'l-kebir, XXX1, 118.

[1160] Bakara: 2/49; Kasas: 28/4.

[1161] Yûnus: 10/83.

[1162] A'râf: 120-124.

[1163] Mümin: 40/25-26.

[1164] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 218-220.

[1165] Halefullah, M. Ahmet, Hz. Muhammed ve Karşıt Güçler (çev: İbrahim Ay­dın), İstanbul 1992, s. 151, 156.

[1166] Enfal: 8/30.

[1167] Kapar, Hz. Muhammed'in Müşriklerle Münasebetleri, 121-135.

[1168] Bakara: 2/191.

[1169] Bakara: 2/217.

[1170] İsra: 17/73.

[1171] Burûc: 85/10.

[1172] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 220-221.

[1173] Nisa: 4/91; Ahzâb: 33/14.

[1174] Mâide: 5/49.

[1175] Âl-i İmrân: 3/7.

[1176] Âl-i İmrân: 3/7.

[1177] Âi-i İmrân: 3/7.

[1178] Akyüz, Kur'an'da Siyasal Kavramlar, s. 324.

[1179] Mâturîdî, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed, Te'vîlâtü ehl-i-s-sünne (yazma), Selimaga ktp. No. 40, vr. 72a.

[1180] Râzî, et-Tefsîrü'l-kebîr, VII, 174.

[1181] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 222-225.

[1182] Bkz. En'âm: 6/ 34; Yâsîn: 36/18-27.

[1183] Burûc: 85/3-10. Buhârî (256/)'nin Habbâb b. Eret’ten rivayet ettiği bir hadis de, hem Hz. Peygamber döneminde ve hem de geçmiş ümmetlerde müminlerin inançla­rı sebebiyle çeşitli işkence/fitnelere maruz kaldıklarını göstermektedir (bkz. Menâkıb, 25).

[1184] Mâide: 5/70.

[1185] Bkz. İbn İshâk, Sîretü İbn İsbâk, s. 212-214.

[1186] Ashabın maruz kaldığı işkencelerden bazıları şöyleydi: Onlar yakıcı güneş al­tında kızgın kumlara yatırılıp çıplak bedenleri üzerine ağır taşlar konarak bekletiliyor, aç ve susuz bırakılıyor, yerlerde  süründürülüyorlardı. Bazen de elleri ve ayaklan bağlanarak kamçılanıyorlardı. Öyle ki bazıları bu işkenceler neticesinde can vermişti (bkz. İbn İshâk, Sîretü İbn İshâk, s. 169-173; Râzî, et-Tefsîrül-kebîr, XX, 130-135; Hamidullah, İslam Peygamberi, 1, 184.

[1187] Enfâl: 8/30.

[1188] Nahl: 16/110.

[1189] Bakara: 2/217.

[1190] bkz. İbn İshâk, Sîretü İbn İshâk, s. 194-213.

[1191] Nisa: 4/98.

[1192] Tevbe: 9/47-48; Ahzâb: 23/14.

[1193] Mâide: 5/49.

[1194] Mümtehine: 60/5.

[1195] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 225-226.

[1196] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 227.

[1197] Yûnus: 10/88.

[1198] Mâide: 5/70.

[1199] Mâide: 5/71.

[1200] İsrâ: 17/5.

[1201] Al-i İmrân: 3/21-22.

[1202] Buruc: 85/10.

[1203] 'İz b. Abdüsselâm, Tefsîrü'l-Kur'ân, III, 286; Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, VI, 179.

[1204] Hâzin, Lübatü't-te'vil VI, 179.

[1205] bkz. Râzî,  et-Tefsîrü't-kebîr, VII, 173; Kurtutubi, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, XVII, 247; XXIX, 226; Beğavî, Mealimü't-tenzil, VII, 34.

[1206] Hadîd: 57/14.

[1207] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 227-229.

[1208] Mümtehine: 60/5.

[1209] Yûnus: 10/85.

[1210] Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VII, 4902.

[1211] Çağrıcı, "Fitne" DİA, XIII, 156.

[1212] Nahl: 16/106.

[1213] Burûc: 85/10.

[1214] Burûc: 85/11.

[1215] Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, X,400.

İbrahim sûresi 12. âyette de, bazı peygamberlerin gönderildikleri toplum­larından gördükleri baskı ve eziyetler karşısında sabredeceklerini söyledikleri belirtilmektedir.

[1216] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 229-231.

[1217] Bakara: 2/163; Nisa: 4/87, 171; Hûd: 11/14.

[1218] Nisa: 4/58; 135; Mâide: 5/8, 42; Nahl: 16/90.

[1219] Bakara: 2/156; Kehf: 18/29.

[1220] Hucurât: 49/10.

[1221] Bakara: 2/109; Nûr: 24/22.

[1222] Bakara: 2/191, 193, 217.

[1223] Tûr: 52/47.

[1224] Burûc: 85/10.

[1225] Mâide: 5/33.

[1226] Mâide: 5/32.

[1227] Nisa: 4/135; Mâide: 5/8.

[1228] Bakara: 2/27.

[1229] Âl-i İmrân: 3/103.

[1230] Âl-i İmrân: 3/104, 110.

[1231] Bakara: 2/190-195, 217; Enfâl: 8/39.

[1232] bkz. Vahidî, Esbâbü'n-nüzûl, s. 208.

[1233] Furkân, 25/20.

[1234] Burûc, 85/10.

[1235] Burûc: 85/11.

[1236] Konu ile ilgili âyetlerin mealleri şöyledir: "(Müminler) bir zulüm ve saldırı­ya uğradıkları zaman birbirleriyle yardımlaşarak kendilerini savunurlar. Kötülüğün cezası yine onun gibi bir kötülüktür. Kim affeder barışırsa onun mükâfatı Allah'a aittir. Doğrusu o zalimleri sevmez. Kim zulme uğ­radıktan sonra kendini savunursa böyle hareket edenlerin aleyhine bir yol yoktur (bunlar kınanmaz ve cezalandırılmazlar). Ancak şunlar aley­hine yol vardır ki, insanlara zulmederler ve yer yüzünde haksız yere saldırırlar, (işte bunlar kınanırlar ve) böylelerine acı bir azap vardır." (Şûrâ: 42/39-42).

[1237] Bakara: 2/217.

[1238] Bakara: 2/191.

[1239] Söz konusu açıklamaların yer aldığı âyet meali şöyledir: "Sana haram ayı, yani onda savaşmayı soruyorlar. De ki: O ayda savaşmak büyük bir gü­nahtır. (İnsanları) Allah yolundan alıkoymak, Allah'ı inkar etmek, Mes-cid-i Haram'ın ziyaretine mâni olmak ve halkını oradan çıkarmak ise Al­lah katında daha büyük günahtır. Dinden döndürmek için zulüm ve bas­kı (fitne) ise adam öldürmekten daha büyük bir günahtır. Onlar, güç yetirebilseler, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler. Sizden kim, dininden döner ve kâfir olarak ölürse, onların yap­tıkları işler dünyada da âhirette de boşa gider. Onlar cehennemliktirler ve orada devamlı kalırlar." (Bakara: 2/217).

[1240] Bakara: 2/109; Al-1 İmrân: 3/7, 105; Nisa: 4/167; Mâide: 5/77; A'râf: 7/38; Enfâl: 8/36, 47; Muhammed: 47/1.

[1241] Enfâl: 8/36.

[1242] Enfâl: 8/73.

[1243] Şûrâ: 42/39.

[1244] Nisa: 4/75.

[1245] Enfâl: 8/72.

[1246] Esed, Kur'an Mesajı, 1, 340.

[1247] Enfâl: 8/24.

[1248] Enfâl: 8/25.

[1249] Söz konusu âyetin meali şöyledir: "Peygamberin çağrısını, kendi aranızda  birbirinize yaptığınız çağrılarla bir tutmayın. Allah, içinizden sıvışıp gi­denleri bilir. Onun buyruğuna aykırı hareket edenler, başlarına bir betânın (fitnenin) gelmesinden veya can yakıcı bir azaba uğramaktan sakınsınlar."  (Nur: 24/63).

[1250] Âl-i İmrân: 3/21, 181; Enfâl: 8/36-37, 47-48; Tevbe: 9/126; Ahzâb. 33 /14-19; Hadîd: 57/14.

[1251] Bakara: 2/190-195; Hac: 22/39-40.

[1252] Bakara: 2/190.

[1253] Bakara: 2/193.

[1254] Hac: 22/39. Vahidî (468/1075), bu âyetin nüzul sebebi ile ilgili şu açıkla­mayı yapmaktadır: "Müfessirler şunları söylemişlerdir: Mekkeli müşrikler Rasûlullah'ın ashabına çokça eziyet ediyorlardı. Öyle ki ashabın dayak yemiş veya yaralanmış birini Rasûlullah'a getirmedikleri gün olmuyordu, Ashab bunları Rasûlullah'a şikâyet ettiğinde Rasûlullah: 'sabrediniz, daha kıtal ile emrolunmadım' diyordu. Rasûlullah hicret ettiğinde Allah bu âyeti indirdi." (Bka. Esbâbü'n-nüzûl, s. 208).

[1255] Enfâl: 8/39.

[1256] Esed, Kur'an Mesajı, 1, 56.

[1257] Bkz. Bakara: 2/208, 256; Nisa: 4/59, 75, 135; Mâide: 5/8; Enfâl: 8/72-73; Hadîd: 57/25.

[1258] Bkz. Bakara: 2/193; Mâide: 5/8; Nisa: 4/59; Enfâl: 8/39.

[1259] Bakara: 2/193; Enfâl: 8/39; Yûnus: 10/85; Mümtehine: 60/5. Ayrıca bkz. Çelik. Hz. Peygamberin Hadislerinde Fitne, s. 83-95. Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 231-237.

[1260] Kılavuz, Ahmet Saim, "Şeytan", İslam'da İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi (İlmî Müşavir ve Redaktör, İbrahim Kâfi Dönmez), İstanbul 1997, IV, 196.

[1261] A'râf: 7/27.

[1262] Kehf: 18/50.

[1263] Nisa: 4/117; İsrâ: 17/27; Meryem: 19/44; Hac: 22/3; Kasas: 28/15; Fâtır: 35/5.

[1264] A'râf: 7/11.

[1265] A'râf: 7/11.

[1266] Nisa: 4/118; Hicr: 15/36.

[1267] Hicr: 15/35.

[1268] A'râf: 7/16.

[1269] A'râf: 7/17.

[1270] A'râf: 7/14.

[1271] A'râf: 7/15.

[1272] Nahl: 16/63; Zuhrûf: 43/37.

[1273] Nâs: 114/1-4.

[1274] En'am: 6/112.

[1275] Bakara: 2/168-169; Araf: 7/22.

[1276] A'râf: 7/30; Ankebut: 29/38;  Sebe': 34/20.

[1277] A'râf: 7/20;  Hac: 22/52.

[1278] En'âm: 6/71.

[1279] Nisa: 4/119; Hac: 22/3.

[1280] Nisa: 4/119-120.

[1281] Halil b. Ahmed, Kitâbü'l-'Ayn, VIII, 128; İbn Fâris, Mu'cemü mekâyîsi'l-lüğa, IV, 472, Mücmemü'l-lüğa, III, 711; Cevheri, es-Sıhâh, VI, 2176; Zemahşerî, Esâsü'l-belûğâ, s. 463; 'Lane, Lexicon, VI, 2335; Kermî, el-Hâdi ilâ lügati'l-'arab, III, 374.

[1282] Fîrûzâbâdî, Kamûsu'l-muhît, s. 1575; Ahmed Rızâ, Mu'cemü metni'l-lüğa, IV, 357; Kermî, el-Hâdî ilâ lügati'l-'arab, III, 374.

[1283] Zemahşerî, Esâsü'l-belâğâ, 463.

[1284] Zebîdî, Tâcü'l-'arûs, XVIII, 428.

[1285] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 237-239.

[1286] A'râf: 7/27.

[1287] Hicr: 15/42; Nahl: 16/99.

[1288] Hicr: 15/42; Nahl: 16/99; İsrâ: 17/65; Sebe': 34/21.

[1289] Enfâl: 8/48; Hicr: 15/ 40; Nahl: 16/63; Ankebût: 29/38.

[1290] A'râf: 7/20, 200-201; Tâhâ: 20/120.

[1291] Enam: 6/112.

[1292] A'râf: 7/16-17. Âyetlerin yorumu için bkz. İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, III, 120; Râzî, et-Tefsirü'1-kebîr, VII, 173.

[1293] Hicr: 15/39-40.

[1294] Nisa: 4/112.

[1295] İsrâ: 17/64.

[1296] Fitne kelimesi hadis metninde şu şekilde yer almaktadır: Fe ednahüm minhü menzileten e'zamühüm fitneten.

[1297] Bkz. Müslim, Ebu'l- Hüseyin, Müslim b. el-Haccâc; Sahih-i Müslim (thk. Muhammed Fuâd Abdülbâkî), Beyrut 1972, Sıfâtü'l-münâfıkîn ve ahkâmihim, 16.

[1298] Hicr: 15/42.

[1299] Bkz. İbnü'l-Cevzî, Zâdü'l-mesîr, III, 125.

[1300] Fitne ve türevleri hadislerde de şeytana nispet edilmektedir (bkz. Müslim, Sıfâtü'l-münâfikîn ve ahkamihim, 16).

[1301] Bu konunun anlatıldığı diğer âyetler için bkz. Tâhâ: 20/120-121.

[1302] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 239-241.

[1303] A'râf: 7/14.

[1304] A'râf: 7/15.

[1305] Nah: 16/63; Zuhrûf: 43/37.

[1306] Nisa: 4/117; İsrâ: 17/27; Meryem: 19/44; Hac: 22/3; Kasas: 28/15; Fâtır: 35/5.

[1307] Bakara: 2/168-169; A'râf: 7/22.

[1308] Enam: 6/112.

[1309] Hac: 22/53.

[1310] Seb’e: 22/34.

[1311] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 241-242.

[1312] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 242-243.

[1313] Fâtır: 35/6.

[1314] Bakara: 2/168-169.

[1315] Fâtır: 35/5.

[1316] Nisâ: 4/38

[1317] A'râf: 7/27.

[1318] Âl-i İmrân: 3/175.

[1319] Mâide: 5/91.

[1320] Hicr: 14/42.

[1321] A'râf: 7/200-201.

[1322] Müminûn: 23/97.

[1323] Nahl: 16/98. Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 243-244.

[1324] Yrd. Doç. Dr. Hasan Keskin, Kur’an’da Fitne Kavramı, Rağbet Yayınları: 245-248.