a. Tâbiûn Tefsirine Genel Bir Bakış
c. Tâbiûn Tefsirinin Kaynak Değeri
d. Tâbiûn Tefsirinin Genel Nitelikleri
Bilindiği gibi Hz. Peygamber (sav)'in hicretiyle Medine'de İslâm Devletinin temelleri atılmış ve daha Hz. Peygamber hayatta iken bu devletin sınırları Arap Yarımadasi'nın dışına taşmaya başlamıştı. Peygamber'in vefatından sonra da fetihler aynı hızla devam ettirilerek söz konusu devletin toprakları daha da genişletilmişti. Tabiatıyla yeni fethedilen ülke insanlarının İslâmı bilen yöneticilere, valilere, kadılara ve öğretmenlere ihtiyaçları vardı. İşte tamamen bu ihtiyaç göz önünde bulundurularak fethedilen her yeni beldenin halkına İslâmı öğretmek için muallimler ve asayişi temin etmek için de valiler, kadılar gönderildi. Böylece çeşitli memleketlere vazifeli olarak giden sahâ-bîler, İslâmm hükümranlığına giren bu beldelerde tedris halkalarını kurmaya ve etraflarına toplanan insanlara Kur'ân'ı ve Hz. peygamber'den almış oldukları bilgileri öğretmeye başladılar. Sahâbilerin bu ilmî faaliyetleri sonucunda şehirlerde çeşitli ekoller/medreseler meydana geldi ki, bu medreselerin öğretmenleri sahâbiler, öğrencileri de tabiiler idi[1]. Ancak bahis konusu beldelerin birçoğunda fitnelerin ortaya çıkmasıyla insanlar arasında ihtilafların başgöstermesi, her grubun kendi görüşünün haklılığını ispat etmek için öncelikle Kur'ân'a sarılması ve bunun tabii bir sonucu olarak bazen yanlış ve bozuk te'villerin ortaya çıkması gibi nedenlerden dolayı, Kur'ân'm mâkul ve doğru bir şekilde tefsirinin yapılmasına şiddetle ihtiyaç duyulmuştu[2]. İşte bu yüzden söz konusu ekollerin bazılarında daha ziyade Kur'ân'ın tefsirine ağırlık verilmeye başlandı ve bunlardan üç tanesi tefsirde haklı bir şöhrete ulaştı. Şimdi sözünü ettiğimiz bu ekoller üzerinde duralım. [3]
Sahabenin en yetkili şahsiyetlerinin kurduğu ve tâbiundan meşhur müfessirlerin yetişmiş olduğu tefsir ekolleri şunlardır: [4]
Bu ekol, İslâm güneşinin doğup cihanı aydınlatmaya başladığı en mübarek belde olan Mekke'de tesis edilmiş bir ekoldür. Kurucusu da, içlerinde râşit halîfelerin Hz. Âişe'nin ve Peygamber'in diğer eşlerinin de bulunduğu tüm sahabe arasında, müslümanların kendisini isnatta en büyük otorite kabul ettikleri, "ilim denizi"[5] ve "tercümânu'î-Kur'ân"[6] unvanının sahibi olan Abdullah İbn Abbâs (öl.68/687)'tır[7]. Kur'ân tefsirinin pîri olan bu sahâbînin kurmuş olduğu tefsir ekolü hakkında İbn Teymiyye (Öİ.728/1328): "Tabiiler içerisinde tefsir yönünden en önde gelenler Mekke ekolünün yetiştirdiği müfessirlerdir. Çünkü onlar İbn Abbâs'ın talebeleridir"[8] diyerek söz konusu ekolün, diğer ekoller arasındaki yerini ortaya koymuştur. Bu ekolün yetiştirdiği en seçkin öğrenciler şunlardır:
1. Mücâhid b. Cebr (Öİ.103/721).
2. İkrime Cöl.104/722).
3. Sa'îd b. Cübeyr (Öİ.95/714).
4. Tavus b. Keysân (Öİ.106/724).
5. Atâ b. Ebî Rabâh (öl.l 14/732). [9]
Medine de aynı şekilde Hz. Peygamber (sav)'in İslâm Dinini yaymak üzere hicret ettiği ve bilhassa ahkâmla ilgili âyetlerin inişine sahne olan mübarek bir beldedir. Resûlullah'ın vefatından sonra da ashâbm uzun zaman ayrılmayıp bu mukaddes şehirde ikamet etmesi ve âlim sahâbilerin sayı itibariyle diğer ilim merkezlerine nisbetle burada daha fazla olması, söz konusu ekolün değerini ortaya koymaktadır. Böylece denilebilir ki, Medine'deki sahâbiler bu şehirde kaldıkları müddetçe kendilerinden sonra gelenlere Allah'ın kitabını ve Hz.
Peygamber'in sünnetini Öğretmeye çalışıyorlardı. İşte bunlardan birisi de Medine'nin en büyük âlimlerinden olan Ubeyy b. Ka'b (Öİ.30/650) idi. Onun tedris halkasında yetişen en meşhur öğrenciler de şunlardır:
1. Ebu'l-ÂIiye (Öİ.90/709).
2. Muhammed b. Ka'b el-Kurazî (öl.118/736).
3. Zeyd b.
Eslem (Öİ.136/753)[10].
Bu ekolün kurucusu da Abdullah b. Mes'ûd (öl.32/652)'dur. Bilindiği gibi İbn Mes'ûd, Resûlullah'ın vahiy kâtiplerinden biriydi. Bu münasebetle Hz. Peygamber'in Kur'ân'a yönelik açıklamalarına daha çok muttali olmuş ve özellikle tefsirde bir derinlik kazanmıştı. Onun bu niteliğini bilen Hz. Ömer halifeliği sırasında İbn Mes'ûd'u Kûfe'ye muallim olarak tayin etti[11]. İbn Mes'ûd, Kûfe'ye geldiği zaman orada daha başka sahâbîler de bulunuyordu. Ancak insanlar kısa zamanda onun ilminin genişliğine muttali olarak etrafında büyük bir halka oluşturdular. Böylece o, kendisinden ilim almak üzere toplanan insanlara daha iyi hizmet vermek amacıyla bir tefsir ekolü/medresesi kurdu. Kaynakların belirttiğine göre bu medrese daha çok rasyonel bir temel üzerine bina edilmişti. Bu sebepten dolayıdır ki, İslâm âlimleri İbn Mes'ûd'un teşekkül ettirdiği bu ekolü, içtihâdî hareketlerin ilk nüvesi olarak kabul ederek ona "Irak re'y ekolü" ismini verdiler[12]. Bu ekolün yetiştirdiği pekçok âlim vardır. En ünlülerini şöyle sıralamak mümkündür:
1. Alkame b. Kays (Öİ.61/681).
2. Mesrûk b. el-Ecdâ (Öİ.63/682).
3. Esved b. Yezîd (Öİ.74/693).
4. Mürretu'l-Hemedânî Cöl.76/695).
5.
Âmiru'ş-Şa'bî (Öİ.109/727).
6. el-Hasan
el-Basrî (öl.HO/728).
7. Katâde b. Diâme (Öİ.117/735)[13].
Tefsir ekolleri hakkındaki bu kısa açıklamadan sonra şunu hemen ifade edelim ki, kurulan bu ekollerde sahabe tarafından yetiştirilen ilim ve fazilet sahibi tabiilerin, Kur'ân tefsirinde sahabeden sonra söz sahibi oldukları muhakkaktı. Çünkü onların yetişmesinde sahâbîlerin büyük katkıları vardı. Ancak bu hususta kendi gayretlerini de gözden uzak tutmamak lazımdır. Meselâ İbn Ebî Müleyke (Öİ.117/735): "Mücâhid'i, İbn Abbâs'a Kur'ân'm tefsirini sorarken gördüm. Yanında da levhalar bulunuyordu. İbn Abbâs ona yaz diyordu, (o da yazıyordu). Mücâhid (bu yolla) bütün tefsiri ona sordu"[14] diyerek hem sahâbîlerin, hem de tabiilerin tefsir konusundaki gayretlerini dile getirmiştir. Mücâhid'in kendisi de: "Mushafı başından sonuna kadar üç defa İbn Abbâs'a arzettim. Her âyette duruyor ve ona sorular soruyordum"[15] demek suretiyle aynı noktaya işaret etmiştir.
Ancak burada önemli bir hususa da değinmek istiyoruz. Kaynaklara göre söz konusu ettiğimiz bu üç tefsir medresesinde yetişen tâbiûn müfessirleri, ekseriyet itibariyle mevâlidendir[16]. Meselâ, İkrime, İbn Abbâs'ın, Zeyd b. Eşlem, Hz. Ömer'in, Mücâhid b. Cebr, Benî Mahzûm'un mevlâsı idi. Ayrıca, Atâ b. Ebî Rabâh ve Irak re'y medresesine mensup tabiîlerin çoğunun da mevâliden olduğu bildirilmiştir[17]. Hatta tâbiûn dönemi alimlerinden Mesrûk (öl.63/683), Şurayh (01.85/704), Said b. el-Müseyyeb (Öİ.94/712) ve benzeri bazı âlimler dışında hemen hemen ilim adamlarının hepsinin mevâliden olduğu bile iddia edilmektedir[18].
Tâbiûn döneminde yetişen müfessirlerin mevâliden oluşunu İbn Haldun (öl.808/1405), bedevîliğin ve ümmîliğin Araplarda hâkim bir unsur olmasına bağlamaktadır. Bu konudaki görüşü özetle şöyledir: Araplar başlangıçtan beri kendilerinde bedevilik ve sadelik hâkim olan ve Kur'ân'm da haber verdiği gibi okuma yazması olmayan (ümmî)[19] bir toplumdur. Onlar, İslâm dini geldikten sonra ancak okuyup yazmaya başladılar. Fakat bunu bir te'lif sanatı haline getiremediler. Kur'ân ve sünnetten öğrendiklerini hafızalarında tutup genellikle ağızdan ağıza naklediyorlardı. Bilhassa Hülefâ-i râşidînden sonraki dönemlerde siyaset ve devlet yönetimine aşırı düşkün olmaları, onların ilim ve sanatla meşgul olmalarına engel olmuştu. İşte bu sebeplerden dolayı Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelâm ve diğer ilimlerle meşgul olmak, kendilerine "a'cetnî" ve "mevâlî" gibi isimler verilen bu gayr-i Arap unsurlara kalmıştı[20].
Mevâlinin tefsirle uğraşması esasen tefsir açısından bir kazanç sayılabilir. Çünkü farklı sosyal çevre, din, dil ve kültür muhitinden gelmiş olan bu insanlar, Kur'ân tefsirine yeni bir soluk, anlayış ve yorum katmışlardı. Sahabe döneminde icmali mana ile yetinme söz konusu iken, tâbiûn döneminde âyetlerle ilgili tafsilatlı manaların görünmesi, bu hususu doğrular mahiyettedir. Gerçi Kur'ân, sahâbîler döneminde de içtihâd yoluyla tefsir edilmişti. Ancak içtihadın boyutları tâbiûn döneminde daha da genişlemiş, hatta itikâdi ve amelî mezhep hareketlerinin temelleri bu dönemde atılmıştı[21].
Tâbiûn tefsirinin kaynak değeri taşıyıp taşımadığı konusunda üç ayrı iddia ortaya atılmıştır.
1. Kaynak değeri taşımadığı İddiası
Bir kısım İslâm bilginine göre tabiiler, Kur'ân'ın tefsirine yönelik açıklamaları Resûrullah (sav)'tan almadıkları için onların tefsiri,bizzat Hz. Peygamberin beyanlarına muttali olan sahabe tefsiri niteliğinde değildir. Ayrıca onlar âyetlerin nüzul sebeplerine de şahit olmamışlardır. Böyle olunca Kur'ân âyetlerini tefsir ederken hata yapmaları mümkün olmakla birlikte, delil olmayan nassları yanlışlıkla delil kabul edip istidlal ederken yanılmaları da mümkündür[22]. Aynı zamanda sahabenin adaleti hakkında nass bulunduğu halde, tâbiûnun adaleti konusunda nass da mevcut değildir[23]. İşte bütün bu sebepleri göz önünde bulunduran bir kısım İslâm bilgini tâbiûn tefsirinin bağlayıcılığının ve kaynak değerinin olmadığını ileri sürmüştür. Nitekim Ebû Hanîfe de: "Resûhıllah (sav)'tan gelen baş-göz üstüne, sahabeden gelen hakkında serbestiz (uygun bulduğumuzu tercih edebiliriz), tâbiûndan nakledilene gelince onlar da rical (insan) biz de ricaliz"[24] diyerek tâbiûn tefsirinin bir ayrıcalığa sahip olmadığını ifade etmektedir. Hatta bu görüşte olanlara göre, ister iyi niyetle ister kötü niyetle olsun tâbiûn müf esilsirlerinin isrâiliyâta fazla önem vermelerinden dolayı, onların âyetlerle ilgili doğrudan yapmış oldukları beyanların dışında kalan açıkla malar, tefsir olarak kabul edilecek nitelikte değildir[25].
2. Kaynak değeri taşıdığı İddiası
Müfessirlerin çoğunluğu tâbiûn tefsirinin kaynak değerinin bulunduğu kanaatindedir. Çünkü bu görüşte olanlara göre tabiiler her ne kadar Resûlullah'ı görmemiş ve âyetlerin nüzul sebeplerini müşahede etmemişlerse de, tefsirlerini genellikle sahabeden almışlardır. Nitekim Mücâhid (Öİ.104/722) Kur'ân'ı başından sonuna kadar üç defa Abdullah İbn Abbâs'a arzettiğini söylemiş[26], Süfyanu es-Sevrî (61.161/777) de: "Tefsir Mücâhid'den gelirse o sana yeter"[27] demiştir. Ayrıca İkrime (Öİ.107/725) tefsire dair yaptığı nakillerin hepsini İbn Abbâs'tan aldığını ifade etmiş, İbn Abbâs da onun hakkında: "İkrime benden size neyi naklederse onu tasdik edin"[28] diyerek söz konusu zâtın tefsirde güvenilir bir âlim olduğunu belirtmiştir. Katâde b. Diâme (Öİ.118/736) de: "Kur'ân'daki her âyet hakkında mutlaka sahabeden işittiğim birçok bilgi vardır"[29] demiştir.
Tâbiûn tefsirinin bağlayıcılığını savunan İslâm bilginleri görüşlerine delil olarak bir de Ahmed b. Hanbel (öl.241/855)'in söz konusu meseleyle ilgili olarak ileri sürdüğü iki görüşten kendi düşüncelerine uygun olanı[30] alarak, tâbiûn tefsirinin mutlak anlamda kaynak olabileceğini ileri sürmüşlerdir.
3. Tabiilerin İttifak ettikleri hususların kaynak değeri taşıdığı İddiası
Bu gruptaki âlimler de: "Tâbiûn sözlerinden ancak üzerinde ittifak edilen hususlar bizim için bağlayıcıdır. İttifak etmediklerine gelince, onların isabetli olduğunu görürsek alırız değilse, kabul etmek zorunda değiliz"[31] derler.
İbn Teymiyye (Öİ.728/1327) de: "Tâbiûnun, üzerinde icmâ ettikleri görüşlerin hüccet olduğu hususunda şüphe edilmemelidir. Fakat ihtilâf halindeki görüşleri ise ne kendileri, ne de kendilerinden sonrakiler için hüccet değildir. Bu durumda Kur'ân'a, sünnete, o da olmazsa Arap dilinin geneline müracaat edilir. Yahut da sahabenin o konudaki kanaatine bakılır"[32] diyerek, tâbiûnun, üzerinde icmâ edilen görüşlerinin kabul edilebileceğini, ihtilaflı olanların ise, lügat ilmine havale edilmesi gerektiğini ortaya koymuştur[33].
Muhammed Hüseyn ez-Zehebî (Öİ.1399/1978) de "et-Tefsîr ve'l-müfessirûn" adlı eserinde konuyla ilgili görüşünü şöyle ifade etmektedir: "Tefsirde tabiilerin görüşünü, ancak içtihâd edilmesi mümkün olmayan yerlerde almak gereklidir. Bu da onların ehl-i kitaptan nakletme ihtimalinin olmadığı durumlarda söz konusudur. Eğer ehl-i kitaptan nakledildiği konusunda herhangi bir şüphe söz konusu olursa, o zaman bu durumda olan şahsın sözünü terketmemiz ve ona güven duymamamız gerekir. Fakat tabiilerin ittifak etmiş oldukları görüşleri almamız bizim için vaciptir"[34].
Buraya kadar farklı görüşleri serdettikten sonra sonuç olarak şunu ifade edebiliriz ki, nüzul sebepleri, mugayyebât, nâsih-mensûh, müphe-mâtu'l-Kur'ân ve benzeri içtihadın mümkün olmadığı meselelerde tâbiûn müfessirlerinin sika olanlarından nakledilenler alınmalıdır. Çünkü sika olan tabiiler, bu gibi konularda sahabenin isimlerini zikretmemiş olsalar da, nakletmiş oldukları rivayetleri onlardan aldıklarına hükmedilir. İçtihadın mümkün olduğu konularda ise, tabiilerin de diğer müfessir-ler gibi hata ve isabet etme ihtimalleri vardır. Ancak herhangi bir konuda tabiilerin ittifakı söz konusu olursa işte bunun da bağlayıcı olduğu söylenebilir[35].
Tâbiûn tefsirinin genel olarak niteliklerini şöylece sıralayabiliriz.
1. Tâbiûn döneminde bir taraftan Kur'ân baştan sona âyet âyet tefsir edilirken diğer taraftan da ortaya konulan görüş ve iddiaların delillen-dirilmesi için bazı kelime ve tâbirlerin izahına geniş yer verilmiştir.
2. Tâbiûn tefsirinde kelime açıklamaları yanında, geniş fıkhî izahlar, âyetlerden istinbât ve istidlal yoluyla çıkarılan hükümler ve tarihi bilgiler de yer almıştır.
3. Şiirle istişhâd metoduyla bazı lafızları açıklamak ve bazı garip lügatları şerh ve izah etmek de bu dönemin bir başka özelliğidir.
4. Tabiilerin, Kur'ân'da geçen kıssalarla manası müphem olan âyetlerin tafsilatını öğrenebilmek için ehl-i kitap âlimlerine rnüracaat ettikleri bir vakıadır. Dolayısıyla isrâiliyat denilen gayr-i İslâmî bilgiler, bir önceki döneme kıyasla daha çok bu devirde Kur'ân tefsirine girmiştir[36].
5. Bu dönemde de tefsir, henüz tedvin edilmiş değildi. Tefsire dair haberler yine şifahî nakil yoluyla aktarılmıştır. Ancak bu haberler Mekke, Medine ve Irak gibi belli başlı ilim muhitlerinde yerleşmiş olan ashabın ileri gelenleri tarafından rivayet edilmiş, böylece tâbiûn dönemindeki rivayetlerde bir ekolleşme meydana gelmiştir[37].
[1] ez-Zehebî, et-Tefsîr ve'1-müfessirûn, I, 100;
Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Tarihi, I, 141; Gümüş, Sadreddin, Kur'ân Tefsirinin
Kaynaklan, s. 82.
[2] Duman, Zeki, "Tâbiûn Döneminde Tefsir
Faaliyeti", EÛİF. Der., Kayseri 1987, s. 214.
[3] Doç. Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi,
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 296.
[4] Doç. Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi,
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 296.
[5] İbn S'ad, et-tabakât.U, 131.
[6] Bu konuda geniş bilgi için bkz. Goldziher, Ignaz,
İslâm Tefsir Ekolleri, (trc. Mustafa Islamoğlu), istanbul 1997, s. 92-100.
[7] İbn S'ad, et-Tabakât, II, 119.
[8] İbn Teymiyye, Mukaddime, s. 69.
[9] Doç. Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi,
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 297.
[10] Geniş bilgi için bkz. ez-Zehebî, et-Tefsîr
ve'1-mtifessirûn, I, 114-117; Mennâu'l-Kattân, Mebâhis, s. 339; Duman, Zeki,
Tâbiûn Döneminde Tefsir Faaliyeti, s. 222 vd.
Doç.
Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi, Marmara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Vakfı Yayınları: 297-298.
[11] ez-Zehebî, el-Tefsîr ve'l-müfessirûn, I, 116-117;
Bilmen, Ömer Nasuhi, Tabakâtu'l-müfessirîn, I, 290-292.
[12] Mennâu'l-Kattân, Mebâhis, s. 339; Duman, Zeki, Tâbiûn
Döneminde Tefsir Faaliyeti-s. 225.
[13] Hayatları
hakkında bilgi için bkz.
ez-Zehebî, et-Tefsîr
ve'l-müfessirûn, I, 90; Mennâu'l-Kattân, Mebâhis, s. 339.
[14] et-Taberî, Câmiu'i-Beyân, I, 31; İbn Kesîr, Tefsîr, I,
15.
[15] et-Taberî, Câmiu'l-Beyân, I, 31; İbn Kesîr, Tefsîr,
1,15.
[16] Mevâli, mevlânın çoğuludur, azatlı köle manasını ifade
etmektedir. Geniş bilgi için bkz. A.J.VVensinck, "Mevlâ", İA., VIII,
163.
[17] ez-Zehebî, et-Tefsîr ve'l-müfessirûn, I, 117.
[18] Ahmed Emîn, Fecru'l-îslâm, s. 153 vd.
[19] el-Cuma 62/2.
[20] İbn Haldun, Mukaddime, s. 343-345 (özetle).
[21] Gümüş, Sadreddin, Kur'ân Tefsirinin Kaynaklan, s. 86.
Doç.
Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi, Marmara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Vakfı Yayınları: 298-300.
[22] Bkz. ez-Zehebî, et-Tefsîr ve'l-müfessirÜn, I, 128-129;
Mennâu'l-Kattân, MebShis, s 339-340; Duman, Zeki, Tâbiûn Döneminde Tefsir
Faaliyeti, s. 233.
[23] Bkz. ez-Zehebî, et-Tefsîr ve'l-müfessirûn, I, 128.
[24] Bkz. ez-Zehebî, et-Tefsîr ve'l-müfessirûn, 1,128.
[25] Bkz. ez-Zehebî, et-Tefsîr ve'l-müfessirûn, 1,129.
[26] et-Taberî, Câmiu'l-beyân, I, 31; İbn Kesîr, Tefsir, 1,
15.
[27] et-Taberî, Câmiu'l-beyân, I, 31; es-Suyûtî, el-İtkân,
II, 243.
[28] Bkz. ez-Zehebî, et-Tefsîr ve'1-müfessirûn, I, 128.
[29] Bkz. ez-Zehebî, et-Tefsîr ve'l-müfessirûn, I, 128.
[30] Bkz. ez-Zehebî, et-Tefsîr ve'l-müfessirûn, I, 128.
[31] Bkz. ez-Zehebî, et-Tefsîr ve'l-müfessirûn, I, 129;
Mennâu'I-Kattân, Mebâhis, s. 339.
[32] İbn Teymiyye, Mukaddime, s. 28-29; İbn Kesîr, Tefsir,
I, 15; ez-Zehebî, et-Tefsîr ve'l-müfesstrûn, I, 129; Mennâuİ-Kattân, Mebâhis,
s. 340.
[33] Duman, Zeki, Tâbiûn Döneminde Tefsir Faaliyeti, s.
235.
[34] ez-Zehebî, et-Tefsîr ve'l-müfessirûn, I, 128-129.
[35] Bkz. Duman, Zeki, Tâbiûn Döneminde Tefsir Faaliyeti,
s. 235; Gümüş, Sadreddin, Kur'ân Tefsirinin Kaynakları, s. 102.
Doç.
Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi, Marmara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Vakfı Yayınları: 300-303.
[36] Duman, Zeki, Tâbiûn Döneminde Tefsir Faaliyeti, s.
231-232.
[37] Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Tarihi, I, 169.
Doç.
Dr. Muhsin Demirci, Tefsir Usulü ve Tarihi, Marmara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Vakfı Yayınları: 303-304.