Kur’anın Kaynağı, Bir Yaratıcının Varlığı Ve Birliğinin İspatı:
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:
Allah'ın Ayetlerini İnkar Edenlerin Tehdit Edilmeleri Ve Onların
Cezalandırılmaları:
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:
Allah'ın Kullarına Olan Nimetleri:
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:
Din Nimeti Ve Hükümlerin İndirilişi:
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:
Ölüm Ve Hayat Konusunda İyilerle Kötüler Arasındaki Fark:
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:
Materyalistlik Ve Mülhidlik, Öldükten Sonra Dirilmenin İnkârı Ve Kıyametin
Dehşetli Halleri:
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:
İtaat Eden Müminlere Ve Asi Kafirlere Verilecek Karşılık:
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:
1- Hâ, mîm.
2- Kitap, aziz ve
hakim olan Allah tarafından indirilmiştir.
3- Şüphesiz göklerde
ve yerde müminler için birçok ayetler vardır.
4- Sizin
yaratılışınızda ve Allah'ın yeryüzünde yaydığı canlılarda kesin olarak inanan
bir toplum için ayetler vardır.
5- Gecenin ve gündüzün değişmesinde, Allah'ın
gökten indirmiş olduğu rızıkta (yağmurda) ve ölümünden sonra yeri onunla
diriltmesinde, rüzgârları değişik yönlerden estirmesinde, aklını kullanan
toplum için ayetler vardır.
6- İşte sana gerçek
olarak okuduğumuz bunlar Allah'ın ayetleridir. Artık Allah'tan ve O'nun
ayetlerinden sonra hangi söze inanacaklar?
"Hâ, mim." bu iki harfin izahı daha
önce geçti.
"Bu Kitap aziz ve
hakim olan Allah tarafından indirilmiştir." Şüphesiz ki bu Kur'an, güçlü
ve galip olan Allah tarafından indirilmiştir. O, asla mağlup olmaz, tedbiri,
her şeyi yerli yerine koyması ve kullarının faydasını sağlamasıyla hikmet
sahibidir. Bu iki sıfatı Allah'a ispat etmek, O'nun bütün mümkinata kadir
olduğunu, bütün bilinebilecek her hususu bildiğini ve hiçbir şeye ihtiyacı
olmadığını gösterir. Dolayısıyla O'ndan boş ve batıl bir şey meydana gelmez.
Sonra yüce Allah,
izzet ve hikmetinin gereğini zikrederek şöyle buyurdu:
"Şüphesiz
göklerde ve yerde müminler için birçok ayetler vardır." Yani hiç şüphesiz
göklerin ve yerin yaratılışında, Allah'ın varlığına, birliğine ve yüce
kudretine kesin deliller vardır. Bu, kevnî (kâinata ait) bir delildir. Sonra da
Allah enfüsî (insanın kendisinde bulunan) delili zikretti ve şöyle dedi:
"Sizin yaratılışınızda ve (Allah'ın) yeryüzünde yaydığı canlılarda, kesin
olarak inanan bir toplum için ayetler vardır." Yani şüphesiz ki, örneği
geçmiş bir varlık olmaksızın sizin yaratılmanızda; zatı ve beşerî sıfatları tam
bir insan haline gelinceye kadar, çeşitli yaratılış merhalelerinden geçmenizde,
yeryüzünün çeşitli bölgelerinde; sıcaklık, soğukluk ve normal olan farklı
iklimlerde; yağışlı ve kuru arazilerde birtakım canlıları dağıtıp yaymasında;
kara, deniz ve havada yaşayan evcil ve vahşi çeşitli hayvanların yaratılışında,
hiç şüphesiz yüce yaratıcının kudret ve hikmetini gösteren gayet açık pek çok
ayet ve ibret verici deliller vardır. İman edip, hakkı kabul eden kesin iman
sahipleri bunlardan ibret alırlar ve imanları kat kat artar, Allah'ın
emirlerine boyun eğerler ve iman, kalplerinde sabit dağlar gibi kökleşir,
hiçbir şüphenin bulunamayacağı kesin imanı elde etmiş olurlar.
"Gecenin ve
gündüzün değişmesinde, Allah 'in gökten indirmiş olduğu rızıkta (yağmurda) ve
ölümünden sonra yeri onunla diriltmesinde, rüzgârları değişik yönlerden
estirmesinde, aklını kullanan bir toplum için ayetler vardır." Yani
şüphesiz gecenin ve gündüzün farklı oluşu ve birbirlerini takip edişinde;
uzunluk, kısalık, sıcaklık, soğukluk, aydınlık ve karanlık açısından farklı
oluşunda; Allah'ın bulutlar vasıtası ile yeryüzüne indirmiş olduğu yağmurla,
kullarının emrine çeşidi sayılamayacak kadar vermiş olduğu bitki ve nzıkta;
rüzgârların değişik yönlerden ve değişik hallerde estirilmesinde; bazen
güneyden, bazen kuzeyden; bazen sıcak, bazen soğuk; bazı zamanlar faydalı, bazı
zamanlar zararlı, bütün bunlarda, Allah'ın varlığına, birliğine ve kudretine
açık hüccetler ve büyük deliller vardır. Bunlar hakkında düşünen ve bunların
ardındaki gerçeklerini anlayan üstün akıl sahipleri genelde bunlardan istifade
ederler. Cahiller ve inatçı kimseler ise, bundan yararlanmazlar.
İşte böylece bu
ayetleri düşünenler, imanın aslını kalplerine yerleştirerek kesin imana,
oradan da aklın ve düşüncenin kemale ermesine yükselirler. Bu, yüce bir hale
yükseliş olup kâmil müminlerin sıfatıdır.
Bu ayetler, Allah
Tealâ'nın şu ayetine benzemektedir: "Şüphesiz göklerin ve yerin
yaratılmasında, gece ile gündüzün bir biri peşinden gelmesinde, insanlara
fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah 'm
gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit
canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen
bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için (Allah'ın varlığını ve
birliğini ispatlayan) birçok deliller (ayetler) vardır." (Bakara, 2/164).
Sonra yüce Allah, bu
ayetlerden alınacak ibreti şu sözüyle veciz bir şekilde ifade etti:
"İşte sana gerçek
olarak okuduğumuz bunlar Allah'ın ayetleridir. Artık Allah'tan ve O'nun
ayetlerinden sonra hangi söze inanacaklar?" Yani zikredilen bu ayetler
Allah'ın hüccetleri, delilleri ve apaçık ayetleridir. Ey Peygamber! O ayetleri
sana, açık gerçeği içinde bulundurduğu halde, okuyoruz. Bütün beşerin istifade
etmesi için sana indirdiğimiz Kur'an'da biz gerçeği ispat ediyoruz ve bizim
söylediğimiz doğrudur. O halde insanlar Allah'ın sözü ve kelâmı olan ayetlere
inanmazlar ve boyun eğmezlerse, bundan sonra hangi söze inanıp, tasdik
edecekler? "İşte bunlar Allah'ın ayetleridir..." cümlesinde
"tilke'(bunlar) kullanılması ayetlerin mertebesinin yüceliğine işarettir. [1]
7- Vay haline, her
yalancı ve günahkâr kişinin!
8- O, Allah'ın kendisine okunan ayetlerini
işitir yine de büyüklük taslayarak sanki hiç onları duymamış biri gibi
(küfründe) direnir. İşte onu acı bir azap ile müjdele.
9- (O) ayetlerimizden
bir şey öğrendiği zaman onlarla alay eder. Onlar için alçaltıcı bir azap
vardır.
10- Önlerinde de
cehennem vardır. Kazandıkları da Allah'ı bırakıp edindikleri dostlar da hiçbir
fayda vermez. Büyük azap onlaradır.
11- İşte bu Kur'an bir
hidayettir. Rablerinin ayetlerini inkâr edenlere gelince, onlara en
kötüsünden, elem verici bir azap vardır.
"Vay haline, her
yalancı ve günahkâr kişinin!" Yani, helak ve şiddetli azap, Allah'ın
ayetlerini yalanlayan, son derece günahkâr ve asi olan herkes içindir. Yalancı
ve iftiracının (effak) iki hali vardır:
Birincisi günahta
ısrar ve kibirlenmedir: "O, Allah'ın kendisine okunan ayetlerini işitir
de, sonra büyüklük taslayarak sanki hiç onları duymamış gibi (küfründe)
direnir. İşte onu acı bir azap ile müjdele!" Yani, bu yalancı ve iftiracı
kişiler Allah'ın birliğini, kudretini, azap ve rahmetini gösteren açık deliller
olan Kur'an ayetleri kendisine okunurken dinler. Fakat yine de küfründe ısrara
devam eder, daha önceki küfür halini bütün kuvvet ve şiddetiyle korur, duyduğu
Allah kelâmından öğüt almaz, sanki bunları hiç duymamış gibi davranır. Allah
da, bu ısrar, kibir ve ibret almamanın karşılığının şiddetli ve elem verici
bir azap olduğunu haber vermiştir.
Bu hüzün verici haberi
müjde diye ifade etmek şiddetli bir tehekküm (istihza, alay) ve onlara
hakarettir.
Ayetin bir benzeri şu
ayettir: "Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var
eden Allah'a mahsustur. (Bunca ayet ve delillerden) sonra kâfir olanlar (hala
putları) Rableri ile denk tutuyorlar." (En'am, 6/1).
İkincisi: Allah'ın
ayetleriyle alay etmeleridir: "{O) ayetlerimizden bir şey öğrendiği zaman
onlarla alay eder. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır."
Yani bu yalancı ve
iftiracı, Allah'ın ayetlerinden bir şey öğrendiği zamanda, öğrendiği bu şeyi,
onun ihtiva ettiği manaları kabul etmez, alay ve münakaşa konusu yapar.
İşte sıfatları daha
önce geçen o iftiracılar için, günah ve küfürde ısrarları, Allah'ın ayetlerini
dinlemekten uzaklaşıp böbürlenmeleri ve onları alay mevzuu edinmeleri
sebebiyle, kendilerini küçük düşüren, zelil kılıp, rezil eden bir azap vardır.
"Azabun muhin: alçaltıcı azap" zillet ve rüsvaylı-ğı içinde
bulunduran azap demektir.
Daha önce de geçtiği
gibi rivayete göre Ebu Cehil Allah'ın "Şüphesiz zakkum ağacı,
günahkârların yemeğidir." (Duhan, 44/43-44) ayetini duyduğu zaman, hurma
ve tereyağı istemiş ve arkadaşlarına, "Bundan yiyin, Muhammed sizi ancak
bal ile tehdit ediyor" demiştir. "(O) cehennem üzerinde ondokuz
(muhafız melek) vardır." (Müddessir, 73/30) ayetini duyduğu zaman da şöyle
demiştir: "Eğer onlar ondokuz ise ben onlara tek başıma karşı
gelirim."
Sonra yüce Allah bu
hor ve hakir kılıcı azabın durumu hakkında şöyle buyurmuştur: "Önlerinde
de cehennem vardır. Kazandıkları şeyler de, Allah 'ı bırakıp edindikleri
dostlar da onlara hiçbir fayda vermez. Büyük azap onlaradır." Yani hiç
şüphesiz bu iftiracıların önünde kıyamet gününde cehennem vardır. Çünkü onlar
oraya yönelmişlerdir. Tıpkı şu ayet gibi: "Önünde de (o inatçı zorbaya)
cehennem vardır. Kendisine irinli su içirile-cektir." (İbrahim, 14/16) Ya
da onların dünya zevk ve sefalarının, haktan uzaklaşıp, kibirlenmelerinin
arkasında cehennem vardır. O cehennem onların arkasında onlara yetişecektir.
Onların dünyada kazandıkları mal ve evlâtları da onların azabını
gidermeyecektir. "Bilinmelidir ki inkarcıların ne malları ne de evlâtları
Allah huzurunda kendilerine bir fayda sağlayacaktır." (Ali İmran, 3/10).
Yani mal ve evlâtları
onlara her hangi bir fayda sağlamayacaktır. Allah'ı bırakıp da tapınmak için
ilâhlar edindikleri putların da onlara her hangi bir faydası dokunmayacaktır.
Halbuki onlar bu putlardan menfaat umuyorlar ve başlarına gelecek zararları
bertaraf edecekler diye güveniyorlardı. Onlar için önlerinde olan cehennemde
büyük, devamlı ve elem verici bir azap vardır. Senden saklı, göremediğin her
şey (ayette geçen) ve-ra'dır. İster önde, ister sonda bulunsun; nitekim
Garaibu'l-Kur'an'da bu şekilde zikredilmiştir.
"Onlar için
alçaltıcı bir azap vardır" ayetiyle "Onlar için büyük bir azap
vardır." ayeti arasındaki farklılığın sebebi şudur: Birincisi azap ile
birlikte zilletin de var olacağını göstermektedir. İkincisi ise, zarar verici
olmakta azabın en yüksek noktaya ulaşacağını ifade etmektedir.
Allah Kur'an'ı şu
sözüyle anlatmıştır: "İşte bu Kur'an bir hidayettir. Rablerinin ayetlerini
inkâr edenlere gelince, onlara en kötüsünden, elem verici bir azap
vardır." Yani bu Kur'an ve bu surede geçen ayetler insanları gerçeğe
iletir ve doğruya irşat eder, karanlıklardan aydınlığa yöneltir. Allah'ın
Kur'an ayetlerini inkâr eden kâfirlere gelince, onlar için kıyamet gününde çok
şiddetli azap vardır.
"İşte bu
Kur'an" sözü hidayet edici olmasında kâmil eksiksiz demektir.
"Ricz" en çetin azap anlamına gelir. Bakara suresi 59. ayette bu
kelime geçmektedir: "Bunun üzerine biz, yapmakta oldukları kötülükler
sebebiyle zalimlerin üzerine gökten acı bir azap indirdik." A'raf suresi
134. ayette de "Eğer bizden o pek çetin azabı kaldırırsan..."
buyurulmaktadır. [2]
12- Allah o (yüce)
varlıktır ki, emri gereğince gemilerin yüzmesi ve lütfedip verdiği rızkı
aramanız için, bir de şükredesiniz diye denizi size hazır hale getirmiştir.
13- O, göklerde ve
yerde ne varsa O hepsini, kendi katından (bir lütuf olmak üzere) size boyun eğdirmiş (ceza)
güderinin geleceğini ummayanları bağışlasınlar. Çünkü Allah her toplumu yaptığına göre ceza-
landıracaktır.
15- Kim iyi bir iş
yaparsa faydası kendinedir. Kim de kötülük yaparsa, zararı yine kendinedir.
Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz.
Yüce Allah, kullan
üzerine olan nimetlerini zikretmektedir:
1- "Allah
o (yüce) varlıktır ki, emri gereğince içinde gemilerin yüzmesi ve lütfedip
verdiği rızkı aramanız için, bir de şükredesiniz diye denizi size hazır hale
getirmiştir." Yani, varlığı ve birliği geçen delillerle sabit olan Allah,
kendi izniyle içinde gemilerin yüzmesi, ülkeler arası ticaret, inci elde etmek,
balık avlamak ve diğer ticaret ve kazanç yolları için denizleri sizin emrinize
vermiştir. Allah'ın bu emre amade edişi sebebiyle sağlanan nimetlerine
şükrediniz.
Denizlerin emre amade
edilmesi üç şekilde olmuştur:
a) Geçmişte
ve halen gemilerin yüzmesine yardımcı olan rüzgârlar,
b) Binlerce
ton ağırlığınca yükü suyun taşıma kudreti.
c) Gemiyi
meydana getiren ahşabın batmadan su üzerinde durması.
2- "O
göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lütuf olmak üzere)
size boyun eğdirmiştir. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler
vardır." Yine göklerde olan her şeyi, yıldızları ve diğerlerini, yeryüzünde
olan dağları, denizleri, nehirleri, rüzgârları, yağmurları ve diğer menfeatleri
kendi lütfü ve rahmeti olarak size boyun eğdirmiştir. Bu boyun eğdirişte,
düşünen, akleden insanlar için, Allah'ın kudretini ve birliğini gösteren nice
açık deliler vardır.
Bu ayet, şu ayeti
hatırlatmaktadır: "Nimet olarak size ulaşan ne varsa Allah'tandır. Sonra
size bir zarar dokunduğu zaman da yalnız O'na yalvarırsınız." (Nahl,
16/53).
Allah Tealâ,
birliğinin ve kudretinin delillerini ifade ettikten sonra güzel ahlâkı
emrederek şöyle buyurdu: "İman edenlere söyle: Allah 'in (ceza) günlerinin
geleceğini ummayanları bağışlasınlar. Çünkü Allah her toplumu yaptığına göre
cezalandıracaktır." Yani ey Peygamber! Allah'ı ve Rasul'ünü (s.a.) tasdik
eden müminlere şöyle söyle: Allah'ın göndereceği felâketlerden, çeşit çeşit
azaplardan korkmayan bu müşriklerin eziyetlerine katlanın, onları affedip
bağışlayın. Çünkü Allah müminleri; kâfirlerin ezasına karşı sabır, öfkeyi
yutmak ve hoşlanmadıkları şeye katlanmak gibi dünyada kazanmış oldukları güzel
amellerinden dolayı mükâfatlandıracaktır. Ayette geçen "Kavm"
kelimesinin nekre oluşu "İman edenlere söyle..." ayetinde geçen
müminlerin şerefini yüceltmek içindir. "...Allah'ın (ceza) günlerinin
geleceğini ummay'anlar..."in manası şudur: "Önceki ümmetlere verilen
azabın benzerinden korkmayanlar..."
Sonra yüce Allah,
iyiliğin iyiye ve edepsizliğin de edepsize ait olacağını açıklayarak şöyle
buyurdu: "Kim iyi iş yaparsa faydası kendinedir. Kim de kötülük yaparsa
zararı yine kendinedir. Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz." Yani kim
Allah'ın emrettiği güzel amelleri yapar, yasakladıklarından vazgeçerse kendi
lehinedir. Kötülükleri ve masiyetleri işleyen de kendi aleyhine işlemiş olur.
Sonra kıyamet gününde Allah'a döneceksiniz, amellerinizle O'na
arzedileceksiniz. Allah, iyi ve kötü amellerinizin karşılığını size verecektir. [3]
16- Andolsun ki biz,
İsrailoğulla-rı'na kitap, hüküm ve peygamberlik verdik. Onları güzel
rızıklarla besledik ve onları alemlere
üstün
kıldık-
17- Din konusunda
onlara açık deliller verdik. Ama onlar kendilerine Seldikten sonra aralarındaki
çekememezlik yüzünden ayrılığa dü§tüler- Şüphesiz Rabbin, ayrılığa düştükleri
şeyler hakkında kıyalarında hüküm vereçektir.
18- Sonra da seni din
konusunda bir şeriat sahibi Sen ona uy (Hakikati) bilmeyenlerin istekleri ne
uyma.
19- Çünkü onlar,
Allah'a karşı sana fayda ve'rmezler Doşğrusu irbirlerinin dostlarıdır; Allah da takva sahiplerinin dostudur.
20- Bu (Kur'an),
insanlar için basiret nurları, kesin olarak inanan bir toplum için hidayet ve
rahmettir.
"Andolsun ki biz,
tsrailoğulları'na kitap, hüküm ve peygamberlik verdik. Onları güzel rızıklarla
besledik ve onları âlemlere üstün kıldık." Bu nimetlerden altı tanesi
şunlardır:
1- İçerisinde
hidayet ve nur bulunan Tevrat'ın Musa (a.s.)'ya indirilmesi.
2- İnsanlar
arasındaki davalarda hüküm verebilmek için gerekli olan anlayış ve kabiliyet
sahibi olmak. Çünkü İsrailoğulları hem din, hem de dünya idaresini en güzel
şekilde biliyorlardı. Böylece dünya hakimiyeti de onlara verilmişti.
3- Musa,
(a.s.) Harun (a.s.) ve daha birçok peygamberlerin onlara gönderilmesi.
4- Kudret
helvası ve bıldırcın kuşu gibi yiyecek ve içeceklerden gayet leziz, helâl ve
güzel rızıklarla onlara ihsanda bulunması.
5- Allah'ın
onları, o dönemdeki diğer toplumlara üstün kılması. Şöyle ki, onlar arasından
birçok peygamberler gelmiştir. Dünya hakimiyetiyle peygamberliği bir arada
yürütmüşler, denizin yarılması, bulutların gölgelendirmesi, Firavun ve
askerlerinin zulmünden kurtulmaları için kendilerine gözle görülür açık
mucizeler verilmişti. Böylece onlar, çağlarındaki insanlar arasında daha üstün
ve daha yüce mevkilerde olmuşlardır.
6- Onlara
kesin ve açık deliller ve burhanlar verilmesi helâl haram konusunda açık
kanunlar, nasihatler ve hükümler ihsan edilmesi.
Bütün bunlara rağmen
onlar bu nimetlere şükretmemişler, aksine din konusunda ihtilâfa düşmüşlerdir.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"...Ama onlar,
kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki çekeme-mezlik yüzünden ayrılığa
düştüler." Yani onlar, liderlik hırsıyla, düşmanlık, haset ve inatla,
birbirlerini çekememeleri yüzünden işin gerçeğini bilmelerine ve delilin de
aleyhlerine olmasına rağmen, din konusunda ayrılığa düştüler.
Ortada madem bir
ayrılık ve ihtilâf vardır, o zaman bunun peşinden hüküm gelecektir. Bu sebeple
yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz Rabbin,
ayrılığa düştükleri şeyler hakkında kıyamet günü aralarında hüküm
verecektir." Yani hiç şüphesiz yüce Allah, kıyamet gününde din konusunda
ayrılığa düştükleri noktalarda adil hükmünü verecektir, güzel davrananı
güzelliğiyle, kötü hareket edeni de kötülüğüyle cezalandıracak, haklıyı
haksızdan ayıracaktır.
Burada İslâm ümmetini,
İsrailoğulları gibi, ayrılığa düşmekten sakındırma vardır. Bu sebeple Allah
Tealâ şöyle buyurdu:
"Sonra da seni
din konusunda bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy, (hakikati) bilmeyenlerin
isteklerine uyma." Yani Ya Muhammed! Biz seni din konusunda bir yol ve
metod sahibi kıldık. Bu, seni hakka ulaştırır. O halde sen, Rabbin tarafından
sana vahyedilene uy, ümmetin arasında, açık delillerle desteklenen dininin
hükümleriyle amel et, Allah'ın birliğini ve kulları için koyduğu kuralları
bilmeyen müşrik cahillerin heva ve heveslerine uyma. Bu müşrikler, Kureyş
kâfirleri ve onların fikirlerini onaylayanlardır.
Kelbi şöyle demiştir;
Kureyş reisleri, Mekke'de Peygamberimiz (s.a.)'e şöyle demişlerdir:
"Atalarının dinine dön, onlar senden daha değerli ve daha yaşlı
(tecrübeli) idiler." Allah Tealâ, "Onların isteklerine uyma!"
sözüyle peygamberini bundan sakındırmıştır. Yani ya Muhammed! Sen, onların batıl
dinlerine meyletseydin, azaba müstahak olurdun, onlar da senden bu azabı
uzaklaştıramazlardı.
Peygamberimizin,
(s.a.) onların isteklerine uymaktan nehyedilmesinin sebebi Allah'ın şu sözüdür:
"Çünkü onlar,
Allah'a karşı sana hiçbir fayda vermezler." Çünkü bu cahil müşriklerin
istek ve arzularına uyarak Allah'ın sana ihsan ettiği dine muhalefet edersen,
onlar, Allah'ın senin hakkında murat ettiğ hiçbir azabı senden
uzaklaştıramazlar.
"Doğrusu
zalimler, birbirlerinin dostlarıdır, Allah da takva sahiplerinin
dostudur." Yani şüphesiz bu kâfirler, birbirlerine yardım ederler, münafıklar
da dünyada Yahudilerin dostlarıdırlar, fakat bu yardımlaşmanın ahi-rette onlara
hiçbir faydası olmayacaktır. Birbirlerine dost olan bu kâfirler, birbirlerinin
zararını artırmaktan helak ve mahvoluşlannı hazırlamaktan başka bir işe
yaramayacaklardır. Halbuki Allah, şirk ve masiyetlerden sakınan müminlerin
yardımcısıdır. Onları küfrün karanlıklarından imanın aydınlığına çıkarır. Fakat
kâfirlerin dostları bulunan tağut ve şeytanlar ise onları iman nurundan alıp
küfür karanlıklarına götürür. İşte bu, Allah'ın takva sahibi müminlere olan
dostluğu ile zalimlerin birbirlerine olan dostlukları arasındaki açık farktır.
Sonra yüce Allah,
Kur'an'm sonsuz faziletini şöyle açıkladı: "Bu (Kur'an), insanlar için
basiret nurları, kesin olarak inanan bir toplum için hidayet ve
rahmettir." Yani, Allah'ın kıyamete kadar ebedî kurallarını içinde
bulunduran bu Kur'an, bütün insanların muhtaç oldukları dinî hükümler
konusunda, deliller ve burhanlardır. Kendisiyle amel edeni cennete götürür.
Şüphesiz inanan ve
içerisindeki hükümlere saygı gösteren bir topluluk için de Allah'ın bir
rahmeti, dünya ve ahiret azabından kurtarıcı bir şefkatidir.
Kur'an hakkında
"Kesin olarak inanan bir toplum için hidayet ve rahmettir."
denilmesi, ondan faydalanacakların ancak bunlar olması sebebiyledir. [4]
21- Yoksa kötülük
işleyenler kendilerini ölümlerinde ve sağlıklarında kendilerini inanıp iyi
ameller işleyen kimseler ile bir tutacağımızı mı sandılar? Ne kötü hüküm
veriyorlar!
22- Allah, gökleri ve
yeri hak ile yaratmıştır. Böylece herkes kazancına göre karşılık görür.
Onlara haksızlık edilmez.
23- Heva ve hevesini
tanrı edinen ve Allah'ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı kulağını
ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü?
Şimdi onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hala ibret almayacak
mısınız?
"Yoksa kötülük
işleyenler ölümlerinde ve sağlıklarında kendilerini, inanıp iyi ameller işleyen
kimseler ile bir tutacağımızı mı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar!"
Dünyada günah işleyenler, şirk koşanlar, isyankâr olanlar, Allah ve Rasul'ünü
(s.a.) inkâr edip Allah'tan başkasına tapanlar, kendilerini, Allah ve Rasul'ünü
(s.a.) tasdik eden, salih ameller işleyen, farzları yerine getirip haramlardan
kaçınanlarla dünya ve ahirette ceza, sevap ve rahmet hususunda bir tutacağımızı
mı zannettiler? Kesinlikle eşit olamazlar. Ahirette müminlerin hali kâfirlerin
hali gibi olmayacaktır. Dünya ve ahirette isyan edip haddi aşanlarla, itaat
edip iyi olanları eşit tutacağımız şeklinde ne kötü hüküm vermişlerdir. Bunun
manası: İyilerle kötülerin hayatta ve ölümde eşit olduklarını kabul
etmemektir. Çünkü iyiler itaat üzere, kötüler isyan üzere yaşamışlardır.
İyiler müjde ve rahmetle vefat etmiş, diğerleri ise bunun aksi şekilde
ölmüşlerdir. Bunun manası, iyiyle kötünün dünyada sıhhat ve rızık yönünden
eşit, hatta bazen kâfirin hali müminden daha iyi olsa da ölümde eşit
olduklarını kabul etmemektir. Müminin saadetini kâfirin bedbahtlığını
gerektiren fark ölümden sonra ortaya çıkar.
Bu ayete benzeyen
diğer ayetler:
"Cehennem ehliyle
cennet ehli bir olmaz. Cennet ehli isteklerine erişendir. " (Haşr, 59/20)
"Öyle ya (Allah 'a) teslimiyet gösterenleri, o günahkârlar gibi tutar
mıyız hiç? Size ne oluyor? Ne biçim hüküm veriyorsunuz?" (Kalem,
68/35-36) "Yoksa biz, iman edip de iyi işler yapanları, yeryüzünde bozgunculuk
yapanlar gibi mi tutacağız? Veya (Allah'tan) korkanları yoldan çıkanlar gibi mi
sayacağız?" (Sad, 38/28).
Bu ayrıca itaat eden
müminle asi olan müminin gideceği yerdeki farklılığa da açık bir delildir.
Taberani, Mesruk'tan
şöyle rivayet etmiştir: Temim ed-Dârî bir gece kalkmış bu ayeti tekrarlayarak
sabahlamıştı: "Yoksa kötülük işleyenler ölümlerinde ve sağlıklarında
kendilerini, inanıp iyi ameller işleyen kimseler ile bir tutacağımızı mı
sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar!" Ahirette ve dünyada mümin ile kâfirin
birbirinden farklı olmasının beyanından sonra Allah bu prensibin doğruluğuna ve
hikmetine delil getirerek şöyle buyurmuştur:
1-
"Allah, gökleri ve yeri hak ile (yerli yerince) yaratmıştır." Allah gökleri
ve yeri kullar arasında adaleti gerektirecek bir ölçüyle yaratmıştır. Öldükten
sonra dirilme, hesap ve caza olmasaydı bu yaratma yerli yerinde değil belki
batıl olurdu. İyi ile kötü arasındaki cezanın farklı oluşu da adalettir.
2- "Böylece
herkes kazancına göre karşılık görür. Onlara zulmedilmez." Dünyada
başkasına zulmeden zalimi cezalandırmasaydı göklerin ve yerin yaratılışı yani
insanların sınanması için kâinatın yaratılması hak ile olmazdı.
Allah Tealâ'nm
"velitücza" sözü "bi'1-hakkı" sözü üzerine atfedilmiştir.
Takdiri şöyledir: Allah gökleri ve yeri doğruluğu ortaya çıkarmak ve her nefsin
karşılığını alması için yaratmıştır. Bu alemin yaratılışmdaki hedef adalet ve
rahmeti ortaya çıkarmaktır. Bu da ancak öldükten sonra dirilmek, kıyamet, haklılarla
haksızlara verilecek ceza, üst dereceler (cennet tabakaları) ve alt
derecelerdeki (cehennem tabakaları) farklılık meydana geldiğinde
tamamlanacaktır.
Sonra Allah kâfirlerin
hallerini, kabahatlerini ve kötü cinayetlerini açıkça göstererek şöyle buyurdu:
"Heva ve hevesini
tanrı edinen ve Allah 'in (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı,
kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün
mü? Şimdi onu Allah'tan başka kim doğru yola eriş-tirebilir? Hala ibret almayacak
mısınız?" Hidayeti terkedip hevasma itaat eden ve nefsinin arzularını din
yapan kâfirin halini görmüyor musun? Sanki hevasını ilâh edinmiş, Allah'ı
bırakarak ona tapınmaya başlamıştır. Allah'ın sevdiği ve razı olduklarına
dikkat etmeksizin o, heva hevesine tabi olmuştur. Bu durum kişinin kendisini
beğenmesine sebep olmaktadır. Haris b. Kays istediği her şeyi yapardı. Ayetin
iniş sebebi hususi ise de itibar lafzın umumi oluşunadır.
Allah gerçeği bilerek,
hidayeti dalâletten ayırarak ve onun aleyhine olacak delili ortaya koyarak
ondan yardımını kesmiş, onu yoldan çıkarmış, nasihat duymaması için kulağını,
hidayeti anlamaması için kalbini mühür-lemiş, gözüne ve kalbine hidayeti
görmemesi, kâinatta Allah'ın birliğine delâlet eden ayetlerini anlamaması için
perde çekmiştir.
Yoldan çıkması ve
hevasma tabi olması sebebiyle Allah'ın hidayetten uzaklaştırdığı kimseyi doğruyu ve gerçeği
bulmaya kim muvaffak kılabilir? Siz düşünüp ibret almaz mısınız? İşin gerçeğini
öğrenip nasihat almaz mısınız?
Ayetin baş tarafının
benzeri şu ayettir: "Rabbinin makamından korkan ve nefsini kötü
arzulardan uzaklaştıran için ise şüphesiz cennet yegâne barınaktır"
(Naziat, 79/40-41).
Ayetin orta kısmının
benzeri de Allah Tealânm şu ayetidir: "Gerçek şu ki, kâfir olanları (azap
ile) korkutsan da korkutmasan da onlar için birdir; iman etmezler. Allah
onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir
çeşit perde gerilmiştir ve onlar için (dünya ve ahirette) büyük bir azap
vardır." (Bakara, 2/6-7).[5]
24- Dediler ki: Hayat
ancak bu dünyada yaşadığımızdır. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman helak
eder. Bu hususta onların hiçbir bilgisi de yoktur. Onlar sadece zanna göre
hüküm veriyorlar.
25- Onlara açıkça
ayetlerimiz okunduğu zaman: Doğru sözlü iseniz atalarımızı getirin,
demelerinden başka delilleri yoktur.
26- De ki: Allah sizi diriltir, sonra öldürür.
Sonra sizi şüphe götürmeyen kıyamet gününde bir araya toplar. Fakat insanların
çoğu bilmezler.
27- Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır.
Kıyametin kopacağı gün var ya, işte o gün batıla sapanlar hüsrana
uğrayacaklardır.
28- O gün her ümmeti, diz çökmüş görürsün. Her
ümmet kendi kitabına çağrılır, (onlara şöyle denilir:) Bu gün, yaptıklarınızla
cezalandırılacaksınız!
29- Bu, yüzünüze karşı
gerçeği söyleyen kitabımızdır. Çünkü biz, yaptıklarınızı kaydediyorduk.
"Dediler ki:
Hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman
helak eder." Bu, ahireti ya da kıyameti inkâr noktasında, materyalist
kâfirlerin, onlarla aynı görüşü paylaşan o dönemdeki Arap müşrikleri ve
benzerlerinin sözleridir. Öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden bu müşrikler
şöyle demişlerdir: "İçinde bulunduğumuz hayattan başka hayat
yoktur." Bu dünya evinden başka bir yurt yoktur. Bir kısım insanlar
ölüyor, bazıları yaşıyor, ahiret yok, kıyamet yok, bunun ötesinde hayat da
yoktur. Bizi ancak günlerin ve gecelerin geçmesi öldürecektir. Yok eden,
insanları helak eden ancak gece ve günlerin geçmesidir, yani tabiattır. Bu,
açıkça öldükten sonra dirilmeyi yalanlamak, kıyameti açıkça inkâr etmek ve
Allah'ı kabul etmemekten başka bir şey değildir.
Cahiliyye dönemlerinde
Araplar, ancak dehrin (zamanın) etkin olduğuna inanıyorlardı. Kendilerine bir
zarar, bir zulüm veya istenmeyen bir şey isabet ettiği zaman, bunu dehre
(zamana) nispet ederlerdi. Onlara, "Zamana sövmeyin, Çünkü Allah, zamanın
ta kendisidir." yani zamana nispet ettiğiniz bu işleri gerçekte yapan
yalnız Allah'tır. Dolayısıyla sövmek, dönüp dolaşıp Allah'a gider, denildi.
Buhari ve Müslim'in
Sa/uTı'lerinde, Ebu Davud ve Nesei'nin Sünerile-rinde Ebu Hüreyre'den
yaptıkları rivayette, Ebu Hüreyre şöyle demiştir, Allah Rasulü (s.a.) şöyle
buyurdu: "Allah şöyle diyecek: İnsanoğlu beni incitiyor, dehre (zamana)
sövüyor, halbuki ben zamanım, olaylar benim elimdedir. Geceyi gündüzü
evirip-çeviren benim." Bir başka rivayette: "Dehre söy-meyin, zira
Allah, dehrin ta kendisidir." denilmiştir. İbni Cerir ve İbni Ebi Hatim'in
Ebu Hüreyre (r.a.)'den rivayetlerine göre o, şöyle demiştir: "Cahiliyye
dönemindeki insanlar şöyle diyordu: Bizi ancak gece ve gündüz helak eder."
Bu sebeple Allah kitabında şöyle buyurdu: "Dediler ki: Hayat, ancak bu
dünyada yaşadığımızdır..."
Muhammed b. İshak'ın
Ebu Hüreyre'den rivayetine göre Allah Rasulü (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Allah Tealâ şöyle diyecek: Kulumdan borç istedim, vermedi, kulum bana
sövdü. Kulum, vay dehre! diyor. Halbuki dehr (zaman) benim. (Hadiseleri var
eden dehr değil, benim!)"
İmam Malik'in Muvatta
adlı kitabında Ebu Hüreyre'den rivayet ettiğine göre Allah Rasulü (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Sizden hiçbiriniz, vay dehrin (zamanın) helakine! demesin.
Çünkü Allah, dehrin (zamanın) ta kendisidir." Dehre yüklediğiniz anlam
Allah'a aittir.
İmam Şafii, Ebu Ubeyde
ve diğer alimler, Allah Rasul'ünün (s.a.) "Dehre sövmeyin, çünkü Allah,
dehrin ta kendisidir." sözünü şu şekilde yorumlamışlardır: Cahiliyye
döneminde Araplara bir sıkıntı, bir belâ veya bir felâket geldiğinde, vay
dehrin helakine! derlerdi. Bu felâketleri dehre isnat ederek, ona söverlerdi.
(Türkçemizde zalim felek, kahpe felek ifadeleri de aynı bağlamdadır.) Halbuki
bu fiillerin faili ancak Allah'tır, dolayısıyla Allah'a sövmüş oluyorlardı.
Çünkü hakiki fail (yapıcı, yaratıcı) Allah'tır. Bu itibarla insanlar, dehre
sövüp, kötülemekten yasaklanmışlardır. Çünkü Allah, onların kastettiği dehrin
ta kendisidir. Bu fiilleri dehre isnat ediyorlar.[6]
Allah, onların bu
düşüncelerini, herhangi bir delile dayanmadığını beyan ederek, şöyle buyurdu:
"Bu hususta onların hiçbir bilgisi de yoktur. Onlar sadece zanna göre
hüküm veriyorlar." Yani onlar bu sözü ancak şüphe içerisinde, işin
gerçeğini bilmeden söylemişlerdir. Aklî veya naklî hiçbir delilleri yoktur.
Dayanakları, delilsiz zan ve tahminden başka bir şey değildir.
Razi şöyle demiştir:
Bu ayet, delilsiz ve şahitsiz söylenen sözün batıl ve fasit olduğuna en
kuvvetli delillerdendir. Zan ve tahminlerin peşinden gitmenin de Allah yanında
kabul edilir tarafı olmadığını gösterir.[7]
Sonra Allah şöyle
diyerek onların şüphesini ve öldükten sonra dirilmeyi inkâr delillerini
zikretmiştir:
"Onlara açıkça
ayetlerimiz okunduğu zaman: Doğru sözlü iseniz, atalarımızı getirin
demelerinden başka deliller yoktur." Yani onlara, Allah'ın kudretini ve
öldükten sonra diriltmeye olan gücünü gösteren apaçık Kur'an ayetlerinden bir
kısmı okunduğu, kendilerine delil getirilip, hak açıklandığı ve Allah
Tealâ'nın, insanlara tekrar hayat vermeye kadir olduğu beyan edilince, ölmüş
babalarının tekrar diriltilmesini istemekten başka bir delilleri olmaz. Ve o
müşrikler o zaman şöyle derler: "Ey Müminler! Öldükten sonra dirilmenin
mümkün olması konusunda eğer doğru iseniz, söyledikleriniz hak ise, atalarımızı
diriltin ki, onlar, öldükten sonra dirilmenin doğruıuğu konusunda bize bilgi
versinler."
Bu basit bir sözdür.
Çünkü ba's, dünya sona erdikten sonra olacaktır. Bir şeyin şimdi olmamasından,
gelecekte, yani kıyamet gününde de olmayacağı anlamı çıkmaz.
Sonra Allah Tealâ,
ba'sin mümkün olduğunun delilini zikrederek şöyle buyurdu: "De ki: Allah
sizi diriltir, sonra öldürür, sonra sizi şüphe götürmeyen kıyamet gününde
biraraya toplar."
Ey Peygamber! Öldükten
sonra dirilmeyi (ba'si) inkâr eden bu müşriklere şöyle söyle: Şüphesiz Allah,
dünyada size hayat verdi. Ecelleriniz sona erince canınızı alacak, sonra
hepinizi kıyamet gününde şüphe olmayacak bir şekilde biraraya toplayacaktır.
Çünkü ilk defa yaratan Allah için tekrar yaratma güç değildir. Nitekim yüce
Allah şöyle buyurmuştur: "İlkin mahlûkunu yaratıp (ölümden) sonra bunu
(yaratmayı) tekrarlayan O'dur ki, bu O'nun için pek kolaydır." (Rum,
30/27).
Yüce Allah'ın adil ve
zulümden münezzeh olması, öldükten sonra dirilmenin ve kıyametin gerçek
olmasını gerektirir.
"Fakat insanların
pek çoğu bilmezler." Yani insanların büyük çoğunluğu -bunlar o zamanın
Arap müşrikleri- iyice düşünmeden ba'si inkâr ederler, ilmî gerçeği idrak
edemezler, işin görünmeyen (manevi) taraflarını düşünmeden, sadece maddi
yönlerine bakmakla yetinirler. Bu sebeple de bedenlerin tekrar dirilmesini
uzak görürler. Nitekim yüce Allah, şöyle buyurdu: "Doğrusu onlar, o azabı
uzak görüyorlar. Biz ise onu yakın görmekteyiz." (Mearic, 70/6-7). İşte
böylece, insanın, hayvanın ve bitkinin sonradan yaratılışını dikkate alarak,
bunların var oluşunun, kudret ve hikmet sahibi Allah'ın varlığını
gösterdiğinin farkına varamıyorlar.
Sonra yüce Allah, daha
önce kudretini gösteren hususi delili zikretmişken, şimdi daha umumi bir
delili ifade ederek şöyle buyurmuştur:
"Göklerin ve
yerin mülkü Allah'ındır. Kıyametin kopacağı gün var ya, işte o gün batıla
sapanlar hüsrana uğrayacaklardır." Yani şüphesiz yüce Allah, göklerin ve
yerin maliki ve her ikisinin hakimi olup dünya ve ahiret-te onlarda yegâne
tasarruf sahibidir. Kullarından hiç kimsenin ve tapınılan putların bu hususta
Allah'a kesinlikle bir ortaklığı yoktur.
Haşir ve neşir
konusunda söz söyleme imkânını beyan ettikten sonra Allah Tealâ kıyamet
hallerini zikretmeye başladı. Bunların ilki de: "Kıyametin kopacağı gün
var ya..." ayetidir. Yani kıyametin kopacağı gün, batıllara sarılıp
tutunan, gerçekleri yalanlayıp inkâr edenler, cehenneme girmek suretiyle
hüsrana uğrayacaklardır. Cehenneme gidecekleri için o gün onların hüsranı
apaçık ortaya çıkacaktır.
Daha sonra da yüce
Allah, kıyamet gününün korkularım şöyle açıkladı:
1- "O
gün her ümmeti diz çökmüş görürsün." Yani o gün korku ve endişenin
şiddetinden dolayı her dinin mensubunu dizleri üzerine çökmüş görürsün.
İnsanlar, hesap anında olayın dehşetinden dolayı Allah'ın huzurunda diz çökeceklerdir.
2- "Her
ümmet kendi kitabına çağrılır." Yani her ümmet, kendi peygamberlerine
indirilen kitaplarına veya amel defterlerine çağrılır. Nitekim yüce Allah,
şöyle buyurmuştur: "...kitap konulur, peygamberler ve şahitler getirilir
ve aralarında hakkaniyetle hüküm verilir. Onlara asla zulmedilmez."
(Zümer, 39/69).
3- "Bu
gün yaptıklarınızla cezalandırılacaksınız." Yani kıyamet gününde Allah
size, dünyada yaptığınız iyi kötü amellerinizin karşılığını verecektir. Siz bu
amellerinizin, karşılığını fazlasız ve eksiksiz olarak göreceksiniz.
4- "Bu,
yüzünüze karşı gerçeği söyleyen kitabımızdır. Çünkü biz, yaptıklarınızı
kaydediyorduk." Yani bunlar, Hafaza meleklerine yazmalarını emrettiğimiz
amel defterlerinizdir, onlar size şahitlik edecek ve eksik fazla olmaksızın
bütün amellerinizi zikredecektir. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: "Kitap
ortaya konmuştur: Suçluların, onda yazılı olanlardan korktuklarını görürsün.
Vay halimize! derler, Bu nasıl kitapmış! Küçük büyük hiçbir şey bırakmaksızın
(yaptıklarımızın) hepsisini sayıp dökmüş. Böylece yaptıklarını karşılarında
bulmuşlardır. Senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez." (Kehf, 18/49).
Bu ayetin tefsiri
konusunda İbni Abbas ve diğerleri şöyle demiştir: "Hafaza meleklerine
(koruyucu meleklere), insanlar adına amellerini yazmalarını, tespit edip
korumaları emredilmiştir. Bu melekler kulların amellerini yazar, sonra onları
göğe yükseltirler. Bu yazıcı melekler, ellerindeki bilgilere uygun olarak, amel
defterlerinin bulunduğu divanda diğer meleklerle karşılaşırlar. Çünkü Allah,
daha kullarını yaratmadan önce onlarla ilgili olan bilgileri o meleklere her
gece levh-i mahfuzda ne bir harf fazla, ne de bir harf eksik olarak
gösteriyordu. Sonra İbni Abbas zikredilen ayeti okudu. [8]
30- İman edip iyi
işler yapanlara gelince, Rableri onları rahmetine kabul eder. budur.
31- Ama inkâr edenlere
gelince onlara: Ayetlerim size okunmuş, siz de büyüklenip günahkâr bir toplum
olmuştunuz, değil mi? denilir.
32- Allah'ın vaadi haktır, o saatte şüphe yoktur,
dendiği zaman: Kıyametin ne olduğunu bilmiyoruz, onun bir tahminden ibaret
olduğunu zannediyoruz. (Onun hakkında) kesin bir bilgi elde etmiş değiliz,
demiştiniz.
33- Yaptıklarının
kötülükleri- onla-
şey onları kuşatmıştır.
34- Denilir ki: Bu
güne kavuşacağınızı unuttuğunuz gibi biz de bugün sizi unuturuz. Yeriniz
ateştir, yardımcılarınız da yoktur!
35- Bunun böyle olmasının sebebi şudur: Siz
Allah'ın ayetlerini alaya aldınız, dünya hayatı sizi aldattı. Artık bugün
ateşten çıkarılmayacaklardır ve onların (Allah'ı) hoşnut etmeleri de
istenmeyecektir.
36- Hamd, göklerin Rabbi, yerin Rabbi, bütün
alemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.
37- Göklerde ve yerde
azamet yalnız O'nundur. O, azizdir, hakimdir.
Bu ayetler, ister
mümin, ister kâfir, kıyamet gününde Allah'ın kulları
hakkındaki hükmünü
beyan etmektedir. Allah Tealâ birinci fırkanın hükmünü beyan ederek şöyle
buyurdu:
"İnanıp iyi işler
yapanlara gelince, Rableri onları rahmetine kabul eder. İşte apaçık kurtuluş
budur." Yani Allah'ı, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü tasdik
edenlere ve dinin buyruklarına uygun güzel işler yapanlara gelince, Rableri
onları cennete koyacaktır. İşte bu cennete giriş gerçekten istenilenin elde
edilişidir. Apaçık kurtuluş ve başarı ancak budur.
Ayette cennete rahmet
denilmiştir. Rahmet ise cennettir. Peygamberimiz (s.a.) sahih bir hadiste
şöyle buyurmuştur: "Allah Tealâ cennete şöyle dedi: Sen, benim
rahmetimsin, dilediğime seninle merhamet ederim."
İkinci fırkanın
hükmünü beyan ederek ve onları kınayarak da şöyle buyurmuştur: "Ama inkâr
edenlere gelince onlara: Ayetlerim size okunmuş, siz de büyüklenip, suçlu bir
toplum olmuştunuz, değil mi? denilir." Allah'ın birliğini ve ba'si
(öldükten sonra dirilmeyi) inkâr edenlere gelince, onlara kınanarak şöyle
denilir: Allah'ın ayetleri size okunmadı mı? Elbette okundu, ama siz
kibirlenip, iman etmemekte direndiniz, onları dinlemek ve tabi olmaktan yüz
çevirdiniz. Davranışlarınızda fasık bir topluluk haline gelerek, günahları ve
masiyetleri işlemeye, kalplerinizde ahireti, sevap ve cezayı yalanlamaya devam
ettiniz. Bu sebeple Allah peşinden şu sözünü getirdi: "Allah'ın vaadi
gerçektir, kıyamet gününde şüphe yoktur, dendiği zaman: Kıyametin ne olduğunu
bilmiyoruz, onun bir tahminden ibaret olduğunu zannediyoruz, (onun hakkında)
kesin bir bilgi elde etmiş değiliz, demiştiniz." Yani bu kâfirlere Allah
Rasulü (s.a.) ve müminler vasıtasıyla: "Bas (öldükten sonra dirilme) hesap
ve ahirette gelecek tüm konular hakkında Allah'ın vaadi haktır, mutlaka
olacaktır, kıyametin kopacağında asla şüphe yoktur, o halde bunlara inanın ve
sizi azaptan kurtaracak şeyler yapın!" denildiğinde siz, şöyle dersiniz:
"Biz kıyametin ne olduğunu bilmeyiz, onun vukuunu sadece bir tahmin, bir
zan şeklinde düşünüyoruz, onun hakkında kesin bir bilgiye sahip değiliz.
Kıyametin kopacağına da inancımız kesin değil.' O kâfirler, sanki bütün zanları
yok saymışlar; sadece içinde ilim bulunmayan zannı almışlar ve şöyle
demişlerdir, "...onun hakkında kesin bir bilgi elde etmiş değiliz."
Bu sert üslûptan sonra
Allah onların karşılaşacağı azabı zikretmiştir.
"Yaptıklarınızın
kötülükleri onlara görünmüş, alay edip durdukları şey onları kuşatmıştır."
Yani çirkin amelleri ve kötü davranışlarının cezası onlara gözüktü ve onları
çepeçevre kuşattı ve cehenneme girmek suretiyle amellerinin karşılığı
kendilerine geldi, dünyada alay edip durdukları ve evham ve hurafelerden
ibarettir, dedikleri şeylerle cezaya çarptırıldılar.
Sonra yüce Allah şöyle
diyerek onların kurtuluş ümitlerini boşa çıkardı:
"Denilir ki:
Bugüne kavuşacağınızı unuttuğunuz gibi, biz de bugün sizi unuturuz. Yeriniz
ateştir, yardımcılarınız da yoktur." Kıyamet gününde onlara şöyle
denilir: Bugün sizi unutan kimsenin muamelesini yapacağım. Unutulup bir tarafa
atılan ve önem verilmeyen bir eşyaya yapılan muamele gibi muamele edeceğim.
Bugün için ameli terkettiğiniz ve son güne inanmadığınızdan dolayı, Allah'ın
kitaplarında ahirete dair gelen ayetleri bilmezlikten geldiğiniz gibi ben de
sizi azabın içerisinde bırakacağım. Sizin sığınacağınız mesken ve karargahınız
ateşten başka bir şey değildir. Size yardım edecek ve sizi azaptan koruyacak
yardımcılarınız da olmayacaktır.
Bununla Allah, onlara
vereceği azabı üç çeşitte toplamıştır:
1- Onlardan
rahmetini tamamıyla kesmesi,
2- Cehennemi
onlara barınak yapması,
3- Onların,
dost ve yardımcılarını kaybetmeleri.
Sahih hadiste sabit
olduğuna göre: "Allah Tealâ kıyamet gününde bazı kullarına şöyle
diyecektir: Sana eş nasip etmedim mi, sana ikramda bulunmadım mı, emrine
atları ve develeri vermedim mi, reislik ve ganimet imkânı vermedim mi? Bunun
üzerine kul: "Evet ya Rabbi!' diye cevap verecektir." Allah,
"Benimle karşılaşacağını düşündün mü?" diye soracak, kul da
"Hayır" diyecektir. Allah da "Sen beni unuttuğun gibi bugün de
ben seni unutuyorum." diye karşılık verecektir.
Sonra Allah bu azabın
sebeplerini şöyle zikretti: Bunun böyle olmasının sebebi şudur: "Siz
Allah 'in ayetlerini alaya aldınız, dünya hayatı sizi aldattı. Artık bugün
ateşten çıkarılmayacaklar ve onların özür dilemeleri de kabul
edilmeyecektir." İşte başınıza gelen bu azap, Allah'ın kitabı Kur'an'ı
alaya almanız, dünyanın sizi süs ve zinetleriyle aldatması, sizin de onlara
meyliniz ve dünyadan başka bir yurdun olmadığını ve ba'sin (öldükten sonra dirilmenin)
de olmayacağına inanmanız sebebiyledir. Bugün onlar cehennemden
çıkarılmayacaklardır. Onlardan Allah'ın itaatına dönüp rızasını kazanmaları da
istenmeyecektir. Çünkü o gün tev-benin kabul edilmeyeceği, mazaretin fayda
vermeyeceği bir gündür.
Allah Tealâ ba'se
(öldükten sonra diriltmeye) olan kudretini afaki ve enfüsi delillerle ispat
edip, mümin ve kâfirler hakkında hükmünü zikrettikten sonra -bize, kendisini
nasıl öveceğimizi öğretmek için- zatını lâyık olduğu şekilde övdü ve şöyle
buyurdu: "Hamd, göklerin Rabbi, yerin Rabbi, bütün alemlerin Rabbi olan
Allah'a mahsustur." Samimi hamd, birçok nimetlere karşılık eksiksiz şükür,
göklerin ve yerin yaratıcısı ve her ikisin-deki insanlar, cinler, hayvanlar,
cisimler, ruhlar, zat ve sıfatlar gibi çeşitli dünyaların yaratıklarının sahibi
bulunan Allah'a mahsustur.
"Göklerde ve
yerde bütün azamet yalnız O'na aittir. O azizdir, hakimdir." Göklerin ve
yerin her tarafında azamet, ululuk, celâl ve saltanat ancak Allah'a mahsustur.
O yüce Allah, güçlüdür, hakimiyetinde ezici güce sahiptir. O'nu kimse mağlup
edemez. Bütün sözlerinde, fiillerinde, buyruklarında ve bu dünyadaki tüm
hükümlerinde hikmet sahibidir.
Ahmet b. Hanbel,
Müslim, Ebu Davud ve İbni Mace'nin: Ebu Hüreyre ve Ebu Said (r.a.)den rivayet
ettikleri sahih kudsî hadiste Allah Rasulü (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Allah Tealâ şöyle buyuruyor: Azamet benim izarım, kibriya ridamdır.
Bunlardan biri konusunda kim benimle münakaşa ederse onu cehennemime
koyarım." [9]
[1] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/215-217.
[2] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/220-222.
[3] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/225-226.
[4] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/229-231.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir,
Risale Yayınları: 13/235-237.
[6] İbni Kesir, IV/151.
[7] Razî, XXVII/270.
[8] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/241-244.
[9] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/247-250.