CASIYE SURESİ. 3

Surenin İsmi: 3

Önceki Sureyle İlişkisi: 3

Surenin Muhtevası: 3

Nüzul Sebebi: 4

Kur’anın Kaynağı, Bir Yaratıcının Varlığı Ve Birliğinin İspatı: 4

Belagat: 4

Kelime ve İbareler: 4

Açıklaması: 5

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 5

Allah'ın Ayetlerini İnkar Edenlerin Tehdit Edilmeleri Ve Onların Cezalandırılmaları: 6

Belagat: 6

Kelime ve İbareler: 6

Nüzul Sebebi: 7

Ayetler Arası İlişki: 7

Açıklaması: 7

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 8

Allah'ın Kullarına Olan Nimetleri: 8

Belagat: 8

Kelime ve İbareler: 8

Nüzul  Sebebi: 9

Ayetler Arası İlişki: 9

Açıklaması: 9

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 10

Din Nimeti Ve Hükümlerin İndirilişi: 10

Belagat: 10

Kelime ve İbareler: 10

Ayetler Arası İlişki: 11

Açıklaması: 11

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 12

Ölüm Ve Hayat Konusunda İyilerle Kötüler Arasındaki Fark: 12

Belagat: 13

Kelime Ve İbareler: 13

Nüzul Sebebi: 13

Ayetler Arası İlişki: 13

Açıklaması: 14

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 15

Materyalistlik Ve Mülhidlik, Öldükten Sonra Dirilmenin İnkârı Ve Kıyametin Dehşetli Halleri: 15

Belagat: 16

Kelime ve İbareler: 16

Nüzul Sebebi: 16

Ayetler Arası İlişki: 16

Açıklaması: 16

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 18

İtaat Eden Müminlere Ve Asi Kafirlere Verilecek Karşılık: 19

Belagat: 19

Kelime ve İbareler: 19

Ayetler Arası İlişki: 19

Açıklaması: 20

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 21


CASIYE SURESİ

 

Kur’anın Kaynağı, Bir Yaratıcının Varlığı Ve Birliğinin İspatı:

 

1- Hâ, mîm.

2- Kitap, aziz ve hakim olan Allah tarafından indirilmiştir.

3- Şüphesiz göklerde ve yerde mü­minler için birçok ayetler vardır.

4- Sizin yaratılışınızda ve Allah'ın yeryüzünde yaydığı canlılarda ke­sin olarak inanan bir toplum için ayetler vardır.

5-  Gecenin ve gündüzün değişme­sinde, Allah'ın gökten indirmiş ol­duğu rızıkta (yağmurda) ve ölü­münden sonra yeri onunla dirilt­mesinde, rüzgârları değişik yönler­den estirmesinde, aklını kullanan toplum için ayetler vardır.

6- İşte sana gerçek olarak okuduğu­muz bunlar Allah'ın ayetleridir. Ar­tık Allah'tan ve O'nun ayetlerinden sonra hangi söze inanacaklar?

 

Açıklaması:

 

 "Hâ, mim." bu iki harfin izahı daha önce geçti.

"Bu Kitap aziz ve hakim olan Allah tarafından indirilmiştir." Şüphesiz ki bu Kur'an, güçlü ve galip olan Allah tarafından indirilmiştir. O, asla mağlup olmaz, tedbiri, her şeyi yerli yerine koyması ve kullarının faydasını sağlamasıyla hikmet sahibidir. Bu iki sıfatı Allah'a ispat etmek, O'nun bü­tün mümkinata kadir olduğunu, bütün bilinebilecek her hususu bildiğini ve hiçbir şeye ihtiyacı olmadığını gösterir. Dolayısıyla O'ndan boş ve batıl bir şey meydana gelmez.

Sonra yüce Allah, izzet ve hikmetinin gereğini zikrederek şöyle buyur­du:

"Şüphesiz göklerde ve yerde müminler için birçok ayetler vardır." Yani hiç şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, Allah'ın varlığına, birliğine ve yüce kudretine kesin deliller vardır. Bu, kevnî (kâinata ait) bir delildir. Sonra da Allah enfüsî (insanın kendisinde bulunan) delili zikretti ve şöyle dedi: "Sizin yaratılışınızda ve (Allah'ın) yeryüzünde yaydığı canlılarda, ke­sin olarak inanan bir toplum için ayetler vardır." Yani şüphesiz ki, örneği geçmiş bir varlık olmaksızın sizin yaratılmanızda; zatı ve beşerî sıfatları tam bir insan haline gelinceye kadar, çeşitli yaratılış merhalelerinden geç­menizde, yeryüzünün çeşitli bölgelerinde; sıcaklık, soğukluk ve normal olan farklı iklimlerde; yağışlı ve kuru arazilerde birtakım canlıları dağıtıp yaymasında; kara, deniz ve havada yaşayan evcil ve vahşi çeşitli hayvanla­rın yaratılışında, hiç şüphesiz yüce yaratıcının kudret ve hikmetini göste­ren gayet açık pek çok ayet ve ibret verici deliller vardır. İman edip, hakkı kabul eden kesin iman sahipleri bunlardan ibret alırlar ve imanları kat kat artar, Allah'ın emirlerine boyun eğerler ve iman, kalplerinde sabit dağ­lar gibi kökleşir, hiçbir şüphenin bulunamayacağı kesin imanı elde etmiş olurlar.

"Gecenin ve gündüzün değişmesinde, Allah 'in gökten indirmiş olduğu rızıkta (yağmurda) ve ölümünden sonra yeri onunla diriltmesinde, rüzgâr­ları değişik yönlerden estirmesinde, aklını kullanan bir toplum için ayetler vardır." Yani şüphesiz gecenin ve gündüzün farklı oluşu ve birbirlerini ta­kip edişinde; uzunluk, kısalık, sıcaklık, soğukluk, aydınlık ve karanlık açı­sından farklı oluşunda; Allah'ın bulutlar vasıtası ile yeryüzüne indirmiş ol­duğu yağmurla, kullarının emrine çeşidi sayılamayacak kadar vermiş oldu­ğu bitki ve nzıkta; rüzgârların değişik yönlerden ve değişik hallerde esti­rilmesinde; bazen güneyden, bazen kuzeyden; bazen sıcak, bazen soğuk; bazı zamanlar faydalı, bazı zamanlar zararlı, bütün bunlarda, Allah'ın var­lığına, birliğine ve kudretine açık hüccetler ve büyük deliller vardır. Bunlar hakkında düşünen ve bunların ardındaki gerçeklerini anlayan üstün akıl sahipleri genelde bunlardan istifade ederler. Cahiller ve inatçı kimseler ise, bundan yararlanmazlar.

İşte böylece bu ayetleri düşünenler, imanın aslını kalplerine yerleşti­rerek kesin imana, oradan da aklın ve düşüncenin kemale ermesine yükse­lirler. Bu, yüce bir hale yükseliş olup kâmil müminlerin sıfatıdır.

Bu ayetler, Allah Tealâ'nın şu ayetine benzemektedir: "Şüphesiz gökle­rin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün bir biri peşinden gelmesin­de, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemi­lerde, Allah 'm gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için (Allah'ın varlığını ve birliğini ispatlayan) birçok deliller (ayetler) vardır." (Bakara, 2/164).

Sonra yüce Allah, bu ayetlerden alınacak ibreti şu sözüyle veciz bir şe­kilde ifade etti:

"İşte sana gerçek olarak okuduğumuz bunlar Allah'ın ayetleridir. Artık Allah'tan ve O'nun ayetlerinden sonra hangi söze inanacaklar?" Yani zikre­dilen bu ayetler Allah'ın hüccetleri, delilleri ve apaçık ayetleridir. Ey Pey­gamber! O ayetleri sana, açık gerçeği içinde bulundurduğu halde, okuyo­ruz. Bütün beşerin istifade etmesi için sana indirdiğimiz Kur'an'da biz ger­çeği ispat ediyoruz ve bizim söylediğimiz doğrudur. O halde insanlar Al­lah'ın sözü ve kelâmı olan ayetlere inanmazlar ve boyun eğmezlerse, bun­dan sonra hangi söze inanıp, tasdik edecekler? "İşte bunlar Allah'ın ayetle­ridir..." cümlesinde "tilke'(bunlar) kullanılması ayetlerin mertebesinin yü­celiğine işarettir. [1]

 

Allah'ın Ayetlerini İnkar Edenlerin Tehdit Edilmeleri Ve Onların Cezalandırılmaları:

 

7- Vay haline, her yalancı ve günah­kâr kişinin!

8-  O, Allah'ın kendisine okunan ayetlerini işitir yine de büyüklük taslayarak sanki hiç onları duyma­mış biri gibi (küfründe) direnir. İş­te onu acı bir azap ile müjdele.

9- (O) ayetlerimizden bir şey öğren­diği zaman onlarla alay eder. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır.

10- Önlerinde de cehennem vardır. Kazandıkları da Allah'ı bırakıp edindikleri dostlar da hiçbir fayda vermez. Büyük azap onlaradır.

11- İşte bu Kur'an bir hidayettir. Rablerinin ayetlerini inkâr edenle­re gelince, onlara en kötüsünden, elem verici bir azap vardır.

 

Açıklaması:

 

"Vay haline, her yalancı ve günahkâr kişinin!" Yani, helak ve şiddetli azap, Allah'ın ayetlerini yalanlayan, son derece günahkâr ve asi olan her­kes içindir. Yalancı ve iftiracının (effak) iki hali vardır:

Birincisi günahta ısrar ve kibirlenmedir: "O, Allah'ın kendisine oku­nan ayetlerini işitir de, sonra büyüklük taslayarak sanki hiç onları duyma­mış gibi (küfründe) direnir. İşte onu acı bir azap ile müjdele!" Yani, bu ya­lancı ve iftiracı kişiler Allah'ın birliğini, kudretini, azap ve rahmetini gös­teren açık deliller olan Kur'an ayetleri kendisine okunurken dinler. Fakat yine de küfründe ısrara devam eder, daha önceki küfür halini bütün kuv­vet ve şiddetiyle korur, duyduğu Allah kelâmından öğüt almaz, sanki bun­ları hiç duymamış gibi davranır. Allah da, bu ısrar, kibir ve ibret almama­nın karşılığının şiddetli ve elem verici bir azap olduğunu haber vermiştir.

Bu hüzün verici haberi müjde diye ifade etmek şiddetli bir tehekküm (istihza, alay) ve onlara hakarettir.

Ayetin bir benzeri şu ayettir: "Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlık­ları ve aydınlığı var eden Allah'a mahsustur. (Bunca ayet ve delillerden) sonra kâfir olanlar (hala putları) Rableri ile denk tutuyorlar." (En'am, 6/1).

İkincisi: Allah'ın ayetleriyle alay etmeleridir: "{O) ayetlerimizden bir şey öğrendiği zaman onlarla alay eder. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır."

Yani bu yalancı ve iftiracı, Allah'ın ayetlerinden bir şey öğrendiği zaman­da, öğrendiği bu şeyi, onun ihtiva ettiği manaları kabul etmez, alay ve mü­nakaşa konusu yapar.

İşte sıfatları daha önce geçen o iftiracılar için, günah ve küfürde ısrar­ları, Allah'ın ayetlerini dinlemekten uzaklaşıp böbürlenmeleri ve onları alay mevzuu edinmeleri sebebiyle, kendilerini küçük düşüren, zelil kılıp, rezil eden bir azap vardır. "Azabun muhin: alçaltıcı azap" zillet ve rüsvaylı-ğı içinde bulunduran azap demektir.

Daha önce de geçtiği gibi rivayete göre Ebu Cehil Allah'ın "Şüphesiz zakkum ağacı, günahkârların yemeğidir." (Duhan, 44/43-44) ayetini duydu­ğu zaman, hurma ve tereyağı istemiş ve arkadaşlarına, "Bundan yiyin, Muhammed sizi ancak bal ile tehdit ediyor" demiştir. "(O) cehennem üze­rinde ondokuz (muhafız melek) vardır." (Müddessir, 73/30) ayetini duyduğu zaman da şöyle demiştir: "Eğer onlar ondokuz ise ben onlara tek başıma karşı gelirim."

Sonra yüce Allah bu hor ve hakir kılıcı azabın durumu hakkında şöyle buyurmuştur: "Önlerinde de cehennem vardır. Kazandıkları şeyler de, Al­lah 'ı bırakıp edindikleri dostlar da onlara hiçbir fayda vermez. Büyük azap onlaradır." Yani hiç şüphesiz bu iftiracıların önünde kıyamet gününde ce­hennem vardır. Çünkü onlar oraya yönelmişlerdir. Tıpkı şu ayet gibi: "Önünde de (o inatçı zorbaya) cehennem vardır. Kendisine irinli su içirile-cektir." (İbrahim, 14/16) Ya da onların dünya zevk ve sefalarının, haktan uzaklaşıp, kibirlenmelerinin arkasında cehennem vardır. O cehennem on­ların arkasında onlara yetişecektir. Onların dünyada kazandıkları mal ve evlâtları da onların azabını gidermeyecektir. "Bilinmelidir ki inkarcıların ne malları ne de evlâtları Allah huzurunda kendilerine bir fayda sağlaya­caktır." (Ali İmran, 3/10).

Yani mal ve evlâtları onlara her hangi bir fayda sağlamayacaktır. Al­lah'ı bırakıp da tapınmak için ilâhlar edindikleri putların da onlara her hangi bir faydası dokunmayacaktır. Halbuki onlar bu putlardan menfaat umuyorlar ve başlarına gelecek zararları bertaraf edecekler diye güveni­yorlardı. Onlar için önlerinde olan cehennemde büyük, devamlı ve elem ve­rici bir azap vardır. Senden saklı, göremediğin her şey (ayette geçen) ve-ra'dır. İster önde, ister sonda bulunsun; nitekim Garaibu'l-Kur'an'da bu şekilde zikredilmiştir.

"Onlar için alçaltıcı bir azap vardır" ayetiyle "Onlar için büyük bir azap vardır." ayeti arasındaki farklılığın sebebi şudur: Birincisi azap ile birlikte zilletin de var olacağını göstermektedir. İkincisi ise, zarar verici ol­makta azabın en yüksek noktaya ulaşacağını ifade etmektedir.

Allah Kur'an'ı şu sözüyle anlatmıştır: "İşte bu Kur'an bir hidayettir. Rablerinin ayetlerini inkâr edenlere gelince, onlara en kötüsünden, elem verici bir azap vardır." Yani bu Kur'an ve bu surede geçen ayetler insanları gerçeğe iletir ve doğruya irşat eder, karanlıklardan aydınlığa yöneltir. Al­lah'ın Kur'an ayetlerini inkâr eden kâfirlere gelince, onlar için kıyamet gü­nünde çok şiddetli azap vardır.

"İşte bu Kur'an" sözü hidayet edici olmasında kâmil eksiksiz demektir. "Ricz" en çetin azap anlamına gelir. Bakara suresi 59. ayette bu kelime geçmektedir: "Bunun üzerine biz, yapmakta oldukları kötülükler sebebiyle zalimlerin üzerine gökten acı bir azap indirdik." A'raf suresi 134. ayette de "Eğer bizden o pek çetin azabı kaldırırsan..." buyurulmaktadır. [2]

 

Allah'ın Kullarına Olan Nimetleri:

 

12- Allah o (yüce) varlıktır ki, emri gereğince gemilerin yüzmesi ve lüt­fedip verdiği rızkı aramanız için, bir de şükredesiniz diye denizi size hazır hale getirmiştir.

13- O, göklerde ve yerde ne varsa O hepsini, kendi katından (bir lütuf  olmak üzere) size boyun eğdirmiş (ceza) güderinin geleceğini ummayanları bağışlasınlar. Çünkü Allah  her toplumu yaptığına göre ceza- landıracaktır.

15- Kim iyi bir iş yaparsa faydası kendinedir. Kim de kötülük yapar­sa, zararı yine kendinedir. Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz.

 

Açıklaması:

 

Yüce Allah, kullan üzerine olan nimetlerini zikretmektedir:

1- "Allah o (yüce) varlıktır ki, emri gereğince içinde gemilerin yüzmesi ve lütfedip verdiği rızkı aramanız için, bir de şükredesiniz diye denizi size hazır hale getirmiştir." Yani, varlığı ve birliği geçen delillerle sabit olan Allah, kendi izniyle içinde gemilerin yüzmesi, ülkeler arası ticaret, inci elde etmek, balık avlamak ve diğer ticaret ve kazanç yolları için denizleri sizin emrinize vermiştir. Allah'ın bu emre amade edişi sebebiyle sağlanan ni­metlerine şükrediniz.

Denizlerin emre amade edilmesi üç şekilde olmuştur:

a) Geçmişte ve halen gemilerin yüzmesine yardımcı olan rüzgârlar,

b) Binlerce ton ağırlığınca yükü suyun taşıma kudreti.

c) Gemiyi meydana getiren ahşabın batmadan su üzerinde durması.

2- "O göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lütuf ol­mak üzere) size boyun eğdirmiştir. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır." Yine göklerde olan her şeyi, yıldızları ve diğerlerini, yeryü­zünde olan dağları, denizleri, nehirleri, rüzgârları, yağmurları ve diğer menfeatleri kendi lütfü ve rahmeti olarak size boyun eğdirmiştir. Bu boyun eğdirişte, düşünen, akleden insanlar için, Allah'ın kudretini ve birliğini gösteren nice açık deliler vardır.

Bu ayet, şu ayeti hatırlatmaktadır: "Nimet olarak size ulaşan ne varsa Allah'tandır. Sonra size bir zarar dokunduğu zaman da yalnız O'na yalva­rırsınız." (Nahl, 16/53).

Allah Tealâ, birliğinin ve kudretinin delillerini ifade ettikten sonra gü­zel ahlâkı emrederek şöyle buyurdu: "İman edenlere söyle: Allah 'in (ceza) günlerinin geleceğini ummayanları bağışlasınlar. Çünkü Allah her toplumu yaptığına göre cezalandıracaktır." Yani ey Peygamber! Allah'ı ve Rasul'ünü (s.a.) tasdik eden müminlere şöyle söyle: Allah'ın göndereceği felâketler­den, çeşit çeşit azaplardan korkmayan bu müşriklerin eziyetlerine katla­nın, onları affedip bağışlayın. Çünkü Allah müminleri; kâfirlerin ezasına karşı sabır, öfkeyi yutmak ve hoşlanmadıkları şeye katlanmak gibi dünya­da kazanmış oldukları güzel amellerinden dolayı mükâfatlandıracaktır. Ayette geçen "Kavm" kelimesinin nekre oluşu "İman edenlere söyle..." aye­tinde geçen müminlerin şerefini yüceltmek içindir. "...Allah'ın (ceza) günle­rinin geleceğini ummay'anlar..."in manası şudur: "Önceki ümmetlere veri­len azabın benzerinden korkmayanlar..."

Sonra yüce Allah, iyiliğin iyiye ve edepsizliğin de edepsize ait olacağı­nı açıklayarak şöyle buyurdu: "Kim iyi iş yaparsa faydası kendinedir. Kim de kötülük yaparsa zararı yine kendinedir. Sonra Rabbinize döndürülecek­siniz." Yani kim Allah'ın emrettiği güzel amelleri yapar, yasakladıkların­dan vazgeçerse kendi lehinedir. Kötülükleri ve masiyetleri işleyen de kendi aleyhine işlemiş olur. Sonra kıyamet gününde Allah'a döneceksiniz, amel­lerinizle O'na arzedileceksiniz. Allah, iyi ve kötü amellerinizin karşılığını size verecektir. [3]

 

Din Nimeti Ve Hükümlerin İndirilişi:

 

16- Andolsun ki biz, İsrailoğulla-rı'na kitap, hüküm ve peygamber­lik verdik. Onları güzel rızıklarla  besledik ve onları alemlere üstün

kıldık-

17- Din konusunda onlara açık deliller verdik. Ama onlar kendilerine Seldikten sonra aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa dü§tüler- Şüphesiz Rabbin, ayrılığa düştükleri şeyler hakkında kıyalarında hüküm vereçektir.

18- Sonra da seni din konusunda bir şeriat sahibi Sen ona uy (Hakikati) bilmeyenlerin istekleri ne uyma.

19- Çünkü onlar, Allah'a karşı sana fayda ve'rmezler Doşğrusu irbirlerinin dostlarıdır;  Allah da takva sahiplerinin dostudur.

20- Bu (Kur'an), insanlar için basi­ret nurları, kesin olarak inanan bir toplum için hidayet ve rahmettir.

 

Açıklaması:

 

"Andolsun ki biz, tsrailoğulları'na kitap, hüküm ve peygamberlik ver­dik. Onları güzel rızıklarla besledik ve onları âlemlere üstün kıldık." Bu ni­metlerden altı tanesi şunlardır:

1- İçerisinde hidayet ve nur bulunan Tevrat'ın Musa (a.s.)'ya indiril­mesi.

2- İnsanlar arasındaki davalarda hüküm verebilmek için gerekli olan anlayış ve kabiliyet sahibi olmak. Çünkü İsrailoğulları hem din, hem de dünya idaresini en güzel şekilde biliyorlardı. Böylece dünya hakimiyeti de onlara verilmişti.

3- Musa, (a.s.) Harun (a.s.) ve daha birçok peygamberlerin onlara gön­derilmesi.

4- Kudret helvası ve bıldırcın kuşu gibi yiyecek ve içeceklerden gayet leziz, helâl ve güzel rızıklarla onlara ihsanda bulunması.

5- Allah'ın onları, o dönemdeki diğer toplumlara üstün kılması. Şöyle ki, onlar arasından birçok peygamberler gelmiştir. Dünya hakimiyetiyle peygamberliği bir arada yürütmüşler, denizin yarılması, bulutların gölge­lendirmesi, Firavun ve askerlerinin zulmünden kurtulmaları için kendile­rine gözle görülür açık mucizeler verilmişti. Böylece onlar, çağlarındaki in­sanlar arasında daha üstün ve daha yüce mevkilerde olmuşlardır.

6- Onlara kesin ve açık deliller ve burhanlar verilmesi helâl haram ko­nusunda açık kanunlar, nasihatler ve hükümler ihsan edilmesi.

Bütün bunlara rağmen onlar bu nimetlere şükretmemişler, aksine din konusunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"...Ama onlar, kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki çekeme-mezlik yüzünden ayrılığa düştüler." Yani onlar, liderlik hırsıyla, düşmanlık, haset ve inatla, birbirlerini çekememeleri yüzünden işin gerçeğini bilmele­rine ve delilin de aleyhlerine olmasına rağmen, din konusunda ayrılığa düştüler.

Ortada madem bir ayrılık ve ihtilâf vardır, o zaman bunun peşinden hüküm gelecektir. Bu sebeple yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Şüphesiz Rabbin, ayrılığa düştükleri şeyler hakkında kıyamet günü aralarında hüküm verecektir." Yani hiç şüphesiz yüce Allah, kıyamet gü­nünde din konusunda ayrılığa düştükleri noktalarda adil hükmünü vere­cektir, güzel davrananı güzelliğiyle, kötü hareket edeni de kötülüğüyle ce­zalandıracak, haklıyı haksızdan ayıracaktır.

Burada İslâm ümmetini, İsrailoğulları gibi, ayrılığa düşmekten sakın­dırma vardır. Bu sebeple Allah Tealâ şöyle buyurdu:

"Sonra da seni din konusunda bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy, (ha­kikati) bilmeyenlerin isteklerine uyma." Yani Ya Muhammed! Biz seni din konusunda bir yol ve metod sahibi kıldık. Bu, seni hakka ulaştırır. O halde sen, Rabbin tarafından sana vahyedilene uy, ümmetin arasında, açık delil­lerle desteklenen dininin hükümleriyle amel et, Allah'ın birliğini ve kulları için koyduğu kuralları bilmeyen müşrik cahillerin heva ve heveslerine uy­ma. Bu müşrikler, Kureyş kâfirleri ve onların fikirlerini onaylayanlardır.

Kelbi şöyle demiştir; Kureyş reisleri, Mekke'de Peygamberimiz (s.a.)'e şöyle demişlerdir: "Atalarının dinine dön, onlar senden daha değerli ve da­ha yaşlı (tecrübeli) idiler." Allah Tealâ, "Onların isteklerine uyma!" sözüyle peygamberini bundan sakındırmıştır. Yani ya Muhammed! Sen, onların ba­tıl dinlerine meyletseydin, azaba müstahak olurdun, onlar da senden bu azabı uzaklaştıramazlardı.

Peygamberimizin, (s.a.) onların isteklerine uymaktan nehyedilmesinin sebebi Allah'ın şu sözüdür:

"Çünkü onlar, Allah'a karşı sana hiçbir fayda vermezler." Çünkü bu cahil müşriklerin istek ve arzularına uyarak Allah'ın sana ihsan ettiği dine muhalefet edersen, onlar, Allah'ın senin hakkında murat ettiğ hiçbir azabı senden uzaklaştıramazlar.

"Doğrusu zalimler, birbirlerinin dostlarıdır, Allah da takva sahipleri­nin dostudur." Yani şüphesiz bu kâfirler, birbirlerine yardım ederler, müna­fıklar da dünyada Yahudilerin dostlarıdırlar, fakat bu yardımlaşmanın ahi-rette onlara hiçbir faydası olmayacaktır. Birbirlerine dost olan bu kâfirler, birbirlerinin zararını artırmaktan helak ve mahvoluşlannı hazırlamaktan başka bir işe yaramayacaklardır. Halbuki Allah, şirk ve masiyetlerden sa­kınan müminlerin yardımcısıdır. Onları küfrün karanlıklarından imanın aydınlığına çıkarır. Fakat kâfirlerin dostları bulunan tağut ve şeytanlar ise onları iman nurundan alıp küfür karanlıklarına götürür. İşte bu, Allah'ın takva sahibi müminlere olan dostluğu ile zalimlerin birbirlerine olan dost­lukları arasındaki açık farktır.

Sonra yüce Allah, Kur'an'm sonsuz faziletini şöyle açıkladı: "Bu (Kur'an), insanlar için basiret nurları, kesin olarak inanan bir toplum için hidayet ve rahmettir." Yani, Allah'ın kıyamete kadar ebedî kurallarını içinde bulunduran bu Kur'an, bütün insanların muhtaç oldukları dinî hükümler konusunda, deliller ve burhanlardır. Kendisiyle amel edeni cennete götürür.

Şüphesiz inanan ve içerisindeki hükümlere saygı gösteren bir topluluk için de Allah'ın bir rahmeti, dünya ve ahiret azabından kurtarıcı bir şefka­tidir.

Kur'an hakkında "Kesin olarak inanan bir toplum için hidayet ve rah­mettir." denilmesi, ondan faydalanacakların ancak bunlar olması sebebiyledir. [4]

 

Ölüm Ve Hayat Konusunda İyilerle Kötüler Arasındaki Fark:

 

21- Yoksa kötülük işleyenler kendi­lerini ölümlerinde ve sağlıklarında kendilerini inanıp iyi ameller işle­yen kimseler ile bir tutacağımızı mı sandılar? Ne kötü hüküm veriyor­lar!

22- Allah, gökleri ve yeri hak ile ya­ratmıştır. Böylece herkes kazancı­na göre karşılık görür. Onlara hak­sızlık edilmez.

23- Heva ve hevesini tanrı edinen ve Allah'ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstü­ne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hala ibret almayacak mısınız?

 

Açıklaması:

 

"Yoksa kötülük işleyenler ölümlerinde ve sağlıklarında kendilerini, inanıp iyi ameller işleyen kimseler ile bir tutacağımızı mı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar!" Dünyada günah işleyenler, şirk koşanlar, isyankâr olanlar, Allah ve Rasul'ünü (s.a.) inkâr edip Allah'tan başkasına tapanlar, kendilerini, Allah ve Rasul'ünü (s.a.) tasdik eden, salih ameller işleyen, farzları yerine getirip haramlardan kaçınanlarla dünya ve ahirette ceza, sevap ve rahmet hususunda bir tutacağımızı mı zannettiler? Kesinlikle eşit olamazlar. Ahirette müminlerin hali kâfirlerin hali gibi olmayacaktır. Dün­ya ve ahirette isyan edip haddi aşanlarla, itaat edip iyi olanları eşit tutaca­ğımız şeklinde ne kötü hüküm vermişlerdir. Bunun manası: İyilerle kötüle­rin hayatta ve ölümde eşit olduklarını kabul etmemektir. Çünkü iyiler ita­at üzere, kötüler isyan üzere yaşamışlardır. İyiler müjde ve rahmetle vefat etmiş, diğerleri ise bunun aksi şekilde ölmüşlerdir. Bunun manası, iyiyle kötünün dünyada sıhhat ve rızık yönünden eşit, hatta bazen kâfirin hali müminden daha iyi olsa da ölümde eşit olduklarını kabul etmemektir. Mü­minin saadetini kâfirin bedbahtlığını gerektiren fark ölümden sonra ortaya çıkar.

Bu ayete benzeyen diğer ayetler:

"Cehennem ehliyle cennet ehli bir olmaz. Cennet ehli isteklerine erişen­dir. " (Haşr, 59/20) "Öyle ya (Allah 'a) teslimiyet gösterenleri, o günahkârlar gibi tutar mıyız hiç? Size ne oluyor? Ne biçim hüküm veriyorsunuz?" (Ka­lem, 68/35-36) "Yoksa biz, iman edip de iyi işler yapanları, yeryüzünde boz­gunculuk yapanlar gibi mi tutacağız? Veya (Allah'tan) korkanları yoldan çıkanlar gibi mi sayacağız?" (Sad, 38/28).

Bu ayrıca itaat eden müminle asi olan müminin gideceği yerdeki fark­lılığa da açık bir delildir.

Taberani, Mesruk'tan şöyle rivayet etmiştir: Temim ed-Dârî bir gece kalkmış bu ayeti tekrarlayarak sabahlamıştı: "Yoksa kötülük işleyenler ölümlerinde ve sağlıklarında kendilerini, inanıp iyi ameller işleyen kimse­ler ile bir tutacağımızı mı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar!" Ahirette ve dünyada mümin ile kâfirin birbirinden farklı olmasının beyanından sonra Allah bu prensibin doğruluğuna ve hikmetine delil getirerek şöyle buyur­muştur:

1- "Allah, gökleri ve yeri hak ile (yerli yerince) yaratmıştır." Allah gök­leri ve yeri kullar arasında adaleti gerektirecek bir ölçüyle yaratmıştır. Öl­dükten sonra dirilme, hesap ve caza olmasaydı bu yaratma yerli yerinde değil belki batıl olurdu. İyi ile kötü arasındaki cezanın farklı oluşu da ada­lettir.

2- "Böylece herkes kazancına göre karşılık görür. Onlara zulmedilmez." Dünyada başkasına zulmeden zalimi cezalandırmasaydı göklerin ve yerin yaratılışı yani insanların sınanması için kâinatın yaratılması hak ile ol­mazdı.

Allah Tealâ'nm "velitücza" sözü "bi'1-hakkı" sözü üzerine atfedilmiştir. Takdiri şöyledir: Allah gökleri ve yeri doğruluğu ortaya çıkarmak ve her nefsin karşılığını alması için yaratmıştır. Bu alemin yaratılışmdaki hedef adalet ve rahmeti ortaya çıkarmaktır. Bu da ancak öldükten sonra diril­mek, kıyamet, haklılarla haksızlara verilecek ceza, üst dereceler (cennet tabakaları) ve alt derecelerdeki (cehennem tabakaları) farklılık meydana geldiğinde tamamlanacaktır.

Sonra Allah kâfirlerin hallerini, kabahatlerini ve kötü cinayetlerini açıkça göstererek şöyle buyurdu:

"Heva ve hevesini tanrı edinen ve Allah 'in (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah'tan başka kim doğru yola eriş-tirebilir? Hala ibret almayacak mısınız?" Hidayeti terkedip hevasma itaat eden ve nefsinin arzularını din yapan kâfirin halini görmüyor musun? San­ki hevasını ilâh edinmiş, Allah'ı bırakarak ona tapınmaya başlamıştır. Al­lah'ın sevdiği ve razı olduklarına dikkat etmeksizin o, heva hevesine tabi olmuştur. Bu durum kişinin kendisini beğenmesine sebep olmaktadır. Ha­ris b. Kays istediği her şeyi yapardı. Ayetin iniş sebebi hususi ise de itibar lafzın umumi oluşunadır.

Allah gerçeği bilerek, hidayeti dalâletten ayırarak ve onun aleyhine olacak delili ortaya koyarak ondan yardımını kesmiş, onu yoldan çıkarmış, nasihat duymaması için kulağını, hidayeti anlamaması için kalbini mühür-lemiş, gözüne ve kalbine hidayeti görmemesi, kâinatta Allah'ın birliğine delâlet eden ayetlerini anlamaması için perde çekmiştir.

Yoldan çıkması ve hevasma tabi olması sebebiyle Allah'ın hidayetten  uzaklaştırdığı kimseyi doğruyu ve gerçeği bulmaya kim muvaffak kılabilir? Siz düşünüp ibret almaz mısınız? İşin gerçeğini öğrenip nasihat almaz mı­sınız?

Ayetin baş tarafının benzeri şu ayettir: "Rabbinin makamından kor­kan ve nefsini kötü arzulardan uzaklaştıran için ise şüphesiz cennet yegâne barınaktır" (Naziat, 79/40-41).

Ayetin orta kısmının benzeri de Allah Tealânm şu ayetidir: "Gerçek şu ki, kâfir olanları (azap ile) korkutsan da korkutmasan da onlar için birdir; iman etmezler. Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onla­rın gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir ve onlar için (dünya ve ahirette) büyük bir azap vardır." (Bakara, 2/6-7).[5]

 

Materyalistlik Ve Mülhidlik, Öldükten Sonra Dirilmenin İnkârı Ve Kıyametin Dehşetli Halleri:

 

24- Dediler ki: Hayat ancak bu dün­yada yaşadığımızdır. Ölürüz ve ya­şarız. Bizi ancak zaman helak eder. Bu hususta onların hiçbir bilgisi de yoktur. Onlar sadece zanna göre hüküm veriyorlar.

25- Onlara açıkça ayetlerimiz okun­duğu zaman: Doğru sözlü iseniz atalarımızı getirin, demelerinden başka delilleri yoktur.

26-  De ki: Allah sizi diriltir, sonra öldürür. Sonra sizi şüphe götürme­yen kıyamet gününde bir araya toplar. Fakat insanların çoğu bil­mezler.

27-  Göklerin ve yerin mülkü Al­lah'ındır. Kıyametin kopacağı gün var ya, işte o gün batıla sapanlar hüsrana uğrayacaklardır.

28-  O gün her ümmeti, diz çökmüş görürsün. Her ümmet kendi kitabı­na çağrılır, (onlara şöyle denilir:) Bu gün, yaptıklarınızla cezalandırı­lacaksınız!

29- Bu, yüzünüze karşı gerçeği söy­leyen kitabımızdır. Çünkü biz, yap­tıklarınızı kaydediyorduk.

 

Açıklaması:

 

"Dediler ki: Hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdır. Ölürüz ve yaşa­rız. Bizi ancak zaman helak eder." Bu, ahireti ya da kıyameti inkâr nokta­sında, materyalist kâfirlerin, onlarla aynı görüşü paylaşan o dönemdeki Arap müşrikleri ve benzerlerinin sözleridir. Öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden bu müşrikler şöyle demişlerdir: "İçinde bulunduğumuz hayattan baş­ka hayat yoktur." Bu dünya evinden başka bir yurt yoktur. Bir kısım insan­lar ölüyor, bazıları yaşıyor, ahiret yok, kıyamet yok, bunun ötesinde hayat da yoktur. Bizi ancak günlerin ve gecelerin geçmesi öldürecektir. Yok eden, insanları helak eden ancak gece ve günlerin geçmesidir, yani tabiattır. Bu, açıkça öldükten sonra dirilmeyi yalanlamak, kıyameti açıkça inkâr etmek ve Allah'ı kabul etmemekten başka bir şey değildir.

Cahiliyye dönemlerinde Araplar, ancak dehrin (zamanın) etkin oldu­ğuna inanıyorlardı. Kendilerine bir zarar, bir zulüm veya istenmeyen bir şey isabet ettiği zaman, bunu dehre (zamana) nispet ederlerdi. Onlara, "Zamana sövmeyin, Çünkü Allah, zamanın ta kendisidir." yani zamana nis­pet ettiğiniz bu işleri gerçekte yapan yalnız Allah'tır. Dolayısıyla sövmek, dönüp dolaşıp Allah'a gider, denildi.

Buhari ve Müslim'in Sa/uTı'lerinde, Ebu Davud ve Nesei'nin Sünerile-rinde Ebu Hüreyre'den yaptıkları rivayette, Ebu Hüreyre şöyle demiştir, Allah Rasulü (s.a.) şöyle buyurdu: "Allah şöyle diyecek: İnsanoğlu beni inci­tiyor, dehre (zamana) sövüyor, halbuki ben zamanım, olaylar benim elimde­dir. Geceyi gündüzü evirip-çeviren benim." Bir başka rivayette: "Dehre söy-meyin, zira Allah, dehrin ta kendisidir." denilmiştir. İbni Cerir ve İbni Ebi Hatim'in Ebu Hüreyre (r.a.)'den rivayetlerine göre o, şöyle demiştir: "Cahi­liyye dönemindeki insanlar şöyle diyordu: Bizi ancak gece ve gündüz helak eder." Bu sebeple Allah kitabında şöyle buyurdu: "Dediler ki: Hayat, ancak bu dünyada yaşadığımızdır..."

Muhammed b. İshak'ın Ebu Hüreyre'den rivayetine göre Allah Rasulü (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah Tealâ şöyle diyecek: Kulumdan borç iste­dim, vermedi, kulum bana sövdü. Kulum, vay dehre! diyor. Halbuki dehr (zaman) benim. (Hadiseleri var eden dehr değil, benim!)"

İmam Malik'in Muvatta adlı kitabında Ebu Hüreyre'den rivayet ettiği­ne göre Allah Rasulü (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Sizden hiçbiriniz, vay deh­rin (zamanın) helakine! demesin. Çünkü Allah, dehrin (zamanın) ta kendi­sidir." Dehre yüklediğiniz anlam Allah'a aittir.

İmam Şafii, Ebu Ubeyde ve diğer alimler, Allah Rasul'ünün (s.a.) "Dehre sövmeyin, çünkü Allah, dehrin ta kendisidir." sözünü şu şekilde yo­rumlamışlardır: Cahiliyye döneminde Araplara bir sıkıntı, bir belâ veya bir felâket geldiğinde, vay dehrin helakine! derlerdi. Bu felâketleri dehre isnat ederek, ona söverlerdi. (Türkçemizde zalim felek, kahpe felek ifadeleri de aynı bağlamdadır.) Halbuki bu fiillerin faili ancak Allah'tır, dolayısıyla Al­lah'a sövmüş oluyorlardı. Çünkü hakiki fail (yapıcı, yaratıcı) Allah'tır. Bu itibarla insanlar, dehre sövüp, kötülemekten yasaklanmışlardır. Çünkü Al­lah, onların kastettiği dehrin ta kendisidir. Bu fiilleri dehre isnat ediyor­lar.[6]

Allah, onların bu düşüncelerini, herhangi bir delile dayanmadığını be­yan ederek, şöyle buyurdu: "Bu hususta onların hiçbir bilgisi de yoktur. On­lar sadece zanna göre hüküm veriyorlar." Yani onlar bu sözü ancak şüphe içerisinde, işin gerçeğini bilmeden söylemişlerdir. Aklî veya naklî hiçbir de­lilleri yoktur. Dayanakları, delilsiz zan ve tahminden başka bir şey değildir.

Razi şöyle demiştir: Bu ayet, delilsiz ve şahitsiz söylenen sözün batıl ve fasit olduğuna en kuvvetli delillerdendir. Zan ve tahminlerin peşinden gitmenin de Allah yanında kabul edilir tarafı olmadığını gösterir.[7]

Sonra Allah şöyle diyerek onların şüphesini ve öldükten sonra dirilme­yi inkâr delillerini zikretmiştir:

"Onlara açıkça ayetlerimiz okunduğu zaman: Doğru sözlü iseniz, ata­larımızı getirin demelerinden başka deliller yoktur." Yani onlara, Allah'ın kudretini ve öldükten sonra diriltmeye olan gücünü gösteren apaçık Kur'an ayetlerinden bir kısmı okunduğu, kendilerine delil getirilip, hak açıklandığı ve Allah Tealâ'nın, insanlara tekrar hayat vermeye kadir oldu­ğu beyan edilince, ölmüş babalarının tekrar diriltilmesini istemekten baş­ka bir delilleri olmaz. Ve o müşrikler o zaman şöyle derler: "Ey Müminler! Öldükten sonra dirilmenin mümkün olması konusunda eğer doğru iseniz, söyledikleriniz hak ise, atalarımızı diriltin ki, onlar, öldükten sonra diril­menin doğruıuğu konusunda bize bilgi versinler."

Bu basit bir sözdür. Çünkü ba's, dünya sona erdikten sonra olacaktır. Bir şeyin şimdi olmamasından, gelecekte, yani kıyamet gününde de olma­yacağı anlamı çıkmaz.

Sonra Allah Tealâ, ba'sin mümkün olduğunun delilini zikrederek şöyle buyurdu: "De ki: Allah sizi diriltir, sonra öldürür, sonra sizi şüphe götürme­yen kıyamet gününde biraraya toplar."

Ey Peygamber! Öldükten sonra dirilmeyi (ba'si) inkâr eden bu müşrik­lere şöyle söyle: Şüphesiz Allah, dünyada size hayat verdi. Ecelleriniz sona erince canınızı alacak, sonra hepinizi kıyamet gününde şüphe olmayacak bir şekilde biraraya toplayacaktır. Çünkü ilk defa yaratan Allah için tekrar yaratma güç değildir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "İlkin mah­lûkunu yaratıp (ölümden) sonra bunu (yaratmayı) tekrarlayan O'dur ki, bu O'nun için pek kolaydır." (Rum, 30/27).

Yüce Allah'ın adil ve zulümden münezzeh olması, öldükten sonra di­rilmenin ve kıyametin gerçek olmasını gerektirir.

"Fakat insanların pek çoğu bilmezler." Yani insanların büyük çoğunlu­ğu -bunlar o zamanın Arap müşrikleri- iyice düşünmeden ba'si inkâr eder­ler, ilmî gerçeği idrak edemezler, işin görünmeyen (manevi) taraflarını dü­şünmeden, sadece maddi yönlerine bakmakla yetinirler. Bu sebeple de be­denlerin tekrar dirilmesini uzak görürler. Nitekim yüce Allah, şöyle buyur­du: "Doğrusu onlar, o azabı uzak görüyorlar. Biz ise onu yakın görmekteyiz." (Mearic, 70/6-7). İşte böylece, insanın, hayvanın ve bitkinin sonradan yara­tılışını dikkate alarak, bunların var oluşunun, kudret ve hikmet sahibi Al­lah'ın varlığını gösterdiğinin farkına varamıyorlar.

Sonra yüce Allah, daha önce kudretini gösteren hususi delili zikret­mişken, şimdi daha umumi bir delili ifade ederek şöyle buyurmuştur:

"Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Kıyametin kopacağı gün var ya, işte o gün batıla sapanlar hüsrana uğrayacaklardır." Yani şüphesiz yüce Allah, göklerin ve yerin maliki ve her ikisinin hakimi olup dünya ve ahiret-te onlarda yegâne tasarruf sahibidir. Kullarından hiç kimsenin ve tapını­lan putların bu hususta Allah'a kesinlikle bir ortaklığı yoktur.

Haşir ve neşir konusunda söz söyleme imkânını beyan ettikten sonra Allah Tealâ kıyamet hallerini zikretmeye başladı. Bunların ilki de: "Kıya­metin kopacağı gün var ya..." ayetidir. Yani kıyametin kopacağı gün, batıl­lara sarılıp tutunan, gerçekleri yalanlayıp inkâr edenler, cehenneme gir­mek suretiyle hüsrana uğrayacaklardır. Cehenneme gidecekleri için o gün onların hüsranı apaçık ortaya çıkacaktır.

Daha sonra da yüce Allah, kıyamet gününün korkularım şöyle açıkladı:

1- "O gün her ümmeti diz çökmüş görürsün." Yani o gün korku ve endi­şenin şiddetinden dolayı her dinin mensubunu dizleri üzerine çökmüş gö­rürsün. İnsanlar, hesap anında olayın dehşetinden dolayı Allah'ın huzu­runda diz çökeceklerdir.

2- "Her ümmet kendi kitabına çağrılır." Yani her ümmet, kendi pey­gamberlerine indirilen kitaplarına veya amel defterlerine çağrılır. Nitekim yüce Allah, şöyle buyurmuştur: "...kitap konulur, peygamberler ve şahitler getirilir ve aralarında hakkaniyetle hüküm verilir. Onlara asla zulmedil­mez." (Zümer, 39/69).

3- "Bu gün yaptıklarınızla cezalandırılacaksınız." Yani kıyamet gü­nünde Allah size, dünyada yaptığınız iyi kötü amellerinizin karşılığını ve­recektir. Siz bu amellerinizin, karşılığını fazlasız ve eksiksiz olarak göre­ceksiniz.

4- "Bu, yüzünüze karşı gerçeği söyleyen kitabımızdır. Çünkü biz, yap­tıklarınızı kaydediyorduk." Yani bunlar, Hafaza meleklerine yazmalarını emrettiğimiz amel defterlerinizdir, onlar size şahitlik edecek ve eksik fazla olmaksızın bütün amellerinizi zikredecektir. Nitekim Allah şöyle buyur­muştur: "Kitap ortaya konmuştur: Suçluların, onda yazılı olanlardan kork­tuklarını görürsün. Vay halimize! derler, Bu nasıl kitapmış! Küçük büyük hiçbir şey bırakmaksızın (yaptıklarımızın) hepsisini sayıp dökmüş. Böylece yaptıklarını karşılarında bulmuşlardır. Senin Rabbin hiç kimseye zulmet­mez." (Kehf, 18/49).

Bu ayetin tefsiri konusunda İbni Abbas ve diğerleri şöyle demiştir: "Hafaza meleklerine (koruyucu meleklere), insanlar adına amellerini yaz­malarını, tespit edip korumaları emredilmiştir. Bu melekler kulların amel­lerini yazar, sonra onları göğe yükseltirler. Bu yazıcı melekler, ellerindeki bilgilere uygun olarak, amel defterlerinin bulunduğu divanda diğer melek­lerle karşılaşırlar. Çünkü Allah, daha kullarını yaratmadan önce onlarla il­gili olan bilgileri o meleklere her gece levh-i mahfuzda ne bir harf fazla, ne de bir harf eksik olarak gösteriyordu. Sonra İbni Abbas zikredilen ayeti okudu. [8]

 

İtaat Eden Müminlere Ve Asi Kafirlere Verilecek Karşılık:

 

30- İman edip iyi işler yapanlara gelince, Rableri onları rahmetine kabul eder. budur.

31- Ama inkâr edenlere gelince on­lara: Ayetlerim size okunmuş, siz de büyüklenip günahkâr bir top­lum olmuştunuz, değil mi? denilir.

32-  Allah'ın vaadi haktır, o saatte şüphe yoktur, dendiği zaman: Kıya­metin ne olduğunu bilmiyoruz, onun bir tahminden ibaret olduğu­nu zannediyoruz. (Onun hakkında) kesin bir bilgi elde etmiş değiliz, demiştiniz.

33- Yaptıklarının kötülükleri- onla-

şey onları kuşatmıştır.

34- Denilir ki: Bu güne kavuşacağı­nızı unuttuğunuz gibi biz de bugün sizi unuturuz. Yeriniz ateştir, yar­dımcılarınız da yoktur!

35-  Bunun böyle olmasının sebebi şudur: Siz Allah'ın ayetlerini alaya aldınız, dünya hayatı sizi aldattı. Artık bugün ateşten çıkarılmaya­caklardır ve onların (Allah'ı) hoşnut etmeleri de istenmeyecektir.

36-  Hamd, göklerin Rabbi, yerin Rabbi, bütün alemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.

37- Göklerde ve yerde azamet yalnız O'nundur. O, azizdir, hakimdir.

 

Açıklaması:

 

Bu ayetler, ister mümin, ister kâfir, kıyamet gününde Allah'ın kulları

hakkındaki hükmünü beyan etmektedir. Allah Tealâ birinci fırkanın hük­münü beyan ederek şöyle buyurdu:

"İnanıp iyi işler yapanlara gelince, Rableri onları rahmetine kabul eder. İşte apaçık kurtuluş budur." Yani Allah'ı, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü tasdik edenlere ve dinin buyruklarına uygun güzel işler yapanlara gelince, Rableri onları cennete koyacaktır. İşte bu cennete giriş gerçekten istenilenin elde edilişidir. Apaçık kurtuluş ve başarı ancak budur.

Ayette cennete rahmet denilmiştir. Rahmet ise cennettir. Peygam­berimiz (s.a.) sahih bir hadiste şöyle buyurmuştur: "Allah Tealâ cennete şöyle dedi: Sen, benim rahmetimsin, dilediğime seninle merhamet ederim."

İkinci fırkanın hükmünü beyan ederek ve onları kınayarak da şöyle buyurmuştur: "Ama inkâr edenlere gelince onlara: Ayetlerim size okunmuş, siz de büyüklenip, suçlu bir toplum olmuştunuz, değil mi? denilir." Allah'ın birliğini ve ba'si (öldükten sonra dirilmeyi) inkâr edenlere gelince, onlara kınanarak şöyle denilir: Allah'ın ayetleri size okunmadı mı? Elbette okun­du, ama siz kibirlenip, iman etmemekte direndiniz, onları dinlemek ve tabi olmaktan yüz çevirdiniz. Davranışlarınızda fasık bir topluluk haline gel­erek, günahları ve masiyetleri işlemeye, kalplerinizde ahireti, sevap ve cezayı yalanlamaya devam ettiniz. Bu sebeple Allah peşinden şu sözünü getirdi: "Allah'ın vaadi gerçektir, kıyamet gününde şüphe yoktur, dendiği zaman: Kıyametin ne olduğunu bilmiyoruz, onun bir tahminden ibaret ol­duğunu zannediyoruz, (onun hakkında) kesin bir bilgi elde etmiş değiliz, demiştiniz." Yani bu kâfirlere Allah Rasulü (s.a.) ve müminler vasıtasıyla: "Bas (öldükten sonra dirilme) hesap ve ahirette gelecek tüm konular hak­kında Allah'ın vaadi haktır, mutlaka olacaktır, kıyametin kopacağında asla şüphe yoktur, o halde bunlara inanın ve sizi azaptan kurtaracak şeyler yapın!" denildiğinde siz, şöyle dersiniz: "Biz kıyametin ne olduğunu bil­meyiz, onun vukuunu sadece bir tahmin, bir zan şeklinde düşünüyoruz, onun hakkında kesin bir bilgiye sahip değiliz. Kıyametin kopacağına da inancımız kesin değil.' O kâfirler, sanki bütün zanları yok saymışlar; sadece içinde ilim bulunmayan zannı almışlar ve şöyle demişlerdir, "...onun hakkında kesin bir bilgi elde etmiş değiliz."

Bu sert üslûptan sonra Allah onların karşılaşacağı azabı zikretmiştir.

"Yaptıklarınızın kötülükleri onlara görünmüş, alay edip durdukları şey onları kuşatmıştır." Yani çirkin amelleri ve kötü davranışlarının cezası onlara gözüktü ve onları çepeçevre kuşattı ve cehenneme girmek suretiyle amellerinin karşılığı kendilerine geldi, dünyada alay edip durdukları ve evham ve hurafelerden ibarettir, dedikleri şeylerle cezaya çarptırıldılar.

Sonra yüce Allah şöyle diyerek onların kurtuluş ümitlerini boşa çıkardı:

"Denilir ki: Bugüne kavuşacağınızı unuttuğunuz gibi, biz de bugün sizi unuturuz. Yeriniz ateştir, yardımcılarınız da yoktur." Kıyamet gününde on­lara şöyle denilir: Bugün sizi unutan kimsenin muamelesini yapacağım. Unutulup bir tarafa atılan ve önem verilmeyen bir eşyaya yapılan muamele gibi muamele edeceğim. Bugün için ameli terkettiğiniz ve son güne inanmadığınızdan dolayı, Allah'ın kitaplarında ahirete dair gelen ayetleri bilmezlikten geldiğiniz gibi ben de sizi azabın içerisinde bıraka­cağım. Sizin sığınacağınız mesken ve karargahınız ateşten başka bir şey değildir. Size yardım edecek ve sizi azaptan koruyacak yardımcılarınız da olmayacaktır.

Bununla Allah, onlara vereceği azabı üç çeşitte toplamıştır:

1- Onlardan rahmetini tamamıyla kesmesi,

2- Cehennemi onlara barınak yapması,

3- Onların, dost ve yardımcılarını kaybetmeleri.

Sahih hadiste sabit olduğuna göre: "Allah Tealâ kıyamet gününde bazı kullarına şöyle diyecektir: Sana eş nasip etmedim mi, sana ikramda bulun­madım mı, emrine atları ve develeri vermedim mi, reislik ve ganimet im­kânı vermedim mi? Bunun üzerine kul: "Evet ya Rabbi!' diye cevap verecektir." Allah, "Benimle karşılaşacağını düşündün mü?" diye soracak, kul da "Hayır" diyecektir. Allah da "Sen beni unuttuğun gibi bugün de ben seni unutuyorum." diye karşılık verecektir.

Sonra Allah bu azabın sebeplerini şöyle zikretti: Bunun böyle ol­masının sebebi şudur: "Siz Allah 'in ayetlerini alaya aldınız, dünya hayatı sizi aldattı. Artık bugün ateşten çıkarılmayacaklar ve onların özür dilemeleri de kabul edilmeyecektir." İşte başınıza gelen bu azap, Allah'ın kitabı Kur'an'ı alaya almanız, dünyanın sizi süs ve zinetleriyle aldatması, sizin de onlara meyliniz ve dünyadan başka bir yurdun olmadığını ve ba'sin (öldükten sonra dirilmenin) de olmayacağına inanmanız sebebiy­ledir. Bugün onlar cehennemden çıkarılmayacaklardır. Onlardan Allah'ın itaatına dönüp rızasını kazanmaları da istenmeyecektir. Çünkü o gün tev-benin kabul edilmeyeceği, mazaretin fayda vermeyeceği bir gündür.

Allah Tealâ ba'se (öldükten sonra diriltmeye) olan kudretini afaki ve enfüsi delillerle ispat edip, mümin ve kâfirler hakkında hükmünü zikret­tikten sonra -bize, kendisini nasıl öveceğimizi öğretmek için- zatını lâyık olduğu şekilde övdü ve şöyle buyurdu: "Hamd, göklerin Rabbi, yerin Rabbi, bütün alemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur." Samimi hamd, birçok nimetlere karşılık eksiksiz şükür, göklerin ve yerin yaratıcısı ve her ikisin-deki insanlar, cinler, hayvanlar, cisimler, ruhlar, zat ve sıfatlar gibi çeşitli dünyaların yaratıklarının sahibi bulunan Allah'a mahsustur.

"Göklerde ve yerde bütün azamet yalnız O'na aittir. O azizdir, hakimdir." Göklerin ve yerin her tarafında azamet, ululuk, celâl ve saltanat an­cak Allah'a mahsustur. O yüce Allah, güçlüdür, hakimiyetinde ezici güce sahiptir. O'nu kimse mağlup edemez. Bütün sözlerinde, fiillerinde, buyruk­larında ve bu dünyadaki tüm hükümlerinde hikmet sahibidir.

Ahmet b. Hanbel, Müslim, Ebu Davud ve İbni Mace'nin: Ebu Hüreyre ve Ebu Said (r.a.)den rivayet ettikleri sahih kudsî hadiste Allah Rasulü (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah Tealâ şöyle buyuruyor: Azamet benim izarım, kibriya ridamdır. Bunlardan biri konusunda kim benimle müna­kaşa ederse onu cehennemime koyarım." [9]

 

 



[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/215-217.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/220-222.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/225-226.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/229-231.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/235-237.

[6] İbni Kesir, IV/151.

[7] Razî, XXVII/270.

[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/241-244.

[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 13/247-250.