Yılmaz: “... râbıta, Allah ile murâkabeye varmak için yapılır....”
Bayındır: Murâkabenin kök anlamı, bekleme ve gözetlemedir. Murâkabe, bir işin karşılıklı yapıldığını gösteren fiil kalıbında olduğu için karşılıklı olarak birbirini bekleme ve gözetleme demek olur. Biri diğerine, “Şu evi sana hibe ettim, ama benden önce ölürsen ev bana döner.” şeklinde bağış yaparsa ona ruqbâ denir. Ruqbâ, murâkabe anlamınadır. Çünkü bu iki kişiden her biri evin sahibi olmak için, diğerinin daha önce ölmesini gözetler[1] Bir de teveccüh vardır, bir tarafa yönelme anlamına gelir.
Allah ile murâkabe noktasına gelen kişide, yalnız Allah’ta bulunan özelliklerin ortaya çıktığı iddia edilir. Tasavvuf câmiasının el kitabı olan “Âdâ”a göre, murâkabe ve teveccühe devam eden kişiye vezaret mertebesi, yani bakanlık verilir. Buna sahip olan, mülk ve melekûtta kolayca tasarrufa başlar; hatırlardan geçen işlere vâkıf olur. Gönülleri hidâyet nuruyla aydınlatmak da onun için mümkündür[2]
Mülk, yönetilebilen bir şeyi hâkimiyeti altında tutmaktır. Mülkiyet, mülk olma anlamına gelir. Melekût da mülk anlamınadır, ama yalnız Allah’a ait olan mülk demektir. İnsanın iç aleminde ve kâinatta tasarruf yetkisi melekût kapsamına girer.
Âdâb kitabının iddiasına göre, murâkabe ve teveccühe devam eden kişi, kendine verilen bakanlık sayesinde hem kâinatta hem de insanın iç aleminde tasarrufa yetkili hale gelmiş olur. Çünkü o, mülkte ve melekûtta kolayca tasarrufa başladığı gibi hatırlardan geçen işlere vâkıf olmaya ve gönülleri hidâyet nuruyla aydınlatmaya da başlar. Sayın Yılmaz’ın Türkçe’ye çevirdiği kitapta da büyüklerin murâkabesi ile ilgili şunlar vardır:
“Onlar murâkabe ile gönüllerini Allah’a bağlarlar. Allah’ın murâkabe konusunda kendilerini korumasını dilerler. Çünkü Allah Teâlâ onları nücebâsından ve has kullarından kılmış; hallerini başka kimselere açmamalarını istemiş ve işlerini bizzat yönettiğini ifade buyurmuştur: “O sâlihleri yönetir” (7/A’râf, 196)[3]
Sayın Yılmaz; “... Râbıta, Allah ile murâkabeye varmak için yapılır....” diyor. Râbıta yapan, o makamlara çıkabildiğine göre kendine râbıta yapılan şeyh hangi mertebede olur? Bunu da Âdâb kitabından dinleyelim: “... Bu üstün tarikata sülûk, kendine bağlanılan şeyhle râbıtaya bağlıdır. Onun sevgisi, murad olan bu yolu çabuk aldırır. Onun çekim kuvveti, anlatılan kemâlât (olgunluklar) ile boyayıp süsler. Onun bakışı kalp hastalıklarına şifadır. Yüzünü göstermesi, mânevî hastalıkları giderir. O, anlatılan olgunlukların sahibi, vaktin imamı, zamanın halifesidir. Kutuplar, bedeller onun makamları sayesinden yetişip yaşarlar. Evtad, nücebâ, onun kemâlât denizinden akıp gelen bir katredir. Onun irşadı güneş misalidir. Kendi istemeden her şeye feyzini yağdırır. Ya bir de isterse... düşünün artık olacağı...”[4]
Demek ki, murâkabe ve teveccüh sayesinde kendine bakanlık verilen, hem kâinatta hem de insanın iç âleminde tasarrufa yetkili hale gelmiş olan nücebâ, sadece, şeyhin kemâlât denizinden akıp gelen bir damlaymış. Bunlar büyük bir iftiradır. Kur’an’a bu kadar ters ifadeler, nasıl bir araya getirilebiliyor, sonra sanki Kur'ân hükümleri imiş gibi takdim edilebiliyor, hayret doğrusu! İnsanların iç dünyalarından haberdar olmak da ne demek oluyor. Daha sonra, ilgili âyetlerde görüleceği gibi Hz. Peygamber bile kimsenin iç dünyasından haberdar olamazdı. Bu inancın tek dayanağı hurafelerdir. Bir hurafe, bir başka hurafeyi zorunlu kılmaktadır. Kalbi bir kişiye emanet edip, onunla bütünleşebileceğine inanmak için, onun kendi iç dünyasından haberdar olduğuna inanmak gerekli olur. Böyle sayılmayan birine kalp nasıl emanet edilebilir?
Sayın Yılmaz’ın tercüme ettiği kitapta, murâkabeye delil olarak sadece “O sâlihleri yönetir” (7/A’râf, 196) âyeti gösterilmiştir (Ebû Nasr Serrâc Tûsî’nin el-Lüma’ tercümesi, s. 54). Âyetten cımbızla çekilen bölümü, başı ve sonu ile birlikte okumak, yapılan yanlışın ne boyutta olduğunu görmek için yeter. Orada Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Allah'ın yakınından çağırdıklarınız da, sizin gibi kullardır. Eğer haklıysanız onları çağırın da size cevap versinler bakalım. Onların yürüyecek ayakları mı var, yoksa tutacak elleri mi var, ya da görecek gözleri mi var, veya işitecek kulakları mı var? De ki: ‘Ortaklarınızı çağırın sonra bana tuzak kurun, hiç göz açtırmayın.’ Çünkü benim velim Kitap'ı indiren Allah'tır. O, iyilere velilik eder. O'nun berisinden çağırdıklarınız kendilerine yardım edemezler ki size yardım etsinler." (7/A’râf, 191-197)
Onlar da bizim gibi kullar olduğuna göre, Allah’ın hiçbir peygambere vermediği yetkileri onlara yakıştırırken neye dayanılır? Aşağıdaki konu üzerinde biraz düşünen herkes, din adına yapılan bu yanlışlığın affedilemez boyutta olduğunu kolaylıkla fark eder. Hz. Nuh’un gemisi, dağlar gibi dalgalar içinde onları çalkalıyordu. O, bir kenarda duran oğluna şöyle seslendi: "Yavrucuğum! Bizimle birlikte bin, kâfirlerle beraber olma. O, ‘Bir dağa sığınacağım, o beni sudan korur’ diye cevap verdi, Nuh ise: ‘Onun merhamet ettikleri bir yana, bugün Allah'ın bu işinden koruyacak biri yoktur’ dedi. Aralarına dalga girdi, oğlu da boğulanlara karıştı.‘Ey yer, suyunu yut ve ey gök sen de tut!’ denildi. Su çekildi, iş bitti ve gemi Cûdî üzerine oturdu. ‘Haksızlık yapan kavim def olsun’ denildi. Nuh Rabbine seslendi: ‘Rabbim! Oğlum benim ailemdendir. Senin verdiğin söz elbette doğrudur. Hem sen karar verenler arasında en isabetli kararı verirsin’ dedi. Allah, ‘Bak Nuh! dedi. O senin ailenden değildir; çünkü o uygunsuz bir iştir. Bilmediğin şeye karışma. Kendini bilmezlerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum.’ ‘Rabbim! dedi. Hakkında bir bilgim olmayan şeyi senden istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana acımazsan kaybedenlerden olurum." (11/Hûd, 40-47)
Hz. Nuh’un Allah’tan yanlış bir istekte bulunmuş olmaktan dolayı takındığı tavır ile, yukarda din adına takınılan tavrı ibretle izlemek gerekir.