Kurban

        

İslâm’ın şiarlarından biri de kurbandır. Kurban; insanı Allah’a yaklaştıran şey demektir. Bu, bir ibâdet ve hürmet ifadesidir ki, kurbanla insan Allah’a yaklaşmaya çalışır yahut kurban insanı Allah’a yaklaştırır. Bu yaklaşma elbette maddî anlamda bir yaklaşma değil; O’nun rızasına ve sevgisine yaklaşmaktır. Kurbanla insan, Allah’a karşı duyduğu takvâ duygusunu zenginleştirir.

Kurban olayı, tarihten günümüze kadar insanların baş vurdukları bir ibadet, bir adettir. İslâm'ın bâtıl din kabul ettiği bir çok inanışta, hatta hırıstiyan ve yahudilerde bile ‘kurban’ âdeti veya ibâdeti vardı.        

İslâm, tarih öncesinden günümüze gelen bu anlayışı kaldırmamış, ama O’nu asıl olması gereken şekle sokmuştur. Öncekiler kurbanı bir korkunun, bir çekinmenin, bir sığınmanın ihtiyacı olarak, tanrıların gazabını (öfkesini) dindirmek üzere verirlerdi. Kimileri de kurbanları tanrılarının yiyeceği sayarlardı. Hayvan kurban edildiği gibi, insan veya eşya da kurban ediliyordu.

İslâm, bütün bu yanlış anlayışları kökünden kaldırdı. Kurbanı, Allah’a yaklaşmanın, O’nun sevgisini kazanmanın, malı O’nun yolunda harcamanın, O’nun verdiği ni’metlerle sevinmenin ve insan ruhunu dindirmenin bir aracı haline getirdi. İslâm'a göre Kurban ibâdeti, belli hayvanlardan belli günlerde kesilmek suretiyle yerine getirilebilir. O, ne basit bir âdettir, ne de bütün malı mülkü belirsiz bir amaç uğruna bir tarafa atmaktır.

Kurban olmak Allah’a yakın olmaktır. O’na yaklaşmak fiziği metafiziğe taşımak, içkin olanı aşkın olana bağlamaktır. Bu anlamda kurban, varlığın sahibine yönelişi sembolize eder. Insanın emrine verin maddenin, yine O’nun emrine sunulmasıdır. Ya da ‘o benim kurbanımdı, ben ise Senin kurbanınım’ demektir. Allah’a yaklaşmak ancak ihlas (samimiyet) ve aşkla, yani Allah’ı gereği gibi sevmekle olur. Kurban bu aşkın bir aracıdır. Mü’min, kurban keserek bu sevgisini gösterir. En azından bu inancını kendi içerisinde isbat eder, bunun heyecanını yaşar.

İslâm’da kurban kesme ibâdetinin Hz. İbrahim (a.s.) ile başladığını Kur’ân-ı Kerim’den öğreniyoruz:

“Böylece (çocuk) onun yanında koşabilecek bir çağa gelince (Ibrahim ona): ‘Oğlum, gerçekten ben seni rüyamda boğazlıyorken gördüm. Bir bak, sen ne düşünüyorsun?’ dedi. (Oğlu Ismail) dedi ki: ‘Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. Inşaallah beni sabredenlerden bulacaksın.

Sonunda ikisi de (Allah’ın emrine ve takdirine) teslim olup (babası, Ismail’i kurban etmek için) onu yanağı üzerine yatırdı.

 Biz ona ‘Ey Ibrahim’ diye seslendik.

Gerçekten son rüyayı doğruladın. Hiç şüphesiz biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz.

Doğrusu bu, apaçık bir imtihandı.

Ve ona büyük bir kurban fidye olarak verdik.

Sonra gelenler arasında ona (hayırlı ve şerefli bir isim) bıraktık.” (37/Sâffât, 102-108)       

İbrahim (a.s.) oğlunu kurban etme imtihanı ile sınanmıştı. O, dünyada en fazla değer verdiği evladını rüyasında Rabbinden aldığı bir işaret ile O’nun yolunda kurban etmek durumunda idi. Ya da böyle bir kurbanı Rabbinin uğruna fedâ edebileceğini göstermek zorundaydı. Bu durumu henüz küçük yaşta olan oğlu Ismail’e anlattığı zaman, o hiç bir itirazda bulunmadı. Allah’ın emrine babası gibi o da teslim oldu. Bu olayda baba ile oğulun teslimiyetini ve Allah’ın emri karşısındaki tavırlarını açık bir şekilde görüyoruz. Bu olayda asıl maksat elbette insanın Allah yolunda kurban edilmesi değildi. Bu kötü adet batıl dine inananların işiydi. Buradaki asıl amaç, inanan bir insanın en sevdiği şeyi Allah yolunda feda edebilmesidir. Ibrahim (as) bu zorlu imtihan ile başbaşa kalmıştı. Ismail (as) ise kendi canını isteyerek Allah yolunda vermenin sınamısı karşısında idi. O da hiç tereddüt etmeden boynunu Allah’ın emrine teslim etti. Her ikisi de imtihanı kazanınca, Allah da onlara ‘büyük bir kurbanı’ fidye olarak gönderdi.

108/Kevser sûresinde Rabbimiz, Peygamberimize ‘Allah için namaz kılıp kurban kesmesini’ emrediyor. Bu emir, hem İbrahim (a.s.)'i hatırlamak, hem de aynı teslimiyetin, aynı fedakârlığın devamını sağlamak, ayrıca mükâfata kavuşan İbrahim (a.s.) gibi bayram coşkusunu yaşamaktır. Peygamberimiz kurban kesmiş ve ümmetinin de kesmesini emretmiştir. Bazı âlimler kurban kesmenin vacip olduğunu, bazıları ise, terkedilmeyecek kadar kuvvetli bir sünnet olduğunu söylerler. Peygamberin hayatında bunun uygulamasını görmekteyiz.

Kurban, ‘eyyâm-ı nahr’ denilen Kurban bayramının birinci, ikinci ve üçüncü günlerinde kesilir. Bu günler Zilhicce ayının onuncu, onbirinci ve onikinci günleridir. Bu günler aynı zamanda hacc günleridir. Iki ibâdetin aynı zamanda yapılmasının hikmeti iyi düşünülmeli.  Müslümanlardan bazıları hacc’da hacc heyecanını yaşarken, diğer müslümanlar kendi evlerinde Kurban bayramını yaşayarak, kurban keserek aynı heyecanı paylaşırlar. Hz. Ibrahim’i ve oğlu Ismail’i anarlar, onların davetlerini hatırlarlar.

Kurban, her şeyden önce sevilen, elde edilmek için emek ve para verilen, zaman ve ömür harcanan, değerli dünyalıklardan bir kısmını Allah için fedâ edebilmenin bir göstergesidir. Bu anlayış insanı başka şeyleri de Allah yolunda feda etme fedakârlığına götürür. Kurban, insandaki aşırı isteklerin (hırsın), başkasına merhametsizce davranmanın, başkasına saldırmanın azalmasına yardımcı olur. Üzerine kurban kesmek düşen mü’min, kurbanını kendisi kesmeli, kendisi kesmiyorsa bile kesilirken yanında bulunmalı. Böylece Allah için boğazlanan hayvanı o haliyle görürse merhameti çoğalır, başkasının kanına tecavüzün zorluğunu anlar, Allah için fedakârlıkta bulunmanın lezzetini duyar.

Kurban, kesinlikle eti için kesilmez. O bir sosyal dayanışma amacı da değildir. Ancak kurbanı kesen kendisi etinden yiyebilir, fakirlere ve dostlarına verebilir. Bu dostlar ve müslümanlar arasındaki sevgiyi ve muhabbeti artırır. Bu aynı zamanda bayram yapmanın da anlamıdır.

Kurban bayramında bütün müslümanlar birlikte kurban keserler, birlikte bayram ederler. Bu durum Tevhid Dininin bir özelliğidir. O bütün müslümanları her zaman birliğe davet etmektedir. Kurbanlar, İslâm’ın şiarları olduğu gibi, Ramazan ve Kurban Bayramı adıyla iki bayram da mü’minlerin şiarlarındandır.[1]

İslâm, Allah yolunda mallarını ve canlarını kurban olarak feda eden veya etmeye hazır olan, ahlâk ve takvâ bakımından İsmail ve İbrahim (a.s.) gibi olanların eliyle yücelecektir. Kurban ibâdeti İbrahim’in ve İsmail’in şehâdetini bu çağa taşımaktır. Bunu kimileri kurban keserek sembolik olarak yaparlar. Kimileri de canlarını Allah yolunda vererek fiilî olarak gerçekleştirirler.

Kurban ibâdetinin şuuruna varmayanların payına kurbandan belki de ‘et’, İsmail gibi olanların payına da ‘cennet’ düşer. Kendilerini Allah’ın yoluna kurban olarak hazırlayanlar; imanlarını tıpkı kestikleri kurban gibi kusursuz, eksiksiz yapmaları gerekir. Bedeninde noksanlık olan hayvanlardan kurban olmaz. Kurbanın sağlıklı, eksiksiz ve hayvanlar arasından en seçilmişlerden olması gerekir. İmanı eksik, hastalıklı, felçli ve illetli olanlar kendilerini o ulvî gâyeye adayamazlar.

Kendilerini ve mallarını böylesine bir amaç uğruna adayabileyenler mübârek kimselerdir ve onların bayramları da bu anlamda mübârektir. Bayramlar, müslümana âhirette Rabbiyle buluşmayı katırlatan vuslat zamanıdırlar. Ne adadığının farkında olanlar bu vuslatın değerini de bilirler.

İnsanın eşyaya, insana, ideolojilere, dünyaya kul ve kurban edildiği bir dünya, insanın harcandığı ve horlandığı bir yerdir. Böyle bir harcanmadan kurtulmanın yolu, yüce bir gâye için ‘adamak ve adanmak’tır. Bunu da İslâm’a teslim olarak emin olan ve tam bir hürriyete kavuşan şuurlu mü’minler aşkla yapabilirler.

Yeryüzü bugüne kadar insanın hoyratça harcandığı başka bir uygarlık görmüş müdür? İnsanların sahte tanrılara böylesine kitlesel ve sistematik bir şekilde kurban edildiği bir zaman geçmiş midir? İnsanı nesne haline getieren modernizm, onun yüreğini öldürmekle kalmadı; yüreğini bir puthaneye çevirdikten sonra onu modern ilâhların önünde kurban etti. Kısaca onu sefihleştirerek harcadı.

Böyle bir dünyada İslâm’ın getirdiği kurban ibâdeti bu çarpık zihniyete bir tavır alıştır, bir meydan okumadır. Bu sefihliğe, bu yanlışlığa, bu bozulmuşluğa teslim olmamaktır. İlâhî olanla sağlam bir bağ kurmaktır. Küresel sapmaya, bozulmaya, çürümüşlüğe rağmen, insan için gerçek güvenliğin ve gerçek emniyetin hâlâ mümkün olduğunu onlara göstermektir.

İnsanın, eşyaya, ikonlara, çıkarlara, boş hedeflere ve yalancı ilâhlara kurban edilip harcandığı günümüz dünyasında, İslâm’ın emrettiği kurban ibâdeti daha bir anlamlı hale geliyor.[2] 

 


 

[1] Hüseyin K. Ece, a.g.e. s. 365-369

[2] Mustafa İslâmoğlu, Şafak Yazıları, Denge Y. s. 115-116.