Günahlar, şeytanî arzulardan kaynaklandığından, onun hakkı da şeytan gibi yanmaktır. Günahlar, pişmanlık ateşiyle yakılmazsa, sahibini de kendisiyle beraber yakma riski taşırlar. Öteki dünyada günahlarla beraber yanmaktansa, pişmanlık ateşiyle yanmak; Hz. İbrahim gibi dünya ateşini ahiret ateşine tercih etmektir ki, o zaman bu yanma gül bahçesindeki mutluluğu getirecektir. Hiçbir itfâiyenin söndüremeyeceği cehennemimizin ateşlerini, pişmanlık/tevbe çeşmesinden akan birkaç damla gözyaşı söndürebilir. O gözyaşı, dünya için akıtılan gözyaşları gibi acı ve tuzlu da değildi. O gözyaşında öyle bir lezzet vardır ki, hiçbir kahkahada o tad bulunmaz. "Pişmanlık, tevbedir." (İbn Mâce, Zühd 30) Muaz bin Cebel (r.a.) Allah Rasülüne (s.a.s.): "Ya Rasülallah, dedi; Tevbe-i nasûh nedir?" Rasulullah buyurdu ki: "Kulun yapmış olduğu günaha öyle nedâmet etmesi/ pişmanlık duyması ve Allah'a öyle özrünü arzetmesidir ki, sütün memeye tekrar dönme ihtimali olmadığı gibi, o günaha tekrar dönmemesidir." (Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, VII/5127).
Bir kötülükten sonra duyulacak olan pişmanlık, o kötü işe karşı insanın içerisinde bir nefret meydana getirecek ve o nefret sayesinde insan, bir daha o kötü işe yanaşmayacaktır. İşlediği günahlardan vicdan azabı, pişmanlık duymayan kimse tevbe etmemiş sayılır. Dille istiğfar edip, günahlardan eziklik ve nedâmet duymayan kimse, kendisini ve çevresindeki insanları aldatsa da, Allah insanın dilinden ziyade kalbine nazar eder, oradaki pişmanlığa ve samimiyete değer verir. Günümüzde uygulanan beşerî hukuk bile, suçlunun pişmanlığını, suçdan sonraki iyi halini dikkate almakta, pişmanlığı hafifletici sebep kabul etmektedir.
Pişmanlığın neticesi itiraftır. Yalnız bu itiraf, bir insanın önünde değil; Allah'a karşı kendini suçlu hissederek O'nun huzurunda yapılan itiraftır. Yoksa, birçok cahil halk gibi, "merd-i kıptî" misali, övünme çabası içinde değil! "(Onlardan) diğer bir kısmı da, günahlarını itiraf ettiler. Onlar, iyi bir ameli, diğer kötü bir amelle karıştırmışlardı. Ümid edilir ki, Allah onların tevbelerini kabul eder." (9/Tevbe, 102) Tevbe, psikolojik bir olaydır. Kulun, özrünü Hakk'a ulaştırması, günahını itirafla pişman olduğunu, O'na sığındığını idrak etmesidir. Allah'a karşı kulluğunu idrâk etmiş kimselerde, herhangi bir sebeple yaratanının rızasına muhalif bir iş yapınca, onun kalbinde, ruhunda bir sarsıntı meydana gelir. Nasıl ki, insanın bedeninde bir hastalık olunca, bunun tedavisi için, hissettiği rahatsızlığı en ince teferruatına kadar, doktora anlatır. Psikolojik olarak hasta da, Allah'a yaptığı günah itirafları ile bir hafiflik hisseder. Rûhî bir hastalık kabul edeceğimiz günahın tedavisi de, tek mağfiret edici olan Rabbe karşı yapılacak derûnî bir itiraf ile mümkün olacaktır.
Bazı insanlar, haramlara karşı hisleri öldüğünden, vicdanları köreldiğinden, işledikleri günahların acısını hissetmezler. Bunlar, imanlarını sâlih amellerle beslemeyen, kalp hastası kişilerdir. Üzerleri pas kaplamış olan bu kalplerin basiretleri kapanmıştır. "Hayır! Öyle değil, bil'akis onların kazanmakta oldukları kötülükler kalplerini paslandırmıştır." (83/Mutaffifîn, 14)
Haramlar, şuur ve tefekküre giden yolları tıkamıştır. Bilinçleri yok olduğundan haram işlediklerinde nedâmet/pişmanlık hissetmezler. Günahların acısını vicdan azabı şeklinde hissetmemenin ana sebebi, çok işlemekten dolayı günaha alışıp onu normal bir şeymiş gibi algılamaktır. Felâketlerin en büyüğü, günah işledikten sonra kişinin, sağlık ve selâmette oluşuna aldanmasıdır. Bu tür insanlar, deprem gibi doğal âfetlerin bile kendilerine Allah'ın uyarısı olduğunu kabullenmezler. Onlar, kendilerini suçlu görmezler ki, uyarı ve cezayı kabullensinler. Günahları kabullenmek, suçluluğu itiraf ve pişmanlık getirecektir. Bunun örneklerinden biri de, müslüman gençlerin gözlerinin nuru olması gereken namaz, özellikle sabah namazıdır; Kişinin uzun bir zaman sabah namazını kılmaya muvaffak olamamasıdır. Böylece bu günaha alışır ve bunun acısını ve vicdan azabını hissetmez hale gelir. Altın nesil sahabeye gelince, içlerinden biri sabah namazı için mescide gelmeyince, acaba hasta mıdır veya ciddî problemi mi vardır diye, o kişinin evini ziyaret ederlerdi. Kim, işlemiş olduğu günahın âkıbetini hissedemez bir duruma gelmişse o kişi büyük bir tehlike içerisindedir. Günahlar, vücuttaki yaralar gibidir. Bazı yaralar da ölüme sebebiyet verebilir.
Ashâb-ı Kiram, içimizden çok azımızın ulaşabileceği bir derece olan, günahların acısını hissetmeyi aşmışlar; değil günahların acısını hissedip vicdan azabı çekmek, yaptıkları iyiliklerin kabul edilmemesinden korkmak derecesine gelmişlerdi. Tâbiînin (2. neslin) büyüklerinden Hasan-ı Basrî ashabı şöyle anlatıyor: "Öyle kişilerle karşılaştım ki, Allah'ın kendilerine helâl kıldığı şeylere karşı, sizin haramlara karşı olan sakınmanızdan daha çok sakınırlardı. Öyle kişiler gördüm ki, yaptıkları iyiliklerin kabul edilmemesinden; sizin, işlemiş olduğunuz kötülüklerden tevbenizin kabul edilmemesinden korktuğunuzdan daha çok korkarlardı." (Sıfatu's-Safve, 3/227) Onlar, bu şekilde günahlarını cehenneme düşmek gibi görüp biliyorlar ve başlarına gelen belâların sebebini de günahlara bağlıyorlardı. Bir zâta, adamın biri çirkin sözlerle haksız yere hakaret edince, ellerini kaldırıp şöyle dua ediyordu: "Allah'ım, bu kişiyi bana musallat etmene sebep olan günahımı affeyle!" Günümüzde insanlar, kendi suçlarını görmemekte direnip, "7,2 yetmedi mi?" diye soran pankartı suçlayabiliyorlar. Sahabeler ise, öyle bir durumdaydılar ki, bir sevabı işlemeye muvaffak olamadıkları zaman bile bunu işlemiş oldukları günaha bağlarlardı. (12)
Yaptığı hatayı anlayıp, bunun ızdırabını kalbinde duyan, bunun ne anlama geldiğini bilir. Günahın verdiği rahatsızlıkla yeni bir hale girer, pişmanlık tavrı gösterir ve sonunda da tevbenin gereğini yapar. Bu da yapılan kabahatin hemen terki, bir daha işlememeye kesin bir karar ve elde ettiği zararları gidermeye çalışma, yerine getiremediği görevleri kaza etme, hakları yerine verme şeklinde gerçekleştirilir.
Tevbenin yalnızca dil ile, ‘tevbe ettim, tevbe estağfirullah’ demekle gerçekleşmeye-ceği açıktır. Tevbenin tamamlanması, amelle, günahı tümüyle terk ile ve uğranılan zararları gidermekle olacağını eklemek gerek. Meselâ, bir kimseye el ve dil ile verilen zarara karşılık yalnızca Allah’a tevbe etmek yetmez. Ona verdiği zararı karşılaması gerektiği gibi, helâllık istemesi de gerekir. Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “Her kim de (din) kardeşine bir mal veya ahlâkî borcu varsa dinar ve dirhemin olmayacağı ve ancak sevapların ve günahların geçerli olacağı gün gelmeden önce, ondan hemen bugün kurtulsun.” (Buhârî, Mezâlim 10; Ahmed bin Hanbel, 2/435, 506) Hz. Ali’den (r.a.) gelen bir rivayete göre, yalnızca dil ile yapılan tevbe yeterli olmaz. (F. Râzi, T. Kebir, Şûra 25. ayet tefsiri) Günaha pişmanlık, farzları kaza etmek, hakları sahibine vermek, helâlleşmek, günaha dönmemeye kesin karar vermek, nefsi günahla büyüttüğü gibi onu itaatle küçültmek ve ona itaatin tadını taddırmak onun şartlarındandır.
Tevbenin bir başlangıcı bir de sonu vardır. Tevbenin başlangıcı, dosdoğru bir yol (sırat-ı müstakîm) üzerinde Allah’a yöneliştir. Bu doğru yolu insanlar için O koydu. Kullar bu yolda yürüyerek O’nun rızasına ulaşırlar (6/En’âm,153; 42/Şûrâ, 52-53). Tevbenin sonu ise, Allah’ın Cennete ulaştıracak yoluna giriş ve âhirette Allah’a dönüştür. Kim dünyada tevbe ile Rabbine dönerse; ahirette de sevabını (karşılığını) almak üzere yine O’na döner (25/Furkan, 71).
"Şayet günahlar işleseniz, hatta günahlarınız semâyı tutsa, sonra da pişmanlık duysanız, Allah tevbenizi kabul eder." (Müsned-i Ahmed bin Hanbel, V/167) "Allah, gündüz günah işleyenin tevbesini kabul etmek için geceleyin elini açar (tevbe etmesini bekler); geceleyin günah işleyenin tevbesini kabul etmek için de gündüzün elini açar." (Buhârî, Fiten 25; Müslim, Tevbe 131)
Günahtan sonra tevbeye yönelen kimse, Hz. Âdem'den beri (2/Bakara, 37) devam eden bu zincire bir halka gibi bitişmektedir. Son derece celâdetli olan Hz. Musa bile tevbeye sığınırken (7/A'râf, 143); Hz. Muhammed (s.a.s.) gece ve gündüz Allah'a yetmiş defa tevbe ediyorken (Müslim, Zikr 41; Ebû Dâvud, Vitr 26) hiç kimse kendisini tevbeden müstağnî sayamaz. Tevbe, Allah'ın rahmet kapılarından bir kapıdır ve herkese daima açıktır. Ta ki, güneş batıdan doğuncaya kadar (Buhârî, Fiten 25, Rikak 40; Müslim, Tevbe 31; İman 248, 249). Bu kapıya koşmak için hiçbir şey insanı engelleyemez, hiç kimse önüne geçemez; hiç kimse bu kapıdan men edilemez. Her insanın elinde bu kapının anahtarı vardır, dilediği zaman bu kapıdan içeri girer ve ellerini kendisine doğru uzatmış merhametli ve bağışlayıcı bir Rabbin huzurunda bulur kendisini. Allah'a olan bu dönüş, tevbe edenleri eğrilmiş durumlarını düzeltir, sarsılmış varlıklarını ayakta tutar. Daha da fazlası, tevbe edeni önceki mertebesinden daha da üstün bir duruma yerleştirebilir.
Allah (cc) tevbe eden, iman eden ve iyi işler yapanlara daha büyük iyilikler verir (25/Furkan, 70). Allah tevbe edenleri övmektedir (66/Tahrim, 5). Allah çok tevbe edenleri sever (2/Bakara, 222), Allah kullarını terketmez, tevbe etsinler diye onları bazı şeylerle dener (9/Tevbe, 126). Peygamberimiz şöyle buyuruyor: “Allah (cc), kulunun yaptığı tevbeden dolayı, çölde bineğini üzerinde yiyeceği ve içeceği ile birlikte kaybeden, bundan dolayı umutsuzluğa düşen, sonra bir ağacın altına gelip ümitsizce otururken birdenbire bineğini yanı başında bulan, yularından tutup sevincinden ne diyeceğini şaşıran kimseden daha fazla sevinir." (Müslim, Tevbe 1, Hadis no: 2744, 4/2103; Ibn Mâce, Zühd 30, Hadis: 4249, 2/1419; Buharî, Deavât 3, 8/84; Tirmizî, Kıyame 49, Hadis no: 2498, 4/659; Ahmed bin Hanbel, 1/383)