1. Dinle, bu ney nasıl şikâyet ediyor, ayrılıkları nasıl
anlatıyor:
Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan erkek, kadın
herkes ağlayıp inledi.
Ayrılıktan parça parça olmuş, kalb isterim ki, iştiyak derdini
açayım.
Aslında uzak düşen kişi, yine vuslat zamanını arar.
5. Ben her cemiyette ağladım, inledim. Fena hallilerle de eş
oldum, iyi hallilerle de.
Herkes kendi zannınca benim dostum oldu ama kimse içimdeki sırları
araştırmadı.
Benim esrarım feryadımdan uzak değildir, ancak (her) gözde, kulakta
o nur yok.
Ten candan, can da tenden gizli kapaklı değildir, lâkin canı görmek
için kimseye izin yok.
Bu neyin sesi ateştir, hava değil; kimde bu ateş yoksa yok olsun!
10. Aşk ateşidir ki neyin içine düşmüştür, aşk coşkunluğudur
ki şarabın içine düşmüştür.
Ney, dosttan ayrılan kişinin arkadaşı, haldaşıdır. Onun perdeleri,
perdelerimizi yırttı.
Ney gibi hem bir zehir, hem bir tiryak, ney gibi hem bir hemdem,
hem bir müştak kim gördü?
Ney, kanla dolu olan yoldan bahsetmekte, Mecnun aşkının kıssalarını
söylemektedir.
Bu aklın mahremi akılsızdan başkası değildir, dile de kulaktan
başka müşteri yoktur.
15. Bizim gamımızdan günler, vakitsiz bir hale geldi; günler
yanışlarla yoldaş oldu.
Günler geçtiyse, geçip gitsin; korkumuz yok. Ey temizlikte naziri
olmayan, hemen sen kal!
Balıktan başka her şey suya kandı, rızkı olmayana da günler uzadı.
Ham, pişkinin halinden anlamaz, öyle ise söz kısa kesilmelidir
vesselâm.
*
* *
Ey oğul! Bağı çöz, azat ol. Ne zamana kadar gümüş, altın
esiri olacaksın?
20. Denizi bir testiye dökersen ne alır? Bir günün kısmetini
Harislerin göz testisi dolmadı. Sedef, kanaatkâr olduğundan inci
ile doldu.
Bir aşk yüzünden elbisesi yırtılan, hırstan, ayıptan adamakıllı
temizlendi.
Ey bizim sevdası güzel aşkımız; şadol; ey bütün hastalıklarımızın
hekimi;
Ey bizim kibir ve azametimizin ilâcı, ey bizim Eflâtunumuz! Ey
bizim Calinusumuz!
25. Toprak beden, aşktan göklere çıktı; dağ oynamaya başladı,
çevikleşti.
Ey âşık! Aşk; Tûrun canı oldu. Tûr sarhoş, Mûsa da düşüp bayılmış!
Zamanımı beraber geçirdiğim arkadaşımın dudağına eş olsaydım (
sırlarına tahammül edecek bir hemdem bulsaydım) ney gibi ben de
söylenecek şeyleri söylerdim.
Dildeşinden ayrı düşen, yüz türlü nağmesi olsa bile dilsizdir.
Gül solup mevsim geçince artık bülbülden maceralar işitemezsin.
30. Her şey mâşuktur, âşık bir perdedir. Yaşayan mâşuktur,
âşık bir ölüdür.
Kimin aşka meyli yoksa o kanatsız bir kuş gibidir, vah ona!
Sevgilimin nuru önde, artta olmadıkça ben nasıl önü, sonu idrak
edebilirim?
Aşk, bu sözün dışarı çıkıp yazılmasını ister; ayna gammaz olmaz da
ne olur?
Aynan, bilir misin, neden gammaz değil?
Yüzünden tozu, pası silinmemiş de ondan!
Padişahın bir halayığa âşık olup
satın alması, halayığın hastalanması, onu iyi etmek için tedbiri
35. Ey dostlar! Bu hikâyeyi dinleyiniz. Hakikatte o bizim bu
günkü halimizdir.
Bundan evvelki bir zamanda bir padişah vardı. O hem dünya, hem din
saltanatına malikti.
Padişah, bir gün hususi adamları ile av için hayvana binmiş,
giderken.
Ana caddede bir halayık gördü, o halayığın kölesi oldu.
Can kuşu kafeste çırpınmaya başladı. Mal verdi, o halayığı satın
aldı.
40. Onu alıp arzusuna nail oldu. Fakat kazara o halayık
hastalandı.
Birisinin eşeği varmış, fakat palanı yokmuş. Palanı ele geçirmiş,
bu sefer eşeği kurt kapmış.
Birisinin ibriği varmış, fakat suyu elde edememiş. Suyu bulunca da
ibrik kırılmış!
Padişah sağdan, soldan hekimler topladı. Dedi ki: İkimizin hayatı
da sizin elinizdedir.
Benim hayatım bir şey değil, asıl canımın canı odur. Ben dertliyim,
hastayım dermanım o.
45. Kim benim canıma derman ederse benim hazinemi, incimi ve
mercanımı (atiye ve ihsanımı) o aldı (demektir).
Hepsi birden dediler ki: Canımızı feda edelim. Beraberce düşünüp
beraberce tedavi edelim.
Bizim her birimiz bir âlem Mesihidir, elimizde her hastalığa bir
ilâç vardır.
Kibirlerinden Allah isterse (inşaallah ) demediler. Allah da onlara
insanların âcizliğini gösterdi.
İnşaallah sözünü terk ettiklerini söylemeden maksadım, insanların
yürek katılığını ve mağrurluğunu söylemektir. Yoksa ârızî bir halet
olan inşaallahı söylemeyi unuttuklarını anlatmak değildir.
50. Hey gidi nice inşaallahı diliyle söylemeyen vardır ki
canı inşaallah la eş olmuştur.
İlâç ve tedavi nevinden her ne yapıldıysa hastalık arttı, maksat
da hâsıl olmadı.
O halayıkcağız, hastalıktan kıl gibi olunca padişahın kanlı göz
yaşı ırmağa döndü.
Kazara sirkengübin safrayı arttırdı. Badem yağı da kuruluk tesirini
göstermeye başladı.
Karahelileyle kabız oldu, ferahlığı gitti; su, neft gibi ateşe
yardım etti.
Halayığın tedavisinde hekimlerin âciz
kalmalarını padişahın anlaması, Tanrı tapusuna yüz tutması ve bir
uluyu rüyada görmesi
55. Padişah, hekimlerin âciz kaldıklarını görünce yalınayak
mescide koştu.
Mescide gidip mihrap tarafına yöneldi. Secde yeri göz yaşından
sırsıklam oldu.
Yokluk istiğrakından kendisine gelince ağzını açtı, hoş bir tarzda
medhü senaya başladı:
En az bahşişi dünya mülkü olan Tanrım! Ben ne söyleyeyim? Zaten
sen gizlileri bilirsin.
Ey daima dileğimize penah olan Tanrı! Biz bu sefer de yolu
yanıldık.
60. Ama sen Ben gerçi senin gizlediğin şeyleri bilirim. Fakat
sen, yine onları meydana dök dedin.
Padişah, tâ can evinden coşunca bağışlama denizi de coşmaya
başladı.
Ağlama esnasında uykuya daldı. Rüyasında bir pir göründü.
Dedi ki: Ey padişah, müjde; dileklerin kabul oldu. Yarın bir
yabancı gelirse o, bizdendir.
O gelen hazık hekimdir. Onu doğru bil, çünkü o emin ve gerçek
erenlerdendir.
65. İlâcında kati sihri gör, mizacında da Hak kudretini
müşahede et.
Vade zamanı gelip gündüz olunca... güneş doğudan görünüp yıldızları
yakınca:
Rüyada kendine gösterdikleri zatı görmek için pencerede bekliyordu.
Bir de gördü ki, faziletli, fevkalâde hünerli, bilgili bir kimse,
gölge ortasında bir güneş;
Uzaktan hilâl gibi erişmekte, yok olduğu halde hayal şeklinde var
gibi görünmekte.
70. Ruhumuzda da hayal, yok gibidir. Sen bütün bir cihanı
hayal üzere yürür gör!
Onların başları da, savaşları da hayale müstenittir. Öğünmeleri de,
utanmaları da bir hayalden ötürüdür.
Evliyanın tuzağı olan o hayaller, Tanrı bahçelerindeki ay
çehrelilerin akisleridir.
Padişahın rüyada gördüğü hayal de o misafir pîrin çehresinde
görünüp duruyordu.
Padişah bizzat mabeyincilerin yerine koştu, o gaipten gelen konuğun
huzuruna vardı.
75. Her ikisi de âşinalık (yüzgeçlik) öğrenmiş bir tek
denizdi, her ikisi de dikilmeksizin birbirine dikilmiş,
bağlanmışlardı.
Padişah: Benim asıl sevgilim sensin, o değil. Fakat dünyada iş
işten çıkar.
Ey aziz, sen bana Mustafasın. Ben de sana Ömer gibiyim. Senin
hizmetin uğrunda belime gayret kemerini bağladım dedi.
Muvaffakıyetler verici Ulu Tanrıdan muvaffakıyet ve bütün ahvalde
edebe riayet dileyiş, edepsizlik ve terbiyesizliğin pek fena zararları
Tanrıdan edebe muvaffak olmayı dileyelim. Edebi olmayan
kimse Tanrının lûtfundan mahrumdur.
80. Edebi olmayan yalnız kendine kötülük etmiş olmaz. Belki
bütün dünyayı ateşe vermiş olur.
Alışverişsiz, dedikodusuz Tanrı sofrası gökten iniyordu.
Mûsâ kavmi içinde birkaç kimse terbiyesizce hani sarmısak,
mercimek dediler.
Ondan sonra gökyüzünün sofrası, ekmeği kesildi; ekme, bel belleme,
ortak sallama kaldı.
Sonra İsa şefaat edince Hak, yemek sofrası ve tabaklarla ganimetler
gönderdi.
Yine küstahlar edebi terk ederek sofradan yemek artığını aşırdılar.
85. İsa bunlara yalvardı. Bu devamlıdır, yeryüzünden kalkmaz.
Bir ulu kişinin sofrası başında kötü zanna düşmek ve harislik etmek
küfürdür dedi.
O rahmet kapısı, hırslarından dolayı bu görmedik dilencilerin
yüzlerine kapandı.
Zekât verilmeyince yağmur bulutu gelmez, zinadan dolayı da etrafa
veba yayılır.
İçine kasavetten, gussadan ne gelirse korkusuzluktan ve
küstahlıktan gelir.
90. Kim dost yolunda pervasızlık ederse erlerin yolunu
vurucudur, namert odur.
Edepten dolayı bu felek nura gark olmuştur: Yine edepten dolayı
melekler mâsum ve tertemiz olmuşlardır.
Güneşin tutulması, küstahlık yüzündendir. Bir melek olan Azâzîl de
yine küstahlık yüzünden kapıdan sürülmüştür.
Padişahın,
kendisine rüyada gösterilen velî ile görüşmesi
Kollarını açıp onu kucakladı, aşk gibi gönlüne aldı,
canının için çekti.
Elini, alnını öpmeğe, oturduğu yeri, geldiği yolu sormaya başladı.
95. Sora sora odanın başköşesine kadar çekti ve dedi ki:
Nihayet sabırla bir define buldum.
Ey vuslatı, her sualin cevabı! Senin yüzünden nişliğin anahtarıdır
sözünün mânası,
Ey vuslatı, her sualin cevabı! Senin yüzünden müşkül,
konuşmaksızın, dedikodusuz hallolur gider.
Sen, gönlümüzde, onların tercümanısın, her ayağı çamura batanın
elinitutan sensin.
Ey seçilmiş, ey Tanrıdan razı olmuş ve Tanrı rızasını kazanmış
kişi, merhaba! Sen kaybolursan hemen kaza gelir, feza daralır.
100. Sen, kavmin ulususun, sana müştak olmayan, seni
arzulamayan bayağılaşmıştır. Bundan vazgeçmezse...
O ağırlama, o hal hâtır sorma meclisi geçince o zatın elini tutup
hareme götürdü.
Padişahın
hastayı görmek üzere hekimi götürmesi
Padişah, hastayı ve hastalığını anlatıp sonra onu hastanın
yanına götürdü.
Hekim, hastanın yüzünü görüp, nabzını sayıp, idrarını muayene etti.
Hastalığının ârazını ve sebeplerini de dinledi.
Dedi ki: Öbür hekimlerin çeşitli tedavileri, tamir değil; büsbütün
harap etmişler.
105. Onlar, iç ahvalinden haberdar değildirler. Körlüklerinden
hepsinin aklı dışarıda.
Hekim, hastalığı gördü, gizli şey ona açıldı. Fakat onu gizledi ve
sultana söylemedi.
Hastalığı safra ve sevdadan değildi. Her odunun kokusu, dumanından
meydana çıkar.
İnlemesinden gördü ki, o gönül hastasıdır. Vücudu afiyettedir ama
o, gönüle tutulmuştur.
Âşıklık gönül iniltisinden belli olur, hiçbir hastalık gönül
hastalığı gibi değildir.
110. Âşığın hastalığı bütün hastalıklardan ayrıdır. Aşk, Tanrı
sırlarının usturlâbıdır.
Âşıklık, ister o cihetten olsun, ister bu cihetten... âkıbet bizim
için o tarafa kılavuzdur.
Aşkı şerh etmek ve anlatmak için ne söylersem söyliyeyim... asıl
aşka gelince o sözlerden mahcup olurum.
Dilin tefsiri gerçi pek aydınlatıcıdır, fakat dile düşmeyen aşk
daha aydındır.
Çünkü kalem, yazmada koşup durmaktadır, ama aşk bahsine gelince;
çatlar, âciz kalır.
115. Aşkın şerhinde akıl, çamura saplanmış eşek gibi yattı
kaldı. Aşkı , âşıklığı yine aşk şerh etti.
Güneşin vucuduna delil, yine güneştir. Sana delil lâzımsa güneşten
yüz çevirme.
Gerçi gölgede güneşin varlığından bir nişan verir, fakat asıl güneş
her an can nuru bahşeyler.
Gölge sana gece misali gibi uyku getirir. Ama güneş doğuverince ay
yarılır (nuru görünmez olur).
Zaten cihanda güneş gibi misli bulunmaz bir şey yoktur. Baki olan
can güneşi öyle bir güneştir ki, asla gurub etmez.
120. Güneş, gerçi tektir, fakat onun mislini tasvir etmek
mümkündür.
Ama kendisinden esîr var olan güneş, öyle bir güneştir ki, ona
zihinde de, dışarda da benzer olamaz.
Nerede tasavvurda onun sığacağı bir yer ki misli tasvir
edilebilsin!
Şemseddinin sözü gelince dördüncü kat göğün güneşi başını çekti,
gizlendi.
Onun adı anılınca ihsanlarından bir remzi anlatmak vacip oldu.
125. Can, şu anda eteğimi çekiyor. Yusufun gömleğinden koku
almış!
Yıllarca süren sohbet hakkı için o güzel hallerden tekrar bir hali
söyle, anlat.
Ki yer, gök gülsün, sevinsin. Akıl, ruh ve göz de yüz derece daha
fazla sevince, neşeye dalsın (diyor).
Beni külfete sokma, çünkü ben şimdi yokluktayım. Zihnim durakladı,
onu öğmekten âcizim.
Ayık olmayan kişinin her söylediği söz -- dilerse tekellüfe düşsün,
dilerse haddinden fazla zarafet satmaya kalkışsın -- yaraşır söz
değildir.
130. Eşi bulunmayan o sevgilinin vasfına dair ne söyleyeyim ki
bir damarım bile ayık değil!
Bu ayrılığın, bu ciğer kanının şerhini şimdi geç, başka bir zamana
kadar bunu bırak!
(Can) dedi ki: Beni doyur, çünkü ben açım. Çabuk ol çünkü vakit
keskin bir kılıçtır.
Ey yoldaş, ey arkadaş! Sûfî, vakit oğludur (bulunduğu vaktin
iktizasına göre iş görür). Yarın demek yol şartlarından değildir.
Sen yoksa sûfî bir er değil misin? Vara, veresiyeden yokluk gelir.
135. Ona dedim ki: Sevgilinin sırlarını gizli kapaklı geçmek
daha hoştur. Sen, artık hikâyelere kulak ver, işi onlardan anla!
Dilbere ait sırların, başkalarına ait sözler içinde söylenmesi daha
hoştur.
O, Bunu apaçık söyle ki dini açık olarak anmak
gizli anmaktan
iyidir.
Perdeyi kaldır ve açıkça söyle ki ben, güzelle gömlekli olarak
yatmam dedi.
Dedim ki: O apaçık soyunur, çırılçıplak bir hale gelirse ne sen
kalırsın,ne kucağın kalır, ne belin!
140. İste ama, derecesine göre iste; bir otun, bir dağı
çekmeye kudreti yoktur.
Bu âlemi aydınlatan güneş, bir parçacık yaklaştı mı, her şey yandı
gitti!
Fitneyi, kargaşalığı ve kan dökücülüğü araştırma, Şems-i
Tebrizîden bundan fazla bahsetme.
Bunun sonu yoktur; sen yine hikâyeye başla, onu tamamlamana bak.
O velînin, halayığın
hastalığını anlamak için padişahtan halayıkla halvet olmayı dilemesi
(Hekim) dedi ki: Ey padişah, evi halvet et, yakını da
uzaklaştır.
145. Köşeden , bucaktan kimse kulak vermesin de ben bu
cariyecikten bir şeyler sorayım.
Oda boşaldı, Hekim ile hastadan başka kimsecikler kalmadı.
Hekim tatlılıkla, yumuşak yumuşak dedi ki: Memleketin neresi?
Çünkü her memleket halkının ilâcı başka başkadır.
O memlekette akrabandan kimler var? Kime yakınsınız; neye bağlısın?
Elini kızın nabzına koyup birer birer felekten çektiği cevir ve
meşakkati soruyordu.
150. Bir adamın ayağına diken batınca ayağını dizi üstüne kor.
İğne ucu ile diken başını arar durur, bulamazsa orasını dudağı ile
ıslatır.
Ayağa batan dikeni bulmak, bu derece müşkül olursa, yüreğe batan
diken nicedir? Cevabını sen ver!
Her çer çöp (mesabesinde olan,) gönül dikenini göreydi gamlar,
kederler; herkese el uzatabilir miydi?
Bir kişi, eşeğin kuyruğu altına diken kor. Eşek onu oradan
çıkarmasını bilmez, boyuna çifte atar.
155. Zıplar, zıpladıkça da diken daha kuvvetli batar. Dikeni
çıkarmak için akıllı bir adam lâzım.
Eşek, dikeni çıkarabilmek için can acısı ile çifte atar durur ve
yüz yerini daha yaralar.
O diken çıkaran hekim, üstaddı . Halayığın her tarafına elini koyup
muayene ediyordu.
Halayıktan hikâye yoluyla dostların ahvalini sormaktaydı.
Kız, bütün sırlarını hekime açıkça söylemekte, kendi durağından,
efendilerinden, şehrinden ve şehrinin dışından bahsetmekteydi.
160. Hekim, kızın anlatmasına kulak vermekte, nabzına ve
nabzının atmasına dikkat etmekteydi.
Nabzı, kimin adı anılınca atarsa cihanda gönlünün istediği
odur(diyordu).
Memleketindeki dostlarını saydı, döktü. Ondan sonra diğer bir
memleketi andı.
Memleketinden çıkınca en evvel hangi memlekette bulundun?dedi.
Kız bir şehrin adını söyleyip geçti. Fakat yüzünün rengi, nabzının
atması başkalaşmadı.
165. Efendileri ve şehirleri birer birer saydı; o yerleri,
yurtları, oralarda geçirdiği zamanları, tuz, ekmek yediği kişileri
tekrar tekrar söyledi.
Şehir şehir, ev ev saydı döktü, kızın ne damarı oynadı, ne çehresi
sarardı.
Hekim şeker gibi Semerkand şehrini soruncaya kadar kızın nabzı
tabiî haldeydi fazla atmıyordu.
Semerkandı sorunca nabzı attı, çehresi kızardı, sarardı. Çünkü o,
Semerkandlı bir kuyumcudan ayrılmıştı.
O hekim, hastadan bu sırrı elde edip o dert ve belânın aslına
erişince:
170. Onun semti hangi mahallede? diye sordu. Kız, Köprü
başında, Gatfer mahallesinde dedi.
Hekim, Hastalığının ne olduğunu hemen anladım. Seni tedavi
hususunda sihirler göstereceğim;
Sevin, ilişik etme, emin ol ki yağmur çimenlere ne yaparsa ben de
sana onu yapacağım;
Ben, senin gamını çekmekteyim, sen gam yeme; ben sana yüz babadan
daha şefkatliyim;
Aman, sakın ha, bu sırrı kimseye söyleme; padişah senden bunu ne
kadar sorup soruştursa yine sakla;
175. Sırların gönülde gizli kalırsa o muradın çabucak hâsıl
olur;dedi.
Peygamber demiştir ki: Her kim sırrını saklar ise çabucak muradına
erişir.
Tohum toprak içinde gizlenince, onun gizlenmesi, bahçenin
yeşillenmesi ile neticelenir.
Altın ve gümüş gizli olmasalardı... madende nasıl musaffa olurlar,
nasıl altın ve gümüş haline gelirlerdi?
O hekimin vaitleri ve lûtufları hastayı korkudan emin etti.
180. Hakiki olan vaitleri gönül kabul eder, içten gelmeyen
vaadler ise insanı ıstıraba sokar.
Kerem ehlinin vaitleri akıp duran, eseri daima görünen hazinedir.
Ehil olmayanların, kerem sahibi bulunmayanların vaitleri ise gönül
azabıdır.
O
velînin, halayığın hastalığını anlaması ve padişaha arzetmesi
Ondan sonra hekim, kalkıp padişahın huzuruna gitti,
padişahı bu meseleden birazcık haberdar etti.
Dedi ki: Çare şundan ibaret: bu derdin iyileşmesi için o adamı
getirelim.
Kuyumcuyu o uzak şehirden çağır, onu altınla, elbise ile aldat.
*Padişah, hekimden bu sözü duyunca nasihatini, candan gönülden
kabul etti.
185. O tarafa ehliyetli, kifayetli, âdil bir iki kişiyi elçi
olarak gönderdi.
Padişahın,
kuyumcuyu getirmek üzere Semerkande elçiler yollaması
O iki bey, kuyumcuya padişahtan muştucu olarak Semerkande
kadar geldiler.
Dediler ki: Ey lûtuf sahibi üstad, ey marifette kâmil kişi!
Öğülmen şehirlere yayılmıştır.
İşte filân padişah, kuyumcubaşılık için seni seçti. Zira (bu işte)
pek büyüksün, pek kâmilsin.
Şimdicek şu elbiseyi, altın ve gümüşü al da gelince de padişahın
havassından ve nedimlerinden olursun.
190. Adam; çok malı, çok parayı görünce gururlandı, şehirden
çoluk çocuktan ayrıldı.
Adam, neşeli bir halde yola düştü. Haberi yoktu ki padişah canına
kastetmişti.
Arap atına binip sevinçle koşturdu, kendi kanının diyetini elbise
sandı!
Ey yüzlerce razılıkla sefere düşen ve bizzat kendi ayağı ile kötü
bir kazaya giden!
Hayalinde mülk, şeref ve ululuk. Fakat Azrail Git, evet, muradına
erişirsin demekte!
195. O garip kişi yoldan gelince, hekim, onu padişahın
huzuruna götürdü;
Güzellik mumunun başı ucunda yakılması için onu, padişahın yanına
izzet ve ikramla iletti.
Padişah, onu görünce pek ağırladı, altın hazinesini ona teslim
etti.
Sonra hekim dedi ki: Ey büyük sultan o cariyeciği bu tacire ver;
Ki visali ile iyileşsin, visalinin suyu o ateşi gidersin.
200. Padişah, o ay yüzlüyü kuyumcuya bahşetti, o iki sohbet
müştakını birbirine çift etti.
Altı ay kadar murat alıp murat verdiler. Bu suretle o kız da
tamamen iyileşti.
Ondan sonra hekim, kuyumcuya bir şerbet yaptı, kuyumcu içti, kızın
karşısında erimeye başladı.
Hastalık yüzünden kuyumcunun güzelliği kalmayınca kızın canı, onun
derdinden azat oldu, ondan vazgeçti.
Kuyumcu, çirkinleşip hastalanınca, yüzü sararıp solunca kızın gönlü
de yavaş yavaş ondan soğudu.
205. Ancak zâhirî güzelliğe ait bulunan aşklar aşk değildir.
Onlar nihayet bir âr olur.
Keşke kuyumcu baştanbaşa ayıp ve âr olsaydı, tamamıyla çirkin
bulunsaydı da başına bu kötü hal gelmeseydi!
Kuyumcunun gözünden ırmak gibi kanlar aktı, yüzü canına düşman
kesildi.
Tavus kuşunun kanadı, kendisine düşmandır. Nice padişahlar vardır
ki kuvvet ve azametleri helâklerine sebep olmuştur.
Kuyumcu, Ben o ahuyum ki göbeğimin miskinden dolayı bu avcı, benim
sâf kanımı dökmüştür.
210. Ah, ben o sahra tilkisiyim ki postum için beni tuzağa
düşürüp tuttular, başımı kestiler.
Ah, ben o filim ki dişimi elde etmek için filci benim kanımı döktü.
Beni, benden aşağı birisi için öldüren, kanımı döken; bilmiyor ki
benim kanım uyumaz!
Bugün bana ise yarın onadır. Böyle benim gibi bir adamın kanı nasıl
zayi olur?
Duvar gerçi (günün ilk kısmında yere) uzun bir gölge düşürür; fakat
o gölge, gölgeyi meydana getirene avdet eder.
215. Bu cihan dağdır, bizim yaptıklarımız ses. Seslerin aksi
yine bizim semtimize gelir dedi.
Kuyumcu, bu sözleri söyledi ve hemen toprak altına gitti. O
cariyecik de aşktan ve hastalıktan arındı, tertemiz oldu.
Çünkü ölülerin aşkı ebedî değildir, çünkü ölü, tekrar bize gelmez.
Diri aşk, ruhta ve gözdedir. Her anda goncadan daha taze olur
durur.
O dirinin aşkını seç ki bakidir ve canına can katan şaraptan sana
sakilik eder.
220. Onun aşkını seç ki bütün peygamberler, onun aşkıyla
kuvvet ve kudret buldular, iş güç sahibi oldular.
Sen Bize o padişahın huzuruna varmaya izin yoktur deme. Kerim
olan kişilere, hiçbir iş güç değildir.
Kuyumcuyu öldürme ve
zehirlemenin Tanrı emriyle olup padişahın isteğiyle olmadığı
O adamın, hekimin eliyle öldürülmesi, ne ümit içindi ne
korkudan dolayı.
Tanrının emri ve ilhamı gelmedikçe hekim, onu padişahın hatırı için
öldürmedi.
Hızırın o çocuğun boğazını kesmesindeki sırrı halkın avam kısmı
anlayamaz.
225. Tanrı tarafından vahiy ve cevaba nail olan kişi her ne
buyurursa o buyruk, doğrunun ta kendisidir.
Can bağışlayan kişi öldürse de caizdir. O, nâibdir eli Tanrı
elidir.
İsmail gibi onun önüne baş koy. Kılıcının önünde sevinerek, gülerek
can ver.
Ki Ahmedin pâk canı, Ahadla nasıl ebediyse senin canın da ebede
kadar sevinçli ve gülümser bir halde kalsın.
Âşıklar, ferah kadehini, güzellerin elleri ile öldürdükleri vakit
içerler.
230. Padişah o kanı şehvet uğruna dökmedi. Suizanda bulunma,
münakaşayı bırak!
Sen onun hakkında kötü ve pis iş işledi deyip fena bir zanda
bulundun. Su süzülüp durulunca, berrak bir hale gelince bu berraklıkta
bulanıklık ve tortu kalır mı, süzülüş suda tortu bırakır mı?
Bu riyazatlar, bu cefa çekmeler, ocağın posayı gümüşten çıkarması
içindir.
İyinin, kötünün imtihanı, altının kaynayıp tortusunun üste çıkması
içindir.
Eğer işi Tanrı ilhamı olmasaydı o, yırtıcı bir köpek olurdu,
padişah olmazdı.
235. Şehvetten de tertemizdi, hırstan da, nefis isteğinden de.
Güzel bir iş yaptı, fakat zâhiren kötü görünüyordu.
Hızır, denizde gemiyi deldiyse de onun bu delişinde yüzlerce
sağlamlık var.
O kadar nur ve hünerle beraber Mûsânın vehmi, ondan mahçuptu;
artık sen kanatsız uçmaya kalkışma!
O, kırmızı güldür, sen ona kan deme. O, akıl sarhoşudur, sen ona
deli adı takma!
Onun muradı Müslüman kanı dökmek olsaydı kâfirim, onun adını ağzıma
alırsam!
240. Arş kötü kişinin öğülmesinden titrer; suçlardan ve
şüpheli şeylerden korunan kişi de kötü methedilince, metheden kişi
hakkında fena bir zanna düşer.
O padişahtı, hem de çok uyanık bir padişah. Has bir zattı, hem de
Tanrı hası.
Bir kişiyi böyle bir padişah öldürürse onu, iyi bir bahta
eriştirir,en iyi bir makama çeker, yüceltir.
Eğer onu kahretmede yine onun için bir fayda görmeseydi; o mutlak
lûtuf, nasıl olur da kahretmeyi isterdi?
Çocuk hacamatçının neşterinden titrer durur, esirgeyen ana ise onun
gamından sevinçlidir.
245. Yarı can alır, yüz can bağışlar. Senin vehmine gelmeyen o
şey yok mu? Onu verir.
Sen kendince aklından bir kıyas yapmaktasın ama çok, pek çok
uzaklara düşmüssün; iyice bak!
Bakkal ve dudunun
hikâyesi, dudunun dükkândaki gülyağlarını dökmesi
Bir bakkal vardı, onun bir de dudusu vardı. Yeşil, güzel
sesli ve söyler duduydu.
Dükkânda dükkân bekçiliği yapar; bütün alışveriş edenlere hoş
nükteler söyler, lâtifeler ederdi.
İnsanlara hitap ederken insan gibi konuşurdu, dudu gibi ötmede de
mahareti vardı.
*Efendisi, bir gün evine gitmişti. Dudu, dükkânı gözetliyordu.
*Ansızın fare tutmak için bir kedi, dükkâna sıçradı. Duducağız can
korkusundan,
250. Dükkânın baş köşesinden atıldı, bir tarafa kaçtı; gülyağı
şişesini de döktü.
Sahibi, evden çıkageldi. Tacircesine huzuru kalple dükkâna geçti
oturdu.
Bir de baktı ki dükkan yağ içinde, elbisesi yağa bulaşmış. Dudunun
başına bir vurdu; dudunun dili tutuldu, başı kel oldu.
Dudu, birkaç günceğiz sesini kesti, söylemedi. Bakkal nedametten âh
etmeye başladı.
Sakalını yolmakta, eyvah, demekteydi; nimet güneşim bulut altına
girdi.
255. O zaman keşke elim kırılsaydı; o güzel sözlünün başına
nasıl oldu da vurdum?
Kuşu, yine konuşsun diye yoksullara sadakalar vermekteydi.
Üç gün, üç gece sonra şaşkın ve meyus, ümitsiz bir halde dükkânda
otururken,
Ve binlerce gussaya, gama eş olup; bu kuş acaba ne vakit konuşacak;
diye düşünüp dururken,
Ansızın tas ve leğen dibi gibi tüysüz kafası ile bir Cevlaki
geçiyordu.
260. Dudu, hemencecik dile gelip akıllılar gibi dervişe
bağırdı:
Ey kel, neden kellere karıştın; yoksa sen de şişeden gülyağı mı
döktün?!
Onun bu kıyasından halk gülmeye başladı. Çünkü dudu, hırka sahibini
kendisi gibi sanmıştı.
Temiz kişilerin işini kendinden kıyas tutma, gerçi yazıda (aslan
mânasına gelen) şîr, (süt manasına gelen) şîre benzer.
Bütün âlem bu sebepten yol azıttılar. Tanrı Abdallarından az kişi
agâh oldu.
265. Peygamberlerle beraberlik iddia ettiler (biz de onlar
gibiyiz dediler); Velîleri de kendileri gibi sandılar.
Dediler ki: İşte biz de insanız, onlar da insan. Bizde uyumaya ve
yemeğe bağlıyız, onlar da.
Onlar körlüklerinden aralarında uçsuz bucaksız bir fark olduğunu
bilmediler.
Her iki çeşit arı, bir yerden yedi. Fakat bundan zehir hâsıl oldu,
ondan bal.
Her iki çeşit geyik otladı, su içti. Birinden fışkı zuhur etti,
öbüründen halis misk.
270. Her iki kamış da bir sulaktan su içti. Biri bomboş öbürü
şekerle dopdolu.
Böyle yüzbinlerce birbirine benzer şeyler var, aralarında bulunan
yetmiş yıllık farkı sen gör!
Bu, yer; ondan pislik çıkar... o, yer; kâmilen Tanrı nuru olur.
Bu, yer; ondan tamamı ile hasislik ve haset zuhur eder... o, yer;
ondan tamamı ile Tek Tanrının nuru husule gelir.
Bu temiz yerdir, o çorak ve pis yer. Bu temiz melektir o şeytan ve
canavar!
275. Her iki suretin birbirine benzemesi caizdir, acı su da,
tatlı su da berraktır.
Zevk sahibinden başka kim anlayabilir? Onu bul! Tatlı su ile acı
suyun farkını işte o anlar.
(Zevk sahibi olmayan) sihri, mucizeyle mukayese ederek her ikisinin
de esası hiledir sanır.
Mûsâ ile savaşan sihirbazlar, inatlarından ellerine onun asâsı gibi
asâ aldılar.
Bu asâ ile o asâ arasında çok fark var, bu işle o işin arasında pek
büyük bir yol var.
280. Bu işin ardında Tanrı lâneti var, o işe karşılık da vade
vefa olarak Tanrı rahmeti var.
Kâfirler inatlaşmada maymun tabiatlıdırlar. Tabiat, içte, gönülde
bir âfettir.
İnsan ne yaparsa maymunda yapar; maymun her zaman insandan
gördüğünü yapıp durur.
O, Bende onun gibi yaptım sanır. O inatçı mahlûk aradaki farkı
nereden bilecek?
Bu emirden dolayı yapar, o, inat ve savaş için. İnatçı kişilerin
başlarına toprak saç!
285. O münafık; muvafıkla beraber, inat ve taklide uyup namaza
durur; niyaz ve tazarru için değil.
Müminler; namazda, oruçta, hacda, zekâtta münafıkla kazanıp
kaybetmektedirler.
Müminler için nihayet kazanç vardır, münafıka da ahirette mat olma.
İkisi de bir oyun başındaysa da birbirlerine nispetle aralarında ne
kadar fark var; biri Mervli öbürü Reyli!
Her biri, kendi makamına gider, her biri kendi adına uygun olarak
yürür.
290. Onu mümin diye çağırırlar, ruhu hoşlanır. Münafık
derlerse sertleşir, ateş kesilir.
Onun adı, zatı yüzünden sevgilidir. Bunun adının sevilmemesi,
âfetleri yüzünden, nifakla sıfatlanmış olan zatından dolayıdır.
Mim, vav, mim ve nun harflerinde bir yücelik yoktur. Mümin sözü
ancak tarif içindir.
Ona münafık dersen... o aşağılık ad, içini akrep gibi dağlar.
Bu ad, cehennemden ayrılmış ve kopmuş değilse niçin cehennem tadı
var?
295. O kötü adın çirkinliği harften değildir. O deniz suyunun
acılığı kab dan değildir.
Harf kabdır ondaki mâna su gibidir. Mâna denizi de Ümm-ül-Kitap
yanında bulunan, kendisinde olan zattır.
Dünyada acı ve tatlı deniz var. Aralarında bir perde var ki
birbirine taşmaz karışmazlar.
Fakat şu var ki bu iki denizin her ikisi de bir asıldan akar. Bu
ikisinden de geç, tâ... onun aslına kadar yürü!
Kalp altınla halis altın ayarda belli olur. Kalpla halisi, mehenge
vurmadıkça tahminî olarak bilemezsin.
300. Tanrı kimin ruhuna mehenk korsa ancak o kişi, yakini
şüpheden ayırdedebilir.
Diri bir kişinin ağzına bir sıçrayıp girse o adam, onu dışarı
çıkarıp attığı zaman rahatlaşır.
Binlerce lokma arasında ağzına ufacık bir çöp girdi mi, diri
kişinin hissi onu duyar, sezer.
Dünya hissi, bu cihanın merdivenidir, din hisside göklerin
merdiveni.
Bu hissin sağlığını hekimden isteyiniz, o hissin sağlığını
Habibden (H.Muhammedden) .
305. Bu hissin sağlığı, vücut sağlamlığındandır, o hissin
sağlığı vücudu harabetmektedir.
Can yolu, mutlaka cismi viran eder, onu yıktıktan sonra da yapar.
* Ne mutludur ve ne kutludur o can ki mâna aşkıyla evini, barkını,
mülkünü, malını bağışlamıştır.
Altın definesi için evi harabetmiştir; fakat o altın definesini
elde ettikten sonra o evi daha mamur bir hale getirmiştir.
Suyu kesmiş, suyun aktığı yolu temizlemiş, ondan sonra arka
içilecek su akıtmıştır.
Deriyi yarmış,termeni çıkarmış... ondan sonra orada yepyeni bir
deri bitmiştir.
310. Kaleyi yıkıp kâfirden almış, ondan sonra oraya yüzlerce
burç ve hendek yapmıştır.
Hikmetinden sual edilmeyen Tanrı'nın işini kim anlayabilir, o işin
hakikatine kim erişebilir? Bu söylediğim sözler, ancak anlatmak için
söylenmiş zaruri sözlerdir.
Gâh böyle gösterir, gâh bunun aksini. Din işinin künhünü anlamaya
imkân yoktur. Ona ancak hayran olunur.
Fakat din işinde hayrete düşen, arkasını ona çevirmiş ondan haberi
olmayan bir hayran değil, sevgiliye dalmış, onun yüzünden sarhoş
olmuş, kendisinden geçmiş bir hayrandır.
Birisinin yüzü sevgiliye karşıdır, öbürünün yüzü yine kendisine
doğru.
315. Her ikisinin yüzüne de bak. Her ikisinin yüzünü de
hatırında tut. Hizmet dolayısıyla yüz tanır olman mümkündür.
Zira nice insan suratlı şeytan vardır. Binaenaleyh her ele el
vermek lâyık değildir.
Kuş tutan avcı, kuşu avlamak için ıslık çalar, ötme taklidi yapar.
Aşağılık kişi dervişlerin sözlerini, bir selim kalpli kişiye afsun
okumak, onu afsunlamak için çalar.
320. Erlerin huyu açıklık ve sıcaklıktır. Aşağılıkların işi hile ve
utanmazlıktır.
Dilenmek için yünden aslan yaparlar. (yol aslanlarının şekline
bürünür, onlar gibi görünürler), Ebu Museylime Ahmet lâkabı
verirler.
Ebu Müseylimin lâkabı yalancı olarak kaldı, Muhammede de akıllar
sahibi dendi.
O, Hak şarabının mührü, şişesinin kapağı; halis misktir. Âdi
şarabın mührü, şişesinin kapağı ise pis koku ve azaptır.
Yahudi padişahın hikâyesi
Yahudiler içinde zâlim, İsa düşmanı ve Hıristiyanları yakıp
yandırır bir padişah vardı.
325. İsanın devriyle, nöbet onundu. Mûsânın canı oydu, onun
canı Mûsâ.
Şaşı padişah, Tanrı yolunda o iki Tanrı demsâzını birbirinden
ayırdı.
Usta, bir şaşıya yürü, var, o şişeyi evden getir dedi.
Şaşı,O iki şişeden hangisini getireyim? Açıkça söyle dedi.
Usta dedi ki: O iki şişe değildir. Yürü, şaşılığı bırak fazla
görücü olma!
330. Şaşı, Usta, beni paylama. Şişe iki dedi. Usta dedi ki:
O iki şişenin birini kır!
Çırak birini kırınca ikiside gözden kayboldu. İnsan tarafgirlikten,
hiddet ve şehvetten şaşı olur.
Şişe birdi onun gözüne iki göründü. Şişeyi kırınca ne o şişe kaldı,
ne öbürü!
Hiddet ve şehvet insanı şaşı yapar; doğruluktan ayırır.
Garez gelince hüner örtülür. Gönülden, göze, yüzlerce perde iner.
335. Kadı kalben rüşvet almaya karar verince zâlimi, ağlayıp
inleyen mazlûmdan nasıl ayırtedebilir?
Padişah, yahudice kininden dolayı öyle bir şaşı oldu ki aman Ya
Rabbi, aman!
Musa dininin koruyucusuyum, arkasıyım diye yüz binlerce mazlûm
mümin öldürttü.
Vezirin padişaha hile öğretmesi
Padişahın öyle yol vurucu, öyle hilekâr bir veziri vardı ki
hile ile suyu bile düğümlerdi.
Dedi ki: Hıristiyanlar, canlarını korurlar ve dinlerini padişahtan
gizlerler.
340. Onları az öldür, çünkü öldürmede fayda yok, Dinin kokusu
çıkmaz; misk ve öd ağacı değil ki!
Yüz tane kılıf içinde gizli sırdır. Dışı, sana malûmdur ama içi
aksine.
Padişah : Peki söyle bakalım, ne yapalım; bu hususta ne hile ve
tezvirde bulunalım, çaresi ne?
Ne yapalım ki dünyada ne açık dindar, ne gizli din tutar bir
Hıristiyan kalmasın dedi
Vezir dedi ki: Bana gazebederek hükmet, kulağımı elimi kestir;
burnumu, dudağımı yardır!
340. Ondan sonra beni dar ağacına götür. O esnada bir şefaatçi
suçumun affını dilesin.
Bu işi dört yol ağzı bir yerde, tellâl pazarında yaptır.
Ondan sonrada beni, huzurundan uzak bir şehre sür ki ben, onların
arasına yüz türlü din kayıtsızlığı sokayım.
Vezirin Hıristiyanlara hilesi
Bu halde diyeyim ki: ben gizli Hıristiyanım; ey sır bilen
Tanrı; sen benim gönlümü bilirsin!
Padişah, benim imanımı anladı; taassuptan dolayı canıma kasdetti.
350. Dinimi padişahtan saklamak, onun dininden görünmek
istedim.
Padişah, benim sırlarımdan bir koku sezdi. Sözlerim huzurunda
kusurlu göründü.
Dedi ki: Senin sözlerin, içinde iğne olan ekmek gibidir. Benim
gönlümden senin gönlüne pencere var.
Ben, o pencereden halini gördüm; artık lâfını dinleyemem.
Eğer İsanın ruhaniyeti bana imdat etmeseydi o, yahudicesine beni
parça parça ederdi .
355. İsa için başımla oynar, canımı verir ve bunu canıma yüz
binlerce minnet bilirim.
İsadan canımı sakınmam, fakat onun din bilgisine iyiden iyiye
vâkıfım.
O pâk dinin cahiller arasında mahvolması, bana dokunmakta.
Tanrıya, İsaya şükrolsun ki biz, bu hak dine yol gösterici olduk.
Belimizi zünnarla bağladığımızdan beri Yahudiden ve Yahudilikten
kurtulduk.
360. Ey halk; devir, İsanın devridir. Onun dininin sırlarını
candan dinleyin!
*Vezir, bu hileyi, padişaha sayıp dökünce padişahın gönlünden
endişeyi tamamiyle giderdi.
Padişah, vezire, vezir ne dediyse yaptı.Halk, bu gizli ve hakikati
meçhul hileden dolayı şaşırıp kaldı.
Onu Hıristiyanların oturdukları tarafa sürdü.Vezir de ondan sonra
halkı davete başladı.
Hıristiyanların vezirin hilesine inanmaları
Yüz binlerce Hıristiyan, azar azar ozun etrafına toplandı.
O, onlara gizlice İncilin, zünnarın ve namazın sırrını
anlatmaktaydı.
365. Görünüşte din hükümlerini anlatıyordu; fakat bu anlatış,
hakikatte onları avlamak için ıslık ve tuzaktı.
Bunun için (gizli hileyi anlamak müşkül olduğundan) bazı Eshab,
Peygamberden, azgın ve hilekâr nefsin hilesini sorarlar;
Nefis, ibadetlere ve candan gelen ihlâsa gizli garezlerden ne
karıştırır? derlerdi.
Peygamberden ibadetin faziletini ve sevabını arayıp
sormazlar;Apaçık ayıp hangisidir?diye kötü huyları sorarlardı.
Gülü, kerevizden fark edercesine kıldan kıla,zerreden zerreye nefis
hilesini tanır, bilirlerdi.
370. Eshabın kılı kırk yaranları, umumiyetle o vaız ve beyana
hayran olurlardı.
Hıristiyanların vezire uymaları
Hıristiyanlar tamamıyla ona gönül verdiler. Zaten avamın
taklidinin kuvveti ne olabilir ki?
Kalplerinin içine onun muhabbetini ektiler, onu İsanın halifesi
sandılar.
O ise hakikatte tek gözlü melûn Deccâldı. Ey Tanrı, feryadımıza
yetiş; sen ne güzel yardımcısın!
Ey Tanrı, yüz binlerce tuzak ve yem var, bizler de yemsiz kalmış
halis kuşlar gibiyiz.
375. Her an yeni bir tuzağa tutuluyoruz, istersek her birimiz,
birer doğan ve simurg olalım.
Sen bizi her zaman tuzaktan kurtarmaktasın. Ey gani ve müstağnî
Tanrı, biz yine bir tuzağa doğru gitmekteyiz!
Biz bu ambarda buğday biriktirmede, toplanan buğdayı yine
kaybetmekteyiz.
Biz, bu vahşi mahlûklar topluluğu, düşünmüyoruz ki buğdayın
noksanlaşması farenin hilesindendir.
Fare, ambarımızı deldikçe, hilesinden ambar harab olmuştur.
380. Ey can, önce farenin şerrini defet, sonra buğday
biriktirmeye çalış, çabala!
O büyükler büyüğünün haberlerinden birini dinle: Huzuru kalb
olmadıkça namaz tamam olmaz.
Eğer bizim ambarımızda hırsız bir fare yoksa kırk yıllık ibadet
buğdayı nerde?
Her günlük azar azar sadikane ibadet taneleri niçin bu ambarımızda
toplanmıyor?
Çakmak demirinden birçok ateş yıldızı sıçradı, o yanmış gönül,
onları kabul edip çekti.
385. Ama karanlıkta bir hırsız, gizlice kıvılcımlara parmak
basmakta.
Onları, felekte bir çırağ parlamasın diye, birer birer söndürmekte.
*İnayetlerin bizimle oldukça o bayağı hırsızdan bize nice ve ne
vakit korku olabilir?
Bir adımda binlerce tuzak olsa, sen bizimle oldukça hiç gam yok!
Her gece ten tuzağından ruhları kurtarmakta, tahtaları sökmektesin.
Ruhlar, her gece bu kafesten kurtulurlar, ne kimsenin hâkimi,ne de
mahkûmu olmayarak feragate ulaşırlar.
390. Geceleyin zindandakilerin izndandan haberleri yoktur,
sultana mensup davetliler, geceleyin devletten haberdar değildirler.
Ne gam var, ne kâr ve ne zarar düşüncesi.Ne bu filân kadının
hayali, ne o filân erkeğin kuruntusu!
Ârifin hali , uyanıkken de budur, Tanrıonlar uykudadırlar dedi,
bunu inkâr etme.
Onlar, gece gündüz dünya ahvalinden uykudadırlar;Rabbin elinde
evirip çevirdiği kalem gibidirler.
Yazı esnasında eli görmeyen kimse, kalemin hareketini, kalemden
sanır.
395. Tanrı, ârifin bu halinden halka pek az bir miktarını
gösterdi; halkı ise hisse mensup uyku kapladı (gaflete dalıp ârifi
anlamadılar).
Onların canı:sırrına akıl almaz sahraya gitti.Ruhlarıda istirahatte,
bedenleri de.
Sonra tekrar bir ıslıkla onları tuzağa çeker, hepsini teklif
kaydine düşürürsün.
*Sabah vaktinin nuru baş kaldırıp feleğin altın gerkesi kanat
çırpınca,
Sabahı zuhura getiren, İsrafil gibi, herkesi o diyardan sûret
âlemine getirir;
Yayılmış ruhları cisim yapar, her cismide tekrar gebe bırakır.
400. Can atlarını eğersiz kor; bu, uyku ölümün
kardeşidirsırrıdır.
Fakat gündüzün geri gelmeleri için ayaklarını uzun bir bağla
bağlar.
Tâ ki o çayırdan, onu geri çeke ve otlaktan yine yük altına getire.
Keşki Eshâb-ı Kehf gibi, yahut Nûhun gemisi gibi bu ruhu
koruyaydı.
Da bu fikir, bu göz ve kulak;şu uyanıklık ve akıl tufanından
kurtulaydı.
405. Dünyada nice Eshab-ı Kehf vardır ki bu zamanda senin
yanıbaşında ve önündedir.
Mağara da , dost da onunla terennüm etmektir. Ne fayda, senin
gözünde ve kulağında mühür var?
Halifenin Leylâyı görmesi
Halife, Leylâya dedi ki:Sen o musun ki Mecnun, senin
aşkından perişan oldu ve kendini kaybetti.
Sen başka güzellerden güzel değilsin. Leyla, Sus, çünkü sen
Mecnun değilsin diye cevap verdi.
Uyanık olan daha ziyade uykudadır. Onun uyanıklığı uykusundan
beterdir.
410. Canımız Hak ile uyanık olmazsa uyanıklık, bizim için iki
dağ arasındaki boğaz ve geçit gibidir.
Canın; her gün hayalin tekmesini yemeden, ziyandan, faydadan, elden
çıkarma, kaybetme korkusundan.
Ne temizliği kalır, letâfeti, ne kuvveti, ne de göklere çıkacak
yolu!
Uyumuş ona derler ki o, her hayalden ümitlenir, onunla konuşur;
Uykuda Şeytanı Hûri gibi görür, sonra şehvetle Şeytana erlik suyu
döker.
415. Nesil tohumunu çorağa dökünce uyanır, kendine gelir,
hayalde ondan kaçar.
O rüyadan elde ettiği baş ağrısı, sersemlik beden pisliğidir. Ah, o
zâhirde görünen, hakikatte görünmeyen, aslı olmayan hayalden!
Kuş havadadır, gölgesi yerde kuş gibi uçar görünür.
Ahmağın biri, o gölgeyi avlamaya kalkışır, takati kalmayıncaya
kadar koşar.
O gölgenin havadaki kuşun aksi olduğundan; o gölgenin aslının nerde
bulunduğundan haberi yok!
420. Gölgeye doğru ok atar. Bu araştırma yüzünden okluk bomboş
kalır.
Ömrünün okluğu boşaldı. Ömür gitti; gölge avı ardında koşmada yandı
eridi!
Bir kişinin dadısı, Tanrı gölgesi olursa onu gölgeden ve hayalden
kurtarır.
Tanrıya kul olan, Tanrı gölgesidir. O bu âlemden ölmüş, Tanrı ile
dirilmiştir.
Fırsatı kaçırmadan ve şüphe etmeksizin onun eteğine sarıl ki âhir
zamanın sonundaki fitnelerden kurtulasın.
425. Tanrı gölgeyi nasıl uzattı (âyeti) evliyanın nakşidir.
Çünkü velî , Tanrı güneşi nurunun delilidir.
Bu yolda bu delil olmaksızın yürüme, Halil gibi Ben batanları
sevmem de!
Yürü, gölgeden bir güneş bul. Şah Şems-i Tebrîzînin eteğine yapış!
Bu düğün ve gelinin bulunduğu yerin yolunu bilmezsen Hak ziyası
Hüsameddinden sor!
Haset, yolda gırtlağına sarılırsa... bil ki İblisin tuğyanı
hasettedir.
430. Çünkü o, haset yüzünden Âdemden arlanır... Kutlulukla
haset yüzünden savaşır.
Yolda bundan daha güç geçit yoktur. Ne kutludur o kişi ki yoldaşı,
haset değildir.
Bu beden, haset evi olagelmiştir. Soy sop hasetten bulaşık bir hale
düşer.
Ten haset evidir ama Tanrı, o teni tertemiz etmiş, arıtmıştır.
Evimi temizleyin âyeti beden temizliğini bildirir. Bedenin
tılsımı toprağa mensupsa da hakikatte nur definesidir.
435. Sen (hakikatte) teni olmayana hile ve haset edersen o
hasetten gönül kararır.
Tanrı erlerinin ayakları altına toprak ol! ,bizim gibi sen de
hasedin başına toprak at!
Vezirin haset etmesi
O vezirciğin yaratılışı hasettendi, onun için abes yere
kulağını, burnunu yele verdi!
O ümitle ki haset iğnesinden akan zehirle mahzunları tâ canlarından
zehirliye.
Hasetten burnunu koparan kişi, kendisini kulaksız ve burunsuz
bırakır.
440. Burun, odur ki bir koku alsın ve kokuda, koku alanı bir
yüzün bulunduğu tarafa götürsün.
Kim koku almazsa burunsuzdur, koku da ancak din kokusudur.
Bir koku alıp onun şükrünü eda etmiyen kimse, küfranı nimet etmiş
ve kendi burnunu mahveylemiştir.
Hem şükret, hem şükredenlere kul ol. Onların huzurunda ölerek ebedî
hayat kazan!
Vezir gibi sermayeyi, yol vuruculuktan edinme. Tanrı kullarını
namazdan menetme.
445. O kâfir vezir, din nasihatçisi olarak hile ile badem
helvasına sarımsak karıştırmıştı!
Vezirin
hilesini aklı eren Hıristiyanların anlaması
Zevk sahibi olanlar onun sözünde acılık karışmış bir tat
sezdiler.
O, garezle karışık lâtif sözler söylemekte, gül sulu şeker
şerbetinin içine zehir dökmekteydi.
Sözünün dış yüzü, yolda çevik ol, diyordu. Ardından da cana, gevşek
ol demekteydi.
Gümüşün dışı ak ve berraksa da el ve elbise ondan katran gibi bir
hale hale gelir.
450. Ateş, kıvılcımlarıyla kızıl çehreli görünürse de onun
yaptığı işin sonundaki karanlığa bak!
Yıldırım, bakışta sâf bir nurdan ibaret görünür; (fakat) göz nurunu
çalmak (gözü kamaştırmak) onun hassasıdır.
Vezirin sözleri, uyanık ve zevk sahibi olanlardan başkaları için
bir boyun halkasıydı (onun sözlerini kabul etmişler,ona uymuşlardı).
Vezir, padişahtan altı ay ayrı kaldı, bu müddet zarfında İsaya
uyanlara penah oldu.
Halk, umumiyetle dinini de, gönlünü de ona ısmarladı. Onun emir ve
hükmü önünde herkes, can feda ediyordu.
Padişahın vezire gizlice haber göndermesi
455. Padişahla onun arasında haber gidip geliyordu. Padişah,
ona gizlice vahitlerde bulunuyordu.
*Nihayet muradının hâsıl olması, hıristiyanların toprağını yele
vermesi için.
Padişah Ey devletli vezirim, vakit geldi, kalbini gamdan tez
kurtardiye mektup yazdı.
Vezir de Padişahım; işte şimdicik İsâ dinine fitneler salma
işindeyim diye cevap verdi.
Hıristiyanların on iki kısmı
Hükümetleri zamanında, İsâ kavminin on iki emîri vardır.
Her fırka bir emîre tâbiydi; kendi beyine tamah yüzünden kul
olmuştu.
460. Bu on iki emîrler kavimleri, o kötü vezire
bağlanmışlardı.
Hepsi, onun sözüne itimad ediyordu, hepsi onun mesleğine uymuştu.
O, öl, der demez her emîr hemen o anda ölürdü.
Vezirin İncil ahkâmını karıştırması
Vezir, her emîrin adına birer tomar düzdü. Her tomarın
yazısı, başka bir olaydı.
Her birinin hükmü başka bir çeşittir. Bu baştan aşağıya kadar ona
aykırıdır.
465. Birinde riyazat ve açlık yolunu tövbenin rüknü, Tanrıya
dönüşün şartı yapmış.
Birinde Riyazat faydasızdır, bu yolda cömertlikten başka kurtuluş
yoktur demişti.
Birinde demişti ki: Senin açlık çekişin, mal verişin mâbuduna şirk
koşmadır.
Gam ve rahat zamanında Tanrıya dayanmak ve tamamiyle teslim
olmaktan gayri hepsi hiledir, tuzaktır.
Öbüründe demişti ki: Vacip olan hizmettir, yoksa tevekkül
düşüncesi suçtan ibarettir.
470. Birinde; Dindeki emir ve nehiyler, yapmak için değil,
aczimizi bildirmek içindir.
Tâ ki onlardan âciz olduğumuzu görelim de Tanrı kudretini bilelim,
anlayalım demişti.
Öbüründe, Kendi âczini görme, uyan, kendine gel; o aczi görüş,
küfranı nimettir.
Kendi kudretini gör ki bu kudret ondandır.
Kudretini, onun nimeti bil ki, kudret odur demişti.
Birinde demişti ki: Bu ikisinden de geç, nazarına her ne sığarsa
put olur!
475. Öbüründe; Bu mumu söndürme ki bu görüş, meclise mum
mesabesindedir.
Eğer nazardan ve hayalden geçersen gece yarısı visâl mumunu
söndürmüş olursun demişti.
Birinde demişti ki: Söndür, hiç korkma ki yüz binlerce karşılığını
göresin.
Çünkü nazar mumunu söndürmekle can mumu artar, kuvvet bulur.
Sabrının yüzünden Leylân Mecnun olur!
Kim, zâhitliği yüzünden dünyayı terk ederse dünya onun önüne çok,
daha çok gelir!
480. Başka birinde; Hak sana ne verdiyse onu icat ederken
tatlılaşmış.
Kolaylaştırmıştır. Onu güzelce al; kendini zahmete sokma demişti.
Birinde demişti ki: Kendine ait olanı terk et, çünkü tabiatının
kabul ettiği, merduttur, kötüdür.
Birbirine aykırı yollar, nefse kolaydır, herkese bir din, can
olmuştur.
Eğer Hakkın din işlerini kolaylaştırması, doğru bir yol olsaydı
her yahudi ve mecusi, Tanrıyı duyar, anlardı demişti.
485. Öbüründe demişti ki: Kolay, odur ki gönlü hayatı ve
canın gıdası ola.
Tabiatın hoşlandığı her şey, vakti geçince, çorak yere ekilmiş
tohum gibi mahsul vermez.
Onun mahsulü, pişmanlıktan başka bir şey olmaz; onun kazancı,
sahibine ziyandan başka bir şey getirmez.
O zevk, sonunda da önünde olduğu gibi kolay ve hoş görünmez;
nihayette adı güç olur, güçlenmiş bir hale gelir.
Sen güçleştirilmişle, kolaylaştırılmışı, birbirinden ayırdet; bunun
yüzünü de sonuna nazaran gör, onun yüzünü de sonuna nazaran.
490. Bir tomarda da; Bir üstad ara. Âkıbeti görme hassasını
nesepte (şunun bunun soyundan gelmiş olmakta ve bununla öğünende)
bulamazsın.
Her çeşit din sâlikleri üstad aramaksızın, peygamberlere tâbi
olmaksızın işlerin âkibetlerini gördüler, kendi akıllarınca netice
hakkında istidlâllerde bulundular da bu yüzden hata ve dalâlete
düştüler.
Âkıbet görme; elle dokunmuş, örülmüş değildir. Böyle olsaydı
dinlerde nasıl ayrılık olurdu? demişti.
Bir tanesinde demişti ki: Usta da sensin; çünkü ustayı da sen
tanırsın.
Er ol, erlerin maskarası olma; kendi başının çaresine bak
sersemleşme.
495. Bir diğerinde; Bunların hepsi birdir. İki gören kimse
şaşı adamcağızdır demiş.
Bir tomarda da; Yüz, nasıl bir olur, bunu kim düşünür, meğer ki
deli olsun!
Bunların her biri, öbürünün zıddıdır. Gayrı zehirle şeker nice bir
olur?
Zehirden de, şekerden de geçmedikçe vahdet bahçesinden nice koku
alabilirsin? demişti.
O İsâ dinine düşman olan vezir bu tarz da, bu çeşitte on iki tomar
yazdı.
İhtilaf;
gidiş tarzındadır, yolun hakikatinde değil
500. O, İsânın bir renkte oluşundan koku almamıştı. O, İsâ
küpünün mizacından huy kapmamıştı.
Yüz renkli elbise, İsânın sâf küpünden saba rüzgârı gibi sade ve
lâtif bir hale gelir, tek bir renge boyanırdı.
Birlikteki bu tek renklilik, insana usanç ve sıkıntı veren tek
renklilik değildir.
Belki o tek renk deniz gibidir, ona dalanlar da balık gibi hayat ve
neşe içindedirler.
Karada gerçi binlerce renk var, ama balıkların kurulukla cengi var!
Misal olarak söylenen balık kimdir, deniz nedir ki yüce ve ulu
padişah, ona benzesin!
505. Varlık âlemindeki yüz binlerce denizler ve balıklar, o
ikram ve ihsan huzurunda secde ederler.
Nice ihsan yağmuru yağdı da deniz, inciler saçıcı bir hale geldi.
Nice kerem güneşi nur saçtı da bulut ve deniz, cömertlik öğrendi.
Suya ve toprağa zatının ışığı vurdu da o sebeple yeryüzü, tane ve
tohum kabul eder oldu.
Toprak emindir; ona her ne ekersen ihanet görmeksizin onun cinsini
toplar, devşirirsin.
510. Toprak bu eminliği o eminlikten bulmuştur, çünkü adalet
güneşi ona nur saçmıştır.
İlkbahar, Hak fermanı getirmedikçe, toprak sırrını nice açığa
vurur?
O, öyle bir cömert ve vericidir ki bu haberleri, bu eminliği ve bu
doğruluğu bir cemada , kuru yeryüzüne vermiştir.
Fâzıl ve ihsanı, kuru toprağı haberdar eder, kahır ve celâli de
akıllı insanları kör eyler.
Canda, gönülde o coşmaya takat yoktur. Kime söyliyeyim? Cihanda bir
tek kulak yok!
515. Nerede bir kulak varsa; onun yüzünden, göz oldu. Nerede
bir taş varsa; onun lûtfiyle yeşim taşına döndü.
Kimyayı meydana getiren o dur, kimya ne oluyor ki? Mucize
bağışlayıcıdır, simya ne oluyor ki?
Benim bu öğüşüm, öğmeyi terk etmenin ta kendisidir; çünkü bu öğüş,
varlık delilidir, varlık ise hatadır.
Onun varlığına karşı yok olmak gerektir: onun huzurunda varlık
nedir? Mânasız bir şeyden ibarettir!
Varlık kör olmasaydı... Ondan erirdi, güneşin hararetini tanır,
anlardı.
520. Bu zâhiri vucudun Allahın varlığıyla var olduğunu
bilmemesi körlüğüne delildir.
Vezirin bu hilede ziyana uğraması
Padişah gibi vezir de cahil ve gafildi. Varlığı vacip olan
Kadim Tanrı ile pençeleşiyordu.
Öyle kudretli bir Tanrı ile pençeleşiyordu ki bir anda yoktan bu
âlem gibi yüz tanesini var eder.
Senin gözüne kendini görmek hassasını verince nazarında âlem gibi
yüzlerce âlem meydana getirir.
Her ne kadar dünya senin yanında azametli ve nihayetsizse de bil ki
kudrete karşı bir zerre bile değildir.
525. Zaten bu âlem sizin canlarınızın hapishanesidir; uyanın,
o tarafa gidin! Zira o taraf sizin sahranız, mesire yerinizdir.
Bu âlemin hududu vardır, o âlem ise esasen hadsizdir. Nakış ve
sûret, o mânaya settir, mâniadır.
Firavunun yüz binlerce mızrağını tek bir Musanın bir tanecik
asâsıyla kırdı.
Yüz binlerce Câlînusun yüz binlerce hekimlik hünerleri vardı;
İsânın ve nefesinin yanında bâtıl oldu.
Yüz binlerce şiir defterleri vardı, bir tek Ümminin kitabına karşı
ayıp ve âr haline geldi.
530. Aşağılık olmayan kişi böyle galip Tanrı huzurunda niçin
ölmesin*
Çok dağ gibi gönüller kopardı. Kurnaz kuşu, iki ayağından asakoydu.
Akıl ve zekâda kemale ermekle Tanrıya varılmaz. Padişahın fazıl ve
ihsanı aczini bilen kişiden başkasını kabul etmez.
Hey gidi hey... Çok köşe, bucak kazıcı ve hazine doldurucular; o
kurup duran kişiye, o öküze (vezire) maskara oldular.
Öküz kimdir ki sen onun maskarası olasın. Toprak nedir ki sen onun
otu olasın.
535. Bir kadının kötü işten yüzü sararınca, utanınca Tanrı,
onu çarpıp Zühre yıldızı yaptı.
Bir kadını Zühre yapmak çarpma oldu da balçık haline geliş,
çarpılma değil midir? Be inatçı?!
Ruh, seni en yüksek göklere çıkarırken sen en aşağılıklara, su ve
çamura doğru gittin.
Akılların bile imrendiği öyle bir varlığı, bu alçaklık yüzünden
değiştin.
Şimdi bak, bu senin kendini çarpman nasıl? O çarpılma yanında bu,
gayet aşağı.
540. Himmet atını yıldız cihetine sürdün, nücum ilmi ile
uğraştın da secde edilmiş Âdemi tanımadın!
Ey hayırsız evlât! Nihayet sen Âdemoğlusun, ne vakte dek alçaklığı
şeref sayarsın.
Niceye dek ben âlemi zaptedeyim, bu cihanı kendi varlığımla
doldurayım dersin?
Dünyayı baştanbaşa kar kaplasa güneşin harareti, bir görünüşte onu
eritir.
O vezirin vebalini de, daha onun gibi yüz binlercesinin vebalini de
Tanrı bir kıvılcımla yok eder.
545. O, aslı olmayan hayelleri, tamamıyla hikmet yapar; o,
zehirli suyu şerbet haline getirir.
O zan ve şüphe doğuran sözleri, hakikat ve yakîn haline getirir.
Kin ve adavet sebeblerinden dostluk ve muhabbet belirtir.
İbrahimi ateş içinde besler; korkuyu, ruhun emniyeti ve selâmeti
yapar.
Onun sebep yakıcılığına hayranım. Onun hayallerinde Sofestâî
gibiyim!
Hıristiyanları
azdırmak hususunda vezirin başka bir hile kurması
O vezir kendince başka bir hile kurdu. Vaiz ve nasihati
bırakıp halvete girdi.
550. Müritleri yakıp yandırdı. Tam kırk, elli gün halvette
kaldı.
Halk onun iştiyakından, hal ve tavrı ile sözünden, sohbetinden uzak
düştükleri için deli oldular.
Onlar yalvarıp sızlanıyorlardı, vezir ise halvette riyazattan iki
büklüm olmuştu.
Hepsi birden Biz sensiz kötü bir hale düştük, karışıklık
içindeyiz. Değneğini yeden birisi olmadıkça körün ahvali ne olur?
İnayet et. Allah için olsun, bundan ziyade bizi kendinden ayırma!
555. Bizler çocuk gibiyiz, sen bize dadısın; sen bizim
üzerimize o gölgeyi döşe demişlerdi.
Vezir dedi ki: Ruhum dostlardan uzak değildir. Fakat dışarı
çıkmaya izin yok.
Emirler rica ve şefaate, müritler dil uzatmaya başladılar:
Ey kerem sahibi! Bu ne kötü talih ki sensiz gönülden de yetim
kalmışızdır, dinden de.
Sen bahaneler ediyorsun, biz ise dertle yürek yangınlığından soğuk
soğuk ah edip duruyoruz.
560. Biz senin sohbetine alışmışız. Biz senin hikmet sütünle
beslenmişiz.
Allah aşkına bize bu cefayı yapma; lûtfet, bugünü yarına bırakma!
Gönlün razı olur mu, âşıkların, âkıbet istifadesiz kalsınlar?
Hepsi de karadaki balık gibi çırpınıyorlar. Suyu aç, ırmağın
bendini yık!
Ey zamanede nazîri olmayan zat ! Allah aşkına halkın imdadına
yetiş!
Vezirin müritleri defetmesi
565. Vezir dedi ki: Dikkat ediniz, ey dedikodu düşkünleri!
Dilden çıkan ve kulakla duyulan zâhiri vaizleri arayanlar!
Bu aşağılık duygu kulağına pamuk tıkayın, ten gözünden duygu başını
çözün!
O gizli kulağın pamuğu, baş kulağıdır, bu kulak sağır olmadıkça o
can kulağı sağırdır.
Hissiz, kulaksız, fikirsiz olur ki İrciî - Tanrına geri dön
hitabını işitesiniz.
Sen uyanıklık dedikodusunda oldukça uyku sohbetinden nasıl olur da
bir koku alabilirsin!
570. Bizim sözümüz işimiz, hariçte yürümektedir. Bâtınî
yürümek ise gökler üzerinde olur.
Cisim, kuruluğu (bu âlemi) gördü, çünkü kuruluktan (bu âlemden)
doğdu; can İsâsı, ayağını denize attı.
Kuru cismin yürümesi, kuruya düştü, ama canın yürümesine gelince:
Ayağını denizin ta ortasına bastı.
Ömür kuruluk yolunda; gâh dağ, gâh deniz, gâh ova aşarak geçip
gittikten sonra...
Abıhayatı, nerede bulacaksın; deniz dalgalarını nerede yaracaksın?
575. Kara dalgası, bizim kuruntularımız, anlayışımız ve
fikrimizdir. Deniz dalgası ise kendinden geçiş, sarhoşluk ve
yokluktur.
Sen bu sarhoşlukta oldukça o sarhoşluktan uzaksın. Bundan sarhoş
oldukça o kadehten nefret eder durursun.
Zâhir dedikodusu toz gibidir. Kulak gibi bir müddet dinlemeyi âdet
edin!
Müritlerin, halveti terk et diye tekrar ısrarla yalvarışları
Hepsi dediler ki: Ey bahane arayan hakîm bu cefayı bize reva
görme!
Hayvana takati derecesinde yük yüklet. Zayıflara iktidarları
nispetinde iş havale et!
580. Her kuşun yiyeceği lokma, kendine göredir. Nasıl olur da
her kuş bir inciri (bütün olarak) yutabilir?
Çocuğa süt yerine ekmek verirsen zavallı yavruyu o ekmek yüzünden
öldü bil!
Ondan sonra dişleri çıkınca kendi kendine onun içi ekmek ister.
Henüz kanadı çıkmayan kuş uçmaya kalkışırsa her yırtıcı kedinin
lokması olur.
Ama kanatlanınca o kendisinden teklifsizce, iyi ve kötü ıslık
olmaksızın uçar.
585. Senin sözün Şeytanı susturur, senin lûtuf ve keremin,
bizim kulağımıza akıl ve fehim verir.
Söyleyen, sen olunca kulağımız, tamam akıldan ibarettir. Madem ki
deniz sensin, kurumuz da denizdir!
Ey (sekizinci gökteki) Simak burcundan (denizin dibindeki) balığa
kadar her şey, kendisinden nurlanmış olan!
Seninle olunca yer, bize gökten daha iyidir. Sensiz, biz göğün tâ
üstünde bile karanlık içindeyiz. Ey ay! Gayrı bu felek, nedir ki
seninle mukayese edilebilsin?
Göklerin sûreta yüksekliği var. Mâna yüzünden yükseklik, temiz
ruhundur.
590. Sûreta yükseklik, cisimlerindir, fakat mâna huzurunda
cisimler, isimlerden ibarettir.
Vezirin
Halveti terk etmem diye cevap vermesi
Vezir dedi ki: Delillerinizi kısa kesiniz; nasihatimi, can
ve gönülden dinleyiniz.
Emin isem, emin adam ittiham edilmez göğe ver desem bile!
Eğer ben mahzı kemâl isem kemâli inkâr nedir? Değilsem bu zahmet,
bu eziyet ne oluyor?
Ben bu halvetten çıkmayacağım çünkü, kalp ahvali ile meşgulüm.
Müritlerin vezire yalvarması
595. Hepsi birden dediler ki: Ey vezir, inkâr etmiyoruz,
bizim sözümüz ağyarın sözü gibi değildir.
Ayrılığından göz yaşlarımız akmakta, canımızın tâ içinden ahu
vahlar coşmakta!
Çocuk dadı ile kavga etmez. Gerçi ne kötüyü bilir ne iyiyi... Fakat
boyuna ağlar durur!
Biz çenk gibiyiz sen mızrak vurmaktasın; inleme bizden değil, sen
inliyorsun!
Biz ney gibiyiz, bizdeki nağme senden. Biz dağ gibiyiz, bizdeki
seda senden.
600. Kazanıp kaybetmede satranç oyunu gibiyiz; ey huyları
güzel! Bizim kazanıp kaybetmemiz sendendir.
Ey bizim canımıza can olan! Biz kim oluyoruz ki seninle ortada
olalım, görünelim!
Biz yokuz. Varlıklarımız, fâni sûretle gösteren Vücud-u Mutlak olan
sensin.
Biz umumiyetle aslanlarız ama bayrak üstüne resmedilmiş aslanlar!
Onların zaman zaman hareketleri, hamleleri rüzgârdandır.
605. Hareketimiz de, varlığımız da senin vergindir. Varlığımız
umumiyetle senin icadındır.
Yoksa, varlık lezzetini gösterdin. Yok olanı kendine âşık
eylemiştin!
O İnam ve ihsanın lezzetini... mezeyi, şarabı ve kadehi esirgeme!
Esirgersen kim arayıp tarıyabilir? Nakış nakkaşla nasıl mücadele
eder?
Bize, bizim efalimize bakma; kendi ikramına, kendi cömertliğine
bak!
610. Biz yoktuk, mücadelemiz de yoktu. Senin lûtfun bizim
söylenmemiş sırlarımızı da işitiyordu.
Nakış, nakkaşın ve kaleminin huzurunda ama karnındaki çocuk gibi
âciz ve eli bağlıdır.
Kudret huzurunda bütün âlem mahlûkları, iğne önünde gergef gibi
âcizdir.
Kudret gergefe bazen şeytan resmi, bazen insan resmi işler; gâh
neşe, gâh keder nakşeder.
Gergefin eli yok ki onu def için kımıldatsın; dili yok ki fayda,
zarar hususunda ses çıkarsın.
615. Sen beytin tefsirini Kurandan oku Tanrı Attığın zaman
sen atmadın dedi.
Biz bir ok atarsak, atış, bizden değildir. Biz yayız, o yayla ok
atan Tanrıdır.
Bu cebir değil, cebbarlığın mânasıdır. Cebbarlığı anış da, ancak
Tanrıya tazarru ve niyaz içindir.
Bizim figanımız muztar ve kudretsiz olduğumuzun delilidir.
Yaptığımızdan utanmamız da elimizde ihtiyar olduğuna delildir.
Yapıp yapmamada ihtiyarımız varsa utanma ne? Bu acıklanma, bu
utanış, bu teeddüp ne?
620. Hocaların şakirtleri terbiye etmesi niçin; fikir, neden
tedbirlerden tedbirlere dönüyor?
Eğer sen: O, cebirden gafildir. Hakka mensup olan ay, bulutta
yüzünü gizliyor dersen,
Buna hoş bir cevap var; dinlersen küfürden geçer, dini tasdik eder,
bana tâbi olursun:
Hasret ve figan, hastalık zamanındadır. Hastalık zamanı tamamı ile
uyanıklık zamanıdır.
Hasta olduğun zaman günahından istiğfar eder durursun.
625. Sana günahın çirkinliği görünür; iyileşince yola geleyim
diye niyet edersin.
Bundan sonra kulluktan başka bir iş ihtiyar etmiyeyim diye
ahdeylersin.
Şu halde bu yakinen anlaşıldı ki hastalık sana akıllılık,
bahşediyor.
Ey asıl arayan kimse! Şu aslı bil ki kimde dert varsa o, koku
almış, dermana ermiştir.
Kim daha ziyade uyanıksa o daha ziyade dertlidir. Kim işi daha iyi
anlamışsa onun benzi daha sarıdır.
630. Hakkın cebrinden agâh isen feryadın nerede? Cebbarlık
zincirini görüşün hani?
Zincire bağlanan nasıl olur da neşelenir? Hapiste esir olan nasıl
hürlük eder?
Eğer ayağını bağladıklarını, başına padişah çavuşlarının
dikildiğini görüyorsan.
Gayrı sende âcizlere çavuşluk etme. Çünkü bu vazife âcizlerin huyu
ve tabiatı değildir.
Madem ki görmüyorsun; Tanrının cebrinden bahsetme! Görüyorsan
hangi gördüğünün nişanesi?
635. Hangi bir işe meylin varsa o işte kendi kudretini apaçık
görür durursun;
Hangi işe meylin ve isteğin yoksa... Bu, Tanrıdandır diye kendini
Cebrî yaparsın!
Peygamberler, dünya işinde Cebrîdirler, kâfirler de ahiret işinde.
Peygamberlerin, ahiret işinde ihtiyarları vardır, cahillerin de
dünya işinde.
Zira her kuş, kendi cinsinin bulunduğu yere gider, bedeni, geride
uçmaktadır, canı daha tez, daha ileri gitmekte!
640. Kâfirler Siccin cinsinden olduklarından dünya zindanına
rahat rahat gelmişlerdir.
Peygamberler, (İlliyyi) cinsinden olduklarından can ve gönül
İlliyyine doğru gitmişlerdir.
Bu sözün sonu yoktur, fakat biz yine dönüp o hikâyeyi tamamlayalım:
Vezirin,
halveti terk etmede müritleri ümitsiz bırakması
Vezir içerden seslendi: Ey müritler, benden size şu malûm
olsun.
Ki İsâ bana Hep yakınlarından, arkadaşlarından ayrıl, tek ol,
645. Yüzünü duvara çevirip yalnızca otur, kendi varlığından da
halveti ihtiyar et diye vahyetti.
Bundan sonra konuşmaya izin yok, bundan sonra dedikodu ile işim
yok.
Dostlar, elveda! Ben öldüm, yükümü dördüncü göğe ilettim.
Bu suretle de ateşe mensup feleğin altında zahmet ve meşakkatler
içinde yanmayalım.
Bundan sonra dördüncü kat gök üstünde, İsânın yanında oturacağım.
Vezirin her emîri ayrı ayrı veliaht yapması
650. Neden sonra o emîrleri yalnız ve birer birer çağırıp her
birine bir söz söyledi.
Her birine İsâ dininde Tanrı vekili ve benim halifem sensin,
Öbür emîrler senin tâbilerindir. İsâ, umumunu senin taraftarın ve
yardımcın etti.
Hangi emîr, baş çeker, tâbi olmazsa onu tut; ya öldür yahut esir
et, hapse at.
Ama ben sağ iken bunu kimseye söyleme, ben ölmedikçe, reisliğe
talip olma.
655. Ben ölmedikçe bunu hiç meydana çıkarma. Saltanat ve
galebe dâvasına kalkışma.
İşte şu tomar ve onda Mesîhin hükümleri... Bunu ümmete tasih bir
tarzda oku! dedi.
O, her emîre ayrı olarak şunu söyledi: Tanrı dininde senden başka
naib yoktur!
Her birini ayrı ayrı ağırladı. Ona ne söyledi ise buna da onu
söyledi.
Her birine bir tomar verdi, her tomar öbürünün zıddını ifade
ediyordu.
660. O tomarların metni Ya harfinden Elif harfine kadar
olan harflerin şekilleri gibi birbirine aykırıdır.
Bu tomarın hükmü, öbürünün zıddıydı, bu zıt diyeti bundan önce
bildirdik.
Vezirin halvette kendini öldürmesi
Ondan sonra daha kırk gün kapısını kapadı. Kendisini
öldürüp varlığından kurtuldu.
Halk onun ölümünü haber alınca kabrinin üstü kıyamet yerine döndü.
Bir hayli halk onun yası ile saçlarını yolarak, elbiselerini
yırtarak mezarı üstüne yığıldı.
665. Araptan ,Türkten, Rumdan, Kürtten oraya toplananların
sayısını da ancak Tanrı bilir.
Mezarın toprağını başlarına serptiler. Onun derdini yerinde ve
dertlerine derman gördüler.
Bir ay ahali, mezarı üstünde gözlerinden kanlı yaşlara yol
verdiler. Onun ayrılığı derdinden padişahlar da, büyükler de, küçükler
de ah u figan ediyorlardı.
İsâ Aleyhisselâm
ümmetinin emîrlere İçinizde veliaht kimdir? diye sorması
Bir ay sonra halk dedi ki: Ey ulular! Siz beylerden o
vezirin makamına oturacak kimdir.
Ki biz o zatı, vezirin yerine imam ve mukteda tanıyalım. Elimizi
de, eteğimizi de onun eline teslim edelim.
670. Madem ki güneş battı ve bizim gönlümüzü dağladı, onun
yerine çırağı yakmaktan başka çaremiz yok.
Sevgili, göz önünden kayboldu mu, onun visâlinden mahrum kaldık mı,
yerine birisinin vekil olması, birisinin bize yadigâr kalması gerekir.
Gül mevsimi geçip gülşen harap olunca gül kokusunu nereden alalım?
Gül suyundan!
Ulu Tanrı açıkça meydan da olmadığından, bu peygamberler Hakk'ın
vekilleridir.
Hayır yanlış söyledim. Vekil ile vekil edeni iki sanırsan (bu)
hatadır, iyi bir şey değil.
Sen sûrete taptıkça ikidir. Sûretten kurtulana göre ise birdir.
675. Sûrete bakarsan gözün ikidir. Sen onun nuruna bak ki o
birdir.
Bir adam, gözün nuruna bakarsa iki gözün nuru, birbirinden
ayırdedilemez.
Bütün peygamberler doğrudur. Tanrı
peygamberlerini birbirinden ayırdetmeyiz
Bir yerde on tane çırağ bulundurulursa görünüşte her biri,
öbüründen ayrıdır.
Nuruna yüz çevirirsen şüphesiz ki birinin nurunu öbürlerinden ayırt
etmeye imkân yoktur.
680. Yüz tane elma, yüz tane de ayva saysan her biri ayrı
ayrıdır. Onları sıkarsan yüz kalmaz, hepsi bir olur.
Mânalarda taksim ve sayı yoktur, ayırma, birleştirme olamaz.
Dostun, dostlarla birliği hoştur. Mâna ayağını tut (ona meylet),
sûret serkeştir.
Serkeş sûreti, eziyetle eritip mahveyle ki onun altında define gibi
olan vahdeti göresin.
Eğer sen eritmezsen onun (Tanrının) inayetleri, esasen onu eritir.
Ey gönlüm, kulu olan Tanrı!
685.O, hem gönüllere kendini gösterir, hem dervişin hırkasını
diker.
Hepimiz yayılmıştık ve bir cevherdik. Orada başsız ve ayaksızdık;
Güneş gibi bir cevherdik, düğümsüz ve sâftık... su gibi.
O güzel ve lâtif nur sûrete gelince kale burçlarının gölgesi gibi
sayı meydana çıktı.
Mancınıkla burçları yıkın ki bu bölüğün arasından ayrılık kalksın.
690. Mutlaka ben bunu açar, anlatırdım, fakat bir fikir bile
sürçmesin, (bundan) korkarım.
Nükteler keskin bir çelik kılıç gibidir. Eğer kalkanın yoksa
gerisin geriye kaç!
Kalkansız bu elmasın karşısına gelme. Çünkü kılıca, kesmekten utanç
gelmez.
Ben bu sebepten kılıcı kına koydum; Ters okuyan birisi, aykırı mâna
vermesin.
Hikâyeyi tamamlamaya, doğrular topluluğunun vefakârlığından bahse
geldik:
695. O reisin ölümünden sonra kalktılar, yerine bir vekil
istedilerdi.
Emîrlerin
veliahtlık için savaşları ve birbirlerine kılıç çekmeleri
O emîrlerin birisi öne düşüp o vefalı kavmin yanına gitti.
Dedi ki: İşte o zatın vekili; zamanede İsa halifesi benim.
İşte tomar, ondan sonra vekilliğin bana ait olduğuna dair
burhanımdır.
Öbür emîrde pusudan çıkageldi. Hilâfet hususunda onun dâvası da
bunun dâvası gibiydi.
700. O da koltuğundan bir tomar çıkardı, gösterdi. Her
ikisinin de Yahudi kızgınlığı başladı.
AÇIKLAMALAR ( Beyitler 1 - 700 )
B. 1-18. En eski Mevlevi kaynaklarına göre Çelebi Husameddin;
Mevlâna'dan Mesnevi'yi yazmasını rica edince Mevlâna, "Bu daha önce
bizim gönlümüze doğdu" diyip sarığının arasından bu on sekiz beyti
yazdığı kâğıdı çıkarmış. Çelebi'ye sunmuştur. Bu suretle bu beyitleri,
bizzat Mevlâna yazmış. Mesnevi'nin mütebaki kısmını Çelebi
Hüsameddin'e yazdırmıştır. Mevleviler, bu on sekiz beyte büyük bir
ehemmiyet verir, bu beyitleri. Mesnevi'nin fatihası (başlangıcı)
sayarlar ve bütün Mesnevi'nin bu beyitlerde olduğunu söylerler. Hattâ
Kur'an'ın ilk suresi olan "Fatiha" suresinin Besmele ile, Mesnevi'nin
de "Bişnev - dinle, duy!" diye "B" ile başladığını uzun uzuzadıya
anlatırlar. Hemen her şerhte bu tafsilâta raslanır. Ayrıca bu on sekiz
beyit için şerhler Ğde yazılmıştır. Mevlevilerde nezir ve niyaz sayısı
on sekizdir. Yani bir Mevlevi dervişine, bir tekkeye, bir yoksula para
verecek olan Mevlevi; bu parayı, on sekiz .kuruş, on sekiz yarım lira,
on sekiz lira... gibi daima on sekiz sayısına riayetle verir.
Mevleviler on sekiz sayısının "Ebcet hesabında Tanrı adlarından
"Hay-Diri" adına uyduğunu söylerler. Fakat bu "Nezr-i Mevlâna"
sayısında Mesnevi'nin ilk on sekiz beytinin tesiri de olsa gerekir.
Eski Türklerde dokuz sayısının kutlu olduğu ve on sekizin bu sayının
iki misli bulunduğu da dikkate değer.
B. 9. "Kimde bu
ateş yoksa yok olsun."Bu cümlede; görünüşte bir ilenme varsa da
sofilerde "Yokluk-Fark, Fena", zahiri varlıktan geçmek olduğundan "Yok
olmak", hakiki olmıyan varlıktan geçip Tanrı varlığıyle var olmaktır.
Hattâ "Yokluk tamamlanınca Tanrı kalır. Tanrı varlığı meydana çıkar"
mealinde Arapça bir söz de vardır ve bu söze tasavvuf kitaplarında
daima raslanır. Bu bakımdan "Kimde bu ateş yoksa yok olsun" cümlesinin
mânası, "o da bu ateşle yansın, erisin, yok olarak hakikî varlığa
ulaşsın" demektir ve bir hayır duadır.
B. 25. 26. Musa,
Tanrı'dan görünmesini dilemiş. Tanrı, göremiyeceğini, fakat dağa
tecelli edeceğini, dağ yerinde durabilirse görmesi ihtimali olduğunu
söyleyip Tûr'a tecelli etmiş. Tur, zerre zerre olmuş, Musa da düşüp
bayılmış, kendisine gelince tövbe etmiştir. 26 ncı beytin ikinci
mısraı:
Tür mest-u hane
Musa saika
dır ki "Ve harre
Musa saika Musa da baygın bir halde yere yığıldı" cümlesi, aynen
Kur'an'dan alınmadır (Sure: 7 A'râf, âyet: 143).
B. 35. ten
itibaren. Hikâyede "Hakikatta o, Bizim bugünkü halimizdir" deniyor.
Padişah bir halayığa âşıktır, halayık da başka birisini sevmekte. O
sırada Tanrı tarafından bir hekim geliyor. Bu veli hekim, halayığın
hastalığını anlayıp rakibi ortadan kaldırıyor, padişah da nihayet
mecazi aşktan kurtulup hakikata ulaşıyor. Acaba Mevlâna, birisine
âşıktı da Şemseddin-i Tebrizî, o sırada mı geldi? Bu gelen veli
hekimin Şems'e işaret olması çok mümkün. Nitekim 118 inci beyitten
itibaren açıkça Şemseddin öğülmekte. 123 üncü beyitte adı da geçiyor.
B. 47 Mesih,
Kur'an'ın 3 üncü suresi olan Al-i İmran suresinin 45 inci âyetinde, 4
üncü suresi olan Nisa suresinin 171 ve 172 nci âyetlerinde, 5 inci
suresi olan Mâide suresinin 17 ve 75 inci âyetleriyle 9 uncu suresi
olan Tevbe suresinin 31 inci âyetinde İsa Peygamber, bu adla anılır.
Çok gezen, yüce ve şerefli, yahut vaftiz eden mânalarına geldiğini
söyliyenler vardır.
B. 48. 49, 50.
"İnşallah Tanrı isterse" demektir, Kur'an'da, hiçbir şeyin. Tanrı
dilemedikçe olmıyacağı, onun için bir şey hakkında yarın yaparım
denmemesi, bu sözün de söylenmesi bildiriyor (Sure: 18 Kehf. âyet:
23 24). Bu âyetten alınan "İnşaallah" sözü halk arasında
kullanılagelmişir. Anadolu'da, birçok yerlerde "Allah izin verirse"
denir ki tam bunun karşılığıdır.
B. 53. Sirkencübin,
Farsça Sirkengübin sözünün Arapçalaşmış şeklidir. Sirke ile baldan
yapılan buzlu. bir şerbettir. Yazın sıcak günlerde içilir, harareti
keser. Aynı beyitte bademyağının da kuruluk verdiği. yani. aksi bir
tesirde bulunduğu söylenmektedir. Eski tıpta bademyağı yumuşatıcı bir
ilâç olarak kullanıldığı gibi bugün de yine kullanılmaktadır.
B. 54. Halk dilinde
helile denen halilenin karası, mülâyimlik vermek, sarısı ishali kesmek
için kullanılır. Nebati bir ilâç olan helilenin Lâtincesi
Terminaliadır.
B. 80-82.
İsrailoğullarına çölde bulut gölgelik etmiş, gökten pişmiş, kebap
olmuş kuşla kudret helvası yağmıştır (Sure: 2 Bakara, âyet: 57).
İsrailoğulları Musa'dan sarmısak, mercimek, soğan ve saire isteyip bir
çeşit yemekten bıktıklarını söylemişler, bunun üzerine yokluğa,
alçaklığa düşmüşler. Tanrı'dan gazap olarak veba hastalığına
uğramışlardır.(aynı sure âyet:61)
B. 83-87. Havariyy
un'un ricası üzerine İsa'nın duasiyle gökten yemek indiği Kur'an'da
hikâye edilmektedir. (Sure: 5 Mâide. âyet: 112-114).
B. 88. Peygamber'in
"Yağmur yağmadığını gördünüz mü bilin ki halk zekât vermemektedir.
Tanrı da rahmetini onlardan esirgemektedir. Veba çıktığını gördünüz mü
bilin ki dünyada zina çoğalmış, etrafa yayılmıştır" dediği rivayet
edilmiştir.
B. 92. Azâzil,
Şeytan'nın eski adıdır. Melekler arasında Tanrı'ya ibadet edip
dururken. Âdem yaratılmış. Tanrı emrini dinlemeyip kendisini, ateşten
yaratıldığı için daha hayırlı görmüş, Adem'e secde etmemiş ve
rahmetten uzaklaştırılmıştır. Kur'an'ın birçok yerlerinde
(o cümleden olarak
sure: 18 Kehf, âyet: 50, 7 A'raf. 11). Adem - Şeytan hikâyesi
tekrarlandığı gibi Mesnevi'de de sırası geldikçe tekrarlanmaktadır.
B. 96. "Sabır,
genişliğin anahtarıdır" mealinde bir hadîs rivayet edilir.
B. 100. İkinci
mısrada Kur'an'ın 96 ncı suresi olan Alâk suresinin 15 inci âyetinin
ilk kısmı aynen alınmıştır. Bu ve bu âyetten önceki 14 üncü âyetin
manaları şudur: "Ebucehil acaba Tanrı'nın onu görmekte olduğunu bilmez
mi? Hayır, hiç de öyle değil; bilir. Bilir de bu işten vazgeçmezse biz
onu alnındaki perçemden yakalarız."
B. 107. Eski tıpta
insanın vücudunda "Ahlat-ı erbaa" -birbirine karışmış dört şey-
vardır, bunlar da kan, balgam, safra ve sevdadır. Bu dördünün kâfi
miktarda oluşundan mizaç, yani sıhhat meydana gelir. Hastalık,
bunlardan birinin fazlalaşmasiyle başlar.
B. 110. Usturlap,
üstüne gök küresinin haritası çizilmiş yarım daire şeklinde bir
alettir. Bununla gökteki yıldızların mevkii ve bilhassa güneşin doğuş
ve batışiyle zeval vaktinin saati tâyin edilir.
B. 121. Esir,
havanın bulunmadığı boşluğu dolduran, havadan lâtif gözle görünmez,
elle tutulmaz ve fevkalâde kuvvetli olan bir vasattır. Ziyanın,
boşluktan geçip gelebilmesi için böyle bir vasatın lâzım olduğu
düşünülmüştür.
B. 125. "Can" diye
Çelebi Hüsameddin'e hitabediliyor. Bu beyitten 143 üncü beyte kadar
olan konuşma, Mevlâna ile Çelebi Hüsameddin arasında geçmektedir.
B. 125. Yakup
Peygamber'in Yusuf'tan ayrılınca ağlamadan gözlerine ak düşmüş, sonra
kardeşleri Mısır'a gidince orada maliye veziri olan Yusuf, onlara
kendini tanıtıp babasına gömleğini göndermişti. Kafile, Kenan eline
yaklaşınca Yakup, Yusuf'un kokusunu almıya başlamış, nihayet gömlek,
yüzüne, gözüne sürülünce, gözleri görmeye başlamıştı (Sure: 12
Yusuf, âyet: 93 96). Bu yüzden büyük bir müjde, bir vuslat haberi,
çok defa Yusuf gömleğiyle ve bu gömleğin kokusiyle ifade
edilegelmiştir.
B. 133. Sofi "İbn-al
Vakt Vakit oğlu" dur. Yani geçmişle, gelecekle uğraşmaz. İçinde
bulunduğu zaman, neyi icabediyorsa onu yapar. Bu suretle de Tanrı'nın
tecellisine uymuş, hükmüne itiraz etmemiş olur.
B. 142. Bizce.
Şems-i Tebrizî'nin şehit edildiğine delildir.
B. 144-181. Aşkın
bu tarzda teşhis edilmesi, XII nci asır büyüklerinden Nizâmî-i
Arûzî'nin "Çar Makale" sinde "İbn-i Sina"ya atfedilmektedir (Layden-1909
hikâye V. S. 76-80. haşiye 50-249. İbn-i Sina: Kanun, Bulak basması C.
2. S. 71- 72).
B. 175. "Muradınızı
elde etmek için işlerinizi, hareketinizi gizli tutun. Çünkü nimete
erişen herkes, hasede uğrar." Hadîs (Feyz-al Kadir. Mısır 1356-1938.
I. 493).
B. 224. Kur'an'ın
18 inci suresinin (Kehf) 65-82 nci âyetlerinde Musa Peygamber'le Hızır
arasında geçen vaka hikâye edilir: Musa, Tanrı'dan. kendisine bilgi
ihsan edilmiş olan Hızır'la buluşur, onun bilgisini elde etmek ister.
Hızır, sabredemiyeceğini söylerse de Musa ısrar edince, kendisi
anlatıncaya kadar göreceği şeyleri sormamasını şart koşar. Bir gemiye
binerler. Hızır, gemiyi deler. Musa itiraz edince Hızır "Sabredemezsin
demedim mi?" der. Musa derhal özür diler. Kıyıya çıkarlar. Hızır,
rasladıkları küçük bir çocuğu tutup öldürür. Musa, yine itiraz edince
Hızır "Demedim mi" der, Musa da yine özür diler. Tekrar yola düşerler.
Bir köye gelip yiyecek isterler. Köylüler vermezler. Hızır, yolda
yıkılmak üzere olan bir duvarı tamir eder. Musa bu sefer "Buna
karşılık bir ücret alabilirdin" deyince Hızır der ki: "Artık
ayrılmamız lâzım. Yalnız sana sabretmediğin şeylerin içyüzünü
anlatayım: Gemi, çok yoksul kişilerindi. İleride bir padişah var, yeni
gemileri zaptediyor. Bu gemiyi delik görünce almazlar, onun için
deldim. Çocuğun anası, babası müslüman ve temiz insanlar, halbuki
çocuk kâfir olacak; bundan korktum, öldürdüm. Tanrı onlara daha
iyisini verir. Duvara gelince: Köydeki iki yetimin olan o duvarın
altında bir define var. Onların büyüyüp defineyi meydana çıkarmaları
için duvan tamir ettim. Yıkılsa zayi olacaktı." Bu batini bilgiye,
anlattığımız hikâyeye telmihan ve Kehf suresinin 65 inci âyetindeki
"Ledün" sözünden alınarak "İlm-i Ledün Tanrı'ya ait bilgi"
demişlerdir. Tasavvuf kitaplarında bu hikâye çok geçer ve Musa gibi
ulu bir peygamberin bile batıni bilgiyi, Hızır'dan öğrenmek istemesi
delil getirilerek herkese bir mürşit lâzım olduğu söylenir. Mevlâna.
bu hızır ve gemi hikâyesini. Mesnevi'nin ikinci cildinin sonlarında da
anlattığı gibi Sultan Veled "Veled-Nâme" de yine bundan bahseder.
B. 227. İbrahim
Peygamber, gördüğü bir rüya üzerine oğlunu (İsmail yahut İshak)
Tanrı'ya kurban etmeye kalkmış, o sırada gönderilen bir koçu, yine
Tanrı emriyle keserek rüyada aldığı emri yerine getirmiş sayılmıştır
(Sure: 37 Sâffât, âyet: 100-105).
B. 236. Hızır -
Gemi, 224 üncü beytin izahına bakınız.
B. 240. "Kötü kişi
öğülürse Tanrı gazaba gelir ve bu yüzden arş titrer" Hadîs (Feyz-al
Kadir I. 441).
B. 259. Cevlâki:
Cevlâk, Burhan'a göre Cevlah kelimesinin Arapçalaştınlması şeklidir ve
bir cins yün dokumaya denir ki yoksul kişilerle derviş ve kalenderler,
bundan kalçın yaparlar. Arapçada Caelk, baş tıraş etmeye denir. Her
halde bu kelime, her iki kelime ile de münasebetlidir. Cevlâkî ve
Cevâlıka, Kalenderilere denir. XIII üncü asırda Anadolu'ya ve sonradan
Rumeli'ye yayılan ve ekseriyetle toplu bir halde davul, nefir, kudüm,
ve bayraklarla gezen bu derviş taifesi Çâr-darb olurlar, yani
saçlarını, bıyık, sakal ve kaşlarını ustura ile tıraş ettirirlerdi.
Hattâ bu yüzden dilimizde saçlan ustura ile taraş ettirmiye "cascavlak
olmak" denmiştir.
B. 264. Sofiler,
Tanrı velilerinde dereceler, rütbe ve makamlar kabul ederler.
Velilerden yedi. yahut kırk kişi vardır ki bunlar, bir anda birçok
yerlerde görünebilmek kudretindedirler. Meselâ kendileri bir yerdeyken
başka bir yerde, yahut bir çok yerlerde görünürler, kendilerine bedel,
birçok cesetler gösterirler. Bu yüzden bunlara Abdal, yahut Büdelâ
denmiştir. Halk arasında bu mertebe sahipleri "Yediler" yahut
"Kırklar" diye anılır. Ayrıca "Rum Abdalleri,. yahut sadece "Abdallar"
diye anılır taife vardır ki Kalenderîlere. çok benzerler. Anadolu ve
Rumeli'de XVII nci asra kadar tesadüf edilegelen bu dervişler
zümresini Bektaşilik temsil etmiş, bu suretle abdallar, ortadan
kalkmıştır. Mevlânâ'nın kastettiği. Tanrı velileri olan Abdalleridir.
B. 266. Müşriklerin
Peygamber'e "Bu ne biçim Peygamber? Yemek yiyor, sokaklarda geziyor.
Bir melek gönderilseydi, onunla beraber halkı korkutsaydı ya. Yahut
kendisine bir hazine verilseydi, yahut da meyvalarından yiyeceği bir
bağı. bahçesi olsaydı" dedikleri Kur'an'-da hikâye edilmektedir (sure:
25 Furkan. âyet: 7-8).
B. 278-279.
Musa'nın mucizesine karşılık sihirbazlar. Firavun'un huzurunda ipleri,
sopaları yere atmışlar, iplerle sopalar yılan şeklinde görünmüş.
Musa'nın attığı asa da bir büyük yılan şekline girerek öbür yılanları
yutmuş, sonra Musa. yılanı eline alınca sopa olmuş öbür iplerle
sopalar ortada görünmez olmuş, bunun üzerine sihirbazlar îmana
gelmişlerdi. Tevrat'tan alınan bu vak'a Kur'an'ın birçok surelerinde
hikâye edilmektedir (sure: 26 Şuarâ, âyet: 10-68. 42-47).
B. 296. Ümm-ül
Kitap Kur'an'ın 13 üncü suresi olan Ra'd suresinin son âyeti olan 45
inci âyetinde "Ve kâfir olanlar, sen peygamber değilsin derler. De ki:
benimle sizin aranızda şahit olarak Tanrı, bütün mukadderatın
hakikatini ve aslını bilen zat kâfidir" demektedir. Yine aynı surenin
39 uncu âyetinde "Tanrı, takdir ettiği şeylerden dilediğini bozar,
dilediğini yapar. Takdirin aslı ve hakikati ona malûmdur" deniyor. Bu
âyetlere nazaran beyitteki mâna denizi, Tanrı'dır. Fakat sofilerce "Vücud-u
Mutlak Mutlak Varlık" olan. yani hiçbir suretle, hiçbir vasıfla
kayıtlanamıyan Tanrı için mertebeler vardır. Tanrı'nın ilk mertebesi,
zatını bilmesidir ki buna "Zuhura olan meyil" ve "îktiza-yı Zatî. Akl-ı
Evvel, Kalem..." gibi adlar verirler. Bu mertebe; diğer mertebeleri
yani Tanrı'nın ilminde sabit olan hakikatları, Tanrı adlarını, Tanrı
sıfatlarını meydana getirmiştir. Bunların zuhuru da kâinattır. Bu
bakımdan kâinat, kâinat olarak yoktur, fakat Tanrı ilminde sabit olan
hakikatların zuhuru olmak bakımından vardır. Her şey, Tanrı'nın zuhura
olan meylinde, yani ilminde mevcut olduğundan o mertebeye "Ümm-ül
Kitab Kitabın, takdir edilen şeylerin aslı, anası" dedikleri gibi
"Hakikat-ı Muhammediyye" de derler. Bu mertebeye, her zaman âlemde tek
bir kişi sahiptir ki bu zat. yeryüzünde Tanrı halifesidir. Buna "Kutb-Gavs"
denir.
B. 297. "Tanrı,
biri tatlı, öbürü acı iki denizi akıttı. O iki deniz, birbirine
ulaştı. Aralarında bir mania var.. Birbirlerine tecavüz edip
taşmazlar." (sure: 55 -Rahman, âyet: 19). Mevlâna burada olduğu gibi
bilhassa yine bu ciltte bu iki denizin hak ve bâtıl ehli, cennetlik ve
cehennemlikler olduğunu söylemektedir (2570 inci beyitten itibaren
2603 üncü beytin sonuna kadar bu âyet tefsir edilmektedir).
B. 3I5. "Cennet ve
cehennem ehlinin arasında bir perde vardır. O sınırın en yüce yerinde
(A'raf) ta öyle erler vardır ki onlar, herkesi yüzlerinden tanır,
bilirler... (Sure 7 A'raf, ayet 46) Ali'nin "Biz A'raf erleriyiz,,
dediği de rivayet edilir. Sofilerin bir kısmı, herkesi yüzünden
tanıyan Araf erlerini, cennete ve cehenneme bağlı olmıyan Tanrı erleri
olarak kabul ederler.
B. 321. Zaman
zaman, dilenme için türlü türlü tarzlar icadedilmistir. Bir tepsiye
mumlar dikip yakarak dilenmek, sırta vurulan, yahut bele takılan meşin
torbadan tos tos su dağıtarak, mersiye okuyarak dilenmek, ilâhiler
okuyup kapı kapı gezerek dilenmek gibi. Acaba o zamanlar yünden bir
aslan yapılıp bununla maskaralıklar ederek de dilenme var mıydı? Biz,
böyle anlıyoruz. Yine bu beyitteki Ebu Müseylim. H. Muhammedin son
zamanlarında Peygamberlik dâvasına kalkışan "Müseylemel-ül Kezzâb
Yalancı Müseyleme" dir ki birinci halife Ebûbekir zamanında üzerine
asker çekilerek savaşta mağlûp edilmiş ve öldürülmüştür.
B. 373. Deccal. son
zamanlarda çıkıp halkı azdıracak tek gözlü bir Yahudidir. Peygamber,
bu fitneden Tanrı'ya sığınmıştır.
B. 375. Simurg
yahut Anka. mevhum bir kuştur. Yüzü insana benziyen bu kuşun boynu pek
uzunmuş. Renk renk tüyleri varmış, vücudunda her hayvandan bir alâmet
bulunurmuş.
Bütün hayvanları
avladığı gibi insanlara da musallat olduğu için zamanın peygamberi dua
etmiş. Tanrı da bu kuşu, dişisiyle beraber bir yıldırımla helak etmiş.
Simurg. Rüstem'in cerrahı, babası Zâl'in de dadısıdır. Halk. bu kuşa
Zümrüdü Anka der, masallarımıza kadar girmiştir.
B. 381.
Peygamber'in "Huzuru kalb olmadıkça namaz da olmaz" dediği rivayet
edilir ki bu huzur, yani hiçbir şeyle meşgul olmayış, namaz kılmanın
değil, namazın tam namaz oluşunun şartıdır.
B. 332. "Sen onları
uyanık sanırsın amma onlar uykudadır. Biz. onları sağa, sola
çeviririz. Köpekleri de ön ayaklarını yere dayamış olarak mağara
kapısında uyumaktadır. Onları görsen yüzünü çevirir, kaçardın, yüreğin
korkuyla dolardı." (Sure: 18 Kehf, âyet: 18) Eshab-ı Kehf denilen bu
kişiler, altı kişiymisler. Artlarına bir de çoban takılmış, çobanın
köpeği de peşlerini bırakmamış. Zamanlarındaki padişah, halkı bir puta
taptırıyormuş. Bunlar bu kötülüğü yapmamak için kaçıp bir mağaraya
sığınmışlar, orada tam üç yüz dokuz yıl uyumuşlar. Bu köpeğin
hareketi, şairlerimize ilham kaynağı olmuş ve sadakat sembolü olarak
söylenegelmiştir. Mevlana, 1022 nci beyitte bilhassa bu köpekten
bahseder.
B. 400. "Uyku
ölümün kardeşidir. Cennettekilerse ölmezler." Hadis (Feyz'al Kadir, VI
300).
B. 403. 392 nci
beytin izahına bakınız. Bilhassa 2185 inci beyitten itibaren yine
bunlardan bahsetmektedir. Yine bu beyitte Tufandan bahsedilmektedir.
Nuh Peygamber zamanında, onun bedduası üzerine yerden sular fışkırmış,
gökten yağmurlar yağmış, herkes boğulmuş, yalnız Nuh'a inanıp gemisine
girenler kurtulmuştur. Kur'an'ın 71 inci suresi olan Nuh suresinde
Tufan ve Nuh Peygamberin ahvali anlatılmaktadır.
B. 422. Tanrı
gölgesi, bütün varlığını Hak'ta yok etmiş ve Tanrı varlığiyle var
olmuş kâmil veli. Gölgenin varlığı, gölgeyi meydana getirenin
varlığındandır. Bütün hareketleri de onun hareketine tâbidir. Kâmil
veli de. Tanrı'ya nispetle aynı bir gölge gibidir.
B. 424. Kıyamete
yakın birçok "fitne - imtihan" lar olacağı hadîslerde bildirilmiştir.
Bu fitnelerin en büyüğü, asıl büyük Deccal'ın ve ondan önce çıkacak
Deccalların fitnesidir.
B. 425. "Görmez
misin, Rabbin gölgeyi nasıl uzattı. Dileseydi onu sabit kılardı. Sonra
gölgeye güneşi delil ettik, sonra da onu kolaycacık aldık yok ettik"
(25 inci sure Furkan, âyet: 45-46) Sofilere göre gölge kâinattır,
güneş de Tanrı.
B. 426. Kur'an'da
İbrahim Peygamberin Zühre yıldızını görüp "Rabbim budur" dediği,
yıldız batınca Ben batanları sevmem" deyip ondan vazgeçtiği, ay
doğunca "Rabbim budur" dediği, o da batınca "Rabbim bana doğru yolu
göstermezse, şüphe yok yol azıtanlardan olurum" dediği, güneş doğunca
bu sefer "Bu daha büyük, Rabbim bu" dediği, fakat o da gurubedince "Ey
kavim"ben sizin Tanrı'ya ortak ettiğiniz şeylerden vazgeçtim. Yüzümü,
gökleri ve yeri yaratana döndüm, ihlâsla ancak ona yöneldim, şirk
koşanlardan değilim" diyerek doğru yolu bulduğu hikâye edilmektedir
(Sure: 6 En'am. âyet: 75-79).
B. 343."İbrahim ve
İsmail'den, evimi, tavaf edenlere, orada oturup ibadet eyliyenlere,
rukûda, sucutta bulunanlara temiz tutun diye ahd aldık." (Sure: 2
Bakara, âyet: 125) Sofilerce asıl Kabe ve Tanrı evi kalbdir.
B. 500 - 510. İsa
Peygamber'i, Anası Meryem, bir boyacının yanına çırak olarak vermiş. O
vakitler daha çocuk olan İsa'ya bir gün ustası "buradaki elbiselerin
her birinde bir nişan var.
O nişana göre ne
renge boyanacaksa boyarsın" deyip bazı işlerini görmek üzere gitmiş.
İsa, bütün elbiseleri bir tek küpe sokmuş. Ustası gelip bunu görünce
"Eyvah, elbiseleri berbadettin" deyip telâşlanırken İsa, elbiseleri
birer birer çıkarmaya başlamış Her elbise, sahibinin istediği renge
boyanmış olarak çıkmış. Bu mucizeyi görenler, İsa'ya inanmışlar ki "Havariyyun"
bunlarmış.
B. 516. Kimya, eski
telâkkiye göre civayı; gümüş, bakır ve sair madenlerle karıştırıp
"İksir" denen şeyi de ilâve ederek altın elde etme sanatıdır. Simya,
gözbağcılıkla, bakanlara hakikatta olmıyan bazı şeyleri göstermektir.
B. 518. Mor renk
eski İran'da yas rengidir. Bu renge "Duhanî duman rengi" de denir
Mevlâna Celâleddin'in de Şems'in son defa olarak kaybolmasından, yahut
şehidedilmesinden sonra bu renkte hırka giydiği ve bu renk sarık
sarındığı en eski kaynaklarda yazılıdır.
B. 528. Calinus,
Bukrat'tan sonra en büyük hekimdir. Milâdın 131 inci yılında Bergamada
ölmüştür. Bu hekimin birçok eserleri Arapçaya çevrilmiştir.
B. 529. Kur'an'ın 7
nci suresi olan A'raf suresinin 157 ve 158 inci ayetleriyle 62 nci
suresi olan Cumua suresinin 2 nci âyetinde H. Muhammed'in "ümmi" yanî
anadan doğduğu gibi kalmış, okuma yazma öğrenmemiş olduğu
bildirilmektedir. Böyle olduğu halde Kur'an gibi birçok yerleri
hakikaten fevkalâde bir kitabı tebliğ etmesi, zamanındaki şairleri
şaşırtmış; kendisine "kâhin. şair.." demişlerdi. 6 ncı sure olan En'âm
suresinin 92 nci âyetinde Mekke'ye "Ümm-ül Kura Köylerin, şehirlerin
anası, aslı" dendiğine nazaran "ümmi"nin "Mekkeli" mânasına geldiğini
de Peygamberin bir hocadan okumamış olmakla beraber okuma yazma
bildiğini söyliyenler de vardır.
B. 535. Hârut,
Mârut adlı iki melek, insan oğullarının kötülüklerini görüp Tanrı'ya
şikâyette bulunmuşlar. Tanrı, onlara "Onlardaki şehvet sizde de olsa
daha beter olursunuz" demiş. Fakat bu melekler, isyan etmeyeceklerini
söylemişler. Bunun üzerine Tanrı, bunlara şehvet verip Bâbil'e
inmelerini buyurmuş. Bâbil'de hâkimlik ederlerken gayet güzel bir
kadın bir iş için geliyor. Melekler kadına meftun oluyorlar. Fakat
kadın, ya kocasını öldürmelerini, yahut puta tapmalarını, yahut da
şarap içmelerini, aksi takdirde onlara ram olmıyacağını söylüyor.
Şarap içmeyi ehven bulup içiyorlar, bunun üzerine kadın "Her gece ism-i
âzam okuyup göke çıkıyorsunuz. o ismi bana da öğretin" diyor,
öğretiyorlar. Kadın, göke çıkınca Tanrı onu bir yıldız şekline
sokuyor. Zühre yıldızı bu kadınmış. Meleklere de dünya azabiyle ahret
azabından birini kabul etmelerini söylüyor. Dünya azabını kabul
ediyorlar. Tanrı, bunları Bâbil kuyusuna baş aşağı astırıyor, orada
kıyamete kadar azap çekmekteler. Kur'-an'da 2 nci surenin (Bakara) 12
nci âyetinde bu iki meleğin Bâbil'e indikleri, halka sihir
öğrettikleri, kendilerine müracaat edenlere sihir öğretmeden "Biz
Tanrı tarafından size bir imtihan olarak geldik. Sihir öğrenip kâfir
olmayın" dedikleri hikâye edilmekte, yukardaki vak'a anılmamaktadır.
Hârut, Mârut, esas itibariyle Ermenilerin iki mabudundan bozmadır.
Mevlâna birinci ciltte 3320 nci beyitten 3359 uncu beyte kadar yine bu
hikâyeden bahseder.
B. 547. İbrahim,
putları kırdığı, onları tahkir ettiği için Nemrut tarafından ateşe
atılmış, fakat ateş İbrahim'i yakmamıştır. (Sure: 21 Enbiyâ, âyet:
51-70, Kur'an'da başka yerlerde de bu hikâye vardır). Bu ciltte S. 76,
B. 790 ve S. 83, B. 861 de de yine bu vakaya işaret edilmektedir.
B. 548. Sofist'ler,
eski yunan filozoflarının biı .kısmıdır. Eski kitaplar bunları
"İndiye, İnadiye, Lâedriye" diye üçe ayırırlar. Bunların birleştikleri
nokta ve felsefelerinin esası, duygularımıza inanmaktır. İndiye,
duygularımızla idrâk ettiğimiz kâinat, idrakimize tâbidir; var dersek
vardır, yok dersek yoktur der. İnadiye, kâinatı da hayallerden,
vehimlerden ibaret olarak kabul eder. Lâedriye ise her hususta şüpheyi
esas tutarak, kâinatın ve bizim varlığımızı ne biliyoruz, ne
bilmiyoruz; hattâ şüphe ettiğimize de şüphemiz var der. Asıl sofistler
de bunlardır. Sofistler, eski septiklerdir.
B. 568. "Ey
tamamiyle inanmış, emin olmuş nefis, Tanrı'dan razı olarak ve
Tanrının razılığına nail olmuş bulunarak Rabbine dön, sonra da
kullarımın arasına katılarak cennetime gir!" (sure: 89 Fecr. âyet:
27-30).
B. 574. Abıhayat,
Türkçede Bengisu denen muhayyel bir sudur. Karanlıklar diyarında olan
bu suyu, İlyas Peygamber'le Hızır Peygamber bulmuşlar, içmişler ve
ebedî hayata nail olmuşlar.
B. 602. Sofilerin
büyük bir kısmına göre Tanrı, zatiyle var olan ve hiçbir şeyle
mukayyet bulunmayan "Vücud-u Mutlak Mutlak Varlık" tır. Her şey,
ondan var olduğu için asıl var odur ve varlık onundur. Tanrının bu
mertebede hiçbir taayyünü yoktur, yani hiçbir suretle zahir değildir.
Bilinmesine de imkân bulunamaz. İlk taayyünü bilgisidir. Bilgisinde
bütün eşyanın hakikat ları sabit, olmuş, bunların zuhuru da kâinatı
meydana getirmiştir. Kâinatın varlığı, onunla, vardır, hakikatta ise
yok olan bir varlıktır. Ancak bu sözlerden; Tanrı vardı, sonra
kendisini bildi, sonra bilgisinde eşya sabit oldu, bundan sonra da
kâinatı meydana getirdi gibi bir şey anlaşılmamalı. Burada zaman,
bahis mevzuu olamaz. Bunlar, mutlak varlığın mertebelerinden
ibarettir, yani Tanrı, zatı itibariyle mutlaktır. Zatının iktizası,
kendisini bilmesidir. Bu bilgide eşyanın hakikatleri sabittir. Bu
sübut kâinatı izhar eder. Bu, her an böyledir (296 ncı beytin izahına
bakınız).
B. .615, Bedir
harbinden bahsedilirken Kur'an'da. "Onları siz öldürmediniz. Tanrı
öldürdü.
Ok attığın zaman
sen atmadın, Tanrı attı" denmektedir (sure: 8 Enfâl, âyet 17).
B. 617. Cebir,
kulda irade ve ihtiyar olmadığına, her şeyin Tanrı tarafından
yaptırıldığına inanmaktır ki bu inanışa sahip olanlara, bu inanışı
kendilerine "mezhep - gidilen yol" olarak kabul edenlere "Cebrî"
denir..
B. 618. İhtiyar,
kulun her şeyi kendi dileğiyle, kendi iradesiyle yaptığına inanmaktır.
Bu inanışa sahip olanlara, bu inanışı kendilerine mezhep edinenlere
"Kaderiye denir. Bunlar, kulların işledikleri işlerde kaderi, inkâr
ederler. Kader, Tanrı bilgisidir. Fakat bu bilgi, bizi
o işi yapmaya
mecbur etmez derler. Mutezile bu. mezheptedir. Sünnilere göre kulda
cüz'i
bir irade vardır.
Kul, iradesini sarfeder. Tanrı o işi yaratır.
B. 640. Sicciyn,
daimî olan şey demektir. Cehennemde bir vadinin adıdır ve burası
cehennemin en. kötü yeridir. Kur'an'da kötülük edenlerin hesap
defterinin burada olduğu bildirilmektedir (sure: 83 Mutaffifîn,
âyet: 7-9).
B. 641. İlliyyîn,
yedinci kat gökte bir yerin adı, Cennetlerin en yüksek ve iyi yeridir.
Bir rivayete göre de yedinci kat gökün, yahut insanın iyilik ve
kötülüğünü yazan meleklerin divanlarının adıdır. Kur'an'da iyilik
edenlerin hesap defterlerinin burada olduğu bildiriliyor (sure: 83
Mutaffifîn. âyet: 18-21).
B. 676.dan sonraki
başlıktaki cümle Kur'an'ın 2 nci suresi olan Bakara suresinin 285 inci
âyetinden alınmıştır. Peygamberleri, bu birbirinden ayırt etmeyiş
Peygamberlik bakımındandır. Çünkü aynı surenin 253 üncü âyetinde
Peygamberlerin bazılarının bazılarından üstün olduğu bildirilmektedir.
B. 686. Cevher,
kendi kendine var olan şeydir ki araz karşılığıdır. Araz kendi kendine
var olmayıp varlığı için bir cevhere muhtaç olan şeydir. Meselâ cisim,
cevherdir. Cismin sekli, rengi, hali, sayısı, bulunduğu yer, yaptığı
iş ve saire arazdır.
|