Fakat iki parmağını
iki gözünün üstüne koy: bir şey görebilir misin? İnsaf et!
Sen görmesen de dünya yok değildir. Kusur, ancak şom, nefsin
parmağında.
Kendine gel! Gözünden parmağını kaldır da ne istiyorsan gör.
Nûhun ümmeti, Nûha Nerede sevap? dediler. Nûh duymamak,
görmemek için elbisenize büründüğünüz cihette.
1405.
Elbiselerinize bürünüp yüzünüzü, başınızı sardınız; ondan dolayı
gözünüz olduğu halde görmediniz dedi.
İnsan gözden ibarettir. Geri kalanı bir deridir. Göz de, dostu
gören göze derler.
İnsan, dostu görmeyince kör olsun, daha iyi. Böyle adam Süleyman
bile olsa, karınca ondan yeğdir. "
Bu yepyeni sözler, Rum elçisini semaa getirdi, Ömeri görmek
iştiyakı arttı.
Gözünü o padişahı aramaya dikti, eşyasını da kaybetti, atını da.
1410. O iş erinin
ardına düşmüş, her tarafa koşmakta, delicesine onu aramaktaydı.
Dünyada böyle adam da olur mu ki cihandan can gibi gizlenmiş
diyordu.
Candan kul olmak için onu aradı. Şüphesiz, arayan bulur.
Bir bedevi karısı, onun yabancı olduğunu gördü; Ömeri aradığını
anlayıp İşte şuracıkta, şu hurma ağacının altında ;
Elçinin Emîrülmüminin Ömeri
Tanrı ondan razı olsun bir ağaç altında uyur bulması
Hurma ağacının
dibinde, halktan ayrılmış, yapayalnız, gölgelikte uyuyan Tanrı
gölgesini gör dedi.
1415. Elçi oraya
gelip uzakta durdu. Ömeri görünce titremeye başladı.
O uyuyandan elçiye bir heybet, gönlüne hoş bir hal geldi.
Muhabbet ve heybet birbirinin zıttı iken gönlünde bu iki zıttın
birleştiğini gördü.
Kendi kendine Ben nice Padişahlar gördüm; büyük sultanların
makbulü oldum.
Onlardan korkmaz, ürkmezdim. Bu adamın heybeti aklımı başımdan
aldı.
1420. Aslanlar,
kaplanlar bulunan ormanlara daldım, yüzümün rengi bile kaçmadı.
Bir çok savaşlarda bulundum; savaş başlayınca
Bir hayli ağır yaralar aldım, düşmanları ağır bir surette
yaraladım. Bütün bu ahvalde kalbim, diğerlerinden daha kuvvetli idi.
Bu adam silâhsız, kuru yerde yatıyor; benim yedi âzam tir tir
titremekte; bu ne?
Bu heybet Haktan halktan değil; bu heybet, şu abalı adamdan
gelmiyor dedi.
1425. Bir kişi
Haktan korkup takva yolunu tuttu mu: cin olsun, insan olsun, onu kim
görse korkar.
Bu düşünce içinde hürmetle ellerini bağladı. Bir müddet sonra Ömer,
uykudan uyandı.
Ömerin uykudan
uyanması ve Kayser elçisinin ona selâm vermesi
Elçi, Ömeri
tâzim etti, ona selâm verdi. Peygamber önce selâm sonra söz
demiştir.
Ömer, selâmını alıp onu yanına çağırdı, onu teskin etti, karşısına
oturdu.
Korkanı, emin ederler, gönlünü yatıştırırlar.
1430. Korkmayın
sözü, korkanlara sunulan hazır yemektir. Ve bu yemek tam onlara
lâyıktır.
Korkusu olmayana nasıl korkma dersin? Niye ona ders veriyorsun?
O, derse muhtaç değil ki!
Ömer, o yüreği oynayan kimseyi sevindirdi, yıkılmış gönlünü yaptı.
Ondan sonra en güzel bir yoldaş olan Tanrının tertemiz sıfatlarına
dair ince bahislere daldı;
Elçiye, makam nedir? Hâl neye derler? Anlasın, bilsin diye
Tanrının Abdallara gönderdiği lûtuf ve ihsanları nakletti.
1435. Hâl güzel bir
gelinin cilvesidir; makam ise o gelinle halvet olup vuslatına
erişmektir.
Gelinin cilvesini padişahta görür, başkaları da. Fakat onunla
vuslat, ancak aziz padişaha mahsustur.
Gelin, havassa da cilve eder, avama da. Ama onunla halvete giren
ancak padişahtır.
Sûfîler içinde hâl ehli çoktur, fakat aralarında makam sahibi
nadirdir.
Ömer, elçiye can menzillerini söyledi, ruh seferlerini anlattı.
1440. Zamandan
dışarı olan, zamana sığmayan bir zamandan, azamete mensup kutsiyet
makamından,
Ruh simurgunun, bu âleme gelmeden önceki geniş uçuşlarından
bahsetti.
Ruhun, o âlemde bir uçuşu, ufukları aşıyordu; iştiyak çekenlerin
ümitlerinden de ileri gidiyordu, hırslarından da!
Ömer, o yabancı çehreli zatı tam dost buldu, canının Tanrı
sırlarını dilediğini anladı.
Şeyh, kâmildi, talibin de tam bir isteği vardı. Yolcu çevikti, at
da kapıdaydı.
1445. O mürşid,
onun irşad edilmeye kabiliyeti olduğunu gördü; tertemiz tohumu, temiz
yere ekti.
Rum Kayseri
elçisinin Emîrülmüminin Ömerden suali
Elçi ya
Emirülmüminin! Can yücelerden yere nasıl indi?
Hiçbir şeyle mukayyet olmayan can kuşu nasıl kafese girdi? diye
sordu. Ömer dedi ki: Hak, ona afsunlar okudu, hikâyeler söyledi.
Tanrı; gözü kulağı olmayan yokluklara afsun okuyunca onlar, coşmaya
başlarlar; varlık âlemine konarlar.
Yok olanlar, onun afsuniyle varlık diyarına takla atarak ve derhal
gelirler.
1450. Sonra var
olana yine bir afsun okuyunca onu yokluğa derhal ve iki çifte atla
sürer.
Gülün kulağına bir şey söyledi, güldürdü. Taşın kulağına bir şey
söyledi, akik ve maden haline getirdi.
Cisme bir âyet okudu, can oldu. Güneşe bir şey söyledi, parladı.
Sonra yine güneşin kulağına korkunç bir şey üfler, yüzüne yüzlerce
perde iner.
O kelâm sahibi Tanrı, bulutun kulağına bir şey okur; gözünden misk
gibi yaşlar akıtır.
1455. Toprağın
kulağına ne söyledi ki murakebeye vardı, dalgın bir halde kaldı!
Tereddüt içinde kalan, hayretlere düşen kişinin kulağına da Hak,
bir muamma söylemiştir.
Bu suretle onu iki şüphe arasında hapseder. Ey yardımı istenen
Tanrı! Şunu mu yapayım, bunu mu? der.
İki şıktan birini üstün tutar, üstün tuttuğunu yaparsa o da yine
Haktandır.
Can aklının tereddüt içinde bocalamasını istemezsen o pamuğu can
kulağına tıkma,
1460. Ki Tanrının
o muammalarını anlayasın, gizlice ve açıkça söylenen sözleri idrak
edesin.
Böyle yaparsan can kulağı vahiy yeri olur. Vahiy nedir? Zâhiri
duygudan gizli söz.
Can kulağı ile can gözü, zâhirî duyguya yabancıdır; o duygu, bu
duygudan bambaşkadır. Akıl ve duygu kulağı, bu hususta müflistir.
Cebir meselesi, aşkımı ihtiyarsız bir hale getirdi, sabrımı elden
aldı. Âşık olmayansa cebri hapsetti, onu inkâr yahut takyid eyledi.
Halbuki bu, Hakla beraberlik ve birliktir, cebir değil... Bu, ayın
tecellisidir bulut değil.
1465. Cebir bile
olsa, herkesin bildiği cebir; yalnız kendi menfaatini gözeten Nefsi
Emmarenin cebri değildir.
Ey oğul! Tanrı, kimlerin gönül gözünü açtıysa bu cebri onlar anlar.
Gayb ve istikbal onlara apaçık görünmektedir. Maziyi anış onlarca
değersiz bir şeydir.
Onların ihtiyarı da başka türlüdür, cebri de. Yağmur damlaları
sedeflerin içinde inci olur.
Sedeften dışarıda küçük, büyük damlalar var, sedefin içinde ise
küçük, büyük inciler.
1470. Onlarda misk
ahusunun göbeğindeki kabiliyet vardır. Dışarıdaki kan damlaları,
bunların içlerinde misktir.
Sen, dışarıdaki kan, göbeğin içinde nasıl misk olur? Deme!
Bu bakır, dışarıda âdi ve bayağı bir şeyken iksîrin içinde nasıl
altın olmuş da deme!
İhtiyar ve cebir, sende bir hayalden ibarettir. Onlardaysa Tanrı
azametinin nuru haline gelmiştir.
Ekmek, sofrada durduğu müddetçe cansızdır. Fakat insan vucudunda
neşeli ruh kesilir.
1475. Sofranın
ortasında duran o ekmeğin can olması imkânsızdır. Fakat can, sel sebil
suyu ile o olmayacak şeyi yapar, ekmeği ruh haline getirir.
Ey doğru okuyup doğru anlayan! Bu can kuvvetidir; bir düşün, o
canlar canının kuvveti ne olabilir?
İnsanın bir tek kolu, candan gelen kuvvetle dağı, denizle,
madenlerle yarıp delmekte.
Dağ yaran (Ferhâd) ın candan gelen kuvveti taş delmek, canlar
canının kuvveti de kameri ikiye bölmektir.
Gönül, Tanrı sırları dağarcığını açarsa can, arşa doğru süratle
koşar gider.
Âdem Aleyhisselâmın Rabbenâ zalemnâ diye hatayı kendisine
isnadetmesi, İblîsin Bimâ agveyteni diyerek suçu Tanrıya
yüklemesi
1480. Hakkın
yaptıklarını da gör, bizim yaptıklarımızı da. Her ikisini de gör ve
bizim yaptığımız işler olduğunu bil, zaten bu meydanda.
Ortada halkın yaptığı işler yoksa, her şeyi Hak yapıyorsa, şu halde
kimseye bunu niye böyle yaptın deme!
Tanrının yaratması, bizim yaptığımız işleri meydana getirmektedir.
Bizim işlerimiz, Tanrı işinin eserleridir.
Söz söyleyen kimse, ya harfleri görür, yahut mânayı. Bir anda her
ikisini birden nasıl görebilir?
İnsan, konuşurken mânayı düşünür, onu kastederse harflerden
gafildir. Hiçbir göz, bir anda hem önünü, hem ardını göremez.
1485. Şunu iyice
bil! Önünü gördüğün zaman ardını nasıl görebilirsin?
Madem ki can, harfi ve mânayı bir anda ihata edemez, nasıl olur da
hem işi yapar, hem o iş yapma kudretini yaratır?
Ey oğul! Tanrı, her şeye muhittir. Bir işi yapması, o anda diğer
bir işi yapmasına mâni olamaz.
Şeytan, Bima ağveytenî dedi; o alçak ifrit, kendi filini
gizledi.
Âdem ise Zalemna enfüsena dedi; bizim gibi Hakkın fiilinden
gafil değildi;
1490. Günah ettiği
halde edebe riayet ederek Tanrıya isnad etmedi. Tanrının halk
ettiğini gizledi. O suçu kendine atfettiğinden ihsana nail oldu.
Âdem, tövbe ettikten sonra Tanrı, Ey Âdem! O suçu, o mihnetleri,
sen de ben yaratmadım mı?
O benim taktirim, benim kazam değil miydi; özür getirirken niye onu
gizledin? dedi.
Adem Korktum, edebi terk etmedim deyince Tanrı, İşte ben de onun
için seni kayırdım dedi.
Hürmet eden, hürmet görür. Şeker getiren badem şekerlemesi yer.
1495. Temiz şeyler,
temizler içindir; sevgiliyi hoş tut hoşluk gör; incit, incin!
Ey gönül! Cebirle ihtiyarı birbirinden ayırt etmek için bir misal
getir ki ikisini de anlayasın:
Titreme illetinden dolayı titreyen bir el, bir de senin titrettiğin
el...
Her iki hareketi de bil ki Tanrı yaratmıştır; fakat bu hareketi
onunla mukayeseye imkân yoktur.
İhtiyarınla el oynatmadan pişman olabilirsin; fakat titreme
illetine müptelâ bir adamın pişman olduğunu ne vakit gördün?
1500. Anlayışı kıt
biriside şu cebir ve ihtiyar meselesine yol bulsun, bu işi anlasın
diye söylediğimiz bu söz, aklî bir söz, aklî bir bahistir. Fakat zaten
bu hilekâr akıl, akıl değildir ki.
Aklî bahis, inci ve mercan bile olsa can bahsi, başka bir bahistir.
Can bahsi başka bir makamdır, can şarabının başka bir kıvamı
vardır.
Akıl bahisleri hüküm sürdüğü sırada Ömerle Ebülhakem sırdaştı.
Fakat Ömer, akıl âleminden can âlemine gelince can bahsinde
Ebülhakem, Ebucehil oldu.
1505. Ebucehil,
cana nispetle esasen cahil olmakla beraber his ve akıl bakımından
kâmildi.
Akıl ve bahsi, bil ki eser, yahut sebeptir (Onunla müessir ve
müsebbip anlaşılır). Can bahsi ise büsbütün şaşılacak bir şeydir.
Ey nur isteyen! Can ziyası parladı; lâzım, mülzem, nâfî, muktazî
kalmadı. Bir gören kişinin.
Nuru doğmuş parlamaktayken sopa gibi bir delilden vazgeçeceği
meydandadır.
Yine hikâyeye geldik; zaten ne zaman hikâyeden ayrıldık ki?
Ve Hüve
maaküm eynemâ küntüm âyetinin tefsiri
1510. Cehil bahsine
gelirsek o Tanrının zindanıdır; ilim bahsine gelirsek onun bağı ve
sayvanı.
Uyursak onun sarhoşlarıyız; uyanık olursak onun hikâyesinden
bahsetmekteyiz.
Ağlarsak rızıklarla dolu bulutuyuz; gülersek şimşek!
Kızar, savaşırsak bu, kahrının aksidir, barışır, özür serdedersek
muhabbetinin aksidir.
Bu dolaşık ve karmakarışık âlemde biz kimiz? Elif gibiyiz. Elifinse
esasen, hiç ama hiçbir şeyi yoktur!
Elçinin Ömerden - Tanrı ondan razı olsun - , ruhların
bu balçığa müptelâ olmalarının sebebini sorması
* Ömerden, bu
sözleri işitince elçinin gönlünde bir parlaklık belirdi.
* Sual de mahvoldu cevapta... Hatadan da kurtuldu, doğrudan da.
* Aslı anladı, ferilerden geçti. Ancak bir hikmete erişip, faydalanmak
için sormaya başladı:
1515. Ömere O duru suyun bulanık yerde hapsedilmesinin hikmeti ne,
bunda ne sır var?
Duru su, toprakta gizlenmiş; sâf can cisimlerde mukayyet olmuş,
sebebi nedir? dedi.
Ömer dedi ki: Sen derin bir bahse dalıyorsun. Meselâ mânayı
harflerle takyid eder(bir söz söylersin).
Serbest olan mânayı hapsettin, nefesi bir kelime ile takyid
eyledin.
Sen faydadan mahçup iken; ruhun bedene gelmesindeki faydayı
bilmezken; bunu, bir fayda elde etmek için yaparsın da.
1520. Fayda,
kendisinde zuhur eden Tanrı, bizim gördüğümüzü nasıl görmez?
Mânanın kelimelerle söylenmesinde yüz binlerce fayda var. Bu
faydaların her biri, canın cesede girmesindeki faydaya nispetle pek
değersiz.
Cüzilerin cüzü olan senin bu nefesin, bu söz söylemen, küllî bir
fayda temin ederse ruhun bedene girmesiyle meydana gelen küll, neden
faydasız olsun?
Sen bir cüz iken fayda görüyorsun. O halde neden kınama elini külle
uzatıyor, onu neden kınıyorsun?
Sözün faydası yoksa söyleme, varsa itirazı bırakıp şükretmeye
çalış!
1525. Tanrıya
şükretmek herkesin boynunun borcudur. Kavga etmek, suratını ekşitmek,
şükür değildir.
Şükretmek surat ekşitmeden ibaretse sirke gibi şükreden hiç kimse
yok!
Sirke, ciğere gitmek için yol arıyorsa ona şekerle karış da
sirkengübin ol de!
Mânayı şiire sıkıştırmaya çalışmak, haptolmakla müsavi, ondan gayrı
bir şey değil. Şiirde mâna, sapan gibi
istenen yere gitmesine imkan
yok.
Tanrı
ile oturmak dileyen tasavvuf ehliyle otursun sözünün mânası
Elçi, bu bir iki
kadehle kendinden geçti; hatırında ne elçilik kaldı, ne getirdiği
haber!
1530. Tanrı
kudretine hayran olup kaldı; makam erişip sultan oldu.
Sel denize kavuştu deniz oldu. Tane ekinliğe vardı, ekin oldu.
Ekmek Âdem Atanın vucuduna karıştı, ölü iken dirildi, haberdar
oldu.
Mum ve odun, ateşe can verip yanınca nursuz vücutları nurlandı.
Sürme taşı, (döğülüp) gözlere çekilince iyi görmeye sebep oldu,
gözcü kesildi.
1535. Ne mutlu o
adama kendisinden kurtulmuş, diriye ulaşmıştır!
Yazık o diriye ki ölü ile oturmuş, ölmüş; hayatını kaybetmiştir!
Tanrı Kuranına kaçar, sığınırsan Peygamberlerin ruhlarına
karışırsın.
Kuran; Peygamberlerin, Tanrının temiz ululuk denizindeki
balıkların halleridir.
Fakat okur da dediğini tutmazsan farzet ki peygamberleri, velileri
görmüşsün (inanmadıktan onlara uymadıktan sonra ne fayda !).
1540. Kuranın
hükümlerini tutar, kıssalarından hisse alırsan can kuşuna ten kafesi
dar gelir.
Kafeste mahpus olan kuşun kurtulmak istememesi cahilliktendir.
Kafeslerden kurtulan ruhlar, Tanrıya lâyık ve halka rehber olan
peygamberlerdir.
Onların sesleri, kafeslerin dışından ve din makamından gelir: Sana
kurtuluş yolu ancak budur, bu!
Biz bu daracık kafesten bununla kurtulduk. Bu kafesten kurtulmanın
bundan başka çaresi yok!
1545. Kazandığın
şöhretten kurtulman için inleyip duran bir hasta haline gir!
Zaten halk arasında meşhur olmak, sağlam bir bağdır. Bu bağ bu
yolda demir bir bağdan aşağı mıdır ki?
Bir
tâcirin ticaret için Hindistana gitmesi ve mahpus dudusunun, onunla
Hindistan dudularına haber yollaması
Bir tacirin bir
dudusu vardı, kafeste hapsedilmiş, güzel bir duduydu.
Tacir, Hindistana gitmek üzere yol hazırlığına başladı.
Kerem ve ihsan dolayısıyla, kölelerinin, cariyeciklerinin her
birine Çabuk söyle, sana Hindistandan ne getireyim? dedi.
1550. Her birisi
ondan bir şey diledi. O iyi adam hepsine, istediklerini getireceğini
vadetti.
Duduya da Sen ne armağan istersin, sana Hindistan elinden ne
getireyim? dedi.
Dudu dedi ki: Oradaki duduları görünce benim halimi anlat.
Dedi ki: Sizin müştakınız olan filan dudu, Tanrının takdiriyle
bizim mahpusumuzdur.
Size selâm söyledi, yardım istedi; sizden bir çare, bir kurtuluş
yolu diledi.
1555. Dedi ki: Reva
mıdır ben iştiyakınızla gurbet elde can vereyim.
Sıkı bir hapis içinde olayım da siz gâh yeşilliklerde, gâh
ağaçlarda zevk ve sefa edesiniz.
Dostların vefası böyle mi olur? Ben şu hapis içindeyim, siz gül
bahçelerinde.
Ey Ulular! Bir seher çağı şarap meclisinde bu inleyen garibi de
hatırlayın!
Dostların sevgiliyi anması, sevgiliye ne mutludur. Hele anan ve
anılanın biri Leylâ, öbürü Mecnun olursa.
1560. Ey güzel
endamlı sevgilinin mahremleri! Kendi kanımla doldurduğum peymaneleri
içmem reva mı?
Sevgili! Bana da bir nasip vermek istersen beni anarak bir kadeh
iç! İçerken bu yerlere serilmiş düşkün âşığı yâd ederek toprağa bir
yudum şarap dök!
Şaşılacak şey! Nerde o ahit, nerde o yemin? O şeker gibi dudağın
verdiği vaadler hani?
Bu kulun ayrı düşmesi, fena kulluktansa... kötüye kötülükle
mukabele edersen aramızda ne fark kalır?
1565. Fakat
hiddetle, şiddetle senden gelen kötülük, semadan, çengin
nağmelerinden daha zevkli, daha neşeli.
Ey cefası devletten daha güzel, intikamı candan daha sevimli
dilber!
Ateşin bu... acaba nurun nasıl? matem, bu olunca düğünün nice?
Cevrinde öyle tatlılıklar var ki...malik olduğun letafet yüzünden
kimse seni hakkıyla anlayamaz.
Hem inlerim, hem de sevgili inanır da kereminden o cevri azaltır
diye korkarım.
1570. Kahrına da
hakkıyla âşığım, lûtfuna da. Ne şaşılacak şey ki ben bu iki zıdda da
gönül vermişim.
Tanrı hakkı için bu dikenden kurtulur, gül bahçesine kavuşursam bu
sebepten bülbül gibi feryat ederim.
Bu ne şaşılacak şey bülbüldür ki ağzını açınca dikeni de gül
bahçesiyle beraber yutar, ikisini de bir görür!
Bu bülbül değil, ateş canavarı! Onun aşkıyla bütün kötü şeyler,
kendisine hoş gelmekte!
Güle âşık, halbuki esasen kendisi gül, kendisine âşık, kendi aşkını
aramakta!
İlâhî akıl
kuşlarının kanatlarının evsafı
1575. Can dudusunun
hikâyesi de bu çeşittir. Fakat nerede kuşlara mahrem olan kişi?
Nerede zayıf ve suçsuz bir kuş ki onun içine Süleyman, askeriyle
ordu kurmuş olsun!
Şükür yahut şikâyetle feryat edince yere, göğe zelzeleler düşsün!
Her demde ona Tanrıdan yüz mektup, yüz haberci erişsin; o bir kere
Ya Rabbi deyince Haktan altmış kere Lebbeyk sesi gelsin!
Hatası, Tanrı indinde ibadetten daha iyi olsun; küfrüne nispetle
bütün halkın imanı değersiz kalsın!
1580. Öyle kişiye
her nefeste hususi miraç vardır. Tanrı, onun tacının üstüne yüzlerce
hususi taç koyar.
Cismi topraktadır, Canı Lâmekân Âleminde, O Lâmekân Âlemi,
saliklerin vehimlerinden üstündür. (vehimlere sığmaz.)
O Lâmekân Âlemi, vehmine gelen bir âlem olmadığı gibi hayaline de
doğmaz.(ne idrâk edebilirsin, ne tahayyül !)
Cennetteki ırmak, nasıl cennettekilerin hükmüne tâbi ise mekân
âlemiyle Lâmekân Âlemi de, o âlemin hükmüne tâbidir.
Bu ilâhî akıl kuşlarına ait olan bahsi kısa kes, bu sözden yüzünü
çevir, sükût et! Doğrusunu, Tanrı daha iyi bilir.
1585. Dostlar biz
yine kuş, tacir ve Hindistan hikâyesine dönelim:
Tacir, Hindistandaki dudulara, dudusundan selam götürmeyi kabul
etti.
Tâcirin, kırda Hindistan
dudularını görüp onlara dudusundan haber götürmesi
Hindistan
uçlarına varınca kırda birkaç dudu gördü.
Atını durdurup seslendi, dudunun selâmını ve kendisine emanet
ettiği sözleri söyledi.
O dudulardan birisi, bir hayli titredi ve düşüp öldü, nefesi
kesildi.
1590. Tâcir, bu
haberi verdiğinden dolayı pişman oldu, dedi ki: Bir cana kıydım,
Bu dudu, olsa olsa o duducağızın akrabası olacak, galiba bunların
cisimleri iki, canları bir.
Bu işi neye yaptım, o haberi neye verdim? Bu münasebetsiz sözle
biçareyi yaktım, yandırdım.
Bu dil, çakmak taşıyla çakmak demiri gibidir. Dilden çıkan da ateşe
benzer.
Mânasız yere gâh hikâye yoluyla, gâh laf olsun diye çakmak taşıyla
demirini birbirine vurma!
1595. Zira ortalık
karanlıktır, her tarafta pamuk dolu. Pamuk arasında kıvılcım nasıl
durur?
Zalim onlardır ki gözlerini kapamışlar, söyledikleri sözlerle bütün
âlemi yakmışlardır.
Bir söz, bir âlemi yıkar, ölmüş tilkileri aslan eder.
Canlar aslen İsâ nefeslidir; bir anda yara, bir anda merhem
olurlar.
Canlardan perde kalkaydı; her canın sözü, Mesih'i sözü gibi tesir
ederdi.
1600. Şeker gibi
söz söylemek istersen sabret, haris olma , bu helvayı yeme!
Feraset sahiplerinin iştahları sabradır, onlar sabretmek isterler.
Helva ise, çocukların istediği şeydir.
Sabreden, göklerin üstüne yükselir; helva yiyense geriler, kalır!
Ferideddîn-i
Attârın Tanrı ruhunu takdis etsin sözünün tefsiri
Ey gafil! Sen
nefis ehlisin, toprak içinde kan yiyedur! Fakat gönüle sahip olan kişi
, zehir bile yese o zehir bal olur.
Gönüle sahip olan kişi, apaçık öldürücü bir zehir bile yese ona
ziyan gelmez.
Çünkü o, sıhhat bulmuş, perhizden kurtulmuştur. Fakat zavallı talip
(kemale ermemiş salik), henüz hararet içindedir.
1605. Peygamber
buyurdu ki:Ey cüretli talip! Sakın hiçbir matlûp ile mücadele etme!
Sende Nemrûdluk var, ateşe atılma, atılacaksan önce İbrahim ol!
Madem ki sen ne yüzgeçsin, ne de denizci... aklına uyup kendini
denize atma!
Yüzgeç ve denizci, denizden inci çıkarır, ziyanlardan bile bir
hayli fayda elde eder.
Kâmil, toprağı tutsa altın olur; nâkıs, altını ele alsa toz toprak
kesilir.
1610. O gerçek er,
Tanrıya makbul olmuştur, bütün işlerde onun eli Tanrı elidir.
Nâkıs kimsenin eli ise Şeytannın, ifritin elidir. Çünkü Şeytannın
teklif ve hile tuzağına tutulmuştur.
Kâmile göre bilgisizlik bile bilgi olur, nâkısın bildiği bilgi ise
bilgisizlik kesilir.
İlletli kimse, ne tutarsa illet olur. Kâmil kâfir bile olsa o
küfür, din ve şeriat haline gelir.
Ey yayan olduğu halde süvari ile yarışa girişen! Sen bu müsabakada
kazanmayacak , onu geçmeyeceksin, iyisi mi, dur!
Sihirbazların Ne buyurursun, asâyı önce sen mi atarsın, yoksa biz mi
atalım? diyerek Mûsa Aleyhisselâma hürmey edip onu ağırlamaları,
Mûsânın da Siz atın demesi
1615. Melûn
Firavunun zamanında sihirbazlar Mûsâ ile kin güderek mücadeleye
giriştiler.
Fakat onu büyük tuttular, öne geçirdiler, ağırladılar.
Zira ona Ferman senin. İstiyorsan önce sen asânı at dediler.
Mûsâ Hayır, ey sihirbazlar, önce siz büyülerinizi meydana koyun
dedi.
Mûsâya karşı gösterdikleri o kadarcık hürmet , din sahibi
olmalarına sebep oldu; inat yüzünden de elleri ayakları kesildi.
1620. Sihirbazlar
Mûsânın hakkını anladıklarından evvelce işledikleri suça karşılık
olarak ellerini, ayaklarını feda eylediler.
Yemek yemek ve nükte söylemek, kâmile helâldir; madem ki sen kâmil
değilsin yeme ve sükût et!
Çünkü sen kulaksın, o dildir; o senin cinsinden değil, Tanrı,
kulaklara Ansitû buyurdu.
Çocuk önce, süt emme kabiliyetinde doğar, bir müddet susar ve
tamamı ile kulak kesilir.
Lâkırdı söylemeyi öğreninceye kadar bir zaman dudağını yumması, söz
söylememesi gerekir.
1625. Kulak
vermezse ti ,ti diye mânasız sözler söyler; kendisini âlemin
dilsizi yapar.
Anadan sağır doğan ise hiç dinlemediği için dilsiz olur; nasıl dile
gelsin?
Çünkü söz söylemek için önce dinlemek gerektir. Söze, kulak verme
yolundan gir.
Evlere kapılardan girin; rızıkları, sebeplerine teşebbüs ederek
arayın!
Dinleme ihtiyacı olmaksızın anlaşılan söz, ancak tamahsız ve
ihtiyaçsız olan Tanrının sözüdür.
1630. Tanrı,
yarattığını eşsiz, örneksiz yaratır; üstada tâbi değildir. Herkes ona
dayanır; onun dayanacağı bir varlık yoktur.
Ondan başka bütün mahlûkat; hem sanatında, hem sözünde üstada
tâbidir, örneğe muhtaçtır.
Bu söze yabancı değilsen bir hırkaya bürün, bir viraneye çekil ve
gözyaşı dök!
Çünkü Âdem, Tanrı itabından ağlamakla kurtuldu; tövbekârın nefesi
ıslak göz yaşlarıdır.
Âdem, yeryüzüne, ağlamak için, daima feryadetmek, inlemek ve mahzun
olmak için gelmiştir.
1635. Âdem,
Firdevsten, yedi kat göklerin üstünden ayakları dolaşarak en âdi
yere, tâ kapı dibine, özür dilemek için gitti.
Eğer sen de Âdemoğluysan onun gibi özür dile, onun yolunda yürü!
Gönül ateşiyle göz yaşından çerez düz. Bahçe, bulutla güneş
yüzünden yetişmiş, yeşermiştir.
Sen gözyaşı zevkini ne bilirsin? Görmedikler gibi ekmek âşığısın!
Bu karın dağarcığından ekmeği boşaltırsan ululuk incileri ile
doldurursun.
1640. Önce can
çocuğunu Şeytan sütünden kes de sonra onu meleklere ortak yap.
Sen karanlık, mükedder ve bulanık oldukça bil ki melûn Şeytanla
süt kardeşisin!
Nur ve kemali arttıran lokma, helâl kazançtan elde edilen lokmadır.
Çırağımıza katılınca söndüren yağa yağ deme, çırağı söndüren yağa
su de!
İlim ve hikmet helâl lokmadan doğar; aşk ve rikkat helâl lokmadan
meydana gelir.
1645. Bir lokmadan hasede uğrar, tuzağa düşersen; bir lokmadan
bilgisizlik ve gaflet meydana gelirse, sen o lokmayı haram bil!
Hiç buğday ektin de arpa verdiğini gördün mü? Hiç attan eşek sıpası
olduğunu gördün mü?
Lokma tohumdur mahsulü fikirlerdir. ; lokma denizdir, incileri
fikirlerdir.
Hizmete meyletmek ve o cihana gitmek azmi, ağıza alınan lokmanın
helâl olmasından doğar.
Tacirin Hindistan
dudularından gördüğünü duduya söylemesi
Tacir alışverişi
bitirip muradına nail olarak evine geri geldi.
1650. Her köleye
armağan getirdi, her halayığa ihsan da bulundu.
Dudu Bu kulun armağanı hani? Ne gördün ve ne dedinse söyle dedi.
Tacir, Söylemem, zaten elimi çiğneyip parmaklarımı ısırarak,
Cahilliğimden, akılsızlığımdan böyle saçma haberi niye götürdüm
diye hâlâ pişman olup durmaktayım dedi.
Dudu, Efendim, pişmanlık neden, bu hiddete bu gama ne sebep oldu?
dedi.
1655. Tacir dedi
ki: Şikâyetlerini sana benzeyen dudulara söyledim.
İçlerinden biri senin derdini anlayınca ödü patladı, titreyip
öldü.
Ben Ne yaptım da bu sözü söyledim diye pişman oldum ama bir kere
söylemiş bulundum. Pişmanlık ne fayda verir?
Ağızdan bir kere çıkan söz, bil ki yaydan fırlayan ok gibidir.
Oğul, o ok gittiği yerden geri dönmez, seli baştan bağlamak gerek.
1660. Sel önce bir
kere coşup da etrafı kapladıktan sonra dünyayı harap etse şaşılmaz.
Yapılan işin Gayb Âleminde eserleri doğar, o meydana gelen eserler,
halkın hükmüne tâbi değildir.
Onların bize nispeti varsa da hepsi, ancak tek Tanrı tarafından
yaratılmıştır.
Meselâ Amre Zeyd bir ok atar; o ok, Amri kaplan gibi yaralar.
Yara, bir yıl kadar Amrın vücudunda ağrılar, sızılar meydana
getirir. O dertleri, Hak yaratmıştır, insan değil.
1665. Oka hedef
olan Amr, o anda korkudan ölürse, yahut ölümüme kadar bedeninde
yaralar, bereler vücuda gelir de,
O ağrılardan, o illetlerden ölürse Zeyde; ilk sebepten, ok
attığından dolayı katil de!
Hepsi, Tanrının icadı ise de o ağrıları Zeyde nispet et!
Ekin ekmek, nefes almak, tuzak kurmak, çiftleşmek de böyledir.
Onların sesleri hep Hakka mutîdir (eken, nefes alan, tuzak kuran,
çiftleşen kuldur; bitiren, yaşatan, tuzuğa düşüren, doğurtan yahut
bunların aksini meydana getiren Haktır).
Velîlerde Tanrıdan öyle bir kudret vardır ki atılmış oku yoldan
geri çevirirler.
1670. Tanrı velîsi,
pişman olursa sebeplere eserlerin kapılarını kapar (fiilleri neticesiz
bırakır). Fakat bunu, Tanrı eliyle yapar.
Tanrı kudretiyle; söylenmiş bir sözü söylenmemiş hale getirir. Bir
halde ki ne şiş yanar ne kebap!
Bütün kalplerdeki nükteleri işitir, gönüllerden o sözü yok eder.
Ey ulu kişi! Sana delil ve huccet gerekse Min âyetin ey nünsiha
âyetini oku.
Ensevküm zikrî âyetini de oku velîlerin kalplere nisyan koyma
kudretini anla!
1675. Velîler,
hatırlatma ve unutturmaya kadirdirler; şu halde herkesin gönlüne
hâkimdirler.
Velî, unutturma kudretiyle bir kişinin istidlâl yolunu bağladı mı,
o adamın hüneri bile olsa bir iş yapamaz.
Siz, yüce kişileri alaya aldınız, bundan bir şey çıkmaz sandınız
ama Kuranda Ensevküm âyetini bir okuyun!
Şehir ve köye sahip olan, cisimlerin padişahıdır. Gönül sahibi ise
gönüllerinizin sultanıdır.
Hiç şüphe yok ki işler, görüşlerin feridir. Şu halde insan, ancak
göz bebeğinden ibarettir.
1680. Ben bunu,
tamamı ile söyleyemiyorum, çünkü merkez sahipleri (Peygamberler) men
ediyorlar.
Madem ki halkı unutması, ve hatırlaması onun elindedir, imdatlarına
da o, erişir.
O güzel huylarla huylanmış olan zat, her gece gönüllerden yüz
binlerce iyi ve kötü hâtırayı giderir;
Gündüzün gönülleri, yine o hâtıralarla doldurmakta; o sedefleri,
incilerle dopdolu bir hale getirmektedir.
Evvelki düşüncelerin hepsi, Tanrının hidayetiyle sahiplerini
tanırlar.
1685. Uyanınca,
sanat ve hünerin, sebepler kapısını açmak üzere yine sana gelir.
Kuyumcunun hüneri demirciye gitmez, bu güzel huylunun huyu, öteki
kötüye mal olmaz.
Hünerler ve huylar, kıyamet günü, çeyiz gibi sahibine döner.
Güzel olsun, çirkin olsun... bütün huylar ve hünerler, sabah
çağında sahiplerine gelir;
1690. Nitekim posta
güvercinleri, gönderilen mektupları, yine uçtukları şehre getirirler.
Dudunun, duduların
hareketlerini duyması ve kafeste ölümü, tacirin ona ağlaması
Dudu, o dudunun
yaptığını işitince titredi, düştü, kaskatı oldu.
Sahibi, onun böyle düştüğünü görünce yerinden sıçradı, külâhını
yere vurdu.
Onu, bu renkte, bu halde görerek yerinden fırlayıp yakasını yırttı.
Dedi ki: Ey güzel ve hoş nağmeli dudu! Sana ne oldu, niçin bu
hale geldin?
1695. Vah yazık,
benim güzel sesli kuşum! Vah yazık, benim gönüldeşim, sırdaşım.
Yazık, benim güzel nağmeli kuşum; ruhumun neşesi, bahçem, çiçeğim!
Süleymanın böyle kuşu olsaydı hiç başka kuşlarla uğraşır mıydı?
Vah yazık; ucuz bulduğum kuştan ne çabuk ayrıldım!
Ey dil, sen bana çok ziyan veriyorsun! Söyleyen sen olduktan sonra
ben sana ne diyeyim?
1700. Ey dil, sen
hem ateşsin, hem harman! Ne vakte kadar harmanı ateşe vereceksin?
Can, ne dersen onu yapmakla beraber gizlice yine senin elinden
feryad etmektedir.
Ey dil, sen hem bitmez tükenmez bir hazinesin; hem dermanı olmayan
bir dertsin!
Hem kuşlara çalınan ıslık, yapılan hilesin; hem yalnızlık ve
ayrılık zamanının enisisin!
Ey aman bilmez! Bana hiç aman vermiyorsun. Sen, yayını beni
öldürmek için kurmuşsun.
1705. İşte benim
kuşumu uçurdun. Zulüm ve sitem otlağında az otla!
Ya bana cevap ver, yahut insafa gel, yahut da bana neşe ve sevinç
sebeplerinden birini an!
Eyvah benim karanlığı yakıp mahfeden nurum; eyvah, benim gündüzü
aydınlatan sabahım!
Vah benim güzel uçan; tâ sondan başlangıca kadar uçup gelen kuşum!
Cahil insan ilelebet mihnete âşıktır. Kalk, Fî kebed e kadar Lâ
uksimü yü oku!
1710. Senin yüzünü
gördüm de mihnetten kurtuldum; senin ırmağında köpükten, tortudan
arındım.
Bu eyvah demeler, bu acınmalar onu görmek, peşin ve elde olan kendi
varlığından kesilmek hayaliyledir.
(Bu kuşun ölümüne sebep) Tanrının gayreti (kıskanması) idi.
Hakkın hükmüne çare bulunmaz. Nerede bir gönül ki Tanrının hükmünden
yüz parça olmamış olsun!
Gayret (kıskançlık) de her şeyden gayrı olan; vasfı söze ve sese
sığmayan Tanrı gayretidir (kendisinden başka her şeyi kıskanır).
Ah keşke gözyaşım deniz olsaydı da o güzel dilberimin yoluna
saçaydım!
1715. Benim dudum,
benim anlayışlı kuşum; düşüncelerimin, sırlarımın tercümanı!
Rızkını vereyim, vermeyeyim... benim enisimdi. İlk söylenen
sözlerden onu hatırlarım benimle ezelî bir âşinadır.
O öyle bir duduydu ki sesi, vahiden gelirdi; varlığı varlık meydana
gelmeden önceydi.
O dudu, senin içinde gizlidir. Sen, şunda bunda onun aksini
görmüşsün.
O, kuş senin neşeni alır, fakat yine sen ondan neşelenirsin. Onun
yaptığı zulmü, adalet gibi kabul edersin.
1720. Ey ten uğruna
canını yakıp duran! Canını yaktın, tenini aydınlattın.
Ben yandım, kavını tutuşturmak isteyen bana gelsin, benden
tutuştursun da çerçöpü alevlensin, yaksın!
Kav, ateş alma kabiliyetindendir, şu halde ateşi cezbeden kavı al!
Vah vah vah; yazıklar olsun... öyle bir ay bulut altına girdi!
Nasıl bahsedeyim? Gönül ateşi şiddetle alevlendi; ayrılık aslanı
çıldırdı, kan döker bir hale geldi.
1725. Ayıkken bile
titiz ve sarhoş olan, kadehi ele alınca nasıl olur?
Anlatılamayacak derecede sarhoş olan bir aslan, çayırlığa gelince
oraya yayılmış yeşilliklerden neşelenir, sarhoşluğu büsbütün
fazlalaşır.
Ben kafiye düşünürüm; sevgilim bana der ki: Yüzümden başka hiçbir
şey düşünme!
Ey benim kafiye düşünenim! Rahatça otur, benim yanımda devlet
kafiyesi sensin.
Harf ne oluyor ki sen onu düşünesin! Harf nedir? Üzüm bağının
çitten duvarı.!
1730. Harfi, sesi,
sözü birbirine vurup parçalayayım da seninle bu üçü de olmaksızın
konuşayım!
Âdemden bile gizlediğim sırrı, ey cihanın esrarı olan sevgili,
sana söyleyeyim.
Halile bile söylemediğim sırrı, Cebrailin bile bilmediği gamı,
Mesihin bile dem vurmadığı, hatta Tanrının bile kıskanıp biz
olmadıkça kimseye açmadığı sırrı sana açayım.
Biz (mâ) kelimesi, lûgatte nasıl bir kelimedir? İspata ve nefye
delalet eden bir kelime. Halbuki ben ispat değilim; zatım, varlığım
yoktur ki ispat edilebilsin. (Varlığım olmadığından ) Nefiy de değilim
(yokun varlığı nefiy de edilemez, esasen olmadığı için yoktur da
denemez).
1735. Ben varlığı
yoklukta buldum, onun için varlığı yokluğa feda ettim.
Padişahların hepsi kendilerine karşı alçalana alçalırlar. Bütün
hak, kendisine sarhoş olanın sarhoşudur.
Padişahlar, kendilerine kul olana kul olurlar. Halk umumiyetle
kendi yolunda ölenin yolunda ölür.
Avcı onları ansızın avlamak için kuşlara av olmaktadır.
Dilberler; âşıkları, canla, başla ararlar. Bütün mâşuklar âşıklara
avlanmışlardır.
1740. Kimi âşık görürsen bil ki mâşuktur. Çünkü o, âşık olmakla
beraber mâşuk tarfından sevildiği cihette mâşuktur da.
Susuzlar âlemde su ararlar, fakat su da cihanda susuzları arar.
Madem ki âşık odur, sen sus artık. Madem ki o, kulağını çekmekte,
sen tamamıyla kulak kesil !
Sel akmaya başlar başlamaz önünü kes, yolunu bağla. Yoksa âlemi
perişan ve harap eder, her tarafı yıkar.
Fakat harap olmaktan niye gamlanayım? Harebenin altında padişah
hazinesi var!
1745. Hakka dalan kişi daha ziyade dalmak, can denizinin dalgası
altüst olmak ister.
Denizin altı mı daha hoştur, yoksa üstü mü? Onun oku mu daha ziyade
gönül çekici ve güzeldir, o oka karşı siper tutmak mı?
Şu halde ey gönül! Neşe ve sefayı cefa ve belâdan ayırt edersen
vesveseye zebun olmuş olursun.
Tutalım ki senin isteğinde şeker tadı var; sevgilinin isteği,
isteksizlik murat ve maksadı terk etme değil mi?
Onun her bir yıldızı yüzlerce hilâlin kan diyetidir. Ona, âlemin
kanını dökmek helâldir!
1750. Biz değeri de bulduk kan diyetini de. Ve o yüzden can vermeye
koştuk.
Ey âşık ! âşıkların hayatı ölümledir. Gönlü gönül vermeden başka
bir suretle bulamazsın.
Yüzlerce nâz ü işveyle gönlünü almak istedim; sevgili bana istiğna
yüzünü gösterdi, bahaneler etti.
Bu akıl, bu can, senin aşkına gark olmuş değil mi ki? dedim, dedi
ki: Git, git; bana bu efsunu okuma!
Ben, senin ne düşündüğünü bilmez miyim? Ey iki gören! Sen,
sevgiliyi nasıl gördün; buna imkân mı var?
1755. Ey ağır canlı! Sen onu hor gördün; çünkü çok ucuz aldın!
Ucuz alan ucuz verir. Çocuk bir inciyi bir somuna değişir.
Ben öyle bir aşka gark olmuşum ki evvel gelenlerin aşkları da benim
bu aşkıma batmış, yok olmuştur, sonra gelenlerin aşkları da!
Ben, o aşkı kısaca söyledim, tamamıyla anlatmadım. Anlatacak olsam
hem dudaklar yanar hem dil!
Lep (dudak) dersem maksadım leb-i derya (deniz kıyısı) dır; Lâ
(hayır) dersem muradım illâ (ancak, evet) dir.1760.
Tatlılıktan dolayı yüzümü ekşitmiş olarak otururum; fazla sözden
dolayı sükût etmekteyim.
İsterim ki bu suretle tatlılığımız, yüzümüzün ekşiliğiyle iki
cihandan da gizli kalsın;
Bu söz, her kulağa girmesin. Onun için yüz ledün sırrından ancak
birini söylemekteyim.
Hakîm-i Senâînin
Seni yoldan alıkoyan şey; ister küfür sözü olsun, ister iman
Seni
dosttan
uzak düşüren nakış; ister çirkin olsun, ister güzel
ikisi de birdir
sözü ve Peygamber Sallâllahu
Aleyhi Vessellemin Sad,çok kıskançtır, ben Saddan daha
kıskancım, Tanrı ise benden de
kıskançtır.Kıskançlığından dolayı görünür, görünmez bütün kötülükleri
haram etmiştir hadîsi
Hak kıskançlıkta
bütün âlemlerden ileri gittiği içindir ki bütün âlem kıskanç oldu.
O, can gibidir, cihan beden gibi. Beden; iyiyi, kötüyü, canın
tesiriyle kabul eder.
1765. Kimin
namazında mihrap ve kıblesi Ayn (Tanrının zatı, cemali) olursa onun
tekrar iman tarafına gitmesini ayıp ve kusur bil.
Padişaha esvapçıbaşı olan kişinin, padişah hesabına ticarete
girişmesi ziyankârlıktan ibarettir.
Padişahla birlikte oturan kimsenin padişah kapısında oturması
yazıktır, aldanmaktır.
Bir kimseye padişaha elini öpmek fırsatı düşer de o, ayağını öperse
bu, suçtur.
Her ne kadar ayağa baş koymak da bir yakınlıktır, fakat el öpme
yakınlığına nispetle hatadır, düşkünlüktür.
1770. Padişah,
birisi yüzünü gördükten sonra başkasına meylederse kıskanır.
Tanrının gayreti buğdaya benzer, harmandaki saman da insanların
kıskançlığıdır.
Kıskançlıkların aslını haktan bilin. Halkın kıskançlıkları, şüphe
yok ki Tanrı kıskançlığının feridir.
Bunu anlatmayı bırakayım da o, on gönüllü hercai sevgilinin
cefasından şikâyet edeyim.
Feryadedeyim, çünkü feryat ve figanlar, hoşuna gidiyor. İki
âalemden de ona ancak feryat ve figan lâzım.
1775. Onun
macerasından acı acı nasıl feryad etmiyeyim ki sarhoşlarının halkasına
dahil değilim.
Onun gözünden ayrı, güne gün katan yüzünün vuslatından mahrum bir
haldeyken nasıl gece gibi kapkara olmam?
Onun hoş olmayan şeyi de benim canıma hoş geliyor. O gönül inciten
sevgilime canım feda olsun!
Naziri olmayan tek padişahımın hoşnut olması için ben, hastalığıma
da âşığım, derdime de.
İki deniz gibi olan gözlerimin incilerle dolması için gam toprağını
gözüme sürme gibi çekmekteyim.
1780. Halkın onun
için döktüğü gözyaşları incidir; halk gözyaşı sanır.
Ben canlar canından şikâyetçi değilim, hikâye etmekteyim.
Gönül, ben ondan incindim dedikçe, gönlün bu asılsız ve
ehemmiyetsiz nifakına gülmekteyim.
Ey doğruların medar-ı iftiharı! Doğrulukta bulun. Ey baş köşe! Ben
senin kapında eşiğim. Mâna âleminde baş köşe nerede, eşik nerede?
Sevgilimizin bulunduğu yerde biz ve ben nerede?
1785. Ey canı biz
ve ben kaydından kurtulan! Ey erkekte kadında söze ve vasfa sığmaz
ruh!
Erkek, kadın kaydı kalkıp bir olunca o bir, sensin. Birler de
aradan kalkınca kalan yalnız sensin.
Kendi kendinle huzur tavlasını oynamak için bu ben ve bizi
vücuda getirdin.
Bu suretle ben ve sen ler, umumiyetle bir can haline gelirler,
sonunda da sevgiliye mustağrak olurlar.
(Ben, biz, ben ve bizim, varlıkların varlığı ve yokluğu, hulâsa)
söylediklerimin hepsi vardır, vâkıdir. Ey kün emri, ey gel denmekten
ve söz söylemekten münezzeh Tanrı, sen gel!
1790. Ten gözü,
seni görebilir mi; senin gamlanman, neşelenip gülmen hayale gelir mi?
Gama, neşeye merbut olan gönüle, onu görmeye lâyıktır, deme!
Keder ve neşeye bağlanmış olan; bu iki ariyet vasıfla yaşar.
Halbuki yemyeşil aşk bağının sonu, ucu, bucağı yoktur. Orada gamdan
ve neşeden başka ne meyveler var!
Âşıklık bu iki halden daha yüksektir; baharsız, hazansız
terütazedir.
1795. Ey güzel
yüzlü! Güzel yüzünün zekâtını ver; yine pare pare olan canı şerh et,
onu anlat (dedim!).
Fettan gözünün ucuyla ve nazla bir baktı da gönlüme yeni bir dağ
vurdu.
Kanımı bile dökse ona helâal ettim. Helâl sözünü söyledikçe o,
kaçmaktaydı.
Mademki topraktakilerin feryadından kaçmaktasın. Kederlilerin
yüreğine niye gam saçarsın?
Her sabah; doğudan parlayınca seni, doğu pınarı (güneş) gibi coşmak
ta, zuhur etmekte buldu.
1800. Ey şeker
dudaklarına paha biçilmeyen güzel! Divanene ne bahaneler buluyorsun?
Ey eski cihana taze can olan! Cansız ve gönülsüz bir hale gelmiş
olan tenden çıkan feryat ve figanı işit!
Allah aşkına olsun, artık gülü anlatmayı bırak da gülden ayrılan
bülbülün halini anlat!
Bizim coşkunluğumuz gamdan neşeden değildir; aklımız irfanımız,
hayal ve vehimden meydana gelmemiştir.
Nadir bulunur bir halettendir; inkâar etme ki Hakkın kudreti pek
büyüktür.
1805. Sen bu hali
insanların ahvaline kıyas etme, cevir ve ihsan menzilinde kalma!
Cevir, ihsan, mihnet ve neşe, gelip geçicidir. Gelip geçenlerse
ölürler; Hak onlara vâristir.
Sabah oldu, ey
sabahın penahı Tanrı! (Ben özür serd edemiyorum), bize hizmet eden
Hüsâmettinden sen özür dile!
Aklı-ı Küllün ve canın özür dileyeni sensin; canların canı,
mercanın parıltısı sensin.
Sabahın nuru parladı, biz de bu sabah çağında senin Mansur şarabını
içmekteyiz.
1810. Senin feyzin
bizi böyle mest ettikçe şarap ne oluyor ki bize neşe versin!
Şarap, coşkunlukla bizim yoksulumuzdur; felek; dönüşte aklımızın
fakiridir.
Şarap bizden sarhoş oldu, biz ondan değil... Beden bizden var oldu,
biz ondan değil!
Biz arı gibiyiz, bedenler mum gibi. Tanrı, bedenleri bal mumu gibi
göz göz ev ev yapmıştır.
Bu bahis çok uzundur, tacirin hikâyesini anlat ki o iyi adamın ne
hale geldiği, ne olduğu anlaşılsın.
Tacir hikâyesine dönüş
1815. Tacir,
ateşler, dertler, feryatlar içinde, böyle yüzlerce karmakarışık sözler
söylüyordu.
Gâh birbirini tutmaz sözler söylüyor, gâh naz ediyor, gâh niyaz
eyliyor; gâh hakikat aşkını, gâh mecaz sevdasını ifade ediyordu.
Suya batan adam fazla debelenir, eline geçen ota tutunur.
O tehlike zamanında elini kim tutacak diye can korkusuyla şuraya,
buraya elini sallar durur, yüzmeye çalışıp çabalar.
Sevgili, bu divaneliği, bu perişanlığı sever. Beyhude yere çalışıp
çabalamak, uyumaktan iyidir.
1820. Padişah olan;
işsiz, güçsüz değildir. Hasta olmayanın feryat ve figan etmesi,
şaşılacak şeydir!
Tanrı, ey oğul, onun için Külle yevmin hüve fi şen buyurdu.
Bu yolda yolun, tırmalan, son nefese kadar bir an bile boş durma!
Olabilir ki son nefeste bir dem inayete erişirsin. O inayet, seni
sırdaş eder.
Padişahın kulağı, gözü penceredir; erkeğin canı olsun, kadının canı
olsun... bir can neye çalışırsa, onu duyar, görür!
Tacirin, ölü
duduyu kafesten dışarı atması ve dudunun uçması
1825. Tacir ondan
sonra duduyu kafesten dışarı attı. Duducuk, uçup bir yüksek ağacın
dalına kondu.
Güneş, ufuktan nasıl süratle doğarsa o dudu da, o çeşit uçtu.
Tacir, hiçbir şeyden haberi yokken kuşun esrarını bu işe şaşırıp
kaldı.
Yüzünü yukarı çevirip Ey bülbül! Halini bildir, bu hususta bize de
bir nasip ver!
Hindistandaki dudu ne yaptı da sen öğrendin, bir oyun ettin,
canımızı yaktın! dedi.
1830. Dudu dedi ki:
O, hareketiyle bana nasihat etti; Güzelliği, söz söylemeyi ve neşeyi
bırak;
Çünkü söz söylemen seni hapse tıktı dedi. Bu nasihati vermek için
kendisini ölü gösterdi.
Yani Ey avama karşı da, havassa karşı da nağme ve terennümde
bulunan! Benim gibi öl ki kurtulasın.
Taneyi gizle, tamamı ile tuzak ol. Goncayı sakla damdaki ot ol.
1835. Kim
güzelliğini mezada çıkarırsa ona yüzlerce kötü kaza yüz gösterir.
Düşmanların kem gözleri, kin ve gayızları, hasetleri; kovalardan su
boşalır gibi başına boşalır.
Düşmanlar kıskançlılarından onu parça parça ederler; dostlar da
ömrünü heva ve hevesle zayi eder, geçirirler.
Bahar zamanı, ekin ekmekten gafil kişi, bu zamanın kıymetini ne
bilsin!
1840. Tanrı
lûtfunun himayesine sığınman gerektir. Çünkü Tanrı, ruhlara yüzlerce
lûtuflar döktü.
Tanrının lûtfuna sığınman gerek ki bir penah bulasın. Ama nasıl
penah? Su ve ateş bile senin askerin olur.
Nûha ve Mûsâya deniz dost olmadı mı? Düşmanlarını da kinle
kahretmedi mi?
Ateş, İbrahime kale olup da Nemrutun kalbinden duman çıkartmadı
mı?
Dağ, Yahyayı kendisine çağırarak ona kastedenleri taşlarıyla
paralayıp sürmedi mi?
Ey Yahya! Kaç, bana gel de keskin kılıçlardan seni kurtarayım,
demedi mi? dedi diye cevap verdi.
Dudunun tacire veda edip uçması
1845. Dudu ona hoşa
gider bir iki nasihat verdi, sonra Allahaısmarladık, artık ayrılık
zamanı geldi dedi.
Efendisi dedi ki: Allah selâmet versin git. Sen bana yeni bir yol
gösterdin.
Tacir, kendi kendine dedi ki: Bu bana nasihatti. Onun yolunu
tutayım, o yol aydın bir yol.
Benim canım neden dududan aşağı olsun? Can dediğin de böyle iyi bir
iz izlemeli.
Halkın, bir kişiyi ululamasının ve halk tarafından parmakla
gösterilmenin kötülüğü
Ten kafese
benzer. Girenlerin, çıkanların, insanla dostluk edenlerin aldatmasıyla
can bedende dikendir.
1850.Bu, Ben senin
sırdaşın olayım der. Öbürü Hayır, senin akranın, emsalin benimder.
Bu der ki: Varlık âleminde güzellik fazilet, iyilik ve cömertlik
bakımından senin gibi hiçbir kimse yok.
Öbürü der ki: İki cihan da senindir. Bütün canlarımız senin canına
tâbidir.
O da, halkı, kendisinin sarhoşu görünce kibirlenir, elden, avuçtan
çıkmağa başlar.
Şeytan onun gibi binlerce kişiyi ırmağa atmıştır!
1855. Dünyanın
lûtfetmesi ve yaltaklanması, hoş bir lokmadır, ama az ye. Çünkü
ateşten bir lokmadır!
Ateş gizlidir, zevki meydanda. Dumanı sonunda meydana çıkar.
Sen Ben o medihleri yutar mıyım? O, tamahından methediyor. Ben,
onu anlarım deme!
Seni metheden, halk içinde aleyhinde bulunursa onun tesiriyle
gönlün, günlerce yanar.
Onun; mahrumiyetten senden umduğunu elde edemeyip ziyan ettiğinden
dolayı aleyhinde bulunduğu halde,
1860. O sözler,
gönlüne dokunur, onun tesiri altında kalırsın. Medihten de bir ululuk
gelir, dene de bak!
Medihin de günlerce tesiri altında kalırsın. O medih canın
ululanmasına, aldanmasına sebebolur.
Fakat bu tesir, zâhiren görünmez, çünkü methedilmek tatlıdır.
Kınanmak acı olduğundan derhal kötü görünür.
Kınanmak, kaynatılmış ilâç ve hap gibidir; içer, yahut yutarsa uzun
bir müddet ızdırap ve elem içinde kalırsın.
Tatlı yersen onun zevki bir andır, tesiri öbürü kadar sürmez.
1865. Zâhiren uzun
sürdüğü için de tesiri, gizlidir. Herşeyi, zıddıyla anla!
Medhin tesiri, şekerin tesirine benzer; gizli tesir eder ve bir
müddet sonra vücütta deşilmesi icabeden bir çıban çıkar.
Nefis çok öğülmesi yüzünden Firavunlaştı. Alçak gönüllü, hor, hakîr
ol; ululuk taslama!
Elinden geldikçe kul ol, sultan olma! Top gibi zahmet çekici ol,
çevgân olma!
Yoksa; senin bu letafetin, bu güzelliğin kalmayınca o, seninle
düşüp kalkanlar, senden usanırlar.
1870. Evvelce seni
aldatıp duranlar, o vakit seni görünce Şeytan adını takarlar. Seni
kapı dibinde görünce hepsi birden Mezarından çıkmış hortlak derler;
Genç oğlan gibi. Ona önce Tanrı adını takarlar, bu yaltaklıkla
tuzağa düşürmek isterler.
Fakat kötülükle adı çıkıp da zaman geçince bu kötülükte sakalı
çıkınca; artık ona yaklaşmaktan Şeytan bile utanır.
Şeytan, adamın yanına bir kötülük için gelir; senin yanına gelmez.
Çünkü sen Şeytandan da betersin.
1875. Şeytan, sen
insan oldukça izini izler, ardından koşar, sana şarabını tattırırdı.
Ey bir işe yaramaz adam! Şeytan huyunda ayak direyip şeytanlaşınca
senden Şeytan da kaçmaktadır.
Eteğine sarılan kimse de, sen bu hale gelince senden kaçar!
Mâşâllahu Kân sözünün tefsiri
Bunların hepsini
söyledik ama Tanrı inayetleri olmadıkça Tanrı yolunda hiçiz, hiç!
Tanrının ve Tanrı erlerinin inayetleri olmazsa...melek bile olsa
defteri kapkaradır.
1880. Ey Tanrı, ey
ihsanı hacetler reva eden! Sana karşı hiçbir kimsenin adını anmak
lâyık değil.
Bu kadarcık irşat kudretini de sen bağışladın, şimdiye kadar nice
ayıplarımızı örttün.
Ezelde bağışladığın irfan katrasını, denizlerine ulaştır.
Canımdaki, bir katra ilimden ibarettir; onu ten havasından, ten
toprağından kurtar!
Bu topraklar, onu örtmeden; bu rüzgârlar, onu kurutmadan önce sen
halâs et!
1885. Gerçi
rüzgârlar, onu kurutsa, mahvetse bile sen, onlardan tekrar kurtarmağa
ve almağa kâdirsin.
Havaya giden, yahut yere dökülen katra, senin kudret hazinenden
nasıl kaçabilir?
Yok olsa, yahut yokluğun yüz kat dibine girse bile sen onu
çağırınca başını ayak yapıp koşar.
Yüzbinlerce zıt, zıddını mahveder; sonra senin emrin yine onları
varlık âlemine getirir.
Aman ya Rabbi! Her an yokluk âleminden varlık âlemine katar katar
yüz binlerce kervan gelip durmakta!
1890. Hele her
gece, bütün ruhlar, bütün akıllar, o ucsuz bucaksız derin denizde
batar, yok olurlar.
Yine sabah vakti, o Tanrıya mensup ruhlar ve akıllar, balıklar
gibi denizden baş çıkarırlar.
Güz mevsiminde o yüz binlerce dallar, yapraklar; bozguna uğrayıp
ölüm denizine giderler.
Kara kuzgun; yaslılar gibi siyahlar giyinerek bağlarda,
yeşilliklerin matemini tutar.
Varlık köyünün sahibinden, yokluğa, Yediklerini geri ver diye
tekrar ferman çıkar.
1895. Ey kara
ölüm; nebattan, ilâç olacak otlardan, köklerden, yapraklardan ne
yedinse geri ver! (diye emredilir) Kardeş, bir an için aklını başına
al! Sende de her an hazan ve bahar var.
Gönül bahçesinin yemyeşil, terütaze, goncalar, güller, serviler ve
yaseminlerle dolu olduğunu gör!
Yaprakların çokluğundan dal gizlenmiş; güllerin fazlalığından kır
ve köşk görünmüyor.
Akl-ı Külden gelen bu sözler de, o gül bahçesinin, o servi ve
sümbüllerin kokusudur.
1900. Gül olmayan
yerden gül kokusu geldiğini, şarap olmayan yerde şarabın kaynayıp
çoştuğunu hiç gördün mü ki?
Koku sana kılavuz ve rehberdir. Seni tâ ebedî Cennete ve kevser
ırmağına götürür.
Koku, göze ilâçtır, nurunu artırır. Yakubun gözü, bir kokudan
açıldı.
Kötü koku gözü karartır. Yusufun kokusu ise göze nur verir.
Yusuf değilsen bile Yakup ol; onun gibi matlûbuna erişmek için
ağla!
1905. Hakîm-i
Gaznevînin şu nasihatini dinle de eski vücudunda bir yenilik bul:
Naz için gül gibi bir yüz gerek. Öyle bir yüzün yoksa kötü huyun
etrafında dönüp dolaşma, nazlanma!
Çirkin ve sarı bir yüzün nazı da çirkindir. Gözün hem kör, hem de
hastalıklı oluşu müşküldür.
Yusufa karşı nazlanma, güzellik iddia etme! Yakubcasına niyaz
etmek ve ah eylemekten başka bir şey yapma!
Dudunun ölümünün mânası niyazdı. Sen de niyaz ve yoksullukta
kendini ölü yap!
1910. İsânın
nefesi seni diriltsin, kendisi gibi güzel ve mutlu bir hale getirsin!
Baharların tesiriyle taş yeşerir mi? Toprak ol ki renk renk
çiçekler bitiresin.
Yıllarca gönüller yırtan, kalblere elem veren taş oldun; bir
tecrübe et, bir zaman da toprak ol!
Tanrı razı
olsun, Ömer zamanında yoksulluk gününde gidip mezarlıkta çenk çalan
ihtiyar çalgıcının hikâyesi
(Bilmem) işittin
mi? Ömer zamanında pek güzel, pek lâtif çenk çalan bir çalgıcı vardı.
Bülbül onun sesinden kendini kaybeder; bir namesini dinleyenlerin
şevki, yüz misli artardı.
1915. Meclisleri,
cemiyetleri, onun nağmeleri süsler; onun sesinden kıyametler kopardı.
Sesi, israfil gibi mucizeler gösterir, ölülerin bedenlerine can
bağışlardı.
Yahut İsrafile yardım ederdi; onun nağmelerini dinleyen fil bile
kanatlanırdı.
İsrafil, birgün nağmesini düzer ve yüzlerce yıllık çürümüş ölüye
can verir.
Peygamberlerin de içlerinde öyle nağmeler vardır ki o nağmelerde
isteyenlere, değer biçilmez bir hayat erişir.
1920. Fakat o
nağmeleri his kulağı duymaz, çünkü his kulağı , kötülükler yüzünden
pis bir haldedir.
İnsanoğlu perinin nağmesini işitmez; çünkü perilerin sırlarına
yabancıdır.
Gerçi perinin nağmesi de bu âlemdedir ama gönül nağmesi her iki
sesten de yüksektir.
Zira peri de, insan da mahpustur; ikisi de bu bilgisizlik ve gaflet
zindanındadır.
Rahman Sûresinden Yâ maşaralcinn âyetini oku; Tenfüzû testatîû
nun mânasını iyice bil!
1925. Velîlerin içi
nağmeleri evvelâ der ki: Ey yokluk âleminin cüzüleri!
Kendinize gelin; nefis yokluğundan baş çıkaran; bu hayali, bu vehmi
bir tarafa atın!
Ey Kevn ü fesat âleminde tamamiyle çürümüş canlar! Ebedî canlarınız
ne vücuda geldi, ne doğdu!
O nağmelerden pek az, pek cüzi bir miktarını söylesem canlar, mezar
ve merkatlerinden baş kaldırırlar.
Kulak ver! O nağmeler uzakta değil; fakat sana söylemeğe izin yok.
1930. Agâh ol ki
velîler, zamanın israfilidirler. Ölüler, onlardan can bulur,
gelişirler.
Ölü canlar, ten mezarında kefenlerine bürünmüş yatarlarken onların
sesinden sıçrayıp kalkarlar
Derler ki: Bu ses, öbür seslerden bambaşka; çünkü diriltmek Tanrı
sesinin işidir.
Biz öldük, tamamiyle çürüdük, mahvolduk. Fakat Tanrı sesi gelince
hepimiz dirildik, kalktık.
Tanrı sesi ister hicab ardından, ister hicabsız gelsin...Cebrail,
Meryeme, yakasından üfleyerek ne verdiyse Tanrı sesi de insana onu
verir.
1935. Ey derileri
altında yokluğun çürütüp mahvettiği kimseler! Sevgilinin sesiyle
yokluktan dönün, tekrar var olun!
O ses, Tanrı kulunun boğazından çıksa da esasen ve mutlaka
Padişahtan gelmektedir.
Tanrı ona dedi ki: Ben dilim, sen vücutsun. Ben senin hislerin,
memnuniyet ve gazabınım,
Yürü! Benimle duyan, benimle gören sensin. Sır sahibi olmak da ne
demek? Bizzat sır sensin.
Sen mademki hayret âleminde Lillâh sırrına mazhar oldun, ben de
senin olurum. Çünkü Kim, Tanrının olursa Tanrı onun olur.
1940. Sana bazen
sensin derim, bazen de benim derim. Ne dersem diyeyim, ben aydın ve
parlak bir güneşim.
Her nerede bir çırağlıktan parlasan orada bütün âlemin müşkülleri
hallolur.
Güneşin bile gideremediği, aydınlatamadığı karanlık, bizim
nefsimizden kuşluk çağı gibi aydınlanır.
Âdem evlâdına esmasını bizzat gösterdi. ( Âdemi, isimlerine mazhar
etti); diğer mevcudata esma, Âdemden açıldı.
Nurunu, istersen Âdemden al, istersen ondan...şarabı, dilersen
küpten al, dilersen testiden!
1945. Çünkü bu
testi, küple adamakıllı birleşmiştir; o iyi bahtlı testi, senin gibi
( zâhiri zevklerle şad değil, hakiki neşeyle neşelenmiş) tir.
Mustafa, Beni görene benim yüzümü gören kişiyi görene ne mutlu
dedi.
Bir mumdan yanmış olan çırağı gören, yakînen o mumu görmüştür.
Bu tarzda o mumdan yakılan çırağdan başka bir çırağ, ondan da diğer
bir mum yakılsa ve ta yüzüncü muma kadar, hep o ilk mumun nuru intikal
etse, sonuncu mumu görmek, hepsinin aslı olan ilk mumu görmektir.
İstersen o nuru, son çırağdan al, istersen ilk çırağdan...hiç fark
yok.
1950. Nuru,
dilersen son gelenlerin mumundan gör, dilersen geçmişlerin mumundan.
Zamanınızdaki günlerde Rabbinizin
güzel kokuları vardır. Kendinize gelin; o güzel kokuları
almaya çalışın hadîsinin tefsiri
Peygamber,
Hakkın güzel ve temiz kokuları ,bu günlerde esecek,
O vakitlere kulak verin, aklınız o vakitlerde olsun ki, bu çeşit
güzel kokuları alasınız, bu fırsatı kaçırmayınız dedi.
Güzel koku geldi, sizin haberiniz yokken esip, esip gitti...
Dilediğine can bağışlayıp geçti.
Başka bir koku daha erişti; uyanık ol ey arkadaş, uyanık ol ki
bundan da mahrum kalmayasın.
1955. Ateş meşrepli
olan can, ondan ateş söndürme kabiliyetini kazandı. Hoş olmayan can,
onun lûtfu ile hoş bir hale geldi.
*Ateşli can, onun yüzünden söndü. Ölü, onun aydınlığından kaftan
giyindi.
Bu tazelik, Tûbâ ağacının tazeliği; bu hareket, Tûbâ ağacının
hareketidir. Halkın hareketlerine benzemez.
Eğer bu ebedî nefha, yere göğe nazil olsa
yer ehliyle gök ehlinin
ödleri su kesilirdi.
Esasen bu nihayeti olmayan nefhanın korkusundan, gökler, yeryüzü ve
dağlar o emaneti yüklenmekten çekindiler. Feebeyne en yahmilnehâ
âyetini oku da gör.
Korkusundan dağın yüreği kan olmasaydı Eşfakne minhâ denir miydi?
1960. Bu Tanrı
kokusu dün gece bize bir başka türlü zuhur etti, fakat birkaç lokma
geldi, kapıyı kapadı.
Lokma için bir Lokman, rehin oldu. Şimdi Lokman'ın sırası; ey lokma
sen çekil.
Bu mihnet ve meşakkat lokması yüzünden Lokman'ın ayağına batan
dikeni çıkarın.
Onun ayağında diken değil, gölgesi bile yok. Fakat siz, hırstan onu
fark edemiyorsunuz.
Hurma olarak gördüğünü diken bil. Çünkü, sen çok nankör, çok
görgüsüzsün!
1965. Lokmanın
canı, Tanrının bir gül bahçesindeyken neden can ayağı bir dikenden
incinsin.
Bu diken yiyen vücut, devedir. Mustafadan doğan da bu deveye
binmiştir.
Ey deve! Sırtında öyle bir gül dengi var ki kokusundan sende,
yüzlerce gül bahçesi meydana gelmiştir.
Halbuki sen, hâlâ mugeylân dikenine ve kumsala meylediyorsun. Bu
arta kalası dikenden gülü nasıl toplayacaksın?
Ey bu arama yüzünden taraf taraf, bucak bucak dolaşıp duran! Ne
vakte kadar Nerede bu gül bahçesi diyeceksin?
1970. Ayağındaki bu
dikeni çıkarmadıkça gözün görmez. Nasıl dönüp dolaşabilirsin?
Ne şaşılacak şey, cihana sığmayan Âdemoğlu, gizlice bir dikenin
başında dolaşıp durmakta!
Mustafa bir hemdem elde etmek için geldi; Kellimînî yâ Humeyrâ
dedi.
Ey Humeyrâ! Nalı ateşe koyda bu dağ, lâl haline gelsin buyurdu.
Humeyrâ kelimesi, müennestir, can da müennsi semâidir. Araplar cana
müennes demişlerdir.
1975. Fakat canın
müenneslikten pervası yok. Çünkü, ruhun ne erkekle bir alakası var, ne
kadınla!
Müzekkerden de yükselir, müennesten de. Bu, kurudan yaştan meydana
gelen ruh (-u hayvanî) değildir ki.
Bu can, ekmekten kuvvetlenen, yahut kâh şöyle, kâh böyle bir hale
gelen can değildir.
Bu ruh hoşluk verir, hoştur, hoşluğun ta kendisidir. Ey maksadına
erişmek için vesilelere baş vuran! Hoş olmayan, insanı hoş bir hale
getiremez.
Sen şekerden tatlı bir hale gelsen bile o tat bazen senden
gidiverir, bu mümkündür.
1980. Fakat fazla
vefakârlık sebebiyle tamamen şeker olursan buna imkân yoktur. Nasıl
olurda şekerden tat ayrılır, imkânı var mı?
Ey hoş arkadaş! Âşık, halis ve sâf şarabı, kendisinden bulur,
onunla gıdalanırsa bu makamda artık akıl kaybolur, (bu sırra akıl
ermez).
Aklı cüzi sırra sahip gibi görünürse de hakikatte aşkı inkâr eder.
Zekidir bilir; fakat yok olmamıştır. Melek bile yok olmadıkça
Şeytandır.
Aklı cüzi sözde ve işte bizim dostumuzdur. Ama hal bahsine gelirsen
orada bir hiçten, bir yoktan ibarettir.
1985. Varlıktan
fâni olmadığı için o, hiçtir, yoktur. Kendi dileğiyle yok olmayınca
nihayet zorla, istemediği halde yok olacaktır. Bu da ona yeter.
Can, kemaldir, çağırması sesi de kemaldir. Onun için Mustafa Ey
Bilâl bizi dinlendir ferahlandır;
Ey Bilâl! Gönlüne nefhettiğim o nefhadan, o feyizden dalga dalga
coşan sesini yücelt.
Âdemi bile kendinden geçiren, gök ehlinin bile akıllarını hayrete
düşüren o nefhayla sesini yükselt! buyurdu.
Mustafa o güzel sesle kendinden geçti. Tarîs gecesinde namazı
kaçtı.
1990. O mübarek
uykudan baş kaldırmadı; sabah namazının vakti geçip kuşluk çağı geldi.
Tarîs gecesi, o gelinin huzurunda tertemiz canları, el öpme
devletine erişti.
Aşk ve can... her ikisi de gizli ve örtülüdür. Tanrıya gelin
dediğim için beni ayıplama.
Sevgili, benim sözüme darılsaydı susardım; bana bir lâhzacık mühlet
verseydi sükût ederdim.
Fakat Söyle, bu söz ayıp olmaz. Senin sözün, gayb âlemindeki kaza
ve kaderin zuhurundan başka bir şey değildir demekte.
1995. Ayıptan başka
bir şey görmeyene ayıptır. Fakat gayb âleminin pâk ruhu, hiç ayıp
görür mü?
Ayıp cahil mahlûka nispetle ayıptır; makbul Tanrıya nispetle değil.
Küfür bile yaratana nispetle bir hikmettir. Fakat bize nispet
edecek olursan bir âfet, bir felâkettir.
Birisinde yüzlerce faziletle beraber bir de ayıp bulunsa o ayıp
nebatatın sapı mesabesindedir.
Terazide her ikisini de birlikte tartarlar. Çünkü, nebatat ve sap
ikisi de bedenle can gibi bağdaşmıştır.
2000. Şu halde
büyükler, bu sözü boş yere söylemediler: Temiz kişilerin cisimleri de,
can gibi saftır.
Onların sözleri de nişanı olmayan ve bir kayda gelmeyen can
olmuştur, nefisleri de, suretleri de.
Onlara düşman olanların canları ise sırf cisimdir. O düşman, tavla
oyununda kırılmış zar gibi faydasızdır, ancak bir addan ibarettir.
Düşman toprağa girdi, tamamı ile toprak oldu. Bu ise tuzlaya düşüp
tamamı ile arındı.
O tuz, öyle bir tuzdur ki Muhammed, ondan meslâhat kazanmış, o
yüzden melih sözü fasih olmuştur.
2005. Bu tuz, bu
melâhat, ondan miras kalmıştır; vârisleri de seninledir, ara bul!
Vârisler senin huzurunda oturuyorlar, fakat nerede senin huzurun?
Senin önündedirler, fakat nerede önü sonu düşünen can?
Eğer sen, kendinde ön, art olduğunu sanıyorsan cisme bağlısın,
candan mahrumsun.
Alt, üst, ön, art; cismin vasfıdır. Nurani olan can ise bunlardan
münezzeh ve cihetsizdir.
Kısa görüşlüler gibi zanna düşmemek için gözünü, o pâ padişahın
nuruyla aç!
2010. Sen madem ki
zâhiri önü, sonu düşünmektesin... Ancak ve ancak bu gam ve neşe
âlemindesin. Ey hakikatte yok olan! Yok olan nerede ön, nerede son?
Yağmurlu gündür, gece çağına kadar yürü! Bu yağmur, bildiğimiz
yağmur değil! Tanrı yağmurlarından.
Ayşenin
-Tanrı ondan razı olsun- Mustafa Sallâllahu aleyhi vesselleme Bugün
yağmur yağdı. Sen mezarlığa gittiğin halde niçin elbisen ıslak değil?
diye sorması
Mustafa, bir
gün, dostlarından birinin cenazesiyle ve dostlarla mezarlığa gitti.
Onun mezarına toprak doldurdu, tohumunu yeraltında diriltti.
Bu ağaçlar, toprak altındaki insanlara benzerler. Ellerini
topraktan çıkarıp;
2015. Halka doğru
yüz türlü işaretlerde bulunurlar, duyana söz söylerler.
Yeşil dilleriyle, uzun elleriyle toprağın içindeki sırları
anlatırlar.
Kazlar gibi başlarını su içine çekmişler...Karga gibiyken tavus
haline gelmişlerdir.
Tanrı, onları kış vakti hapsetmişse de baharda o kargaları tavus
haline getirir.
Kışın onlara ölüm vermişse de bahar yüzünden yine diriltip
yapraklandırır, yeşertir.
2020. Münkirler der
ki: Eskiden beri olagelmiş bir şey. Neden bunu kerem sahibi Tanrıya
isnad edelim?
Onların körlüğüne rağmen Tanrı, dostların gönüllerinde bağlar,
bahçeler bitirmiştir.
Gönülde kokan her gül, kül sırlarından bahisler açar.
Onların kokuları, münkirlerin burunlarını yere sürtmek için
perdeleri yırtarak dünyanın etrafını dönüp dolaşırlar.
Münkirler, o gönül kokusuna karşı kara böcek gibidirler;
dayanamazlar. Yahut davul sesine tahammül edemeyen beyni zayıf kimseye
benzerler.
2025. Kendilerini
meşgul ve müstağrak gösterirler. Şimşek parıltısından gözlerini
yumarlar.
Göz yumarlar ama, onların bulundukları makamdaki göz değildir ki.
Göz odur ki bir sığınak görsün.
Peygamber, mezarlıktan dönünce Sıddîkanın yanına giderek konuşup
görüşmeye başladı.
Sıddîkanın gözü, Peygamberin yüzüne ilişince önüne gelip elini
onun üstüne,
Sarığına, yüzüne, saçına, yakasına, göğsüne, kollarına sürdü.
2030. Peygamber,
Böyle acele acele ne arıyorsun? dedi. Ayşe Bugün hava bulutluydu,
yağmur yağdı.
Elbisende yağmurun eserini arıyorum. Gariptir ki üstünü, başını
yağmurdan ıslanmamış görmekteyim dedi.
Peygamber O sırada başına ne örtmüşsün, baş örtün neydi? Diye
sordu. Ayşe senin ridanı başıma örtmüştümdedi.
Peygamber dedi ki: Ey yeni yakası tertemiz Hatun! Tanrı onun için
temiz gözüne gayb yağmurunu gösterdi.
O yağmur, sizin bu bulutunuzdan değildir. Başka bir buluttan, başka
bir göktendir.
Hakîmi
Senâînin Can elinde cihan göklerine iş buyuran gökler var. Can
yolunda nice inişler, nice yokuşlar, nice yüksek dağlar ve denizler
var beyitlerinin tefsiri
2035. Gayb âleminin
başka bir bulutu, başka bir yağmuru, başka bir göğü, başka bir güneşi
vardır.
Fakat o, ancak havassa görünür, diğerleri Öldükten sonra tekrar
yaratılıp diriltileceklerinden şüphe ederler.
Yağmur vardır, âlemi beslemek için yağar. Yağmur vardır âlemi
perişan etmek için yağar.
Bahar yağmurlarının faydası, şaşılacak bir derecededir. Güz
yağmuruysa, bağa sıtma gibidir.
Bahar yağmuru, bağı nazü naim ile besler, yetiştirir. Güz
yağmuruysa bozar, sarartır.
2040. Kış, yel ve
güneş de böyledir; bunların tesirleri de zamanına göre ve ayrı
ayrıdır. Bunu böyle bil, ipin ucunu yakala!
Tıpkı bunun gibi gayb âleminde de bu çeşitlilik vardır. Bazısı
zararlıdır, bazısı faydalı. Bazı yağmurlar berekettir, bazıları ziyan.
Abdâlin bu nefesi de işte o bahardandır. Canda ve gönülde bu nefes
yüzünden yüzlerce güzel şeyler biter.
Onların nefesleri, talihli kişilere bahar yağmurlarının ağaca
yaptığı tesiri yapar.
Fakat bir yerde kuru bir ağaç bulunsa cana can katan rüzgârı
ayıplama!
2045. Rüzgâr, işini
yaptı, esti. Canı olan da, rüzgârın tesirini candan kabul etti.
Bahar
serinliğini ganimet bilip istifade edin. Çünkü o, ağaçlarınıza ne
yaparsa bedenlerinize de onu yapar v.s hadîsinin mânası
Peygamber,
Dostlar, bahar serinliğinden sakın vücudunuzu örtmeyin.
Çünkü bahar rüzgârı, ağaçlara nasıl tesir ederse sizin hayatınıza
da öyle tesir eder.
Fakat güz serinliğinden kaçının. Çünkü o, bağa ve çubuklara ne
yaparsa sizin vücudunuza da onu yapar dedi.
Bu hadîsi rivayet edenler, zâhirî mânasını vermişler ve yalnız
zâhirî mânasıyla kanaat etmişlerdir.
2050. Onların
halden haberleri yoktur. Dağı görmüşler de dağdaki madeni
görmemişlerdir.
Tanrıya göre güz, nefis ve hevadır. Akılla cansa baharın ve
ebedîliğin ta kendisidir.
Eğer senin gizli ve cüzi bir aklın varsa cihanda bir kâmil akıl
sahibini ara!
Senin cüzi aklın, onun külli aklı yüzünden külli olur. Çünkü Akl-ı
kül, nefse zincir gibidir.
Binaenaleyh hadîsin mânası teville şöyle olur: Pak nefesler bahar
gibidir, yaprakların ve filizlerin hayatıdır.
2055. Velîlerin sözlerinden, yumuşak olsun, sert olsun, vücudunu örtme
çünkü o sözler, dininin zâhirîdir.
Sıcak da söylese, soğuk da söylese, hoş gör ki sıcaktan, soğuktan (
hayatın hâdiselerinden) ve cehennem azabından kurtulasın.
Onun sıcağı, hayatın ilkbaharıdır. Doğruluğun, yakînin ve kulluğun
sermayesidir.
Çünkü can bahçeleri, onun sözleri ile diridir. Gönül denizi, bu
cevherlerle doludur.
Eğer gönlün bahçesinden cüzi bir zevk ve hal eksilse aklı başında
olan kişinin gönlünü, binlerce gam kapladı.
Sıddîkanın Tanrı ondan razı olsun- Bugünkü yağmurun
sırrı neydi? diye sorması
*Sıddîkanın
aşkı çoşup edebe riayetle Peygambere sordu:
2060. Ey şu
varlığın hülâsası, vücudun zübdesi! Bu günkü yağmurun hikmeti neydi?
Bu yağmur, rahmet yağmurlarından mıydı, yoksa tehdit için mi
yağıyordu, pek yüce, pek azametli Tanrının adaletinden miydi?
Bu yağmur, bahara ait lûtuflardan mıydı, yoksa âfetlerle dolu güz
yağmuru muydu?
Peygamber dedi ki: Bu yağmur musibetler yüzünden insanın gönlüne
çöken gamı yatıştırmak için yağıyordu.
Eğer Âdemoğlu, o keder ateşi içinde kalıp duraydı ziyadesiyle
harabolur, eksikliğe düşer, ( hiçbir şey yapamaz bir hale gelir) di.
2065. O anda bu
dünya harap olurdu, insanların içlerinde hırs kalmazdı.
Ey can, bu âlemin direği gaflettir. Akıllılık, uyanıklık, bu dünya
için âfettir.
Akıllılık o âlemdendir, galip gelirse bu âlem alçalır.
Akıllılık güneştir, hırs ise buzdur. Akıllılık sudur, bu âlem
kirdir.
Dünyada hırs ve haset kükremesin diye o âlemden akıllılık, ancak
sızar, sızıntı halinde gelir.
2070. Gayb
âleminden çok sızarsa bu dünyada ne hüner kalır, ne de ayıp.
Bu bahsin sonu yoktur. Başlamış olduğun söze dön, tekrar
çalgıcının, hikâyesine devam et.
Çalgıcı
hikâyesinin söylenmedik kısmı ve çalgıcının kurtuluşu
O, öyle
çalgıcıydı ki âlem, onun yüzünden neşeyle dolmuştu. Dinleyenler
sesinden garip garip hayallere dalıyorlar, şaşılacak hallere
düşüyorlardı.
Gönül kuşu onun nağmesiyle uçmakta; canın aklı, sesine hayran
olmaktaydı.
Fakat zaman geçip ihtiyarlayınca evvelce doğan kuşu gibi olan canı,
âcizlikten sinek avlamaya başladı.
2075. Sırtı, küp
sırtı gibi eğrildi, kamburlaştı. Gözlerinin üstünde kaşlar, âdeta eyer
kuskununa döndü.
Onun cana can katan lâtif sesi fena, iğrenç , çirkin yürek
tırmalayıcı geldi.
Züherenin bile haset ettiği o güzel sesi, kart eşeğin sesine
benzedi.
Zaten hangi hoş vardır ki nahoş olmamıştır? Yahut hangi tavan
vardır ki yıkılmamış, yere serilmemiştir.
Ancak Sûrun üfürülmesi, nefeslerinin aksinden ibaret olan yüce
azizlerin sesleri, bundan müstesnadır; onların sesleri bakidir.
2080. Onların
gönülleri, öyle bir gönüldür ki gönüller, ondan sarhoştur. Yoklukları
öyle bir yokluktur ki bizim varlıklarımız, o yokluktan varolmuşlardır.
Her fikrin, her sesin kehlibarı (fikirleri ve sesleri çeken) o
gönüldür. İlham, vahiy ve sır lezzeti yine o gönülden ibarettir.
Çalgıcı bir hayli ihtiyarlayıp zayıflayınca kazançsızlıktan bir
parçacık yufka ekmeğine bile muhtaç hale geldi.
Dedi ki: Tanrım, bana çok ömür ve mühlet verdin, hakîr bir kişiye
karşı lûtuflarda bulundun.
Yetmiş yıldır isyan edip durdum. Benden bir gün bile ihsanını
kesmedin.
2085. Bugün kazanç
yok, senin konuğunum. Çengi sana çalacağım, gayrı seninim.
Çengi omuzlayıp Tanrı aramağa yola düştü; ah ederek Medine
Mezarlığına doğru yollandı.
Tanrıdan kiriş parası isteyeceğim. Çünkü o kendisine karşı halis
olan kalplere kerem ve ihsanıyla eder dedi.
Bir hayli çenk çalıp ağladı ve başını yere koydu, çengi yastık
yaptı bir mezara yaslandı.
Çalgıcıyı uyku bastırdı, can kuşu kafesten kurtuldu; çalgıyı da
bırakıp sıçradı.
2090. Sâf bir
âleme, can sahrasına vararak tenden ve cihan mihnetinden kurtuldu.
Canı, orada macerasını şöyle terennüm etmekteydi: Beni burada
bıraksalardı.
Canım bu bahçede, bu bahar çağında ne hoş bir hale gelir, bu ovanın
bu gayb lâleliğinin sarhoşu olurdu.
Başsız, ayaksız seferler eder, dişsiz, dudaksız şekerler yedim.
Felek sakinleriyle zahmetsiz, mihnetsiz zikre, dimağsız fikre
dalar, onlarla lâtifeler ederdim.
2095. Gözleri
kapalı olarak bir âlem görür; elsiz, avuçsuz güller, reyhanlar
devşirirdim...
Çalgıcı, bir su kuşuydu; bu âlem de bir bal denizi. Bu bal Eyyub
Peygamberin içtiği ve yıkandığı pınardı.
Eyyub, o pınarda yıkanarak tepeden tırnağa kadar doğu nuru gibi
bütün hastalıklardan arındı, pirüpak oldu.
Mesnevi hacım bakımından felekler kadar bile olsa yine bu âlemin,
hattâ küçük bir cüzünü ihata edemezdi.
Halbuki çok geniş olan o yerler gök, darlıktan gönlümü paramparça
etti.
2100. Bu bir âlemdir ki bana rüyada göründü; açıklığıyla
kolumu, kanadımı açtı.
AÇIKLAMALAR ( Beyitler 1401 - 2100 )
B. 1404. -1405. Nuh
Peygamber diyor ki: "Ben, onları yargılamam için ne vakit çağırdıysam
parmaklarını kulaklarına tıkadılar; elbiselerini başlarına çektiler,
libaslarına büründüler; inatlarında ısrar ettiler; inadettikce
ettiler, ululandıkça ululandılar." (Sure: 71 Kur, âyet: 7).
B. 1427. (Feyz-al
Kadir IV. 149).
B. 1479. dan sonraki
başlık: Adem'le Havva. Tanrı tarafından yemişinden yememeleri emir
buyurulan ağacın yemişini Şeytan'a uyup yeyince suçlu oldular ve
Tanrı'dan "Rabbena zalemnâ Rabbimiz. biz nefsimize zulmettik" diye
yarlıganma dilediler (1250 - 1255) inci beyitlerin izahına bakınız).
Şeytan'sa Kur'an'ın 7 inci suresi olan A'raf suresinin 16 ve 17 nci
âyetlerinde bildirildiği veçhile "Febimâ agveyteni Beni iğva
ettiğin, rahmetinden uzaklaştırdığın için kullarını senin doğru
yolundan azdıracak, sonra önlerinden, artlarından, sağlarından,
sollarından gelip onları yoldan çıkaracağım..." demiş ve bu suretle
suçu Tanrı'ya bulmuştur. Bu başlık altında bilhassa bundan
halledilmektedir.
B. 1495. "Pis şeyler
pislerin, pisler de pis şeylerindir. Temiz şeyler temizlerin, temizler
de temiz şeylerindir..." (Sure: 24 Nur, âyet: 26).
B. 1507. Lâzım,
melzum, nâfî, muktazi. Bunlar aklî delillerdir. Lâzım olan, yani
gereken şeyler bir melzum, yani gerekli aranır. Meselâ iyi insanda
iyilik gereklidir, iyilik için de iyi insan gerektir. Nâfi ile
muktaziye gelince: Bunlar birbirinin karşılığıdır. Her muktaziye bir
muktaza lâzımdır. Meselâ yapılan bir işte muktazi, yani o şeyi iktiza
ettiren, yaptıran arandığı gibi yapılan, meydana gelen iş de iktiza
etmiş de vücut bulmuştur. Yapılmadığı takdirde o işin yapılmamasına
sebebolan bir nâfî vardır, yapılmıyan, meydana gelmiyen şey ise
menfidir, vücut bulmamıştır.
B. 1508. den sonraki
başlıktaki cümle, Kur'an'-ın 57 nci suresi olan "Hadid" suresinin 5
inci âyetindendir.
B. 1528. den sonraki
başlıkta bulunan söz hadîs değildir. Peygamber zamanında sofi ve
tasavvuf sözleri yoktu. Nitekim Mevlâna da bunu hadîs olarak
söylemiyor. Fakat muahhar tasavvuf kitaplarının bazılarında bu sözün
hadîs olduğu yanlış olarak kayıtlıdır.
B. 1564. Hayyâm'm
şu rubaisini hatırlatır:
No herde günâh der
cihan kist bigu
Van kes ki güneh
nekerd çün zîst bigu
Men bed kunem-u tu
bed mükafat kuni
Pes fark-ı miyan-ı
men-u tu çist bigu
(Dünyada günah
etmiyen kimdir? Söyle. Günah etmiyen kişi nasıl doğdu? Anlat. Ben
kötülük eder, sen de kötülüğüme karşı bana kötülük verir, azabeylersen...
Peki. söyle, benimle senin aranda ne fark var?) Abdullah Cevdet tab'ı,
s. 368.
B. 1(03. Başlıkta
söylendiği gibi Ferideddin-i Attâr'ın bir beytidir.
B. 1615. Ve sonraki
beyitler. Kur'an'ın 20 nci suresi olan Tâhâ suresinin 65 inci
âyetinden alınmadır.
B. 1622. "Kur'an
okununca dinleyin ve susun de merhamet edilmişlerden olasınız."
(Sure: 7 A'raf.
âyet: 204) bu beyitteki "Ansitû susun" sözü, bu âyetten alınmadır.
B. 1628. "Evlere
ardından girmek iyi değildir. İyilik, Tanrı'dan korkan ve haramdan
çekinen kişinin işidir. Siz, evlere kapılarından girin. Tanrı'dan
çekinin ki kurtulasınız."
(sure: 2 Bakara,
âyet: 189).
B. 1673 - 1676. "Bir
âyetin hükmünü değiştirir, -yahut o âyeti unutturursak yerine ondan
daha hayırlı bir âyet, yahut ona benzer bir âyet getiririz. Tanrı'nın
her şeye kaadir olduğunu bilmez misin" (Sure: 2 Bakara, âyet 106),
1673 teki arapça sözler bu âyetten alınmadır. .
B. 1674. "Siz. iman
edenlerle alay ettiniz. Nihayet size beni anmayı unutturdum. Siz,
müminlere gülerdiniz" (Sure 23 Müminun - âyet: 110) bu beyitteki
Arapça cümle, bu âyetten alınmadır.
B. 1709. Kur'an'ın
90 inci suresi olan ve Beled suresi denen bu surenin "fi kebed" e
kadar olan 1-4 üncü âyetlerinin meal bakımından mânası şudur: "Bu
şehre (Mekke'ye) ant olsun ki sen, bu şehirlisin. Babaya <Âdem
Peygamber'e) ve oğula (Peygamberlere) ant olsun ki biz, insanı zahmet
ve meşakkat için yarattık."
B. 1732. Halil, dost
manasınadır ve İbrahim Peygamber'in lâkabıdır.
B. 175S. La ve
İllâ'dan murat "La ilahe illallah ister elle yapılma olsun. İster
vehimle icadedilmiş bulunsun, ibadete lâyık hiçbir mabut yoktur.
İbadete lâyık mabut, ancak Tanrı'dır" sözündeki nefiy ve ispattır.
B. 1762. nci
beyitten sonraki başlıktaki şiir, Hakim-i Senâî'nindir.
B. 1807 - 1809. Bu
beyitlerden apaçık anlaşılıyor ki Mevlâna, bu bahisleri sabaha kadar
söylemiş. Çelebi Hüsameddin yazmıştır. Burada Mevlâna, gün ışığını
görünce Çelebi'yi uykusuz bıraktığından üzülüyor ve kendisinden tatlı
bir dille özür diliyor. 1809 daki adı geçen Mansur, Abâ-al Mugıys
Huseyn-ibn-i Mansûr al Hallac'dır ki hicrî 309 (922) de Bağdad'da idam
edilmiştir. Şeriata aykırı sözleri yüzünden idam edilen Mansur, birçok
sofilerce makbul sayılmıştır. Aynı zamanda bu beyitteki "Senin Mansur
şarabın" sözünde iham da vardır. Çünkü "Mansur" yardım edilmiş;
mânasına geldiğinden "Mansur şarabın" yardım edilmiş şarabın, feyzin
ve lütfün mânalarına da gelir Mansur'la en fazla meşgul olan L.
Massignon' dur. Onun hakkında "Al-Hallaj, Martyr mystique de l'İslâm"
adlı bir eser yazdığı gibi (Paris 1922) ayrıca "Ahbâr al Hallaj'ı
(Paris 1936 ve Mansur'un Kitâb al-Tavvâsîn"ini de bastırmıştır (Paris
1913).
B. 1877. den sonraki
başlık. "Tanrı'nın dilediği olur, dilemezse olmaz" diye bir hadîs
rivayet edilir.
B. 1898. Akl-ı Küll,
Akl-ı Cüzi karşılığıdır. Akl-ı Cüzi, dünya işlerine eren akıldır ki
buna geçim aklı mânasına "Akl-ı Maaş" da denir. Aynı zamanda akl-ı
Küll, Hükema felsefesince yaratıcı kudretin faal tecellisidir. Bu faal
tecelliye karşılık bir de münfail tecelli vardır. Buna da Nefs-i Kül
derler. Akl-ı Kül'le Nefs-i Külden felekler ve anasır meydana gelmiş,
feleklerle unsurların birleşmesinden üç çocuk (Mevlâlîd-i Selâse) yani
cemat, nebat ve hayvan vücut bulmuştur. Tasavvufu Hükema felsefesiyle
birleştiren sofilerce Akl'ı Kül şeriat dilinde Cebrail'dir.
B. 1905. Hakîm-i
Gaznevî, Senâî'dir ve bu beyitten sonraki iki beyit onundur.
B. 1924. Bu
beyitteki cümleler., Kur'an'ın 55 inci suresi olan Rahman suresinin 33
üncü âyetinden alınmadır. Âyetin mânası şudur: "Ey cinler ve insanlar,
göklerin ve yeryüzünün sınırlarından dışarı çıkabilirseniz çıkın!
Çıkamazlar, ancak Tanrı kudretiyle."
B. 1934. Tanrı,
Cebrail'i Meryem'e göndermiş, Cebrail de Meryem'in yakasından üfürmüş,
Meryem bu suretle gebe kalmış ve İsa Peygamber'i doğurmuştur. İncil'de
de aşağı yukarı aynı olan bu rivayet, Kur'an'ın birçok surelerinde
vardır. Hattâ 19 uncu suresi, bilhassa İsa Peygamber'i ve doğumunu
anlatır. Bu yüzden de "Meryem suresi" adiyle anılır.
B. 1938. "Kul
farzlardan başka ibadetlerle meşgul oldukça bana yaklaşıp durur.
Nihayet ben, onun kulağı gözü. dili, eli ayağı olurum. Benimle duyar,
benimle görür, benimle söyler, benimle tutar, benimle yürür" diye bir
Hadis-i Kudsî rivayet edilir ki sofiler, buna bilhassa ehemmiyet
verirler. Bu mertebeye "Kurb-i Nevafil Nafileler yüzünden Tanrı'ya
yakın olmak" mertebesi derler.
B. 1939. H.
Muhammed'in "Bir kişi, Tanrı'ya mal olur, kendisini Tanrı'ya verirse..
Tanrı da onun için, olur" dediği rivayet edilmiştir.
B. 1953 - 1959. Bu
iki beyitteki Arapça sözler. Kuran'ın 33 üncü suresi olan Ahzâb
suresinin 72 nci âyetinden alınmıştır. Âyetin manâsı şudur: "Şüphe
yok. ki biz emaneti göklere, yere ve dağlara arzettik.. yüklenmekten
çekindiler, ondan korktular.. İnsan yüklendi, yüklendi ama çok zalim
ve bilgisiz." 1959 daki "Feebeyne en yahmilnehâ" yüklenmekten
çekindiler; "Eşfakne minhâ" da ondan korktular demektir.
B. 1972. "Ey beyaz
kadıncağız, benimle konuş!" H. Muhammed'in Ayşe'ye böyle dediği
rivayet edilmiştir. Sofilere göre Peygambere ruhaniyet galebe edince
dünya ile meşgul olmak, oyalanıp o halden kurtulmak için. zevcesine
böyle hitabeder, onunla konuşur görüşürdü. Beşeriyet galebe edince de
müezzinleri olan Bilâl'e "Ezan oku, bizi ferahlandır" derlerdi.
1986 ncı beyitte de
buna işaret edilmektedir.
B. 1973. Eskiden
sihirle uğraşanlar, birisinin sevgisini kazanmak için bir nala
sevgilisinin adını yazıp ateşe korlar, bazı şeyler okurlardı. Güya bu
suretle sevgilinin kararı kalmaz, âşıka ram olurmuş. "Nalı
ateşe-koymak" edebiyatta sevgiye delâlet eder. Bu beyitteki söz,
hadîs, yani H. Muhammed'in sözü değildir.
B. 1986 - 1988. 1972
nci beytin izahına bakınız.
B. 1989 - 1991. H.
Muhammed'in bazı savaşlarda bütün gece yürüdüğü, sabaha karşı,
sabahleyin konaklayıp uyuduğu, bu suretle gün doğup kuşluk çağı
geldiği ve sabah namazı vaktinin geçtiği, uyandıktan zaman namazı
cemaatle kaza ettikleri rivayet edilmiştir. Yolcunun sabaha kadar
yürüyüp sabaha karşı uyku ve istirahat için konaklamasına Arapça "Ta'ris"
denir.
B. 2004. Arapçada
milh tuz demektir. Melâhat de tuzluluktur. Yemeğe tuz çeşni verdiği
cihetle Melâhat güzellik ve alım mânalarına kullanılagelmiştir. Biz,
Melâhat kelimesini kullandığımız halde "tuzluluk" kelimesini güzellik,
şirinlik mânalarına kullanmayız. Azerîlerde ise "tuzlu kişi" güzel ve
melih adam yerine kullanılır H. Muhammed'in "Ben, kardeşim Yusuf'tan
daha melihim, Yusuf benden daha güzeldi" dediği rivayet edilmiştir.
B. 2096. Eyyub
Peygamber, Tanrı tarafından sınanıp birçok belâlara uğradıktan sonra
hastalanmış, vücudu yaralar, bereler içinde kalmıştı. Sonra ona
"Ayağını yere vur. Şu yıkanacak soğuk çeşme; şu kaynak da içilecek su"
denmiş (sure: 73 Sâd, âyet: 42). O da ayağını yere vurmuş, yerden
çıkan iki kaynağın birinde yıkanmış, vücudundaki hastalıklar
iyileşmiş, öbüründen içmiş, içindeki hastalıklar geçmişti.
|