Tanrı yakınlığına eriştin de sanat, sanatkârdan ayrı
olmaz sanıyorsun ha!
Şunu olsun görmez misin? Tanrı velilerinin eriştikleri yakınlıkta
yüzlerce keramet, yüzlerce iş güç var.
Meselâ demir, Davudun elinde mum oluyor
halbuki senin elinde mum,
demir kesiliyor!
Yaratma ve rızık verme yakınlığında herkes müsavidir, bu sıfatlar
herkeste var. Fakat bu ulular, Tanrı aşkının vahyi yakınlığına sahip
olurlar.
705. Babacığım, yakınlık da çeşit, çeşittir. Güneş dağa da vurur,
altına da!
Fakat güneşin altına bir yakınlığı var ki söğüdün bundan haberi
bile yok!
Kuru dal da güneşe yakındır, yaş dal da. Güneş hiç ikisinden de
gizlenir mi ki?
Fakat yaş taze dalın yakınlığı nerede? O daldan olgun meyveler
devşirmede, olgun meyveler yemedesin.
Fakat bir de bak, kuru dal, güneşe yakınlığından kuruluktan başka
ne bulabilir?
710. Akıllı, aklın başına gelince pişman olacak bir sarhoşluğa düşme.
O sarhoşlardan ol ki onlar şarap içmeye koyuldular mı olgun akıllar
bile onlara hasret çeker.
Ey kedi gibi kocalmış fareyi tutan, o şaraptan içmiş onunla
gıdalanmışsan aslan tut aslan!
Ey hayale kapılıp aslı olmayan kadehten hayal şarabı içen, hakikat
sarhoşları gibi sarhoşluk etme, o tarafa sarkıntılıkta bulunma!
Sarhoş gibi şu yana, bu yana düşüp durmadasın ama sana bu tarafa
yol yok, o tarafa yürü.
715. O yana yol bulursan ondan sonra bazan bu tarafa salın, bazan o
tarafta.
Tamamıyla bu tarafa mensupken o tarafta dem varma. Madem ölümün
gelmemiş, yalan yere can çekişme.
Fakat ebedî hayata erişen ve ecelden korkmayan Hızır canlı kişi,
mahlûku tanımasa da caiz.
Damağını vehmin zevkiyle çeşnilendirir, varlık tulumuna üfürür,
kendini havayla şişirip gururlanırsın ama,
Bir iğneyle o yel kaçıp gider. Dilerim akıllı adam, bu çeşit
semirmesin!
720. Kışın kardan testiler yapıyorsun, iyi ama hiç onlar suya dayanır
mı?
Çakalın
boyacı küpüne düşüp boyanması ve çakallar arasında tavusluk
dâvasına kalkışması
Bir çakal boyacı küpüne düştü, orada bir müddet kaldı.
Sonra postu boyanmış olarak çıkıp Ben illiyyin tavusuyum, demeye
başladı.
Postu boyanmış, pek güzel parlamış, güneş de o renklere vurmuştu.
Çakal, kendini yeşil, kızıl, pembe ve sarı renklerde görüp o
çeşitli renklerle öbür çakallara göründü.
725. Hepsi de A çakalcık, bu ne hâl? Fazlasıyla neşelere dalmışsın,
pek memnunsun.
Neşeden âdeta bizden nefret ediyorsun! Bu ululuğu nereden elde
ettin? dediler.
Fakat çakallardan biri Sen ya hile yapıyorsun, yahut da hakikaten
bir neşeye sahip oldun, neşeliler arasına katıldın.
Mimbere çıkmaya, lâfla ulu görünüp bu halkı, kendine meftûn etmeye
kalkıştın.
Bir hayli çalıştım, fakat bir aşk, bir hararet görmeyince hileye
sapıp utanmazlığı ele aldım dedi.
730. Doğruluk ve yanıp yakılma, velilere âdettir. Utanmazlık da her
aşağılık kişinin sığındığı bir sanat.
Bu suretle neşeliyiz diye halkı kendilerine çekerler ama iç
yüzlerine bakılırsa hiç de hoş değildirler.
Yalan
dâvalarda bulunan birisinin her sabah bir kuyruk parçasıyla
dudağını, bıyığını yağlayıp Ben şunu yedim, bunu yedim
diye
dostlarının arasına çıkması
Aşağılık bir adam, bir kuyruk parçası buldu. Her
sabah bıyıklarını onunla da yağlar,
Devlet sahiplerinin yanına varıp Evde yağlı yemek yedim der,
Sözünün doğruluğunu ispat için de, bıyıklarıma bakın gibilerden
eliyle bıyıklarını sıvazlar.
735. İşte sözümün doğruluğuna şahit... bıyıklarım, yağlı, yağlı
şeyler yediğime delil demek isterdi.
Karnı ise sessiz, sadasız Tanrı, yalancıların
düzenini kurutsun!
Senin lâfın bizi ateşlere yaktı. O yağlı bıyığın kökünden kopsun.
A yoksul, şu kötü dâvan olmasaydı belki bir kerem sahibi bize
acırdı.
Yahut da noksanını, yoksulluğunu söyleseydin, bu yalanları, bu
düzenleri düzüp koşmasaydın, bir doktor çıkarda derdine deva ederdi.
derdi.
740.
Tanrı Ey eğri adam , kulağını, kuyruğunu sallama.
Doğrulara, doğrulukları fayda verir dedi.
A cenabet, mağarada eğri büğrü yatma. Neyin varsa göster, doğrul,
doğru ol
Ayıbını söylemiyorsan bari sus, gösterişte, hileyle kendini
öldürme!
Bir para elde ettiysen ağzını açma. Yolda sınama taşları var.
Sınama taşlarının önünde de halli hallerine sınamalar
var, onlar da imtihanlara tabi!
745. Tanrı, Doğumdan bu ana kadar onlara her iki kere sınanırlar
dedi.
Babam, imtihan içinde imtihan var. Derlen toplan da ufacık bir
imtihanla kendini satma!
Bâbûr
oğlu Belamın Tanrı imtihanlarından yüzü
ak çıkacağına emin olması
Bâbûr oğlu Belamla melûn iblis, en son imtihanda
alçaldılar.
O adam da kendi iddiasınca devletli görünürdü ya, fakat midesi,
bıyığına lânet eder,
Yarabbi, şu adamın gizlendiğini sen dışarıya vur, meydana çıkar.
Bizi yaktı, yandırdı, sen onu rüsvay et derdi.
750. Onun bedeninin bütün cüzleri, ona düşman olmuştu. O, bahardan dem
vurdu ama onlar, kışın ta kendisindeydiler.
Adam, ihsandan, keremden dem vururdu ama merhamet
dalını, ta kökünden kesmekteydi.
Ya doğru ol, doğruluğunu göster, yahut sus da merhamete eriş, sonra
coş!
Adamın karnı da bıyıklarına düşman kesilmiş, gizlice el kaldırıp
dua ediyor,
Yarabbi, sen bu aşağılık herifi rüsvay et de kerem sahipleri bize
merhamete gelsinler diyordu.
755.
Karnın duası kabul oldu. İhtiyaçtan doğan yanıp
yakılma, dışarıya kadar bayrak açtı, görünür bir hale geldi.
Tanrı Beni çağırdın mı, suçlu da olsam, putperest de olsam ben,
yine icabet ederim.
Onun için duadan hiç çekinme; hiç usanma. Dua, nihayet seni
gulyabani nefsin elinden kurtarır. demiştir.
Karın, kendini Tanrıya ısmarlayınca ansızın bir kedi
gelip o kuyruk parçasını kaptı, götürdü.
Ev halkı, kedinin peşine düştüler, fakat kedi koşup kaçtı. Babamın
azarına uğrayacağım diye çocuğunun beti, benzi kaçtı.
760. Babası, bir toplulukta otururken o çocukcağız gelip işi anlattı.
O lâfla geçinen adamın şerefini bir paralık etti.
Dedi ki: Hani her sabah dudaklarını, bıyıklarını
yağladığın o kuyruk parçası yok muydu?
Kedi geldi, onu kapıverdi. Ardına düştük, bir hayli koştuk ama
faydasız
yakalayamadık ki!
Oradakiler şaşırıp gülüştüler, Bu hâle acıdılar.
Onu davet edip doyurdular, yeryüzüne benzeyen varlığına merhamet
tohumunu ektiler.
765. O da ululardan doğruluk zevkini görünce ululuğu bırakıp doğruluğa
kul oldu.
Boyacı
küpüne düşen çakalın tavusluk dâvasına kalkışması
O rengârenk çakal gizlice çıkagelip kendisini kınayanın
kulağına dedi ki:
Hele bir bana, hele rengime bak. Şamanın bile böyle bir putu
yoktur.
Gül bahçesi gibi ne de güzel bir hale geldim, ne de hoş yüzlerce
renklere boyandım. Benden baş çekme, secde et bana!
Şu güzelliğime, şu letâfetime, şu rengime bak da bana Fahri Dünya,
Rükn-i din de!
770.
Tanrı lûtfuna mazhar oldum. Ululuk sırlarını şerheden
levh haline geldim.
Çakallar, oraya toplandılar, mumun etrafındaki pervaneye döndüler.
Hiç çakalda bunca güzellik mi olur?
Peki a elmasım, sana ne diyelim? diye sordular. Çakal: Müşteri
yıldızına benzer erkek aslan deyin dedi.
Bunun üzerine dediler ki: İyi ama can tavusları gül
bahçelerinde salınır cilvelenirler.
775. Sen de öyle cilveleniyor musun? Çakal: Yok canım. Çöle
düşmeden nasıl Minaya vardım diyebilirim? dedi.
Peki, tavus kuşları gibi bağırabilir misin?diye sordular. Kara
taştan kaynak mı çıkar hiç diye cevap verdi.
Bunun üzerine dediler ki: Tavusun güzellik elbisesi
gökten gelir, ezelîdir. Hileyle dâva ile hiç, o güzelliği elde
edebilir misin sen?
Firavunun Tanrılık dâvasına kalkışması da çakalın tavusluk iddasına
benzer
Firavun da saçını, sakalını süslemiş, eşekliğinden
kendisini Musadan yüce göstermeye, ondan daha yücelere bir derece
üstün uçmaya kalkışmıştı.
O da, o boyacı küpüne düşen dişi çakalın soyundandı. O da mal ve
mevki küpüne düşmüştü!
780. Kim onun Mevkiini, malını gördüyse secde etti, o da o saçma sapan
heriflerin secdelerine kandı.
O yamalı hırka giyen yoksul halkın secdesinden, malına
mülküne karşı şaşırmasından âdeta kendinden geçmiş, bir sarhoşçuk
oluvermişti!
Mal, yılandır
onda zehirler var. Halkın mal sahibini büyük
sayması, ona secde etmesiyse ejderhadır âdeta.
A firavun, ululanıp durma. Sen bir çakalsın, tavusluk dâvasına
kalkışma.
Tavusların arasına varsan âciz kalır, onlar gibi
salınamaz, rüsvay olursun.
785. Musa ile Harun, tavuslara benzerlerdi. Karşısında salındılar,
cilvelendiler, seni perişan ettiler.
Çirkinliğin meydana çıktı, rüsvay oldun gitti. Yücelikten
aşağılıklara düşüverdin!
Mehenk taşını görünce kalp akça gibi simsiyah oldun,
Üstündeki aslan nakşı gitti, köpekliğin meydana çıktı.
A uyuz çirkin köpek, hırsından, kızgınlığından aslan postuna
bürünme. Aslan kükrer de seni sınar. O vakit üstünde aslan,
Sureti olduğu, fakat hakikatte köpeklerin huylarına sahip olduğun
anlaşılır.
Ve
letarifennehum fî lahnil kavli âyetinin tefsiri
790.
Tanrı, söz geliminde Peygambere dedi ki: Münafıkların
anlaşılması için en kolay ve görünür delil şudur:
Münafık iri yarı, korkunç, zâhiren babayiğit görünse bile sen onun
sesinin tonundan ve sözünden tanır, anlarsın.
Testi aldığın zaman o testileri sınar, o testilere vurursun, değil
mi?
Neden vurursun? Sesinden kırık testiyi anlamak için.
Kırık testinin sesi daha başka türlü olur. Ses, çavuşa benzer, önde
gider.
795. Ses gelir de o şeyin ne olduğunu anlatır, onun ahvalini sayar,
döker. Ses mastara benzer, fiil de o mastarı tasrif eder!
Sınama sözü gelince hemencecik Hârût hikâyesini hatırladım.
Hârûtla Mârûtun hikâyesi ve onların Ulu Tanrının sınamalarına karşı
yiğitlik taslamaları
Bundan önce de bu bahse dair az bir söz söylemiştik.
Fakat zaten ne kadar söylesek ancak binde birini anlatabiliriz.
Bu vakayı adamakıllı anlatmak istedim ama şimdiye kadar söz, sözü
açtı, birçok sebeplerle kalıp gitti.
H ele bir hamle daha edeyim de çoğundan azını, âdeta filin tek bir
uzvunu söylemiş olayım.
800.
Ey yüzüne kul, köle olduğumuz, Hârût ve Mârût kıssasını
dinle!
Tanrı lûtuflarını , padişahın lûtuf şeklinde tecelli eden şaşılacak
kahırlarını seyretmekten sarhoş olmuşlardı.
Tanrının kahırlarında böyle sarhoşluklar varken Tanrı miracının ne
sarhoşlukları var?
Tuzağındaki tane,insana böyle bir sarhoşluk verirse ya
nimet sofrası ne yapar ne lûtuflarda bulunur?
Hârût da Mârût da sarhoş olmuşlar, bağlarını çözmüşler, kayıttan
kurtulmuşlar, âşıkçasına hayhuylar ediyorlar naralar atıyorlardı.
805. Fakat yolda öyle bir tuzak, öyle bir imtihan vardı ki kasırgası
dağları bile saman çöpü gibi kapıp götürebilirdi.
Bu sınama bunları altüst etmekteydi. Fakat sarhoşun
bunlardan ne haberi olabilir ki?
Sarhoşun önünde hendek de birdir, meydan da. Ona kuyu da doğru yol
kesilmiştir, hendek de!
Dağ keçisi, yüce dağ başlarında yiyecek arar, hiçbir zarara
uğramadan koşar durur !
Yiyecek bulmak, yayılmak üzereyken ansızın feleğin
sınaması gelir çatar.
810. Öbür dağa bakar, orada bir dişi dağ keçisi görür.
Derhal gözleri kararır. Bu dağdan ta o dağa sıçramak ister.
Dişi keçinin bulunduğu dağ, ona o kadar yakın görünür ki oraya
sıçramak, ev kapısının etrafında koşup dolanmak kadar kolay gelir.
Binlerce arşın yol ona iki arşınlık bir mesafe görünür, o
sarhoşlukla sıçramak ister.
Sıçrayınca da iki amansız dağın arasında ki çukura düşüverir.
815. O avcılardan dağa kaçmıştı, kaçıp sığındığı yer, kanını döker.
Avcılarsa o iki dağ arasındaki yarda oturmuş, bu
azametli kaza ve kaderin zuhurunu beklemekteler
Dağ keçisi, ekseriyetle böyle avlanır. Yoksa bu hayvan, pek yürük,
pek çeviktir, düşmanını sezer, anlar.
Rüstemin kellesi, kulağı yerindedir, sakallı, bıyıklı bir adamdır.
Ama ayağını tutup onu kafese sokan tuzak, şehvettir.
Benim
gibi şehvet sarhoşluğundan kesil, bu sarhoşluğu, devede seyret !
820. Sonra da âlemdeki bu şehvet sarhoşluğu, bil ki meleklerin
sarhoşluğuna karşı pek hordur, pek bayağıdır.
O sarhoşluk, bu sarhoşluğu kırar, mahveder. Melek, nasıl olur da
şehvete iltifat eder ki?
Tatlı suyu tatmadıkça acı su, insana gözünün nuru gibi hoş gelir.
Gökyüzü şaraplarının bir katrası bile insanı şaraptan
da vazgeçirir, sâkilerden de!
Artık düşün sen, meleklerin ne sarhoşlukları olur, tertemiz ruhlar,
ululuktan ne mestîliklere düşer!..
825. Onlar, bu şaraptan bir koku alarak gönüllerini vermişler, bu âlem
şarabının küpünü kırmışlardır.
Ancak, ümitsiz ve o âlemden uzak olanlar, kâfirler gibi
kabirlerinde gizlenmişler,
İki âlemden de ümitlerini kesmişler, hadde hesaba gelmez dikenler
ekmişlerdir!
Hârût la Mârût, sarhoşluklarından Ah ne olurdu, bulut gibi biz de
yeryüzüne rahmet yağdırsak,
Bu zulüm yurduna adalet, insaf, ibadet ve vefayı yaysaydık
dediler.
830.
Onlar bunu dedi ama kaza ve kader de Durun
ayaklarınızın önünde gizli tuzaklar pek çok.
Kendinize gelin de belâ çölüne küstahça gitmeyin
Kendinize gelin
de körcesine Kerbelâya at sürmeyin!
Çünkü o çölde helâk olanların kıllarından, kemiklerinden yolcu,
ayak basacak yer bulamaz.
Yol, baştanbaşa kıl, kemik, sinir doludur. Tanrının kahır kılıcı,
nice varları yok etmiştir!
Tanrı, Tanrının inayetine erişen kullar, yeryüzünde yavaş ve
mülâyim bir surette yürürler dedi.
835.
Ayağı yalın olan dikenlikte nasıl yürür? Dura, dura.
Düşüne, düşüne, ihtiyatla adım ata ata! diyordu.
Kaza bunu söylüyordu ama onların kulakları, coşkunlukları yüzünden
tıkanmış, sağır olmuştu.
Varlıklarından kurtulanlardan başka herkesin gözlerini bağlamışlar,
kulaklarını tıkamışlardır.
Gözleri, Tanrı inayetinden başka ne açar, kızgınlığı
sevgiden başka ne yatıştırır?
Dilerim, Tanrı ihsanı olmayan muvaffakiyete ulaşmak için çalışıp
çabalama, dünyada kimseye mukadder olmasın, Doğruyu Tanrı daha iyi
bilir.
Firavunun Musa aleyhisselâmı rüyada görmesi ve doğmaması için
tedbirlere girişmesi
840. Firavunun çalışıp çabalaması, Tanrı ihsânı olan
muvaffakiyete ulaşmamıştı. Tanrı muvaffakiyet vermediği için de
diktiği yırtılıp sökülüyordu.
Hükmünde binlerce müneccim, binlerce düş yorucu, binlerce büyücü
vardı.
Firavuna rüyâsında Musanın doğacığını, Firavunu ve saltanatını
mahvedeceğini göstermişlerdi.
Düş yorucularla müneccimlere Bu hayâlin, bu kötü rüyânın delâlet
ettiği şeyi nasıl defetmeli? dedi.
Hepsi de dediler ki: Bir tedbirde bulunalım, çocuğun doğmasına
mâni olalım
845. Doğum gecesi gelince Firavun kulları şu tedbiri kabul ettiler,
şunu münasip gördüler:
O gün İsrailoğullarını erkenden meydana, padişahın huzuruna
götüreceklerdi.
Ey İsrail oğulları, haydin
sizi padişah filân yerde huzuruna
çağırıyor.
Sizi örtüsüz, nikapsız yüzünü gösterecek, sevaba ermek üzere size
ihsanlarda bulunacak diye tellâllar bağıracaklardı.
Çünkü o esirler, Firavuna hiç yaklaşmazlardı, onu görmelerine izin
yoktu.
850. Hattâ yolda ona rastlasalar yüzü koyun yere kapanmaları
emredilmişti.
Kanun buydu: hiçbir esir, ister vakitli olsun, ister vakitsiz, o
padişahın yüzünü göremeyecek.
Yolda çavuşların seslerini duydu mu, yüzünü görmemek için duvara
dönecekti.
Şayet yüzünü görürse mücrim sayılır, başına gelecek en kötü şeyler
gelip çatardı.
Onlarda görmeleri men edilen o yüzü görmeyi pek isterlerdi. İnsan
men edildiği şeye haristir derler.
İsrailoğullarını,
Musa aleyhisselâmın doğumuna mâni olmak üzere
meydana çağırmaları
855. ( Tellâllar bağırdılar:) Esirler, meydana doğru
koşun. Umulur ki padişahlar padişahı, size yüzünü gösterecek.
İhsanlarda bulunacak!
İsrailoğulları bu müjdeyi duyunca padişahın didarına susuz ve
müştak olduklarından,
Hileye inandılar. Süslenip püslenip o tarafa doğru koştular.
Hikâye
Hani şunun gibi: Burada da hilekâr Moğollar,
Mısırlılardan birini arıyoruz .
Mısırlıları bu tarafa toplayın da aradığımızı ele geçirelim
derler.
860. Kim gelirse hayır bu değil. Sen geç oracıkta oturderler de,
Bu suretle herkes derlenip toparlandı mı bu hileyle hepsinin
boynunu vururlar.
Onlar, ezan sesi duyunca Tanrı davetçisine uymazlardı ya
Onun
şomluğu yüzünden.
Hilekâr Moğolların daveti, onları ölüme kadar çekti, sürdü. Akıllı
kişi, sakın Şeytanın hilesinden !
Yoksulların, muhtaçların seslerini içesiye duy da hilebaz kişinin
sesi, kulağını tutup çekmesin!
865. Yoksullar, tamahkâr ve kötü huylu adamlarsa bile sen yine gönül
sahibini onların içinde ara!
Denizin dibinde inciler, taşlarla karışık olarak bulunur. Öğülecek
şeyler, ayıplar, kusurlar arasında olur.
İsrailoğulları coşarak erkenden meydana doğru koştular.
Firavun bu hileyle onları meydana götürünce güzelim yüzünü onlara
gösterdi.
Gönüllerini aldı, ihsanlarda bulundu, vaitler etti.
870. Ondan sonrada Canınız için ne olur. Bu akşam hepiniz bu meydan
da kalın, burada yatın uyuyun dedi.
Cevap vererek dediler ki, Sana kulluk eder, sözünü dinler hattâ
dilersen burada bir ay otururuz
Firavunun, doğum gecesi, İsrailoğullarını karılarından ayırdığına
sevinerek meydandan şehre dönmesi
Firavunun, geceleyin Bu gece doğum gecesi, fakat
hepside karılarından ayrı diye sevinerek geri döndü.
Haznedarı İmran da yanındaydı. Onunla konuşa konuşa şehre geldi.
Ona, İmran, bu gece sen de burada yat, karının yanına gitme
onunla buluşma dedi.
875. İmran, Peki, burada yatarım, senin gönlünün istediği şeyden
başka bir şey düşünmem bile dedi.
İmran da İsrail oğullarındandı. Fakat Firavuna âdeta gönüllü ,
candı.
Firavun, onun isyan edeceğini, gönlünü korktuğu şeyi yapacağını
nereden aklına getirecekti?
İmranın, Musanın anasıyla buluşması ve kadının Musaya gebe
kalması
Firavun gitti, İmran da orada yatıp uyudu. Gece
yarısından sonra karısı, onu görmeye geldi.
Üstüne kapanıp dudaklarından öpmeye koyuldu. Gece yarısı, onu
uykudan uyandırdı.
880. İmran uyanıp karısını gördü. Kadın, hoşuna gitti, dudak dudağa
öpüşmeye başladılar.
İmran, Bu zamanda nasıl geldin? dedi. Kadın Sana iştiyakımdan.
Tanrının kaza ve kaderi bu diye cevap verdi.
İmran, karısını sevgiyle kucakladı kendini tutamadı.
Onunla buluştu ve emaneti ona verdi. Sonrada dedi ki: Kadın, bu
küçük bir iş değil!
Demir taşa çalındı, bir ateştir sıçradı. Hem de öyle bir ateş ki
padişahtan da saltanatından öç alıcı, padişaha da, saltanatına da kin
güdücü bir ateş.
885. Ben buluta benziyorum sen yersin Musada nebat. Tanrı , satranç
oyununda şahı sürüyor, bir yutulduk mu yutulduk!
Hanım, yutulmayı da hakikî padişah olan Tanrıdan bil, yutmayı da.
O işi bizden bilip bize hayıflanma!
Firavunun korktuğu şey yok mu ? Seninle buluştum, meydana geldi
işte!
İmranın karısıyla buluştuktan sonra Beni görmemiş ol diye
nasihat etmesi
Sakın bunu kimseye söyleme, gizle de bana da
yüzlerce türlü gam, gussa gelmesin, sana da.
Sonucu, bunun eserlerini meydana çıkar çünkü nazeninin, alâmetleri
belirdi!
890. Tam o sırada meydandaki halktan naralar duyulmaya, yer, gök
nâralarla dolmaya başladı.
Firavun, bu nâralardan korkup sıçradı, gürültünün ne olduğunu
anlamak için yalınayak koştu.
Meydandan gelen ve dehşetinden cinleri, perileri bile
korkutan bu nâralar, bu gürültüler nedir anlamak istiyordu.
İmran, Padişahımızın ömrü uzun olsun
İsrailoğulları, lûtfundan
neşeleniyorlar.
İhsanlarına seviniyorlar, oynuyorlar, ellerini çırpıyorlar dedi.
895. Firavun dedi ki Olabilir. Fakat beni adamakıllı bir vehim, bir
endişedir kapladı.
Firavunun o sesten korkması
Bu gürültü, âsabımı bozdu. Bu acı dertle, kederle âdeta
beni kocattı.
Padişah, bütün gece ağrısı tutmuş gebe kadın gibi bir yandan bir
yana gidip geliyor.
Her an İmran, bu nâralar, beni dehşetle yerimden sıçrattı
diyordu.
Zavallı İmranın kudreti yoktu ki karısıyla buluştuğunu söylesin.
900. Karısı gebe kalınca gökte Musanın yıldızının belirdiğini
anlatsın.
Her peygamber, ana rahmine düşünce yıldızı da gökte zuhur eder,
parlamaya başlar.
Gökte
Musa aleyhisselâmın yıldızının belirmesi ve meydanda
müneccimlerin feryadı
Kör Firavunun hilelerine, tedbirlerine rağmen
gökyüzünde Musanın yıldızı belirdi.
Sabah olunca İmrana Git de o gürültünün, o patırtının ne
olduğunu anla dedi.
İmran, meydana koşup Bu ne gürültüydü? Padişahlar padişahı
uyuyamadı deyince,
905. Her müneccim, yaslılar gibi başı açık, yeni yakası yırtık bir
halde toprağı öptü.
Yaslılar gibi sesleri
ses veriyor, feryatları ortalığı dolduruyordu.
Saçlarını, sakallarını yolup, yüzlerine vuruyorlar, gözleri kanlı
yaşlarla doluyordu.
İmran Hayrola. Bu ne feryat, bu ne hâl? Bu yomsuz yıl, kötü
alâmetler mi gösteriyor yoksa? dedi.
Özürler serdederek dediler ki: Emîr Tanrının kaza ve kaderi bizi
esir etti.
910. Her çareye başvurduk, fakat padişahın devleti
karardı, düşmanı dünyaya geldi, galip oldu.
Geceleyin gökyüzünde o çocuğun yıldızı göründü, bizi kör etti.
O Peygamberin yıldızı gökte yüceldi, biz de ağlamaya, yıldızlar
gibi gözyaşları dökmeye başladık.
İmran , içinden sevindi, fakat zâhiren Eyvahlar olsun! diye
elini başına vurup,
Kızgın suratı asık bir halde deliller gibi akılsız.
915. Ve gûya kendini bilmez bir halde müneccimlerin üstüne yürüyüp
onlara bir hayli ağır sözler söyledi.
Kendini meyus ve mahzun göstererek sevincini gizliyor, onlara oyun
oynuyordu.
Padişahımızı aldattınız, hıyanetten, tamahtan vazgeçmediniz.
Onu bu meydana kadar sürükleyip yüzünün suyunu döktünüz, şerefini
hiçe saydınız.
Ellerinizi, göğüslerinize koyup padişahı dertlerden kurtaracağız
diye vaitlerde bulundunuz dedi.
920. Padişah da bunu duyunca Hainler, dedi, ben de sizi asayım da
görün.
Kendimizi gülünç hallere soktuk, düşmanlara mallar ihsan edip
ziyana girdik.
Bu gece bütün İsrailoğulları, karılarından uzak kaldılar diye,
Mal da gitti, şeref de. İşe gelince hiçbir şey olmadı. Bu mudur iyi
adamların muaveneti, bu mudur iyi kişinin yapacakları iş?
Yıllardır paralar, libaslar alıyor, ülkelerin servetini rahatça
yiyip duruyorsunuz.
925. Bu mu sizin tedbiriniz, bu mu nücum bilginiz? Siz besbedava lokma
yiyen hilekâr ve şom kişilersiniz.
Sizi öldürür, parçalatır, ateşlere atar, burunlarınızı,
kulaklarınızı, dudaklarınızı kestirir
Sizi ateşe odun yapar, yiyip içtiklerinizi fitil fitil burnunuzdan
getiririm.
Müneccimler, secde edip Padişahım, Şeytan bu sefer bize galebe
etti.
Fakat yılardır nice belâlar defettik. Yaptıklarımıza vehim bile
hayran olmakta.
930. Bu sefer tedbirimiz, hiçe çıktı. O Peygamberin anası gebe kaldı,
o, ana rahmine düştü.
Düştü ama padişahım, suçumuzu, affettirmek için biz de doğum gününe
dikkat ederiz.
Bu fırsatı da kaçırmamak, kaza ve kaderin zuhuruna mâni olmak için
doğacağı günü hesaplayacak, gözleyeceğiz.
Ey akıllarla fikirler, reyinin kulu, kölesi olan padişah, bunu da
yapamazsak bizi öldür derler.
Firavun, düşmanları vurup öldüren takdir oku, yayından fırlamasın
diye günden güne dokuz ayı sayıp duruyordu.
935. Takdirle savaşa girişen, takdire baskın yapmaya kalkışan,
başaşağı gelir, kendi kanına bulanır.
Yer, göğe düşmanlığa kalkışırsa çoraklaşır, ölü haline girer.
Resim, ressamına pençe vurmaya kalkarsa kendi saçını sakalını
yolmuş olur!
Firavunun hileye girişerek yeni doğuran kadınları meydana çağırması
Dokuz ay sonra padişah, yine tahtını meydana kurdurup tellâllar
çağırttı.
Tellâllar, Kadınlar, bütün israiloğullarının kadınları
çocuklarıyla meydana gelsinler.
940. Bundan önce erkekler, ihsanlara nail oldular. Elbiseler, altınlar
elde ettiler.
Kadınlar, bu yıl devlet sizin. Herkes dilediği şeye nâil olacak.
Padişah, kadınlara elbise verecek, ihsanlar edecek. Çocukların
başlarına da altın külâhlar koyacak.
Padişah diyor ki Hele bu ay doğanlar yok mu, bilhassa onlar
ihsanıma, hazinelerime ulaşacaklar diye bağırdılar.
Kadınlar, sevindiler, çocuklarıyla çıktılar, padişahın otağına
kadar gittiler.
945. Yeni doğurmuş olan her kadın, hileden, kahırdan emin bir halde
şehirden çıkıp meydana yöneldi.
Kadınların hepsi toplanınca erkek çocukları analarının
kucaklarından aldılar.
Düşman doğmasına, felâket artmasın diye gûya ihtiyata riayet ederek
başlarını kestiler.
Musanın vücuda gelmesi, memurların İmranın evine gelmeleri,
Musanın anasına, Musayı ateşe at diye vahiy edilmesi
Musayı doğurmuş olan İmran ın karısına gelince
elini, eteğini çekmiş, o kargaşalıktan, o toz dumandan kurtulmuştu.
Fakat o alçak Firavun , evlere de hafiye olarak ebeler gönderdi.
950. Burada bir çocuk var. Anası, ürktüğü,şüphelendiği için meydana
gelmedi.
Bu sokakta güzel bir kadın var, bir de çocuk doğurmuş
fakat pek
akıllı, pek tedbirli bir kadın diye kovaladılar.
Bunun üzerine memurlar eve gelince Musanın anası, Tanrı emriyle
Musayı tandıra attı.
Bilen Tanrıdan kadına Bu çocuğun aslı Halildendir.
Ey ateş, soğu, yakma emrinin koruması yüzünden ateş yakmaz, bir
zarar vermez diye vahiy gelmişti.
955. Kadın, vahiy üzerine Musayı ateşe attı. Fakat, ateş Musayı
yakmadı.
Memurlar, bunu görünce meyus olup muratlarına erişmediler, çekilip
gittiler. Fakat kovucular, yine bu işi anlayıp,
Firavundan birkaç para koparmak için memurlara macerayı
anlattılar.
O tarafa dönün, pencereden iyice bir bakın dediler.
Musayı suya at diye anasına vahiy gelmesi
Musanın anasına yine Çocuğunu suya at, saçını,
başını yolma, ümitlen,
960. İtimat et, onu Nile at
ben, onu yüzü ak olarak sana
kavuştururum diye vahiy geldi.
Bu sözün sonu gelmez ki. Firavunun bütün hileleri, yakasına,
paçasına dolaşmaktaydı.
O, dışarıda yüz binlerce çocuk öldürüyordu; Musa ise evinin içinde
baş köşede yetişmekteydi.
O uzağı gören kör Firavun , hilelere sapıp deliliğinden nerede yeni
doğmuş bir çocuk varsa öldürtmekteydi.
İnatçı Firavunun hilesi ejderha idi, bütün âlem padişahlarının
hilelerini yutmuştu.
965. Fakat ondan daha Firavun birisi zuhur etti. Onu da yuttu,
hilesini de!
O bir ejderha idi, asâ da bir ejderha oldu. Bu, onu Tanrı
tevfikiyle sömürüp yutuverdi!
El üstünde el var
nereye kadar bu. Ta son erişilecek menzile, ta
Tanrıya kadar!
Çünkü o, öyle bir denizdir ki ne dibi var, ne kıyısı! Bütün
denizler, ona karşı sele benzer.
Hileler, tedbirler ejderha ise Tek Tanrı önünde hepsi de hiçtir!
970. Sözün, buraya gelince yere baş koyup mahvoldu
doğru yolu Tanrı
daha iyi bilir!
Firavunda olan yok mu? Sende de var. Fakat senin ejderha kuyuya
hapsedilmiş!...
Yazıklar olsun
bunların hepsi de senin ahvalin. Fakat sen, onları
Firavuna isnat etmek istersin.
Senin hâlinden bahsettiler mi canın sıkılır, başkasından
bahsettiler mi sana masal gelir.
Lâkin nefis seni ne de harap etmiş
bu arkadaşın da seni
hikâyelerle uzaklara atmakta!
975. Senin ateşine, Firavunun ateşine atılan odun atılmamakta, onun
gibi fırsat bulamıyorsun sen. Yoksa fırsat bulsan senin ateşin de
Firavunun ateşi gibi yalımlanır!
Yılancının donmuş bir ejderhayı ölü sanarak iple baplayıp
Bağdata getirmesi
Eski vakaları bilip söyleyenden bir hikâye dinle de
bu üstü örtülü sırdan bir koku al.
Bir yılancı, afsunlarla yılan tutmak üzere dağlara yüz tuttu.
Arayan ister yavaş gitsin, ister hızlı ,nihayet aradığını bulur.
İki elini de aramadan çekme. Arama, yolda en iyi bir kılavuzdur.
980. Topal olsan, sakat olsan bile, uyuklar gibi halde, hattâ
edepsizcesine de olsa ona doğru kımıldan, onu ara.
Gâh lâfla, gâh susarak, gâh şuraya, buraya boynunu uzatarak, o
padişahın kokusunu almaya çalış.
Yakup, oğullarına Yusufun kokusunu haddinden fazla arayın dedi.
Siz de her duygunuzu istidatlı bir hâle getirin de her yanda
adamakıllı onu araştırın.
Allah, Tanrı lûtfundan meyus olmayın, ümit kesmeyin dedi.
Çocuğunu kaybetmiş Yakup gibi sen de bucak bucak yürü.
985. Onu ağzınla sorup soruşturun. Dört yana kulak verip onu
araştırın!
Nereden bir güzel koku alırsan koklayın. Ne taraftan o âşinanın
kokusunu alırsanız o tarafa yürüyün!
Nerede bir kişiden lûtuf görürsen o adama mukayyet ol
belki o
lûtfun aslına yol bulursun, olur ya!
Bütün bu hoşluklar, ulu bir denizdendir. Sen cüzü bırak da külle
dön.
Halkın savaşları hep güzellik içindir, hep iyilik içindir. Fakat
yoksulluk azığı yok mu, asıl saadet nişanesi odur.
990. Halkın kızışları sulh içindir ama rahata ulaşma tuzağı, daima
rahatsızlıktır, zahmetle rahata ulaşılır.
Her sille, okşamak içindir... Her şikâyet, insana şükretmeyi
andırır.
Ey kerem sahibi, cüzden kül kokusunu al
ey hakîm, zıttan zıddı
istidlâl et!
Doğrusu savaşlar, barışa sebep olur. Yılancı da kim için yılan
aradı.
İnsan, geçim için, rahatlık için yılan arar, gamdan kurtulmak için
gam yiyip durur.
995. O da o karda, kışta dağları dönüp dolaşmakta, iri bir yılan
arayıp durmaktaydı.
Derken bir dağda iri bir ölmüş yılan gördü. Şekli bile gönlünü
dehşetle dolduruyordu.
Yılancı, o şiddetli kış mevsiminde yılan ararken o koskoca ölü
ejderhayı gördü.
Yılancı, halkı hayretlere düşürmek için yılan tutar. İşte sana
halkın bilgisizliği!
İnsan, bir dağa benzer, dağ nasıl aldanır, nasıl olur da bir yılana
hayran olur?
1000. Yoksul âdemoğlu kendisini tanımadı, bilmedi, fazilet makamından
gelip bu noksan âlemine düşüverdi.
İnsan kendisini ucuz sattı. Atlastı, kendini bir hırkaya yamadı
gitti!
Yüz binlerce yılan ve dağ, ona hayranken o , niçin hayretlere
düştü, yılan sevdasına kapıldı?
Yılancı, o ejderhayı tutup, halkı hayrete düşürmek için Bağdata
geldi.
Birkaç para elde etmek için o çadır direği gibi ejderhayı çekip
sürükledi.
1005. Ölü bir ejderha getirdim. Avlamak için ne zahmetler çektin
diyordu.
O, ejderhayı ölü sanıyordu. Fakat iyi dikkat etmemişti. Ejderha
diriydi.
Kıştan, soğuktan donmuştu. Diriydi ama ölü gibi görünüyordu.
Âlem de donmuştur da adı cemad olmuştur. Üstadım, camit, donmuş
demektir.
Mahşer güneşi doğuncaya dek sabret de âlem cisminin hareketini gör.
1010. Musanın elinde asâ, yılan oldu ya
bütün âlemi de buna kıyas
et.
Senin bir avuç topraktan ibaret olan varlığını nasıl bir cisim
haline getirir? Bütün toprakları da bilgi ve anlayış sahibi bilmek
gerek.
Bunların hepsi de bu âleme göre ölü, fakat hakikat âleminde
diridir. Burada susup duruyorlar ama orada söylemekteler.
Onları hakikat âleminden bize yolladılar mı işte asâ, bize ejderha
kesilir.
Dağlar, sese gelir, Davutla beraber ırlar, ilâhi okur, demir bile
avucunda mum gibi yumuşar.
1015. Rüzgâr, Süleymanı yüklenir, taşır; deniz Musa ile konuşur.
Ay, Ahmetin işaretini emrini anlar, fermanına uyar; ateş,
ibrahime ağustos gülü olur
Toprak, Karunu yılan gibi sömürür, yutar; Hannâne direği akla,
fikre sahip olur...
Taş, Ahmete selâm verir; Dağ Yahyaya haber yollar
Hepsi de bunlara Biz size karşı duyar, görürüz
sizinle hoşuz,
neşeliyiz. Fakat namahremlere karşı susup durmaktayız derler.
1020. Ama siz bir cemada gidiyor, ona yöneliyorsunuz. Artık cematların
canına,sırrına nasıl mahrem olursunuz ki?
Cematlardan can âlemine gidin de âlemin cüzülerinin ahengini duyun!
O vakit cansız şeylerin tespihlerini apaçık duyarsın da tevil
vesveselerine kapılmazsın.
Can âleminde kandiller yok da görmek için tevillere yapışıyorsun.
Tespihten maksat, nasıl olur da zâhirî tespih olur? Bu tespihte
bulunan bu cansız şeyleri görmek de sapıklıktan başka bir şey değil.
1025. Doğrusu şu: onları gören, ibret alır da Tanrıyı tespih eder.
Sana Tanrıyı tespih etmeyi hatırlıyor ya
işte bu tespihe delil
olmaları, onları tespih etmesi demektir dersin.
İtizal ehlinin tevili budur işte. Hal nuruna sahip olmayan kişinin
işi budur.
İnsan, duygudan çıkmadı mı gayb âlemine tamamıyla yabancıdır.
Bu sözün sonu gelmez
Yılancı, o yılanı yüzlerce zahmetle çeke
çeke,
1030. Bağdata kadar geldi. o maceracı adam, çarşıda bir hengâmedir
koparmak için,
Yılanı Şat kıyısına koydu.Bağdat şehrinde bir gürültüdür koptu,
Bir yılancı ejderha getirmiş, acayip görülmemiş mefret bir şey.
Nasıl da avlamış? diye,
Yüz binlerce ahmak adam toplandı, ahmaklıklarından onlar da yılancı
gibi yılana avlandılar.
Onlar, yılanı görmek için bekleşiyorlardı. O da etraftaki halk
tamamıyla toplansın diye bekliyordu.
1035. Halk, iyice toplansın da elime geçecek para çok olsun diyordu.
Yüz binlerce herzevekil toplandı, halka oldular. Bir ayak, bin ayak
üstüne geldi!
Kalabalıktan erkeğin kadından haberi yoktu. Halkla ileri gelenler
birbirlerine girmiş âdeta kıyametten bir alâmet olmuştu.
Yılancı, yılanın üstündeki kilimi kımıldattıkça halk, parmaklarının
ucuna basıp boyunlarını uzatıyordu.
Ejderha, zemheriden donmuştu. Yüzlerce kilimin, kebenin altındaydı.
1040. Yılancı, ihtiyatı elden bırakmamış, onu kalın iplerle
bağlamıştı.
Fakat halkın toplanmasını beklerken epeyce bir zaman geçmiş, Irak
güneşi, yılanın üstüne vurmuştu.
Güneş onu epeyce ısıtınca âzasından soğuk ahlât sıyrılıp gitmişti.
O müddet zarfında ölü bir halde bulunan ejderha dirildi,
kımıldamaya başladı.
Ölü yılanın kımıldadığını görünce halkın hayreti birken yüz bin
oldu.
1045. Şaşkınlıklarından naralar atarak hep birden kaçışmaya
koyuldular.
Ejderha, halkın gürültüsünden çatır, çatır bağlarını koparmaya
başladı. İplerin her biri bir yana düştü.
İplerini koparıp kilimin altından sıyrıldı. Bir de ne görsünler,
aslan gibi kükreyen çirkin, mefret bir ejderha!
Kaçarken halk birbirini çiğnedi, birçok kişiler ayak altında kalıp
öldüler, ölülerden yüzlerce yığın oldu.
Yılancı, ben meğerse dağdan, ovadan ne getirmişim diye korkusundan
yerinde katılıp kaldı.
1050. O kör koyun kurdu uyandırdı. Cahil, Azrailin yanına kendi
ayağıyla gitti.
Ejderha o ahmağı bir lokma ediverdi. Haccaca kan dökmekten kolay
ne var,
Sonra da bir direğe sarılıp kendisini sıktı, karnında herifin
kemiklerini çatır, çatır kırdı.
Senin nefsinde bir ejderhadır.O,nereden öldü ki? Dertten, eline
fırsat düşmediğinden dondu, yoksa!
Firavunun eline geçenler, onun da eline geçse neler yapmaz! Irmak
bile, Firavunun emriyle akardı.
1055. Onun eline de böyle bir kudret düşse hemen firavunluğa başlar,
yüzlerce Musanın da yolunu vurur, yüzlerce Harunun da!
O ejderha, yoksulluk elinde bir kurtcağız kesilir. Mevki ve mal
yüzünden bir sivrisinek büyür, çaylaklaşır!
Ejderhayı ayrılık karı içinde tut, sakın onu Irak güneşinin altına
getirme.
Ejderhan donmuş bir halde iken selâmettesin fakat kurtuldu, kendine
geldi mi ona lokma olursun.
Onu mat et de mat olmaktan emin ol. Ona pek acıma, o iyilik
edilecek kişi değildir.
1060. Üstüne şehvet güneşi vurdu mu o geberesice hemen yarasa gibi
kanatlarını çırpmaya, uçmaya başlar.
Ercesine onu savaşa çek, babayiğitçe onunla vuruş
Tanrı, sana
vuslatıyla karşılık versin!
Hulâsa o adam ejderhayı getirip de o korkunç şey, sıcak havada
kendine gelince,
O fitneleri meydana çıkardı. Hattâ azizim, söylediklerimizin yüz
kat üstününü yaptı!
Sen ona zahmet, eziyet vermeden uslu, rahat ve vefakâr bir halde
tutmayı mı umuyorsun?
1065. Bu, her aşağılık kişiye nasip mi olur? Ejderhayı öldürmeye bir
Musa gerek.
Yüz binlerce halk onun tedbiriyle mağlûp oldu, ejderhasından yılıp
kaçtı, ölüp gitti!
Firavunun Musa aleyhisselâmı tehdit etmesi
Firavun, Musaya Ey Kelîm, sen neden halkı
öldürdün, neden halka korku saldın?
Halk, senden yılgınlığa düştü, kaçışırken ayaklar altında çiğnenip
öldü.
Hulâsa, halk sana düşman kesildi. Sana karşı erkeğin gönlünde de
kin var, kadının gönlünde de.
1070. Halkı kendine davet ediyorsun ama iş aksi çıktı. Sana aykırı
hareket etmekten başka çareleri kalmadı.
Ben de senin şerrinden kaçıyor, sana aşikâre karşı durmuyorum ama
aleyhine çömlek kaynatıp duruyorum.
Beni aldatmayı gönlünden çıkar, arkandan, gölgenden başka kimsenin
geleceğini umma.
Bir iş becerdim, halkın gönlüne bir korkudur saldım diye mağrur
olma.
Bunun gibi yüzlerce iş becersen sonunda yine rüsvay olursun, hor
hakir bir hale gelirsin, seninle alay eder, sana gülüşürler.
1075. Senin gibi nice hilebazlar vardı, bizim Mısırımız da nihayet
rüsvay oldular dedi.
Musanın Firavunun tehdidine cevap vermesi
Musa, Firavuna dedi ki: Ben, Tanrı emrine
karışamam. Emreder de kanımı bile dökerse korkum yok.
Ben, bu âlemde rüsvay olayım, buna hem razıyım, hem de şükrederim
tek Hak yanında yüce olayımda.
Halka karşı hor hakir olayım, benimle alay etsinler, bana
gülsünler
Tanrıya karşı sevgili olayım,o beni istesin, beğensin
yeter bu bana.
Bunları da söz olsun diye söylüyorum hani. Yoksa Tanrı seni yarın
kara yüzlülerden edecek, bu muhakkak!
1080. Yücelik onundur, onun kullarınındır. Onun nişanesini Âdemle
İblisin hikâyesini oku da anla!..
Tanrının zâtına nasıl son yoksa hikmetlerine de son yoktur. Aklını
başına al da ağzını yum, yaprağı çevir!
Firavunun Musa aleyhisselâma cevap vermesi
Firavun, Musaya Yaprak bizim elimizde... şimdi
defter de bizim hükmümüzde, divan da bizim!
Bütün âlem halkı beni seçmiş, beni kabul etmiş. A Musa, bütün
âlemde en akıllı sen misin ki?
A Musa, sen kendini beğenmiş, almışsın.. haydi oradan be
kendini
az gör, kendine güvenip gururlanma.
1085. Dünyanın sihirbazlarını toplayayım da bütün şehre senin
bilgisizliğini göstereyim.
Fakat bu, bir iki gün içinde olmaz. Bu yaz çağında bana kırk
günceğiz mühlet ver dedi.
Musanın Firavuna cevabı
Musa dedi ki: Bana bu hususta izin yok. Ben bir
kulum, sana mühlet vermeye emir almadım.
Sen hükümdarsın, gâlipsin, benim yardımcım, dostum yok
fakat Tanrı
fermanına tabiim, başka bir şeyle işim yok.
Diri oldukça seninle canla başla savaşacağım. Ben kulum, yardımla,
yardımcıyla ne işim var?
1090. Tanrının hükmü zuhur edinceye kadar seninle uğraşacağım. Her
hasmı düşmanından Tanrı ayırır
Firavunun Musaya cevabı ve Musa aleyhisselâma vahiy gelmesi
Firavun, hayır dedi, mutlaka bir mühlet vermek gerek.
Beni aldatıp durma, yel alıp poyraz satma.
Bu sırada ulu Tanrıdan Musaya Ona bol, bol mühlet ver, korkma.
Bu kırk gün mühleti, ona gönül rızasıyla ver de çeşit, çeşit
hileler düzsün.
İstediği gibi çalıp çabalasın. Ben uyumuyorum ki. Ona söyle, hızlı
gitsin, fakat yolu ben tuttum, pusuda ben varım.
1095.
Onların hilelerini ben birbirine katar, onların arttırdıklarını ben
eksiltirim.
Su getirirlerse ateş haline sokar, şerbet içerlerse zehir yaparım.
Birbirlerine muhabbet bağlasalar sevgilerini yıkar, berbat ederim.
Vehimlerine bile gelmeyen şeyleri yaparım ben.
Sen korkma, ona uzun bir müddet mühlet ver
asker topla, yüzlerce
hileler düz de diye vahiy geldi.
Musa
aleyhisselâmın Firavuna şehirlerdeki sihirbazları toplamak
üzere mühlet vermesi
Musa, Emir geldi, mühlet sana. Bizden kurtuldun,
şimdilik ben yerime gidiyorum dedi.
1100. Musa yola düştü, ejderha da bilgili ve dost bir av köpeği gibi
peşine takıldı.
Av köpeği gibi kuyruğunu sallayarakgidiyor,
ayaklarının altında taşları kum gibi eziyordu.
Taşı, demiri nefesiyle çekip sömürmekte, demiri apaşikâr bir
surette ağzında ezip çiğnemekteydi.
Havalanıp burçların üstüne çıkmakta, Rum, Gürcü
herkes ondan
kaçmaktaydı.
Deve gibi ağzından köpükler saçıyordu. O köpüğün bir katresi kimin
üstüne düşse cüzzam illetine tutuluyordu.
1105. Dişlerinin gıcırtısı, yürekleri yerinden oynatıyor, kara
aslanların bile canları elden gidiyordu.
O seçilmiş peygamber, kavminin yanına varınca ejderhayı boğazından
yakaladı, ejderha asâ oldu yine.
Asâya dayandı da dedi ki: Ne şaşılacak şey. Bizim yanımızda
güneş, düşmana karşı gece!
Ne hayret edilecek şey ki bu ordu, kuşluk güneşiyle dopdolu olan bu
âlemi görmüyor.
Göz de açık, kulak da; sonra da bu zekâ
Tanrının gözbağcılığına
hayretteyim!
1110. Ben onlara şaşırıyorum, onlar da bana şaşırıyorlar. Baharın
onlar diken,ben yasemin:
Onlara nice lezzetli şaraplarla dolu kadehler sundum. Fakat onlara
kadehteki şerbet taş kesildi.
Gül desteleri yaptım, götürdüm, her gül, diken oldu, şerbet zehire
döndü.
Bu kendisinden geçenlerin canlarına nasib olan bir şey. Onlar,
kendilerine oldukça nasıl meydana çıkar?
Yanımızda uyanık bir uyur gerek ki uyanıkken rüyalar görsün!
1115. Halkın düşüncelere dalması bu güzelim uykunun düşmanıdır. Halk,
düşünceleri yatışmasın, uyumasın diye bu güzelim uykunun boğazını
sıkar.
Bir hayret lâzım ki düşünceleri silip süpürsün. Hayret, fikirleri
de yok eder, zikirleri de!
Hüner ve marifette kim daha kâmilse mâna bakımından artta sureta
ileridedir.
Tanrı Geri dönenler dedi. Geri dönmek sürünün yazıdan gelip
ağıla gitmesine benzer.
Sürü, yazıdan dönüp geldi mi giderken en önde olan keçi artta
kalır.
1120. Giderken geride kalan topal keçiye gelince suratı asıkları bile
güldürecek bir halde öne düşer.
Bu kavim, laf olsun diye topal olmadılar ya
öğünmeyi terk ettiler
de ârı satın aldılar.
Bu kavim, hacca ayakları kırık olduğu halde topallaya topallaya
giderler. Sıkıntıdan kurtuluşa gizli bir yol vardır.
Bu tarife gönüllerini bilgilerden yıkayıp arıtmışlardır. Çünkü bu
yol, zâhirî bilgiyi tanımaz.
Bu yolda, aslı o âlemden olan bir bilgi gerek. Zira her feri,
aslında yol gösterir.
1125. Her kanat, denizi aşacak kudrete nereden sahip olacak? Tanrı
bilgisi gerek ki insanı Tanrıya ulaştırsın.
Şu halde adama sonunda gönülden silinip arıtılması lâzım olan
bilgiyi neye öğretirsin?
Öyleyse bu âlemde ileri gitmeye heves etme, topal ol da geri
dönerken en öne düş.
Ey nazik adam, ileri giden son gelenlerden ol. Taze ve turfanda
meyve, ağaca nazaran daha ileridedir, derecesi daha üstündür.
Gerçi meyve ağaçtan sonra vücuda gelir, fakat hakikatte evvel odur,
çünkü ağaçtan maksat odur.
1130. Melekler gibi Bizim bilgimiz yok de de Ancak senin
bildirdiğin bilgiyi biliriz sırrı elini tutsun.
Bu mektep de hecelemeyi bilmezsen Ahmed gibi akıl ve irfan nuriyle
dolarsın.
Şehirlerde ad san sahibi olmazsan, Tanrı kullarının halini daha iyi
bilir ya, kaybolmazsın, merak etme.
Altın definesini bilinmeyen viranelere gizlerler?
Hiç defineyi bilinen yere koyarlar mı? İşte kurtulmanın, halâs
olmanın da zahmet ve meşakkatlerde gizlenmesi buna benzer.
1135. Burada hatıra birçok şüpheler, tereddütler gelebilir ama iyi at,
kösteklerini kırar, bukağıdan kurtuluverir.
Onun sevgisi, şüphe ve tereddütleri yakan bir ateştir. Gündüzün
nuru, bütün hayalleri siler süpürür.
Ey Tanrı rızasını elde eden, bu suâl, sana o taraftan geldi,
cevabını da o taraftan ara.
Gönlün köşesiz köşesi yok mu? İşte o bucak, padişaha varan bir
yoldur. Gönlün doğudan da olmayan, batıdan da olmayan aydınlığı, tek
bir aydan meydana gelir.
Ey mâna dağı, sen yoksullar gibi bu tarafa o tarafta neden ses
arayıp durursun.
1140. Derde düşünce iki büklüm olup Yarabbi diye yalvardığın taraf
yok mu, bu sesi de o tarafta ara.
Dert ve ölüm zamanı o tarafa yönelir, feryat ve figana düşersin.
Dertten kurtulunca neden yabancıya dönüyor, hiç o tarafı aklına bile
getirmiyorsun?
Mihnet zamanında Allah demeye başlar, sıkıntın geçti mi Nerede
ona yol ? dersin.
Bu hal, şundan ileri geliyor: Tanrıyı şeksiz, şüphesiz bilen,
tanıyan, daima onu anlar, ondan hiç ayrılmaz.
Fakat akıl ve şüphe hicaplarında kalan kişiye Tanrı tecellisi, gâh
örtülür, gâh yenini, yakasını yırtıp görünür.
1145. Aklı cüzi gâh üstündür, gâh baş aşağı ,Aklı Külli ise bütün
hâdiselerden kurtulmuştur, emindir.
Akılla hüneri sat da hayreti satın al. Oğul, horluğa doğru git,
Buharaya değil!
Biz neye bu derece de söze daldık? Hikâye söyleyelim derken hikâye
olduk gitti.
Ben yokum zaten ağlayıp, ağlayıp sızlayarak masal oldum gitti
Bu
suretle secde edenler arasına katılayım, onlarla beraber yuvarlanayım
bari.
İş bilen, söz anlayan adama bu söz, hikâye değil. Hâlimi
anlatıyorum ben, sevgilinin huzurundayım ben!
1150. Âsi, bunlar önce gelip geçenlere ait aslı yok masallar dedi ya
Kuran
hakkında söylenen bu söz, nifak eseridir.
İçinde Tanrı nuru olan Lâmekân âleminde nerede geçmiş, nerede
gelecek, nerede hâl,
Geçmiş, gelecek, sana göredir. Yoksa hakikatte ikisi de birdir.
Fakat sen iki sanırsın.
Bir adam, onun babasıdır, bizim oğlumuz, Zeydin altında olan dam,
Amrın üstündedir.
Damın altta, üstte oluşu, o iki adama göredir. Hakikatteyse dam tek
bir şeydir, işte o kadar!
1155. Bu söz, onun misli değildir, bir misaldir ancak. Eski harfler,
yeni mânayı ifade edemez ki.
Ey tulum, burası madem ki ırmak kıyısı değil, ağzını kapat. Bu
şeker denizinin ne kıyısı var, ne kenarı!
Firavunun sihirbazları çağırtmak üzere şehirlere adam göndermesi
Musa, dönüp Firavun kalınca bütün rey ve tedbir
sahiplerini danışmak üzere çağırdı.
* Bizim de sihirbazlarımız var. Her bireri sihirde tek, bütün
sihirbazla,r onlara uymakta dediler.
Padişahın, Mısır sultanı olan Firavunun Mısır civarındaki bütün
sihirbazları çağırmasını kararlaştırdılar.
Firavun hemen bütün sihirbazların toplanması için etrafa bir hayli
adam gönderdi.
1160. Nerede ünlü bir büyücü varsa gelmesi için on haberci yolladı.
İki genç vardı ki büyü de pek şöhret bulmuşlardı. Sihirleri, aya
bile tesir ederdi.
Aydan apaşikâr süt sağarlar, bir yere gidecekleri vakit küplere
binip giderler.
Ay ışığını bez şekline sokup ölçer, biçer satarlardı.
Müşteri, para verip alır, sonra anlayınca eyvahlar olsun deyip
hayıflanmaya, yüzüne vurmaya başlardı.
1165. Onların, buna benzer nice sihirleri vardı ki herkes apaçık görür
dururdu.
Onlara da Padişah şimdi sizden bir çare aramakta.
İki yoksul adam gelip padişahın köşkü önüne otağ kurdu.
Bir sopadan başka bir şeyleri yok. Fakat emirleriyle ejderha
oluyor.
Padişah da çaresiz kaldı, ordusu da. Bu iki kişinin elinden hepsi
feryad ve figana geldi.
* Bir çare bulmanız için bu kulunu size gönderdi. Size haber
gönderip buyuruyor ki:
1170. Bunları defetmek için bir çare bulun..karşılık olarak size
hesapsız hazineler bağışlayacak diye haber gönderdi.
Bu haberi duyunca iki büyücünün de gönüllerine hem korku düştü, hem
sevgi.
Cinsiyet damarı atmağa başladı, ikisi de hayretlerinden başlarını
dizlerine koydular.
Sofinin meşk yeri dizidir,Müşkülü halletmek hususunda iki diz,
âdeta sihirbazdır.
O iki
sihirbazın, babalarının ruhaniyetine sığınmaları ve Musa
aleyhisselâmın hakikatını babalarının ruhundan sormaları
O iki büyücü, bu haberi alıp hayrete daldıktan sonra
annelerine Anne, babamızın mezarı nerede? Bize göster dediler.
1175. Anneleri, onlara rehberlik etti, babalarının mezarını gösterdi.
Üç gün Tanrı rızası için oruç tuttular.
Sonra Baba, padişah korkmuş, bize emir göndermiş...
İki adam, onu sıkıştırmış, ordusunun önünde şerefine, haysiyetine
dokunmuş.
Onların ne silâhları var, ne askerleri. Bir tek asâları var ama o
asâ da kıyametler koparıyormuş.
Sen zâhiren toprakta yatıp uyuyorsun ama hakikatte doğrular
ülkesine gitmişsin.
1180. Eğer onların yaptıkları sihirse bize haber ver.Canım
babacığımız, onlar Tanrı eriyse, yaptıkları iş Tanrıdansa yine
bildir.
De onlara uyalım, secde edelim, kendimizi bir kimyaya atalım ( da
halis altın olalım).
Ümidi kesilmiş biçareleriz. Bize bir ümit ver Tanrı tapısından
sürülmüşleriz, bizi o tapıya yine onun keremi çekti diye yalvardılar.
Ölmüş
büyücünün oğullarına cevap vermesi
Babaları, onlara rüyalarında dedi ki: Oğullarım,
bunu açıkça söylemeye imkan yok.
Apaçık ve olduğu gibi söylememe izin yok. Ama bu sır, uzak değil
gözümün önünde.
1185. Size bir nişane göstereyim de gizli şey aşikâr olsun.
Gözlerimin nurları, oraya varın da onun uyumakta olduğu yeri
anlayın.
O hakikat sahibi uyurken korkmayın asâyı almaya kalkışın.
Eğer çalabilirseniz o sihirbazın biridir. Sihirbaza karşı çare
bulmayı bilirsiniz siz.
Yok eğer çalamazsanız aman ha aman
kendinize gelin, o, Tanrı
eridir. Ululuk sahibi ve hidayet verici Tanrının elçisidir.
1190. Yeryüzü doğudan batıya kadar Firavunla dolsa savaş zamanı
Tanrı, yine onu üstün eder; Firavun, baş aşağı gelir.
Babalarının canı yavrucuklarım, bu doğru nişaneyi verdim işte. Buna
göre iş yapın, Tanrı doğrusunu daha iyi bilir.
Yavrularım, sihirbaz uyuyunca sihirinin, hilesinin hükmü kalmaz.
Çoban uyudu mu kurt emin olur. Çoban uykuya daldı mı dikkati elden
gider.
Fakat bir hayvana Tanrı çobanlık ederse kurt, oraya nereden yol
bulur, onu kapmayı nasıl umabilir?
1195. Hakkın yaptığı sihir, haktır, yerindedir. O yerli yerinde olan
şeye sihirbazlık demek hatadır.
Babalarının canı yavrular, bu keskin bir nişanedir. O peygamber,
zâhiren ölse bile Tanrı yine onu yüceltir, kadrini yükseltir.
Kadri
yüce Kuran, Musanın asâsına, Mustafa sallallâhi aleyhi
vesellemin vefatı, Musanın uykusuna, Kuranı, değiştirmek
isteyenler de Musayı uyur bulup asâyı çalmak isteyen o iki
küçük sihirbaza benzer
Tanrının lûtufları, Mustafaya vaitlerde bulundu da
dedi ki: Sen ölsen bile bu din, bu iman ölmez.
Senin kitabını, mucizeni ben yüceltirim. Kurandan bir şey
eksiltmeye, ona bir şey katmaya yeltenen kişiye ben mâni olurum.
Ben seni iki cihanda da korurum. Sözünü kınayanları terk eder,
onları hor hakir bir hale korum.
1200.
Hiç kimse Kuranı değiştirmeye kudret bulamaz; ona ne
bir şey ilâve edebilirler, ne ondan bir şey eksiltebilirler. Sen
benden daha iyi başka bir koruyucu arama!
Senin parlaklığını gün geçtikçe artırır, adını altınlara, gümüşlere
bastırırım.
Senin için mimberler, mihraplar kurdururum.Ben, seni öyle seviyorum
ki senin kahrın, benim demektir.
Şimdi adını korkudan gizlice söylüyorlar, namaz kılacakları zaman
gizleniyorlar.
Melûn kâfirlerin korkusundan dinin mağaralarda gizli kalıyor ya...
1205. Bütün âlemi minarelerle dolduracağım, âsilerin gözlerini kör
edeceğim ben.
Kulların şehirler alacak, mevkiler bulacak
Dinin balıktan aya kadar her tarafı kaplayacak.
Ey Peygamberimiz, sen sihirbaz değilsin, doğrusun
sen de Musanın
giydiği elbiseyi giymişsin, sen de onun gibi bir peygambersin.
Kuranın, Musanın asâsına benze,r küfürleri ejderha gibi sömürüp
yutar.
1210. Sen, toprak altında uyursun ama o tertemiz söz asâ gibi her şeye
agâhtır.
Kast edenlerin elleri o asâya ulaşamaz.Uyu ey padişah, uyu
uykun
mübarek olsun!
Bedenin uyur ama nurun göklere ağar, düşmanlarını kahretmek için
okunu kur, yayını ger.
Felsefeci, aleyhine söylenmeye yeltenir ama nurunun oku ağzını
oklar, onu susturur.
Hakikaten de öyle oldu, hattâ bu vaitten de üstün şeyler vücuda
geldi. O uyudu, fakat bahtı, ikbali uyumadı.
1215. Babalarının canı yavrularım, sihirbaz uyudu mu işinin parlaklığı
gider, sihrinin tesiri kalmaz.
Bu sözleri duyup uyandılar, ikisi de kabri öpüp o ulu savaş için
Mısıra hareket ettiler.
Mısıra varınca Musayı, Musanın evini aramaya başladılar.
Onların Mısıra geldikleri gün de Musa, tesadüfen bir hurma
ağacının altında uyumaktaydı.
Sordukları adamlar onlara Varın hurmalıkta arayın dediler.
1220. Hurmalığa geldikleri zaman bir de baktılar ki hurma fidanlarının
dibinde bir uyuyan var, fakat cihanın uyanığı!
Naz ederek baş gözlerini yummuş ama arş da gözlerinin önünde, ferş
de!
Gözleri açık, fakat gönlü uykuda nice adamlar var
zaten su ve
toprak ehli olanın gözü ne görebilir ki?
Fakat gönlü uyanık olanın baş gözü uyusa bile gönlünde yüzlerce göz
açılır.
Gönül ehli değilsen uyanık ol, uyuma. Bir gönül iste, mücadeleye
giriş.
1225. Gönlün uyandı mı güzelce uyu. Gayri gözünden ne yedi kat gök
kaybolur, ne altı cihet!
Peygamber, Gözüm uyur ama kalbim nasıl uyur, buna imkan mı var?
dedi.
Bekçi farzet ki uyumuş fakat padişah uyanık ya. Gönül gözleri açık
olduğu halde uyuyanlara can feda!
Ey mânevi er, gönül uyanıklığını anlatmaya kalkışsam binlerce
Mesnevîye sığmaz.
Sihirbazlar, Musayı sırt üstü yatmış görünce asâyı çalmaya
kalkıştılar.
1230. Hemencecik asâyı çalmak için Musanın ardından gidecekler,
sopayı kapıvereceklerdi.
Onlar, azıcık yürüyüp bu işe niyetlenir niyetlenmez asâ titremeye
başladı.
Öyle bir titremeye başladı ki her ikisi de korkudan yerlerinde
katılıp kaldılar.
Sonra asâ ejderha oldu, onlara saldırdı. İkisi de sapsarı kesilip
kaçmaya başladılar.
Korkudan her inişte sendeleyip yuvarlanarak yüz üstü düşüyorlar,
kalkıp yine kaçmaya çalışıyorlardı.
1235. Katiyetle anladılar ki bu iş Tanrı işi, sihirbazların harcı
değil bu!
Korkularından âdeta sıtmaya, hummaya tutulmuş gibi titriyorlardı;
ölüm haline gelmişlerdi.
Yaptıkları işten dolayı özür dilemek üzere Musaya bir adam
gönderdiler.
Evvelce sana hased ediyor, seni kıskanıyorduk, o yüzden sınadık,
yoksa seni sınamak kimin haddine düşmüş?
Sen bir Padişahsın, senin yanında biz mücrimiz, bizi affet ey Tanrı
dergâhı haslarının hası! Diye ricada bulundular.
1240. Musa onları affetti, derhal iyileştiler, sıhhat buldular,
Musanın önünde yere secde ettiler.
Musa dedi ki: Ey ulular, sizi affettim. Cehennem teninize haram
oldu, canınıza da.
Ey dostlar, ben sizi görmemiş olayım, siz de beni görmemiş gibi
davranın.
Kalben âşina, fakat zâhiren yabancı bir halde padişahın huzuruna
benimle savaşmaya gelin!
Bunun üzerine sihirbazlar yeri öpüp gittiler,
çağırıldıkları zamanı ve fırsat vaktini gözetmeye koyuldular.
Sihirbazların şehirlerden toplanıp Firavunun huzuruna gelmeleri,
ihsanlara nail olmaları, ellerini göğüslerine koyup düşmanını
kahredeceklerine dair söz vermeleri
1245. Sihirbazlar Firavunun huzuruna geldiler. Firavun
onlara bir çok ihsanlarda bulundu, elbiseler verdi.
Onlara daha bir hayli ihsanlarda bulunacağına dair vaitlerde
bulundu, önceden de kullar, atlar, ağır ve değerli şeyler, yiyecek ve
içecek verdi.
Ondan sonra: Ey devletimle ileri giden kişiler, imtihanda galip
gelirseniz,
Size o derecede ihsanlarda bulunacağım ki cömertlik de utanacak
dedi.
Sihirbazlar da cevaben dediler ki: Padişahın sayesinde galebe
edeceğiz, düşmanın bitik bir hale gelecek.
1250. Biz bu fende saflar bozan yiğitleriz. Âlemde kimse bizimle başa
çıkamaz.
Musanın anılışı, hatırları oraya bağlıyor, bu hikâyeler evvelce
olup biten şeylere aittir zannını veriyor.
Halbuki Musayı anmamız işi gizlemek için. Yoksa Musanın nuru, ey
iyi adam, senin bugün elinde.
Musa da sende, Firavun da. Bu iki düşmanı da kendinde ara sen.
Musa, kıyamete kadar vardır. Nuru hep o nurdur, başka nur değil
değişen yalnız kandildir.
1255. Bu kandille fitil başka, fakat nuru başka nur değil, hep o
âlemden.
Kandile bakarsan kayboldun gitti. Çünkü ikilik ve sayıya sığış,
kandile göredir.
Fakat nura baktın mı ikilikten de , önü, sonu bulunan cisim
âleminin sayısından da kurtulursun.
Ey varlık hulâsası, müminle Mecusi ve Yahudinin birbirlerine
aykırılığı, hep bakış, görüş yüzündendir.
Filin,
nasıl bir hayvan olduğu ve şekli hususunda ihtilâf
Hintliler karanlık bir ahıra bir fil getirip halka
göstermek istediler.
1260. Hayvanı görmek için o kapkaranlık yere bir hayli adam toplandı.
Fakat ahır o kadar karanlıktı ki gözle görmenin imkânı yoktu. O,
göz gözü görmeyecek kadar karanlık yerde file ellerini sürmeye
başladılar.
Birisi eline hortumunu geçirdi, Fil bir oluğa benzer dedi.
Başka birinin eline kulağı geçti, Fil bir yelpazeye benziyor
dedi.
Bir başkasının eline ayağı geçmişti, dedi ki: Fil bir direğe
benzer.
1265. Bir başkası da sırtını ellemişti, Fil bir taht gibidir é dedi.
Harkes neresini elledi, nasıl sandıysa fili ona göre anlatmaya
koyuldu.
Onlsrın sözleri, görüşleri yüzünden birbirine aykırı oldu. Birisi
dal dedi, öbürü elif.
Herkesin elinde bir mum olsaydı sözlerindeki aykırılık kalmazdı.
Duygu gözü ancak avuca, ancak köpüğe benzer, avuç bütün fili birden
elleyemez ki !
1270. Denizi gören göz başka, köpüğü gören göz başka. Köpüğü bırak da
denizin gözüyle bak sen.
Köpükler, gece gündüz denizden meydana gelir, onları deniz harekete
getirir. Fakat sen ne şaşılacak şey, köpüğü görüyorsun da denizi
göremiyorsun!..
Biz, gemilere benziyoruz. Aydın denizin içindeyiz de gözlerimiz
görmüyor, birbirimize çarpıp duruyoruz.
Ey ten gemisine binmiş, uykuya dalmış adam, denizi gördün ama asıl
denizin denizine bak!
Denizin de bir denizi var, onu sürüp duruyor. Ruhun da bir ruhu
var, onu istediği tarafa çeker çevirir ?
1275. Güneş, bütün varlık ekinini suladığı vakit Musa neredeydi, İsa
nerde ?
Tanrı bu yaya kiriş taktığı zaman Âdem neredeydi, Havva nerede ?
Bu söz de noksandır, bu sözün de bir neticesi yoktur. Noksan
olmayan söz o tarafa, hakikat âlemine ait olan sözdür.
Fakat sana söylense hemencecik o misale yapışır, o sureti hakikat
sanırsın a yiğidim!
1280. Ot gibi ayağın yere bağlı
hakikate erişemez de bir yelle başını
sallar durursun.
Ayağın yok ki bir yerden bir yere gidebilesin, yahut çalışıp
çabalayıp ayağını bu balçıktan kurtarasın.
Nasıl kurtarabilir, nasıl bu balçıktan ayağının çekebilirsin?
Hayatın bu balçıktan. Hayatını terk etmekse senin için pek müşkül bir
şey!
Fakat ey yoksul adam, Haktan hayat bulursan topraktan müstağni
olur, bu balçığı o vakit terk edersin.
Süt emen çocuk dadıdan vazgeçti mi yemek yemeğe başlar, artık onu
bırakır gider.
1285. Sen, topraktan biten taneler gibi yerin sütüne bağlanmış, ona
bağlanmış, ona alışmışsın. Kalblerin gıdasına alış da bu sütten
kesilmeye bak!
Ey hicapsız nurları kabul etmeye istidadı olmayan kişi, hiç olmazsa
harflerde gizlenmiş bir nur olan hikmet sözlerini duy, onları ye!
Böyle böyle o hicapsız nuru da kabul etmeye istidat kazanır, gizli
nuru da hicapsız olarak görürsün.
Bu suretle yıldız gibi felekte seyreder, hattâ felekten hariç
keyfiyetsiz seferlere düşersin!
Yokluktan varlığa geldin ya
kendine gel, geldin ama nasıl geldin
Sarhoşça
hiç kendinden haberin yok!
1290. Geldiğin yollar aklında bile kalmadı. Fakat biz yine sana bir
remiz söyleyecek, bir şey hatırlatacağız.
Bu aklı terk et de hakikî akla ulaş. Bu kulağı tıkda da hakikî
kulak kesil!
Hayır hayır
söyleyeceğim, çünkü henüz hamsın sen. Daha
ilkbahardasın, Temmuzu görmedin bile!
Ey ulular, bu cihan bir ağaca benzer; biz de bu âlemdeki yarı ham,
yarı olmuş meyveler gibiyiz.
Ham meyveler, daha iyice yapışmıştır, ordan kolay kolay kopmazlar.
Çünkü ham meyve köşke, saraya lâyık değildir ki.
1295. Fakat odluda tatlılaştı, dudağı ısırır bir hale geldi mi artık
dallara iyi yapışmaz, hemen düşüverir.
O baht ve ikbal yüzünden adamın ağzı tatlılaştı mı insana bütün
cihan mülkü soğuk gelir.
Bir şeye sımsıkı yapışmak, bir şeyde taassup göstermek hamlıktır.
Sen ana karnında çocuk halindeyken işin gücün ancak kan içmeden
ibarettir.
Söylenecek bir şey daha kaldı ama ben söylemeyeceğim, sana onu
Ruhulkudüs bensiz söylesin.
Hayır hayır
Ruhulkudüs değil, sen kendin, kendi kulağına
söylersin
orada hakikatte ne ben varım, ne benden başkası, sen de
bensin zaten canım efendim!
1300. Bu rüyaya benzer. Uykuya daldın mı kendinden geçer, fakat yine
kendinden kendine gelmiş olursun.
Kendini duyar, dinler de senden başka gizli bir adam rüyada sana
söz söylüyor sanırsın.
A güzelim yoldaşım, sen alelâde tek bir adam değilsin ki. Sen bir
âlemsin, sen bir derin denizsin.
O senin muazzam varlığın yok mu. O belki dokuz yüz kattır. O, dibi,
kıyısı bulunmayan bir denizdir, yüzlerce âlem, o denize dalar gark
olup gider.
Zaten burası ne uyanıklık yeri, ne uyku yeri. Buradan bahsetme,
Tanrı, doğrusunu daha iyi bilir.
1305. Bahsetme de asıl bu âlemden bahse muktedir olanlardan dile
gelmez, söze sığmaz bahisler işit!
Bahsetme de o güneşten kitaba yazılmaz, hitaba girmez sözler duy!
Bahsetme de sana bu âlemden ruhun bahsetsin
Nuhun gemisinde
yüzgeçlik bahsini bırak!
Bu bahse girirsen Kenana benzersin. Bana düşman olan Nuhun
gemisini istemem diye o da yüzmeye girişmişti.
Nuh, ona Hey, gel, babanın gemisine gir de behey aşağılık oğul,
tufana gark olma demişti.
1310. O, Hayır, ben yüzme öğrendim. Senin mumundan başka bir mum
yaktım diye cevap verdi.
Nuh, Kendine gel, buna belâ tufanının dalgası derler. Bugün yüzme
bilenin eli, ayağı bir işe yaramaz dedi.
Fakat Kenan dedi ki: Yok yok
ben o yüce dağa çıkarım; o dağ beni
her türlü belâdan kurtarır.
Nuh, Aklını başına topla, şimdi dağ, bir saman çöpü
mesabesindedir.
Tanrı, kendi dostundan başkasına aman vermez dediyse de Kenan,
1315. Ben ne vakit senin öğüdünü dinledim ki benim de sana uyanlardan
olmama tamah ettin,
Senin sözün bana hiç hoş gelmedi ki
ben, iki âlemde de senden
uzağım dedi.
Nuh, Yapma yavrum, bugün, naz günü değildir
Tanrının ne eşi
var, ne benzeri!
Şimdiye kadar inat etmedin ama bu zaman, nazik bir zaman. Bu kapıda
kimin nazı geçer ki?
O, ezelde Doğmadı da, doğurmaz da hakikatine mahzardır.
Tanrının ne babası var, ne oğlu, ne amcası!
1320. Oğulların nazını nerden çekecek, babların niyazını nerden
duyacak?
Ey ihtiyar, ben doğmadım, bana az nazlan
ey genç, ben baba
değilim, öyle pek salınma!
Ben koca değilim, şehvetim de yok
hanım nazı bırak.
Bu hususta kulluktan, ihtiyaçtan, zaruretten başka hiçbir şeyin
itibarı yok demekte,
Dedi ama Kenan: Baba, yıllardır bu sözleri söylemektesin, yine de
söylüyorum
cahil misin ne?
1325. Bu sözleri herkese ne kadar söyledin de nice soğuk cevaplar
aldın, kötü sözler duydun.
Bu soğuk sözlerin kulağıma bile girmedi, şimdi mi girecek? Artık
ben bilgi sahibiyim, büyüdüm diye cevap verdi.
Nuh, A yavrum, bir kerecik olsun babanın öğüdünü tutsan ne olur?
dedi.
O, böyle güzel güzel nasihatler ediyor, Kenanda bu çeşit ağır
sözlerle karşılık veriyordu.
Ne babası, Kenana öğüt vermeden usandı, ne o kötü oğlun kulağına
babasının bir sözü girdi!
1330. Onlar, böyle konuşup dururlarken bir çevik dalgadır geldi.
Kenanın başından aştı, onu boğup götürüverdi.
Nuh, Ey sabırlı padişahım, eşeğin öldü, yükümü sel götürdü.
Bana nice defalar, sana mensup olanlar tufandan kurtulacaklar diye
vaitlerde bulundun.
Ben de âfım, senin vaitlerine kandım, ümitlendim
iyi ama neden sel
kilimini aldı, götürdü* dedi.
Tanrı dedi ki: O senin ehlinden, yakınlarından değil
kendin de
görmedin mi? Sen aksın o mavi!
1335. Dişine kurt girdi mi çıkartmaktan başka hiçbir çaresi yoktur.
Çıkarmalı ki vücudun, onun yüzünden elemlere düşmesin
o, senin
oğlundu ama sen onu terk et, benim bir şeyim değil de.
Nuh, dedi ki: Yarabbi, senden başka kimsem yok. Sana teslim olan
ağyar sayılmaz.
Sana karşı ne haldeyim, ihlâsım nasıl? Zaten biliyorsun.
Çayırlıklar, çimenlikler, nasıl yağmura muhtaçsa, nasıl yağmurdan
yeşerir, yetişirse ben de sana öyle muhtacım, onlar gibi senden
yetişmekteyim; hattâ ihtiyacım onlardan yirmi kat fazla,
Yoksul, seninle diridir, seninle neşelenir; vasıtasız, hailsiz
senden gıdalanır, bende böyleyim işte.
1340. Ey kemâl sahibi Tanrı ne seninleyim, ne senden ayrı. Seninle
keyfiyetsiz, sebebsiz, illetsiz bir haldeyim.
Biz balıklarız, hayat denizi sensin. Ey iyi sıfatlı Tanrı, senin
lûtfunla diriyiz.
Sen düşünceye de sığmazsın, sebeble de izah edilemezsin.
Bu tufandan önce de her macerada söz söylediğim sendin, tufandan
sonra da söz söyleyeceğim sensin.
Ben, seninle konuşuyorum, ey yepyeni sözler bağışlayan ve eski
sözlere sahip olan Rabbim, onlarla değil.
1345. Âşık, gece gündüz gâh çadır yerlerinde kalan çerçöpe, gâh
harabelere hitabeder;
Zâhiren çadır yerlerinde kalan süprüntülere, çerçöpe yüz tutar,
onlara hitabeder ama kimi öğüyor, kimi*
Şükrolsun tufan gönderdin de o süprüntüleri, o yapı bakiyelerini
ortadan kaldırdın.
Çünkü onlar kötü ve aşağılık binalardı, kötü ve aşağılık
yığınlardı. Bize ne sesleniyorlar, ne sesimize karşılık veriyorlardı!
Ben öyle yapılar isterim ki onlara hitabedince dağ gibi sesime ses
versinler,
1350. De adını iki kere duyayım. Ben canıma can olan, ruhuma istirahat
veren adına âşığım.
Her peygamber, senin adını iki kere duysun diye dağı sever.
O alçak ve taşlık dağ, farenin, yurdu olmaya lâyıktır, bizim
yurdumuz değil!
Ben söyleyeyim de o bana yâr olmasın, sözlerim cevapsız kalsın,
sesime ses bile vermesin ha!
Öyle dağı yerle yeksan etmek
insana hemdem olmadığından onu ayaklar
altına atıp ezmek daha iyi!
1355. Tanrı: Ey Nuh, eğer istiyorsan bütün boğulanları yeniden ve
tekrar dirilteyim, yeryüzüne getireyim.
Senin hatırını bir Kenan için kırmam ben. Fakat seni ahvalden
haberdar ediyorum dedi.
Nuh, Hayır hayır
eğer beni de gark etmek istesen yine hükmüne
razıyım.
Her an beni gark et. Hoşlanırım bundan, hükmün cana benzer, canla
başla razıyım.
Hiç kimseciğe bakmam, bakmam bile o bakış bahanedir, gördüğüm
sensin.
1360. Şükür, zamanında da senin yaptığın işe, sana âşığım, sabır
zamanında da. Kâfir gibi hiç senin yarattığına âşık olur muyum?
Tanrı hükmüne âşık olan nurlanır, yarattığına âşık olansa kâfir
olur diye cevap verdi
Küfre
razı olma küfürdür, hadisiyle kaza ve kaderine razı olmayan
benden başka bir Tanrı arasın hadisinin mânalarını birleştirmek
Dün mübahaseyi seven birisi, bana bir sual sordu.
Dedi ki: Küfre razı olmak küfürdür. Bunu Peygamber söyledi, onun
söylediği söz de doğrudur, yerindedir.
Sonra da yine Müslüman olan kişinin her türlü kazaya razı olması
lazımdır buyurdu.
1365. Kafirlik ve münafıklık da Tanrının kaza ve kaderiyle
değil mi? Fakat buna razı olursak( ilk hadise göre) kötülük etmiş
olmaz mıyız?
Razı olmazsak o da suç
peki, ikisinin arasında hangi çareye
başvuralım.
Ona dedim ki: Bu küfür, Tanrının takdiriyledir ama Tanrının
hükmüyle, Tanrının emir ve rızasıyla değildir. Bu küfür yalnız kaza
ve kaderin eserlerindendir.
Hocam, Tanrının kaza ve kaderini, Tanrının bilgisi olarak bil de
şüphe ve tereddüdün kalmasın.
Küfrede razıyız, çünkü Tanrının bilgisine muvafıktır, fakat bizim
fenalığımızdan, bizim kötülüğümüzden meydana geldiğinden de razı
değiliz.
1370. Küfür Tanrı bilgisi olmak bakımından küfür değildir, Hakka
kâfir deme, burada dur!
Küfür, cahillikten meydana gelir, fakat küfrün takdiri, Tanrının
bilgisidir, ( Tanrı, kâfirin kâfirliğini ezelde bilir, bildiği gibi de
zuhur eder). Rüya ve mülâyimlik mânasına gelen hilm ile, sümük
mânasına gelen hilm nasıl bir olur?
Çirkin resim, ressamın çirkinliğini icap ettirmez ya. Çirkini de
yaptığına, yapabildiğine bir delil olur ancak.
Hattâ hem çirkin resmi, hem de güzel resmi yapabildiğinden
ressamın, kuvvetli bir ressam olduğuna delildir.
Bu bahsi açar, düzüp koşarsam sual ve cevaplar uzar gider.
1375. Ben de aşk nüktesinin zevkini kaybederim. Tanrıya hizmet, başka
bir şekle döner, maksat hidayetten dalâlet olur.
Hayretin, mübahase ve düşünceye mâni olduğuna dair misal
Saçı sakalı kır bir adam, iyi bir berberin önüne gider
de,
Yiğidim, saçımdaki sakalımdaki akları ayır, yol. Bir yeni gelin
aldım der.
Berber, adamın sakalını dipten tıraş ederek kılları önüne kor da
der ki: Benim bir işim çıktı sen ayırıver!
İşte bunun gibi bu sual, şu da cevabı, artık sen ayırıver
din
kaygısı, bunlarla uğraşmaya vakit bırakmaz.
1380. Birisi Zeyde bir sille vurur. Zeyd de hileye sapıp onu dövmek
üzere üstüne saldırınca,
Adam: Dur, senden bir şey soracağım, cevabını ver, sonra beni
döv.
Senin kafana vurunca şırak diye bir sestir çıktı. Şimdi burada
dostça senden bir sualim var:
Bu şırak sesi benim elimden mi çıktı, yoksa senin kafandan mı ey
uluların öğündüğü ulu zat? dedi.
Adamcağız dedi ki: Acıdan kurtulmadım ki bu düşünceye dalayım.
1385. Senin derdin yok, sen düşüne dur. Dert sahibi böyle düşüncelere
saplanamaz, kendine gel!
Hikâye
Sahabenin ruhlarında Kurana karşı fevkalâde bir
iştiyak vardı ama aralarında hafız pek azdı.
Çünkü bir meyve oldu mu kabuğu adamakıllı incelir, çatlar, dökülür.
Ceviz, fıstık ve badem bile olunca kabukları incelir.
İlmin hakikati de kemâle gelince kışrı azalır.
Zira sevgilisi, âşıkı yakar, yandırır.
1390. İstenen, sevilen kişinin vasfı, isteyen, seven kişinin
vasıflarının zıddıdır. Vahiy ve nur şimşeği, peygamberi yakar.
Kadîm olan Tanrının sıfatları tecelli edince hâdisin sıfatlarını
yakar, mahveder.
Sahabe arasında birisi Kuranın dörtte birini ezberledi de duyuldu
mu, sahabe, bu bizim ulumuzdur derdi.
Böyle bir büyük mâna ile sureti bir arada cem etmek, hayretlere
düşmüş, mest olmuş padişahtan başka kimseye mümkün değildir.
Böyle bir sarhoşluk âleminde edep kaidelerine riayet etmenin zaten
imkânı yoktur, bu imkân bulunsa bile şaşılacak şeydir doğrusu!
1395. İstiğna âleminde niyaza riayet etmek, yuvarlak bir şeyle uzun
bir şeyi, zıddoldukları halde bir arada cem etmeye benzer.
Sopa, esasen körlerin sevgilisidir. Kör, Kuran sandığına benzer
ancak.
Körlerin sözleri, Mushaf harfleriyle, eski hikâyelerle,
korkutuşlarla dolu sandıklardır.
Fakat Kuranla dolu sandık, boş sandıktan iyidir elbet.
Yüksüz sandık fareler ve yılanlar dolu sandıktan daha iyidir.
1400. Hâsılı insan, vuslata erdi mi vasıta olan kadın, adamın gözüne
soğuk görünmeye başlar.
AÇIKLAMALAR ( Beyitler
701 - 1400 )
B. 740. "Tanrı Kıyamet günü der ki: Bugün doğrulara doğruluklarının
fayda verdiği gündür. Onlara öyle bahçeler verilir ki ağaçlar altından
ırmaklar akar, orada ebediyen kalırlar. Tanrı, onlardan razı olur,
onlar Tanrı'dan. İşte bu, pek büyük bir kurtuluş, pek büyük bir
nimettir." (Sure 5, Maide, âyet 119).
B. 741. "Emredildiğin
gibi hareket et, doğru ol, seninle beraber inananlar, kötülüklerinden
tövbe edenler de doğru olsunlar, azgınlık etmesinler. Şüphe yok, Tanrı
sizin yaptığınız şeyleri görür" (Sure II, Hûd, âyet 112).
B. 746 dan sonraki hikâye. Baûroğlu Bel'am bir, yahut iki kere
sınanırlar... öyle olduğu halde yine de ne tövbe ederler, ne öğüt
tutarlar" (Sure 9, âyet 126).
B. 746 dan sonraki hikâye. Baûroğlu Bel'am. C. I, S. 327, B. 3297 ye
bakınız.
B. 757. "Rabbimiz dedi ki: Beni çağırın da size icabet edeyim. Beni
çağırmada ululuk gösteren kişileri hor bir surette cehenneme
koyacağım" (Sure 40, âyet 60).
B. 767. Şaman C. I, S. 379 a bakınız.
B. 769. Fahreddin-i Razî'ye telmih vardır. C. I, S. 132, B. 1350 ye
de bakınız.
B. 775. Mina, Mekke'de bir ovanın adıdır. Müslümanlar hac âyininde o
ovada Şeytan'ı taşlarlar. C. II, S. 181, B. 2231 ve S. 209, B. 2243 e
de bakınız.
B. 770. Levih. C. I, S. 104, B. 1064 e bakınız.
B. 785. Harun, Musa Peygamber'in kardeşidir ve onunla beraber
peygamberlik etmiştir.
B. 789 dan sonraki başlık "Dilesek onları mutlaka sana gösteririz,
onları yüzlerinden tanırsın. Konuşulurken de yine onları tanır,
bilirsin. Tanrı da sizin yaptıklarınızı bilir." (Sure 47, Muhammet,
âyet 30).
B. 790. "Münafıkları görünce vücutlarının iriliği seni şaşırtır.
Konuşurlarsa sözleri seni çeker, dinlemeye başlarsın. Fakat onlar kuru
sopalara benzerler, sanki bir duvara dayanmışlardır. Duydukları sesi
kendi aleyhlerine sanırlar onlar düşmandır sakın onlardan..." (Sure
63 Münafikun, âyet 4).
B. 796 dan sonraki bahis. C. I, S. 52, B. 535 e bakınız.
B. 834. Sure 25, Furkan, âyet 63.
B. 841. Müneccim, yıldızları yeryüzüne ve insanlara tesiri bilgisine,
astronomiye sahip olan kişidir. Düş yorucu da rüyaları yoran ve
onlardan gelecek zamana ait hükümler çıkaran kişidir. Büyücü, büyü
yapan, yani bazı otlar, kökler yakarak acayip dualar okuyup yapılmak
istenen şeyi elde etmeye çalışan adamdır.
B. 859. O vakit Moğollarla Mısırlıların arası pek açıktı, Anadolu'da
ve Moğolların hâkim oldukları yerlerde bir adamın Mısırlılarla
münasebeti olduğunu söylemek o adamı soyu ile mahvetmek, demekti. Bu
beyitten sonraki hikâye de bu tarihî düşmanlığı belirtmektedir.
B. 901 ve bu beyitten sonraki bahis. Her peygamber, ana karnına
düşünce gökte yıldızı doğarmıs. Bu inanış İncil'de de vardır. (Metta,
ikinci bap).
B. 953-954. C. I, S. 53, B. 547 ye bakınız.
B. 959 dan itibaren başlayan hikâye. Firavun, gördüğü rüyadan
korkarak saltanatını yıkacak çocuğun doğmaması için İsrailoğullarının
yeni doğan çocuklarını öldürtüyordu. Musa'nın anası, oğlunun
öldürülmemesi için Musa'yı bir sepete koyarak Nil'e atmış ve çocuk
Firavun'un karısı tarafından bulunarak saraya götürülmüştü. Sonra
anası bu çocuğa sütnine olmuş ve bu suretle Musa, Firavunun
sarayında büyüyüp yetişmiştir. Tevrat'tan alınan bu hikâye Kur'anda
da anlatılır (Sure 28, Kasas, âyet 6-14).
B. 975 ten sonraki hikâye. O vakitler, yılan oynatma âdeti vardı.
İhtimal hikâye edilen vaka, olmuş bir vakadır. Yılan, boğa yılanı
olsa gerek.
B. 1010. C. I, S. 27, B. 278-279 a bakınız.
B. 1014. C. II, S. 46, 48, B. 439, 915 e bakınız.
B. 1015. Süleyman Peygamber'in rüzgâra emrettiği ve rüzgârın,
tahtını gündüz bir aylık, gece de bir aylık yola götürdüğü,
cinlerin, perilerin de onun hükmüne tâbi oldukları Kur'anda
anlatılmaktadır (Sure 34, Sebel, âyet 21-13).
B. 1016. C. I, S. 105, B. 1077 ye bakınız.
B. 1017. C. I, S. 83, B. 864 e bakınız.
B. 1017. C. II, S. 208, B. 2112-2119 a bakınız.
B. 1018. Bir taşın H. Muhammed'e selâm verdiği ve bir dağın Yahya
Peygamber' i düşmanlarından korumak üzere çağırdığı rivayet
edilmiştir.
B. 1023. Kur'anın 17 inci suresi olan Esra suresinin 44 üncü
âyetinde "yedi kat gökle yeryüzü ve göklerle yerde ne varsa hepsi
Tanrı'yı tesbih eder ama onların tesbihini siz anlamazsınız,
hiçbir şey yoktur ki, onu överek anmasın: Şüphe yok o, halimdir
ve günahları ziyadesiyle örtücüdür" denmektedir.
B. 1027. İtizal ehli: C. II, S. 6, B. 61 e bakınız.
B. 1050. (Azrail diğer bir okunuşa göre İzrail) ecel meleğidir.
Kendisine yardım eden meleklerle canları alır. Bu meleğe Türkçede
canalıcı derler, Yunusta böyle geçiyor.
B. 1051. Haccacı Zalim. Emevîler zamanında Hicaz ye Irak ülkelerinin
valiliğini etmiştir. Mekkeyi yakıp yıkmıştır, bu arada Kabe de
yanmıştır. Pek zalim olan bu adamın 120.000 kişi öldürdüğü ve öldüğü
zaman zindanda 50.000 kişinin mahpus bulunduğu söyleniyor. Hicri 95 te
(713-714) ölmüştür.
B. 1071. Birisinin aleyhine çalışmaya "Aleyhine çömlek kaynatma"
denir. Halk tabirlerindendir. Büyücüler insan şeklinde mumdan bir şey
yapar, su dolu çömlek içinde kaynatırlar, ölümü istenen adam da bu mum
eridikçe erir, ölürmüş. Yine içme yazılar yazılan, yahut dualar,
acayip şekiller yazılmış kâğıtlar atılan çömleklerde su kaynatılır ve
bir adamın işlerinin karmakarışık bir hale gelmesi temin edilirmiş.
B. 1130. Tanrı Âdem'i yaratacağı vakit meleklere, yeryüzünde kendisine
bir halife yaratacağını söylemiş, olanlar yerin düzenini bozacak ve
kan dökecek olan insan cinsinin yaratılmamasını istemişler, Tanrı, siz
benim bildiğimi bilmezsiniz demiş ve Adem'i yaratmış, ona her şeyin
adını belletmiş, sonra bu adları meleklere sormuş, onlar "Seni tesbih
ederiz, bildirdiğin şeylerden başka şey bilmeyiz, bilen de sensin,
hükmeden de sen" diye acizlerini söylemişler (Sure 2, Bakara, âyet
30-32. C. I, S. 121, B. 1234 e de bakınız.)
B. 1131. H. Muhammet, rivayete göre anadan doğduğu gibi kalmış, yani
okuma yazma öğrenmek için mektebe gitmemiş ve okuma yazma bilmezmiş.
C. I, S. 51, B. 529 a bakınız.
B. 1150. Kur'anın 83
üncü suresi olan Mutaffifin suresinde Kureyş ulularının Kur'an
âyetlerine "Geçmişlerin masalları" dedikleri anlatılmaktadır (âyet
13).
B. 1162. Eskiden büyücülerin küplere binerek gidecekleri yere
gittiklerine inanılırdı. Bu inanış, masallarımıza kadar girmiştir.
Aynı zamanda günlük lisanımıza da geçmiş ve kızan kimseye "Küplere
bindi" denegelmiştir.
B. 1173. Sofiler murakabe yaparlarken, sağ dizlerini dikip sol
dizlerini yere korlar ve sol ayaklarının, üstüne otururlar, iki
ellerini sağ dizlerinin üstüne kavuşturup başlarını ellerine dayarlar.
C. II, S. 15, B. 158 e bakınız.
B. 1298-1299. Ruhülkudüs, yani Mukaddes ruh, hıristiyanlarda Tanrı'nın
üç şahsiyetinden biridir. Eb, yani baba, Tanrı'nın hayat sıfatına, İbn
yani oğul, Tanrı'nın kelâm sıfatına, Ruhülkudüs ise Tanrı'nın kudret
sıfatına delâlet eder. Onlara göre Ruhülkudüs, İsada teşahhus eden
Tanrı kudretidir ve Azizlerde de bu kudret zuhur eder, mucizeleri o
kudret gösterir. Kur'an da İsa'nın, Ruhülkudüs'le kuvvetlendiğini
söyler (Sure 2, Bakara, âyet 253, sure 5, Maide, âyet 109). Fakat
Müslümanlarda Ruhülkudüs, Cebraildir" 16 inci surenin (Nahil) 102 inci
âyetinde bu, açıkça belirtilmektedir.
B. 1302. H. Ali'nin "Derdin sendedir. Fakat görmezsin. İlâcın
sendedir, fakat bilmezsin. Kendini küçücük bir cisim mi sanırsın? Şu
koca âlem sendedir" kıtasından alınmadır.
B. 1307-1337. Kur'anın onbirinci suresi olan Hûd suresinde
anlatılmaktadır (âyet 40-47).
B. 1361 den sonraki bahis. Bu iki söz hadis olarak rivayet edilmiştir.
B. 1368. Tanrı'nın, her şeyin sonunu bilişi kaderdir. İnsanların
iyilik veya kötülük yapacaklarını bilir, fakat bu bilgisi "Mücbiri
fiil" değildir; yani o adama, yapacağını bildiği iyilik veya kötülüğü
zorla yaptırmaz. Herkes yaptığı işi kendi iradesiyle, fakat Tanrı
takdiriyle yapar. O işi yaratan Tanrı'dır, iradeyi sarfeden kuldur.
Hulâsa cebir, yani zorla yapış bâtıl olduğu gibi tefviz, yani Tanrı
karışmaksızın yapış da bâtıldır. |