Güzelim istediğin şeye ulaştın mı artık bilgi sahibi
olmayı istemek kötüdür.
Göklerin damlarına çıktıktan sonra da merdiven aramak mânasızdır.
Hayra ulaşan kişi, dostluk ve başkasına bir şey öğretmek
maksatlarından başka bir maksatla yine hayır yolunu arar, o yoldan
bahsederse bu iş, soğuk bir şeydir.
Aydın ayna sâf ve cilâlı bir halde iken onu cilâlamaya kalkışmak
bilgisizliktir.
1405. Padişah tarafından kabul edilip huzurunda oturduk dan sonra
mektup ve elçi araştırmak çirkin bir şeydir.
Bir
âşığın, mâşukunun huzurunda aşk mektubu okuması, sevgilinin
bu hareketi beğenmemesi, delâlet edilen şey meydana geldikten
sonra delil aramak çirkin bir şeydir, bilinen şeye
ulaşıldıktan sonra
bilgi ile uğraşmak kötü bir şeydir
Sevgili âşıklarından birisini huzuruna çağırdı. Âşık
aşk mektubunu çıkarıp sevgilisinin huzurunda okumaya başladı.
Mektupta beyitler, övüşler, ihtiyaç ve âciz yoksulluk
birçok
lâflar vardı.
Mâşuk dedi ki: Eğer bu okuma, benim içinse vuslat zamanı ömür
zayi etmektir bu!
Ben yanımdayım, sen mektup okuyorsun. Bu âşıklık alâmeti değil ki!
1410. Âşık dedi ki: Doğru, sen buradasın ama ben, istediğim zevki,
istediğim gibi bulamıyorum ki,
Geçen yıl senden aldığım zevki, şimdi vuslatına erişmiş olduğum
halde alamıyorum.
Ben bu kaynaktan arı, duru su içtim, o suyla gözümü de yeniledim,
gönlümü de.
Şimdi kaynağı görüyorum ama su yok. Yoksa su yolumu birisi mi
kesti dedi.
Mâşuk dedi ki: Şu halde ben, senin sevgilin değilim. Ben Bulgar
Türküyüm, sen Katu Türkü istiyorsun.
1415. Sen bana değil, bir hale âşıksın. Fakat yiğidim, hal elde kalmaz
ki.
Senin tamamıyla istediğin ben değilim. Âlemde istediğin şeyin bir
kısımcağızı da ben de var.
Sevgilin değilim, sevgilinin eviyim. Halbuki aşk, peşindir,
eldedir; sandıkta değil!
Sevgili, tek olan sevgiliye derler. Gelişin de ondandır, sonuncu
gidişin de ona!
Onu buldun mu başkasını beklemezsin gayri. Ortada görünüp duran da
odur, gizli olan da o!
1420. O hallere sahip bir hâkimdir, mahkûm değil. Aylar, yıllar, o ay
yüzlünün kuludur, kölesidir.
Dilerse söyler, hâle ferman eder
dilerse hükmeder, cisimleri can
haline getirir.
Bekleyip duran, oturup hal arayan, hal bekleyen kişi, işin sonuna
varmış değildir.
Sona varan kişinin eli, hal kimyasıdır, elini oynattı mı bakır,
sarhoş bir hale gelir, altın olur.
Dilerse söyler, hale ferman eder
dilerse, hükdiken ve neşter,
nerkis ve ağustos gülü kesilir.
1425. Hâle mahkûm olansa hal gelince derecesi artan, halsiz kalınca
rütbesi eksilen bir adamdır.
Hulâsa sofi İbn-al vakit tir, fakat vakitten de kurtulmuştur,
halden de.
Haller, onun azmine onun reyine mahkûmdur. Haller, onun Mesihin
nefesine benzeyen nefesleriyle diridir.
Sense hale âşıkısın, bana değil. Sen, bir hale sahip olmak ümidiyle
benim etrafımda dönüp dolaşıyorsun.
Bir an eksilen, bir an artıp kemâl bulan hal, Halilin mâbudu
olamaz, batar gider.
1430. Batıp giden, gâh böyle, gâh şöyle olan güzel değildir, ben batıp
gidenleri sevmem.
Bazan hoş, bazan nahoş olan, bir zaman su, bir zaman ateş kesilen,
Ayın burcudur ama ay değil
put gibi güzeldir, ama güzelliğinden
haberi bile yok!
Sâf sofi, İbn-al vakit tir ama vaktin babasıymış gibi vakti
adamakıllı avucunun içine almıştır.
Bu çeşit sofi, tamamıyla ululuk sahibi Tanrının nuruna gark
olmuştur. Kimsenin oğlu değildir o
vakitlerden de kurtulmuştur,
hallerden de!
1435. Doğurmayan nura batmıştır. Doğmayan, doğurmayan zatsa ancak
Tanrıdır.
Diriysen yürü, böyle bir aşk ara
yoksa birbirine aykırı vakitlere
kulsun.
Çirkin, güzel nakışlara bakma da kendi aşkına, kendi dileğine bak!
Hor musun, zayıf mı? Buna bakma da ey kadri yüce kişi, himmetine,
gayretine bak!
Ne halde olursan ol, boş durma, ey dudakları kurumuş susuz, daima
su araştır!
1440. O susuz, o kupkuru dudağın yok mu? O dudak, sudan haber verme
de
nihayet kaynağa ulaşacağını bildirmede.
Dudak kuruluğu, suyu haber verir
Bu eziyet, bu susuzluk, muhakkak
suya ulaşacağına delâlet der;
Bu aramak yok mu, kutlu bir iştir. Hak yolundaki bu istek, maniler
giderir. Bu istek, dileklerinin anahtarıdır. Bu istek, senin ordundur,
bayraklarının yardımcısıdır.
Bu istek, horoz gibi Sabah geliyor diye nara atarak müjdeler
verir.
1445. Âletin yoksa bile iste ara
Tanrı yolunda âlete ihtiyaç yoktur.
Oğul, kimi arayıcı görürsen ona dost ol, önünde baş indir.
De isteklilerin civarında sen de istekli ol
galiplerin sayesinde
sen de galebe et!
Karınca Süleymanlık dilerse onun bu dileğini hor görme, himmetine
bak!
Elinde mala, sanat ve hünere dair ne varsa önce onu istemez,
düşünmez miydin, ona bu sayede nail olmadın mı?
Davut
aleyhisselâm zamanında bir adamın gece gündüz Yarabbi, bana
eziyetsiz ve helâl rızık ver diye dua etmesi
1450. Birisi, Davut Peygamber zamanında her akıllı ve
ahmak adamın yanında,
Daima şöyle dua edip dururdu. Yarabbi, bana zahmetsiz, eziyetsiz
bir rızık bir servet ver.
Beni tembel, hor, hakir, ağır ve miskin yaratan sensin.
Zayıf ve sırtı yaralı eşeklere, atlarla katırlara yüklenen yük
yüklenemez ki.
Yarabbi, madem ki beni tembel yarattın, rızkımı da tembelliğime
bakarak ben çalışmadan ver.
1455. Yarabbi, ben tembelim varlık gölgesine yıkılmış, yatmışım. Bu
ihsan ve cömertlik gölgesinde uyuyorum.
Tembellerle gölgelikte uyuyanlara da elbette başka çeşitte bir
rızık vermişsindir.
Ayağı olan rızık arar, ayağı olmayansa yanıp yakılır, durur.
O hüzün sahibinin rızkını da ayağına götür, bulutu yeryüzüne doğru
sür!
Yeryüzünün ayağı olmadığından cömertliğin, bulutu ona doğru iki kat
sürüp durmakta.
1460. Çocuğun ayağı olmadığı için anası gelir, çocuğun başına nimet ve
ihsanlarını yağdırır.
Yarabbi, senden zahmetsiz, eziyetsiz ve ummadığım bir rızık
istiyorum. Zaten istemek den başka bir şeye çalıştığım nerede ki?
Bir çok zaman gündüzleri geceye, geceleri ta kuşluk çağına kadar bu
duayı eder dururdu.
Halk, onun sözlerine, ham tamahına, bu çalışıp çabalamasına
gülerdi.
Derlerdi ki Bu sersem ne söylüyor, yoksa birisi buna esrar mı
yutturdu da aklını aldı.
1465. Rızık, kazançla,zahmet ve meşakkatle elde edilir. Herkes bir
sanat, bir iş tutturmuş, rızkını öyle elde eder.
Rızıkları, sebeplerine yapışarak elde edin... evlere kapılarından
girin denmiştir.
Şimdiki zamanda Tanrı elçisi, padişah ve sultan, hünerlere sahip
olan Davut Peygamberdir.
Yine de bu kadar yüceliğe, bu kadar naz ü naime sahip olduğu,
dostun inayetleri onu seçmiş olduğu halde çalışıyor.
Mucizelerin haddi, hesabı yok, ona ihsan dalgaları, birbiri üstüne
gelip duruyor.
1470.
Adem Peygamberden bu zamana kadar öyle güzel sesli kimse gelmedi.
Her vaazında iki yüz kişi ölmekte
güzel sesi insanları candan
etmekte.
Aslanlar, ceylânlar vazına gelmekte
ne onun bundan haberi var, ne
bunun ondan!
Sesine dağlar da ses veriyor, kuşlarda. Onun davetine ikisi de
mahrem.
Onun, bunun gibi ve daha buna benzer yüzlerce mucizeleri var.
Yüzünün nuru, cihetlere sığmıyor, bütün cihetleri de kaplamış.
1475. Bunca yücelikle beraber Tanrı, onun bile rızkını çalışmadan
vermiyor. Rızıklan ması çalışmasına bağlı.
Bunca yüceliğine rağmen zırh yapmadıkça, zahmet çekmedikçe rızkı
gelmiyor.
Halbuki sen böyle bayağı ve perişan bir halde kalmış, evinin
bucağına kapanmış, felekzede olmuş gitmişsin.
Halbuki bu adam bunca tersliği ile, bunca adiliği ile beraber
hemencecik, ticaretsiz eteğini kârla doldurmayı istemekte.
Bu çeşit ahmak bir herif ortaya çıkmışta gök yüzüne merdivensiz
çıkayım diyor.
1480. Birisi alaya alıp Haydi yürü, rızkın ulaştı, müjdeci geldi
demekte,
Öbürü gülüp Sana gelenden bize de hediye ver diye alay
etmekteydi.
O ise halkın bu kınamasına, bu alayına hiç aldırış etmez duayı
niyazı azaltmazdı bile.
Böyle, böyle şehirde tanındı, boş ambardan peynir aramakta diye
şöhret buldu.
O yoksul ham tamahlılıkla darb-ı mesel oldu ama yinede bu istekten
bu niyazdan ayrılmıyordu.
Bir
öküzün, o ısrarla dua eden adamın evine koşup gelmesi, Peygamber
aleyhisselâm Şüphe yok, Tanrı duada ısrar edenleri sever
demiştir. Çünkü o istek ve isteyen kişinin isteğindeki ısrar yok mu
istediği şeyden
de daha iyidir, istediğine ulaşmasından da
1485. Nihayet bir gün kuşluk çağında yine ağlayıp
inleyerek bu çeşit dua edip dururken,
Birdenbire evine doğru bir öküz koştu. Boynuzu ile kapıya vurup
kilidi kırdı.
Küstahçasına eve girdi. Adam hemen sıçrayıp öküzü boynuzlarından
bağladı.
Durmadan, aman vermeden hemencecik boğazını kesti.
Derisini, yüzdürmek için gövdesini alıp koşa koşa kasaba götürdü.
Mesnevîyi nazmedenin özrü ve Tanrıdan yardım istemesi
1490.
Ey doğacak çocuğun oynaması gibi bu mânaları içimde
oynatıp duran Tanrı, mademki bunun tamamlanmasını diliyorsun,
Kolaylaştır, yol göster, muvaffakiyet ver. Yahut da bu isteği, bu
iştiyakı gider, bizi muahaze etme.
Madem ki müflise altın ihtiyacını ilham ediyorsun, ey gani padişah,
gizlice ona altın ihsan et.
Sen olmadıkça, senin inayetin lûtfetmedikçe gece gündüz nazım ve
kafiyenin ne değeri olabilir,bu çeşit meydana gelen şiire kim bakar
ki?
Ey bilgi sahibi padişah, nazım da, cinas da kafiye de korkudan
senin emrine kuldur.
1495. Sen, her şeyi, seni tespih eder bir hale koymuşsun, akıl ve
temyiz sahibi olanlar da seni tespih eder, akıl ve temyiz sahibi
olmayanlar da.
Her birinin başka çeşit bir tespihi var. Bunun halinden onun haberi
bile yok!
İnsan, cansız şeylerin tespih etmesini inkâr eder ama cansız
şeyler, ona kullukta üstattır.
Hattâ yetmiş iki milletin her biri öbürlerinin halinden bihaberdir
hepsi de şüphe içinde kalmıştır.
Konuşan, söz söyleyen iki kişi bile birbirinin halinden haberdar
olmazsa duvarla kapı, nasıl birbirini anlar, duyar?
1500. Ben, söz söyleyen adamın bile tespihinden gafil olursam gönlüm,
sessiz sedasız bir şeyin tespihini nasıl duyar?
Sünni, Cebrinin tespihinden bihaberdir.Cebriye de Sünninin
tespihini eser etmez.
Sünninin hususi bir tespihi vardır. Fakat Cebrinin de bunun zıddı
olan bir tespihi vardır ki, ona sığınır.
Bu, O, sapıktır, yol azıtmıştır der durur. Halbuki onun halinden
de haberi yoktur, Kün emrinden de!
O da, Bunun hakikatten ne haberi var ki demektedir. Tanrı takdir
etmiş de onları savaşa düşürmüştür.
1505. Bu suretle de her birinin aslını meydana çıkarır,bir cinse
mensup olmayandan izhar eder.
Herkes kahrı lûtuftan ayırt eder, anlar
İster bilgi sahibi olsun,
ister cahil, ister aşağılık!
Fakat kahır içinde gizli olan lûtfu, yahut lûtuf içinde gizlenmiş
bulunan kahrı,
Az kişi anlar. Meğer ki gönlünde bir can mehengi olan Tanrıya
mensup bir er olsun.
Bundan başkaları kahırda gizli olan lûtufla,lûtufta gizli bulunan
kahrı anlayamaz, şüpheye düşerler. Onlar, âdeta yuvalarına bir kanatla
uçup ulaşmak isteyen kuşlara benzerler!
1510. Bilginin iki kanadı vardır, şüpheninse tek. Zan noksandır,
uçmaz.
Tek kanatlı kuş, çabucak baş aşağı düşer. Sonra uçmaya savaşır ama
ya iki adımlık bir yer aşabilir, ya birazcık daha fazla.
Şüphe kuşu düşe kalka ümit yuvasına tek kanatla uçmaya savaşır.
Fakat şüpheden kurtuldu da bilgi sahibi oldu mu o tek kanatlı
kuş,iki kanatlı kesilir. Kanatlarını açar.
Ondan sonra yüzüstü, eğri büğrü değil, doğru yolda güzelce uçar
gider.
1515. Cebrail gibi iki kanatlı şüphesiz, hilesiz, kıyl ü kalsiz uçar.
Bütün âlem, ona Sen Tanrı yolundasın, dinin doğru dese,
O onların lâfına güvenmez, o sözlerden gururlanmaz, onun tek canı,
onlara çift olmaz.
Yahut herkes Sen yol azıtmışsın, kendini dağ sanıyorsun ama bir
saman çöpüsün sen dese,
Onların kınamasına aldırış etmez, onların kininden, hasedinden
dertlenmez.
1520. Hattâ dağla deniz bile söze gelse de Sen sapıklıkla eş
olmuşsun dese,
Bir zerre bile hayale düşmez, azıcık olsun kınayanların
kınamasından elem duymaz.
Halkın
ululaması ve alıcıların rağbeti yüzünden bir adamın hastalanması
ve bir muallimin hikâyesi
Bir mektebin talebesi, hocalarından bıkmışlar,
çalışıp çabalamadan usanmışlardı.
Ne yapıp yaparak bir iş becermek, bu suretle de muallimi derde
düşürmek için birbirleriyle görüşüp danıştılar.
Hoca hiç hastalanmıyor ki birkaç günceğiz olsun mektebe gelmesin
de rahat kalalım;
1525. Bu hapisten, bu darlıktan, bu çalışıp çabalamadan kurtulalım.
Mermer kaya gibi yerinde durup duruyor dediler.
İçlerinden birisi, en zekileriydi. Bir tedbir düşündü. Hocam,
nasılsın, neden böyle benzin sararmış?
Hayır ola, rengin kaçmış senin
bu ya hava çarpmasından, ya
sıtmadan derim.
Hoca, elbette bu sözden biraz olsun vehme düşer. Sen de bu çeşit
sözlerle bana yardım edersin kardeşim.
Mektebin kapısından içeri girer girmez, Hayır ola hocam, bu halin
ne dedi.
1530. Vehmi biraz daha artar, akıllı adam bile vehimle delirir gider.
Üçüncü, dördüncü, beşinci olarak gelenler de bizden sonra bu çeşit
sözler söyler, acıklanırlar.
Otuz çocuk da hep bu sözü söylerse adamı iyice vehim kaplar, iş
olur biter dedi.
Çocukların hepside Aferin zeki çocuk, bahtın daima yâver olsun,
Tanrı sana yardım etsin dediler.
Birleşip hiç birisinin bu kavilden, bu karardan dönmeyeceklerine
ait kuvvetlice ahdettiler.
1535. Sonra o zeki çocuk, içlerinden kimsenin bunu söylememesi için
hepsine yemin ettirdi.
O çocuğun bu tedbiri, hepsinin tedbirinden üstün olmuştu, onun
aklı, bütün çocukların aklından ileriydi.
Güzellerin bazıları, nasıl bazılarından üstün, bir kısmı da
öbürlerinden aşağıysa insanların akılları da fazla, yahut eksiktir.
Ahmed, Erlerin güzelliği, dillerinin altında gizlidir mealinde
bir söz söyledi.
İnsanların akılları, yaratılışta farklıdır, fakat Mutezileye göre
müsavidir, artıklık, eksiklik, bilgi tahsilinden ileri
gelir
Akıllardaki aykırılık, yaratılıştadır. Bu hususta
Sünnilerin sözünü dilemek, onların hükmünü kabul etmek gerek.
1540. Bu hüküm itizal ehlinin sözlerine aykırıdır. Onlar, Akıllar
yaratılışta aynı derecededir,
Tecrübe ve öğreniş, aklı çoğaltır, azaltır, bu suretle bir adam,
öbüründen daha bilgili olur derler.
Bu söz bâtıldır. O zeki çocuk, herhangi ir meslekte tecrübe sahibi
değildi ya.
Fakat o küçük çocuk, öyle bir tedbirde bulundu ki yüzlerce tecrübe
sahibi ihtiyar, o tedbirinin kokusunu bile alamadı.
Zaten yaradılışta olan üstünlük, çalışıp çabalama, düşünüp taşınma
ile elde edilen üstünlükten elbette iyidir.
1545. Sen söyle, Tanrı vergisi mi daha iyi, yoksa topal eşeğin rahvan
atı taklidi mi?
Çocukların hocayı vehme düşürmeleri
Ertesi gün oldu. Çocuklar, bu düşünceyle mektebe
geldiler.
Hepsi de dışarıda bu fikri ortaya atan zeki çocuğu bekliyorlardı.
Çünkü bu tedbirin kaynağı oydu. Baş, daima ayağın reisidir
Ayağı
çekip götüren baştır.
A mukallit, gök nurunun bir kaynağı olan kişiden üstün olmayı
isteme.
1550. Çocuk geldi, hocaya, selam verip Hocam, hayır ola, benzin
sararmış dedi.
Hoca Hasta filan değilim, saçmalama
geç yerine otur dedi.
Dedi ama hatırına da bir vehim tozudur kondu, az bile olsa gönlüne
bir endişedir düştü.
Derken öbür çocuk içeri girdi. O da öyle söyleyince o vehim arttı.
Böyle böyle vehmi arttıkça arttı. Haline şaştı kaldı, hasta
olduğuna hükmetti.
Firavunun da bu çeşit halkın ululamasından hasta düşmesi
1555. Kadın, erkek, çoluk, çocuk
halkın secde etmesi
de Firavunun gönlüne tesir etti, hastalandı.
Herkes ona Allahsın, padişahsın dedikçe vehimlendi, bu vehimle
öyle bir dereceye geldi ki,
Tanrılık, dâvasında yiğitleşti, ejderha kesildi, doymak nedir bilmez
oldu!
Aklı cüzinin âfeti vehimdir, zandır. Çünkü onun vatanı karanlıklar
diyarındadır.
Yerde yarım arşın enlikte bir yol olsa insan, hiç vehimlenmeden
rahatça yürür.
1560. Fakat yüksek bir duvarın üstünde gitsen yolun genişliği iki
arşın olsa yine eğri büğrü gidersin.
Hattâ gönlüne düşen vehim yüzünden belki de düşersin. Vehimden
gelen korkuya iyice dikkat et de vehimin kötülüğünü anla.
Hocanın vehimle hastalanması
Hoca vehimden korkudan hastalandı. Yerinden sıçrayıp
kalktı, kilimini başına örttü.
Zaten sevgisi az, ben bu halde, olduğum halde halimi sormadı
bile.
Rengimin solukluğunu, benzimin uçukluğunu haber bile vermedi. Bana
kastediyor, benden kurtulmaya yol arıyor.
1565. Kendi güzelliğinden kendi cilvesinden kendisi sarhoş olmuş.
Benimse haberim bile yok
Halbuki leğenim, damdan düşmüş, rüsvay olmuş
gitmişim diye karısına kızgın bir halde,
Evine gelip kapıyı şiddetle açtı. Çocuklarda hocanın ardından
geliyordu.
Karısı, Hayır ola, erken geldin. Allah esirgesin, başına kötü bir
şey gelmesin de dedi.
Hoca dedi ki. Kör müsün sen? Bir benzime, bir halime baksana.
Yabancıların bile derdimle dertleniyor, feryada geliyor.
Sen evimin içinde olduğun halde bana düşmanlığından, bana karşı
münafıklıkta bulunduğundan yanıp yakıldığımı, görmüyorsun bile
1570. Kadın, A hocam, senin bir şeyin yok. Bu endişen mânasız ve
saçma bir vehimden ibaret dediyse de,
A kahpe inat mı ediyorsun? Halimde ki kırgınlığı, tir tir
titrediğimi görmüyor musun?
Körsen benim ne cürmüm var? Ben kendi derdime düştüm, bu gussadan
perişan bir haldeyim zaten dedi.
Kadın Hocam, ayna getireyim de bak
Benim bir suçum var mı,
yalan söylüyor muyum, anla dediyse de hoca,
Git, aynan da batsın, sen de bat. Zaten daima bana buğzetmede,
daima bana kin gütmede, benimle inat edip durmadasın sen.
1575. Yatağı yay, yorganı getir
ben yatayım hele
başım ağırlaştı
dedi.
Kadın biraz duraklayınca Hadi behey düşman senin lâyığın bu laf,
durmasana diye bağırmaya başladı.
Hocanın, vehminden yatağa, yorgana düşmesi ve hastayım diye
vehimlenerek inlemeye başlaması
Kocakarı, yatak yorgan getirip döşedi. İçi vehim
ateşiyle dolu, imkan yok.
Bir şey söylesem beni itham edecek. Fakat söylemesem de bu hastalık
sahiden hastalık haline gelecek.
Kötüye yorma, vehimlenme, insanı hiçbir hastalığı yokken hasta
eder.
1580. Kabul edilmesi farz olan Peygamber hadisidir bu: Hasta değilken
kendinizi hasta gösterirseniz sahiden hastalanırsınız.
Hasta değilim desem, bu karı yalnız kalmayı istiyor, yapacağı bir
iş var.
Beni evden atacak, sonra da ne kötülükte bulunacaksa bulunacak
diyebilir dedi.
Hoca, yorganını çekip uzandı, ahlayıp puflamaya, inim inim inlemeye
başladı.
1585. Bunca işler işledik, bunca düzenler düzdük; yine de
zindandayız. Kurduğumuz yapı, kötü yapıymış, biz de kötü kurucular!
diyorlardı.
Çocukların, bizim Kuran okumamızdan hocanın baş ağrısı artıyor
diye onu ikinci defa olarak vehme düşürmeleri
O zeki çocuk, Arkadaşlar, dersinizi bağıra bağıra
okuyun dedi.
Hepsi birden bağıra bağıra okumaya başlayınca dedi ki: Çocuklar,
bizim bağırmamız hocaya fena gelir.
Bu gürültü hocanın baş ağrısını fazlalaştırır. Bu dert, bir kuruşa
değer mi?
Hoca, doğru söylüyor, başımın ağrısı fazlalaştı. Hadi gidin! dedi.
Çocukların bu hileyle mektepten kurtulmaları
1590. Çocuklar, yeri öpüp Kerem sahibi, hastalık,
senden uzak olsun dediler.
Mektepten fırlayıp tanelere uçuşan kuşlar gibi evlerine koşuştular.
Anneleri kızarak Bu gün mektep var. Sizse oyuna dalmışsınız dedi.
Özür getirip dediler ki: Dur hele anne, suç bizim değil, bizim
kabahatimiz yok.
Nasılsa hocamız hastalandı, perişan bir hale geldi
1595. Anneleri dedi ki. Hile , düzen. Siz bir ayran için yüz yalan
söylersiniz.
Hele sabah olsun, hocanıza gideyim de bu hilenin aslını öğreneyim
Çocuklar, Peki, git de doğru mu söylüyoruz, yalan mı, anla
dediler.
Çocukların annelerinin hocayı dolaşmaya gitmeleri
Sabah olunca anneleri, hocayı dolaşmaya gittiler.
Bir de baktılar ki hoca, ağır bir hastalığa tutulmuş, yatmakta.
Fazla örtündüğü, başını bağladığı, yüzünü kapattığı için kan-tere
batmış.
1600. Hafif hafif ah etmekte. Hepsi Lâ havle demeye başladılar.
Hayrola hocam, bu baş ağrısı ne? Allah sağlık versin, vallahi hiç
haberimiz yok dediler.
Hoca Benim de haberim yoktu. Bu kahpe oğulları haber verdiler
işte,
Ben çalışıp çabalıyor, kıyl ü kaalle meşgul bulunuyordum, haberim
bile yoktu. Meğerse içimde dehşetli bir hastalık varmış dedi.
İnsan, bir işe ciddiyetle koyuldu mu hastalığını göremez, körleşir.
1605. Mısır kadınları da Yusufun güzelliğine daldılar, haberleri bile
olmadı da,
Ellerini, bileklerini paramparça ettiler. Hayrete düşen ruh, ne önü
görür, ne ardı!
Nice babayiğit erler vardır ki savaşta elleri, ayakları kesilir de,
Yine savaştan el çekmez, kendini sağlam sanırlar.
Fakat sonradan görür ki el kesilmiş, bir hayli de kan akmış da
haberi bile yok!
Ten,
ruhun elbisesine benzer, bu el de ruhun elinin yenidir, bu ayak da
ruhun ayağına giydiği mesttir
1610. Bil ki bu ten, elbiseye benzer. Yürü, bu elbiseyi
giyeni ara, elbiseye sürünüp durma.
Ruha Tanrıyı tevhit etmek hoş gelir. Görünmeyen bir başka el, ayak
var.
Rüyada el, ayak görür, bir şey alır, bir yere gider, birisiyle
görüşür, konuşursun ya
onu hakikat bil saçma zannetme.
Sen, bedensiz bir bedene sahipsin, gayri canının cisminden
çıkacağından korkma.
Dağda halvet eden dervişin hikâyesi
* Halktan çekilmenin ve yalnızlığın tatlılığı, Tanrı da, Ben, beni
ananla bir yerde oturur, benimle ünsiyet bulanın enisi olurum
demiştir. Bu söz de bu hikâyeye girer. Herkesle beraber bile olsa
bensiz olduktan sonra hiç kimseyle beraber değilsin demektir.
Herkesten çekilmiş olsan bile yine benimle olduktan sonra herkesle
berabersin
Dağlarda oturan bir derviş vardı. Yalnızlık, onun
arkadaşı ve nedimiydi.
1615. Tanrı şarabını içmiş olduğundan erkeklerin sözlerinden de
usanmıştı, kadınların sözlerinden de.
Bize bir yerde oturup yerleşmek nasıl kolay geliyorsa bazı
kimselere de bir yerden bir yere gezip durmak öyle kolay gelir.
Sen, nasıl ululuğa âşıksan bir sanatkâr da mesela
demirciliğe âşıktır.
Herkesi bir iş için yetiştirmişler, gönlüne o işin meylini
vermişlerdir.
Gönülde bir meyil olmadıkça el, ayak nasıl hareket eder. Su, rüzgar
olmadıkça çerçöp nasıl akar, savulur?
1620. Kendinde göğe doğru çıkmaya bir meyil gördün mü hüma kuşu gibi
devlet kanadını hemen aç!
Fakat kendinde yeryüzüne bir meyil gördün mü feryat et
, ağlayıp inlemeyi hiç bırakma.
Akıllılar önceden feryat ederler, bilgisizlerse işin sonunda
başlarına vururlar!
Sen, işin önünde sonunu sor da kıyamet günü pişman olma.
Kuyumcunun, işin sonunu görerek kendisinden ödünç bir terazi
isteyene ona göre söz söylemesi
Birisi, kuyumcunun birine giderek Altın tartacağım,
bana terazini versene dedi.
1625. Kuyumcu dedi ki. Babacığım, hadi git, bende kalbur yok! Adam:
Alay etme benimle. Ver şu teraziyi dedi.
Kuyumcu dedi ki. Dükkânımda süpürge yok Adam: Kâfi yahu, bırak
alayı
Ben senden terazi istiyorum. Sağırlıktan gelme; şu tarafa, bu
tarafa, bu tarafa gidip durma, ver teraziyi dedi.
Kuyumcu dedi ki. Sağır değilim, sözünü duydum,
söylediğim sözleri de mânasız sanma.
Sözünü duydum ama sen kuvveti, kudreti kalmamış bir ihtiyarsın, hiç
şüphem yok, zayıflıktan elin titreyecek.
1630. Tartacağın altın da külçe değil, tozu var, kırık dökük bir şey.
Elin titreyecek, yere dökeceksin,
Sonra bana bir süpürge ver de toza, toprağa dökülen
altınımı süpüreyim diyeceksin.
Altını süpürüp bir yere toplayınca da güzelim, kalbur isterim diye
tutturacaksın.
Ben, işin sonunu önceden gördüm, iyisi mi hadi sen başka bir yere
git!
*Artık o dağlıklarda yurt tutup, orada yiyen, içen tek ve ulu
şeyhin hikâyesini tamamla.
Dağlardaki ağaçlardan meyve düşürmeyeyim, ağacı silkmeyeyim, hiç
kimseden açıkça, yahut gizli kapalı bir şey istemeyeyim, şu ağacı
silk
demeyeyim, yalnız ağaçtan kendiliğinden düşen meyveleri yiyeyim
diye
nezretmiş olan ve dağlarda halvet etmiş bulunan zâhidin hikâyesinin
son kısmı
O dağlarda ağaçlar, meyveler, sayısız elmalar,
armutlar, narlar vardı.
*O derviş, meyvelerle gıdalanır, başka hiçbir şey yemezdi.
1635. Tanrıya Yarabbi seninle ahdım olsun. Bu ağaçlardan meyve
toplamayayım.
Rüzgârla yere düşen meyvelerden başka hiçbir meyve yemeyeyim, elimi
hiçbir dala uzatmayayım. dedi.
Bir müddet nezrine vefa etti. Fakat nihayet kaza ve
kaderin imtihanları çıkageldi.
Bu yüzden, sözlerinizde daima inşallah deyin, ahitlerinizde de
Tanrı dilerse sözünü söyleyin.
Çünkü ben, gönüle her zaman başka bir meyil verir, her an gönüle
başka bir dağ vururum.
1640.
Biz her sabah yeni bi işte, yeni bir güçteyiz. Her şey,
bizim dileğimize göre meydana gelir denmiştir.
Hadiste Gönül, ovada rüzgârlara tabi bir tüy benzer.
Rüzgâr, tüyü her tarafa uçurur, gâh sola, gâh sağa götürür durur.
denmektedir.
Başka bir hadiste de denmiştir ki: Bu gönlü ateş üstündeki
kazanda kaynayan bir su bil!
Gönlün her an başka bir dileği vardır. Fakat bu dilek
kendisinden değildir, başka bir yerdendir.
1645. Şu halde gönlün reyine, gönlün dileğine neden emin olur da
ahdeder, sonunda da pişman olur,nedamete düşersin?
Fakat bu yine de Tanrının hükmündendir. Tanrının takdiridir.
Kuyuyu görürsün de çekinmeye kudretin olmaz.
Uçan kuşun tuzağı görmeyip hapse düşmesine taaccüb
edilmez ki.
Şaşılacak şey şudur: Hem tuzağı görür, hem mıhı görür de yine
sonunda ister istemez o tuzağa düşer!
Gözü açık kulağı açık, tuzak önde
yine de kendi kanadıyla tuzağa
doğru uçar!
Kaza ve kader tuzağının eseri görünen, kendisi görünmeyen bir şeye
benzemesi
1650.
Bir kişizade görürsün
çula, çuvala bürünmüş, baş açık,
belâlara uğramış.
Bir kahpenin sevdasıyla yanıp tutuşuyor. Elbiselerini, malını,
mülkünü sarmış.
Elindeki, avucundaki gitmiş, adı kötüye çıkmış hor hakir bir hale
gelmiş, düşmanlarının isteği gibi tepesi üstüne yuvarlanıp gidiyor!
Adamcağız bir zâhit gördü mü Ey ulu, Allah için bana
bir himmet et.
Bu aşağılık ve kötü sevdaya düştüm, elimdeki maldan, altından,
nimetten oldum.
1655. Bir himmet et, belki bu dertten kurtulur, bu kara balçıktan
sıçrar, çıkarmı der.
Halktan da dua etmelerini istemektedir. İleri gelenlerden de..
Aman, beni kurtarın, kurtarın, kurtarın! demektedir.
Eli de açık, ayağı da. Ne onu bağlamışlar, ne başında bir adam var,
ne ayağın da bukağı!
A adam, hangi bağdan kurtulmak istiyor, hangi hapisten kaçmak
diliyorsun?
Hangi bağdan olacak? Tertemiz ruhtan başka kimsenin göremediği
takdir bağından gizli olan kaza bağından!
1660.
Ortada değil görünmüyor, gizli ama zindandan da beter,
demir zincirlerden de!
Çünkü demir zincirleri demirci kırabilir, bir adam zindanın
temelini kazıp duvarını yıkabilir.
Fakat şaşılacak şey şu ki gizli olan kuvvetli bağı kırmaktan
demirciler bile âcizdir.
O bağı Ahmed görebilir de, Boynunda da hurma lifinden bir ip var
der.
Ahmed, Ebulehebin karısının sırtındaki odun yükünü
gördü de ona Odun hamalı dedi.
1665. İpi de ondan başka kimse görmedi, odunu da. Ona her görünmeyen
şey, görünür.
Başkaları umumiyetle tevil ederler; bu akılsızlıktan böyle söylüyor
derler. Sanki onların akılları başlarındaymış!
Tevil ederler ama hakikatte onun sırtı, o odun yükünün
altında iki büklüm olmuştur, gözünün önünde feryat edip durmakta.
Bana bir dua edin., bir himmet edin de kurtulayım, şu gizli bağdan
sıyrılayım demektetir.
Bu nişaneleri apaçık gören, nasıl olur da şakiyi saitten ayırt
edemez.
1670.
Bilir, tanır ama Tanrı sırrını açmak helâl olmadığından
ululuk sahibi Tanrının emriyle örter, gizler.
Bu sözün sonu yoktur, gelelim hikâyeye: O yoksul, açlıktan zayıf,
perişan bir hale geldi, harekete bile mecali kalmadı.
Ağaçtan armut koparmamayı nezreden yoksulun âciz kalıp koparması
ve derhal Tanrı azabının gelip çatması
Derviş tam beş gün armut ağacını silkmedi, fakat açlık
ateşi de sabrını tüketmekteydi.
Bir dalda birkaç armut gördü, fakat yine sabredip kendisini çekti.
Bu sırada bir rüzgâr geldi, dalı eğdi. Dervişin nefsi, onları
yemeye yeltendi, galebe de etti.
1675. Açlık, zayıflık, bir yandan da takdir, zâhidi nezrine vefadan
alıkoydu.
Ahdini bir yana bıraktı, daldaki armudu kopardı, yedi.
Fakat hemencecik Tanrı azabı erişti, gözünü açtı, kulağını çekti.
Şeyhi de hırsızlarla beraber görerek hırsız sanıp elini
kesmeleri
Yirmi tane, yahut daha fazla hırsız, oraya gelip
konmuştu. Çaldıkları şeyleri aralarında pay ediyorlardı.
Birisi şahneye haber vermişti. Derhal şahnenin adamları oraya gelip
hepsini yakaladılar.
*Şahne hiddete gelip cellâda Bunların ellerini, ayaklarını kes
dedi.
1680. Cellât, oracıkta hepsinin sol ayaklarıyla sağ ellerini kesmeye
başladı. Bir gürültüdür koptu.
O arada zâhidin eli de yanlışlıkla kesildi. Cellât,
ayağını kesmek üzereyken,
Rütbesi pek büyük bir atlı gelip yetişti, cellâda Behey köpek
kendine gel.
Bu, filan Şeyhtir, Tanrı abdalıdır. Neden onun elini kestin ? diye
bağırdı.
Cellât, elbisesini yırtıp giderek yana yakıla şahneye hali anlattı.
1685. Şahneye yalınayak geldi, Tanrı şahit ki bilmedim diye özürler
dilemeğe,
Ey kerem sahibi, ey cennetliklerin ulusu, bu kötü işi affet,
hakkını helâl eyle. Beni bağışla demeye başladı.
Şeyh dedi ki: Ben, bunun sebebini biliyor, suçumu
anlıyorum.
Ben onun yemininin hürmetini terk ettim, onun adaleti de benim(
yeminimi) sağ elimi kestirdi!
Ben kötü olduğunu bildiğim halde ahdimden döndüm. Bunun kötülüğü
elime geldi.
1690. Ey vali, sevgilinin hükmüne elimiz de feda olsun, ayağımız da,
beynimiz de, derimiz de!
Bu, bana kısmetmiş! Sana helâl ettim.
Sen bilmeyerek yaptın, bir suçun yok ki.
Halimi bilenin, fermanı yürür. Tanrı emrine itiraz etmek nerede?
Nice kuş vardır ki uçup tane arar
boğazı, boğazının kesilmesine
sebep olur.
Nice kuş vardır ki açlık ve midesi yüzünden dam kenarında, kafes
içinde mahpustur.
1695.
Nice balık vardır ki su içinde her şeyden eminken
boğazının hırsı yüzünden oltaya tutulmuştur.
Nice namuslu, örtülü kadın vardır ki ferciyle boğazının şomluğundan
rüsvay olmuştur.
Nice bilgili ve iyi huylu kadı vardır ki boğazının yüzünden rüşvet
almış, utanıp yüzü sararmıştır.
Hattâ Harutla Marut bile o şarabı tatmışlardır da o
şarap, onların göğe çıkmalarına mâni olmuştur.
Bayezid, bu yüzden çekindi, işte. Kendisinde namaz kılma hususunda
bir tembellik gördü.
1700. O çok akıllı şeyh, sebebini düşündü, fazla su içmesinde buldu.
Tam bir yıl su içmeyeceğim dedi. Dediğini de yaptı, Tanrı sabır
ve tahammülünü verdi.
Onun bu pek ehemmiyetsiz mücahedesi, din içindi, bu
yüzden de sultan oldu, ârifler kutbu oldu.
Şeyhin de eli boğazı yüzünden kesildi ve o zâhit adamın şikâyet
kapısı bağlandı.
Adı halk arasında Şeyh-i Akta- eli kesik şeyh- kaldı, halk onu
bu adla tanıdı.
Şeyh-i Aktaın kerameti ve iki elle zembil örmesi
1705.
Onu birisi ottan,çöpten yapılmış bir gölgelikte ziyaret
etti. İki elle zembil örmekte olduğunu gördü.
Şeyh ona Ey canının düşmanı, neden böyle küstahlık edip yanıma
geldin?
Neden izinsiz içeri girdin? dedi. Adam, Sevgimden fazla
iştiyakımdan deyince,
Şeyh gülümsedi de dedi ki: Öyleyse gel
fakat ey ulu kişi, bunu
gizle.
Ben ölmeden ne bir dosta, ne bir sevgiliye ne de bir
aşağılık kişiye, hiç ama hiç kimseye söyleme!
1710. Bundan sonra bir bölük halk onu iki elle zembili örerken
penceresinden gördüler.
Şeyh, Yarabbi, hikmetini sen bilirsin. Ben gizliyorum, sen aşikâr
ediyorsun dedi.
Ona şöyle ilham geldi. Birkaç kişi, senin elinin kesik olması
kınadılar, sana münkir oldular.
O herhalde yolda yalancıydı ki Tanrı, onu bu, taife
arasında rüsvay etti dediler.
Ben onların kâfir olmasını, bu azgınlıkla, bu sapıklıkla, bu kötü
şüpheyle geçip gitmelerini istemem.
1715. Ben de şu kerameti aşikâr ettim, iş işlediğin vakit sana iki el
ihsan ettiğimi gösterdim.
Ki o biçareler, hakkında kötü bir şüpheye düşüp de huzurumdan
merdud olmasınlar.
Ben sana bu kerametler olmaksızın da daha önce bizzat teselliler
verdim.
Bu kerametleri ise ancak onlar için verdim,bu mumu ancak onlar için
yaktım.
Sen, ölümden, bedeninin cüzlerinin ayrılacağından korkmaktan
geçtin.
1720. Sende, başının, ayağının gideceğine dair korku kalmadı. Vehmi
bırakmak, senin için ulu bir siper oldu.
Firavun sihirbazlarının elleriyle ayaklarının kesilmesine
aldırış
etmemelerindeki sebep
Firavun, sihirbazları yeryüzünde öldürmekle tehdit
etmedi mi?
Sizin ellerinizi, ayaklarınızı çaprazına kestirir sizi asarım,
affetmem demedi mi?
O, sihirbazların vehme düşeceklerini, korkacaklarının, vesveseye
uğrayacaklarını sanıyordu.
Titremeye başlayacaklarını, ürküp korkacakların, bu tehditlerden
vehmedeceklerini umuyordu.
1725.
Bilmiyordu ki onlar, bu işlerden kurtulmuşlar, gönül
nurunun göründüğü pencerenin önüne oturmuşlar
Gölgelerinin, kendilerinden meydana geldiğini bilmişler, çevik bir
hale gelmişlerdir.
Bu gül bahçesinde felek havanı, onları yüzlerce defa dövüp ezse
bile,
Bu terkibin aslını görmüş olduklarından artık vehmin ferilerinden
pek korkmazlar.
Bu âlem, bir rüyadır, zanna kapılma sen. Rüyada bir el
kesilse bile zararı yok.
1730. Rüyada başın kesilse de hakikatte yine başın yerindedir, ömrün
de uzun olur.
Rüyada kendini ikiye biçilmiş görsen bile kalktın mı vücudun da
sağlamdır, bir hastalığında yoktur.
Hâsılı rüyada vücudunu noksan görmekten ne çıkar? Yüzlerce parçaya
ayrılsan bile ne korkacaksın ki?
Suretle kaim olan bu cihan hakkında da Peygamber,
uyuyanın gördüğü bir rüya dedi.
Sen, bu sözü taklit yoluyla kabul ettin, fakat salikler bunu
rivayet edilmeden de gözleriyle gördüler.
1735. Sen gündüzün de uykudasın. Bu uyku değil deme. Gölge feridir,
asıl ise ancak ay ışığından ibarettir.
Ey yiğit, bil ki uykun da uyanıklığın da uyuyan adamın rüya içinde
rüya görmesine benzer.
Bu adam, kendisini uyuyorum sanır ama bilmez ki ikinci uykudadır,
iki kat uyku içindedir.
Testici, bir testiyi kırarsa dilediği zaman yine yapar da.
Kör, her adımda kuyuya, çukura düşmekten korkarda binlerce korkuyla
yol yürür.
1740. Fakat gören kişi yolun enini, boyunu görür, çukuru, kuyuyu
bilir.
Her adımda ayakları, dizleri titremez. Her dertten yüzünü ekşitir
mi ki?
Sihirbazlar, Ey firavun, halk, biz, her sesten, her gulyabaniden
ürküp duracak adam değiliz.
Bizim hırkamızı yırt, onu diken var
olmasa bile çıplak olmamız
daha iyi.
Bu güzeli çıplak olarak koçmamız daha hoş. A bir işe yaramaz , bir
şey beceremez düşman!
1745. Tenden mizaçtan soyunmaktan daha hoş bir şey yoktur, a ilhama
mazhar olmayan sersem Firavun! dediler.
Devenin önünde giden katırın Ben yol yürürken ikide bir yüzüstü
kapanıyorum, sense pek nadir düşüyorsun diye şikâyet etmesi
Katırın biri deveye Arkadaş, yokuş olsun, iniş olsun
en dar yolda bile,
Sen güzelce gidiyor, hiç kapaklanmıyorsun. Bense durmadan tepesi
üstü düşüp duruyorum.
Yol ister kuru olsun, ister balçık
daima yüzüstü kapaklanıyorum.
Bunun sebebi ne? Bana bir söyle de ne yapmalı, nasıl etmeli
anlayayım dedi.
1750. Deve dedi ki: Benim gözüm senin gözünden daha kuvvetlidir,
daha iyi görür.
*Sonra ben, yukardan bakmaktayım, bu sebeple hiç yüzüstü düşmem.
Yüce bir dağın başına çıktım mı en son çukuru bile görürüm.
Tanrı, bütün inişleri çıkışları özüme gösterir.
Her adımımı nereye atacaksam görür de öyle atarım. Bu yüzden de
sürçmekten, düşmekten kurtulurum.
Sense iki üç adım ötesini görmezsin. Taneyi görürsün de tuzağı
görmezsin.
1755. Konak, iniş ve yürüyüş yerlerinde hiç körle gözlü bir olur mu?
Tanrı, ana karnında ki çocuğa can verdi mi mizacına vücudunu
kuvvetlendirecek cüzüleri çekmek kabiliyetini verir.
Yediği şeylerle bu cüzüleri çeker, bu suretle de cisminin nescini
dokur durur.
Tanrı, insana kırk yaşına kadar bu cüzüleri çekme kabiliyetini, bu
hırsı verir, o da kendisini yetiştirir büyür, gelişir, kuvvetlenir.
Ruha, cüzüleri çekmeyi öğreten o tek padişah, nasıl olur da cesedin
cüzüleri bir araya getirmeyi bilmez?
1760. Bu ruh zerrelerini bir araya toplayan, sana hayat kabiliyetini
veren güneş, gıda vasıtasıyla olmaksızın da varlığının zerrelerini
toplayıp bir araya getirmeyi bilir.
Uykudan uyanınca senden gitmiş olan akıl ve duyguyu yine sana iade
eder.
Buna bak da ölünce de bil ki onlar kaybolmaz, Tanrı geri gel diye
ferman etti mi gelirler.
Uzeyr
Aleyhisselâmın merkebinin cücülerinin çürüdükden sonra Tanrı
izniyle bir araya gelip Uzeyrin gözünün önünde dirilmesi
Tanrı dedi ki. Uzeyr, eşeğine bir iyice bak.
Çürümüş etleri dökülmüş
Onun cüzülerini gözünün önünde bir araya getirecek, başını,
kuyruğunu, kulaklarını, ayaklarını düzüp koşacağım.
1765. Görünürde bir el olmadığı halde bütün cüzüleri bir araya
getiren, cesedin parçalarını bir yere toplayan benim.
Şu yama yamama sanatına bak hele. Eski palasları iğnesiz dikip
durmada
Diktiği sıralarda ne ip var, ne iğne. Fakat öyle bir diker ki
ortada terzi bile görünmez.
Gözünü aç da haşri apaşikâr gör
kıyamette hiçbir şüphen kalmasın.
Varlık zerrelerini nasıl tamamıyla topluyorum, gör de ölürken bu
hayata sarılıp titreme.
1770. Uyurken bedeninin duygularının mahvolmayacağından eminsin ya.
Uykun geldi mi duyguların dağılır, harap bir hale gelir ama
mahvolacaklar diye korkup titremezsin
Bir
şeyhin, oğullarının ölümüne ağlaması
Bundan önce yol gösteren bir şeyh vardı. Yeryüzünde
adeta göğe mensup bir çırağdı.
Ümmetler içinde peygambere benzer, halka cennet bahçelerinin
kapılarını açardı.
Peygamber, İleri giden şeyh, kavminin arasında peygambere benzer
dedi.
1775. Bir sabah evindekiler ona dediler ki: A güzel huylu, nasıl da
yüreğin katı, neden böylesin sen,
Biz, senin oğullarının ölümünden iki büklüm oluyor, zarı zarı
ağlıyoruz da,
Sen hiç ağlamıyor, feryat etmiyorsun bile. Bu neden ki: Yoksa
gönlünde merhamet mi yok.
Yüreğinde merhamet yoksa senden ne umabiliriz ki?
Ey ulumuz, rehberimiz, kıyamette bizi bırakmaz diyoruz, ümidimiz
sende.
1780. Mahşer günü tahtı bezedikleri zaman o şiddetli günde bize sen
şefaat edersin diyoruz.
Öyle bir amansız günde senin ihsanına ümit bağlamışız.
Hiçbir mücrime aman verilmeyen o gün el bizim, etek senin!
Peygamber, Kıyamet günü suçluları ağlar, inler bir halde nasıl
terk ederiz?
Ben o gün canla başla onların suçlarını affettirir, onlara şefaat
eder, onları ağır işkencelerden kurtarırım.
1785. Suçluları, büyük günahlarda bulunanları çalışıp çabalar, ne
yapıp yapıp Tanrı azabından halâs ederim.
Ümmetimin iyileri zaten kurtulurlar, o azap günü benim şefaatime
ihtiyaçları olmaz.
Hattâ onlar bile suçlulara şefaat ederler, onların bile sözleri
geçer, hükümleri yürür.
Hiç kimse, başkasının suçunu almaz, yükünü yüklenmez
yüklenmez ama
yüklenen ben değilim ki, onların yüklerini alan, onları hafifleten
Tanrıdır. dedi.
Civanım, yükü olmayan şeyhtir. Tanrı onu eldeki yay gibi eline
almış, kabul etmiştir.
1790. Şeyh kime derler? İhtiyara, yani saçı sakalı ağarmış adama
derler. Fakat ey ümitsiz adam, bunun mânasını bil.
Kara saç, kara sakal, onun varlığıdır. Varlığından tek bir kıl bile
kalmamalı.
Birisinin varlığı kalmadı mı pir ona derler. İster saçı sakalı
siyah olsun, ister kır.
O kara saç, kara sakal, insanlık sıfatıdır. Söylediğimiz kıl,
sakal, bıyık kılları söylediğimiz saç baştaki değildir.
İsa, beşikte Genç olmadan şeyhsiz, piriz diye bağırır.
1795. Oğul, insan, insanlık sıfatlarının bir kısmından kurtuldu mu
şeyh olmaz, fakat olgun bir adam olur.
İnsanlık sıfatlarından bir tek kara kıl bile kalmadı mı şeyh olur,
Tanrıya makbul bir adam haline gelir.
Fakat bir adam yaşlansa da saçı sakalı ağarsa hakikatte ne pirdir,
ne Tanrı hası!
Varlığında insanlık sıfatlarından bir tek kıl bile kalsa mensub
olamaz, âlem halkından birisidir o!
Şeyhin, oğullarına ağlamadığına özür getirmesi
Şeyh, kendisine bu sözü söyleyen karısına dedi ki:
Arkadaş, merhametim, şefkatim yok, yüreğim katı sanma,
1800. Biz, kâfirler, Tanrıya küfranı nimette bulunmuş olmakla beraber
onlara acırız.
Hattâ halk onları taşlıyor diye köpeklere acırız.
Ben beni ısıran köpeğe de dua eder, Yarabbi sen onu bu huydan
vazgeçir,
Adamları ısırmasın da halkın taşını, topacını yemesin derim.
Tanrı, velîleri âlemlere rahmet olmak üzere yeryüzüne getirmiştir.
1805. Onlar, halkı Tanrının haremine davet ederler, Hakka da
Yarabbi bunları sen kurtar diye dua ederler.
Bu yüzden halka usanmadan öğüt verirler. Halk, öğütlerini kabul
etmedi mi, Yarabbi, sen bunlara acı sen kapını kapama derler.
Halkın mazhar olduğu rahmet, cüzi rahmettir. Fakat himmet sahibi
er, külli rahmete mazhardır.
Tanrının cüzi rahmetine mazhar olan, küllî rahmete ulaştı mı
rahmet denizi kesilir, yol gösterici olur.
Ey cüzi rahmet, külle ulaş
ey külli rahmet sen de yürü, halka yol
göster.
1810. Cüzi rahmete mazhar olan ve o mertebede kalan, denizin yolunu
bilmez. Kuyuları da denize benzer sanır!
Denizin yolunu bilmedikçe nasıl yol alır, halkı nasıl denize
götürür, denize ulaştırır?
Sel ve nehir gibi denize kadar akıp gitti mi o vakit denize ulaşır,
denizle birleşir.
Bundan önce halkı davet etse bile bu daveti taklittir. Yolu,
varılacak makamı görerek yahut Tanrıdan vahiy ve ilhamla, Tanrı
kuvvetiyle değil!
Kadın, Peki madem ki herkese acıyorsun, bu sürünün çobanı gibi
sürünün etrafında dönüp dolaşıyorsun demektir.
1815. Ecel cellâdı, oğullarını vurup öldürdüğü halde nasıl oluyor da
kendi oğluna ağlamıyorsun?
Gözyaşları, merhamete delildir, yürek yanmadıkça göz yaşaramaz,
neden gözlerinde yaş yok, niçin ağlamıyorsun ya? dedi.
Şeyh kadına yüz çevirip dedi ki. Kocakarı, kış mevsimi, temmuz
ayına benzemez.
İsterse hepsi ölsün, isterse diri kalsın
gönül gözünden
kaybolmuyorlar ki!
Onları gözümün önünde görüp dururken neden senin gibi yüzümü
yırtayım?
1820. Zamanın devranından çıktılar
çıktılar ama onlar yine benimle
beraber, etrafımda oynayıp duruyorlar!
Ağlayış ya elemden olur, ya ayrılıktan. Halbuki ben aziz
sevgililerimle vuslattayım, koşuşup duruyorum.
Halk onları rüyada görür, bense uyanıkken onları apaşikâr
görüyorum.
Bu cihandan kendimi gizledim mi, duygu yaprağını varlık ağacından
silktim mi onlarla beraberim.
Kadınım, duygu akla esirdir, fakat bil ki akılda ruhun esiridir.
1825. Can, aklın bağlı olan ellerini çözdü mü haline imkân bulunmayan
işleri de yapar, düzer.
Duygularla düşünceler, duru suyun yüzünü çer çöp gibi kaplamıştır.
Aklın eli, onları bir tarafa atar, su meydana çıkar.
Çerçöp habbeler gibi suyun yüzünü örter. Fakat bunlar bir tarafa
sürüldü mü su görünür.
Tanrı, aklın elini açmadıkça hava, suyumuzun yüzünü çerçöple,
süprüntüyle doldurur.
1830. Suyu daima örter; hava buna güler; akılsa ağlar durur.
Tanrı korkusu, havanın ellerini bağlarsa Hakk aklın ellerini çözer.
Hizmetkârın âkil olursa sana galip olan duygularda mahkûmun olur.
Gayba mensup sırlar, can âleminden zuhur etsin diye duyguları
zâhirî olmayan bir uykuya daldırır da,
İnsan uyanıkken rüyalar da görür, insana gök kapıları da açılır.
Kör
Şeyhin Kuranı yüzünden okuması ve Kuran okurken gözlerinin
görmesi
Yoksul şeyhin biri, bir vakitler kör bir pîrin
evinde bir mushaf gördü.
Temmuz ayı idi, ona mihman olmuştu: O iki zâhit, birkaç gün bir
araya gelmişlerdi.
Kendi kendisine Burada mushafın ne işi var? Bu adam kör dedi.
Bu düşünceye düştü, huzuru kaçtı; Burada bu körden başka kimse de
yok, bu ne iş?
Burada yalnız o var, bir de buraya mushaf koymuş. Ben ne bunağım,
ne sersem
1840. Onun için hiçbir şey sormayayım, sabredeyim de sabırla muradıma
erişeyim dedi.
Sabretti, bir müddet gönlü sıkıldı, fakat nihayet meseleyi anladı.
Çünkü sabır, genişliğin anahtarıdır.
Lokmanın Davud aleyhisselâmı demir halkalar yaparken görüp merak
etmesi, sabredersem elbette anlarım diye sormayıp sabretmesi
Lokman, tertemiz Davudun yanına gitmiş, onun demir
halkalar yapmakta olduğunu görmüştü.
O yüce padişah demir halkalar yapıyor, halkaları birbirine
takıyordu.
Lokman silah yapma sanatını pek görmemişti, şaşırıp kaldı,
vesveseleri arttı.
1845. Bu nedir acaba, şunu bir sorsam, bu kat kat halkalarla ne
yapıyorsun desem, dedi.
Sonra yine kendi kendisine dedi ki: Dur hele sabır daha iyi.
Sabır, adamı maksadına çabucak ulaştırır.
Sormazsam iş daha çabuk anlaşılır. Sabırlı kuş, bütün kuşlardan
daha iyi uçar.
Fakat sorarsam maksadı daha geç anlarım, kolaycacık anlayacağım
şey, bu sorgumla güçleşir.
Lokman, orada bir müddet sabredip durdu. Bu müddet içinde Davud da
zırhı yapıp tamamladı.
1850. Kerem ve sabır sahibi Lokmanın önünde bedenine geçirip giyindi.
Civanım, bu, savaşta yaralanmamak için güzel bir elbisedir dedi.
Lokman dedi ki. Sabır da güzel bir iş. Her dertte ona sığınmak
gerek, her gamı o giderir.
A kişi Vel asri suresinin sonunu dikkatlice oku da bak. Tanrı o
surede sabrı hakla beraber andı, sabrı hakka eş etti.
Tanrı, yüz binlerce kimya yarattı ama insan, sabır gibi bir kimya
görmedi.
Körün
Mushaf okuması hikâyesinin sonu
1855. Konuk da sabretti. Ansızın müşkül halloldu,
anlamak istediğini anladı.
Gece yarısı Kuran sesini duydu. Uykusundan sıçradı, şu acayip şeyi
gördü:
Kör, mushaftan Kuran okumaktaydı. Hem de doğru olarak okuyordu.
Sabırsızlandı, bu hali sordu, dedi ki:
Gözün kör olduğu halde şaştım doğrusu, bu satırları nasıl
okuyabiliyorsun sen?
Okuduğun satıra bakmakta, elini okuduğun harflerin üstünde
gezdirmektesin.
1860. Parmağını satırlar üstünde gezdirişinden anlaşılıyor, mutlaka
harfleri görüyorsun.
Kör dedi ki. Ey ten bilgisizliğinden kurtulan, bunu Tanrı yapamaz
mı ki? Neye şaşırıyorsun?
Ben Tanrıya, ey yardımcım olan Allah, ey yardım dilenen Rabbim,
adam canına nasıl düşkünse ben de Kuran okumaya öyle düşkünüm.
Fakat hafız değilim ki, Yarabbi Kuran okuyacağım vakit gözlerime
illetsiz bir nur ver,
Benim gözlerimi aç da Kuranı elime alıp okuyayım diye dua ettim.
1865. Tanrıdan ey Kurana düşkün adam, ey her dertte bize yüz tutan,
bizden ümidini kesmeyen kişi,
Senin bize karşı öyle bir hüsnü zan, o ümit, sana daima yücel,
yüksel demekte.
Ne vakit Kuran okumak istersen, ne vakit mushafı eline alırsan,
Ben de o zaman sana gözlerinin nurunu bağışlayacağım ey yaratılışı
büyük kişi, diye nida geldi.
Öyle de yaptı Tanrım, ben ne vakit okumak üzere mushafı elime alır,
açarsam,
1870. Her şeyi bilen, hiçbir işten gafil olmayan o ulu padişah.
O tek Tanrı, gece çırağı gibi gözlerimin nurunu ihsan etmekte
Tanrı, ne alırsa ona karşılık ihsanda bulunur. Velî bu sebeple
Tanrıya itiraz etmez.
Bağını mı yaktı? Sana bir bağ dolusu üzüm ihsan eder; yas içinde
neşe verir.
O elsiz çolağa da el verir, gamlara maden olan kişiye neşeli,
sarhoş bir gönül bağışlar.
1875. Kaybettiğimiz şey büyük ve değerli bir şey bile olsa mademki
bize karşılık olarak ihsanlarda bulunuyor, şu halde itiraz etmemize
imkân yok.
Ortada ateş olmadığı halde bana hararet verdikten, beni ısıttıktan
sonra ateşimi söndürse de razıyım.
Madem ki mumsuz da aydınlık vermekte, mumun sönüşüne neye feryat
ediyorsun?
Bazı velîler, Tanrı hükümlerine razı olurlar Yarabbi, bu hükmü çevir
diye
niyaz etmezler
Şimdi, dünyada hiç itiraz etmeyen yolcuların hallerini
işit.
Velîlerden dua edenler, gâh diken, gâh sökenler var. Bunlar başka.
1880. Bir de velîlerden öylelerini tanırım ki ağızları yumulmuştur,
hiç dua etmezler.
O, ulular, Tanrı hükümlerine razı olmuşlardır, takdirin define
çalışmak onlara haramdır.
Bunlar, kaza ve kaderde hususi bir zevk bulurlar, bundan kurtulmayı
dilemek onlarca küfürdür.
Tanrı bunların gönlüne öyle bir hüsnü zan vermiştir ki derde düşüp
hiç yaslanmazlar, gök renkli yas elbisesi giymezler.
Behlûlün dervişe sual sorması
Behlül, dervişin birine Derviş, nasılsın? Anlat
bakalım? dedi.
Derviş, Dünyadaki işler daima bir adamın dilediği gibi olur;
Seller, ırmaklar muradınca akar, yıldızlar hükmünce hükmeder;
Hayatla ölüm, ona çavuş olur, emrine uyup dilediği yere gider.
Nereye dilerse baş sağlığı haberi yollar, nereye dilerse kutlu
olsun derse
Yolcuların hepsi, onu izler, yolda kalanlar onun tuzağına
tutulursa
1890. Onun fermanı, onun rızası olmadıkça âlemde hiçbir ağız gülmezse
bu adamın hali nasıldır? İşte o haldeyim ben dedi.
Behlûl, padişahım doğru söyledin. Bu hale sahip olduğun nurundan da
belli, yüzünden de görünüp durmakta.
Böylesin, hatta yüz mislisin... doğru ama bunu bir güzelce anlat.
Öyle bir anlat ki duyunca fazilet sahibi de kabul etsin, bir şeyden
anlamaz adam da.
Herkesin aklının ereceği, fikrinin anlayacağı bir tarzda anlat.
1895. Söz söyleyen kemal sahibi olursa söz söyleme sofrasını yaydı mı
sofrası, her çeşit aşlarla doludur.
Hiçbir konuk mahrum kalmaz. Herkes o sofrada kendi gıdasını bulur.
O sofra, Kurana benzer; Kuranın da yedi mânası vardır; alelâde
halk da ondan doyar, halkın bilgide, irfanda ileri gelenleri de dedi.
Derviş dedi ki: Herkesçe şu muhakkaktır ki âlem Tanrı emrine râm
olmuştur.
O padişahın kaza ve kaderi olmadıkça ağaçtan yaprak bile düşmez.
1900. Tanrı lokmaya, gir içeri diye emretmedikçe boğazdan lokma bile
geçmez.
İnsanların yuları, dizgini olan, insanları dilediği yere sürüp
götüren istekler de o gani Tanrının emriyle meydana gelir.
Yeryüzünde olsun, göklerde olsun
bir zerre bile onun hükmü
olmadıkça kanat çırpmaz, harekete gelemez;
Onun yürür ve kadim fermanı olmadıkça kımıldayamaz bile. Bunu
anlatmaya imkân da yoktur, bu hususta ısrar da hoş değil.
Ağaçların yapraklarını kim sayabilir? sonu olmayan şey, nasıl söze
sığar?
1905. Sen şu kadar duy, madem ki bütün işler, Tanrının emrine tabi;
Tanrının emri olmadıkça hiçbir şey olmuyor.
Tanrının takdiri, kulun rızası olur; kul Tanrı takdirine rıza
verir, onun hükmünü diler, isterse
Zorla, yahut sevaba girmek için değil de bu razılık, kendiliğinden
meydana gelir, ona hoş görünürse,
Artık o kul yaşamayı bu lezzetli hayattan zevk almak için istemez.
Hayatı kendisi için istenen bir şey olmaktan çıkar.
Ezelî emir, neyse ona uyarı hayatla ölüm, onun yanında bir olur.
1910. Yaşarsa Tanrı için yaşar,mal, mülk ve hazine için değil
Ölürse
Tanrı için ölür, korkudan hastalıktan değil!
İmanı, onun dileği, onun rızası içindir, cennet için, ağaçlar,
ırmaklar için değil!
Küfrü terk edişi de cehenneme gideceğim diye korkudan değildir,
Allah içindir.
Bu ahlâk, ona ezelden verilmiştir; gözü ve sevgilinin cemalinin
güzelliğiyle dolmu,ş aydın olmuştur.
Bu çeşit kul, Tanrı rızasını görünce güler, neşelenir. Kaza, ona
şekerle yapılmış helva gibi gelir.
1915. Bu kulun huyu ve yaradılışı böyle olursa âlem, onun emrine, onun
fermanına tabi değil de nedir?
Peki
neden dua edip de Yarabbi, bu takdiri sen tebdil et diye
yalvarsın?
İşte şeyhe göre Tanrı rızası bakımından kendi ölümü de evlâtlarının
ölümü de helva gibiydi.
O vefakâr, o yoksul şeyhe evlât ölümü, kadayıf gibi gelmişti.
O halde Tanrı rızasını, duada görmedikçe neden dua etsin?
1920. Doğru yolu bulan bu çeşit kulun şefaati de acımaktan değildir,
duası da.
O, Tanrı aşkının mumunu yakar yakmaz kendi acımasını da yakmış
yandırmıştır.
Onun aşkı, vasıflarına cehennem kesilmiştir O, kendi vasıflarını
kıldan kıla tamamıyla yakmıştır.
Fakat geceleyin yol alanlar, bunları nereden anlayacaklar? Bunları
Dekukî gibi yalnız bu devlete koşan, devlete ulaşan kişi bilir!
Dekukî
ve kerametleri
Dekukî , iyi bir hale sahipti. Âşık ve keramet
sahibi bir zat.
1925. Yeryüzünde gökteki ay gibi seyreder dururdu. Gece yolcularının
gönülleri, onunla aydınlanır, nurlanırdı.
Bir yerde az otururdu, bir köyde iki günden fazla kalmazdı.
Bir evde iki günden fazla otursam kalbimde oranın sevgisi
alevlenir.
Eve barka mağrur olmaktan çekinir, hadi ey nefis zenginleşmek, bir
şey elde etmek için sefere düş derim;
İmtihanda muvaffak olması için kalbimi hiçbir yere alıştırmam
derdi.
1930. Gündüzleri yol yürür, sefer eder, geceleri ibadette bulunur,
namaz kılardı. Gözü açıktı o erin
padişahı görürdü, bir doğan kuşuna
benzerdi.
Halktan çekilmişti, fakat huyunun kötülüğünden değil
Kadından da
ayrılmıştı, erkekten de, fakat ikilik korkusuyla değil!
Halka şefkat gösterirdi, su gibi faydalıydı, onlara güzel bir
şefaatçıydı, duası da Tanrı tarafından kabul edilirdi.
Daima iyiyi de esirgerdi, kötüyü de
herkese karşı anadan daha iyi
babadan daha düşkün ve muhabbetliydi.
Peygamber: Ey ulular, ben size baba gibi şefkat ederim, sizi
babanız gibi severim.
1935. Çünkü siz benim cüzlerimsiniz. Neden cüzü külden ayırırsınız?
demiştir.
Cüz, külden ayrıldı mı bir işe yaramaz. Tenden bir uzuv kesildi mi
o uzuv, murdar olur.
Tekrar aslına ulaşmazsa ölür kalır, candan haberi bile olmaz.
Oynasa, hareket etse bile bu, onun diriliğine delil olamaz. Senin
kesilen uzvun da bir müddet oynar, hareket eder.
Cüz, külden ayrılırsa bir tarafa gider, kaybolur, kül de noksan
kalır. Fakat bu bahsettiğimiz kül o noksan kalan kül değildir.
1940. O küllün kesilmesi, ulanması söze sığmaz ama misal için ( zaruri
olarak) nâkıs bir şey söylüyoruz.
Dekukî
hikâyesine dönüş
Peygamber, Aliye de temsil yoluyla aslan demiştir.
Aslan onun benzeri değildir ama misal bu
böyle demiştir işte
Sen misalden, benzerden, aralarındaki farktan vazgeç de Dekukî
hikâyesine gel civanım.
Dekukî, fetvada âdeta halkın imamıydı, takva topunu meleklerden
bile çelmişti.
Bir yerde durup dinlenmede gezip tozmada ayı bile mat etmişti.
Dindarlıkta din bile ona haset ederdi.
1945. Bu kadar takva ve ibadetle, bu derece evrada, zikre koyulmuş
olmakla beraber yine de daima Tanrı haslarını arardı.
Zaten seferden asıl maksadı da buydu, bir an olsun Tanrı hasına
rastlayayım demekteydi.
Yola düştü mü, Yarabbi, beni haslarından birisine ulaştır, ona
arkadaş et.
Yarabbi, tanıdığım erlere gönlüm kuldur. Köledir.
Canım Allahım, tanımadıklarımı da hicap içinde düşmüş kuluna
merhametli kıl, derdi.
1950. Tanrı ey ulular ulusu, bu ne aşk, bu ne susuzluk? Beni
seviyorsun ya
başkasını ne yapacaksın? der;
O da şöyle cevap verirdi! Ey sırları bilen Rabbim, niyaz yolunu
gönlüme açan, gösteren sensin.
Denizin ortasındayım ama yine de testideki suya tamahım var.
Ben Davuda benziyorum, doksan koyunum var ama arkadaşımın bir
koyununa da tamah ediyorum.
1955. Senin aşkında haris olmak övülecek bir şeydir, bir
yüceliktir.Fakat senden başkasının aşkına düşüp de harislikte bulunmak
ayıptır, ardır.
Erlerin şehveti, erlerin hırsı, önden gelir, puştların hırsıysa
ayıp bir şeydir, kötü bir yoldur.
Erkeklerin hırsı öne aittir, puştların hırsı arda ait!
O hırs erliğin kemalidir, bu hırs rezalettir, soğuk ve kötü bir
şeydir.
Ah burada pek gizli bir sır var. Öyle bir sır var ki onu anlamak
için Musa bir Hızıra koştu.
1960. Sen de suya kanmamış bir susuz gibi, Allah için olsun, elde
ettiğine kanaat etme, durma!
Bu kapıda nihayetsiz makamlar var. Baş köşeyi bırak, senin baş
köşen yoldur!
Musanın, ulu bir peygamber olduğu, Tanrıya pek yakın bir makamda
bulunduğu halde Hızırı arayıp sır öğrenmeye girmesi
Ey kerem sahibi, bunu Musadan öğren. Kelîm bile
iştiyakından bak, ne diyor:
Bunca makama sahip olduğum, yüce bir peygamber bulunduğum halde
kendimi görmüyor, kendime varlık vermiyorum, Hızırı aramaktayım.
Ona, Ey Musa, sen kavmini bıraktın, bir izi kutlu kişinin ardına
düştün.
1965. Öyle bir ulusun ki korkudan da kurtulmuşsun, ricadan da; niceye
dek dönüp dolaşacaksın, ne vakte kadar arayacaksın?
Aradığın sende
bunu sen de bilirsin. Ey gök, ne vakte dek yerin
etrafında dönüp duracaksın? dediler.
Musa Beni bu kadar kınamayın, güneşte ayın yolunu kesmeye
savaşmayın.
Ben, zamanın padişahıyla sohbet etmek için ta Mecmaal Bahreyne
kadar gideceğim.
Hakikate ulaşmak için Hızırı sebep edecek, ona ulaşıncaya kadar
yürüyecek, nice zamanlar sefer edip duracağım.
1970. Yıllarca bu kanatlarımla o uğurda uçacağım. Yıllarda nedir ki?
Binlerce yıllar koşacağım.
Bu binlerce yıllar uçup gitmeme değmez mi yoksa? Ben sevgilinin
aşkını ekmek aşkından daha âdi görmem!
Bu sözün sonu gelmez. Sen yine Dedukînin hikâyesini söyle!
Yine
Dekukî hikâyesi
Tanrı Rahmet etsin, Dedukî dedi ki: Nice zamandır
doğuda, batıda sefer edip dururum.
Yıllarca, aylarca bir ay yüzlünün aşkıyla gittim. Ne yoldan haberim
vardı, ne belden! Tanrı kudretlerine hayran bir halde yürüdüm.
1975. Birisi ona : Dikenliklerde, taşlıklarda yalınayak mı
gidiyorsun? dedi. Dekukî dedi ki: Ben hayretler içindeyim, kendimde
değilim ki.
Sen bu ayakları yere basıyor sanma, öyle görme. Çünkü âşık şüphe
yok ki gönül yurduna sefer eder.
Gönül, sevgilinin sarhoşudur: yoldan, konaktan yolun kısalığından,
uzunluğundan ne haberi var
Yolun uzunluğu, kısalığı, tenin vasıflarıdır. Ruhların gidişi başka
çeşit bir gidiştir.
Sen, meni iken akıl âlemine kadar sefer edip geldin. Bu seferinde
ne adım attın, ne bir yerde konakladın, ne de bir yerden bir yere
göçtün.
1980. Canın gezip yürümesi, keyfiyetten hariçtir, anlatılamaz.
Cismimiz de gezmeyi candan öğrendi.
Dekukî de cisim âleminde olan gezmeyi gayri bıraktı da mânevi bir
keyfiyete büründü, gizlice ve keyfiyetsiz olarak gitmekte.
Dekukî dedi ki: Bir gün, sevgilinin nurlarını insanda görmeye
iştiyakım arttı.
Katrede bahri muhiti, zerrede güneşi görmek arzusuna düştüm.
Gide gide bir deniz kıyısına vardım. Vakit gecikmişti, akşam
olmuştu.
Kıyıda
yedi mum görünmesi
1985. Ansızın ta uzaktan o sahilde yedi mum gördüm,
mumların bulunduğu yere doğru koşmaya başladım.
O yedi mumun her birinin nuru gökyüzüne kadar vurmuştu.
Hayretlere düştüm, hattâ hayret bile hayran oldu. Hayret dalgası
aklımın başından aştı!
Bu mumlar, ne çeşit mum? Halk nasıl oluyor da bunları görmüyor;
Aydan daha aydın olan mumlar durup dururken başka bir mum arıyor?
1990. Halkın gözünde ne şaşılacak bir bağ var ki bunları görmüyor.
Tanrı doğru yolu dilediğine gösteriyor sahiden diyordum.
O yedi
mumun bir mum oluşu
Bir de baktım ki o yedi mum bir mum oldu. Nuru,
gökyüzünü bile delip geçmekteydi.
Sonra yine o tek mum, yedi mum oldu. Benim sarhoşluğum, hayretim
arttı.
O mumların birleşmesini dille anlatmaya imkân yok ki!
Gözün bir an içinde gördüğünü dil, yıllarca söylese anlatamaz.
1995. Kulak idrâkin bir ân içinde gördüğü şeyleri, yıllarca dinlese
bitmez.
Mademki bunun sonu yok, hadi, var, yine o hamdinde âciz olduğum
şeyi anlat!
O mumlar ulu Tanrıdan ne çeşit nişanelerdir diye koşa koşa
gidiyordum.
Derken kendimden geçtim, acelemden yere yıkıldım, harap oldum.
Topraklara serildim, bir müddet akılsız, idrâksiz bir halde kaldım.
2000. Sonra kendime gelip yine kalktım, yola düştüm. Fakat bir yere
gidiyordum ki ne başım bendeydi ne ayağım!
Mumların yedi adam şeklinde görünmesi
Derken bu yedi mum, nurların ta lâcivert kubbeye
kadar yükselen,
Gündüzün nurlarını bile bir karaltı gibi gösteren, aydınlıklarıyla
bütün nurları silip süpüren yedi adam şekline girdi.
Mumların yedi tane ağaç olması
Sonra o yedi adam, yedi tane ağaç oldu. İnsan
yeşilliklerinden neşeleniyordu.
Yapraklarının çokluğundan dalları görünmemekte, meyvelerinin
bolluğundan yaprakları kaybolmaktaydı.
2005. Dallar ta Sidreye kadar yükselmiş
hattâ Sidre de ne oluyor?
Halâyı bile aşmıştı.
Kökleri, yerin dibine kadar girmiş, yayılmış, öküzle balığı bile
geçmişti.
Kökleri, dallarından daha taze, daha lâtifti. Bunları seyredenin
aklı, hayretlere düşüyor, altüst oluyordu.
Olgunluktan yarılan meyvelerinden su gibi nur şimşekleri
fışkırtmaktaydı!
Bu
ağaçların halkın gözünden gizli kalması
Asıl şaşılacak şeye gelince: O ovalardan, o
çöllerden yüz binlerce adam geçiyor,
2010. Gölgelik için can veriyorlar, başlarını kilimlerle örtüyorlardı
da,
Onların gölgesini bile görmüyorlardı. İyi görmeyen çakmaklaşmış
gözlere yüzlerce kere tuuh!
Tanrının kahrı, gözleri bağlanmış yoksa
gözleri bağlı adam, ayı
görmez de Sühayı görür!
Güneşi görmez de zerreyi görür. Fakat yine de Tanrının lûtfundan,
kereminden ümit kesilmez ya!
Kervanlar aç susuz ağaçların altına dökülen bu olgun meyveleri
görüyorlar. Yarabbi, bu ne sihir?
2015. Halk, çürük meyveleri toplamakta, pisboğaz ve doymaz adamlar, bu
pörsümüş meyveleri yağma etmek için birbirlerine girmekteydi.
O dallar, meyveler, yapraklarsa anbean Keşke kavmimiz bizi
bilseydi, ne olurdu? diyorlardı.
Her ağaçtan A bahtsız kişiler, bize gelin, bize diye ses
geliyordu.
Fakat Tanrıdan da ağaçlara: Onların gözlerini bağladık, onlara
sığınacak yer yok! sesi gelmekteydi.
Onlara birisi, Bu yana gelin de bu ağaçlardan faydalanın dese,
2020. Hepsi birden Bu sarhoş yoksul, Tanrının takdiriyle deli
olmuş.
Bu yoksulun beyni başa çıkmaz sevdalarla, sonu gelmez riyazatlarla
soğan gibi çürümüş kokmuş! diyorlardı.
Dekukî şaşıp kalıyor, Yarabbi bu ne hal? Halka bu perde, bu
sapıklık neden geliyor ki?
Çeşit çeşit adamlar, yüzlerce akla, yüzlerce tedbire sahip
oldukları halde o tarafa bir adım olsun atamıyorlar.
Akılları, fikirleri de hep birden inkâra düşmüşler. Onların bu
azgınlığına, bu isyanına bakıyorum da şüpheleniyorum
2025. Yoksa ben mi çıldırdım, ben mi sersem oldum? Şeytan, benim
kafama mı bir şey vurdu?
Her an gözlerimi ovup duruyorum, bu cihanda rüya mı görüp
durmaktayım yoksa?
Fakat bu nasıl rüya olur? İşte ağaçlara doğru gidiyorum,
meyvelerini yiyorum. Buna nasıl inanmayayım?
Sonra yine münkirlere bakıyorum; görüyorum ki bu bahçeden haberleri
bile yok.
Son derece iştiyaka düşmüşler, fevkalâde ihtiyaçlarından bir yarım
koruk için can veriyorlar.
2030. Bu yoksullar, açlıklarından bir yaprak için ah edip duruyorlar!
Sonra yine acaba ben mi kendimden değilim, ben mi hayale düştüm,
gözüme görünen muhayyel bir ağacın dalına el attım? diyorum
demekteydi.
Peygamberler bile yese düşünce kendilerine yalan söylendi sandılar
âyetini oku da bak.
Bu âyetteki Küzzibû-tekzib edildiler, onlara yalan söylüyorsunuz
dendi kelimesini teşditsiz Küzibû- Kendilerine yalan söylüyorlar
sandılar tarzında oku.
Bu takdirde mâna şöyle olur: Peygamberler bile kendilerini aldanmış
sandılar.
2035. Peygamberler bile kötü kişilerin ittifakına baktılar da şüpheye
düştüler.
Bu şüphe ve tereddütten sonra onlara yardım ettik. Neyse, sen
bunları bırak da can ağacına gel!
Kısmetin neyse ye, yedir deniyor! ona, her an vahiyden sihirler
öğretiliyordu da,
Halk, Şaşılacak şey, bu ses nedir? Sahrada ne ağaç var, ne meyve.
Kara sevdaya tutulmuş olanların yakınınızda bahçe var, sofra var
demelerinden âdeta aptallaştık.
2040. Gözümüzü ovuyor, bakıyoruz . Fakat burada bahçe yok ki
önümüzdeki saha ya çöl, yahut aşılması güç bir yol!
Fakat bu kadar uzun uzadıya söylenip duran sözlerde beyhude olmaz
ya. Acayip şey, nasıl olurda bu kadar sözün aslı olmaz. Fakat varsa
nerede söyle! diyordu.
Dekukî, macerasını şöyle anlatır: Ben de tıpkı onlar gibi, acayip
şey demekteydim, Tanrı bunların gözlerini ne de sıkı bağlamış?
Bu kavgalardan, bu aykırı hareketlerden Muhammedde şaşmaktaydı.
Ebu leheb de!
Fakat bu şaşmakla o şaşmak arasında pek büyük fark var.
2045. Dekukî, tez tez yürü sükût et. Ne vakte kadar söylenip
duracaksın, ne vakte kadar? Duyup anlayan kulak kıt!
O yedi
ağacın bir ağaç olması
Dedukî dedi ki: Bahtım yaver oldu, ileriye doğru
yürüdüm, bir de baktım ki o yedi ağaç bir ağaç olmuş.
Her an bir ağaç, yedi ağaç olmakta, yedi ağaç bir ağaç haline
gelmekteydi. Hayretten ne hale geldim, bilir misin? Dondum, kaldım!
Sonra ne göreyim; ağaçlar, cemaat gibi toplanmış, saf düzmüş,
namaza durmuşlar!
Bir ağaç, imam gibi önlerine geçmiş, öbürleri de onun ardında
kıyamdalar!
2050. Onların kıyamı rükû etmeleri, secdeye varmaları beni büsbütün
şaşırttı.
O anda Tanrının Yıldız ve ağaç, Tanrıya secde eder sözünü
hatırladım.
Bu ağaçların ne dizleri vardı, ne belleri! Nasıl rükûa, secdeye
varıyorlar, bu ne biçim namaz? derken,
Tanrıdan ilham geldi: A nurlu, pirli kişi, hâlâ bizim işimize
şaşıyor musun? Bizce bu işler, şaşılacak işler değil ki!
Yedi
ağacın yedi adam olması
Bir müddet sonra ağaçlar, yedi tane adam oldu. Hepsi de
tek Tanrının huzurunda kadedeydi.
2055. Gözlerini ovuşturup bu yedi aslan kimlerdir, âlemde ne işleri
var ki? diye bakmaktaydım.
Yanlarına yaklaşıp onlara uyanık bir gönülle selâm verdim.
Selâmımı alıp Ey Dekukî, ey uluların tacı, büyüklerin övündüğü
zat dediler.
Kendi kendime beni nasıl tanıdılar? Bundan önce beni görmemişlerdi
dedim.
Hatırımdan geçeni hemencecik anlayıp birbirlerine baktılar.
2060. Gülerek Ey aziz, bu sır, şimdi sana gizli mi ki?
Tanrıya ulaşıp hayrete varan bir gönüle solun, sağın sırları gizli
kalabilir mi? dediler.
Yine kendi kendime bunlar hakikatlere ermişler, hakikatler âlemine
ulaşmışlar, âlâ
fakat bu surete ait ismi, bu surete ait harfi nasıl
biliyorlar? dedim.
İçlerinden biri Velî, bir adı bilmezse bil ki bu istiğraktan
ileri gelen bir şeydir, cahillikten değil dedi.
Ondan sonra bana Ey temiz dost, biz namazda sana uymak istiyoruz
dediler.
2065. Peki dedim, fakat bir an müsaade edin zamanın devrine ait
müşküllerim var.
Temiz sohbetinizle o müşküller hal olsun. Topraktan üzüm bile
sohbetle biter.
İçi dolu olan tane kara toprağa ulaşır, toprakta halvet eder,
toprakta sohbet eder,
Kendisini toprakta tamamıyla mahveder; nihayet ne sarı, ne kırmızı
rengi kalır, kokusu da mahvolur da,
Tamamıyla mahvolur kabza eriştikten sonra kol kanat açar, basta
erişir, atını sürmeye başlar.
2070. Aslının önünde varlığından geçince suret ortadan gider, mânası
cilvelenir.
Hüküm senin diye baş eğdiler. Onların bu baş eğmelerinden öyle
hararetlendim, gönlümden öyle bir ateş çıktı ki!
Bir zaman o seçilmiş kişilerle mürakabeye daldım, kendimden geçtim.
O zaman canım, zamandan kurtuldu. Zaman insanı gençken kocaltır.
Bütün renkten renge girişler, zamandan meydana gelir. Zamandan
kurtulan, renkten renge girmekten de kurtulur.
2075. Bir zaman, zamandan, zaman kaydından kurtuldun mu keyfiyet
kalmaz, keyfiyetsiz Tanrıya mahrem olursun.
Zaman zamansızlığı bilmez. Zamansızlık âlemine varmak için
hayretten başka yol yoktur.
Bu arayıp tarama âleminde herkesi, zamanın bir hususi tavlasına
bağlamışlardır.
Her tavlaya bir memur dikilmiş
oranın ehli olmayan, memurdan
izinsiz oraya giremez.
Bir tavlada bağlı olan, hevese düşüp de bağlarını çözdü,
başkalarının tavlasına gitti mi,
2085. Hemen ahır memurları onu aramaya koyulur, bulup yularını tutar,
çeke çeke yerine getirir!
Seni koruyanları görmüyorsan kendine bak! İhtiyarın elinde mi
senin?
Zâhiren ihtiyarın elinde
elin, ayağın bağlı değil
peki, ya neden
hapistesin, neden,
Seni koruyan memuru inkâr etmeye yüz tuttun da dilediğin şeylerden
seni alıkoyan nefsin tehditleri adını taktın ha!
Dekukînin imam olarak öne geçmesi
Dekukîye Bu sözün sonu yoktur. Namaz vakti,
hemencecik öne geç.
2085. Ey tek kişi, bize iki rekât sabah namazı kıldır da zaman seninle
bezensin.
Ey gözü aydın imam, bize imamlık et
İmam olanın gözü açık olması
lâzım.
Şeriat de körün imamlığı mekruhtur.
Hafız, akıllı ve fakih olsa bile körün imamlığı hoş değil.
Sersem ve suçlu olsa bile gözü açık imam bu çeşit körden iyidir.
Kör, pisliklerden çekinemez. Çekinmenin asıl sebebi, asıl vesilesi
gözdür.
2090. Kör yolda yürürken pisliği göremez. Dilerim, hiçbir müminin gözü
kör olmasın.
Zâhiri kör, görünen necasetlere bulaşır. Fakat can gözü kör olan
kişi gizli olan, görünmeyen pisliklere bulaşır.
Bu görünen pislik bir parça suyla arınır, fakat içte olan pislik,
artıkça artar.
İçteki pislikler anlaşıldı mı gözyaşından başka bir şeyle
temizlenemez.
Tanrı, kâfire Pis murdar demiştir. Bu pislik, bu murdarlık, onun
dışında değildir.
2095. Kâfirin dışı, pisliklere bulaşmıştır. Pislik onun huyundadır,
dinindedir.
Zâhiri pisliğin kokusu yirmi adımlık yerden gelir, bâtıni pisliğin
kokusuysa Reyden tut da Şama kadar gider!
Hattâ göklere çıkar, hurilerle Rıdvanın burunlarını doldurur!
Bu söylediğin sözler yok mu? Senin anlayışın miktarı ancak
öldüm
iyi ve doğru anlayışın hasretinden!
Anlayış sudur, beden testi. Testi kırılınca içindeki su dökülür
gider!
2100. Bu testinin beş tane büyük deliği vardır, içinde ne su durur ne
kar!
AÇIKLAMALAR ( Beyitler 1400
- 2100 )
B. 1424. İbni-al vakt. C.
I, S. 13, B. 133 e bakınız.
B. 1427-1429. Sofilere göre
sâlikte, yani birliğe giden mânevi yolcuda dervişte beliren mânevi
zevk ve şevk, yerleşir kalırsa, yani adam o zevki kendisine mal ederse
(Makam) derler, fakat bu zevk arada bir gelir, giderse sahibine mal
olmazsa (Hâl) ismini alır.
B. 1435. Kur'anın 112 inci
suresi olan İhlâs suresinin üçüncü âyetinden alınmadır.
B. 1498. H. Muhammed'in
"Ümmetim 73 fırka olacak, 72 si cehennemlik, biri cennetliktir dediği
rivayet edilmiştir ki 72 millet sözü bu hadisten çıkmadır.
B. 1538. C. II, B. 845 e
bakınız.
B. 1538. den sonraki bahis,
Mutezileye göre herkesin aklı birdir, akıllarda üstünlük, aşağılık
yoktur. Akıl üstünlüğü, görgü ve bilgiden meydana çıkar. Sünnîlere
göre akıllarda üstünlük, aşağılık vardır, bu aykırılık
yaradılıştandır.
B. 1580. Böyle bir hadis
rivayet edilmiştir.
B. 1614. den itibaren Şeyh-i
Akta diye şöhret kazanmış olan bu şeyhin hal tercümesini lâyıkiyle
bilmiyoruz. Şiraz'ın cenubu garbisinde bir dağ eteğinde bu zata ait
bir mezar var. Ayrıca 304. hicri (916-917) Antakya'da vefat etmiş olan
bir Şeyh Ebülhayr-i Akta'la Cüneyd'in kâtibi Ebu Yakub-ı Akta'da bu
lâkapla anılırlar. (Fırsatî - Şirazî; Âsar-ı Acem, 1314 Bombay
basması. S. 491).
B. 1762. den sonraki bahis.
Kur'anın ikinci suresi olan Bakara suresinin 259 uncu âyetinde
anlatılmaktadır.
B. 1774. Ankaravî, Hadis
diye rivayet edilen bu sözü rivayetçileriyle yazılı bulunduğu
kitapları haber vermektedir (S. 288).
B. 1783-1788. H. Muhammed'in
"Hattâ zina etse, hattâ hırsızlık etse bile Ebuzer'in inadına
şefaatim, ümmetimin en büyük günahını yapanlarındır" dediği rivayet
edilmiştir (Feyz - al Kadir, IV, 162-163).
B. 1794. Kur'anın 19 uncu
suresi olan Meryem suresinde İsa Peygamber'in doğar doğmaz konuştuğu
anlatılmaktadır (âyet 29-34).
B. 1853. "İkindi vaktine and
olsun ki insan ziyandadır, ancak inanan ve iyi işler
yapanlarla birbirlerini hakla, doğru söz söylemekle ve
sabretmekle tavsiyede bulunanlar müstesna" (Sure 103, Asr).
B. 1897. H. Muhammed'in "Kur'an
yedi mânası olarak indirildi. Her âyetin bir zahiri var, bir
bâtını" dediği rivayet edilmiştir (Feyz - al Kadir, III, 53-54).
B. 1934 ten sonraki bahis.
Dekukî adlı bir zata "Tabakat" kitaplarında rasladık. İhtimal,
âdeti vechile başka birisini kasdediyor da bu adla gizliyor, ihtimal
de muhayyel bir hikâyedir, yahut da bir halk hikâyesidir.
B. 1934. "Oğula baba nasıl
acırsa, onu nasıl korursa ben de size öyle acır, sizi öyle korurum"
diye bir hadis rivayet edilir (Feyz-al Kadîr, II, 570).
B. 1954. Davut Peygamber,
bir gün sarayının damında gezerken güzel bir kadının
yıkanmakta olduğunu görür. Kimin nesi olduğunu tahkik eder ve
kocasına kapalı bir mektup vererek, savaşan erlerin komutanına
gönderir. Mektupta, adamın savaşın şiddetli bir yerine
konulmasını ve bu suretle ölümünün temin edilmesini yazmış
olduğundan komutan, emre göre hareket ediyor. Adam öldürülüyor.
Davut da, adamın karısını alıyor. Bunun üzerine Peygamber Natan,
Davud'a gidip "Bir şehirde biri fakir, öbürü zengin iki
adam vardı. Zengin, sürülere sahipti, fakirin bir tek dişi
kuzusu vardı. Zengine misafir gelince, kendi koyunlarına kıyamayıp
fakirin kuzusunu alarak kurban etti, bu adama ne dersin?"
diyor. Davut, "Bu adam ölüme lâyıktır" deyince, Natan, Davud'a
"Bu adam sensin" deyip kusurunu söylüyor. Davut tövbe
ediyor, fakat bu kadından olan çocuğu, Tanrı gazabına uğrayarak
ölüyor (Tevrat. Mülûk-i Şânî, Bap 11-12). Yahudilerce Davut,
peygamber değildir. Müslümanlar indinde peygamberdir. Bu hikâye
Kur'anda da vardır, yalnız biraz daha muhtasardır ve Davud'a
kusurunu anlatan Cebrail ve Mikâil'le bir bölük melektir (Sure
38, Sad, âyet 21-25).
B. 1984 ten sonraki bahis.
Dekukî'nin yedi mum görmesi, Yohanna'nın vahyine pek benzer.
B. 2005. Sidretül münteha,
yedinci kat gökte bulunan sınır ağacıdır ki H. Muhammed,
miraçta Cebrail'i burada görmüştü (Sure 53, âyet 13-16).
Halâ, boşluk manasınadır. Eskilerce havasız yer olması mümkün
değildir.
B. 2006. Eskilere nazaran
yeryüzü bir öküzün üstünde durur, öküz de bir balık üstündedir.
Halbuki bu öküzle balık, Sevir ve Hût burcundan kinayedir.
B. 2033-2036. "Nihayet
peygamberler meyus oldukları ve halk, onları yalancı sandığı zaman
onlara yardımımız geldi, dilediğinizi kurtardık..." (Sure 12, Yusuf,
âyet 110).
B. 2052. (Sure 55, Rahman,
âyet 6).
B. 2069. Sofilere nazaran
kul, korku ve ümit hallerinden yükselince kalbi bazen daralır,
bazen genişler, ferahlanır. Bu darlık, korkuya, ferahlık,
ümide karşılıktır. Ancak korku ve ümit, gelecek içindir. Kabız,
yani darlık ve bast, yani ferahlık, hale aittir. Kabz, sofiyi bir
hakikatin kabulüne alıştırmak içindir.
B. 2094. (Sure 9 Tevbe,
âyet 28).
B. 2100. Beş delikten murat
beş duygudur. |