Yoksa Kün der demez yerler de olurdu, gökler de;
Tanrı, buna kadirdi. Hattâ bir emreder etmez yüzlerce yer gök
yaratabilirdi.
Tanrı bütün kudretiyle beraber insanı, yavaş yavaş ve tam kırk
yılda kemal sahibi eder.
Bir anda yokluktan elli kişiyi uçurup bu âleme getirmeye kadirdi
ama.
İsa, bir dua ile hemencecik ölüyü diriltir de
3505. İsayı yaratan, insanları bir anda yaratmaya kadir değil midir?
İsaya nazaran kudreti, kat kat üstün mü değil,
Dilediğin şeyi yavaş yavaş, fakat sağlam bir halde yapman lâzım
İşte bu yavaşlık, sana bunu öğretmek içindir.
Daima akıp duran küçük bir dere ne pislenir, ne kokar.
Bu yavaşlıkla insan, ikbale, devlete erişir. Yavaşlık, yumurtadır,
devlet de kuşlara benzer.
A inatçı adam, kuş hiç yumurtaya benzer mi *
Ama yumurtadan çıkar ya!
3510. Sen de davran da cüzülerin, yumurtalarından kuşlar çıkarsın.
Yılan yumurtası da serçe kuşu yumurtasına benzer, fakat aralarında
ne fark var?
Armut da elmaya benzer, benzer ama aralarında farkları bil ey yüce
kişi!
Yapraklar da bakılınca bir renktedir. Fakat meyveleri çeşit
çeşittir.
Yapraklara benzeyen bedenler de birbirine benzer
benzer ama herkes
bir iş için yaratılmıştır.
3515. Halk yolda her bir tarzda yürür durur; fakat birisi zevk içinde,
öbürü dertli, kederli!
İşte tıpkı bunun gibi ölürken de aynı çeşit ölürüz ama yarımız
ziyan içindedir, yarımız padişah!
Tanrı
razı olsun, Bilâlin neşeyle ölümü
Bilâl; zayıflıktan hilâle dönmüş, yüzüne ölüm rengi
çökmüştü.
Karısı görüp Ah, bu ne elem, bu ne keder dedi. Bilâl, Hayır
hayır
bu ne zevk, ve ne neşe,
Şimdiye kadar hayattan elem duymaktaydım, ölüm nasıl bir zevktir,
nedir, nedir? Sen bununebileceksin?
3520. Demekte, bu sözleri söylerken de yüzünde nerkisler, güller,
lâleler açılmaktaydı!
Yüzünün parlaklığıyla nurlu gözleri, sözünün doğruluğuna şahadte
ediyordu.
Her gönlü kara adam onun yüzünü simsiyah görürdü ama o, insanların
gözbebeğiydi, neden gözbebeği de siyah?
Yüzü kara olanlar, hakikati görmeyenlerdir. İnsanların gözbebeği
olan adam ise ayın aynasıdır.
Zaten dünyada can gözüne sahip olanlardan başka, senin gözbebeğini
kim görebilir ki ?
3525. Onu, gözbebeği haline gelenelerden başka kimse göremeyince artık
ondan başka kim, onun rengini görüp anlar?
İnsanların gözbebeği olan kişiden başka herkes, mertebesi yüce
insanın sıfatlarını taklideder. Hakikatı bilmez.
Karısı Ah ayrılık, ah ayrılık deyince Bilâl, Hayır, hayır
vuslat, vuslat! dedi.
Karısı Bu gece gurbete gidiyorsun
soyunun sopunun gözlerinden
kaybolacaksın dedi.
Bilâl dedi ki: Hayır, hayır
bu gece ruhum, gurbet elinden
vatanına ulaşacak!
3530. Karısı, Gayri senin yüzünü nerede göreceğiz biz? dedi. Bilâl
dedi ki: Tanrı haslarının halkasında!
Başını kaldırır da aşağıya değil- yukarıya bakarsan Tanrı
haslarının halkasını görürsün.
Yüzük taşının yüzüğe nur saçtığı gibi Âlemlerin Rabbi de o halkayı
nurlandırıp durmaktadır!
Karısı, Yazıklar olsun, bu ev yıkıldı artık dedi. Bilâl dedi
ki: Buluta bakma, aya bak!
Akrabam kalabalık, ev de küçük
Tanrı, daha mamur bir hale getirmek
için yıktı!
Bedenin ölümle harap olmasındaki hikmet
3535. Ben evvelce sıkıntılar içinde hapis olmuş adama
benzerdim, şimdi ruhumun nesli doğuyu da kapladı, batıyı da.
Bu kuyuya benzeyen evde bir yoksuldum, şimdi padişah oldum,
padişaha bir köşk, bir saray lâzım!
Padişahlar, köşklerde, saraylarda otururlar, ölüye yurt olarak bir
mezar kâfi!
Peygamberlere bu dünya dar geldi de padişahlar gibi Lâmekân âlemine
gittiler.
Kalbi ölmüş kişilereyse bu dünya nurlu göründü. Görünüşü büyük,
geniş
fakat hakikatte dar!
3540. Dar olmasaydı bu feryat neden? Baksana
daha evvel doğup bu
âleme gelenlerin hepsi iki büklüm oldu!
İnsan, uyku zamanında bak, nasıl azat olmakta
ruh, o vardığı,
ulaştığı mekândan nasıl neşelenmekte.
Zâlim, zulüm tabiatından kurtuluyor, zindandaki mahpus, hapse
düştüğünü, hapiste bulunduğunu unutuyor.
Pek geniş olan bu yer, bu gök devenin çökeceği zaman pek
daralmakta.
Bu dünyanın genişliği, bir gözbağı
oysaki pek dar. Gülmesi
ağlamaktan ibaret, övünmesi ardan, ayıptan başka bir şey değil.
Dünya,
görünüşte geniş, hakikatte dardır, uyku da bu darlıktan
kurtulmaya benzer
3545. Hamam kızıştı, ısındı mı daralırsın, için
sıkılır.
Oysaki hamam geniştir, uzundur. O hararetten sana dar gelir, ruhun
sıkılır, usanırsın.
Dışarı çıkmadıkça gönlün açılmaz peki
mekânın genişmiş ne fayda?
Yahut da meselâ dar bir ayakkabı giyersin de geniş bir ovada
yürürsün.
Fakat o geniş ova, sana öyle daralır ki
o ova o sahra sana âdeta
zindan kesilir.
3550. Seni uzaktan gören ovada bir lâle gibi açılmış der.
Bilmez ki sen, zâlimler gibi görünüşte gül bahçesindesin, fakat
ruhun, feryat edip duruyor!
Uyuman, o dar ayakkabıyı çıkarmana benzer. Uykuda bir müddet ruhun,
bedenden kurtulur.
Azizim, uyku, Tanrı velîlerinin malı, mülküdür
dünyadaki Eshabı
Kehif gibi!
Uyumadıkları halde rüya görürler, görünürde bir kapı yoktur,
yokluğa giderler!
3555. Ev dar. Ruh bu daracık evde eli, ayağı çarpılmış gibi iki
büklüm. O evi, padişahların sarayları genişletmek, mamur bir hale
koymak için yıkar.
Ben de ana rahminde iki büklüm oldum. Dokuz ay doldu, artık buradan
göçmem gerek!
Anamı doğum ağrısı tutmasa bu zindanda ateş içinde kalırım.
Bir anaya benzeyen tabiatın da kuzu, koyundan doğsun diye ağrıya
düşüyor, bu ağrı, doğum yolunu açıyor.
Ey tabiat, rahmini aç
kuzu büyüdü, çıksın da o yemyeşil ovada
yayılsın, otlasın artık!
3560. Doğum ağrısı, gebeye bir derttir ama çocuk için zindanın
yıkılması gibidir.
Gebe, ne yapayım, nereye sığınayım? Diye ağlar
çocuk kurtuluş
vakti geldi diye güler!
Göğün altındaki analar ( ateş, yel, su, toprak) la cansız şeyler,
canlı mahluklar, nebatlar. Hulâsa ne varsa,
Hepsi, birbirlerinin derdinden gafildir. Yalnız bilen ve kemale
sahip olan kişiler, bunların dertlerini bilir.
Kösenin, başkalarının evinde olanları bildiği kadar kabasakal,
kendi evindekini bilemez.
3565. Amca, sen, kendi halini bilmezsin
fakat gönül sahibi yok mu
senin halini o bilir işte!
Gaflet, dert, tembellik ve gönül karanlığı gibi ne varsa hepsi de yere
mensup ve aşağılık bir şey olan tenden ileri gelir
Gaflet, tenden ileri gelir. Ten, ruh oldu mu artık
şüphesiz bir halde bütün sırları görür.
Gök boşluğundan yeryüzü kalktı mı ne benim için gece ne gölge
kalır, ne senin için.
Nerede bir gölge, gece, yahut gölgelik varsa yerdendir; göklerden
aydan değil!
Duman, kıvılcımlar saçan ateşten meydana gelmez, daima odundan
meydana gelir.
3570. Vehim, hataya düşer, yanılabilir. Fakat, akıl, mutlaka isabet
eder, yanılmaz.
Her ağırlık, her yorgunluk, tenin muktezasıdır. Cansa hafifliği
yüzünden uçup durur.
Kırmızı beniz kanın çokluğundandır, sarı yüz safranın
oynamasındandır.
Ak beniz, balgamın kuvvetindendir, sevdadan da beniz kararır.
Hakikatte eserleri halk eden odur. Fakat kışırda kalan, yalnız
zâhiri gören, ancak sebepleri görebilir!
3575. Derilerden ayrı olmayan, sebeplerden kurtulmamış olan akıl, ne
illetlerden kurtulur, ne doktordan fayda görür!
Âdemoğlu, ikinci defa doğdu mu ayağını sebeplerin başına kor.
Artık, onun dini illet-i ûlâ değildir. Cüzi illet de ona bir zarar
veremez.
O, doğruluk geliniyle ufuklarda uçup durur; sureti de ona ancak bir
duvaktır.
Hattâ ufuktan da dışarıdadır, göklerden de. Ruhlar ve akıllar gibi
mekânsız bir âlemdedir.
3580. Hattâ akıllarımız bile onun gölgesidir: akıllarımız bile
gölgeler gibi onun ayağına düşer.
Müctehit, nassı görür, tanırsa herhangi bir hükümde artık kıyası
düşünmez ki.
Fakat bir şeyde nas yoksa orada kıyasa girişir, kıyastan ibret
alır, kıyasla hüküm verir.
Nasla
kıyası benzetiş
Nassı Ruhulkudüsün vahyi bil, Aklı cüzinin kıyası,
bundan aşağıdır.
Akıl, canla idrak sahibi olmuş, canla aydınlanmıştır. Ruh, nasıl
olur da aklın tasarrufuna girer?
3585. Fakat ruh, akla tesir eder de akıl, o tesir altında tedbire
girişir.
Ruh, Nuhu tasdik ettiği gibi seni de tasdik etti, senin emrine de
tabi olduysa nerede deniz, nerede gemi, nerede Nuh tufanı?
Akıl, eseri ruh sanır ama güneşin nuru güneşin cirminden büsbütün
ayrıdır.
O yüzden salik, ruhun nurundan aslına ulaşmak için bir lokma ekmeğe
kanaat etti.
Çünkü aşağılara vuran nur, gece gündüz daimî değildir ki
geçer
gider.
3590. Fakat nurun aslına ulaşıp orada yurt edinen kişi, daima o nura
garkolmuştur.
Ne bulut yolunu keser, ne nuru gurub eder. O, artık ayrılıktan
kurtulmuş, güzelleşmiştir.
Bu makama eren kişinin aslı, ya göklerdendir. Yahut topraktır da
topraklıktan tamamıyla çıkmıştır.
Çünkü bu güneşin şuaı daimî olarak dursa toprağa mensup olan
tahammül edemez ki
Güneşin ziyası daima toprağa vurup dursa toğrağı öyle bir yakar ki
yeryüzünde hiçbir verim kalmaz, hiçbir meyve bitmez.
3595. Daima suda kalmak balığın hrcıdır. Yılan, nereden balıkla
yoldaşlık edebilecek?
Fakat dağlarda öyle düzenbaz yılanlar vardır ki bu denizde balıklık
etmeye kalkışırlar.
Hileleri halkın aklını başından alırsa da denizden nefretleri,
nihayet kendilerini rezil eder gider.
Bu denizde de öyle hünerli balıklar vardır ki yılana bile sihir
yapar, balık haline koyarlar.
Ululuk denizinin dibindeki balıklara deniz, sihri helâl
öğretmiştir.
3600. Olmayacak şey, onların himmetiyle olur. Pis, oraya vardı mı
tertemiz olur, kutlu bir hale girer.
Bu sözü kıyamete kadar söylesem, bu bahsi kıyamete kadar uzatsam
bitmez
yüzlerce kıyamet kopar, geçer de yine bu bahis tamamlanmaz.
Şeyhin
dilinden hikmetler coşunca müritlerle dinleyenlerin takınmaları
lâzım olan edep ve terbiye
Bu sözlerim, insanlara bir tekrarlamadır, ama bence
tekrarlanan, tazelenip uzayan bir ömürdür.
Mum, birbiri üstüne çıkan kıvılcımlarla yanar, alevlenir. Toprak,
birbiri üstüne vuran ziyalarla altın haline gelir, parlar.
Binlerce istekli olsa da bir de usanan kişi bulunsa elçi, elçilik
yapmak istemez, gönlü soğur.
3605. Bu sır söyleyen gönül elçileri, İsrafil huylu dinleyici
isterler.
Padişahlar gibi azamet sahibidir bunlar. Cihan halkından kulluk
isterler.
Huzurlarında edebe riayet etmedikçe elçiliklerinden nesıl
faydalanabilirsin?
Önlerinde iki büklüm eğilmedikçe o emaneti sana verirler mi hiç?
Onlarca öyle her edep, her terbiye de beğenilmez. Çünkü onlar, ulu
bir tapıdan gelmişlerdir.
3610. Onlar yoksul değiller ki ettiğin hizmetlere karşı teşekkür
etsinler, minnet altında kalsınlar a müzevir!
Fakat ey gönül, bunca rağbetsizliğie rağmen sen yine padişahın
sadakasını saç, esirgeme!
Ey gökyüzünün elçisi, sen usananlara bakma, atını sıçratadur,
oynatadur!
Ne mutludur ki o Türk ki savaşa girişir, dayanır da atını ateşler
dolu hendeğe bile sürer, ateşler dolu hendekten bile sıçratır
Atını öyle sürer, öyle şahlandırı ki gökyüzüne çıkmaya kalkışır.
3615. Ne kimseyi görür, ne kimsenin hasedine bakar. Her şeyden gözünü
yummuştur; ateş gibi kuruyu da yakmıştır, yaşı da.
Yaptığı işten bir pişmanlık duyar ve bu pişmanlık ona bir ayıb
olursa o, önce pişmanlığa ateş salar, yakıp yandırır.
Zaten adam, bir işte ayak diredi mi hiç yoktan pişmanlık meydana
gelmez ki!
Her hayvanın, düşmanının kokusunu duyup çekinmesi, kendisinden
çekinilmeye, kaçmaya, karşı koymaya imkân bulunmayan birisiyle
düşmanlığa kalkışan adamın ziyankârlığı
At, aslanın sesini de tanır, kokusunu da duyar.
Hayvandır ama düşmanını bilmemesi, duymaması pek nadirdir.
Hattâ zaten yalnız at değil, her hayvan, düşmanını, nişanından,
eserinden tanır , bilir.
3620. Yarasacık gündüz uçamaz, hırsızlar gibi geceleyin çıkar,
yayılır.
Hayvanlardan hepsinden daha mahrum hayvan yarasadır. Meydanda ki
güneşin düşmanıdır o.
Fakat ne ben senin düşmanınım diye güneşe karşı koyabilir, ne
nefretiyle onu uzaklaştırabilir!
Güneş, yarasanın derdine, kahrına bakıp yüzünü döndürse, gizlense
bu,
Güneşin son derece lûtfuna, güneşin en üstün bir kemale sahip
bulunuşuna delâlet eder. Yoksa hiç yarasa güneşe mâni olabilir mi?
3625. Düşmanlığa kalkışacaksan düşmanlık edebileceğin birisiyle savaş
ki onu esir edebilmek mümkün olsun.
Karta, denizle nasıl savaşa girişebilir? Girişirse aptaldır, kendi
saçını, sakalını yolar.
Hilesi, saçından sakalından ileri gidemez ki. Nasıl olur da ayın
odasındaki perdeyi yırtabilir?
Güneşe düşmanlık eden şu azara uğrar: Ey güneşin güneşine düşman
olan,
Sen öyle bir güneşe düşmansın ki onun ışığından güneş de
titremektedir, yıldız da!
3630. Sen, onun düşmanı değilsin, kendinin düşmanısın. Sen odun olsan
ateşe ne gam, o ne yapsın?
Ne şaşılacak şey
hiç senin yanışınla onun ışığı, onun harareti
azalır mı? Yahut da hiç sen yanıp yakılıyorsun diye gamlanır mı?
Onun merhameti, insanın merhametine benzemez. Çünkü insanın
acımasında bir dert, bir elem vardır.
Mahlûkun acıması elemle karışıktır. Tanrının rahmetiyle dertten de
paktır, elemden de.
Babam, Tanrı rahmetini şöyle bil: O rahmet, vehme bile sığmaz,
yalnız eseri görünür.
Bir
şeyi misal ve taklitle bilmekle o şeyin hakikatını bilmek arasındaki
fark
3635. Onun rahmet eserleriyle rahmet meyveleri
meydandadır. Fakat onun mahiyetini ondan başka kim bilebilir?
Kemal vasıflarının mahiyetleri, yalnız eser ve misalleriyle
bilinir. Bundan başka bir tarzda kimsecikler bilemez.
Çocuk çiftleşmenin mahiyetini bilemez ki
helva, yok mu
işte onun
gibi lezzetlidir dersen o başka.
Fakat ey taklide yapışmış adam, çiftleşmede ki lezzet, helvada ki
lezzete benzer mi? O nerede, bu nerede?
Fakat sen çocuk gibisin de o akıllı adam, sana güzellikle o misali
getirdi.
3640. Çocuk da işin mahiyet ve hakikatini bilmese bile misalle anlar
hiç olmazsa.
Bu misalden sonra ben, bunu biliyorum desen yanlış olmaz, doğrudur
fakat bilmiyorum desen sözün yine yalan ve uydurma olmaz.
Birisi Nuhu o Tanrı elçisini, o ruh nurunu biliyor musun ?
dese,
Sen de Nasıl bilmem o ay yüzlüyü? Güneşten de meşhurdur, aydan
da.
Küçücük çocuklar bile onu Tarih kitaplarında okuyorlar
hocalar,
bütün mihraplarda söylüyorlar.
3645. Kuranda adı açıkça okunuyor. Geçmiş zamanlarda ki macerası
fasih bir surette anlatılıyor desen.
Doğru söylüyorsun, sana Nuhun mahiyeti keşfedilmediyse de onu sana
söylediler, övdüler: Sen de naklediyor, onu övüyorsun.
Fakat desen ki: Ben Nuhu ne bileyim? A yiğit, onu onun gibi bir
er bilir.
Ben topal bir karıncayım, fili ne bileyim? Bir sivri sinek,
İsrafili nereden bilecek?
Bu söz de doğru
çünkü mahiyet bakımından Nuhu bilmezsin ki.
3650. Mahiyetleri anlamaktan âciz olmak, halkın halidir ama bu sözü
istisnasız söyleme.
Çünkü mahiyetlerle onların sırrının sırrı, kâmillerin gözü önünde
apaçıktır.
Varlık âleminde Tanrının sırrından Tanrının zatından daha ziyade
anlayıştan uzak ve bir görüşe sığmaz ne var?
O bile mahremlerden gizli kalmazsa artık bir şeyin mahiyeti bir
şeyin vasfı nedir ki gizli kalsın?
Akıl, bir bahiste bu olmayacak şey, akıldan uzak tevile sığmaz,
olmayacak şeyi dinleme der.
3655. Kutup da, sana der ki A düşkün, anlayışından üstün gördüğün
şeylere olmayacak şey diyorsun.
Şimdi sana keşf olan vakalar da sana evvelce olmayacak şeyler
görünmüyor muydu?
Tanrı, keremiyle seni on tane zindandan kurtarmışken bu Tih ovasını
kendine sitem hapishanesi yapma!
Nisbet
ve zâhiri ihtilâf yüzünden bir şeyde hem nefiy, hem de ispatın
birleşmesi
Bir şeyin hem nefyedilmesi caizdir, hem ispat
edilmesi. Çünkü zâhiri görünüş aykırıdır, nispet de iki türlü
olabilir.
Tanrının O taşları attığın zaman yok mu? Onları sen atmadın ki
Tanrı attı demesinde hem hem nefiy vardır, hem ispat ve ikisi de
yerindedir.
3660. Onları sen attın, çünkü taşlar senin elindeydi.Fakat sen
atmadın, çünkü o atış kuvvetini Tanrı izhar etti.
İnsan oğlunun kuvvetinin bir haddi, bir hududu vardır. Bir avuç
toz, toprak nasıl olur da bir orduyu bozar, kırıp geçirir?
Avuç, senin avucundur ama atış bizden. Bu iki nispetin nefyi de
yerindedir, ispatı da.
Peygamberlerin zıtları olan kâfirler de Peygamberleri, evlâtlarını,
tanıdıkları, bildikleri gibi tanırlar bilirler.
Münkirler onları yüzlerce delille, yüzlerce nişanla evlâtlarını
tanır gibi tanırlar, bilirler ama,
3665. Kıskançlıkları, hasetleri yüzünden bildiklerini gizlerler
Bilmiyoruz ki diye bilmezlikten gelirler.
Baksana, Tanrı bir yerde Onları bilirler dedi, bir yerde de
Onları benden başka kimse bilmez;
Onlar, benim kubbelerimin altında gizlidir. Onları Tanrıdan başka
kimse bilmez, sınamakla bilinmezler ki dedi.
Nuhu hem bilirsin, hem bilmezsin, değil mi? İşte bunu da bu âyetle
hadiste izhar edilen mânaya kıyas et!
Dervişin yokluğu ve varlığı meselesi
Birisi dedi ki. Âlemde derviş yok
olsa bile o
derviş dervişlik makamına erişmişse yok olmuş demektir.
3570. Doğru, çünkü varlığı, sureti bakımındandır, görünüşe göre
vardır. Fakat sıfatları, Tanrı sıfatında yok olmuştur.
O, güneşe karşı yanmakta olan muma benzer. Mumun alevi de var
sayılır ama güneşin önünde yoktur.
Fakat muma bir pamuk tutun mu yanar
şu halde vardır.
Öyle ama sana bir aydınlık vermez ki; güneş, onu yok etmiştir. Bu
bakımdan da yoktur.
İki
yüz batman bala bir okka sirke koydun mu, sirke balın içinde erir
gider.
3675. Tattın mı sirke lezzeti olmadığından yoktur. Fakat tarttın mı
balın okkası artmıştır, vardır.
Aslanın önünde ceylanın aklı başından gider, kendisinden geçer
varlığı, aslanın varlığında mahvolur.
Kemale ermeyenlerin Tanrıya karşı yürüttükleri bu kıyas yok mu
aşk coşkunluğundan ileri gelen bir şeydir. Ebedî, terbiyeyi terketme
değil!
Âşığın, nabzı, edepten dışarı atar. Âşık kendini padişahın
terazisine kor, sevgilisinin tapısına varır.
Dünyada ondan edepsiz, ondan terbiyesiz kimse yoktur. Fakat
hakikatte ondan terbiyeli, ondan edepli kimse de yoktur.
3680. Ey aslı, nesli belli kiş,i bu edeplilikle edepsizliği birbirine
uygun bil.
Zâhirine bakarsan edepsiz gibi görünür. Çünkü başında aşk dâvası
vardır ( bu dâva da varlık alâmetidir).
Fakat hakikatte dâva nerede? O padişahın önünde dâva da fanidir,
âşık da!
Zeyd öldü desek bu cümlede Zeyd faildir ama hakikatte fail
değildir, elinden bir şey gelmez ki!
Nahiv bakımından faildir
yoksa hakikatte mefuldür, ölüm onu
öldürüverir.
3685. Nerede Zeydin failliği? Öyle mahvolur ki bütün faillikler,
ondan uzak kalır.
Sadr-ı
Cihanın vekilinin bir töhmet altına alınarak can korkusuyla
Buharadan kaçması, Sadr-ı Cihana âşık olduğundan tekarar ters
yüzüne geri dönmesi, âşıklar için can vermek kolaydır
Buharada Sadr-ı Cihanın kulu bir töhmete uğradı,
mevkiinde düştü, gizlenmeye mecbur oldu.
On yıl gâh Horasanda, gâh Kuhistan ve gâh Deştte başıboş bir
halde gezip dolaştı.
On yıl sonra iştiyaktan takati kalmadı, ayrılık günleri sabrını
tüketti.
Dedi ki artık ayrılığa tahammülüm kalmadı. Sabır, insanı
küstahlıktan alıkoyabilir mi hiç?
3690. Ayrılık yüzünden bu topraklar bile çoraklaşır
sular bile
sararır, kokar, bulanır!
Adamın canına can katan rüzgâr, ufunetli bir hale gelir, veba
kesilir
ateş kül haline gelir, savrulur!
Cennet gibi olan bağlar, bahçeler sararır solar, yapraklar kurur,
dökülür
bir hastalık yurdu olur!
Her şeyi anlayan akıl bile olsa dostların ayrılığıyla yayı kırılmış
okçuya döner.
Cehennem bile ayrılık yüzünden, gençlik çağına hasret çeken
ihtiyarın titrediği titrer, yandığı gibi yanar kavrulur.
3695. Kıvılcım gibi insanı yakan, mahveden ayrılığı kıyamete kadar
anlatsam yine yüz binde birini olsun anlatamam.
O halde onun yakıcılığını anlatmaya kalkışma sus, yarabbi, beni sen
kurtar, sen kurtar da ancak.
Dünyada neyin visaliyle neşelenirsen o vuslat zamanında ondan
ayrıldığını bir düşün hele!
Senin neşelendiğin şeyle çok kişiler neşelendi
fakat sonunda
sahibine vefa etmedi, yel gibi geçti gitti!
Gönül, sana da vefa etmez,seni de terk edip gider. O senden
vazgeçmeden sen ondan vazgeçmeye çalış.
Ruhulkudüsün
Meryeme, Meryem çıplak bir halde yıkanırken bir insan
şeklinde görünmesi, Meryemin Ulu Tanrıya sığınması
3700.
Fırsat elden çıkmadan Meryem gibi sen de surete
Senden Rahmana sığınırım de.
Meryem yapayalnızken canlara can katan birisini gördü. Bu adam,
öyle güzeldi ki gönülleri alıyordu.
Ruhulemin, onun gözünün ay gibi güneş gibi yerden doğuverdi.
Güneş, doğudan nasıl çıkarsa o da örtüsüz, nikâpsız Meryemin
önünde yerden doğdu.
Meryem çıplaktı, bir kötülük yapar diye korktu, eli ayağı titremeye
başladı.
3705. Gördüğü adam öyle dilberdi ki Yusuf bile görse Yusufu gören
kadınlar gibi şaşırıp kalır, ellerini doğrardı.
Gönülden baş gösterip çıkan bir hayal gibi o gül yüzlü, Meryemin
önünde topraktan bitivermişti.
Meryem, kendisinden geçti ve bu dalgınlık âleminde, bu adamdan
Tanrıya sığınayım dedi.
O yeni, yakası temiz kızın âdetiydi, bir şeyden ürktü mü pılısını
pırtısını gayp âlemine çeker, Tanrıya sığınırdı.
Dünyanın kararsız bir âlem olduğunu görmüş, ihtiyata riayet ederek
Tanrıya sığınmayı âdet edinmişti.
3710. Bu suretle de ölüm zamanına dek gideceği yolu düşmanın
kesmemesini diler, Tanrı tapısının kendisine bir kale olmasını temin
etmek isterdi.
Tanrıya sığınmadan daha iyi bir kale görmemişti; bu yüzden de kale
civarında yurt edinmişti.
Meryem o akılları yakan, ciğerleri oklayan bakışları gördü.
Padişahta o bakışlara kulağı küpeli bir köle olmuştu, asker de
o
bakışlar, akıl padişahlarının akıllarını almış, onları divaneye
döndürmüştü!
O güzel gözler, yüz binlerce padişahı fermanlı köle yapmış,
yüzbinlerce dolunayı hilâl haline getirmişti.
3715. Zühre de bile ondan bahsetmeye kudret yoktu
Aklı kül bile onu
görünce noksanlaşırdı.
Ben ne söyleyebilirim, ağzı, ağzımı kapattı; söylemeye takatim
kalmadı ki!
Ben, yalnız o ateşin bir dumanıyım ateşe delâlet etmekteyim. O
padişahtan uzaktayken, onu görmeden hakkında ne söylenmişse hepsi de
asılsız, hepside saçma!
Zaten güneşe, âlemi kaplayan nurundan başka bir delil olamaz ki.
Gölgenin on delâlet etmesine imkân mı var? Gölge, onun yanında hor,
hakir olup kalıyor ya
işte bu, kâfi ona!
3720. Bu ululuk, ona tam doğru bir delil: bütün anlayışlar geridedir,
o ilerde!
Bütün anlayışlar topal eşeklere binmiş
o, ok gibi uçup giden
rüzgâra!
Padişah kaçarsa tozunu bile kimse bulamaz
onlar kaçarlarsa
padişah, yolarını kesiverir!
Âlemde bütün anlayışlar, durup dinlenmezler
meydanda koşup yelme
zamanıdır, oturup zevkle içkiye dalma zamanı değil!
Birinin vehmi, bir doğan gibi uçup geçer, öbürünün vehmini
mesafeleri delip geçen ok gibi uçar!
3725. Öbürünün ki yelken açmış gemi gibi gider
bir başkasınınkiyse
her an gerileyip durur!
Bütün bu vehimler, bütün bu anlayış kuşları, uzaktan bir av
gördüler mi hep birden saldırırlar.
Av ortadan kayboldu mu şaşırırlar, baykuşlar gibi viranelere
dalarlar!
O av tekrar nazlana, nazlana salınsın, görünsün diye bir gözünü
açıp bir tekini yumarak beklerler.
Av gecikince beklemekten usanır, sıkılırlar da acaba gördüğümüz av
mıydı, hayal miydi derler.
3730. Bir an istirahat ederek güçlenip kuvvetlenmeleri daha doğrudur.
Eğer gece olmasaydı bütün halk, hırstan, isteklerinin üstüne
titremeden kendilerini yakar, helâk ederlerdi.
Herkes bir şey elde etmek, bir kâr kazanmak hevesiyle bedenini
ateşlere atmış, yanıp yakılmıştır.
Bir müddet hırslarından kurtulsunlar diye gece, Tanrı rahmeti gibi
zuhur etti.
Yolcu, sana da bir sıkıntı, bir gönül darlığı geldi mi alevlenme,
meyus olma
senin için muvafıktır o.
3735. Çünkü ferahlık ve genişlik zamanında varını, yoğunu harcedip
duruyorsun demektir. Harcetmeye karşılık bir de gelir lâzım elbet!
Ya mevsimi sürüp gitseydi güneş, bağları, bahçeleri yakar
kavururdu.
Nebatları kökünden yakardı, bir daha o yanıp kavrulan şeyler
yenilemezdi, yeşerip tazelenmezdi.
Kışın yüzü ekşidir ama şefkatlidir... yaz gülümser ama yakar,
yandırır!
Darlık geldi mi onda genişlik gör de canlan, alnını kırıştırma!
3740. Çocuklar gülüp dururlar, bilenlerinse yüzü ekşidir. Gam
karaciğerden meydana gelir, neşe akciğerden!
Çocuğun gözü, eşek gibi ahırdadır
akıllı adamsa gözünü işin sonuna
diker.
Akılsız, ahırdaki otu tatlı görür
akıllı, ahırdaki hayvanın
nihayet kasap elinde telef olacağını görür, bilir.
Şu kasabın verdiği ot yok mu
acıdır, acı! Kasap o otu bizi
semirtmek, tartıda ağır gelmemizi temin etmek için veriyor.
Yürü, Tanrının verdiği hikmet otunu ye! Çünkü Tanrı, onu ancak
cömertliğinden, ihsanından dolayı karşılık istemeksizin vermiştir.
3745. Tanrı Tanrının verdiği rızıktan yiyin dedi. Sen, buradaki
rızkı ekmek sandın, hikmet olduğunu anlamadın ha!
Tanrının verdiği rızık, insan mertebesine göre hikmettir. O rızık
sonunda senin boğazında durmaz, seni öldürüp mahvetmez!
Bu ağzını kapadın mı başka bir ağız açılır
. o ağız sır lokmalarını
yer, yutar.
Bedenini Şeytan aslanından kurtarabilirsen Tanrı sofrasında nice
nimetler yersin!
Ben bu sözü, Türklerin et yemeği gibi yarı pişmiş, yarı ham bir
halde anlattım. Sen tamamını Hakim-i Gaznevîden duy!
3750. O gayb hakîmi, o âriflerin övündükleri zat, bunu İlahînâmede
anlatır:
Gam ye de, gam artıranların, seni derde sokanların ekmeğini yeme...
çünkü akıllı adam gam yer, çocuksa şeker!
Neşe şekeri, gam bahçesinin meyvasıdır. Bu ferah yaradır, o gam
merhem.
Gamı gördün mü aşkla kucakla
Şama Rübve tepesinden bak!
Akıllı adam, şarabı üzümde görür
âşık varı yokta bulur.
3755. Geçen gün hamallar, sen alma, o yükü ben aslan gibi taşırım diye
birbirleriyle savaşıp duruyorlardı.
Neden? Çünkü o zahmette rahmet, o eziyette kâr görüyorlardı da yükü
her biri, öbüründen kapıyordu.
Nerede Tanrının verdiği ücret, nerede o sermayesiz herifin verdiği
ücret? Bu, sana ücret olarak bir hazine bağışlar, o birkaç mangır
verir!
Tanrının bağışladığı altın, sen ölüp kumlar, topraklar altında
yatsan bile seninledir
öldükten sonra kalıp başkalarına nasip olan
mal değildir o!
Tanrı malı, adım, adım cenazenin önünden gider, kabirde sana gurbet
arkadaşı olur.
3760. Ebedi aşkla kapı yoldaşı olmak için ölüm gününe hazırlan da
şimdiden öl!
Sabır, gayret perdesi ardındaki sevgilinin nar gibi yüzünü, o
isteğin, o dileğin ikiye ayrılmış saçlarını görmektedir.
Gam, çalışıp çabalayan kimsenin önünde bir aynaya benzer
bu zıt
olan şeyde buna zıt olan şeyi görür, sabırda muradına ulaşmayı, gamda
neşeyi seyreder.
Zahmetten, eziyetten sonra da onun zıddı, yani genişlik, zevk ve
neşe yüz gösterir.
Bu iki hali, eline bak da gör, anla. Yumruğunu sıktıktan sonra
mutlaka açarsın.
3765. Elin daima yumulu, yahut daima açık olsa bu bir hastalık
eseridir.
Elini açıp yummakla iş güç görür, çalışır, kazanır, işini düzene
korsun. Bu el açıp yumma, kuşun iki kanadı gibi ele lâzım bir şeydir.
Meryem bir müddet, karaya vurmuş balıklar gibi çırpındı.
Ruhulkudüsün Meryeme Ben Tanrı elçisiyim, benden korkma,
gizlenme
Tanrının emri bu demesi
O Tanrı rahmetini gösteren melek, Meryeme bağırdı:
Ben, Tanrı tapısının eminiyim, benden ürkme.
Tanrının yücelttiği kimselerden baş çekme. Bu çeşit güzel
mahremlerden çekinme!
3770. Hem bu sözleri söylüyordu, hem de dudaklarından pak nurlar
çıkıyor, birbirine ulanıp göğe ağrıyordu.
Melek diyordu ki: Sen, benim varlığımdan yokluğa kaçıyorsun ama
ben yokluktan bir padişahım, bir bayrak sahibiyim.
Zaten yurdum orası, ağırlığım da orada
sana görünen bir suretimden
ibaret.
Ey Meryem, bir bak hele
ben, anlaşılması müşkül bir nakşım, hem
hilâlim, hem gönüllerde ki hayal!
Gönlüne bir hayal geldi de yerleşti mi nereye kaçsan o seninledir.
3775. Ancak gelip geçici bir aslı olmayan hayal müstesna
o çeşit
hayal yalancı sabah gibi gözden kayboluverir.
Bensen Tanrı nurundan doğmuş düpedüz sabahım
gündüzümün etrafında
gece, hiç dönüp dolaşamaz.
Kendine gel
Lâhavle deyip durma ey İmran ın kızı
ben zaten
buraya Lâhavle makamından gelip düştüm.
Daha Lâhavle denmeden önce Lâhavlenin nuru benim aslımdı, benim
gıdamdı.
Sen, benden Tanrıya sığınmadasın ama ben o sığındığın Tanrının
ezelde düzüp koştuğu bir suretim zaten.
3780. Seni defalarca kurtaran o sığındığın makam, benim makamım
Tanrıya sığınırım diyorsun ya; o sığınmak yok mu? Ben ta kendisiyim
zaten.
Tanımazlıktan beter bir âfet yoktur. Sen, sevgilinin yanındasın da
aşkbazlığı bilmiyorsun.
Yari, ağyar sanmada, neşeye gam adını takmaktasın.
Sevgilimizin şu miskler gibi saçları, biz deli olursak zincirimiz
olur!
3785. Nil gibi akıp duran şu lûtuf, biz firavun muyuz
kan kesilir
bize!
Kan, aklını başını al, ben suyum, dökme beni
ben Yusufum fakat
sana kurt gibi görünüyorum a savaşçı der.
Sen görmüyorsun yoksa
halim, selim sevgili, onunla zıt oldun mu
yılanlaşır.
Halbuki ne eti başkalaştı, ne yağı
sen onu kötü gördün de ondan
kötüleşti!
Vekilin aşk yüzünden hiçbir şeye aldırış etmeyerek Buharaya dönmesi
Meryemin mumunu bırak, yana dursun
. Evet
o yanıp
yakılan âşık, Buhara ya dönüyordu.
3790. Gönül, ne de sabırsızsın, ateşler içindesin. Yürü, Sadr-ı
Cihana doğru kaç!
Şu Buhara ok mu
bilgi kaynağıdır. Kimde ateş varsa Buharalıdır
zaten!
Şeyhin huzurunda oldukça Buharadasın, sakın Buharayı hor görme!
Şeyhin denize benzeyen gönlü taşar çekilir, taşar çekilir
Bu med
ve cezir, o Buharaya horluktan başka bir surette gidene yol vermez.
Ne mutlu kişiye ki nefsini aşağılatmıştır. Vay o kişiye ki nefsinin
tekmesi altında kalmıştır!
3795. Sadr-ı Cihanın ayrılığı, o âşıkın canına tesir etmiş, varlığını
parçalamış gitmişti.
Diyordu ki, yine oraya gideyim, kâfir olmuşsam bile tekrar imana
geleyim.
Oraya varayım da yerlere döşeneyim; o iyi düşünceli Sadrın
huzurunda kendimi yerlere atayım.
Diyeyim ki: İşte canımı önüne attım. İster dirilt, ister koyun gibi
kes başımı!
Ey ay yüzlü, senin huzurunda kesilip ölmek, başka yerde dirilere
padişah olmaktan yeğ.
3800. Ben bin kere, hattâ daha da fazla sınadım, anladım: sensiz
yaşamam pek acı, tahammül edilir şey değil!
Ey emelim, maksadım sevgili, sur üfürür gibi nağmelerle terennüm et
de beni dirilt
ey devem, çök artık
neşe tamamlandı!
Ey yeryüzü, göz yaşlarımı em, yeter gayri
ey nefis, iç o tatlı
suyu, bulanıklığı geçti, duruldu artık!
Ey yeryüzü, göz yaşlarımı em, yeter gayri
merhaba ey seher yeli!
Bize dostun kokusunu getirdin, ne güzel de estin ya!
Dostlar, dedi, ben gidiyorum, elveda. Ben o emîre, o emrine itaat
edilen Sadr-ı Cihana gidiyorum.
3805. Anbean onun aşkıyla, onun ayrılığıyla yanmaktayım
artık ne
olursa olsun, gidiyorum ben!
Sevgilinin gönlü mermerler gibi katı bir hale gelse bile ruhum yine
Buharaya gitmek istiyor.
Orası sevgilimin konağı, padişahımın şehri; benim vatanım orası
.
âşıklara vatan sevgisi budur!
Bir
mâşukun, garip âşığına Şehirlerden hangi şehri daha güzel
buldun, Hangi şehir daha kalabalık, daha büyük? Hangi şehrin
nimetleri daha bol, hangi şehir daha ziyade iç açıcı diye
sorması
Bir güzel, âşığına dedi ki: Yiğidim, gurbette birçok
şehirler gördün.
Hangi şehir daha ziyade hoşuna gitti. Âşık, Sevgilinin oturduğu
şehir
3810. Padişahımız, nereye yaygısını yayar, oturursa orası, iğne deliği
kadar dar bile olsa bize sahra gelir.
Ay gibi Yusuf neredeyse orası, kuyunun dibi bile olsa cennettir.
dedi.
Dostlarının, Buharaya gitme diye âşığı menetmeleri ve hiçbir şeye
aldırış etmeksizin ulu orta sözler söyleme diyerek tehdit
eylemeleri
O âşığa da öğütçünün biri dedi ki: Ey bihaber,
aklın varsa işin sonunu düşün.
Aklını başına devşir de işin önüne, sonuna dikkat et. Pervane gibi
kendini yakıp yandırma!
Delicesine Buharaya gidersen zincire vurulmaya, hapishaneye
atılmaya lâyıksın.
3815. Sadr-ı Cihan, sana kızgın
âdeta demir çiğnemede, dişlerini
gıcırdatıp durmada. Seni yirmi gözle bekliyor.
Senin için bıçak bileyip duruyor. O âdeta kırlıkta kalmış bir
köpek, sense unla dolu dağarcıksın!
Tanrı, bir fırsat verdi, kurtuldun
sonra da zindana gidiyorsun
ha
. ne oldu sana?
Sana on çeşit memur dikseler bile onlardan kaçıp gizlenmen lazım;
akıl, bunu emreder.
Halbuki senin başında tek bir memur bile yok. Neden böyle önden,
arttan yolun bağlandı?
3820. Gizli aşk, onu esir etmişti. O öğütçü, o korkutucu o gizli
memuru görmüyordu ki!
Her memurun başında gizli bir memur var. Böyle değil de o memur,
neden köpeğe benzeyen tabiatına esir. Neden onun bağlarıyla bağlı?
Padişahın kızgınlığı ruhuna tesir etmiş, onu memurluğa, kara
yüzlülüğe bağlamış.
Hadi vur şu adamı diye onu dövüp duruyor! Benim feryadım, işte o
gizli memurlardan!
Kimi ziyanda görürsen bil ki görünüşte yapayalnız bile olsa
hakikatte o ziyana bir memurla sürüklenir, gider.
3825. Bu hali bilseydin feryad eder, o padişahlar padişahına
sığınırdın.
Padişahın huzurunda başına topraklar saçar da o korkunç Şeytandan
kurtulurdun.
A karıncadan daha aşağı, daha kuvvetsiz ve ehemmiyetsiz adam,
kendini bey görüyorsun ha
sen körsün de ondan başına dikilmiş olan o
memuru görmüyorsun.
Bu yalancı kanatlarla gururlandın ha... adamı suça, ziyankârlığa
çeken kol kanat, ama da kol kanattır ya!
Kanat dediğin adamı yücelere çeker
topraklara bulandı mı da
ağırlaşır, adam uçamaz gayrı!
Âşığın, aşk sırrını anlamayan öğütçüye ulu orta cevabı
3830. Âşık dedi ki: Ey öğütçü, sus
niceye bir öğüt
vereceksin, niceye bir? Vazgeç bu öğütten; bağ, pek kuvvetli.
Senin öğüdünden daha da kuvvetlendi. Senin âlimin aşk nedir,
tanımadı ki!
Bir yerde aşk fazlalaştı, derdi arttırdı mı orada ne Ebû Hanîfe bir
ders verebilir, ne Şâfiî!
Beni ölümle tehdit etme... kendi kanıma susamış birisiyim ben
zaten!
Âşıklara her an bir ölüm var
âşıkların ölümü bir çeşit değil!
3835. Âşık, doğru yolun ruhunu bulmuş, o ruhla iki yüz cana sahip
olmuştur da her an iki yüzünü de feda edip durmadadır.
Feda ettiği her cana karşılık da on tana ecir alır. Kurandan
Kim bir iyilik yaparsa on mislini bulur âyetini okusan a!
O güzel yüzlü sevgili, kanımı dökerse neşeyle dönerek, zevkimden
ayaklarımı yerlere vurarak canımı saçarım!
Ben sınadım, benim hayatım ölümümde. Bu hayattan kurtuldum mu
ebediyete erişeceğim.
Ey inanılacak, güvenilecek kişiler, beni öldürün, öldürülmemde
hayat içinde hayat var.
3840. Ey aydın yüzlü, ey daimî varlığın ruhu, ruhumu kendine çek, bana
vuslatınla cömertlik et!
Öyle bir sevgilim var ki sevgisi kalbimi yakıp kavurmada. Dilerse
gözlerimin üstünde yürür!
Arapça daha hoş ama Farsça söyle. Zaten aşkın bunlardan başka daha
yüzlerce dili var ama,
Sevgilisinin kokusu uçup geldi mi o dillerin hepside şaşırır, lâl
olur kalır.
Artık ben susayım, kâfi
sevgili söylemeye başladı. Dinle, kulak
kesil
. Tanrı, doğruyu daha iyi bilir.
3845. Âşık tövbe etti mi
işte o zaman kork. Çünkü âşık, ayyarlar gibi
daracığında ders verir!
Bu âşık, Buharaya gidiyor ama ders okumaya, üstada hizmet etmeye
değil.
Âşıklara dostun güzelliği müderristir
defterleri, dersleri,
meşkleri de onun yüzü!
Susarlar ama tekrar tekrar attıkları nâralar sevgilinin arşına,
tahtına kadar ulaşır.
Dersleri fitne, oyun, dönüş ve titreyiştir. Onlar ne Ziyadat
okurlar, ne Silsile.
3850. Bu kavmin silsilesi, sevgilinin simsiyah ve kıvırcık saçlarıdır.
Onlarda devir meselesinden bahsederler ama sevgilinin devrinden.
Eğer birisi sana kese meselesini sorarsa ona de ki: Tanrı
hazinesi keselere sığmaz ki!
Âşıklara aralarında Hul ve Mübaradan dem vururlarsa hoş gör.
Hakikatte Buharayı anıyorlar demektir.
Her şeyi anış, başka bir hassa verir
her sıfatın başka bir
mahiyeti var.
Buharada her hünere ermiş, olgun bir hale gelmişsin ama horluğa
yüz kodun mu hepsinden vazgeçer, her şeyi unutursun.
3855. O Buharalı âşık da bilgi derdinde değildi
gözünü görüş
güneşine dikmişti o.
Kim, halvette görüşe yol bulur, hakikati görürse artık bilgilerle
yücelmeyi dilemez.
Can güzelliğiyle bir kâseden şarap içen, ağızdan duyulma haberlerle
bilgilerden tasalanmaz.
Görüş, ekseriyetle bilgiden üstündür, bilgiye galebe eder. Bu
yüzden halk nazarında dünya galiptir, sevimlidir.
Çünkü dünyayı gözler görür; bu, eldeki matahtır
ahireti ise
verilmesi vadedilen borç bilirler.
O âşık
kulun Buharaya yüz tutması
3860. Kanlı göz yaşları döken o âşık yüreği çarpa çarpa
hararetle, iştiyakla koşarak Buharaya yüz tuttu.
İştiyakından çölün kumları, ona ipek geliyor, Ceyhunun suyu
küçücük bir şey görünüyordu!
Çöl önünde gül bahçesi kesilmekte, gül gibi gülerek düşe kalka,
yuvarlanarak koşup gitmekteydi!
Şeker, Semerkanttedir ama o, şekeri Buharada bulmuş Buhara yolunu
tutmuştu.
Ey Buhara, sen akıllara akıl katardın ama benim aklımı da aldın
dinimi de!
3865. Ben bir tolunay aramaktaydım, o yüzden hilâle döndüm. Kapı
dibinde Sadr-ı ( baş köşeyi) istiyorum! demekteydi.
Buharanın karaltısını görünce gam karanlığında bir beyazlıktır
göründü.
Yere yığıldı, uzun bir müddet kendisinden geçti. Aklı, sır
bahçesine uçup gitti.
Onu ayıltacak, aşk gül suyuydu, bunu bilmediklerinden başına,
yüzüne gül suları serptiler.
O gizli gül bahçesi görmüştü
aşk, onu yakalamış kendisinden
geçirmiş gitmişti.
3870. Sen donmuş, taş kesilmiş birisin; bu söze, bu nefese lâyık
değilsin
evet, sen de kamışsın ama içinde şeker yok!
Aklın başında, akıllısın sen. Görmediğiniz askerleri yolladı
âyetinden gafilsin!
O
sallapati âşığın Buharaya gelmesi, dostlarının onu meydana
çıkarmamaya çalışmaları
Sevine, sevine o emniyet şehrine sevgilisinin
bulunduğu yere, Buharaya geldi.
Gökyüzünde uçan, ay tarafından kucaklandığını, kendisine sen de
beni kucaklasana dendiğini sanan sarhoşa benziyordu.
Onu Buharada her gören Durma, görünmeden hemen bir tarafa sıvış!
3875. Padişah gazap etmiş, tam on yıllık öcünü almak için seni arayıp
duruyor.
Allah aşkına olsun kendi kanına girme
kendine pek o kadar güvenme!
Sadr-ı Cihanın Şahnesiydin, itimadına mazhar olmuş üstat bir
mühendistin.
Ona hıyanette bulundun, cezadan da kaçtın
neyse, bu suretle
kurtulduğun halde şimdi nasıl oldu da tekrar geldin?
Yüzlerce hileyle belâdan kurtulmuştun, seni buraya aptallığın mı
getirdi, ecelin mi?
3880. Aklın Utaridi bile beğenmez, kınardı
fakat kaza ve kader, aklı
da ahmak bir hale sokuyor, akıllıyı da!
Sen, aslanı arayan talihsiz tavşansın. Nerede aklın, nerede bilgin,
nerede çevikliğin, çabuk anlayışın?
Kaza ve kaderin böyle yüzlerce afsunları vardır. Kaza geldi mi âlem
daralır derler.
Sağda, solda yüzlerce yol, yüzlerce kaçıp kurtulunacak yer vardır
da kaza ve kader, gelince hepsi bağlanır, kapanır; kaza ve kader bir
ejderhadır diyordu.
Âşığın, kendisini kınayan ve tehdit edenlere cevap vermesi
Âşık dedi ki. Ben, susuzluk hastalığına tutulmuş
birisiyim. Biliyorum da
su beni öldürür.
3885. Fakat bu hastalığa tutulan, sudan kaçamaz ki
isterse su onu
yüzlerce defa öldürsün, harap etsin!
Elim, karnım şişse bile suya olan aşkım azalmıyor.
Karnımı görüp bu ne diye sordukları zaman keşke bütün deniz,
karnıma aksaydı diyorum.
Bir tuluma benzeyen karnım, isterse su dalgalarından yırtılsın
ölsem bile ne mutlu bir ölüm!
Ben, nerede bir ırmak görsem ah, o ırmak ben olsam diye haset
etmekteyim.
3890. Elim defe benzese; karnım davul gibi şişse yine gül gibi neşeyle
onun sevda davulunu döver dururum.
O, Ruhulemin, kanımı dökse yer gibi yudum, yudum kan içerim.
Ben yer gibi, karnındaki çocuk gibi kanlar içiyorum
âşık oldum
olalı işim gücüm bu!
Geceleri tencere gibi ateş üstünde kaynamakta
gündüzleri kum gibi
akşamlara kadar kan içmekteyim.
Hileye saptım, o bana kızmıştı, yapmak istediğim şeye mâni oldum,
hışmından kaçtım diye nadimim.
3895. Söyleyin
kızgınlıkla bana ne yapmak istiyorsa yapsın. O kurban
bayramıdır, âşık da kurbanlık!
Öküz uyur, istirahat eder, bir şey yerse kurban bayramı için
besleniyor demektir.
Beni Musanın kurban edilerek ölüyü dirilten öküzü bil. Cüzlerimin
cüzü bile hür kişinin hasredilmesine sebeptir.
Musanın öküzü de kurban olmuştu. En küçük cüz ü bile bir
öldürülmüşe hayat verdi.
Öküzün bazı yerleriyle ölüye vurun hitabı geldi; vurdular. O
öldürülmüş adam dirildi, fırlayıp kalktı.
3900. Eğer şu ruhların haşredilmesini istiyorsanız ey ulu kişilerim,
bu sözü kesin!
Ben cemaattandım
öldüm, yetişip gelişen bir varlık, nebat oldum.
Nebatken öldüm, hayvan suretinde zuhur ettim.
Hayvanlıktan da geçtim, hayvanken de öldüm de insan oldum. Artık
ölüp de yok olmaktan ne korkayım?
Bir hamle daha edeyim, insanken öleyim de melekler âlemine geçip
kol kanat açayım.
Melek olduktan sonra da ırmağı atlamak, melek sıfatını da terk
etmek gerek, Her, şey fanidir, helâk olur
ancak onun hakikati
bakidir.
3905. Bir kere daha melekken kurban olur da o vehme gelmeyen yok mu
işte o olurum.
Yok olurum, suretlerin hepsini terk ederim de erganun gibi Biz,
mutlaka geri dönenleriz, ona ulaşanlarız derim
Ümmet, bunda ittifak etmiştir. Karanlıklarda gizli olan Âbıhayat
yok mu
ölümdür o.
Nilüfer gibi ırmağın bu tarafında bit
susama hastalığına uğrayan
adam gibi haris ol, ölümü ara!
Susama hastalığına uğrayanın ölümü sudur da yine su arar, su içer
durur. Tanrı, doğrusunu daha iyi bilir.
3910. Ey ayıp ve ar hırkasını giyinen donmuş, üşümüş âşık sen can
korkusuyla candan kaçıyorsun.
Ey karılara bile ayıp ve ar olan kişi, hele bak
onun aşk kılıcının
önünde yüz binlerce can, elceğizlerini çırparak ölüme müştak!
Irmağı gördün ya
testideki suyu ırmağa döküver. Su, hiç ırmaktan
kaçar, çekinir mi?
Testideki su, ırmağa döküldü mü ırmakta mahvolur, ırmak kesilir.
Vasfı yok olur da zatı kalır
Artık bundan böyle ne kaybolur, ne
kötüleşir, pislenir!
3915. Ben de ondan kaçtığım için pişmanım, özürümü bildirmek üzere
kendimi onun fidanına astım!
Canından el yıkayan o âşığın mâşukuna ulaşması
Top gibi başının, yüzünün üstüne kapanıp secdeler
ederek gözleri yaşlı bir halde Sad-ı Cihanın huzuruna gitti.
Herkes, acaba onu yakacak mı, asacak mı diye başını havaya dikmiş
bekliyordu.
Sadr-ı Cihan, işte o vakit zaman, talihsiz kişilere ne gösterirse
bu bir avuç ahmağa onu gösterdi.
İşten anlamayan ahmak, pervane gibi alevi nur sandı, ahmakçasına
aleve atıldı, canından oldu.
3920. Fakat aşk mumu, o muma benzemez ki. Aşk, aydınlıklar içindeki
aydınlıklar aydınlığıdır.
O ateşli mumların aksine bir şeydir. Ateş gibi görünür ama
baştanbaşa nurdur, güzellikten, hoşluktan ibarettir.
Âşık
öldüren mescidle ölümünü arayıp hiçbir şeye aldırış etmeyerek
orada konuklayan âşık
Ey izi, tozu güzel, bir hikâye söyleyeyim, dinle:
Rey şehrinin kıyısında bir mescit vardı.
Hiç kimse yoktu ki orada gecelesin, yatsın da korkudan ödü patlayıp
ölmesin; oğlu o gece yetim kalmasın.
Ona nice aç, çıplak garip gitti
hepsi de sabah çağı yıldızlar gibi
battı, mezara girdi!
3925. Sen de bunu iyice anla, kendine gel. Sabah geldi çattı, uykuyu
bırak artık!
Herkes, orada kuvvetli periler var, orada konaklayanları kör
kılıçla kesip öldürüyorlar derdi.
Bazıları sihir ve tılsım var. Düşmanın canını almak için gözetip
durmada diyordu.
Bazı kimseler, kapısına açıkça Ey konuk, burada kalma. Canına
kastın yoksa geceyi burada geçirme, burada yatıp uyuma. Yoksa ölüm
sana pusu kurar diye yazalım demekteydi.
3930. Bir diğeri de derdi ki. Geceleri kilitleyin de bilmeyen bir
adam girip kalmasın!
Mescide konuk gelmesi
Nihayet bir gece vakti mescide bir konuk geldi
mescidin o aşılacak şöhretini o da duymuştu.
Bir tecrübe etmek istiyordu. Çünkü hem pek yiğitti, hem de canından
bezmişti, hayatına doymuştu.
Dedi ki: Bu başa, bu gövdeye pek o kadar aldırış etmem
tut ki
can hazinesi için bir habbe gitmiş.. ne çıkar?
Ten sureti gidiversin, ben o suretten ibaret değilim ya. Ben baki
oldukça suret eksik olmaz elbet.
3935. Tanrı lûtfuyla Ben insana ruhumdan ruh üfürdüm sırrına
mazharım
kamış gibi olan tenden ayrılırsam yalnız Tanrı nefesi olarak
kalırım.
Tanrının nefesi, bu tene gelmesin de inci de bu dar sedeften
kurtulsun artık.
Tanrı Ey doğru kişiler, ölümü dinleyin dedi. Ben de doğrucuyum,
bu söze canımı veririm!
Mescid
halkının o âşık konuğu, gceleyin mescide konaklama niyetinden
dolayı kınamaları, burada kalma diye tehdit etmeleri
Halk, Sakın burada geceleme. Yoksa can alıcı, seni
posa gibi eziverir!
Sen garipsin, bunu bilmezsin
burada kim yattı, uyuduysa mahvoldu.
3940. Bu bir tesadüf değil. Bunu biz de nice defalar gördük, akıllı
bilgiler kişiler de.
Kim bu mescitte konakladıysa gece yarısı müthiş bir zehirle
zehirlendi gitti.
Bir kişiden yüz kişiye kadar nice ölenleri gördük. Birisinden duyup
da rivayet etmiyoruz.
Peygamber Din nasihattir dedi. Nasihat, lûgatte hıyanetin
zıddıdır.
Bu nasihatte dostlukta doğruluktan ibarettir. Doğru söylemez,
aldatırsan, hainsin, köpek postuna bürünmüşsün, köpeksin!
3945. Sana bu nasihati muhabbetimizden veriyoruz. Sakın akıldan,
insaftan ayrılma! dedi.
Âşığın, kendisini menedenlere cevabı
Âşık dedi ki: Ey öğüt verenler, ben yaptığım dan
nâdim değilim. Hayata doydum.
Ben yaralanmayı isteyen, arayan bir tembelim. Tembelden yola
gitmeyi umma!..
Ama yiyecek, içecek tembeli değilim ben
hiçbir şeye aldırış
etmeyen, ölümünü arayan bir tembelim!
Âleme el avuç açan, kendisine para pul toplayan tembel değilim, bu
köprüden çevikçe geçen bir tembelim.
3950. Her dükkâna başvuran, halini söyleyen tembel değilim. Varlıktan
sıçrayıp kurtulan ve bir madene ulaşan tembelim.
Kuşa, kafesi bırakıp uçmak nasıl hoş, tatlı gelirse bana da ölmek
ve bu yurttan göçmek öyle hoş, öyle tatlı geliyor.
Bahçeye konan kafesteki kuş, gülleri, ağaçları görür.
Dışarıda, kafesin çevresinde ötüşen kuşlar, hürriyete ait güzel,
güzel hikâyeler söylerler.
Kafesteki kuş, onları duyar, o yeşilliği görürde ne iştahı kalır,
ne sabrı, ne kararı!
3955. Başını kafesin her deliğinden çıkarır durur. Ayağındaki bağdan
kurtulmak ister.
O kuşun gönlü de dışarıdadır, canı da
böyleyken kafesi açıversen
ne yapar?
O kuş, kafese kapanmış kafesin etrafında da kediler birkaç halka
olmuş kuşa benzemez ki.
Bu çeşit kuş korkuya, vehme düşer, hiç kafesten çıkmayı ister mi o
?
Hattâ o kötülükler yüzünden kafesin etrafında daha yüz tane kafes
olmasını ister.
Calinus
bu dünya yaşayışına âşıktı, çünkü hüneri, ancak burada geçerdi,
o pazarda bir işe yaramazdı. O yüzden kendisini o âlemde halkla
bir
görürdü
3960. Bu şuna benzer: Akıl ve hikmette üstün olan
Calinus da bu dünyanın havasına kapılmış, dünya muradına gönül vermiş
olduğundan,
Yarı canlı bir halde dünyayı bir katır götünden görmeye bile
razıyım, tek ölmeyeyim dedi.
Kafes etrafında kedilerin toplanmış olduğunu görmüş, bir kuşa
benzeyen ruhu, uçmaktan meyus olmuştu.
Yahut da bu cihandan başka her şeyi yok görmüş, yokluktaki haşri
görmemişti.
Ana karnındaki çocuk gibi hani. Tanrının keremi, onu rahimden
dışarı çeker de o yine rahme doğru kaçar durur.
3965. Tanrının lûtfu, onun yüzünü bu âleme çıkacağı tarafa döndürür,
o yine büzülüp ana karnına sokulur.
Bu şehirden, bu yurttan dışarı çıkarsam acaba bir daha burasını
görebilir miyim?
Rahimde bir kapı olsaydı da o havası ufunetli şehir görünseydi.
Yahut da bir iğne yordamı kadar delik bulunsaydı da dışarısını bir
görseydim der!
Ana karnındaki çocuk da rahmin dışında bir âlem olduğundan
gafildir, o da Calinus gibi nâmahremdir.
3970. Bilmez ki rahimdeki yaşlıklarda dışarıdaki âlemin feyziyledir.
Dünyadaki dört unsur da kendilerine Lâmekân âleminden yüzlerce
yardım geldiğini bilmezler.
Kuş, kafeste su ve tane buluyor ama su da kafesin dışındaki bağdan,
bahçeden gelmede, tane de!
Peygamberlerin canları bu âlemden göçer, bu âlemden kurtulurken o
bağı, o bahçeyi görür de
Bu yüzden onlar, Calinusa da aldırış etmezler, âleme de
ay gibi
göklerde doğar, göklere ışık saçarlar.
3975. Eğer bu söz, Calinusa iftira ise cevabım Calinusa değil
Bunu söylemiş olan kişiye. Çünkü bunu söyleyen nurlarla dolu gönüle
eş olmamıştır.
Can kuşu, kedilerden Hele durun bakalım sesini duyunca delik
arayan fareye dönmüştür.
O yüzden canı, fare gibi bu dünya deliğini vatan tutmuş, yurt
edinmiştir.
Bu delikte yapılar yapmaya girişmiş, bu deliğe lâyık bilgilere
sahip olmuştur.
3980. Ona bu delikte yarayacak onu burada yüceltecek sanatları seçti
de diğerlerini bıraktı.
Çünkü dışarı çıkmadan ümidini kesti, bedenden kurtulma yolu
kapandı.
Örümcekte Anka tabiatı olsaydı tükürüğüyle çadır kurar mıydı hiç?
Kedi pençesini kafese de atar. Pençesinin adı derttir, elemdir,
ıstıraptır.
Kedi ölümdür, pençesi de hastalık, kuşu da, kuşun kanadını da
pençeler.
3985. Kuş, bucak bucak ilâç bulmaya koşar. Ölüm kadıya benzer,
hastalık şahide.
Bu şahit, kadıdan gelen adam gibidir. Gel kadı, seni mahkemeye
istiyor der.
Ondan kaçıp kurtulmak için bir mühlet istersin. Verirse ne âlâ
vermezse Olmaz, hadi kalk diye emreder.
Mühlet istemen, mühlet alman ilâçlardır, tedavidir. Âdeta ten
hırkasını yamalarla yamarsın!
Fakat nihayet bir sabah kızgın bir hale gelir. Bu mühlet niceye
bir sürecek? Utan artık! der.
3990. Ey hasetlerle dopdolu adam, o gün gelmeden önce davran da
padişahtan özür iste!
Atını karanlıklara süren adam, gönlünü o nurdan tamamıyla ayırır.
Şahdan da kaçar, şahitten de, götürmek istediği yerden de. Çünkü o
şahit, onu kazaya, hükme davet etmektedir.
*Bu sözü bırak da o gece mescide konuk olan adamın ahvalini anlat!
Mescid
halkının bir kere daha geceleyin o mescide kalmak istemesini
kınamaları
Ahali dedi ki: Babayiğitlik satma, yürü
bu
sevdadan vazgeç de elbisen de burada rehin kalmasın, canın da!
Burada gecelemek, uzaktan kolay görünür ama bu geçit sonunda
güçleşir!
3995. Nice kişiler vardır ki kasınır, böbürlenir... fakat elem ve
ıstırap zamanında yapışacak, el atacak bir şey arar!
Savaştan önce halkın gönlüne iyi ve kötü hayal kolay görünür.
Fakat adam savaşa girdi mi iş o zaman sarpa sarar!
Madem ki aslan değilsin, ileriye ayak atma. Çünkü ecel kurttur,
canınsa koyun!
Yok
eğer Abdaldan olmuşsan, koyunun aslan haline gelmişse korkma,
emin bir halde gel ileri
ölümün sana mağlûp olur, bir şey yapamaz!
4000. Abdal kimdir? Varlığı değişmiş olan, Tanrının değiştirmesiyle
şarabı sirke kesilen!
Fakat sarhoşsan kendini aslanları bile tutarım, emrime ram ederim
sanıyor, sarhoşlukla aslan olduğunu zannediyorsan kendine gel, sakın
ileri atılma!
Tanrı, doğru yolu bulmamış kötü münafıklar hakkında Onların
savaşmaları, kendi aralarında şiddetlenir dedi.
Kendi kendilerine kaldılar mı er kesilirler. Fakat savaşta evdeki
karılara dönerler.
O gayp askerinin başbuğu Peygamber dedi ki: Ey yiğit, savaştan
önce yiğitlik olamaz!
4005. Sarhoşlar, savaş lâfına kalkıştılar mı ağızlarından köpük
saçarlar ama savaş kızışınca köpük gibi kalırlar, hiçbir işe
yaramazlar.
Bu çeşit adamın kılıcı savaş sözü olunca, uzar. Asıl savaştaysa
soğan gibi kat, kat kınlara gömülür!
Savaşı düşündüğü zaman gönlü, yaraları arar, saflara dalar,
erlikler gösterir. Savaş zamanındaysa bucak bucak kaçar?
Cefaya uğrayıp cilâlanacağı zaman kaçan, sonra da safa dileyen
kişiye şaşarım doğrusu.
Aşk dâvaya benzer, cefa çekmek de şahide. Şahidin yoksa dâvayı
kazanamazsın ki!
4010. Kadı, senden şahit isterse incinme. Yılanı öp ki hazineyi elde
edesin!
Zaten o cefa sana değildir ki ey oğu
l sendeki kötü hulyadır.
Sopayla kilime vuran, kilimi dövmez, tozlarını silker!
Kızıp atı döven, hakikatte atı dövmez, aksak yürüyüşünü döver.
Bu yürüyüşü bıraksın da iyi yürüsün, rahvanlaşsın der. Üzüm suyunu
şarap olsun diye hapis edersin ya
4015. Birisi bir yetimi dövse gören der ki: O yetimceğizi neye
dövüyorsun. Tanrıdan korkmuyor musun?
Döven de Canım, dostum, ben onu ne vakit dövdüm ki? Ben, ondaki
Şeytanı dövüyorum der.
Annen, sana geber dese bu sözüyle kötü huyunun, kötülüğünün
gebermesini ister.
Edebden, terbiyeden kaçanlar, erliğin yüz suyunu da dökerler,
erlerin yüz suyunu da!
Bunlar, kendilerini kınayanları da savaştan döndürürler
nihayet
böyle rezil ve kahpe bir halde kala kaldılar.
4020. Herzevekillerin herzelerini, manasız sözlerini saçma gururlarını
az dinle, bu çeşit adamlarla savaş safına girme.
Tanrı, bunlar hakkında Onlar size uyunca sayınızı çoğaltmazlar,
ancak aranıza nifak sokar, hile ve fesadı çoğaltırlar dedi.
Er olmayan kaypak arkadaşlara uyma, çevir onların yaprağını!
Çünkü onlar sizinle yoldaş olurlarsa gaziler de saman gibi içsiz
bir hale düşerler.
Size uymuş görünür, sizinle beraber safa girerler ama sonra
kaçarlar, safı da bozar perişan ederler.
Bu çeşit adamdansa
münafıklardan pek kalabalık kişinin size
uymadansa azlık asker daha iyi.
4025. Az, fakat adamakıllı olmuş güzel badem, acımış, kötü fakat çok
bademden iyidir elbette.
Suret bakımından acı da birdir, tatlı da
fakat hakikatte bunlar
birbirine zıtdır, ikidir.
Kâfir, o âlemin varlığından şüphe eder, dirileceğini ummaz. Bu
yüzden gönlünde korku vardır.
Yola düşüp gider ama bir konak bile bilmez. Gönlü kör olan adam,
korka korka adım atar.
Yolcu, yol bilmezse nasıl gider? Tereddütlerle, gönlü kanlarla dolu
olarak!
4030. Birisi Hay adam hay
yol, burası değil ki! dese korkusundan
hemen oracıkta duruverir.
Fakat gönlüyle hakikati duyan, yolu bilen kişinin kulağına hiç öyle
hay huylar girer mi?
Şu halde bu deve yüreklilerle yoldaş olma. Çünkü onlar, darlık ve
korku zamanında kayboluverirler.
Onlar, lâf da Bâbil sihrine maliktirler, her şeyi yapar, çatarlar
ama iş dara geldi mi kaçar, seni yapayalnız bırakıverirler!
Kendine gel ve züppelerden savaş umma. Tavus kuşlarından av avlama
hünerini bekleme!
4035. Tabiat tavus kuşuna benzer, sana vesveseler verir, saçma sapan
söylenir durur; nihayet seni yerinden yurdundan eder.
Şeytanın, Kureyş kabîlesine Ahmedle savaşa girişin, ben de yardım
eder, size yardım etmek üzere kabîlemi getiririm demesi, iki
saf
karşılaşınca da onları bırakıp kaçması
Şeytan gibi
o da asker içine girdi, yüzün biri
oldu, Ben size yardımcıyım dedi, onlara afsun okudu, onları
aldattı.
Fakat Kureyş, onun sözüne uyup hazırlanarak iki ordu karşılaşınca,
Müminlerin saflarında melek askerlerini gördü
Sizin görmediğiniz o gayp askerlerinin saf kurduklarını görünce
canı, korkudan bir ateşgede kesildi.
4040. Ayağını gerisin geriye çekmeye başladı. Ben pek kalabalık bir
ordu görüyorum.
Tanrıdan korkarım ben, o bana yardım etmez. Çekilin gidin
ben,
sizin görmediğinizi görüyorum dedi.
Hâris dedi ki: Ey Suraka, neden dün böyle söylemiyordun?
Suraka şekline girmiş olan Şeytan Şimdi savaşın başlamak üzere
olduğunu görüyorum dedi. Hâris, Sen, ancak Arapların hor hakir bir
topluluğunu görmektesin.
Bundan başka bir şey görmüyorsun ama ey aşağılık herif, o zaman lâf
zamanıydı, şimdi savaş zamanı.
4045. Dün ben dayanır, ayak direrim, size yardımda bulunurum, bu
suretle de üst gelirsiniz diyordun.
A melûn, dün ordu kumandanı kesilmiştin, şimdi namertleştin,
bayağılaştın, korkaklaştın.
Senin sözüne kandık da geldik
bu belâ tuzağına düştük dedi.
Hâris, bu sözleri söyleyince o melûn bu azardan kızdı, hiddetlendi.
Bu sözlerden gönlü dertlendi, kızgınlıkla elini, Hârisin elinden
çekti.
4050. Göğsünü döverek kaçıp gitti; o biçarelerin kanını da bu hileyle
döktü.
O, bunca âlemi yıktı, harap etti de sonra Ben sizden değilim
dedi.
Meleklerin heybetini görünce Hârisin göğsüne bir yumruk aşk edip
yere yıktı, kaçıverdi!
Nefisle Şeytan, ikisi de birdir
surette kendisini iki gösterdi.
Melekle akıl da birdir, himmeti var da onun için iki suret oldu.
4055. İçinde, aklı alan, cana da düşman, dine de düşman olan böyle bir
düşmanın var.
Bir an kertenkele gibi saldırır
derken hemencecik bir deliğe
kaçıverir.
Gönlün de nice delikler var. Her delikten baş çıkarıp durmada!
Şeytanın insanlardan gizlenmesine, bir deliğe girip saklanmasına
Hunus derler.
Onun gizlenmesi de kirpinin büzülüp gizlenmesine benzer. Kirpi
büzülür de kafasını çıkarır, tekrar gizler ya
o da öyle işte.
4060. Tanrı, Şeytana Hannâs dedi. Şeytan, kirpinin kafasına
benzer.
Kirpi, kötü avcıdan ürker de büzülür, başını gizler.
Fırsatını bulunca başını çıkarır
bu hileyle yılanı bile zebun
eder.
Nefis senin iç âleminde yolunu kesmeseydi bu yol kesiciler, sana el
atabilirler miydi?
Seni kötü şeylere sevkeden şehvetten, o gizli memur yüzünden gönül,
hırsa tamaha, âfete esir olmuştur.
4065. O gizli memur yüzünden hırsız oldun, kendini berbat ettin de
nihayet bu görünen memurlar, seni kahretmek için yol buldular.
Hadisteki şu güzel öğüdü duy; Düşmanlarınızın en kuvvetlisi,
içinizdedir!
Bu düşmanın palavrasını dinleme kaç ondan
çünkü o da inatta
İblise benzer.
Dünya sevgisi, dünya geçimine savaşma yüzünden sana o ebedî azabı
ehemmiyetsiz gösterir.
Ölümü bile ehemmiyetsiz bir hale getirirse bunda şaşılacak ne var
ki? O, sihriyle bunun gibi yüzlerce iş yapar!..
4070. Sihir, bazen sanatla samanı dağ gösterir
bazen dağı saman!
Gözbağcılıkla çirkinleri güzelleştirir, güzelleri, çirkin bir şekle
sokar.
Sihrin hali budur; afsunlar, üfürür, her an hakikatleri başka bir
şekle çevirir.
Bir an gelir, insanı eşek gösterir
bir an gelir eşeği şaşılacak
bir adam şekline bürür!
İşte senin içinde böyle bir sihirbaz gizlidir. Vesveselerde daimî
bir sihir kudreti vardır!
4075. Fakat bu sihirlerin hüküm sürdüğü âlemde öyle sihirbazlar da
var ki sihirlerin hükmünü gideriverirler.
Bu kuvvetli zehrin bittiği ovada tiryak da bitmiştir ey oğul!
Tiryak, sana Gel, beni kendine siper et
ben, sana zehirden daha
yakınım.
Onun sözü sihirdir, seni yıkar harap eder
benim sözüm de sihir ama
onun sihrini defeder der!
Konuk
öldüren mescide konuklamak isteyeni menetmeye kalkışanların
tekrar ona öğüt vermeleri
O güzel yiğit, o Peygamber Sözde sihir hassası
var dedi, doğru da söyledi.
4080. Ey kerem sahib,i kendine gel, yiğitlik taslama, mescidimizi de
töhmet altında bırakma, bizi de!
Bir düşman düşmanlığından bir söz söyler
bir alçak, yarın bize bir
ateştir salar
Onu zalimin birisi boğdu, mescidi de kurtulmak için bahane etti.
Mescidin adı çıkmış zaten. O da konuk, mescitte konukladı da öldü
derler, ben de kurtulurum dedi, diyebilir.
Ey canı pek adam, bizi töhmet altında bırakma
zaten düşmanların
hilelerinden emin değiliz.
4085. Hadi yürü, yiğitliğini bırak, bu ham sevdayı pişirmeye kalkışma.
Zuhal yıldızı arşınla ölçülemez!
Senin gibi çokları bahttan, talihten dem vurdular ama sonunda birer
birer, tutam tutam sakallarını yoldular!
Aklını başına al da bu dedikoduyu kısa kes, yürü git
kendini de
vebale sokma, bizi de!
Konuğun, onlara sırtına Sultan Mahmudun davulu konmuş ve nöbet
vurulması âdet olmuş deveyi bile defle kuşları kaçıran ekin
bekçisinin
kaçırdığını anlatarak misal getirmek suretiyle cevap vermesi
Dedi ki: Dostlar, ben bir Lâhavleyle ürküp
kaçacak şeytanlardan değilim.
Bir çocuk, ekin bekçiliği yapar ve yanındaki defi çalarak kuşları
kaçırırdı.
4090. Kuşlar, o küçücük defin sesini duyup tarladan kaçarlar, ekinler
de zararlı kuşlardan kurtulurdu.
Kerem sahibi Sultan Mahmudun yolu, o taraflara düştü, koca otağı o
civara kuruldu.
Gökteki yıldızlar kadar çok , talihleri aydın, saflar yaran,
ülkeler alan ordusuyla oraya kondu.
Bir de horoz gibi önde giden esrik bir deve vardı ki nöbet davulunu
sırtına yüklemişlerdi.
Nöbet, gidişte de onun sırtında vurulurdu, gelişe de.
4095. O deve, tarlaya giriverdi. Çocuk, ekinleri korumak için o
küçücük defi çalmaya başladı.
Bir akıllı kişi, çocuğa dedi ki: Def çalıp durma. O esrik deve,
zaten davul taşıyan deve
o sese alışmış.
A çocuk senin bu defceğizin ona vız gelir. O, bu defin yirmisi
kadar olan koskocaman nöbet davulunu taşıyor!
Ben de Lâ kılıcıyla kurban olmuş bir âşığım. Canım, belâ davulunun
nöbet vurulduğu yer!
Sizin bu tehditleriniz yok mu
bu gözlerin gördüğü şeylere karşı
ancak bir defceğizin gümbürtüsünden ibaret!
4100. Erler, ben, hayallere kapılıp bu yolda duracaklardan değilim.
Ben, İsmail Peygambere mensup olanlardanım, öldürülmeden çekinmem
yok
Hattâ İsmail gibi başından geçmiş bir adamım ben!
Gösterişlerden de geçmişim, riyadan da Söyle geliniz emri canıma
gel demiştir.
Peygamber dedi ki: İhsan edilen şeye verilecek karşılığı iyice
bilen bu dünyada ihsanda bulunur.
Verilen şeye verilecek yüzlerce karşılığı gören derhal cömertliğe
ihsana başlar.
4105. Herkes, kâr elde etmek için malını vermek üzere pazara, çarşıya
bağlanmıştır.
Dağarcıktaki altın sahibi bir kâr elde etsin de onu yoksullara
versin diye ısrarla oturmuş beklemektedir.
Satıcı, elindeki kumaşın fazla para ettiğini gördü mü ona olan aşkı
soğuyuverir.
Kumaşların fazla bir kâr getirdiğini görmez de o yüzden onlara
ısınır, onları elden çıkarmaz.
Bilgi, hüner ve sanatlarda böyledir. Bunlara sahip olanlar,
bunlardan daha şerefli, daha üstün bir şey görmezler de o yüzden
ehemmiyet verirler.
4110. İnsan için candan iyi bir şey yoksa can azizdir. Fakat candan
iyi bir şeye sahip oldu mu, canın adı hor, hakir olur gider.
Çocuğun canı, çocuk kaldıkça, büyümedikçe oyun için yapılan
bebeciktir.
Bu düşünceler bu hayallenmeler de bebeciklerdir. Sen çocuk kaldıkça
onlara ihtiyacın vardır.
Fakat çocuk, çocukluktan kurtuldu da kemale erişti mi, adam oldu mu
artık duygulardan da vazgeçer, düşüncelerden de, hayallerden de!
Mahrem yok ki açıkça söyleyeyim
sükût ettim; Tanrı hakikate uygun
olanı daha iyi bilir.
4115. Malla beden, hemencecik eriyip giden kardır. Fakat satılığa
çıkarılınca onların alıcısı Tanrıdır.
Bu kar, sana neden paradan daha iyi geliyor, bilir misin?
Şüphedesin, yakinin yok da ondan.
Behey aşağılık adam, bu sendeki zan, ne acayip zan ki yakin
bahçesinde hiç uçmuyor.
Oğul, her şüphe, yakına susamıştır. Şüphe arttıkça yakına ulaşmak
için daha ziyade çırpınır, kol kanat açar, uçmaya çalışır...
İlim mertebesine ulaştı mı kanadı ayak kesilir, gayri uçmaya
ihtiyacı kalmaz. Çünkü bilgisi yakın kokusunu almaya başlamıştır.
4120. Çünkü bu sınanmış yolda ilim yakından aşağıdır, şüphe yukarı.
Bil ki ilim, yakını arar. Yakin de apaçık görüşü
Elhâkümü suresinde Kellâ lev talemune den sonrasını oku da bunu
ara, bul, anla.
Ey bilgi sahibi, bilgi insanı görüşe götürür. Dünyadakiler yakin
sahibi olsalardı cehennemi gözleriyle görürlerdi.
Görüş, şüphe yok ki yakinden doğar; nitekim hayal de zandan
doğmaktadır.
4125. Elhâkümü suresinde bu anlatılmıştır. İlm-el Yakin olur, bak da
gör!
Bana gelince; Ben, şüpheden de yüceldim, yakinden de
kınanmadan
başım dönmüyor.
Onun helvasını yedim; gözüm aydınlandı, onu gördüm gayri. Şu halde
evime gidiyorum demektir, elbette ayağımı küstahça basarım
ayağım
titremez, körcesine gitmem ki!
Tanrı, güle bir söyledi de gülü güldürdü ya
gönlüme de onu söyledi
de gülden yüz kat fazla güldürdü.
4130. Selviye bir şey yaptı. Boyunu dümdüz etti
nerkisle ağustos gülü
de ondan feyz aldı, güzelleşti
Bir tecellisiyle kamışı, canı da tatlı, gönlü de tatlı bir hale
getirdi
Toprağa mensup insan, onun lûtfuyla Çigil güzeli oldu.
Kaşı o dertçe fitneci, işveci bir hale getirdi; yüzü gül ve nar
gibi kıpkırmızı bir renge boyadı
Dile yüzlerce sihirbazlık öğretti; madene Caferi altın hassasını
ihsan etti.
Silâh deposunun kapısını açınca güzellerin bakışları âşıkları
koklamaya başladı
4135. Bu tecelli ile, bu feyz ile benim gönlüme de ok attı, beni de
sevdalara saldı
Beni şükre de âşık etti, şekere de!
Öyle bir sevgiliye âşıkım ki her alım, onun alımıdır. Akıl da onun
bir kuluna kuludur, can da!
Ben kuru lâf etmem; bir söz söylesem bile su gibi söylerim de ateşi
söndürmede hiçbir ıstırabım olmaz.
Ben nasıl bir şey çalabilirim? Hazinedar o
nasıl kuvvetlenmem
arkam o
Kimin arkası güneşten kızar, ısınırsa yüzü pek olur, kuvvetlenir
artık ona ne korku vardır, ne utanma!
4140. Yüzü, hiçbir şeye aldırış etmeyen güneş gibi düşmanı yakar,
perdeleri yırtar.
Her peygamberin dünyada yüzü pektir, bir tek binici olduğu halde
padişahların ordularına saldırır, onları ezer, bozar!
Bir şeyden korkmaz, gamlanmaz; bu yüzden de hiçbir şeyden yüz
çevirmez
tek başına bütün dünyayı mağlûp eder.
Taşın yüzü pektir, gözü tok
dünya dolusu kerpiç olsa korkmaz.
Çünkü kerpiç, kerpiççi tarafından o hale konmuştur, taşıysa Tanrı
yapmıştır, ondan dolayı serttir, katıdır!
4145. Koyunlar, sayıya sığmayacak kadar çok olsa kasap, onların
çokluğundan korkar mı hiç?
Hepiniz de çobansınız
peygamber de çobandır. Halka gelince sürüye
benzer
peygamber, onların çobanıdır, onları sürer durur.
Çoban koyunlarla savaşa girişmekten korkmaz
bilâkis onları
soğuktan, sıcaktan korur.
Kızar, kahreder de koyunlara bağırırsa bu bağırışı sevgisindendir,
hepsini de sever de ondan bağırır!
Her an yeni bir talih kulağıma söyleyip duruyor: Seni gamlandırsam
bile gamlanma!
4150. Ben, seni kötü gözlerden gizlemek için gamlandırırım.
Kötü gözler, yüzünden ırak olsun diye kederlendirir, ahlâkını acı
bir hale getiririm.
Sen, benim avcım değil misin, beni aramıyor musun? Benim kulum,
emrime tabi değil misin?
Bana kavuşmak için tedbirler kurmadasın
benim ayrılığımla
herkesten ayrılmış, beni arayıp durmaktasın, kimsesiz bir hale
gelmişsin!
Dertlere düşmüş, izimi bulmak için çarelere başvurmuşsun
dün senin
yanık yanık ah ettiğini duydum.
4155. Seni bekletmeksizin de kendime kavuşturmaya, sana yol gösterip
kendime almaya kaadirim ben
Bu suretle bu devranın girdabından kurtulur, vuslat hazineme ayak
basarsın.
Fakat varılan yerin tatlılığı, lezzetleri, seferde çekilen
zahmetlerle ölçülür.
Ne kadar gurbet çeker, mihnetler, zahmetlere uğrarsan, şehrinden,
akrabandan o derece lezzet alır, zevk bulursun!
Müminin bir belâya uğrayınca sabırsızlık edip kaçması, nohudun ve
sair yiyecek şeylerin tencerede kaynarken sıçrayıp dışarı çıkmaya
çalışmalarına benzer
Bir bak
nohut tencerede ateşten zebun oldu mu
yukarıya doğru sıçramaya başlar.
4160. Tencere kaynamaya başlayınca nohut, tencerenin üstüne fırlamaya,
yüzlerce coşkunluk göstermeye koyulur.
Neden beni ateşe attın, kaynatıyorsun
. madem ki satın aldın,
neye bu hallere uğratıyorsun der.
Nohut pişiren kadın da nohuda kepçeyle vurup der ki. Yok
güzelce kayna, tencereden çıkmaya kalkışma.
Seni sevmediğimden senden hoşlanmadığımdan kaynatmıyorum seni ki
bir zevkle, bir çeşniye sahip ol da.
Gıda haline gel, yen, cana karış diye kaynatıyorum. Bu imtihan,
seni horlamak için değil!
4165. Bostanda sular içtin, yeşerdin, terü taze bir hale geldin ya
İşte o su içiş, bu ateşe düşmen içindi.
Tanrının rahmeti, kahrından ileridir, kahrından fazladır ve
ezelîdir. Bu yüzden de bir kimseyi belâlara uğratması, rahmetindendir.
Varlık sermayesi elde edilsin diye rahmeti, kahrından ileridir,
üstündür.
Etle deri lezzetsiz meydana gelmez. Fakat onlar meydana gelmedikçe
sevgilinin aşkı, onları nasıl eritebilir?
İşte bu takdir neticesi olarak sen de kahırlara uğrarsan eseflenme
bu kahırlar yüzünden elindeki sermayeyi sevgiliye bağışlarsın.
4170. Sonra bunun özrü olarak tekrar lûtuf eder, yıkanıp arındın,
dereden atladın, artık o mihnetler geçti der.
Der ki: Ey nohut , baharın otladın, yeştin
şimdi zahmet ve eziyet,
sana konuk oldu, hoş tut da
Konuk, şükürler ederek minnetler duyarak geri dönsün, padişaha
gidip senin ikramını, ihsanını anlatsın.
İkram ettiğin şeylere karşılık olarak da sana o nimetleri veren
gelsin
bütün nimetler sana haset etsinler!
Ben Halilim, sen de bıçağım önündeki oğlum
başını koy, rüyada
seni kestiğimi gördüm!
4175. Gönlünü bozma, başını kahır önüne koy da İsmail gibi boğazını
keseyim,
Başını kopartayım. Fakat bu baş, zâhiri kesilmekten, koparılmaktan
münezzeh olan baştır.
Ancak ezelî maksat, senin teslim olmandır. Ey müslüman teslim
olmayı araman, dinlemen gerek!
Ey nohut, belâlara düş, kayna, piş de ne varlığın kalsın, ne sen
kal!
O bostanda güldüyse can ve göz bostanının gülü olduğundan güldün.
4190. Su ve toprak bahçesinden ayrıldıysan lokma oldun, dirilerin
vücuduna girdin.
Gıda ol, kuvvet ol, düşünce ol
evvelce süttün, şimdi ormanlarda
aslan kesil!
Vallahi sen, önce onun sıfatlarından ayrıldın da geldin.. tekrar
çevikçe acele et, yine onun sıfatların ulaş!
Buluttan, güneşten, gökten geldin
yine Tanrı sıfatları haline
döndün mü göklere gidersin.
Yağmur ve ışık suretinde geldin, Tanrının tertemiz sıfatları
suretine bürünüp gidiyorsun.
4185. Güneşin, bulutun, yıldızın cüzüydün
nefis, iş, söz ve
düşünceler oldun.
Nebatın ölümü, hayvanın varlığı oldu; bu suretle de Ey
güvendiğim, inandığım kişiler, beni öldürün sözü doğru çıktı.
Madem ki ölümden sonra bize böyle bir hayat var, Şüphe
yok ki ölümümde hayat vardır sözü doğru.
İş, söz ve doğruluk, meleğin gıdasıdır. Melek, bunlarla göğe ağar.
Nitekim o yemek de insana gıda olunca cemadat halinden yücelir, o
canlı bir hale gelir.
4190. Bunu, adamakıllı, etraflıca anlattık
başka bir yerde gelecek.
Kervan, daima göklerden gelmekte, alışverişte bulunup yine göklere
gitmekte.
Şu halde hırsız gibi acılıkla zorla değil de istekle tatlı tatlı,
güzel güzel git!
Seni acılıklardan yıkayıp arıtmak için acı söylüyorum.
Donmuş, soğuk çalmış üzümü donukluğu gitsin diye soğuk suya
atarlar.
4195. Seni de acılıklarla gönlün kanlara bulanırsa içindeki bütün
acılıklar gider.
Hayır
ve belânın sırrını bilen mümin sabreder
Av köpeği olmayan köpeğin boynunda tasma yoktur. Ham
ve kaynamamış şey, mutlaka lezzetsizdir.
Nohut, bu sözleri duyunca Mademki iş böyledir hanımcığım, güzel
güzel kaynarım, sen de bana yardım et ama.
Sen, bu kaynatmada beni yapıp yoğuran bir mimara benziyorsun. Vur
bana kepçeyle
ne de güzel vuruyorsun.
Ben fil gibiyim, vur başıma, yarala beni
vur, yarala da
Hindistanı, Hindistan bahçelerini görmeyeyim.
4200. Bu suretle de kendimi kaynamaya, vereyim de onun kucağına
ulaşayım, ona kavuşmaya bir yol bulayım!
AÇIKLAMALAR (
Beyitler 3501 - 4200 )
B. 3502. H. Muhammed,
"Biriniz yaratılacağı vakit anasının karnında kırk gün içinde
pıhtılaşmış kan haline gelir, sonra yine kırk gün içinde bir et
parçası olur, sonra Tanrı bir melek yollar ve melek vasıtasıyla ona
ruh üfürür, canlandırır" demiştir.
B. 3562. Bilâl. Aslen
Habeşli olan bu zat Medi-neye gelmiş. II. Muhammıd'c inanmış, sesi çok
güzel olduğu için müezzin olmuştur. Hicrî 20 de (640-Gil) Şam'da vefat
etmiştir.
B. 3562. Göğün altındaki
analar, dürt unsurdur.
B. 3572-3573. Tıp bilgisine
sahip oldukları anlaşılıyor.
B. 3576. İnsanın, hayatta
havailik devresini geçirdikten sonra inanış, görüş, anlayış., tek
sözle fikir bakımından bir olgunluğa erişmesini ve inanmayan kişinin
inanmasını İsa Peygamber, "ikinci defa doğuş" sözüyle anlatmakta ve
"ikinci defa doğmayan meleklik âlemine giremez" demektedir. Bütün
İncillerde rastlanan bu fikri, aşağı yukarı Müslümanlıkta ve bilhassa
Müslüman sofilerinde de buluyoruz. Sofiler, H. Muhammed'in "ölmeden
önce ölün, hesabınız görülmeden hesabınızı görün" dediğini rivayet
ederler ki, bu ihtirastan ve maddî hayattan ölmek, ferdiyeti terk
etmek ve mânevi hayatta dirilmek demektir. Bu fikir Budha'dan itibaren
bütün düşüncelere hâkim olmuştur, diyebiliriz.
B. 3576. İllet-i Ula, ilk
sebep, bütün sebeplerin sebebi demektir. Hukema denilen İslâm
filozoflarına göre "Akl-ı Kül" dür. Akl-ı Kül, fâil-i muhtar değildir,
yani dilediğini yapamaz ve idraki yoktur. "Mucib bizzat" tır, yani
yaratıcı kudretin zatının iktizası olan bu faal tecelli, zarurî olarak
Nefs-i küllü meydana getirir ve bu faallikle, münfeillikten bütün âlem
meydana gelir. Cüz'i illet, her şeyin varlığına sebep olan şeydir ki
doğrudan doğruya "İllet-i Ula" nın tecellisinden başka bir şey
değildir.
B. 3657. Nefiy bir şeyin
varlığının olmadığını, yok olduğunu kati olarak göstermek, ispat da
bir şeyin varlığını katî olarak söylemektir. Müslümanlığın esası olan
Tanrı birliğini bildiren "La ilahe illallah" - Tanrı'dan başka yoktur
tapacak" cümlesinde Tanrı'dan başka vehmedilen ve aslı olmayan bütün
yalancı mabutlar nefyedilmekte, tek ve hakiki Tanrı, ispat
olunmaktadır. Bu cümledeki "La" nefyi, "İllâ" ispatı gösteren
kelimelerdir.
B. 3664. Kur'anın ikinci
suresi olan Bakara suresinin 146 inci âyetinde "kendilerine Tevrat ve
İncil'i verdiğimiz Yahudiler, Hıristiyanlar, H. Muhammed'i oğullarını
tanır gibi tanırlar ve onun hak Peygamber olduğunu bilirler. Fakat
onların bir kısmı bildikleri halde hakkı gizlerler" denilmektedir.
B. 3669. Kur'anın 19 uncu
suresi olan Meryem suresinde Kur'anda Meryemi an, o vakit yıkanmak
için yakınlarından ayrıldıydı da Beyti Makdis'in doğu tarafına
gitmişti denilmektedir.
B. 3745. Kur'anın 67 inci
suresi olan Mülk suresinin 15 inci âyetinde "Tanrı, öyle bir Tanrı'dır
ki yeryüzünü size rametti. Etrafını gezin, dolaşın, yetiştirdiği
rızıklardan yiyin. Dönüp gideceğiniz, yine Tanrıdır" denmektedir.
B. 3832. Ebu Hanife, Kûfe'li
bir Müslüman âlimdir. Kurduğu mezhebe "Hanefilik", bu mezhebe uyanlara
"Hanefî" denir. Asıl adı Numan olan Ebu Hanife, Sünni Alimleri içinde
pek şöhret kazanmış ve "İmam-ı Âzam" diye anılagelmiştir, 150 Hicrîde
(767) Bağdat ta ölmüştür, Şafiî denilen İdris oğlu Muhammed de Sünnî
imamlarından olup dört meşhur sünni mezhebinden Şafiîliğin
kurucusudur. Hicrî 204 (819-820) de ölmüştür.
B. 3839. Bu beyit meşhur Ebu-al
Gîyâs Mugiys-al dir. Husayn-ibn-al Mansur-al Hallâc'ın "Ey inandığım,
güvendiğim kişiler, beni öldürün.. Şüphe yok diriliğim ölümümdedir"
mealindeki beytinden alınmıştır (Le Dîvân d'Al-Hallaj, Louis Massignon,
Paris 1931, S. 33-34), C. I, S. 177, B. 1807-1809 a da bakınız.
B. 3842. Bundan önceki üç
beyit Arapçadır.
B. 3849. Ziyadat, Hanefî
mezhebinin füruuna, yani inanış kısmına değil de ibadet ve muamelât
esaslarına ait bir kitaptır. 189 Hicride (805-806) ölen Muhammed ibn-al
Hasan-al Şeybani'nin eseridir. Silsile, Ebu Muhammed - Abdullah-al
Cüveynî'nin Şafiî füruuna ait bir eseridir. Bu zat 438 H. de
(1046-1047) ölmüştür.
B. 3850. Bir adam, oğlu ile
beraber ve bir anda ölse, bunların da birer oğullan kalsa her iki
oğul, kendi babalarının miraslarını alırlar; Baba evvel öldü, yahut
oğul evvel öldü ise devir lâzım gelir. Yani sonra ölen evvel ölenin
mirasını alır, onun mirasçısı da onun mirasına konar. Fıkıh, yani
İslâm hukukunda buna "devir" denir.
B. 3852. Hul bir şey
karşılığı olarak karıyı boşamaya derler. Mübârat, karıyla kocanın sulh
yoluyla birbirlerinden ayrılmalarına denir.
B. 3880. Eski nücum
bilgisine göre ikinci kat gökte olan ve çok hızlı döndüğü için "Trio-ok"
adı da verilen Utarid zekâ, akıl anlayış silâhı sayılırdı.
Edebiyatımızda akıl ve zekâ ile Utarid, hemen daima beraber anılırdı.
C. II, S. 148, B. 1598 e de bakınız.
B. 3901-3906. Sofilere göre
yaratıcı kudret, önce Akl-ı Kül, Nefs-i Kül olarak tecelli eder.
Bunlardan gökler var olmuştur. Göklerin hareketi, unsurları meydana
getirmiş, dokuz felekle dört unsur, yani yel, ateş, su ve toprak
birleşince, "Mevalîd-i Selâse - Üç çocuk" cemat, nebat ve hayvan
meydana gelmiştir. İnsan, hayvanların, yani canlıların en
mütekâmilidir. İşte mutlak varlık olan Tanrının, insan mazharına kadar
tenezzülüne "devir" derler. Bunu iyice anlatmak için bir de aşağıdan
yukarıya doğru çıkalım. İnsan, ana ve baba menisinden meydana gelir.
Ananın ve babanın menisi, yedikleri şeylerden, hayvan, nebat ve
cemattan vücut bulur. Hayvan, nebat ve cemat, unsurlar âleminden,
diğer bir tâbirle madde âleminden var olmuştur. Madde, kuvvetin
mütekâsif bir şekilde zuhurudur. Kuvvet mutlaka Varlığın, Tanrı'nın
zatî iktizası olan bilgisinden, diğer bir tâbirle zuhura olan
meylinden meydana gelmiştir. Bütün varlık, tek ve Mutlak Varlık olan
Tanrı'nın bilgisinde taayyün eden "ilmî suretler" in zuhuru olmak
bakımından vardır, kendi varlıkları bakımından mevcudat, yok demektir.
Devri "Tenasüh" la karıştırmamak lâzımdır. Tenasüh bilhassa ölümden
sonra insanın tekrar hayvan, veyahut, nebat, yahut da cemat âlemine
dönüşüdür. Halbuki devirde bu yoktur. Bu âlemden göçen ruh, kuvvet
âleminde dünyadaki yaptığı işlerin temessülünden meydana gelen bir
zevk veya elem muhiti içinde kalır. Eğer tekemmül etmişse tamamıyla
kuvvet âlemine geçer ki bu âlem "Melekût-Meleklik" âlemidir. Bundan da
ileri geçebilecek bir kabiliyet kazanmışsa Tanrı'nın zatî iktizası
olan ilim sıfatına bürünür ve her kâmilden görünür ki Hak ile Hak oluş
da budur.
B. 3904. Kuranın 28 inci
suresi olan Kasas suresinin 88 inci âyetinde "Tanrıya başka bir tanrı
şerik koşup çağırma" Ondan başka bir Tanrı yoktur. Her şey yok olur,
ancak onun yüzü, yani hakikati kalır. Hüküm onundur, ve her şey ona
döner" denmektedir.
B. 3935. Âdem'in vücudunu
yaratınca ona ruhumdan ruh üfürdüm, siz de ona secde edin" (Sure 15,
Hicr, âyet 29).
B. 3943. H. Muhammet "Din
nasihatten ibarettir. Tanrı için, kitabı için, Peygamberi için,
Müslümanların başında bulunan adamlar için ve bütün halk için nasihat"
dediği gibi, "Söz budur, bundan ötesi yok: Din nasihatlerden
ibarettir" demiştir. (Feyz - al Kadir II, 327-368).
B. 3999-4000. Abdal'ı tarif
etmekte ve bu kelimenin bedel kelimesinin cem'i olduğunu izah
etmektedir. C. I, S. 26, B. 264 e bakınız.
B. 4002. "İnanmayanlar,
sizinle toplu bir halde savaşamazlar. Ancak müstahkem bir hale
getirilmiş köylere sığınarak, yahut duvarların ardında durarak
savaşabilirler. Kendi aralarında çok yiğiti görünürler. Sen onları
toplu sanırsın ama .kalbleri tamamıyla ayrıdır. Her biri bir havadadır
onların. Bu da akılsız bir kavim olduklarındandır." (Sure 59, Haşr,
âyet 14).
B. 4004. H. Muhammed'in
"Savaşlardan önce yiğitlik olamaz" dediği rivayet edilmiştir.
B. 4021. Kur'anın dokuzuncu
suresi olan Tevbe suresinin 47 inci âyetinde münafıklar anlatılırken
"Sizinle beraber savaşa gitselerdi de kuvvetiniz çoğalmazdı ki.
Çoğalan şey ancak aranızda hile ve hıyanet olurdu" denmektedir.
B. 4037. Kur'anın 8 inci
suresi olan Enfal'in 48 inci âyetinde "Şeytan onların yaptıklarım
kendilerine güzel gösterdi de bugün size kimse galip gelemez, ben de
size yardımcıyım dedi. Fakat iki ordu karşılaşınca yüz geri dönüp dedi
ki: Ben sizden uzağım, sizin görmediğiniz şeyi görüyorum, Tanrı'dan
korkarım ben, Tanrı'nın azabı çok şiddetlidir" denmektedir.
B. 4039. Dokuzuncıı surenin
(Tevbe) 40 inci âyetinde Tanrı'nın müminleri, gözlerin görmediği melek
orduları ile kuvvetlendiği bildirilir.
B. 4042. Haris, Kureyş
ulularındandır, Süraka da Kenane kabilesinin ulusudur.
B. 4060. Tanrı, Şeytan'a
hannas yani kirpi gibi başını sokup sinerek gizlenen demiştir. (Sure
115, âyet 5). H. Muhammed de "Şeytan ağzını insanın kalbine kor. İnsan
Tanrı'yı andı mı, gizlenir, siner; unuttu mu kalbini yutar" der. (Feyz-al
Kadîr II, 354).
B. 4066. Bu mealde bir hadis
rivayet edilmiştir.
B. 4079. Böyle bir hadis de
rivayet edilmektedir.
B. 4098-4099. Eskiden
padişah padişahlığını bildirmek için muayyen vakitlerde davullar
döğülür ve merasim yapılırdı. Buna nöbet urmak ve nöbet denirdi.
B. 4098. S. 298, B. 3657 ye
bakınız.
B. 4101. Bu beyitte
"İsmail'e mensup olanlar" dan maksat cana ve başa kalmayan,
varlıklarını fedadan çekinmeyen âşıklardır. Ankaravî, bu beyti yanlış
anlamıştır. Fedaileriyle dünyayı kana boyayan İsmaili'leri,
Mevlâna'nın hem de böyle överek anmasına imkân yoktur (S. 681).
B. 4103. Verginin yerine
karşılık geleceğini bilen malını telef etmekten çekinmez, mealinde bir
hadis rivayet edilmiştir.
B. 4116-4121. C. I, S. 347,
B. 3493 e bakınız.
B. 4122-4125. 102 inci
surede "Yakinen bilseydiniz cehennemi gözünüzle görürdünüz" deniyor
(âyet 5-6).
B. 4146. Feyz-al Kadîr,
V, 38.
B. 4180-4190. Yint
"Devir" den bahsetmektedir. |