Rahman ve Rahim Tanrı adiyle
Bu faydası en ulu olan en güzel konağa dördüncü göçtür.Bahçeler nasıl
gök gürleyince sevinir,gözler nasıl uykuyla uzlaşırsa bunu görünce de
arifleringönülleri öyle neşelenir.Rubların huzuru,bedenlerin şifası bu
dördüncü göçtedir.Bu göç,tam ihlas sahiplerinin sevip
istedikleri,yolcuların dileyip arzuladıkları gibidir.Gözlere
nurdur,ruhlara neşe.Devşirenlere yemişlerin en güzeli,en
iyisi
Dileklerin,isteklerin en hoşu,en ulusudur.Hastayı doktoruna
çeker götürür.Aşıkı sevgilisine alır ulaştırır.Hamdolsun Tanrıya,bu
dördüncü göç ihsanların en büyüğüdür;dilenen şeylerin en
nefisidir.Ülfet zamanını yeniler,mihnet çekenlerin güçlüğünü
kolaylaştırır.Haktan uzak kalan,buna bakar okursa açıklanmasını
arttırır.Kutluluğa eren kişinin de sevincini,şükrünü çoğaltır.Hanende
kadınlar kendilerini bezerler ya..işte bunu okuyan kişinin gönlünde de
o hanendelerin göğüslerine asıp taktıkları inci,elmas ve
mücevherlerden meydana gelen sevinçten ziyade bir sevinç ve neşe hasıl
olur.Bu,ilim ve amel ehline mükafattır !Bu dördüncü göç doğmuş bir
dolunaya benzer..Gitmişken geri gelen devlet gibidir.Umanların ümit
üstüne ümitlerini arttırır durur.
Ey Hak Ziyası Hüsameddin, sen öyle bir ersin ki Mesnevi, senin nurunla
ayı bile geçti, aydan bile parlak bir hale geldi.
Ey lütfu, keremi ile umulan, yüce himmetin bu Mesneviyi nereye
çekmekte? Tanrı bilir.
Bu Mesnevinin boynunu bağlamış, bildiğin yere doğru çekmektesin.
Mesnevi, koşup gitmekte... çeken gizli. Fakat görecek gözü olmayan
gafilden gizli.
5. Mesnevinin yazılmasına önce sen sebep olmuşsun... artar, uzarsa
arttıran, uzatan yine sensin.
Madem ki sen böyle istiyorsun. Tanrı da böyle istiyor... Tanrı, takva
sahiplerinin dileğini ihsan eder.
Evvelce sen, varlığını Tanrıya verdin... karşılık olarak Tanrı da
varlığını sana verdi.
Mesnevi, sana binlerce şükretmede... ellerini kaldırıp dualar
eylemede...
Tanrı, Mesnevinin diliyle, eliyle sana şükrettiğini gördü de
ihsanlarda bulundu, lütuflar etti, keremini çoğalttı.
10. Çünkü Tanrı, şükredenin nimetini çoğaltmayı vadetmiştir.Nitekim
secdenin karşılığı, Tanrıya yakın olmaktır.
Tanrımız Secde et de yaklaş dedi... bedenlerimizin secde etmesi,
canlarımızın Tanrıya yaklaşmasına sebeptir.
Mesnevi, ziyadeleşiyorsa, uzuyorsa bu yüzden ziyadeleşiyor, bu yüzden
uzuyor... fazla ve büyük görünmek için değil!
Üzüm çubuğu, yazdan nasıl hoşlanırsa, onunla nasıl bağdaşmışsa biz de
seninle öyle bağdaşmışız, senden öyle hoşlanmaktayız... istiyorsan
emret, çek de çekip götürelim!
Ey sabır, varlığın anahtarıdır sırrının emîri, bu kervanı güzel güzel
ta hacca kadar çek, götür!
15. Hac, Tanrı evini ziyarettir, ev sahibini ziyaretse erliktir.
Hüsameddin, sen bir güneşsin, onun için sana ziya dedim... bu iki söz,
Hüsam ve Ziya, senin vasıflarındır.
Bu Hüsam ve Ziya birdir... şüphe yok ki güneşin kılıcı ziyadandır.
Nur, ayındır, bu ziya da güneşin... Kuranı oku da bak!
Babacığım, Kuran güneşe ziya dedi, aya da nur... hele bak da gör!
20. Güneş, aydan daha üstündür ya... Şu halde Ziyayı da mertebe
bakımından nurdan üstün bil!
Hiç kimse gidilecek yolu ay ışığıyla görmedi de güneş doğunca yol
meydana çıktı, göründü.
Güneş, alınacak, satılacak şeyleri güzelce gösterdi de bu yüzden
pazarlar gündüzleri kuruldu.
Kalp akçeyle sağlam akçe iyice ayırdedilsin, kimse hileye kapılmasın,
aldanmasın diye.
Güneşin nuru yeryüzüne adamakıllı vurdu, alışveriş edenler için
âlemlere rahmet kesildi.
25. Fakat bu, kalpazanların istemedikleri bir şeydir. Onlara pek ağır
gelir bu iş... çünkü güneşin nuru, onların işine kesat verir, kalp
akçeleri görünür, fark edilir de geçmez olur?
Kalp akçe, sarrafın can düşmanıdır... yoksula köpekten başkası düşman
olur mu?
Peygamberler, düşmanlarla savaşırlar... melekler de Yarabbi, sen
koru! diye dua ederler.
Tanrının pek nurlu olan bu kandili hırsızların üflemesinden, onların
nefesinden uzak tut!
Hırsız ve kalpazan, nura düşmandır vesselâm...ey feryada yetişen
Tanrı, sen feryadımıza yetiş!
30. Hüsameddin, bu dördüncü deftere nurlar saç! Çünkü güneş de
dördüncü kat gökten doğar, âlemi nurlara gark eder.
Sen de bu dördüncü defterle âlemlere güneş gibi nurlar saç da
şehirlerle ülkelere parlarsın, her tarafı nura gark etsin!
Bu kitap, masal diyene masaldır... fakat bu kitapta halini gören, bu
kitapla kendini anlayan kişi de erdir!
Mesnevi, Nil ırmağının suyudur... Kıptiye kan görünür ama Musa kavmine
kan değildir, sudur!
Bu sözün düşmanı, şimdi gözüme şöyle görünmede... Cehenneme baş aşağı
düşmüş!
35. Ey Hak Ziyası, sen onun halini gördün... Hak, sana, onun işlerine
karşılık verdiği cevabı gösterdi!
Gayb âlemini gören gözün, gayb âlemi gibi üstattır. Bu görüş, bu
ihsan, şu âlemden eksik olmasın!
Bizim halimiz olan şu hikâyeyi burada tamamlarsan yakışır.
Adam olmayanları, adam olanların hatırı için bırak; hikâyeyi bitir,
hikâyeye son ver!
Hikâye üçüncü cilt de tamamlanmadıysa işte dördüncü cilt... onu,
burada düzene koy, tamamla!
Âşıkın, bekçiden kaçıp bilmediği bir bağa girmesi sevgilisini orada
bulması ve neşesinden bekçiye hayır duada bulunması,öyle şeyler
oluverir ki siz,onlardan hoşlanmazsınız,halbuki o,sizin için
hayırlıdır âyetini okuması
40. O adamın, bekçiden korkup bağa at sürdüğünü anlatıyorduk.
O adamın âşık olup bu dertle tam sekiz yıl yanıp yakıldığı güzel de
meğerse o bağdaymış!
Âşık o sevgilinin gölgesini bile görmeye imkân bulamıyordu. Ancak
Zümrüdüankayı duyar gibi onun da vasfını işitmekteydi.
Kazara nasılsa onu, bir kerecik görmüştü, o ilk görüşte ona vurulmuş,
ona gönül vermiş gitmişti.
Ondan sonra ne kadar çalıştı çabaladıysa o sert huylu dilber, bir
türlü mecâl vermemiş, bir türlü kendisini göstermemişti.
45. Ne yalvarmanın bir çaresi olmuştu, ne mal, mülk vermenin... o
fidan sevgilinin gözü toktu, tamahı yoktu!
Tanrı, her hüner ve sanata, her dilenen ve istenen şeye âşık olan
kişinin dudağını, ilk önce o şeye dokundurur, ona lezzeti tattırır...
Ondan sonra âşıklar, o lezzetle, dileklerini aramaya koyuldular mı her
gün önlerine bir tuzak çıkarır, ayaklarına bir bağ vurur!
Aramayıp taramaya giriştiler mi hele nikâh parasını getir bakalım
diye kapıyı kapar.
Âşıklar da, o ümitle döner dolaşır, koşarlar... Her an ricaya
düşerler, her an ümitsizliğe kapılırlar.
50. Herkesin, bir şey elde edeceğim diye bir ümidi vardır... nihayet
bir gün olur, ona bir kapı da açarlar.
Açarlar ama hemencecik yine o kapıyı örterler. O kapıya tapan, oraya
ümit bağlayan kişi de ümitlenir, o ümitle ateş kesilir, işe girişir!
O genç de hoş bir halde o bağa girince ansızın ayağı defineye
batıverdi!
Tanrı bekçiyi sebep etti... bekçi korkusundan geceleyin koşa koşa bağa
girdi, sığındı da,
Bağdan geçen ırmağa yüzüğünü düşürmüş olan sevgilisinin elinde bir
fener, yüzüğünü aramakta olduğunu gördü.
55. O anda neşesinden Tanrıya şükürler ederek bekçiye hayır dualarda
bulunmaya başladı:
Bekçiden huylanıp kaçtım, ziyanlara girdim, ama yarabbi, sen onun
yirmi misli altın ve gümüşü onun başına saç!
Onu, kötü kişilerin şerrinden kurtar... ben nasıl neşelendiysem onu da
sen neşelendir!
Onu bu âlemde de mesut et, o âlemde de... Onu kötülükten, köpeklikten
kurtar!
Tanrım, gerçi o kötü kişinin huyu daima halkın belasını istemektir. (
ama yine sen onu koru).
60. Kötü kişi, padişah, Müslümanları suçlu buldu diye bir haber duydu
mu semirir, neşelenir...
Yok... eğer padişah, merhamet etti, o cezayı cömertliğiyle
Müslümanlardan bağışladı diye bir söz duysa,
Bu söz yüzünden canı sıkılır, yaslara düşer... kötü kişide daha buna
benzer yüzlerce yomsuzluklar vardır.
Fakat o âşık, kötü bekçiye hayır dualar edip duruyordu. Çünkü rahata
onun yüzünden kavuşmuştu.
Bekçi herkese zehirdi, fakat ona panzehir!Bekçi, onun sevgilisine
kavuşmasına sebep olmuştu.
65. Görüyorsun ya, dünyada mutlak olarak kötü bir şey yoktur. Kötü,
buna nispetle kötüdür. Sonra şunu da bil ki,
Âlemde hiçbir zehir, yahut şeker yoktur ki birine ayak, öbürüne
ayakkabı olmasın!
Evet... birine ayak olur, öbürüne bukağı. Birisine zehirdir, öbürüne
şeker gibi tatlı!
Yılanın zehiri, yılana hayattır, insanaysa ölüm!
Deniz mahlûklarına deniz, bağ, bahçe gibidir...fakat karada
yaşayanlara ölümdür, dağdır!
70. Ey iş eri, bu nispeti birden tuttur da böylece bine kadar saya
dur!
Zeyd, birisine göre şeytandır, öbürüneyse sultan!
O, zeyd pek yüce bir kişidir der... bu zeyd gebertilecek bir kâfirdir
der!
Zeyd, bir adamdır ama ona öyledir, bunaysa baştanbaşa zahmettir,
ziyandır!
Eğer onun, sana göre de şeker hâline gelmesini istiyorsan var, onu
aşıklarının gözüyle gör!
75. O güzele kendi gözünle bakma... isteneni isteyenlerin gözüyle gör!
Kendi gözünü yum..gözünün yerine, ona aşık olanlardan ariyet bir göz
edin...
Hattâ âriyet olarak ondan bir göz, bir görüş, al da onun yüzüne, onun
gözüyle bak!
Bak da bıkmadan, usanmadan emin ol. İşte ululuk ıssı peygamber, bunun
için Kim kendini Tanrıya verirse Tanrı, kendisini ona verir dedi...
Onun gözü de ben olurum, eli de, gönlü de... bu suretle devleti,
bahtsızlıktan kurtulur buyurdu.
80. Ne olursa olsun, kötü ve istenmeyen bir şey bile olsa değil mi ki
sana kılavuzluk etti,sevgiline ulaştırdı, sevimlidir, dosttur!
Vâza başladı mı zâlimlere,taş yüreklilere ve itikatsızlara dua eden
vaiz
Bir vaiz vardı... mimbere çıktı mı yol kesenlere duaya başlar,
Ellerini kaldırıp Yarabbi, kötülere, fesatçılara, isyancılara
merhamet et!
Hayır sahipleriyle alay edenlerin hepsine, bütün kâfir gönüllülere,
kiliselerde bulunanlara merhamette bulun derdi.
Temiz kişilere hiç dua etmez, kötülerden başkasına duada bulunmazdı.
85. Ona Hiç böyle bir âdet görmedik... sapıklara dua etmek mürüvvet
değildir dediler.
Dedi ki: Ben onlardan iyilik gördüm... bu yüzden onlara dua etmeyi
âdet edindim.
O kadar kötülükte bulundular, o derece zulüm ve cevir ettiler ki
nihayet beni şerden kurtardılar, hayra ulaştırdılar.
Ne vakit dünyaya yöneldimse onlardan eziyetler gördüm, meşakkatler
çektim, dayaklar yedim.
Bu yüzden de iyilik tarafına kaçardım... beni o kurtlar yola
getirirlerdi.
90. Benim iyiliğime sebep oldular... ey aklı başında adam, bu yüzden
onlara dua etmek, boynumun borcudur benim!
Kul dertten, elemden Tanrıya sızlanır, uğradığı zahmetten yüzlerce
şikayette bulunur.
Tanrı da der ki: Gördün ya, nihayet dert ve zahmet, seni, bana
yalvarır bir hale getirdi, seni doğrulttu,
Sen, seni yolundan alıkoyandan, bizim kapımızdan uzaklaştırıp kovandan
şikayette bulun!
Hakikatte her düşman senin ilâcındır... sana kimyadır, seni
faydalandırır, gönlünü alır senin!
95. Çünkü ondan kaçar, halvet bucaklarına sığınır, Tanrı lutfundan
yardım dilersin.
Dostlarınsa hakikatte düşmanlarındır; onlar seni Tanrı tapısından
uzaklaştırır, seni meşgul ederler!
Bir hayvan vardır ki adına porsuk derler... dayak yedikçe şişmanlar,
semirir, semirir.
Ona sopayı vurdukça iyileşir. Sopa vuruldukça semirir, büyür...
İşte müminin canı da hakikatten bir porsuktur, o da zahmet ve
meşakkatlerle kuvvetlenir, semirir.
100. Bu yüzden peygamberler eziyetlere, zahmetlere uğradılar...
onların çektikleri meşakkat, bütün cihan halkının çektiği meşakkatten
daha üstündü, daha artıktı!
Çünkü canları da, bütün canlardan daha büyük, daha üstündü... onun
için de onların uğradıkları belâya başka bir taife uğramadı.
Deri, ilâçlarla belâlara uğrar da Taif derisi güzel bir hale girer.
Yoksa ona o acı ve keskin ilaçlar sürülmeseydi pis pis kokar, berbat
bir hale gelirdi!
İnsanı da tabaklanmamış deri say... rutubetten nem kapar, çirkin bir
hale gelir, ağır ağır kokar!
105. Sen, ona acı ve keskin ilâçları fazlaca ver de temizlensin, lâtif
bir hale gelsin, semirsin!
Buna kudretin yoksa senin dileğin olmaksızın Tanrı bir zahmet verirse
ona sabret, ona razı ol!
Çünkü dosttan gelen belâ, sizi temizler... onun bilgisi, sizin
tedbirlerinizden üstündür!
Bir adam, belâda sâfa görürse belâ,tatlılaşır... hasta iyileştiğini
görünce ilâç, kendisine hoş gelir.
Mat olduğu halde kazandığını görür de Ey sözlerine, özlerine
inanılır kişiler, beni öldürün! der.
110. Bu kötü kişi de başkasına fayda verdi ama kendi hakkında merdut
bir adam kesildi.
İmandan gelen merhamet, ondan alındı... Şeytan sıfatı olan kin, ona
çattı, sataştı!
Hiddetin, kinin yapılıp düzüldüğü tezgâh oldu... bil ki kin,
sapıklığın, kâfirliğin temelidir!
Birisinin İsa aleyhisselâmdan Âlemde bütün güç şeylerin en gücü
nedir? diye sorması
Akıllı birisi, İsaya Âlemde her şeyden daha sarp, daha güç nedir?
diye sordu.
İsa dedi ki: Ey can, en sarp, en güç şey, Tanrı gazabıdır. Çünkü o
gazaptan cehennem bile su gibi titrer!
115. Adam Peki, bu Tanrı gazabından nasıl aman bulmalı? deyince İsa
şöyle cevap verdi: Kızdığın zaman kızgınlığına uyamamak gerek!
Kötü kişi bu kızgınlığın madenidir... onun çirkin kızgınlığı yırtıcı
canavarların kızgınlığını da geçer!
O hünersiz kişi, kızgınlıktan vazgeçmekten başka Tanrıdan ne rahmet
umabilir ki?
Gerçi bunların âlemde bulunmamasına imkân yok; bunlar da lâzım bu
dünyaya... fakat bu sözü söylemek, onları büsbütün sapıklığa atmaktır!
Dünyada çare yok, sidik de bulunur; bulunur ama arı duru su değildir
ya!
Aşığın kötülük etmek istemesi,sevgilinin ona bağırması
120. O ahmak adam, sevgilisini yapayalnız görünce hemencecik
kucaklamaya, öpmeye kalkıştı.
O güzel, Küstahlık etme, edepsizliğin lüzumu yok, aklını başına al
diye heybetle bir bağırdı.
Aşık Burası ıssız, halk yok... su ortada, benim gibi de bir susuz!
Burada rüzgârdan başka kımıldayan yok... kim var, kim bu açılıp
saçılmamıza mâni olacak? dedi.
Sevgili dedi ki: A deli herif, meğerse sen budalaymışsın...
akıllılardan bir şey duymamış, işitmemişsin!
125. Rüzgarı esiyor gördün mü bil ki burada onu bir estiren, bir
harekete getiren var.
Tanrı sanatının dilediği gibi iş görme yelpazesi, bu rüzgarlara
dokunmada, onu estirip durmada!
Bizim hükmümüzde olan ehemmiyetsiz ve cüzi bir rüzgâr bile yelpazeyi
sallamadıkça esmez.
A aptal adam, bu cüzi rüzgâr bile sen ve yelpaze olmadıkça meydana
gelmez.
Dudaktaki nefes yeli de canın, bedenin emrine tabidir, onların emriyle
harekete gelir.
130. Gâh o nefesle birisini över,birisine haber yollarsın... gâh
birini kınar, aleyhinde bulunur, söversin!
Buna bak da öbür rüzgârların hallerini de bil...akıllılar cüzde küllü
görürler.
Tanrı, rüzgârı gah bahar rüzgârı yapar, gâh kışın onu, bu güzellikten
soyar, ayırır.
Ad kavmine kasırga halinde getirir, Hud Peygambere ise aynı rüzgârı
güzel kokulu bir halde estirir.
Bir rüzgârı zehirli sam yeli haline sokar; sabah rüzgârını da gelişi
kutlu bir hale kor.
135. Her türlü yeli onunla mukayese edesin diye sana da bir nefes yeli
verdi.
Lûtuf ve kahır yeli olmadıkça söz olmaz... söz, bir bölük halka
baldır, bir bölüğüne zehir!
Yelpaze, birisini serinlendirmek için sallanır... fakat
sivrisineklerle kara sinekleri de kahretmek içindir!
Artık Tanrı takdirinin yelpazesi, neden mihnetlerle, belâlarla dolu
olmasın?
Mademki cüzi olan nefes rüzgârı, yahut yelpazenin çıkardığı yel bile
ya bir şeyi bozmak, ya bir şeyi düzene koymak için esmekte...
140. Bu şimal rüzgârı, bu seher ve bu batı yeli nasıl olurda lûtuftan,
ihsandan uzak olur?
Bir avuç buğdayı gördün mü ambarı düşün, ambarı gör... anla ki
ambardakiler de hep böyle.
Gökyüzünün rüzgâr burcundan kopup gelen bütün rüzgârlar da o rüzgarı
koparanın yelpazesi olmasa nasıl eser?
Ekinciler, ekin devşirme zamanı harman başında Tanrıdan rüzgar
istemezler mi?
İsterler... buğdaydan samanı ayırmak, buğdayı ambara koymak, yahut
kuyulara gömmek için rüzgâr isterler.
145. Rüzgâr gecikti mi hepsinin de Tanrıya yalvarmaya başladığını
görürsün.
Doğum zamanı da böyledir... o doğum yeli, o doğum sancısı gelmezse
eyvahlar olsun, aman yarabbi seslerini duymaya başlarsın.
Rüzgârı onun gönderdiğini bilmeseler yalvarmanın manası mı kalır?
Yelkenli gemiye binenler de rüzgâr dilerler, Tanrıdan bir uygun yel
isterler.
Diş ağrısı da yelden olursa yana yakıla tamam bir itikatla Tanrıdan o
yelin yatışmasını dilersin.
150. Askerler de yalvarıp yakarırlar, Tanrıdan, Ey muradımızı veren
Rabbim, sen bize bir zafer rüzgârı ver diye dua ederler.
Doğum gecikince, gebenin yakınları, her azizden muska isterler.
Hepsi de adamakıllı bilir ki rüzgârı, Âlemlerin Rabbi Tanrı
göndermekte.
Zaten her bilen kişi, aklen bilir ki hareket edenin bir hareket
ettiricisi vardır.
Sen onu gözünle görmüyorsan eserleri görünüyor ya... onlara bak da
anla!
155. Beden de canla hareket eder: fakat canı görmezsin.Görmezsin ama
tenin hareketine bak da canı anla!
Aşık, Edebe riayet bakımından aptal bile olsam vefada, istekte
akıllıyım, anlayışlıyım dedi.
Sevgili dedi ki: Eğer şu görünen hareket, edebe riayetse artık
ötesini sen daha iyi bilirsin!
*Edep buysa o gömülü olan, o henüz görünmeyen huyların, mutlaka bundan
beter olacak... bunu iyice anladık, bildik!
*Bu testiden ne sızmışsa bundan sonra da şüphe yok, aynı şey, aynı
tarzda sızıp duracak!
Karısını bir yabancıyla yakalıyan sofi
Sofinin biri, bir gün eve geldi... evin bir kapısı vardı, karısı da
bir kunduracıyla içerdeydi.
Kadın, nefsinin hilelerine uymuş, kunduracıya kul köle kesilmiş, odada
adamla buluşmuştu.
160. Sofi, kuşluk çağı kapıyı sıkıca döver dövmez ikisi de
şaşırdılar... ne bir hileye başvurmaya imkân vardı, ne kaçıp
kurtulacak bir yol!
Sofinin, o zamanda dükkânı bırakıp eve gelmesi hiç âdeti değildi.
Karısından bir şeyler sezinlenmiş, şüpheye düşmüş, bu yüzden o gün
mahsus vakitsiz gelmişti.
Kadınınsa onun, hiçbir defa işini bırakıp o zamanda eve gelmeyeceğine
itimadı vardı.
Fakat nasılsa bu fikri doğru çıkmadı... Tanrı suçları örter... örter
ama cezasını da verir!
165. Kötülükte bulundun mu kork, emin olma, çünkü yaptığın kötülük bir
tohumdur, Tanrı, onu mutlaka bitirir!
Birkaç kere, belki yaptığına pişman olur, utanırsın diye örter,
gizler.
O müminler ulusu Ömer, halifeliği zamanında bir hırsızı cellada teslim
etti.
Hırsız, ey ülkenin beyi, diye bağırdı, beni öldürtme... bu, ilk suçum!
Ömer dedi ki: Hâşâ, Tanrı, ilk suçta hemencecik gazaba gelip cezasını
vermez.
170. Lûtfunu meydana çıkarmak için defalarca örter de sonradan
adaletini göstermek için cezalandırır;
Bu suretle bu iki sıfatının da meydana çıkmasını, lûtfunun muştucu,
kahrının da korkutucu olmasını diler.
Kadın da defalarca bu kötü işte bulunmuştu da kolaycacık işi
atlatmıştı... bu iş, ona kolay görünüyordu artık.
Gevşek ayaklı akıl, testinin daima ırmaktan kırılmadan sapasağlam
gelemeyeceğini bilmiyordu ki!
Fakat bu sefer kaza ve kader, onu öyle bir daraltmış, münafıkı ansızın
ölüm nasıl yakalarsa öyle bir sıkı yakalamıştı ki!
175. Ne yol vardır , ne yoldaş, ne de kurtulma imkânı...(münafık,
böyle bir haldeyken) can alıcı melek de gelir çatar, canına el uzatır
ya!
İşte kadın da o cefa odasında dostuyla belâlara uğramış, öylece âdeta
kuruyup kalmıştı !
Sofi, gönlünden, hay kâfirler hay... size kin güdüp duruyorum ama hele
sabredeyim.
Şimdilik bunu bilmezlikten geleyim de herkes bu çanın sesini duymasın,
diyordu.
Hak yolundaki er de size gizlice böyle kin güder... istiska hastalığı
gibi kinini yavaş yavaş, azar azar belirtir.
180. İstiskaya tutulan adam buz gibi her an erir durur... fakat her
an, kendisini daha iyiceyim sanır!
Hani, sırtlan nerede? Burada yok yahu diye aranırlar da sırtlan bu
söze inanır, bu suretle tutulur, avlanır ya!
Kadının evinde de gizlenecek bir yer; bir tümsek, bir aralık, yukarıya
çıkacak bir yol yoktu.
Ne bir tandır vardı, oynaşını oraya gizlesin... ne bir çuval vardı,
perde gibi önüne gersin!
Evin içi kıyamet günü arasat meydanı gibi dümdüzdü... ne bir çukur
vardı, ne bir tepe, ne de kaçacak bir yer!
185. Tanrı bu kıyamet gününü anlatırken mahşer meydanı için Orada bir
çukur, bir tümsek göremezsin demiştir.
Kadının hileye sapıp sevgilisine çarşaf giydirmesi ve Tanrının
Sizin hileniz pek büyüktür dediği gibi kocasınıkandırmak için
bahanelere başvurması
Kadın, hemen çarşafını oynaşının üstüne attı, erkeği kadın şekline
sokup kapıyı açtı.
Çarşafın altında adam, apaçık rüsvay olmuş, görünüp durmaktaydı...
adeta merdiven üstünde bir deveye benziyordu.
Kadın oynaşı için kocasına dedi ki: Şehir büyüklerinden birinin
karısı... malı var, devleti var, pek zengin!
Yabancı birisi, cahilcesine gelmesin diye kapıyı kapadım.
190. Sofi, âlâ dedi... ne hizmeti var,hele söyle de minnetsizce, seve
seve yapayım.
Karısı dedi ki: Bize akraba olmak istiyor... iyi bir kadın ama içini
Tanrı bilir artık.
Kızı görmek istiyordu ama tesadüf bu ya, kız da mektepte.
Fakat ister un olsun, ister kepek... onu canla gönülle gelinliğe kabul
ederim dedi.
Öyle bir oğlu var ki şehirde misli yok... güzel, anlayışlı, çevik, hem
de iyi bir geçimi var.
195. Sofi dedi ki: İyi ama biz yoksuluz, perişanız... bu kadının
ailesiyse mallı, mülklü kişiler.
Nasıl olurda bize eşit olabilir? Kapının bir kanadı tahtadan, öbürü
fildişinden... böyle şey olur mu hiç?
Nikâhta iki çiftin birbirine eşit ve denk olması lâzım... yoksa iş
bozulur, geçim olmaz!
Kadının,o çeyiz kaydında değil,istediği şey kapalı ve namuslu
olmasından ibaret demesi,sofinin de bunu gizli tut demesi
Kadın dedi ki: Ben de bu özrü söyledim, ama o, Çeyiz filan
arayanlardan değilim...
Biz mala, altına doymuş, imtilâ olmuş, usanmışız... halk gibi hırs
sahibi değiliz, mal ve para toplama düşüncesi yok bizde.
200. Bizim istediğimiz şey, yalnız kapalı, temiz ve namuslu oluşudur.
Zaten iki âlemde de kurtuluş, bununla olur.dedi.
Sofi, yine yoksulluk özrünü ortaya koydu; bunu gizli kalmasın diye
tekrar tekrar anlattı.
Kadın dedi ki: Ben de bunu tekrarladım, çeyizimizin olmadığını iyice
anlattım.
Fakat onun inanışı dağdan da sağlam... yüzlerce yoksulluktan bile
şikâyet etmiyor.
Benim istediğim şey namustur, sizden dilediğim doğruluktur, himmettir
deyip duruyor.
205. Sofi dedi ki: Zaten çeyizimizi, malımızı gördü... gizli aşikâr
başka neyimiz varsa onları da hep görür.
İşte daracık bir evimiz, bir kişi sığacak kadar bir yerimiz var...
öyle dar ki orada bir iğne bile gizlenemez.
Temizliğe, kapalılığa, namuslu oluşa gelince: o, bunu zaten bilir!
Kapalılığını, örtülü ve namuslu oluşunu o, önünde de, sonunda da,
başında da, nihayetinde de bizden daha iyi bilir, bizden daha iyi
görür.
Zaten kızımızın çeyizi çimeni, aşçısı, işçisi olmadığı meydanda... iyi
ve namuslu oluşuna gelince: o, bunu zaten bilir.
210. Kızın namuslu olduğunu babanın anlatması şart değil ya... nasıl
olduğu esasen onca aydın gün gibi meydandadır.
Senin de yanlışın meydana çıktı, rezil rüsvay oldun... bari az söyle;
bu hikâyeyi onun için anlattım.
A dâvada ayak direyip duran, senin anlayışın, hüküm çıkarışın da
bundan ibaret işte!
Sen de sofinin karısı gibi hainsin, kötülükte hile tuzağını kurmuşsun!
Bu suretle her yüzü yunmadık pis kişiye temizliğini anlatır
durursun... kendinden utanır da Tanrıdan utanmazsın!
Tanrıya duyar,görür demekteki maksat
215. Tanrı, her şeyi görür, bu görüş de daima seni korkutsun diye
kendisine görendedi.
Kötü sözlerden dudağını yumasın diye de kendisini duyan diye anlattı.
Korkasın da bir fesat düşünmeyesin diye bilenadını takındı.
Fakat bunlar, meselâ zenciye kâfur adının verildiği gibi Tanrıya
konmuş adlar değildir.
Tanrı ismi, sıfattan türeme, sıfattan meydana gelmedir, Tanrı
sıfatlarıysa kadimdir, evveli yoktur. İlleti Ûlâ misali gibi batıl ve
saçma değildir.
220. Öyle olmasaydı sağıra duyan, köre aydın adlarının verilmesi gibi
alay olur, maskaralık olurdu.
Tanınma için konan ad, meselâ terbiyesiz ve utanmaz birisine mahcup,
yahut kara ve çirkin birisine güzel diye konuvermiş bir addır.
Yeni doğmuş çocukcağıza hacı, yahut da soyunda var diye gazi adını
koymaktır.
Bu lâkapları, övmek için söylerlerse övülende bu sıfatlar yoksa övüş,
doğru olmaz ki.
Ya alaya almaktır, yahut da öven delidir. Tanrı ise zalimlerin
söylediklerinden beridir, paktır.
225. Ben seninle buluşmadan önce de biliyordum: Güzel yüzlüsün ama
kötü huylusun sen!
Ben seni görmeden de inatçı bir adam olduğunu, kötülükte ayak diremiş,
kötülüğe alışmış bulunduğunu biliyordum.
Gözüm kızarırsa, az görsem bile yine o illete tutulduğumu bilirim ya!
Sen beni çobansız bir kuzu gibi yapayalnız gördün de bekçim, gözcüm
yok sandın.
Âşıklar, bakılmaması lazım gelen yere bakarlar da o yüzden
dertlenirler, o dert sebebiyle de ağlarlar, inlerler.
230. O ceylanı çobansız, o esiri ucuz sanırlar.
Nihayet Gözcüsü, bekçisi benim... az bak! diye bir bakış okudur
gelir, ciğerlerine saplanır!
Ben, bir kuzudan da, keçiden de aşağı mıyım ki ardımda gözcüm, bekçim
olmasın?
Öyle bir bekçim var ki saltanat, ona yaraşır... bana nasıl bir yel
esmekte? O bilir!
O yel soğuk mudur, sıcak mı? O bilen Tanrı, gafil değildir... bilir a
kötü kişi!
235. Fakat şehvete mensup olan nefis,Haktan sağırdır, kördür. Ben de
senin körlüğünü ta uzaktan gördüm.
Onun için sekiz yıldır hiç seni sormadım... çünkü seni bilgisizlikle
kat kat dolu gördüm ben.
Külhandaki adama nasılsın diye neye sorayım? Nasıl olacak; baş aşağı
bir halde işte!
Dünya külhana benzer,takva da hamama
Dünya şehveti, külhana benzer. Takva hamamı da onunla aydınlanır.
Fakat takva sahipleri bu külhanda safa ve zevk içindedirler... çünkü
onlar, hamama girmiş, yunup arınmışlardır.
240. Zenginlerse hamamdakileri ısıtmak için tezek taşıyanlara
benzerler.
Tanrı, hamam ısınsın, tavlansın diye onlara bir hırs vermiştir.
Bu külhandan vazgeç de hamama git... külhanı terk etmek, bil ki hamama
girmenin ta kendisidir.
Külhanda kalan dünya şehvetine sabreden, dünyadan el etek çeken kişiye
hizmetçi mesabesindedir.
Hamamda olan, yüzünden, yüzünün temizliğinden, güzelliğinden
anlaşılır.
245. Külhandakiler de yüzlerindeki ve elbiselerindeki duman, is ve
tozdan belli olurlar.
Yüzünü görmezsen kokusuna dikkat et... koku, her köre sopa gibidir!
Kokusunu da alamadıysan onu konuştur; yeni sözden eski sırrı anla!
Altın babası külhancı der ki: Bugün akşama kadar tam yirmi küfe tezek
taşıdım.
Bunun gibi senin hırsın da, bu dünyada ateşe benzer... her alevi,
yüzlerce ağız açmıştır!
250.Gerçi tezek, ateşi alevler, kuvvetlendirir ama akla göre bu altın,
hiç de hoşa gitmeyen fışkıdır, tezektir.
Ateşten dem vuran güneş, yaş fışkıyı ateşe atılmaya değer bir hale
getirir.
İşte bunun gibi hırs külhanı yüzlerce kıvılcımla kıvılcımlansın,
alevlensin diye o taşı altın haline getiren de yine güneştir.
Mal topladım diyen ne diyor yani? Bu kadar fışkı, bu kadar tezek
getirdim diyor!
Bu söz, rezilliği arttıran bir sözdür ama külhandakiler, aralarında
bununla övünürler!
255. Sen akşama kadar altı küfe tezek getirdin... halbuki ben, hiç
zahmet çekmeden tamam yirmi küfe tezek taşıdım, derler.
Külhanda doğup temizlik nedir görmeyen kişiye mis koklatsın incinir,
hasta olur!
Güzel koku satanların pazarında güzel kokularla mis kokusundan bayılan
ve hasta düşen derici
Birisi, güzel koku satanların pazarına gelince aklı başından gitti,
büzülüp yere yıkıldı.
Kerem sahibi attarlardan gelen güzel kokular, başını döndürdü, yere
düştü!
O bihaber, gün ortasında yol uğrağına bir leş gibi yıkıldı, kaldı.
260. Derhal halk, başına üşüştü... Herkes lâhavle diyerek derdine
derman aramaktaydı.
Birisi, eliyle kalbini yokluyor, öbürü yüzüne gülsuyu serpiyordu.
Bilmiyordu ki o alanda onun başına ne geldiyse gülsuyundan geldi.
Biri bileklerini başını ovuyor, öbürü hararetlensin diye samanlı ıslak
balçık getiriyordu.
Biri ödağacıyla şekeri karıştırıp tütsülüyor, başka biri elbisesinin
bir kısmını soyup üstündekileri hafifletiyordu.
265. Birisi nasıl atıyor diye nabzını yokluyor, öbürü ağzını kokluyor.
Şarap mı içti, esrar mı... yoksa afyon mu yuttu... anlamak istiyordu.
Halk, onun neden bayıldığını anlayamamış, şaşırıp kalmıştı.
Derhal akrabalarına haber verdiler, falan adam feşman yerde perişan
bir halde düşüp kaldı dediler.
Neden bayıldı, ne oldu da leğeni damdan düştü? Kimse bilmiyordu!
O tabağın iriyarı, güçlü kuvvetli, bilgili anlayışlı bir erkek kardeşi
vardı, hemencecik koşa koşa geldi.
270. Yenine biraz köpek pisliği almıştı, halkı yardı, feryat ederek
kardeşinin başucuna geldi.
Ben neden hastalandı biliyorum, dedi... hastalık teşhis edildi, sebebi
bilindi mi tedavisi kolaydır.
Sebebi bilinmezse tedavisi güçleşir... hangi ilaç iyi gelecek? Yüz
türlü ihtimal vardır.
Fakat sebebi bilindi mi iş kolaylaşır. Sebeplerini bilmek,
bilgisizliği giderir.
Adam kendi kendine, onun iliğine damarına kat kat köpek pisliği
sinmiştir.
275. Rızkını elde etmek için her gün, akşamlara kadar pisliğe
gömülmüştür, tabaklığa gark olunmuştur demişti.
Büyük Calinus da böyle demiştir: Hastaya, neye alışkınsa onu ver!
Aykırı olan şeylerden zahmet çeker; onun için hastalığının ilacını da
alıştığı şeylerde ara!
Bokböceği, daima pislik taşır durur... bu yüzden de gülsuyundan
bayılır.
Onun ilâcı yine köpek pisliğidir... çünkü ona alışmıştır, onunla halli
hamur olmuştur.
280. Pisler, peslerindir âyetini oku da bu sözün önünü, sonunu anla!
Öğütçüler, pis kişiyi, ona bir kapı açılması, iyileşmesi için amberle,
gülsuyu ile tedavi etmek isterler!
Fakat ey inanılır, itimat edilir kişiler, pislere temiz şeyler lâyık
değildir ki!
Onlar, vahyin güzel kokusuyla eğrilmişler, sapıtmışlardır da Siz bize
uğursuzsunuz, biz, sizin yüzünüzden kötülüğe uğradık diye feryada
başlamışlardır.
Bu söz, bize zahmet veriyor, bu sözden hastalanıyoruz... sizin
vâzınız iyi değil, bize iyi gelmiyor.
285. Eğer yine susmaz da nasihata başlarsanız derhal sizi taşlar,
öldürürüz.
Biz, oyunla, abes ve saçma şeylerle semirmişiz... öğüte hiç
alışmamışız!
Bizim gıdamız yalandır, asılsız lâftır, saçma sapan sözlerdir... sizin
bildirdiğiniz şeyler, midemizi bozuyor.
Siz bu sözlerle hastalığımızı yüzlerce defa artırıyor... akla ilâç
olarak afyon veriyorsunuz demişlerdir.
Tabağın kardeşinin, tabağı gizlice fışkı kokusuyla tedavisi
Delikanlı, kardeşine yapacağı ilâcı kimse görmesin diye halkı
uzaklaştırdı.
290.Gizli bir şeyler söyler gibi ağzını kulağına götürdü, sonra da o
şeyi burnuna koydu.
Köpek pisliğini avucuna sürtmüştü... pis beynin ilâcını bu pislikle
görmüştü.
Avucunu koklatır koklatmaz adam, deprenmeye başladı. Halk, bu pek
mühim bir afsun dediler...
Afsunu okuyup kulağına üfürdü... adam adeta ölmüştü, afsun imdadına
yetişti!
Kötü kişilerin hareketi o yandandır... zina, bakışla, göz ve kaş
işaretiyle harekete gelir.
295. Kime öğüt miski fayda vermezse muhakkak o, kötü kokulara
alışmıştır.
Tanrı, müşrikler, tâ ezelden pislik içinde doğduklarından onlara
Necis-pis demiştir.
Pislik içinde doğan kurt, ebediyen huyundan dönmez, ambere bakmaz!
Ona nur saçısı isabet etmemiştir... o, tamamı ile cisimden ibarettir,
kabuk gibi içsiz, gönülsüzdür o!
Hak nuru saçısından nasibi varsa, bu nur, ona da değmişse pisliğe
düşse bile Mısırda olduğu gibi o pislik içine gömülen yumurtadan bir
kuş meydana gelir!
300.Fakat meydana gelen kuş, evde beslenen pis tavuk cinsinden
değildir, bilgi ve anlayış kuşudur.
Sen de nurdan nasipsize benziyorsun; çünkü burnunu pisliğe sokmadasın!
Ayrılığından yüzün, benzin sarardı ama sarı bir yapraksın, olmamış bir
meyvesin!
Çömlek, ateşten, isten simsiyah oldu, is rengini aldı; fakat et,
kartlığından öylece duruyor, hiç pişmemiş!
Seni tam sekiz yıl ayrılık ateşiyle kaynattım ama hamlığın,
münafıklığın, bir zerre bile eksilmemiş!
305. Hastalıktan donmuş kalmış koruksun sen... halbuki koruklar, şimdi
kuru üzüm haline geldi, sense hala hamsın!
Âşığın hileye sapıp suçuna özür getirmesi ve niyetini gizlemeye
savaşması,sevgilinin,bu hileyi de anlaması
Aşık dedi ki: Kusuruma bakma... bakayım, bana uyacak mısın, yoksa
namuslu musun diye seni sınadım.
Senin namuslu olduğunu sınamadan da biliyordum ama haber alma, gözle
görmeye benzer mi ya?
Sen bir güneşsin; adın sanın meşhur olmuş, aleme yayılmış! Güneşi
böyle bir tecrübeye aldımsa ne ziyanı var?
Sen bensin, ben kendimi her gün fayda da, ziyanda sınar dururum.
310. Düşmanlar, peygamberleri de sınadılar, sınadılar da onlardan
mucizeler zuhur etti.
Gözümü, nurla sınadım, ey gözlerinden kötü gözler, uzak olasıca
sevgili!
Bu dünya bir viraneye benzer, sense definesin... definede seni
aradıysam incinme bana!
Seni küstahça sınadım... bu suretle düşmanlara da her zaman
söyleyeyim;
Dilim seni anınca gözüm de gördüğüne tanık olsun!
315. Hürmet yolunu bulduysan ey ay yüzlü sevgili, işte boynumda kefen,
elimde kılıç... huzuruna geldim!
Ben bu eldenim başka elden değil ... lûtfet, elimi ayağımı sen kes de
beni, başkasına öldürtme!
Ayrılıktan dem vuruyorsun... dilediğini yap, fakat beni kendinden
ayırma, bunu yapma!
Şimdi söz ülkesine yol aldık... fakat vakit geçti, söylemeye imkan
yok!
İşin dış yüzünü söyledik, içyüzü örtülü kaldı... sağ olursak böyle
kalmaz, onu da söyleriz elbet!
Sevgilinin,âşığın özrünü reddetmetsi ve hilesini yüzüne vurması
320. Sevgili, ağzını açıp şöyle cevap verdi: Bizce senin halin gün
gibi aydınlık ama sence gece!
Bu kara hileleri adalet gününde gören kişilerin önüne neye getirir,
yayar dökersin ki?
Gönlündeki hilelerin, düzenlerin hepsi bizim önümüzde rüsvay olmada,
hepsini de gün gibi görüp duruyoruz.
O suçu, kulumuza acır da örtersek sen neden yüzsüzlük eder, haddini
aşarsın?
Babandan öğrensene... Âdem, suç işleyince hemencecik ayak çıkarılan
yere geldi;
325. O gizli sırları bilen Tanrıyı hazır nazır gördü de iki ayak
üstüne durup suçunun affedilmesini dilemeye koyuldu.
Keder külünün ortasına geçip oturdu; hileye, bahaneye sapıp bir daldan
bir dala sıçramadı.
Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik dedi... çünkü önünde, ardında azap
meleklerini gördü.
Can gibi gizli olan azap meleklerini gördü; her birinin elindeki sopa,
ta gökyüzüne kadar uzanıyordu.
Kendine gel... Süleymanın huzurunda karınca ol da bu sopa, seni
paramparça etmesin!
330. Doğruluk durağında başka bir yerde bir an bile durma... insana
kimse, gözü gibi lalalık edemez.
Kör, öğütle arınıp temizlense bile yine her an sürçer, pislenir.
Ey Adem, senin gözün var, kör değilsin... fakat kaza geldi mi göz kör
olur!
Gözlü adamın, bir tesadüf neticesi kuyuya düşmesi için ömürler lazım.
Fakat bu kaza, körün yoldaşıdır. Çünkü düşmek, onun tabiatıdır,
huyudur.
335. Kör, pisliğe düşer de bu koku nedir, kendisinden midir, yoksa bir
pisliğe bulaşmış da ondan mı? Bilemez ki.
Ona birisi miskler saçsa onu da kendisinden bilir, sevgilinin
lûtfundan değil!
Hasılı ey gözü açık kişi, bu iki göz, sana yüzlerce anadır, yüzlerce
baba!
Hele gönül gözü yok mu? O, bu göze nispetle yetmiş kat azizdir, yetmiş
derece kuvvetlidir... bu iki duygu gözü, onun nimetiyle geçinmededir.
Yazıklar olsun ki yol kesiciler oturmuşlar, dilime yüzlerce düğüm
vurmuşlardır!
340. Ayağı bağlı olan, nasıl rahvan gidebilir!Ağır bir bağdır bu...
mazur gör!
Ey gönül, bu söz, kırık dökük geliyor. Bu söz incidir, Tanrı gayreti
de değirmen.
İnci küçük ve kırık bile olsa hasta göze tutya olur.
Ey inci, kırıldığına acınma... kırılmakla parlayacak apaydın
olacaksın!
Böyle o kırık dökük söylenecek... fakat Tanrı ganidir, sonunda onu
düzgün bir hale getirir.
345. Buğday, kırıldı,ufalandıysa zayi olmadı ya... un haline geldi de
dükkana girdi, ekmek oldu.
Ey âşık, senin de suçun belli oldu... artık suyu yağı bırak da kırık
dökük bir hale gel!
Âdemin has çocuklarına mahsustur bu... onlar, Rabbimiz, biz
nefsimize zulmettikderler.
Sen de hacetini arz et, lânetlenmiş yüzsüz iblis gibi delil getirmeye
kalkışma!
Yok eğer yüzsüzlük, İblisin ayıbını örttüyse sen de inada giriş,
yüzsüzlükte bulun, bu yolda çalış, didin!
350. Ebucehil, Peygamberden, kindar Oğuz Türkü gibi bir mucize
istedi.
Fakat Tanrı Sıddıkı mucize istemedi, bu yüzün sahibi zaten doğrudan
başka bir şey söyleyemez ki dedi.
Sen nerede, senin gibi birisinin benliğe düşerek benim gibi bir
sevgiliyi sınaması nerede?
Bir Yahudinin,Tanrı yüzünü ulu etsin Aliye Eğer Tanrının
korumasına güveniyorsan kendini bu yapının üstünden at
demesi,Müminler emîrinin ona cevabı
Tanrıyı ululamayı bilmeyen bir inatçı, bir gün Murtazaya dedi ki:
Peki yüksek bir yapının damındasın... ey aklı başında olan, Tanrının
koruyacağını biliyorsun değil mi?
355. Murtaza, evet dedi... o koruyucudur, ganidir... bizim
varlığımızı, bizi ta çocukluğumuzdan adamlığımıza kadar hep o korur, o
görüp gözetir!
Yahudi, peki dedi... mademki öyledir, kendini bu damdan aşağıya at...
Tanrının koruyuculuğuna tamamı ile güven!
Kendini aşağıya at da ben de adamakıllı inandığını anlayayım, güzelim
inanışını, deliliyle göreyim!
Müminler emiri ona dedi ki: sus, defol git de bu cüret yüzünden canın
belaya sataşmasın!
Kulun, iptilalara düşerek Tanrıyı sınaması hiç yaraşır mı?
360. A nadan, a budala, kulun ne haddi vardır ki edepsizliğe kalkışıp
Tanrıyı sınamaya girişsin?
Sınama Tanrıya yaraşır... O, kullarını her an sınar durur.
Bu sınamayla da içimizde gizlediğimiz inanışlarımızı bize apaçık
gösterir.
Âdem, bu suçla, bu hata ile Hakkı sınadım dedi mi hiç?
Padişahım, senin hilmin nereye kadardır? Onu görmek istedim gibi bir
söz söyledi mi hiç? Ah, bu mecal kimde var, kimde?
365. Senin aklın şaşmış, pek sersemlemişsin... özrün günahından beter!
Gök kubbeyi yücelteni sınamak ha! Sen, bunu ne bilirsin ki?
A hayrı, şerri bilmeyen, sen kendini sına, başkasını değil!
Kendini sınadın mı başkalarını sınamadanvazgeçersin.
Şeker parçası olduğunu bildin mi, şeker yapılan ve satılan yere layık
olduğunu da bilirsin.
370. Sınamaksızın şunu bil ki Tanrı, yersiz, zamansız şeker göndermez
sana.
Sınamaksızın şunu bil ki eğer başsan Tanrı, seni ayakkabı konan yere
göndermez!
Akıllı kişi, hiç değerli bir inciyi abdes hane de sidik gölcüğüne atar
mı?
Anlayışlı hakim bile buğdayı saman ambarına göndermez.
Mürit, önden giden, kılavuz olan şeyhi sınamaya kalkışırsa eşektir.
375. Din yolunda onu sınamaya kalkıştın mı a hakikatten haberi
olmayan, sen sınanmış olursun...
Senin cüretin, senin bilgisizliğin çırçıplak olur, aleme yayılır...
yoksa o, bu araştırmayla nereden anlaşılır; nasıl meydana çıkar?
A yiğidim, bir zerre, kalkar da dağı tartmağa girişirse terazisi
parçalanır gider!
Onlarda kendi akıllarınca bir terazi düzenler de Tanrı erini o
teraziyle tartmağa kalkarlar!
Halbuki o, akıl terazisine bile sığmaz... akıl terazisini bile kırar,
parçalar!
380. Onu sınamak, ona emrine göre hükmetmek gibidir... öyle bir
padişaha buyruk buyurtmaya kalkışma sakın!
Hiç ressamlar, öyle bir ressamı sınayabilir, öyle bir ressama hüküm
yürütebilir mi?
Eğer ressama bir sınama belirdiyse, ressam bir sınama bilgisine sahip
olsaydı onu da çizen yine o ressam değil midir?
Artık o ressamın bilgisindeki suretlere nazaran bu ressamın çizdiği
suret nedir ki?
Sana bir sınama vesvesesi geldi mi onu kötü talih bil... gelip çatmış,
boynunu vurmuştur!
385. Böyle bir vesveseye uğradın mı çabucacık Tanrıya dön secdeye
var...
Secde yerini gözyaşlarınla ısla... ey Tanrı, beni bu şüpheden kurtar
de!
Sınamayı diledin mi işte o zaman din mescidin keçiboynuzuyla dolu
demektir!
Mescid-i Aksa ve keçi boynuzu,Davut aleyhisselâmın,Süleyman
aleyhisselâmdan önce o mescidi yapmaya niyetlenmesi
Davut iyiden iyi taşla Mescid-i Aksâyı yapmaya niyetlendi, bu niyetle
daraldı, bu işe girişmeyi iyicekurdu.
Tanrı, Bu işten vazgeç... bu mescidi sen yapamazsın.
390. Ey seçilmiş kişi, Mescid-i Aksâyı senin yapmanı biz takdir
etmedik diye kendisine vahiy etti.
Davut Ey sırları bilen Tanrı, suçum nedir? Neden mescidi yapma
diyorsun bana? dedi.
Tanrı dedi ki: Suçsuzsun, suçun yok ama kanlara girmişsin...
mazlûmların kanlarını boynuna almışsın!
Senin sesinden sayısız halk can verdi; sayısız halk, ona av oldu!
Sesin bir hayli kana girmiş, canlar yakan güzel nağmelerin bir hayli
adamı canından etmiştir!
395. Davut dedi ki: Senin mağlûbundum, senin sarhoşundum... elim,
senin kuvvet ve kudretinlebağlıydı.
Padişah mağlûp olana acınmaz mı? Mağlûp, âdeta yok demek değil midir?
Tanrı buyurdu ki: Bu mağlûp, öyle bir yoktur ki vara nispetle zahiren
yok olmuş değildir, iyice anlayın bunu!
Bu çeşit yok olan, kendinden geçmiş, var olanların en iyisi, en ulusu
olmuştur.
O, Tanrı sıfatlarına nispetle yoktur... fakat hakikatte ona yoklukta
bir varlık vardır.
400. Bütün ruhlar onun tedbirindedir... bütün cesetler onun
hükmündedir.
Bizim lûtfumuza mağlup olan iradesiz, ihtiyarsız ve âciz kalmış
değildir; o, bizim sevgimizde ihtiyar sahibi olmuştur.
Zaten ihtiyar ve iradenin sonu da budur, yani insanın mevhum irade ve
ihtiyarının bu makamda yok oluşudur.
Zaten nihayet o, mevhum varlıktan mahvolmasaydı hiçbir ihtiyar ve
iradeden lezzet alamaz, zevk bulamazdı.
Dünyada ister yenecek lokma olsun, ister içilecek bir şey... onun
lezzeti, lezzetten kesilmesinin feridir. (İnsan, yediği, içtiği
şeylerin lezzetini kaybetmedikçe yiyeceği ve içeceği şeylerden lezzet
alamaz. Maddi lezzetlerden kesilmedikçe manevi lezzeti bulamaz)
405. Lezzetten geçen gerçi bütün lezzetlere aldırış etmez bir hale
gelir ama hakikatte kendisi lezzet kesilir, lezzetten hiç ayrılmaz
olur!
Söz, ancak budur: İnsanlar kardeştir ve Âlimler, tek bir insan
gibidir hadislerinin şerhi, bilhassa Davud ve Süleyman
Peygamberlerle diğer peygamberlerin -aleyhisselâm- birliği,birisini
inkar edenin,hiçbir peygambere iman etmemiş sayılacağı.Birlik alâmeti
olarak o binlerce evden birini yıktın mı hepsinin yıkılmış ve bir
duvarın bile ayakta kalmamış olacağı,Tanrının Biz onların arasından
bir tanesini bile ayırdetmeyizdemesi
Âkil kişiye bir işaret
yeter,zaten bu,işareti de geçti ya!
Bu iş senin zorunla, senin kuvvetinle olmayacak ama o mescidi, oğlun
yapacak!
Ey hikmet sahibi, onun yaptığı senin yaptığındır... evveline evvel
olmayan bir zamandan beri inananlar, birbirlerinin aynıdır, birdir
onlar!
İnananlar sayılıdır, çoktur ama iman birdir... cisimleri çoktur ama
canları tektir.
İnsanda öküzün, eşeğin anlayışından ve canından başka bir akıl, başka
bir can vardır.
410. O deme erişen, o makamda Tanrı velisi olan kişide de, insandaki
candan, akıldan başka ve ayrı bir can ve akıl vardır.
Hayvani canlarda birlik yoktur...sen bu birliği rüzgarın ruhunda
arama!
Bu hayvani can, ekmek yese insani ruhun karnı doymaz; bu yük çekse o,
sıkıntı çekmez!
Hattâ onun ölümüyle bu hayvani ruh, neşelenir, sevinir... insani ruhun
bir şey elde ettiğini görünce de hasedinden ölür!
Kurtların, köpeklerin canı, hep ayrı ayrıdır. Bir olan Tanrı
aslanlarının canlarıdır.
415. Canları diye cemi sırasıyla söyledim... çünkü o bir tek can,
cisme nispetle yüz olur!
Gökteki bir tek güneşin bir tek nuru da ev içlerine vurunca yüzlerce
nur olur ya!
Fakat ortadan duvarları kaldırdın mı hepsinin de nuru bir olur.
Evlerin temelleri kalmadı mı müminler bir tek insana döner, bu sır
meydana çıkar.
Bu sözden farklar belirir, müşküller doğar... çünkü hakikatte buna
benzemez bu iş ki; bu bir misaldir.
420. Aslanla yiğit bir Âdemoğlu arasında sonsuz farklar vardır.
Fakat ey hoş gün gören kişi misal getirildiği zaman aradaki birlik,
yiğitlik ve canla başla oynama bakımındandır.
Çünkü o yiğit, her bakımdan aslanın misli değildir, nihayet yiğitlik
bakımından aslana benzer.
Bu alemde her bakımdan bir olan bir nakış, bir suret yoktur ki sana
mislini göstereyim.
Aklı, şaşkınlıktan kurtarayım diye yine nakış bir misale el atayım:
425. Geceleyin her eve bir kandil, bir mum korlar ve onun ışığıyla
karanlıktan kurtulurlar ya...
O kandil, bu tene benzer, nuru da cana.Kandil, fitile, şuna buna
muhtaçtır.
Bu duyguların o altı fitilli kandili, umumiyetle uykuya, yemeye,
içmeye dayanır... o kandilin temeli, bunlardır.
Yiyip içmeden, yatıp uyumadan yarım nefeslik bir zaman bile
yaşayamaz... fakat yiyip yatmakla da yaşayamaz!
Fitili, yağı olmadıkça bakası yoktur; fakat fitille, yağla da vefası
yoktur.
430. Çünkü sebebe bağlı olan, sebepsiz meydana gelmeyen ışığı, ölümü
arar durur... nasıl yaşayabilir ki aydın gün, onun ölümüdür.
İnsanın bütün duygularının da bakası yoktur... zira mahşer günü, hepsi
de yok olur gider!
Fakat atalarımızın duygu ve can ışığı, tamamı ile de ot gibi bitip ot
gibi yitmez... tamamı ile fani olmamıştır.
Yalnız güneşin nurunda yıldızların nuru ve ay ışığı mahvolur ve
görünmez!
Pirenin ısırmasından meydana gelen yanış, dert ve zahmet, yılan
ısırınca mahvolur ya!
435. Çıplak adam arıların sokmasından kurtulmak için suya atlar ya!
Arılar adamın tepesinde dolaşır dururlar... başını bir çıkardı mı hiç
affetmezler, hemen sokarlar!
Tanrıyı anış sudur, zamanede şu kadının, bu erkeğin anılışı da arı!
Tanrıyı anış suyuna dal, nefesini tut, sabret de eski düşüncelerden,
vesveselerden kurtul!
Ondan sonra da sen, tepeden tırnağa kadar o arı duru suyun tabiatına
bürünürsün...
440. Öyle bir hale gelirsin ki o kötü arı, sudan nasıl kaçar,
çekinirse senden de öyle kaçar, öyle çekinir!
Sonra dilersen sudan uzaklaş... içten suyun tabiatına sahip olursun,
hakikatte ondan ayrılmamış sayılırsın!
Dünyadan geçen kişiler de yok olmamışlar, fakat Tanrı sıfatlarına
bürünmüşlerdir.
Onların sıfatları, Hak sıfatlarına karşı, güneşin karşısındaki
yıldızlara dönmüştür.
A inatçı Kurandan buna delil istiyorsan oku: Onların hepsi
huzurumuzdadır!
445. Haklarında Huzurumuzdadır denenler yok olamazlar, iyi dikkat et
de ruhların bakasını iyice anlayasın!
Bakadan mahcup olan ruh azaptadır, Tanrıya vasıl olan ruhsa baka
aleminde hicaplardan kurtulmuş bir haldedir.
İşte bu hayvani duygu kandilinden ne murat edilmişse, bu kandilin
hakikati neyse sana söyledim... kendine gel de sakın bu hayvani
duyguyla ruh arasında bir birlik tasavvur etme!
Çabuk, ruhunu, yolcuların kutlu ruhlarına ulaştır!
Yüz tane kandilin olsa ister sönsünler, ister yansınlar, değil mi ki
hepsi ayrı ayrıdır... bir olamazlar!
450. İşte bu yüzden bizim ashabımız, hep savaştadır... fakat
peygamberlerin birbirleriyle savaştıklarını kimsecikler duymamıştır.
Çünkü peygamberlerin nurları güneştir; duygu ışığımızsa kandil, mum ve
is!
Biri söner, öbürü gündüze kadar kalır... biri yanıp erir, öbürü parlar
durur!
Hayvani can gıda ile dirilir...her iyi kötü şeyle de ölüverir!
Fakat bu kandil söndü, ortadan kalktı mı komşunun evi neden karanlık
kalsın?
455. Madem ki o evin ışığı, bunun ışığı olmaksızın da duruyor... şu
halde her evin duygu ışığı ayrı ayrıdır.
Bu hayvani canın misalidir... Rabbani canın değil!
Gece Hindusundan ay doğdu mu ışığı, her pencereden vurur, her tarafı
aydınlatır!
O yüzlerce evin ışığını sen, bir say... çünkü ay battı mı bu evin
sönüp öbürününki kalmaz.
Parlak güneş tan yerinde durdukça ışığı her eve konuk olur.
460. Fakat can güneşi battı mı bütün evlerin nuru kaybolur, gidiverir!
Bu söz nurun misalidir, misli değil... sana doğru yolu gösterir,
düşmanın da yolunu vurur!
O münkir, o kötü huylu, örümcek gibi kokmuş ağlar kurar...
Tükürüğü ile nura perde gerer; fakat kendi anlayış gözünü kör eder.
Atın boynunu tutarsa murat alır, maksadına erişir... fakat ayağını
yakalarsa tekmeyi yer!
465. Gemsiz ve serkeş ata pek yaklaşma... kendine aklı ve dini kılavuz
et, onlara uy vesselâm!
Bu azmini sakın hor görme, ehemmiyetsiz sanma... bu yolda sabır lazım,
çekilecek mihnetlere tahammül gerek!
Mescid-i Aksânın binası
Süleyman, Kâbe gibi temiz, Mina gibi yüce olan o yapıya başladı.
Yapısında tekellüflerde bulundu... öbür yapılar gibi rasgele ve
değersiz bir yapı değildi o!
Yapı için dağdan kesilen her taş, apaçık Önce beni götürün derdi.
470.Âdemin yoğrulduğu su ve toprak gibi o yapının her kerpicinden nur
parladı.
Taş, hammalsız geliyordu... o kapı, o duvarlar, âdeta canlıydı.
Tanrı daima der ki: Cennetin duvarları, bu duvarlar gibi cansız ve
çirkin değildir.
Ten kapısı, ten duvarı gibi uyanıktır... cennet evi de diridir; çünkü
padişahlar padişahına mensuptur orası!
Ağaç da cennet ehliyle konuşur, söz söyler, meyve de, akan duru sular
da!
475. Çünkü cenneti aletle yapmamışlardır ki... orası amellerden,
niyetlerden yapılmadır.
Bu yapı ölü sudan, ölü topraktan yapılmıştır; o yapı diri ibadetlerle
kurulmuştur.
Bu aslına benzer, dağınıklıklarla doludur... o da aslı olan ilme,
amele benzer!
Oradaki taht da, köşk de, taç da, elbise de cennet ehline sorular
sorar, cevaplar verir!
Döşemesi, döşeyen olmaksızın döşenmiştir... o ev, süpürgesiz
süpürülmüş, temizlenmiştir!
480. Gönül evine bak! Gamla tozlandı mı süpürgeci olmaksızın tövbeyle
süpürülür, arınır.
O yurdun tahtı, kimse taşıyıp götürmeksizin gider yürür... kapı
halkası da güzel seslerle şarkılar söyler, çalgılar çalar, kapı da!
Gönülde de o ebediyet yurdu olan cennetin diriliği var... fakat ne
fayda, dilime gelmiyor ki, söyleyemiyorum ki!
Süleyman her sabah çağı halkı irşad için mescide girdi mi,
Gah sözle, gâh nameyle, sazla gâh işle, yani rükû ederek, yahut namaz
kılarak halka öğüt verirdi.
485. İşle olan öğüt, halkı daha ziyade çeker... çünkü bu öğüdü
sağırların bile can kulakları duyar!
Sonra bu öğüt de emirlik vehmi de az olur... bu yüzden halka
adamakıllı tesir eder!
Tanrı razı olsun,Osmanın ilk halifeliğindeki hutbesi,işe öğüt
veren,sözle öğüt verenden yeğdir.
Osman, halife olur olmaz hemen koşup minbere çıktı.
Ulular ulusu peygamberin minberi üç basamaktı. Ebubekir, minbere
çıkınca ikinci basamağa,
Ömer de zamanında İslama ve dine saygısı dolayısıyla üçüncü basamağa
oturmuştu.
490. Osmanın devri gelince o üst basamağa çıktı, o bahtı kutlu, oraya
oturdu.
Herzevekilin biri ona sordu: İlk iki halife, Peygamberin yerine
oturmadılar.
Sen nasıl oldu da onlardan üstün olmaya kalkışıyorsun? Halbuki mertebe
bakımından onlardan aşağısın sen.
Osman dedi ki: Üçüncü basamağa otursaydım beni Ömere benziyorum
sanırlardı.
İkinci basamağa otursaydım diyebilirlerdi ki bu Ebubekire benziyor,
onun misli!
495. Bu üst basamak, Mustafanın makamı... o padişaha benzememe zaten
imkanı yok.
Ondan sonra o merhametli halife, hutbe okuyacak yerde ta ikindiye
yakın bir zamana kadar sustu kaldı.
Kimsede, hadi okusana diyecek bir kudret de yoktu, mescitten çıkıp
gidecek kudret de!
Halkın ileri olanlarına da bir heybet çökmüştü, bayağılarına da.
Mescidin içi, damı nurla dolmuştu!
Can gözü açık olanlar o nuru görüyorlardı... bırak onları, körler bile
o nurla hararete gelmiş çoşmuşlardı!
500. Körün gözü, güneşin doğduğunu hararetinden anlar.
Fakat bu hararet, her duyulanın hakikatı görülsün diye gözü açar...
Ve hararetinde bir sıkıntı bir hal vardır... hakiki güneşin
hararetiyle gönlü açar, gönüle bir ferahlık, bir genişlik verir!
Kör, evveline evvel olmayan Tanrı nuruyla hararetlendi mi ferahından,
ben görüyorum, gözlerim açıldı benim der.
Güzelim, adamakıllı ve hoş bir sarhoşluktur bu...yalnız can gözünün
açılması için aşılacak az bir yol vardır.
505. Bu körün güneşten nasibidir...Tanrı doğrusunu daha iyi bilir ya...
bunun gibi belki yüzlerce nasibi de var!
O nuru gören kişinin ahvalini anlatmak, hiç Ebu Ali Sinanın harcı
mıdır?
Yüz kat kuvvetli bile olsa bu dil, kim oluyor ki eliyle görüş
perdesini oynatmaya kalkışıyor?
Perdeye elini sürerse vay ona... Tanrı kılıcı elini kesiverir!
Hatta el de nedir ki? Bilgisizliğinden serkeşlik eden başı bile keser,
koparır!
510. Bunu söz olsun diye söyledim... yoksa onun eli nerede, o nerede?
Hani derler ya ... teyzenin tenasül aleti olsaydı dayı olurdu, işte bu
sözde onun gibi!
Dilden, sınıklıktan arınan göze... söylenen nakledile gelen sözden
görülen,bilinen hakikate yüz binlerce yıllık yol var desem yine de az
söylemiş olurum!
Fakat kendine gel, sakın gökyüzünün nurundan ümit kesme... Tanrı
dilerse o nur, bir anda sana erişiverir!
Mesela yıldızların madenlere yüzlerce tesiri vardır... Tanrı kudreti
onu, madenlere her an ulaştırmadadır.
515. Gökyüzünde bir yıldız olan güneş, karanlıkları giderir... Tanrı
güneşiyse Tanrı sıfatlarında daimidir.
Ey yardım isteyen, güneşin tesiri, beş yüzyıllık yola olan gökten
yeryüzüne geliverdi ya!
Zuhale üç yüz bin beş yüz yıllık, hatta daha da nice fazla bir yol
var... fakat tesiri, anbean görünüp durmada!
Dilerse Tanrı, güneş doğunca gölgenin dürülüp kaybolduğu gibi onun da
tesirini dürer kaybeder... güneşe karşı gölgenin ne değeri olabilir?
Yıldız gibi tertemiz ruhlar, gökyüzündeki yıldızlara feyiz verir,
yardım eder!
520. Görünüşte o yıldızlar, bizim varlığımıza, sağlığımıza sebeptir
ama hakikatte bizim batınımız, bizim içyüzümüz, gökyüzünün durmasına,
varlığına sebeptir!
Hûkemâ, insan küçük âlemdir derler, fakat Tanrı hakîmleri insan büyük
âlemdir demişlerdir.Çünkü hûkemânın bilgisi, insanın sûretine aittir,
bu hakîmlerin bilgisiyse hakikâtte insanın hakikâtine ulaşmıştır.
Sûrette sen küçük bir âlemsin ama hakikatte en büyük âlem sensin.
Görünüşde dal, meyvanın aslıdır; fakat hakikatte dal meyva için var
olmuştur.
Meyva elde etmeğe bir meyli, meyva vermeğe bir ümidi olmasaydı hiç
bahçıvan, ağaç diker miydi?
Şu halde meyva, görünüşte ağaçtan doğmuştur ama hakikatte ağaç,
meyvadan vücut bulmuştur.
525. Mustafa, onun için Âdemle bütün peygamberler, benim ardımda ve
sancağımın altındadır dedi.
O hünerler sahibi, onun için Biz, sonda gelen, fakat en ileri giden
ve öndölü alanlarız buyurdu.
Sûret bakımından ben Âdemden doğmuşum ama hakikatte onun atasının
atasıyım ben!
Melekler, bana secde ettiler...Âdem, benim ardımdan yürüdü, yedinci
kat göğün üstüne çıktı!
Hakikatte babam, benden doğdu... ağaç, meyvadan vücud buldu.
530. İlk düşünce, iş âleminde son olarak zuhûr etti.Hele vasfa mazhâr
olan düşünce!
Hâsılı bir an içinde gökten nice kervanlar gelmekte,göğe nice
kervanlar gitmektedir!
Bu yol, bu kervana uzun gelmez... ova, üstün gelen kişiye geniş gelir
mi hiç ?
Gönül, her an kâbeye gitmekte... benden de Tanrı lûtfuyla gönlün
tabiatına bürünmekte!
Bu uzunluk, kısalık, bedene göredir...Tanrının bulunduğu yerde
uzunun, kısanın lâfı mı olur ?
535. Tanrı, cismi tebdil etti mi gayrı fersaha bile bakmadan yürür
gider!
Ey yiğit lâfı bırak gayrı! Şimdi yüzlerce ümit var, hemen adım ata
gör!
Gözünü bir yumdun mu bakarsın ki gemide oturmuşsun, uyuyorsun...öyle
olduğu halde yol almadasın!
Ümmetim, Nuh gemisine benzer... o gemiye giren kurtuldu, girmeyen
boğuldu gitti hadîsinin tefsîri
Peygamber, bunun için Ben; zemâne tufanına gemi gibiyim;
Biz ve ashabım, Nuhun gemisine benzeriz.Kim bu gemiye el atar, kim bu
gemiye girerse kurtulur buyurdu.
540. Şeyh beraber olunca kötülüklerden uzaksın...gece gündüz
gitmektesin; gemidesin.
Canlar bağışlayan cana sığınmışsın...gemiye girmiş, uyuyorsun; öyle
olduğu halde yol almaktasın!
Zamanın peygamberinden ayrılma...kendi hünerine, kendi dileğine pek
güvenme !
Aslan bile olsan değilmi ki kılavuzsuz yol almaktasın; kendini
görüyorsun, sapıksın, hor hâkirsin.
Ancak şeyhin kanatlarıyla uçta şeyhin askerlerinin yardımını gör!
545. Bir zaman olur, onun lûtuf dalgaları, sana kanat kesilir; bir an
gelir, kahır ateşi seni taşır, götürür!
Kahrını, lûtfunun zıddı sayma pek...tesir bakımından ikisininde
birliğini gör!
Bir zaman seni toprak gibi yeşertir...bir zaman seni sevgilinin
havasıyla doldurur, şişirir!
Ârifin bedenine cemad vasfını verir de orada neşeli güller, nesrinler
bitirir!
Fakat bunları o görür, başkası değil...temiz içten başka hiçbir şey
cennetin kokusunu alamaz!
550. İçini, sevgiyi inkârdan arıt da orada onun gül bahçesindeki
reyhanlar bitsin!
İçini arıt da Muhammedin Yemen ülkesinde Rahman kokusunu aldığı gibi
sende benim sevgilimin ebedîlik kokusunu bul!
Miraç edenlerin safında durursan yokluk, seni Burak gibi göklere
yüceltir.
Yere mensup ve ancak aya kadar yüceltebilecek miraç değildir
bu...kamışı, şekere ulaştıran miraça benzer!
Bu miraç, buğunun göğe akması gibi bir miraç değildir...ana karnındaki
çocuğun bilgi ve irfân derecesine ulaşmasına benzer!
555. Yokluk küheylânı, ne de güzel bir buraktır... yok olduysan seni
varlık makamına götürür!
Dağlar, denizler ancak tırnağına dokunabilir; o derece süratlidir...
duygu âlemini derhâl geride bırakıverir!
Ayağını gemiye çekte can sevgilisine giden can gibi oturduğun yerde
yürüye dur!
Elsiz, ayaksız evveline evvel olmayan Tanrıya kadar git...canların,
yoklukta elsiz ayaksız varlık âlemine koştukları gibi!
Duyan, gaflet uykusunda olmasaydı, can kulağı açık bulunsaydı sözde
kıyas perdesini yırtardın ya!
560. Ey felek, onun sözlerine inciler saç... ey cihân, onun cihânından
utan!
Eğer inciler saçarsan incilerin yüz kat fazlalaşır...câmid cismin
görür, sevilir bir hâle gelir.
O saçtığın incileri kendin için saçtın demektir...çünkü her çesit
sermâye yüz misli artar!
Belkisin Sebe şehrinden Süleyman aleyhisselâma hediye göndermesi
Belkısın hediyesi kırk katır yükü altın kerpiçti.
Hediyeleri getirenler, Süleymanın saray meydanına girince bir de
gördüler ki yer, tamamı ile halis altınla döşenmiş!
565. Altın üstünde tam kırk konaklık yol aldılar...Artık altın
gözlerine su gibi bile görünmüyordu, o kadar ehemmiyetsiz bir hale
gelmişti.
Defalarca bu altınları, getirdiğimiz yere götürelim... biz ne
olmayacak iş yapıyoruz;
Toprağı bile halis altın olan bir yere hediye olarak altın götürmek
aptallıktır dediler.
Ey Tanrıya aklı hediye götüren, akıl, orada yoldaki topraktan da
aşağıdır!
Hediyenin makbule geçmeyeceğini anladıklarından utangaçlıkları, âdeta
onları gerisin geriye itmekteydi!
570. Sonra yine dediler ki: İster makbule geçsin, ister geçmesin...
bize ne? Biz emir kuluyuz!
Altın olsun toprak olsun...biz, götürmeye mecburuz... buyruk verenin
buyruğunu yerine getirmek mecburiyetindeyiz.
Geri götürün derlerse yine fermana uyar, getirdiğimiz hediyeyi geri
götürürüz!
Süleyman, hediye getirenleri ve getirdikleri hediyeyi görünce gülmeye
başladı. Ben, sizden tirit istedim mi ki?
Ben,bana hediye verin demedim; hediyeye layık olun dedim.
575. Bana gayb âleminden eşi görülmedik hediyeler gelmekte... öyle
hediyeler ki insan, onları istemeye niyetlense aklına bile getiremez!
Siz, yer altındaki madeni altın haline getiren bir yıldıza, güneşe
tapıyorsunuz... o yıldızı yaratana yüz tutun!
Değeri yüce olan canınızı hor hakir ederek gökteki güneşe
tapıyorsunuz.
Güneş Tanrı emriyle bizim aşçımızdır, çiyleri pişirir... artık ona
Tanrı dersen aptallıktır bu!
Güneş tutulursa ne yaparsın? Ondaki o karaltıyı nasıl giderirsin?
580. Nihayet yine Tanrı tapısına yüz vurup ya Rabbi. O karaltıyı
gider, yine ona nurunu ver demez misin?
Gece yarısı seni öldürmeye kalkışsalar ağlayıp yalvaracağım, yahut
aman dileyeceğim güneş nerede?
Hadiselerin çoğu da hep geceleyin olur... halbuki geceleyin taptığın
tanrı ortada yoktur.
Tanrıya gönül doğruluğu ile eğilirsen yıldızlardan kurtulur, Tanrıya
mahrem olursun!
Mahrem oldun mu sana ağız açar, sırları söylerim... bu suretle gece
yarısı bir güneş görürsün sen!
585. Onun, temiz ruhtan başka doğuşu... yok doğmasında da geceyle
gündüz farkı olamaz.
Gündüz, onun doğduğu zamana derler... geceleyin doğdu, parladı mı
ortada gece kalmaz.
Bu görünen güneş, o güneşin önünde adeta güneşe karşı zerre nasıl
görünürse öyle görünür!
Âlemi aydınlatan, parlatan bu güneşin gözü, o güneşi görünce kamaşır
şaşırır kalır!
Arşın nuruna... arşın o sonsuz ve hadsiz ışığına karşı bu güneşi bir
zerre gibi görürsün!
590. Göze Tanrıdan bir kuvvet gelince zahiri güneşi hor ve yoksul
görür, bayağı bulursun!
Tanrı, öyle bir kimyagerdir ki onun bir tesiriyle duman, yıldız haline
gelmiştir...
Öyle bir görülmedik iksiri vardır ki karanlığı güneş haline
getirmiştim.
Bir acayip sanatkardır ki bir sanatıyla zühale bu kadar hassa
vermiştir... artık sen öbür can yıldızlarıyla can incilerini de var,
buna kıyas et!
595. Duygu gözü, güneşe zebundur; ilahi bir göz ara, ilahi bir göz bul
da, Onun bakışına karşı şimşekler saçan güneşin nurları zebun olsun!
O bakış nura mensuptur, bu bakış, nâra... ateş, nûra karşı adamakıllı
kara görünür!
Tanrı sırrını kutlasın,Şeyh Abdullah-ı Mağribinin kerametleri
Şeyh Abdullah-ı Mağribi dedi ki: Altmış yıldır ben gece nedir,
görmedim.
Bu altmış yıl içinde ne gündüz, ne de gece... hiçbir sebeple bir
karanlığa düşmedim.
600. Sofiler de şeyhin sözünün doğruluğunu söylemişler, demişlerdi ki:
Geceleri ardında giderdik.
Dikenlerle, çukurlarla dolu olan çöllerde yürürdük... o, dolunay gibi
önümüzde giderdi.
Yüzünü geriye çevirmeden gece vakti, Dikkat edin, önünüzde çukur var,
sola doğru yürüyün derdi.
Bir an sonra da Sağa gidin, ayağımızın altında diken vardiye
seslenirdi.
Gündüz olur, biz ayağını öperdik... görürdük ki ayakları gelin ayağı
gibi!
605. Ne topraktan eser var, ne çamurdan... ne diken yırtmış, ne taş
yaralamış!
Tanrı, Mağribîyi maşrıkî etmişti... Batıyı ona doğu gibi nurlar saçan
bir hale getirmişti!
Bu serkeş güneşin nuru, aşk meydanının öyle bir atıdır ki halkın ileri
gidenlerinin gününü de o korur, geri kalanların gününü de o!
O yüce nur nasıl korumaz ki binlerce güneşi izhar eden odur.
Sen onun nuru ile emniyet içinde yürüye dur... ejderhalar, akrepler
arasında yol almaya bak!
610. O pak nur, senin önünde gider durur... her yol vuranı tutar,
paramparça eder!
Tanrı, kıyamet gününde Peygamberini utandırmaz ayetini doğru bil;
Müminlerin nurları, önlerinde ve sağlarında yürür yollarını
aydınlatır ayetini oku!
O nur kıyamette çoğalır ama Tanrıdan o nuru burada da istemeli!
Çünkü Tanrı istenen şeye delalet etmeyi daha iyi bilir ama buluta da
can nuru bağışlar karanlığa da!
Süleyman aleyhisselâmın Belkisin elçilerini,getirdikleri hediyelerle
beraber Belkise göndermesi ve Belkisi güneşe tapmadan vazgeçip
Tanrıya inanmaya davet etmesi
Süleyman Peygamber, o elçilere dedi ki: Ey utanan elçiler, geri dönün
... altın sizin olsun; bana gönül getirin, gönül!
615. Benim bu altınlarımı da alın da o altınlara ilave edin...
körlüğünüzü anlayın da o altınları katırın fercine sokun!
Katırın ferci, altın kilit vurulmaya layıktır... Aşığın altınıysa
sapsarı yüzüdür!
O yüz, Tanrının nazar ettiği yerdir... halbuki altın madenine güneş
nazar eder!
Maden güneş ışığının nazargâhıdır;âşıkın yüzü hakikatlere sahibolan
Tanrının nazargâhıdır.
Şimdi de bana gelip çattınız, benim esirimsiniz ama yine benim sizi
yakalamamdan korkun, canınızı siper edin!
620. Taneye kapılmış kuş dam üstündedir ama kanadı açık olduğu halde
tuzağa tutulmuştur o!
Mademki gönlünü canla başla taneye verdi... sen onu tutulmadan
tutulmuş bil!
Taneye bakıp duruyor ya... sen o bakışları, ayağına vurulan düğüm say!
Tane, sen şimdi bana hırsızlama bakıyorsun ama hele sabret; asıl ben
seni çalıyorum;
O bakış, sonunda seni bana çekince anlarsın ki ben senden gafil
değilim der!
Terazinin dirhemi baş yıkayacak kil olan aktarın kilini,aktar şeker
tartarken kil yemeyi âdet edinmiş olan müşterinin gizlice ve
hırsızlama çalması
625. Toprak yemeyi adet edinmiş olan birisi bir aktara gidip kelle
şekeri almak istedi.
O hilebaz ve gönlü bozuk aktarın terazisinde dirhem ve taş yerine
toprak vardı.
Dedi ki: Benim terazimin dirhemi topraktır. Şeker almaya niyetin varsa
sabret de dirhem bulayım.
Adam Mühim bir işim var, şeker almam lazım... dirhemin ne olursa
olsun, zararı yok dedi.
Kendi kendisine de Toprak yemeyi adet edinen kişiye taş nedir ki?
Toprak altından daha iyi!
630. Hani o kılavuz kadın gibi...oğlum, pek güzel bir kız buldum.
Pek güzel ama ondan başka bir şey daha var:o namuslu kız, helvacı kızı
demiş de,
Evlenecek adam böyle olması daha iyi ya... helvacının kızı daha yağlı,
daha tatlı olur demiş!
Onun gibi senin de taş dirhemin yok da taş yerine toprak kullanıyorsan
daha iyi ya... toprak benim gönlümün istediği meyve! diyordu.
Aktar, terazisinin dirhem gözüne dirhem vazifesini gören taş yerine
toprak parçasını koydu.
635. Öbür gözüne koymak üzere de o toprağın ağırlığınca şeker kırmaya
koyuldu.
Şekeri kesip kıracak bir aleti olmadığı için biraz gecikti, müşteriyi
de orada bıraktı.
Aktarın yüzü öbür yanaydı... toprak yemeyi adet edinmiş olan müşteri,
dayanamadı... gizlice ve güya aktara göstermeden toprağı koparıp
yemeye başladı.
Ansızın döner de beni görüverir diye de korkmaktaydı.
Aktar, bunu gördü... gördü ama kendisini meşgul gösterdi. Diyordu ki:
A sararmış suratlı, hadi biraz daha fazla çal!
640. Toprağımı çalıyorsan bana bir şey olmuyor; sen, adeta kendi
yanından et koparıyor, kendi etini yiyorsun!
Benden korkup duruyorsun ya eşekliğinden... ben de az yiyeceksin diye
korkmaktayım!
Meşgulüm ama kamışımdan sana fazla şeker verecek kadar da ahmak
değilim ben!
Alacağın şekeri görünce kimin ahmak ve gafil olduğunu anlarsın, hele
dur
Kuş, o taneye baktıkça bakar, hoşlanır ama tane de uzaktan o kuşun
yolunu vurur!
645. Göz zinasından hoşlanırsın ama nihayet kendi yanından kopardığın
eti kebap edip yemiyor musun ki?
Bu uzaktan bakış ok ve zehir gibidir... gittikçe sevgin artar, sabrın
eksilir!
Dünya malı zayıf kuşların tuzağıdır...ahiret mülkü, yüce kuşların
tuzağı!
Hattâ bu ahiret mülkü, öyle bir derin tuzaktır ki ulu ulu kuşları
avlar!
Ben Süleymanım, sizin mülkünüzü istemem... mülk istemek şöyle dursun,
ben sizi, helâk edecek şeylerden kurtarırım!
650. Şimdi siz, malın, mülkün esirisiniz... mala mülke sahip olan
kişi, helâk olmaktan kurtulan, mala, mülke esir olmayan kişidir.
Halbuki ey âleme esir olan, aksine adını bu cihanın emîri taktın!
Hakikatte sen, bu âlemin esirisin, canın, bu cihan hapsine
düşmüştür... öyle olduğu halde niceye,bir kendine cihan sahibi deyip
duracaksın?
Süleyman aleyhisselâmın elçilerin gönlünü alması,onlara iltifatta
bulunması,gönüllerindeki ürkekliği gidermesi ve hediyeleri kabul
etmediğinden özür dileyip,kabul etmemesinin sebeplerini anlatması
Ey, elçiler, tez sizi elçi olarak gönderiyorum... bu hediyeleri
reddetmem, sizin için kabul etmemden yeğdir.
Belkısın yanına gidince gördüğünüz şaşılacak şeyleri, altın ovasını
hep söyleyin.
655. Söyleyin de benim altına tamah etmediğimi, altını yaratandan
altın elde ettiğimi anlasın.
O Tanrı, öyle bir Tanrıdır ki dilerse bütün yeryüzünü baştanbaşa
altın ve değeri biçilmez inci haline getirir.
Ey altını seçen, onu seven, onun için Tanrı mahşer gününde bu
yeryüzünü gümüşten halk edecektir.
Biz altına aldırış bile etmeyiz... sanatlarımız çok bizim; bütün
yeryüzündekileri altın haline getiririz biz!
Sizden altın mı isteriz biz? Biz sizi kimyager yaparız.
660. Sebe mülkü bile olsa vazgeçin o dünya mülkünden... suyun toprağın
dışında nice mülkler var!
Senin taht dediğin şey, tahtadan yapılma tuzaktır... konduğun yeri baş
köşe sanmışsın ama kapıda kala kalmışsın!
Sen daha kendi sakalına hüküm yürütemiyor, ona bile padişahlık
edemiyorsun; artık nasıl olurda iyiye, kötüye padişahlık yapmaya,
hüküm yürütmeye kalkışırsın?
İstemediğin halde sakalın ağarıyor... gayri ey eğri ümitli, sakalından
utan!
Asıl o Tanrı mülk ve saltanat sahibindir, kendisine baş eğene bu
topraktan yaratılan dünya şöyle dursun, yüzlerce mülk, yüzlerce
saltanat ihsan eder.
665. Fakat Tanrı tapısında bir secde, sana iki yüz devlet ve
saltanattan daha hoş gelir.
Ben ne mal isterim, ne mülk... ne devlet isterim, ne saltanat... bana
o secde devletini ihsan et, yeter diye ağlayıp sızlanmaya başlarsın!
Cihan padişahları, kötülüklerinden dolayı kulluk şarabından bir koku
bile almamışlar.
Yoksa onlar da Edhem gibi, hemencecik coşarlar, sarhoş olurlar, dünya
saltanatını vurup kırarlardı!
Fakat Tanrı, bu âlem dursun, mamur olsun diye gözlerini ağızlarını
kapamıştır.
670. Bu suretle de onlara taht ve taç tatlı gelir, âlemdeki halktan
haraç alalım derler...
Fakat haraç ala ala kum gibi altın yığsın yine ölür, geberirsin, onlar
senden arta kalır!
Mal, mülk, devlet ve altın, canına yoldaş olmaz... sen altın ver de
görüşünün kuvvetlenmesi için sürme al!
Bu sürmeyi çek de şu âlemin daracık bir kuyu olduğunu gör; Yusufcasına
ipe el at!
Kuyudan çıkıp dama yücelince görenler, müjde, işte bize bir köle
desinler!
675. Kuyuda göz, akisler yapar, insana hayaller görünür... onların en
bayağısı şudur: Taş altın şeklinde görünür!
Oyun zamanı çocuklarda kızışırlar... o taş topaç kırıklarını altın ve
mal görürler ya.
Fakat Tanrı ârifleri kimyager olmuşlardır da onlara madenler bile
değersiz görünür artık!
Dervişin, şeyhleri rüyâda görüp kazanmaya uğraşmadan ve ibadetten
kalmadan helâl bir rızık dilemesi, onlarında onu irşâd etmeleri,
dağdaki acı ve ekşi meyvaların, şeyhlerin himmetiyle dervişe tatlı
gelmesi
Dervişin biri hikâye etti: Ben rüyâda Hızıra mensup olan erenleri
gördüm.
Onlara: Helâl olan ve hiç vebâli bulunmayan rızkı nereden elde
edeyim? dedim.
680. Beni dağlara ormanlara götürdüler... ormanlarda meyveleri
silktiler.
Tanrı, himmetimizle bunları sana tatlı etti...
Hemen ye bunlar temiz, helâl ve sayısız... aynı zamanda uğraşmaksızın,
başın ağrımadan, yükünü çekmeden, yukarı aşağı koşmadan elde edilen
rızıklardır dediler.
Onları yedim, sözümde öyle bir feyiz, öyle bir tesir hâsıl oldu ki
sözlerim, akılları hayran etmeye başladı.
Rabbim dedim, bu bir imtihan...sen bana bütün halktan gizli bir
ihsanda bulun!
685. Söz söyleyemez bir hale geldim... hoş bir gönüle sahip oldum;
zevkimden nar gibi yarıldım!
Dedim ki içimdeki bu zevk yok mu ya... cennette bundan başka bir zevk
olmasa bile,
Başka bir nimet istemem... bunu bırakıp da ceviz ve şeker yemeğe
girişmem!
Kazancımdan elimde bir iki habbe kalmıştı. Onları cübbemin yenine
dikmiştim.
Dervişin bu parayı şu oduncuya vereyim, çünkü ben şeyhlerin
kerametiyle rızık elde ettim demesi, oduncunun, dervişin bu niyetini
anlayıp incinmesi
Dervişin biri de odunculuk etmekteydi... yorgun argın ormandan geldi.
690. Onu görünce dedim ki: Artık benim rızıkla işim yok... bundan
sonra rızık için gam yemiyorum.
Kötü meyveler bana güzel ve hoş gelmekte... husûsi bir rızka nâil
oldum ben.
Mademki boğaz derdinden kurtuldum, birkaç habbem var, onları şuna
vereyim...
Şu oduncuya bağışlayayım da o da iki üç günceğiz rızık derdinden
kurtulsun!
Oduncu içinden geçeni anlıyormuş meğerse... çünkü kulağı, Tanrı
nuruyla nurlanmış!
695. Her düşünce , ona göre bir şişe içindeki kandil gibi. Hepsini
görüyormuş!
İçten geçen ondan saklanamıyor... o, bütün gönüllerden geçenlere emîr
kesilmiş!
O sırrına şaşılacak er, benim bu düşünceme karşı ağzının içinden
söylenip durmaktaydı.
Padişahlar hakkında böyle düşünüyorsun ha... onlar, sana rızık
vermeseler nasıl rızıklanacaksın ki demekteydi.
Ben sözünü anlayamıyordum ama azarlanması gönlüme iyice aksediyordu.
700. Derken aslan gibi heybetle önüme geldi, sırtındaki odun demetini
yere bıraktı.
AÇIKLAMALAR ( Beyitler 1 - 700 )
Satır 23. Su'da, Suat, Leylâ Selma gibi Arap şiilerinde geçen ve
muayyen bir kızdan ziyade sevgili mânasına gelen bir kadın adıdır.
Satır 3-5. Kur'an'ın 12nci suresi olan Yusuf suresinin 63 üncü
âyetinin son kısmıdır.
B. 7. H. Muhammed'in "Kim, her şeyini Tanrı'ya verir, Tanrı'ya
bağlanırsa Tanrı da onun her şeyini yapar, her dileğine eriştirir"
mealinde bir buyruğu bulunduğu rivayet edilmiştir.
B. 11. "Görüyor musun Ebu Cehl'i? Senin sözlerini yalan der ve imandan
yüz çevirirse.. bilmez mi ki Tanrı şüphesiz her şeyi bilir.. hayır,
bunu bilmez değildir; geri durmazsa onu perçeminden yakalarız..
yalancı ve sapığın perçeminden! Soyunu sopunu, boyunu, boydaşını
çağırsın da ona yardım etsinler bakalım! Yakında biz zebanileri
çağırırız.. çağırmaz mıyız, elbette çağırırız; ona uyma; secde et de
yaklaş!" Sure 96 (Alak), âyet 13-19.
B. 14. Mesnevi C. I, S. 10, B. 96 nın izahına bakınız.
B. 19. "Kutlu olsun o Tanrı ki gökte burçlar yaptı; orada kandil ve
nurlar veren ay yarattı". Sure: 25 (Furkan), âyet 61.
B. 34-36. Bu beyitler, Eflâkî tezkeresinde bir hikâyeden sonra
anılmıştır. Hikâyenin aynen tercümesi şudur: "Tanrı razı olsun,
Mevlâna Sıraceddîn-i Mesnevî-han rivayet etti; bir gün Çelebi
Hüsameddin hazretleri, Mevlâna'nın önünde yere baş koyup dedi ki:
Eshabımız, Hüdavendigâr'ın Mesnevi'sini okurlar ve huzur ehli onun
nuruna dalarken görüyorum, gayb topluluğu (melekler), ellerinde
değnekler ve kılıçlar olduğu halde geliyorlar. Kim, bu sözü ihlâsla
duymaz ve gönül doğruluğuyla dinlemezse onun imanının kökünü ve
dininin' dallarını kesiyorlar ve onu çeke çeke cehenneme götürüyorlar.
Mevlâna gördüğün gibidir buyurdu. Bunu Mesnevi'nin dördüncü cildinde
anlatırlar ve münkirlerin hallerinin sonunu izhar eder de derler
ki..."
B. 39. dan önceki başlıktaki âyet: Sure: 2 (Bakara); âyet: 216.
B. 78. S. l, B. 7 nin izahına bakınız.
B. 104. Bu beyitteki söz, meşhur Hüseyin İbn-al mansur
al-Hallâc'ındır. C. 3, S. 369, B. 3839 un izahına bakınız.
B. 185. "Sana dağları sorarlarsa de ki: "Rabbim onları paramparça,
zerre zerre eder.. dağların bulunduğu yeryüzünü de bomboş bir hale
getirir. Yeryüzünde ne bir çukur görürsün, ne bir tümsek, onu dümdüz
eder." Sure: 20 (Tâhâ), âyet: 105-107.
B. 185 den sonraki başlıktaki âyet. Mısır Azizinin karısı Zeliha,
Yusuf Peygamber'e âşık olmuş ve bir gün Yusuf'un bulunduğu odanın
kapılarını kapayıp kendisini Yusuf'a peşkeş çekmişti. Fakat Yusuf,
Tanrı korumasıyla kötü bir hale düşmemiş, kaçarken Zeliha, Yusuf'un
eteğine yapışmış, eteği ard tarafından yırtılmıştı. Bu sırada
Zeliha'nın kocası gelip bu hali görmüş, Zeliha âciz kalıp Yusuf'a
iftira etmişti. Zeliha'nın adamlarından birisi Yusuf'un gömleği, ön
taraftan yırtılmışsa Zeliha'nın doğru söylediğini, ard tarafından
yırtıldıysa yalan söylediğini bildirmiş, gömleğin arddan yırtıldığını
görünce Zeliha'nın kocası "kadınlar, bu, sizin hilenizden.. hileniz
pek büyüktür" demişti. Sure: 12 (Yusuf) âyet: 23-28.
B. 219. Tanrı adları, bir şeyin bilinmesi için konan adlara benzemez.
Onlar, Tanrı'nın zati sıfatlarından meydana gelme adlardır. Meselâ
Tanrı duyar, görür denince bu duyuculuk, görücülük: duymak ve görmek
sıfatlarından.. bilir denince bu bilirlik, bilgi sıfatından meydana
gelme birer addır ve bu sıfatlar da Tanrı'nın zati zuhurudur. İlleti
ula, Hukema mezhebince her şeyin varlığına sebep olan Aklıküldür.
Onlarca yaratıcı kudretin faal bir sıfatı vardır ki bu, Aklıküldür. Bu
fa'al, yani aktif sıfat, bir münfail, pasif sıfat meydana getirmiştir.
Buna Nefsikül denir. Aklıkülle Nefsikülden gökler meydana gelmiş,
göklerin dönüşünden yıldızlar ve unsurlar vücut bulmuş, göklerle
unsurların birleşmesi de cemat, nebat ve hayvanı vücuda getirmiştir.
Bu mezhebe göre aklıkül, Tanrı olan yaratıcı kudretin zatî bir
iktizasıdır. Tanrı aktif olmaya mecburdur ve Tanrı'dan meydana gelen
yalnız Aklıküldür. Aklıkülden Nefsikül meydana gelmiş ve kâinatı bu
ikisi izhar etmiştir. Hicretin beşinci asrında (XI) Mısır
Fatimîleri'nin Horasan'daki Hoccet-i olan ve İran şairlerinin ileri
gelenlerinden biri bulunan meşhur Nasır-ı Hiisrev'de
Rûşenayi-nâme'sinde bu inanışı "Yediyle dördü, yâni yedi kat gökle
dört unsuru o meydana getirdi, o yaptı demem; fakat aklı besleyen
izhar eden odur" beytiyle anlatır (Tahran tab'ı divan ve risaleleri.
Şemsi hicrî 1307, S. 518, B. 4) Yunan felsefesinin İslâmileşmiş
şeklinden başka bir şey olmayan Hukema felsefesini İsmailîler
benimsemişler ve yaymışlardır. Bunu sofilerin bir kısmı da kabul
etmiştir. Bu mesleğe göre "Birden ancak bir çıkar" ve Tanrı'nın izhar
ettiği, ancak zatî iktizası olan Aklıküldür. Bu bakımdan her şeyi
Tanrı tarafından yaratılmış sayan ve yaratışta da Tanrı'yı mecbur
bilmeyip muhtar bilen müslümanlıkla uyuşmasına imkân yoktur. Mevlâna
bu yüzden illeti ula, delilini de bozuk ve bâtıl saymaktadır. C. 3, S.
342, B. 3576 nın izahına da bakınız.
B. 276. C. l, S. 51, B. 528 in izahına bakınız.
B. 280. "Kötü sözler, kötü adamlarındır; kötü adamlara da kötü sözler
yaraşır.. temiz sözler, temiz adamlarındır; temiz adamlara da temiz
sözler yaraşır. Temizler, haklarında söylenen sözlerden arıdırlar.,
yarlıganmak ve pek güzel rızık, onlarındır." Sure: 24 (Nur) âyet: 26.
B. 283-285. "Müşrikler, peygamberlere dediler ki: biz, ancak başımıza
gelenleri sizden biliyor, sizin bu dâvanızı şom sayıyoruz.. bu işten
vazgeçmezseniz sizi taşlarız, bizden pek acı, pek elemli bir azaba
uğrarsınız." Sure: 36 (Yasin), âyet: 18.
B. 296. "Ey inananlar, söz ancak budur: Tanrı'ya şirk koşanlar pistir.
Bu yıldan sonra Kabe'ye yanaşmamalıdırlar..." Sure: 9 (Tevbe), âyet:
28.
B. 299. Mısır'da yumurtanın fışkı içine gömüldüğünü ve bu suretle
civciv çıkarıldığını anlıyoruz.
B. 318. Mesnevi'yi Mevlâna söyler, Çelebi Husameddin yazardı.
Anlaşılıyor ki bu yazdırma sırasında akşam olmuş, vakit gecikmiş;
ertesi güne, yahut başka bir vakte bırakılıyor.
B. 324-327. Dervişlerde ve bilhassa Mevlevilerde bir kusurda bulunan
derviş, kapı yanında sağ ayağının baş parmağını sol ayağının baş
parmağı üstüne koyup sağ kolu üstte olmak ve parmaklar açık bulunmak
üzere, sağ eliyle sol omzunu, sol eliyle sağ omzunu tutarak niyaz
vaziyetinde durur ve kusurunu söyler. Şeyh, bu kusura göre ona bir
ceza tertip eder, yahut ihvanı, yani yol kardeşleri huzurunda onu
usulen döver. Bu suretle suçu affedilir. Sağ eliyle sol kulağını, sol
eliyle sağ kulağını tutarak da niyaz vaziyetinde durmak vardır. Buna
pabuçluk mânasına gelen "pâymâçan" dan bozma "peymançede durmak"
denir. B. 324 teki babadan maksat Âdem Peygamber'dir. B. 327 için
bakınız: C. I, S. 122, B. 1241.
B. 332. "Kaza gelince göz kör olur" diye bir söz vardır.
B. 350. Ebucehil. C. 2, S. 74, B. 809 un izahına bakınız.
B. 351. Ebııbekir'in, Peygamber'den mucize istemeyerek yüzünü görür
görmez iman ettiği rivayet edilir.
B. 353. Murtaza, H. Muhammed' in amcasının oğlu ve damadı H. Ali' nin
lâkabıdır. Razı edilmiş, razı olmuş mânasına gelir. H. Muhammed, Tebük
savaşına giderken Ali'yi Medine'de kendisine halife olarak bırakmış,
Ali de "Ey Tanrı elçisi, beni çocuklarla kadınlara mı halife ettin?"
demiş. H. Muhammed "Ya Ali, Musa'ya göre Harun ne rütbedeyse sen de
bana göre o rütbedesin, yalnız farkı şu: Benden sonra peygamber
yoktur; buna razı değil misin?" deyince Ali "Razı oldum, razı oldum"
demiş ve bu andan itibaren kendisine Murtaza, denmiştir.
B. 387 den sonraki başlık. Mesçid-i Aksa, Süleyman Peygamber'in
Kudüs'te Tanrı için yaptırdığı büyük ve pek süslü mâbeddir. Tevrat' ta
bu mabedin yedi yılda yapıldığı anıldığı gibi nasıl olduğu da uzun
uzun anlatılır. (Kitabı mukaddes tercüme, 1908 İstanbul, Mülûk-i
sâlis, bap 5-6).
B. 405 ten sonraki başlık. 49 uncu sure (Hücürat), âyet: 10. Böyle bir
hadis rivayet edilmiştir. Son kısım, ikinci surenin (Bakara) 285 inci
âyetinden alınmadır.
B. 411. C. 2, S. 18, B. 188 in izahına bakınız.
B. 426. Altı fitilden maksat beş duyguyla hissi müşterek denen
duygudur.
B. 444. "Şüphe yok, hepsi de gelirler, yanımızda hazır olurlar." Sure:
36 (Yâsin), âyet: 32.
B. 506. Şeyh al-Reis diye anılan ve hicretin 428 inci yılında
(1036-1037) vefat eden meşhur İslâm hekim ve filozofu Ebu Ali
Sina'dır. Bu zatın birçok eserleri vardır. Bunlar Lâtinceye çevrilmiş
ve orta çağda Avrupa' da okunmuştur. Avrupalılar, bu büyük filozofa
Avicenne derler. Yunan felsefesinin İslâmileşmiş bir şeklinden başka
bir şey olmayan Hukema felsefesini yayan en meşhur filozof budur.
B. 520 den sonraki bahis. Hukema, yani Yunan felsefesinin İslâmileşmiş
şeklini kendilerine meslek ve mezhep ittihaz edenler, insana "Alem-i
suğra - Küçük âlem" derler. Fakat sofilerce insan, göklerle dört
unsurun hulasası olduğu gibi insanda cemat, nebat ve hayvanın
kabiliyetlerinden başka bir de anlayış ve söz söyleme kabiliyeti
bulunduğundan "Alem-i Kübrâ - Büyük Alem" dir ve bütün kâinat, ağacın
çekirdekte bulunduğu gibi insanda bulunur. Ali'ye isnad edilen ve
"Derdin sendendir de bilmezsin; ilâcın sendedir de görmezsin. Sen,
kendini küçücük bir varlık mı sanırsın? Koca âlem, senin içinde
dürülmüştür. Sen öyle bir açık kitapsın ki harfleriyle gizli sırlar
meydana çıkar" mealinde bir de şiir vardır.
B. 525. Böyle bir hadis rivayet edilmiştir.
B. 526. C. 2, S. 283, B. 3056 nın izahına bakınız.
B. 537. Böyle bir hadis rivayet edilmiştir.
B. 551. C. 2, S. 141, B. 1203 ün izahına bakınız.
B. 562 den sonraki bahis. Kur'an'ın 27 nci suresi olan "Neml"
suresinde bir gün Hüthüd'ün, Süleyman Peygamber'in meclisinde
bulunmadığı, sonra gelip Seba diyarında bir kadının hükümdar olduğunu,
kendisinin ve kavminin güneşe taptıklarını, onun bir büyük tahtı
bulunduğunu haber verdiği, Süleyman'ın o kadına Hüthüt' le mektup
gönderip imana davet ettiği gibi yanına da çağırdığı, Süleyman'a
hediye gönderdikleri, Süleyman'ın o hediyeyi ehemmiyetsiz bulduğu
nihayet Asafın kadını, göz yumup açıncaya kadar az bir zamanda
tahtiyle beraber Süleyman'ın yanına getirdiği ve Süleyman'ın azametini
gören kadının imana geldiği anlatılmaktadır (âyet: 20-44).
B. 597 den sonraki bahis. Adı ismail oğlu Muhammed olan Ebu Abdullah-ı
Mağrî'nin hal tercemesi Nefahat' ta vardır. Hicrî 299 da (911-912)
vefat etmiş, Tur dağına gömülmüştür. Nefahat, Mesnevi' deki hikâyeyi
Şeyhülislâm Ebu Abdullah-ı Ansari'den nakletmektedir (Nefahat
tercümesi, İstanbul 1289, S. 142).
B. 611. "Ey inananlar, Tanrı'ya, yaptıklarınızı bir daha yapmamak
üzere adamakıllı tevbe edin de Tanrı, Peygamber'i horlamadığı, hattâ
onu yücelttiği gün sizin de kötülüklerinizden geçsin, suçlarınızı
yargılasın ve sizi altından nehirler akan cennetlere soksun..
inananlar da o gün Peygamber'le beraberdir. Nurları önlerinde ve
sağlarında onlarla beraber yürür durur. Derler ki: Rabbimiz, nurumuzu
tamamla, suçlarımızı ört, şüphe yok aynen, her şeye kadirsin." Sure:
66 (Tahrîm) âyet: 8.
B. 668. İbrahim Ethem için bakınız C. 2, S. 86, B. 929 un izahı.
|