Nefsin neyi isterse ihtiyarın var, fakat aklının
istediği şeyde mecbursun ha!
Bahtı yaver ve talihi kutlu olan bilir ki akıl ve zeka taslamak
iblistendir, aşk Âdemden!
Akıl ve zeka denizde yüzgeçliğe benzer... bundan az kişi kurtulur ve
yüzgeçlikte bulunan nihayet gün gelir, gark olur gider!
Yüzgeçliği bırak, kibirden, kinden vazgeç...bu ırmak değil; denizdir
deniz!
1405. Hem de öyle sığınılacak bir yeri olmayan uçsuz bucaksız deniz ki
yedi denizi bir saman çöpü gibi kapı verir!
Aşk, ileri gidenler için bir gemiye benzer...gemiye binen kişinin bir
âfete uğraması nadirdir, çok defa kurtulur.
Aklı zekayı sat da hayranlığı satın al... akıl ve zeka zandır,
hayranlıksa bakış görüş!
Aklı Mustafanın önünde kurban et...Hasbiyallah de, yani Tanrım bana
yeter!
Kenan gibi gemiden baş çekme... ona da zeki aklı bu gururu vermiş
aldatmıştı.
1410. Ben yüce bir dağın üzerine çıkar kurtulurum, neden Nuha minnet
edeyim? Dedi.
A akılsız nasıl olurda onun minnetini çekmezsin! Tanrı bile onun
mihnetini çekmekte.
Nasıl olur canımız ona minnettar olmaz! Tanrı bile ona şükretmede,
minnet etmede!
A hasetle dolu mağrur kişi, onun minnetini Tanrı bile çekiyor!
Keşke o yüzme öğrenmeseydi de Nuha minnet etse, gemiye girmeye tamah
etseydi!
1415. Keşke çocuk gibi hilelere cahil olsaydı da çocuklar gibi anasına
el atsa, anasına sarılsaydı!
Yahut da nakli bilgi ile az dolu olsaydı da gönlü bir velîden vahiy
ilmini kapsaydı!
Böyle bir nur varken kitabı önüne açarsın vahiy ile dinlenen ruhunda
seni azarlar!
Zamanın kutbunun sözüne karşı nakli ilim, bil ki su varken teyemmüm
etmeye benzer!
Kendini aptal yerine koy, ona uy da yürü...ancak bu aptallıkla
kurtulabilirsin!
1420. Babam, insanların padişahı, bunun için cennetliklerin çoğu
aptaldır dedi.
Akıl ve zeka sana kibir ve gurur verir... aptal ol da gönlün doğru
kalsın!
Aptallık dediğim halka iki kat maskara olan adamın ahmaklığı
değildir... bu aptallık, ona hayran olan adamın aptallığıdır!
Kendilerini unutup Yusufun yüzünü görenler, o güzelliğe dalıp
kalanlar... bu yüzden ellerini doğrayanlar yok mu işte onlar aptaldır!
Aklı, dost aşkında kurban et...akılların hepside o taraftandır, odur!
1425. Akıllılar akıllarını o tarafa göndermişlerdir. Yalnız sevgili
olmayan ahmak, bu tarafta kalmıştır!
Hayretle şu baştan aklın gitti mi başındaki her saç, bir baş, bir akıl
kesilir!
O tarafta akla, beyne düşünce zahmeti yoktur...çünkü orada her ova,
her bahçe akıl ve beyin bitirir!
Bu ovadan geçer, o taraftaki ovaya gelirsen nükteler duyarsın...
oradaki bağlara, bahçelere gelirsen hurma fidanın sulanır, yeşerir!
Bu yoldaki köşkü, sayvanı, şöhreti şanı terk et... kılavuzun hareket
etmedikçe hareket etme!
1430. Başsız hareket eden, kuyruk olur... böyle adamın hareketi
akrebin hareketine benzer!
Eğri gider, geceleri görmez, çirkindir, zehirlidir... işi gücü, temiz
bedenleri dalamak ,sokmaktır!
Başını ez onun...huyu hep budur, ahlâkı hep bu ...bu huyundan
vazgeçmez o!
Onun için en iyi şey, başının ezilmesidir...çünkü bu suretle can
kırıntısı da o kötü tenden kurtulmuş olur!
Delinin elinden silâhı al da adalet ve sulh, senden razı olsun!
1435. Fakat elinde silâhı olur, aklı da bulunmazsa bağla elini...
yoksa yüzlerce zarar yapar.
Kötü yaradılışlı,kişilerin bilgi,mal ve mevki sahibi olmaları
kendileri için kötüdür..çünkü bu,yol kesici eşkiyanın eline kılıç
vermek gibidir.
Kötü yaradılışlı kişiye ilim ve fen öğretmek, yol kesen eşkiyanın
eline kılıç vermeye benzer!
Sarhoş zencinin eline kılıç vermek, adam olmayana bilgi belletmekten
yeğdir.
Bilgi, mal, mevki ve hüküm, kötü yaratılışlı kişilerin elinde
fitnedir.
Savaş delilerin ellerindeki kılıçları alsınlar diye müminlere farz
olmuştur.
1440. Onun canı delidir, teni de elindeki kılıçtır... o çirkin
huylunun elindeki kılıcı al!
Bilgisizlere, geçtikleri mevkiin yaptığı fenalığı, yüzlerce aslan bir
araya gelse yapamaz!
Çünkü ayıbı gizliyken meydan bulur da yılanı, delikten çıkar,
sahralara uğrar!
Cahil kötü hükümler yürüten bir padişah oldu mu bütün ova yılanla,
akreple dolar!
Adam olmayanın eline bir mal ve mevki geçti mi, herkesten önce kendi
rezilliğini dileyen kendisidir.
1445. Çünkü o ya hasisliğe kalkışır, az verir... yahut cömertliğe
girişir, yersiz ihsanlarda bulunur!
Şahı, beydak hanesine kor... ahmak, ihsanda bulundu mu ihsanı, buna
benzer işte!
Hüküm, bir sapığın eline geçti mi onu mevki sanır ama hakikatte kuyuya
düşmüş demektir!
Yol bilmez ,kılavuzluk etmeye kalkışır... kötü ruhu, cihanı yakar,
yandırır!
Yokluk yolunun çocuğu, pirlik etmeye girişirse ardına düşenler,
devletsizlik gulyabanisine çatarlar!
1450. Gel de sana ayı göstereyim der ama o nursuz pirsiz, ayı hiç
görmemiştir ki!
Ömrümde ayın aksini suda bile görmemişken nasıl olurda gösterebilirsin
a hamhalat, a bön!
Ahmaklar baş oldular da akıllılar başlarını kilime çektiler!
Yâ eyyühel Müzemmilin tefsiri
Peygambere bu yüzden Ey kilime bürünen, ey ürküp kaçan, kilimden çık!
Kilime baş çekme, yüzünü örtme... çünkü âlem şaşkın bir beden, sense
bu âleme akılsın!
1455. Kendine gel de dâvaya kalkışanlardan arlanıp gizlenme... çünkü
sende vahiy mumunun nurları var!
Kendine gel de geceleri kalk, çünkü ey Peygamber, mum geceleri ayakta
durur!
Senin nurun olmadıkça aydın gün bile gecedir...sana sığınmadıkça aslan
bile Tavşan kesilir!
Ey Mustafa, bu nur denizinde kaptanlık et... çünkü sen, ikinci
Nuhsun!
Akıllılara bir yol gösterici lâzım... Hele yol, deniz yolu olursa!
1460. Kalk da yolu vurulmuş kervana bak...her yanda kaptan kesilmiş
gül yabanileri gör!
Sen, vaktin Hızırısın, her geminin imdadına yetişen sensin...
Ruhullah gibi yalnız yürümeyi âdet edinme!
Bu topluluğun önünde gökyüzündeki ışık gibisin, güneşe benziyorsun...
bunlardan gizlenmeye, halveti bezemeye kalkışma!
Halvet zamanı değil topluluğa gel! Ey Peygamber, hidayet, Kaf Dağına
benzer, sense Hümasın!
Dolunay, gökyüzünde geceleri yürür... köpeklerin sesi yüzünden
yürüyüşünü bırakmaz.
1465. Kınayanlar, senin dolunayına karşı köpeklere benzerler... sana
karşı ürüyüp dururlar!
Bu köpekler, Susun, dinleyin emrine karşı sağırdırlar...
ahmaklıklarından senin dolunayına karşı hav havlayıp durmaktalar!
Ey şifa, hastayı terk etme... Ey şifa hastayı terk etme... sağıra
kızıp körün sopasını bırakma!
Sen demedin mi ki Körü, yolda tutup yeden Tanrıdan yüzlerce ecir
alır, yüzlerce sevaba girer!
Kim bir kötü kırk adım yederse günahları bağışlanır, doğru yolu
bulur!
1470. Doğru yolu gösterenin işi budur; sen de doğru yolu
gösterensin... âhir zamanın yasına neşesin sen!
Ey takva sahiplerinin imamı, bu hayallere kapılanları, yakîn makamına
kadar götür!
Kim gönlünden sana karşı bir hile, bir düzen düşünürse onun boynunu
ben vururum, sen tasalanma, neşelen, neşeli neşeli yürü!
Onun körlüğüne körlükler katarım... o, şeker sanır ama ben ona zehir
veririm!
1475. Akıllar benim nurumla parlar, aydınlanır... hileler, benim
hilemden öğrenilir!
Âlemdeki erkek fillerin ayaklarına göre Türkmenin kara çadırı nedir
ki?
Ey benim en ulu Peygamberim, onun mumu, kasırgama karşı nedir?
Derhal korkunç sûr sesiyle kalk da binlerce ölü, topraktan çıksın!
Sen vaktin israfilisin; doğruca kalk da kıyametten önce bir kıyamet
kopar!
1480. Kim,hani,nerede kıyamet?derse a güzelim,kendini göster,işte
kıyamet benim de!
Ey mihnetlere düşmüş de soru soran kişi, dikkat et, bak da gör. Bu
kıyametten yüzlerce âlem kopmada!
Bu zikir ve kunut ehli olmasa ahmağın sorusuna verilecek cevap
sükûttan ibarettir padişahım!Duamız kabul edilmeyince Tanrı göğünden
isteğimize sükûtla cevap verilir canım!
Harman devşirme zamanı geldi ama yazıklar olsun... gün bahtımız
yüzünden geçti gitti!
1485. Gün dar... halbuki bu söz, o kadar geniş ki bütün bir ömür bile
ona az gelir!
Bu daracık çukurlarda mızrak oyununa girişmek, bu oyunu oynayanları
utandırır!
Vakit dar... fakat oğul, halkın hatırı ve anlayışı da vakitten yüz
kere daha dar!
Ahmağın cevabı, mademki sükûttur... ne diye sözü uzatıp durursun?
Tanrı rahmetinin yüceliği ve kerem denizinin dalgalanması yüzünden her
çorak yere yağmur yağdırıp ıslatmada!
Cevap vermemek de cevaptır sözü,ahmağa verilecek cevap susmaktır
sözünü tekideder..her ikisi de bu hikâyeyle anlatılmaktadır.
1490. Bir padişahın aklı ölmüş, şehveti diri bir kölesi vardı.
Padişahın ince hizmetlerini bırakır, kötü düşüncelere dalar, fakat
yaptığını iyi sanırdı!
Padişah nafakasını azaltın... söylenir dırlanırsa adını kullar
arasından silin dedi.
Kölenin aklı azdı, hırsı çok... nafakasını az görünce kızdı,
serkeşleşti.
Aklı olsaydı kendi kendinin etrafında döner dolaşır, düşünür taşınır
da suçunu görür, kendisini affettirirdi.
1495. Eşekliği yüzünden bir ayağı bağlanmış eşek serkeşliğe kalkıştı
mı iki ayağı da boynuna bağlanır!
Eşek, bana bir bağ kâfidir derse aldırış etme! Çünkü bu iki bağ, o
bayağı hayvanın hareketi yüzünden bağlanmıştır!
Mustafa aleyhisselâm Ulu Tanrı melekleri yarattı,onlara akıl
verdi..hayvanları yarattı,onlara hem akıl verdi hem şehvet.Kimin
aklı,şehvetinden üstün olursa meleklerden daha yücedir..kimin şehveti
aklından üstünse hayvanlardan aşağıdırdedi;bu hadisin tefsiri
Hadiste gelmiştir: Ulu Tanrı, halkı üç çeşit yarattı.
Bir bölüğü, tamamı ile akıldan, bilgiden ve cömertlikten ibaret...
bunlar meleklerdir, secdeden başka bir iş bilmezler!
Yaradılışlarında hırs ve heva yoktur... mutlak nurdur onlar, Tanrı
aşkıyla dirilmişlerdir.
1500. Bir bölüğü ise bilgisizdir... hayvan gibi ot otlamakla
semirirler.
Onlar, ahırdan, ottan başka bir şey görmezler... kötülükten de
gafildirler, yücelikten, iyilikten de!
Üçüncü bölükse Ademoğullarıdır, insanlardır. Bunları yarı
yaradılışları bakımından melektirler, yarı yaradılışları bakımından
eşek!
Eşek olan yarıları, aşağılığa meyleder, öbür yarıları da akla
meyleder!
İlk iki bölük savaştan, çekişten anlamaz, istirahat ve huzur
içindedir. Fakat bu bölük, yani insan ikisine de aykırıdır ve azap
içindedir.
1505. Bu insanda sınanma yönünden bölüklere ayrılmıştır... hepsi insan
şeklindedir ama üç kısımdır:
Bir kısmı, mutlak varlık olan Tanrıya dalmış, kendini kaybetmiş
olanlardır... bunlar İsa gibi meleklere katılmışlardır.
Surette insandır bunlar, fakat hakikatte cebrail... kızgınlıktan heva
ve hevesten, dedikodudan kurtulmuşlardır.
Riyazattan da kurtulmuşlardır, zâhitlikten ve savaştan da... sanki
onlar, insanoğlundan doğmamışlardır!
İkinci kısmı eşeklere katılmış olanlardır. Bunlar kızgınlığın ta
kendisi olmuşlar, tepeden tırnağa kadar şehvet kesilmişlerdir.
1510. Bunlardaki cebraillik meleklik sıfatı gitmiştir... çünkü o ev
dardı, o sıfat da büyük, sığamadı, geçip gitti!
Canı olmayan adam ölür... canında bu sıfat bulunmayan kişi de eşek
olur.
Çünkü bu sıfatta olmayan can bayağıdır, aşağıdır... bu sözü sofi
söylemiştir, doğrudur!
O hayvanlardan da fazla can çekişir... alemde ince işlere girişir!
Onun örüp dokuduğu hile ve şeytanlık, başka bir hayvandan zuhur
edemez!
1515. Altın sırmalı elbiseler dokur, denizin dibinden inciler
çıkarır...
Hendese bilgilerinin en ince noktalarını bilir, yahut nücum, tıp ve
felsefe bilgilerini elde eder!
Çünkü onun, ancak bu dünya ile alâkası vardır... yedinci kat göğe
çıkmaya yolu yoktur.
Bütün bu bilgiler, ahır yapısına yarar... ahır da öküzle devenin
varlığına destektir!
Hayvanların birkaç gün yaşamalarına yarayan bu bilgilerin adını, şu
ahmaklar remizler, ince şeyler kodular.
1520. Tanrı yolunun, Tanrı durağının bilgisini ancak gönül sahibi,
yahut da gönül sahibinin gönlü bilir! İşte Tanrı bu terkiple lâtif bir
hayvan olan insanı yarattı, onu bilgilere eş etti.
O bölüğe hayvanlar gibi dedi... çünkü uyanıklığın uykuyla ne
münasebeti var?
Hayvani ruhta ancak uyku bulunur... bu çeşit insanlarda aksine
duygular vardır.
Fakat uyanıklık gelmedi de hayvani uyku kalmadı mı duygusunun aksi ve
aykırı olduğunu levhten okur anlar!
1525. Uykuya dalan kişinin uyandığı zaman, rüyada gördüklerinin aksini
görmesi gibi!
Hülâsa o aşağılık kişi, aşağılık âlemdendir ... onu bırak, Ben
batanları sevmem, de!
"Kalblerinde hastalık olanlara gelince:Kuran,onların gönüllerindeki
pisliği arttırır" ve "Tanrı,Kuran daki misallerle çoğunu
azdırır,çoğunu da doğru yola götürür" âyetlerinin tefsiri
Çünkü hayvani ruha sahip olan kişinin, huylarını değiştirmeye,
nefsiyle savaşa girişmeye, aşağılıktan kurtulmaya istidadı vardı ama o
istidadı fevtetti!
Halbuki hayvanda istidat yoktur... hayvanlıktaki özrü apaçıktır!
İnsandan yol gösteren bu istidat gitti mi ne yerse yesin eşek
beynidir!
1530. Aklı arttıran bir ilâç olan belâdür yese afyon kesilir... kalp
illeti ve akılsızlığı artar!
İnsanların bir bölüğüyse savaştadır..yarı hayvan,doğru yolu bulma
bakımından yarı insandır!
Gece gündüz savaşta, çekiştedir bunlar... sonu yani insanlığı, önüyle
yani hayvanlığıyla savaşır durur.
Aklın nefisle savaşı Mecnunun devesiyle savaşına benzer..Mecnunun
sevdası Leylâdır,devenin sevdası yavrusuna...nitekim Mecnun da
Devemin sevdası ardındakinedir,benim sevdam önümdekine..ikimiz de
sevdalıyız ama sevdalarımız aykırı !" demiştir.
Bu, Mecnunla devesine benzer... o, ileriye gitmeye savaşır, bu geriye
gitmeye!
Mecnunun sevdası, önde bulunan Leylâya kavuşmak, devenin sevdası
ardına dönüp yavrusuna ulaşmak!
1535. Mecnun, bir an bile kendisinden geçti mi deve, hemencecik geri
döner, geriye giderdi.
Mecnun, tamamı ile aşkla, sevda ile dolu olduğundan kendisinden
geçmemesine imkân yoktu.
Kendisini gözetleyen akıldı... fakat aklını, Leylânın sevdası
kapmıştı!
Deveye gelince o, çevikti, fırsat gözleyip durmaktaydı... yularını
gevşek hissetti mi,
Anlardı ki Mecnun daldı gitti... hemen geriye yüz tutar, yavrusunun
bulunduğu tarafa doğru gitmeye başlardı.
1540. Mecnun kendisine gelir, evvelce bulundukları yerden fersahlarca
geriye gittiğini anlardı.
Üç gün böyle yol aldılar... Mecnun, âdeta yıllarca tereddüt içinde
kaldı.
Nihayet dedi ki: A deve, ikimizde âşığız ama birbirimize aykırıyız...
arkadaşlığa lâyık değiliz!
Senin sevgin de bana uygun değil, yuların da senden ayrılmak gerek!
Bu iki arkadaş da, birbirinin yolunu vurmada...tenden aşağı inip
ayrılmayan can, yol azıtır gider!
1545. Senin canın da arşın ayrılığı ile yoksulluğa düşmüş... teninse
diken aşkıyla deveye dönmüş!
Can, yücelere kanatlar açmada...ten, tırnaklarıyla yere sarılmada!
Ey vatan aşkıyla ölmüş deve, sen benimle oldukça canım, Leylâdan uzak
kaldı gitti!
Adeta Musa kavminin yıllarca çölde kalışı gibi bende seninle bu
hallere düştüm... ömrüm geldi geçti!
Bu yol, vuslata erişmek için iki adımdan ibaret... halbuki ben, senin
hilenle tam altmış yıldır, bu iki adımlık yolda kalakaldım!
1550. Yol yakın... fakat ben pek geç kaldım. Bu binicilikten
adamakıllı usandım artık!
Bu sözleri söyleyip kendisini deveden fırlattı attı, niceye bir
dertten yanıp yakılacağım, yandım artık, dedi!
Ona o geniş ova daracık bir hale geldi... kendisini bir taşlığa
atıverdi!
Hem de öyle bir attı ki o yiğidin bedeni ezildi...
Kendisini yere öyle bir fırlattı ki kazara ayağı da kırıldı!
1555. Ayağını bağladı, top olurum da dedi, onun çevgânının önüne
düşer, yuvarlanarak giderim!
İşte güzel sözlü hakîm, tenden inmeyen atlıya bu yüzden lânet
etmiştir.
Tanrı aşkı, hiç Leylânın aşkından az değersiz olur mu? Ona top olmak
elbette daha doğru, daha yerinde!
Top ol da doğruluk yanına yat, aşk çevgâniyle yuvarlanarak git!
Çünkü bu yolculuk, binekten indikten sonra Tanrı çekişiyle olur...
halbuki önceki gidişimiz, deveyle idi!
1560. Bu çeşit gidiş, gidişlerden apayrıdır... bu gidiş cinlerin
gidişiyle de olmaz, insanların çalışmasıyla da!
Bu çekilip gitme, alelade çekilip gitme değildir... bunu, Ahmedin
lûtfu meydana getirdi vesselâm!
Kölenin ücret azlığından şikâyet ederek padişaha yazması
Sözü kısa kes de padişaha mektup yazıp gönderen köleyi anlat!
O köle, nazenin padişaha savaşla, varlıkla, kinle dolu bir mektup
yazıp gönderir.
Kalıbın, cesedin mektuptur, ona dikkat et, padişaha lâyık mı, değil
mi? Bir anla da sonra gönder!
1565. Bir bucağa git, mektubu aç, oku... bak bakalım, içindeki
sözler,padişahlara lâyık olan sözler?
Lâyık değilse o mektubu yırt, çaresine bak, başka bir mektup yaz!
Fakat ten mektubunu açmayı kolay sanma. Yoksa herkes gönül sırrını
apaçık görürdü!
Bu mektubu açmak ne güçtür, ne sarptır! Erlerin işidir bu, çocuk işi
değil!
Hepimiz, fihriste kani olmuş kalmışız... çünkü heva ve hevese, hırsa
bulaşmışız!
1570. Halbuki o fihrist, ona baksınlar da metni de öyle sansınlar diye
halka bir tuzaktır.
Mektubu aç, bu sözden baş çevirme! Tanrı, doğruyu daha iyi bilir!
Mektubun fihristi, dille ikrar etmeye benzer... halbuki sen gönül
mektubunun metnini sına!
Bak bakalım, ikrarınla muvafık mı? Buna bak da işin, münafıkların
işine dönmesin!
Ağır bir çuval yüklenip götürmeye koyulsan onun dışına bakmakla yükü
hafiflemez ki!
1575. Asıl içine bak...çuvalda acı, tatlı ne var, bir gör de taşımaya
değerse taşı!
Yoksa çuvalındaki taşları boşalt... kendini bu saçma işten, bu ar olan
yükten kurtar gitsin!
Çuvala aklı erer padişahlara, sultanlara götürülebilecek şeyleri
doldur!
Hırsızın koca sarıklı bir fakîhin sarığını çalması,fakîhin sarığı
aç,bak ne götürdüğünü anla..sonra götür diye bağırması
Bir fakîh, bez parçaları toplamış, sarığının içine ezip büzerek
yerleştirmişti.
Bu suretle kavuğunun büyük ve iri görünmesini, halkın kendisine
ehemmiyet vermesini ve mescide gelince baş köşeye geçirilmesini
istiyordu.
1580. Elbiselerden parçalar almış, onlarla sarığını büyütmüştü.
Sarığının dışı, cennet elbiselerine benzemekteydi... fakat içi,
münafık gönlü gibi rezil, çirkin bir şeydi.
Parça parça bezler, yünler, deriler... hep o sarığın içine gömülmüştü.
Bir sabah çağı, bu şatafatla bir şeyler elde etmek üzere medreseye
giderken,
Hırsızın biri de dar bir yolda her türlü hilelere başvurup bir şeyler
yapmak üzere bekliyordu.
1585. Fakîh, o yola sapınca hemen başından kavuğunu kaptı, işini
başarmak için koşup gitmeye başladı.
Fakîh arkasından bağırdı: oğul, sarığı çöz de öyle götür!
Böyle dört kanatla uçar gibi gidiyorsun ama götürdüğün hediyeyi bir aç
da gör!
Onu, elceğezinle bir aç, ovala da sonra götür, sana helâl ettim!
Hırsız, kaçarken sarığı çözer çözmez içinden yola yüz binlerce bez
parçası dökülüverdi!...
1590. O bir şeye yaramaz, o olmayasıca sarığından kala kala hırsızın
elinde ancak bir arşın doğru düzen bezceğiz kaldı!
Hırsız, elindekini yere vurup A aşağılık adam, bu hileyle beni
işimden gücümden ettin dedi.
Dünyanın dünya ehline hal diliyle,ondan vefa umanlar ve bu tamahta
bulunanlara vefasızlığını söyleyerek nasihat vermesi
Fakîh dedi ki: Hileyle seni yolundan alıkoydum ama nasihat yollu işi
de anlattım!
Dünya da böyledir işte... bir hoşça açılır saçılır ama vefasızlığını
da bağıra bağıra söyler!
Bu oluş ve bozuluş âleminde o hile, oluştur, nasihat da bozulmuş
üstadım!
1595. Oluş der ki: İzim kutludur... ardımdan gel! Bozuluş da git der,
ben hiçbir şey değilim!
Ey baharların güzelliğine şaşırarak dudağını dişleyip duran, güzün
sapsarı benzine ve mevsimin soğukluğuna bak!
Gündüzün güneşin yüzünü güzel görmektesin ama onun bir de batma
zamanında ölümünü düşün!
Dolunayı şu güzelim çardakta bir hoşça seyredersin ama ay sonunda bir
de hasretine bak onun!
Bir oğlan, güzellikle halkın efendisi olur... olur ama yarın da bunar,
halka rezil rüsvay olur!
1600. Gümüş bedenli güzellerin vücudu, seni avladıysa ihtiyarlıktan
sonra bir de pamuk tarlasına dönen bedene bak!
Ey yağlı, ballı yemekleri gören, yiyen, onların fazlasını git de
halâda seyret!
Pisliğe nerede senin o güzelliğin... nerede senin tabaklarda o hoş
görünüşün, yerken senden duyulan o zevk, o lezzet, de!
O sana der ki: o taneydi... ben de onun tuzağıydım... sen avlanınca o
tane gizlendi!
Nice parmaklar vardır ki üstatlar bile onları kıskanır ama sonunda iş
işlerken tirtir titrer!
1605. Can gibi güzel baygın gözler, nihayet görmez olur, onlardan su
damlamaya başlar!
Aslanların safında giden aslan gibi yiğit er, sonunda bir fareye
mağlûp olur!
Sanat sahibi ve çevik istidatlı kişiye sonunda bak! İhtiyar eşeğe
döner, bunar gider!
Akıllılar alan siyah ve miskler saçan kıvırcık saçlar, nihayet boz
eşeğin çirkin kuyruğuna döner!
Önce açıla saçıla oluşuna güzelce bir gör, sonunda da bozuluşunu,
rüsvay oluşunu seyret!
1610. Önce sana tuzağını apaçık gösteren şey, sonunda ona kapılan
hamların bıyığını, sakalını yoldu!
Artık dünya, beni hileleriyle aldattı...yoksa aklım, onun tuzağından
kaçardı elbet deme!
Altın gerdanlığı, hamaili bir gör de bak...hakikatte nasıl bir
tomruktur, bir zincirdir o!
Böylece bütün âlem cüzlerini say dök... hepsini önünden ve sonundan
bir gör!
Kim daha ziyade sonu görürse o, daha kutludur... fakat kim ahırı
görürse o daha fazla kovulmuş, sürülmüştür!
1615. Her şeyin yüzünü güzel ve parlak ay gibi gör...fakat evvelini
gördükten sonra sonunu da seyret!
Seyret de kör iblise dönme... o, noksan olduğundan noksan görür, bir
yanı görür de bir yanı görmez!
Âdemin toprağını gördü de dinini görmedi... bu âlemi gören
mâneviyatını görmedi.
Ey, yiğit er, erkeklerin kadınlara üstünlüğü kuvvet, kazanç ve mal
mülk bakımından değildir.
Öyle olsaydı aslan ve fil, daha kuvvetli olduğu için insandan yüce,
daha üstün olurdu a kör!
1620. Ey yalnız bu anı gören, erkeklerin kadınlardan üstün olması
erkeğin kadına nazaran daha ziyade sonu görür olmasındandır!
Erkek, işin sonunu göremezse işin sonunu görenlere nazaran kadın gibi
noksan sayılır!
Âlemden iki zıt ses gelmektedir... bakalım sen hangisine istidatlısın?
Bir tanesi, iyi kişilere hayattır... öbürü kötü kişilere hile!
Bir ses, ey güzel ve bana düşkün olan kişi, ben diken çiçeğiyim...
çiçek dökülür, ben kalırım; diken dalından ibaretim ben der.
1625. Çiçeği, ey gül satan, gel bu yana der... dikenin sesiyse bizim
yanımıza gelmeye kalkışma der!
Bu seslerden birini kabul ettin mi öbürünü duymazsın bile... çünkü
seven kişi, sevgiliye aykırı olan kişilerin sözlerine sağır olur!
O seslerin biri işte ben buracıktayım, hazırım der. Öbür ses de, sen
benim sonuma bak der.
Cihanın bozuluşu, benim şimdiki halim biledir, pusudur... sonumu, bir
aynaya benzeyen önüme bak da gör! der.
Bu iki çuvaldan birine girdin mi öbürüne zıt olur, artık ona lâyık
olmazsın!
1630. Ne mutlu ona ki erlerin akıllarının duyduğu bu sesi, önceden
işitti!
Gönül evini hangi ses boş bulursa o gelir, tutar... artık sahibine
ondan başkası ya eğri görünür, yahut acayip!
Yeni testi sidiği emerse artık su, ondan o pisliği gideremez!
Âlemde her şey, bir şeyi çekmektedir... küfür, kafiri, doğruluk, doğru
yola götüreni!
Kehlibar da vardır, mıknatıs da... sen demir de olsan, saman çöpü de
olsan elbette bir tuzağa düşersin!
1635. Demirsen seni bir mıknatıs kapar... yok saman çöpüysen kehlibara
tutulur, ona gidersin!
İyi kişilerle dost olmayan, elbette kötülerin yanında yer alır, onlara
komşu olur!
Musa, Kıptiye göre pek kötüdür ama Haman da İsrailoğullarına göre
taşlanmış melûnun biridir.
Hamanın canı Kıptiye çeker, Âdemin midesi buğdayla suyu!
1640.Karanlık yüzünden birisini tanıyamadın mı, kendisine kimi imam
edinmiş, kime uymuş... bak, ne olduğunu anlarsın!
Ârifin Tanrı nurundan gıdası vardır..Ben Rabbime konuk olurum,o
beni doyurur ve suvarırdenmiştir..Açlık,Tanrı
yemeğidir..Tanrı,doğruların bedenlerini onunla diriltirhadiside
vardır ki açlıkta adama tanrı yemeği gelir demektir.
Her yavru, anasının ardından gider... bununla da cinsiyet anlaşılır.
Âdem oğluna süt, göğüsten gelir, eşeğin sütü de bedeninin yarısından,
aşağılık tarafından akar.
Adalet taksimcidir, bölüşülecek şeyleri o bölüştürür... fakat
şaşılacak şey şu ki bunda ne cebir vardır ne de zulüm!
Cebir olsaydı pişmanlık olur muydu? Zulüm olsaydı Tanrının koruması
olur muydu?
1645. Gün geçti, ders yarına kaldı... sırrımız hiç güne sığar mı ki?
Ey kötü kişinin yaltaklanmasına inanan, sözleri doğru sayan,
Sen su habbelerinden bir kubbe yapmışsın ama o öyle bir çadır ki
ipleri pek kuvvetsiz,
Hile yıldırıma benzer... onun ışığıyla yolcuların, yolu görmelerine
imkân yok!
Bu âlemde de bir şey yok, bu âlemdekilerde de! Her ikisi de
vefasızlıkta aynı gönüle sahip!
1650. Dünyanın oğlu dünya gibi vefasız... sana yüz tutar ama o, yüz
değildir, arkadır!
Fakat o cihanın ehli, o cihan gibi ebedi olarak ihsan ve keremdeki
ahitlerinde, peymanlarında dururlar!
Hiç iki peygamberin birbirine zıt olduğunu, birbirlerinin mucizesini
kapıp aldığını gördün mü?
O âlemin meyvesi solar, bozulur mu? Akla mensup neşe kederlenmez ki!
Nefis, ahdinde durmaz; o yüzden gebertilecek bir şeydir ya! Kendisi de
alçaktır, kıblegâhı da alçaktır.
1655. Nefislere de bu alçaklar topluluğu lâyıktır... ölüye mezarın,
kefenin layık olduğu gibi!
Zekidir, ince şeyleri bilir... bilir ama değil mi ki kıblesi dünyadır,
onu ölü bil sen!
Tanrının vahiy suyu bu ölüye ispat etti de ölü topraktan bir diri
zuhur etti.
Fakat sen vahiy gelmedikçe sakın o yüzüne sürdüğün ömrü uzun olasıca
kırmızılığa güvenip aldanma, gururlanma ha!
Nazardan düşücü olmayan bir ses, bir şöhret... batmayan bir güneşe
mensup parlaklık ara!
1660. O ince hünerler, o dedikodular, Firavunun kavmine benzer, ecel
Nil nehrine!
Onları parlaklığı kemerleri, sayvanları ve büyüleri, halkı
boyunlarından zorla çeker ama,
Hepsini de büyücülerin büyüsü bil... Ölümse ejderha haline gelen o
sopadır.
Bütün büyüleri bir lokma yaptı da yuttu... geceyle dolu olan bir alemi
sabahın yalayıp yutması gibi hani!
Fakat o yutmakla sabahın nuru artmadı ki... evvelce nasılsa yine de
öyle!
1665. Çokluk, fazlalık eserdedir, zâtta değil... zâtta ne artma
vardır, ne eksilme!
Tanrı âlemi yaratmakla çoğalmadı, artmadı... zaten önce olmayan şimdi
olmuş değildir ki!
Fakat halkın yaratılmasıyla eser çoğaldı, arttı. Yalnız bu iki
artmanın arasında hayli fark var!
Eserin artması onun zuhurudur... bu suretle sanatları ve işi zahir
olur, görünür.
Zâtın artmasına gelince bu, o zâtın sebeplere bağlı ve sonradan
meydana gelmiş olduğuna delildir.
"Musa,içinde bir korku duydu..dedik ki:Korkma,sen,ondan yücesin"
ayetinin tefsiri
1670. Musa, büyü de insanı şaşırtır... ben ne yapayım ne işleyeyim?
Halk, mucizeyle büyüyü ayırt edemez ki dedi.
Tanrı dedi ki: O fark edişi ben onlarda izhar eder, doğruyu eğriyi
ayırt edemeyen aklı görür, bilir bir hale getiririm.
Onlar deniz gibi köpürdüler ama korkma ya Musa, sen üstün olacaksın!
Sihir, zamanında övünülecek bir şeydi... fakat asâ ejderha olunca
bütün sihirler utanılır bir şey oluverdi!
Herkes güzellik şirinlik dâvasındadır ama şirinliklere mihenk taşı
ölümdür!
1675. Büyü de geçti gitti, Musanın mucizesi de... her ikisinin de
varlık damından leğenleri düştü!
Büyü leğeninin sesinden yalnız lanet kaldı; din leğeninin sesinden de
yalnız yücelik!
Mihenk taşı, erkekte de yok, kadında da... o gizli kalmış; artık ey
kalp, gel, safa karış da lâf et, tam sırası!
Lâfın tam zamanı şimdi... çünkü mihenk yok ortada, artık seni yüce
tutarlar, elden ele gezersin ey kalp!
Kalp her an gururlanır da der ki ben daima senin gibiyim a altın... ne
vakit senden aşağıyım ki?
1680. Altında evet ey kapı yoldaşı, der...fakat mihenk geliyor
hazırlan hele!
Bedenin ölümü, sır ehli için bir hediyedir...halis altına makastan ne
noksan gelir ki?
Kalp, eğer sonuna baksaydı sonradan kararacağına önceden kararırdı:
Önceden kararınca da nifaktan, kötülükten uzak kalırdı.
Fazilet ve ihsan kimyasını isteseydi aklı, hilesinden üstün olurdu.
1685. Gönlü kırık bir hale gelince de kendisini anlar, kırıkları
düzelten Tanrıyı önünde görürdü.
Dâvacı, sonunu görünce kırık, sınık bir hale gelir de derhal bağlanır,
sarılır, kırıklığı geçiverir!
Tanrı ihsanı, bakırları iksire doğru sürer götürür... fakat o altın
yaldızlı, bu ihsandan mahrum kalır.
Ey altın yaldızlı, davaya kalkışma da sana müşteri olan hep böyle kör
kalmaz, sen onu gör!
Mahşer nuru, onların gözlerini açar... onların gözlerini sen
bağlıyordun ya... bu yüzden rüsvay olursun sen!
1690. İşin sonunu gören, canların ve gözlerin hasedini çeken kişileri
gör!
Bir de bu günkü gören kişileri seyret! Bunlar, içleri bozuk
kişilerdir... asıldan baş çekmişler, ayrılmışlardır!
Bugünü görenlere, bu yüzden bilgisizlikte ve şüphede kalanlara göre
suphu sadıkla suphu kâzibin ikisi de birdir.
Suphu kâzip, yüz binlerce kervanı helak yeliyle süpürmüş, gitmiştir
civanım!
Cihanda hiçbir nakit yoktur ki o, isteklileri yanıltmasın... vay o
kişinin canına ki mihengi makası yoktur!
Dâvaya kalkışan kişiye,dâvadan geçmesi için ısrar ve peygamberlere
uymasını emrediş
1695. Ebu Süleyman dedi ki: ben de Ahmetim... Ahmetin dinini hileyle
vurup kıracağım
Ebu Süleymana de ki: Pek kibirlenme, işin önüne bakıp böbürlenme,
sonuna bak!
Başına adam toplama hırsıyla kılavuzluğa kalkışma... kılavuza uy,
ardından git de önünde mum gidedursun, sen de yolunu gör!
Mum, ay gibi maksadını gösterir... bu tarafta tane var, yahut burası
tuzak der!
Elinde bir ışık oldu mu istesen de istemesen de doğan iziyle karga
izini görür, ayırt edersin!
1700. Fakat mumun yoksa buna imkân yoktur. Çünkü bu kargalar
hilekârdır... akdoğanların seslerini öğrenmişlerdir.
Yiğit, hüthüdün sesini öğrense de nerede hüthüdün sesi, Sebanın
haberi?
Arızi sesi, asıl sesten bil...padişahların taçları, hüthütlerin
taçlarından alınmadır!
Dervişlerin sözleriyle ariflerin nüktelerini şu hayasızlar, dillerine
dolamışlardır.
Eski ümmetlerin helâk olması, hep katı taşı öd ağacı sanmalarındandır!
1705. Onu anlayacak, meydana çıkaracak temyiz kabiliyetleri vardı ama
hırs ve tamah, insanı kör ve sağır eder!
Körlerin körlüğü rahmetten uzak değildir, onlara acınır. Fakat hırs
körlüğüne özür yoktur!
Padişahın çarmıha gerdiği adama acınır, fakat haset çarmıhına gerilen
bağışlanmaz!
A balık, sonuna bak işin, oltaya değil! Fakat pis boğazlığın, senin
işin sonunu gören gözünü kapattı!
İki gözle evveli sonu gör... kendine gel, iblis gibi tek gözlü olma!
1710. Tek gözlü ona derler ki yalnız içinde bulunduğu hali görür...
hayvanlar gibi başka şeyden haberi yoktur.
Öküzün iki gözünü çıkarmanın cezası bir gözü çıkarma cezasıdır...
çünkü onda şeref yoktur ki!
Öküzün iki gözü, değerinin yarısıdır... çünkü onun iki gözle yapacağı
şeyi, sen ona yaptırabilirsin!
Fakat bir insanın tek gözünü çıkarsan değerinin yarısını vermek gerek!
Zira insan gözü, başlı başına başka birinin yardımı olmaksızın bir iş
görebilir!
1715. Eşeğin gözü, işin sonunu görmediğinden eşek, çift gözlü olsa da
tek gözlü hükmündedir.
Bu sözün sonu yoktur... o hafif akıllı, ekmek tamahı ile padişaha
mektup yazmaya koyuldu.
Nafaka istemek için kölenin padişaha mektup yazması
Mektubu yazmadan mutfak eminine gitti... ey cömert padişahın
mutfağındaki hasis adam, dedi...
Nafakamdan bu kadar şey kesmek padişahtan, padişahın himmetinden
uzaktır!
Mutfak emini dedi ki: öyle iktiza etmiştir de ondan kesmiştir... ne
hasisliktendir bu, ne de darlığından!
1720. Köle, hayır dedi... vallahi bu söz, bu emir, padişahın
değildir... padişahın yanında eski altın bile topraktır âdeta!
Mutfak emini, ona on türlü delil getirdi... fakat o hırsından hepsini
reddetti.
Kuşluk vakti nafakası az gelince bir hayli söylendi, kötü sözler
söyledi, fakat hiçbir faydası olmadı.
Dedi ki: siz bunu kasten yapıyorsunuz. Mutfak emini hayır biz emir
kuluyuz!
Bunu feriden sanma, asıldandır bu... yaya pek kabahat bulma, oku atan
koldur.
1725. Attığın vakit sen atmadın âyeti bir iptilâdır... fakat
Peygambere de pek günah bulma; bu iş Tanrıdandır!
A gözü kamaşmış adam, su baştan bulanıktır... gözünü bir iyice aç da
işin önüne bak! dedi.
Köle kızgınlıkla, dertle bir bucağa çekildi, padişaha kızgınlığını
bildirir bir mektup yazdı.
Mektupta padişahı övdü... onun cömertlik incilerini deldi!
Ey avucu, hacetler isteyeni hacetini vermede denizden de cömert olan,
buluttan da cömert olan!
1730. Çünkü bulut verir ama ağlaya ağlaya verir... halbuki senin elin,
gülerek biteviye sofralar yayar dedi.
Mektubun zâhiri medihti ama o medihlerden kızgınlığının kokusu
duyuluyordu.
Senin işin de tıpkı onun işi gibi nursuz ve çirkin... çünkü sen,
yaradılış nurundan uzaksın, uzak!
Bayağı kişilerin işi kesatlıdır... taze meyve gibi o, çabucak bozulur,
çürür!
Dünyanın parlaklığı ve revacı da ondan kesat bulur... çünkü o, oluş ve
bozulmuş âlemindendir.
1735. Methedende kin oldu mu onun karihasından doğan medihler, insana
hoş gelmez!
Gönül, kinden, pislikten arın da sonra çevikçe hamd suresini oku!
Ağzınla hamd ediyorsun ama için bunu reddetmede... dilindeki hamd, ya
şeytanlıktır, ya efsun!
İşte onun için Tanrı Ben dışa bakmam, içe bakarım dedi.
Şerefini korumak için medihlerde bulunan,fakat içinden dert ve elem
kokusu duyulan,hırkasının eksikliğinden o şükürlerin lâftan,yalandan
ibaret olduğu anlaşılan övücü
Birisi, Iraktan bir hırkayla çıkageldi. Dostları, ayrılığını
sordular;
1740. Dedi ki: doğru, ayrılık vardı ama yolculuk bana pek
kutluydu,âdeta beni muştulamaktaydı.
Halife, bana tam on kat elbise verdi... yüzlerce methüsena, ona yakın
olsun!
Onu bir hayli övdü, şükürlerde, hamitlerde bulundu... nihayet şükür,
haddini aştı.
Dediler ki: senin perişan halin, yalanına şahadet etmekte.
Bedenin çıplak, başın kabak, için yanmış... bu şükürleri, bir yerden
mi çaldın, yoksa birisinden mi öğrendin?
1745. Nerede methettiğin emîrin şükür ve hamd nişaneleri? Onların, şu
şerefsiz başında, ayağında görünmesi gerekti.
Dilin, o padişahı methetmede ama yedi âzan da şikayet edip duruyor.
O cömertlik padişahını, o kerem sultanını övüyorsun ama bu övüşe
karşılık ayağında bir ayakkabı, bacağında bir şalvar olmalıydı bari!
Ben, dedi... bütün verdiklerini dağıttım;emîr ihsanda kusur etmedi
hiç!
Bütün ihsanlarını aldım, fakat hepsini yetimlere, yoksullara
bağışladım.
1750. Mal verdim, karşılığında uzun bir ömür aldım... çünkü içim pek
temizdir benim!
Bunun üzerine dediler ki: o kutlu mal gittiyse içindeki bu duman, bu
hararet nedir ya?
İçinde diken gibi yüzlerce pislik var...hiç keder, muştulanma nişanesi
olur mu?
Söylediğin o geçmiş şeyler doğruysa nerede aşk, bağışlama ve razı olma
nişanesi?
Hadi tutalım mal kayboldu gitti, meyil nerede? Sel geçip gittiyse
geçtiği yer hani?
1755. Gözün evvelce cana canlar katan siyah bir göz idiyse hadi
diyelim o güzellik geçti... fakat neden şimdi gözün gök?
A ekşi suratlı, temizlik nişanesi nerede? Senden eğri lâfların kokusu
gelmekte, sus!
Mal bağışlamanın gönülde yüz türlü nişanesi olur... iyi işin yüzlerce
alâmeti görünür!
Malını dağıtıp bağışlayan kişinin gönlüne o mal yerine yüzlerce
dirilik gelir!
Tanrı tarlasına temiz tohumlar ekilsin de sonra temiz mahsul
vermesin... imkânı yok!
1760. Tanrı bahçeleri de mahsul vermezse artık Tanrı yeri geniştir
denebilir mi? Söyle!
Bu yokluk yeri bile mahsul vermemezlikte bulunmaz... artık bundan çok
geniş olan Tanrı yeri nasıl olur da mahsul vermez?
Bu yerin bile sayısız mahsul verme kabiliyeti vardır, en aşağı bir
tohuma yedi yüz verir!
Hamd ediyorsun, hani hamd edenlerin nişanesi? Bu nişaneler ne içinde
var, ne dışında!
Ârifin Tanrıya hamd etmesi doğrudur... çünkü o hamdın şahidi eldir,
ayaktır!
1765. Hamd ediş, ârifi karanlık cisim kuyusundan çekip çıkarır...
dünya zindanından kurtarır!
Sırtındaki takva atlasıyla ülfet nuru, hamd etmesinin nişanesidir.
Bu eğreti âlemden kurtulmuş, gül bahçelerinde, akarsu kenarlarında
yurt tutmuştur.
Oturduğu yer, yurt, vâsıl olduğu makam ve rütbe, yüce himmetinin sır
sedirinin üstüdür!
Orası öyle bir doğruluk makamıdır ki doğruların hepsi de orada lâtif,
neşeli ve sevinçli yüzlerinden belli olarak yurt tutmuşlardır!
1770. Onların hamd etmeleri, gül bahçesinin bahara hamd etmesi
gibidir... yüzlerce nişanesi, yüzlerce alâmeti ve eseri vardır!
Baharın geldiğine kaynak, fidan, çimen... o gül bahçesi, o elvan
çiçekler şahittir.
Güzelin her tarafta binlerce şahidi vardır... sedefteki incinin
oluşuna şahadet edenler gibi.
Halbuki senin nefesinden kötü sırrın kokusu gelmede... ey lâfazan,
derdin başından, yüzünden parlayıp görünmede!
Âlem meydanında kokudan anlayan maharet sahipleri var... öyle ataklık
edip pek hayhuy etmeye kalkışma!
1775. Misten bahsetme... ağzından soğan kokusu gelmede, sırrını açığa
vurmada!
Sen daima gülbeşeker yedim diyorsun ama nefesinden gelip duran
sarımsak kokusu, yavelenme be demekte!
Gönül, büyük ve geniş bir eve benzer... gönül evinin gizli komşuları
vardır.
Pencereden, duvardaki delikten görüp gözetir, sırları anlarlar!
Ev sahibinin sezinlemediği, hiç bilmediği bir yarıktan, bir delikten
onlar, her şeyi görürler.
1780. Kuranı okusan a... Şeytan ve kavmi, gizlice insanların halinden
koku alırlar.
İnsanın bilmediği bir yoldan insanın sırrını anlarlar... bu yol,
duyguyla duyulur, yahut buna benzer bir şeyle bilinir yol değildir.
Görenlerin ortasında hileye kalkışma... mihenk ortadayken lâafa
girişme ey kalp!
Mihengin, halisi de anlamaya kabiliyeti vardır, kalpı da... Tanrı, onu
beden ve kalp emîri yapmıştır!
Şeytanlar bile o kabalıklarıyla, o kötülükleriyle sırrımızı,
fikrimizi, gittiğimiz yolu biliyorlar...
1785. Onların bile içimize hırsızlama bir yolu var... biz, onların
hırsızlıklarından baş aşağı gelmedeyiz...
Her an, bize büyük ziyanlar veriyorlar... delikleri var, yarıkları
var; bizi gözetliyorlar...
E artık âlemdeki aydın canlar, neden gizli hallerden bihaber olsunlar?
Gökyüzüne çadır kurmuş canlar, insanın vücuduna girmede şeytanlardan
aşağı olurlar?
Şeytan, hırsızlama olarak göğe çıkmaya kalkışır da yakıcı şahapla
kovulur, sürülür.
1790. Kötü kâfir, savaşta mızrakla nasıl beyni üstüne düşerse o da
gökten baş aşağı öyle düşer!
Şeytanları, o gönüllerin beğendikleri ruhları kıskandıklarından gökten
böyle baş aşağı atarlar...
Artık çolak, topal, kör ve sağır değilsen ulu ve yüce ruhlara karşı bu
zanda bulunma...
Utan, az söylen, can çekişme... cismi gözeten, sırlarını anlayan nice
casus var!
Tanrı doktorlarının,müridin ve yabancının yüzünden,sesinin tonundan,
gözünün renginden din ve gönüllerdeki hastalığı anlamaları.. bu şöyle
dursun, gönül yolundan da anlarlar; çünki onlar kalb casuslarıdır..
onlarla oturunca doğru yürekle oturun!
Bu beden doktorları pek bilgilidirler... senin hastalıklarını senden
daha iyi bilirler!
1795. İdrara bakıp ahvalini anlar... fakat sen; hastalığını o tarzda
bilemez, teşhis edemezsin.
Sonra nabızdan benizden, kandan da her türlü hastalığın kokusunu
alırlar.
Âlemdeki Tanrı doktorları, artık sen söylemeden nasıl olur da halini
anlamazlar senin?
Nabzından da gözünden de, benzinin renginden de, sende derhal yüzlerce
hastalık bulur, anlarlar.
Beden doktorları, doktorluğu yeni öğrenmişlerdir zaten... onlar,
hastalığı teşhis için idrara vesaireye muhtaçtır.
1800. Fakat kâmil, Tanrı doktorları, uzaktan adını duydular mı
varlığının ta derinlerine kadar girerler!
Hattâ sen doğmadan yıllarca evvelki hallerini bile görürler!
Ebuyezidin,Hasan Harkaninin,Tanrı ruhlarını kutlasın,doğacağını
yıllarca önce müjdelemesi..onun suret ve siretine ait nişaneleri birer
birer söylemesi ve tarihçilerin, tahkik için bunları yazmaları
Bayezidin Ebulhasanın halini daha evvelce nasıl gördüğünü duymadın
mı?
Bir gün o takva sultanı, dervişleriyle sahradan geçerken,
Ansızın ona Rey civarında Harkan tarafından bir kokudur geldi.
1805. Orada iştiyaklı bir feryat çekti, rüzgârdan koku aldı.
Âşıkçasına bir kokladı; âdeta ruhu rüzgârdan bir şarap tatmaktaydı.
Buzlu suyla dolu olan bir testinin dışında ter gibi sular peydahlanır.
O, havanın soğukluğundan meydana gelir... yoksa testinin içinden
dışarı su sızmaz!
Koku getiren rüzgâr, onu su haline getirmiştir... işte onun gibi su da
Bayezide halis şarap haline gelmişti!
1810. Bayezidde sarhoşluk eseri görününce bir müridi ona gelip
Sordu: Beş duyguyla altı cihetten dışarı olan şu hoş hal nedir?
Yüzün gâh kızarmakta, gâh ağarmakta... bu ne hal, bu ne müjde?
Koklayıp duruyorsun ama görünürde gül yok, şüphesiz bu, gayb
âleminden, hakikî güllerin açtığı gül bahçesinden.
Ey her kendini tanıyan, bilen kişinin muradı ve maksadı olan er, her
an sana gayb âleminden bir haber, bir mektup gelmekte,
1815. Her an Yakup gibi sana da bir Yusuftan şifa kokusu erişmekte.
Bize de o testiden bir katra dök... bize de o gül bahçesinden bir
kokucuk anlat!
Biz buna alışmamışız ey yüce ve güzel er... bizim dudağımız kuru, sen
bu şarabı yalnızca içiyorsun!
Ey, çevik er, ey gökyüzünü dönüp dolaşan er, içtiğin şaraptan bize de
bir yudumcuk sun!
Bu zamanda meclisin beyi sensin, senden başkası değil... bize de bak!
1820. Bu şarap, gizlice içilir mi ki? Şarap, muhakkak adamı rezil,
rüsvay eder!
Kokusunu gizlesen bile sarhoş gözlerini ne yapacaksın ki?
Zaten bu koku, alemde yüz binlerce perde altında gizlenebilecek bir
koku değil ki!
O keskin kokuyla ovalar, çöller doldu... hatta ova da nedir ki? O
koku, dokuz feleği bile geçti!
Bu şarabın bulunduğu testinin başını balçıkla örtme... zaten bu öyle
bir açıkta şarap ki örtülmesine imkan yok!
1825. Ey sırlar bilen sır söyleyici, seni avlayanı lûtfet, söyle!
Bayezıd dedi ki: Şaşılacak bir koku geldi bana... Peygambere
Yemenden gelen koku gibi!
Muhammet demiştir ki. Seher yelinin eliyle bana Yemenden Tanrı kokusu
gelmekte.
Visenin ruhuna Rahimin kokusu geldiği gibi Üveysten de Tanrı kokusu
geliyor.
Üveysten, Karen kabilesinden garip bir koku geldi de Peygamberi
sarhoş etti, neşelendirdi!
1830. Üveys kendinden geçmiş, yere mensupken göklere mensup olmuştu!
Heliyle, şekerle karışmış, halli hamur olmuş, acı tadı kalmamıştı
artık!
Heliyle, varlığından tamamıyla geçmişti... yalnız heliyle şeklindeydi
ama lezzeti kalmamıştı ki!
Bu sözün sonu gelmez. O aslan er, gayb aleminin vahyinden neler
söyledi? Sen onu anlat!
Rasul sallallahu aleyhi vesselemin Ben Yemen tarafından Rahman
kokusunu almaktayımdemesi
Bayezıd dedi ki Bu taraftan bir dostun kokusu gelmekte... bu köyden
bir padişah geliyor!
1835. Bunca yıldan sonra bir padişah doğacak... otağını göklere
kuracak!
Yüzü Tanrının gül bahçelerinin tesiriyle gül rengine dönecek... makam
ve rütbe bakımından benden üstün olacak!
Dediler ki: Adı ne? Bayezid, Ebül Hasan dedi... onun şeklini, kaşının
çenesinin ne şekilde olduğunu anlattı.
Boyunu, rengini, şeklini, saçlarını, yüzünü bir bir anlattı.
İç huylarını, manevi sıfatlarını... ruhunu, yolunu, yerini, varlığını
hep söyledi.
1840. Ten şekli, ten gibi iğretidir... ona pek gönül verme... o bir
anda gelir geçer!
Tabii ruhun şekli, hali de fanidir... o can şeklini, sıfatını iste ki
gökyüzündedir!
Onun bedeni, yeryüzünde mum gibidir... nuru ise yedinci kat tavanın
üstündedir!
Güneşin ışıkları odadadır ama güneş, dördüncü kat göktedir.
Gülün suretini, lâtife yollu burnunun altında görürsün ama gül kokusu
dimağın ta tavanına, sayvanına kadar her yeri tutmuştur.
1845. Uyuyan adam, Adende bir azaba uğradığını görür ama aksi,
bedeninde ter halinde görünür!
Gömlek, Mısırda bir harise rehin olmuştur ama Kenan ülkesi o gömleğin
kokusuyla dolmuştur!
Tarihçiler, bunu duyunca Bayezidin tayin ettiği zamanı yazdılar...
âdeta şişe benzeyen kamış kalemlerini kebapla bezediler.
Tanı o zaman, o tarih gelip çatınca o padişah doğdu... devlet
satrancını oynadı!
Bayezidin ölümünden sonra yıllar geçti, Ebul Hasan dünyaya geldi.
1850. O padişah, Ebulhasanın ihsanına, kıskanmasına ait ne gibi
huylar söylediyse aynen zuhur etti.
Çünkü onun önünde giden levhimahfuzdur... neden mahfuzdur o levh?
Hatadan!
Bu, ne yıldız bilgisidir, ne remil, ne de rüya... Tanrı, doğrusunu
daha iyi bilir ya, Tanrı vahyidir!
Sofiler, bunu halktan gizlemek için gönül vahyi demişlerdir.
Sen istersen onu gönül vahyi farzet... Gönül zaten onun nazargâhıdır...
Gönül, ona agâh olunca nasıl hata eder?
1855. Ey mümin, sen, Tanrı nuruyla bakar, görürsün... hatadan,
yanılmadan eminsin!
Sofinin canına,gönlüne gelen Tanrı yemeğinin eksilmesi
Sofi, yoksulluktan dertlenince yoksulluğu, ona dadı ve gıda kesilir.
Çünkü cennet, hoşa gitmeyen şeylerden meydana gelmiştir... merhamet,
gönlü kırık âcizlerin nasibidir.
Yücelikle başlar kıran kişiye ne Tanrının merhameti nasip olur, ne
halkın!
Bu sözün sonu yoktur... evet, o yiğit, yiyecek ve ekmek nafakasının
azlığından perişan oldu!
1860. Ne mutlu o sofiye ki rızkı azalır... boncuğu inci olur, kendisi
deniz kesilir!
O hususi Tanrı nafakasını duyan, Tanrının yakınlığına erer,gayb
nafakasını elde eder.
Fakat ruh nafakası noksan olan kişinin canı o noksan yüzünden
titremeye başlar.
Anlar ki bir hata etmiştir de bundan dolayı rıza yaseminliği perişan
olmuştur.
İşte o adam da ekinin az olması yüzünden harman sahibine mektup yazdı.
1865. Mektubunu o yüce ve adil padişaha götürdüler, okudu, fakat bir
cevap vermedi.
Dedi ki: onun derdi yalnız gıda, başka bir şey değil... ahmağa
verilecek en iyi cevap sükûttur.
Ayrılık ve vuslat derdi onda hiç yok... fere bağlanmış, aslı hiç
aramıyor.
O ahmağın biri... varlığa kapılmış, ölmüş gitmiş ferin derdiyle asla
aldırış bile etmemekte.
Göklerle yeri bir elma farz et... Tanrının kudret ağacından bitmiş!
1870. Sen, bu elmanın içindeki bir kurda benzersin; ağaçtan da haberin
yok, bahçıvandan da!
Elmada bir kurt daha var; fakat onun canı dış âleminde bayrak sahibi!
Onun hareketi elmayı yarar... elma onun hareketine karşı koyamaz!
Hareketi, perdeleri yırtar... sureti kurt ama hakikatte o, bir
ejderha!
Demirden çıkan ilk ateş, dışarıya yavaş ,yavaş adım atar.
1875. Dadısı pamuktur önce... fakat sonunda şuleleri ta esire kadar
çıkar,
İnsan, önce uykuya, yemeye muhtaçtır... fakat nihayet meleklerden de
üstün olur.
Pamuk ve kükürdün himayesinde şulesi ve nuru, süha yıldızına kadar
çıkar!
Karanlık alemi aydınlatır... demirden yapılma tomruğu bile iğneyle
deler geçer!
Ateş de cismanidir ama ne ruhtandır, ne de ruhani âlemden!
1880. Cisme, o yücelikten bir nasip yoktur... cisim, can denizinin
önünde bir katra gibidir!
Cisim, canla artar, gün günden fazlalaşır... fakat can gitti mi cisme
bak, ne hale gelir?
Cisminin haddi, bir iki arşından fazla değildir... fakat canın, ta
göklere kadar çıkar, dolaşır!
En iyi kişi, ruha ta Bağdata Semerkanda kadar olan mesafe tasavvurda
yarım adımdır ancak!
Gözünüz iki dirhemlik taş ağırlığında bir yağ parçasıdır ama ruhunun
nuru göklere dek her tarafı kaplar.
1885. Nursa, bu göz olmadan da uykuda her şeyi görür... fakat göz, bu
nur olmayınca ancak harap olur gider!
Canın, tenin sakalıyla, bıyığıyla alış verişi yoktur... fakat ten, can
olmayınca murdardır, aşağıdır!
Bu cisim, hayvani ruhun debdebesine sebeptir... sen daha önceden git
de insani ruhu gör!
İnsandan da dedikodudan da geç de Cebrailin ruhunun dayanıp kaldığı
deniz kıyısına var!
Ondan sonra Ahmedin canı (esrarı faş etme sakın diye) sana karşı
dudağını ısırsın... Cebrail, senden korksun, geride kalsın!
1890. Bir yay kadar ileri varır, sana doğru gelirsem derhal yanarım
desin!
Kölenin,mektuba padişahtan cevap gelmeyişinden kızıp perişan olması
Bu ovanın ne başı var zaten, ne sonu... o köle de mektubuna cevap
gelmediğinden sıkılıp duruyor!Dostları,ayrılığını sordular;
Ne şaşılacak şey, padişah neden bana cevap yazmadı... yoksa
kızgınlığından mektubu götüren bir hıyanetlikte mi bulundu?
Mektubu mu gizledi, yoksa padişaha vermedi mi? Acaba bir münafık
mıydı, saman altından su mu yürüttü?
Tecrübe için başka bir mektup yazar, hünerli, terbiyeli bir başka elçi
arar bulurum demekte,
1895. Cahilliğinden o bihaber, padişahı, mutfak eminini, mektup
götüreni ayıplamaktaydı.
Hiç ben din yolunda eğri gittim, gavurluk ettim diye kendisine
gelmiyor, kusuru kendinde bulmuyordu.
Süleyman aleyhisselâmın bir kusuru yüzünden rüzgârın ters esmesi
Rüzgâr,Süleymanın tahtına ters esti...Süleyman dedi ki: Ey rüzgâr,
ters esme! ;
Rüzgâr da ey Süleyman dedi, ters hareket etme... ters hareket edersen,
benim tersliğime kızma!
Tanrı, biz ders alalım da insafa gelelim diye bu teraziyi halk etti.
1900. Sen eksik dirhem korsan ben eksik tartarım... sen benimle
apaydın muamelede bulunursan ben de seninle apaydın muamelede
bulunurum!
Böylece Süleymanın tacı da eğrildi... aydın günü ona gece etti âdeta!
Süleyman dedi ki: Ey taç, neden başımda eğrilirsin... A güneş,
doğumdan eksilme benim!
O eliyle tacı düzelttikçe taç eğrilmekteydi yiğidim!
Tam sekiz kere doğrulttu, sekiz kere eğrildi... dedi ki: Ey taç, bu ne
bu? Eğrilme artık!
1905. Taç dedi ki: Beni yüz kere doğrultsan yine eğrilirim... çünkü
inanılır kişi, sen eğrilmedesin!
Süleyman, bunun üzerine kalbini doğrulttu... gönlündeki şehvetten
soğudu...
Tacı da derhal doğruldu... nasıl istiyorsa başında öyle durdu.
Süleyman, bundan sonra onu mahsustan eğriltmede, taç da inadına
doğrulmadaydı.
O ulu Peygamber, tacını sekiz kere eğriltti; her defasında taç,
başında doğruldu.
1910. Taç, dile geldi de ey padişah, nazlan dedi... kanadından mademki
tozu, toprağı silktin; uç!
Bana izin yok ki bundan ileriye geçeyim... bu sırrın gayb perdelerini
yırtayım!
Elini sen ağzıma koy da kapat... ağzım, beğenilmeyen şeyler
söylemesin!
Hasılı sana ne dert gelirse başkasına kabahat bulma; kendine bak!
Dostum, bu iş başkasından oldu sanma... o kölenin uğraştığı gibi
uğraşıp durma!
1915. Köle, gâh elçiyle, mutfak eminiyle uğraşıp savaşmasaydı... gâh
cömert padişaha kızmadaydı.
Tıpkı Firavun gibi... hani o da Musayı bırakmıştı da halkın
yavrucaklarının başlarını kestiriyordu.
Halbuki düşman, o kör gönüllünün evindeydi... oysa başka çocukların
başlarını kopartıp duruyordu!
Sen de dış âleminde başkalarıyla kötü oluyorsun da içten kötü nefsinle
uzlaşıyorsun.
Düşmanın o... fakat sen ona şeker vermedesin... dışarıdan da herkesi
töhmetli tutmadasın!
1920. Sen Firavun gibi körsün, kör gönüllüsün... düşmanla iyisin de
suçsuzları aşağılatmadasın.
A firavun, niceye dek suçsuzları öldürecek, asıl suçlu olan nefsini
hoş tutacaksın?
Firavunun aklı, padişahların aklından üstündü ama Tanrı hükmü onu
akılsız ve kör etmişti!
Bir adamın can gözünü, can kulağını Tanrı kapattı mı o adam Eflatun
olsa hayvanlaşır!
Hasılı Bayezit hakkındaki gayb hükmü nasıl zuhur ettiyse Tanrı hükmü
levh üstünde ( çaresiz) zuhur eder.
Tanrı razı olsun Şeyh Ebulhasanın Ebuyezidin kendisinden ve
ahvalinden haber verdiğini duyması
1925. Ebulhasan, Bayezidin buyurduğu gibi zuhur etti... ve bunu
adamlarından duydu.
Bayezid, Hasan benim dervişim ve ümmetim olur... her sabah benim
mezarımda benden ders alır demişti.
Kendisi de dedi ki: ben de Şeyhi rüyamda gördüm... ruhundan bu sözü
duydum.
Her sabah, onun mezarına yüz tutar, ta kuşluk çağına kadar huzurunda
dururdu.
Ya bir şeyhin huzuruna gider gibi o mezarın başına gelir, yahut da
sözsüz müşkülleri hallolurdu.
1930.Nihayet yine bir gün kutlulukla o mezarın başına geldi... yeni
kar yağmıştı, mezarlar karla örtülmüştü.
Mezarın üstünde kat kat karların bayrak gibi yüceldiğini, kubbe kubbe
yığıldığını görünce gamlandı.
O diri Şeyhin mezarından ses geldi. Ben buradayım, bana gel diye seni
çağırıp duruyorum.
Kendine gel... sesime koş; bu yana seğirt! Âlem karla dolsa da sen,
benden yüz çevirme!
O gün, Ebulhasanın hali düzeldi... önce duymuş olduğu şaşılacak
şeyler, o gün kendisinde zuhur etti.
Kölenin ilk mektuba cevap gelmeyince padişaha başka bir mektup daha
yazması
1935. O kötü zanda bulunan köle kınamalarla, feryadu figanlarla dolu
bir mektup daha yazdı.
Bundan önce padişaha bir mektup daha yazdım... fakat bilmem eline
değdi mi? dedi.
Güzel yüzlü padişah o mektubu da okudu; ona da cevap vermedi,
seslenmedi.
Padişah ona aldırmamaktaydı... o da tam beş kere padişaha mektup
yazdı.
Nihayet perdeci başı o da sizin kulunuz... bir cevap verseniz değer.
1940. Cevap verirseniz, bir kula, bir köleye lûtuf ile bakarsanız
padişahlığınızdan ne eksilir ki? dedi.
Padişah dedi ki: bu kolay... fakat köle sersem... ahmak adam
çirkindir, Tanrı merdududur.
Suçunu, kabahatini affederim ama illeti bana da sirayet eder sonra!
Bir uyuz, yüz kişiyi uyuz eder... hele bu hareketi beğenilmez habis
uyuz , büsbütün beterdi!
Kâfir bile akılsızlık uyuzuna tutulmasın... yoksa şumluğu, bulutta
bile yağmur bırakmaz!
1945. Şumluğu yüzünden buluttan bir katra yağmur yağmaz... şehir, onun
baykuşluğu yüzünden viraneye döner!
O ahmakların uyuzluğu yüzünden Nuh tufanı, koca bir âlemi kötülüklerle
yıktı gitti!
Peygamber Kim ahmaksa düşmanımızdır... yol kesen gulyabanidir...
Akıllıysa canımızdır; ondan gelen serin esinti ondan gelen rüzgâr bize
fesleğendir.
Akıl, bana sövse razıyım... çünkü benim feyiz vericiliğimden bir feyze
sahiptir.
1950. Onun sövmesi faydasız değildir... boş elle kalkıp konukluğa
gelmez.
Ahmak, ağzıma helva tıksa onun helvasından hastalanır, ateşlenirim!
dedi.
Lâtifsen. Gönlün aydınsa şunu iyice bil: Eşek götünü öpmede bir lezzet
yoktur!
Faydasız yere bıyığını pis pis kokutur... yemek yemeksizin elbise,
onun tenceresiyle kararır!
Yemek dediğim akıldır, ekmek ve kebap değil... oğul, cana gıda akıl
nurudur.
1955. İnsana nurdan başka bir yiyecek yoktur... o candan başka bir
şeyle beslenip yetişmez insan.
Bu yiyecekleri yavaş yavaş azalt... çünkü bunlar, eşek gıdasıdır, hür
adamın gıdası değil!
Bunları azalt da asıl gıdayı almaya kabiliyetin olsun, nur lokmalarını
yiyesin!
Bu ekmeğin ekmek oluşu, o nurun aksiyledir... bu canın can oluşu, o
canın feyziyledir.
Bir kerecik nur yemeğini yedin mi ekmeğin başına da toprak saçarsın,
tandırın başına da!
1960. Akıl, iki akıldır: Birincisi kazanılan akıldır... sen onu
mektepte çocuk nasıl öğrenirse öyle öğrenirsin.
Kitaptan, üstattan, düşünceden, anıştan, manalardan, güzel ve
dokunulmadık bilgilerden.
Aklın artar, başkalarından daha fazla akıllı olursun... fakat bu
ezberlemekle de ağırlaşır, sıkılırsın!
Geze dolaşa âdeta bir ezberleme levhası kesilirsin... halbuki
bunlardan geçen Levhimahfuz olur!
Öbür akıl, Tanrı vergisidir... onun kaynağı candadır.
1965. Gönülden bilgi ırmağı coştu mu ne kokar, ne eskir, ne de
sararır!
Kaynağın yolu bağlı ise ne gam! Çünkü o anbean ev içinden çoşup
durmaktadır!
Tahsil ile elde edilen akıl, ırmaklara benzer... o, şuradan buradan
çıkar, evlere gider.
Yolu kapandı mı çaresiz kalır, akmaz! Sen, çeşmeyi gönlünde ara.
Bir adamın,birisiyle danışıp görüşmesi, o adamın da ben senin
düşmanınm,başkasına danış demesi
Bir adam, birisiyle meşverette bulunuyor, tereddütten kurtulmak,
hapisten halâs olmak istiyordu.
1970. O adam dedi ki: Hoş fakat benden başkasını ara bul da
danışacağın şeyi ona danış!
Ben senin düşmanınım, bana sarılma... düşmanın tedbiri, aydın olamaz!
Git, sana dost olan birisini ara... dost şüphe yok ki dostun hayrını
diler.
Ben düşmanım, benim gibisinden bir çare olmaz... eğri gider, sana
düşmanlık ederim.
Kurttan bekçilik istemek doğru bir şey değildir... bir şeyi
bulunmadığı yerde aramak, aramamak demektir.
1975. Hiç şüphe etme ki ben sana düşmanım... senin yolunu keserim ben,
nasıl olur da sana yol gösteririm?
Kim dostlarla düşer kalkarsa külhanda bile olsa gül bahçesindedir...
fakat zamanede düşmanla düşüp kalkan gül bahçesinde bile olsa
külhandadır!
Biz, ben diye varlığa düşerek dostu incitme de kimse, düşmanın
olmasın!
Tanrı için halka hayır yap, yahut kendi canın için herkese hayırda
bulun da.
1980. Daima gözüne dost görünsün... gönlüne kin yüzünden çirkin
suretler gelmesin!
Fakat birisine düşmanlıkta bulundun mu ondan çekin... seni seven bir
dostla görüş, danışacağını ona danış!
Adam dedi ki: Ey iyi kişi, biliyorum seni... sen benim eski
düşmanımsın.
Fakat akıllı ve manevi bir adamsın; aklın eğri gitmeme razı olmaz.
Tabiat, düşmandan hıncını çıkartmak ister ama akıl, nefse demirden bir
bağdır;
1985. Gelir, onu kötülükten men eder, geri çeker... akıl, onun iyi ve
kötü hareketlerine adeta bir şahnedir.
İmana mensup akıl adil bir şahneye benzer... gönül şehrinin
bekçisidir, hakimidir.
Kedi gibi aklı uyanıktır onun... hırsız, fare gibi delikte kalakalır!
Nerede fare çıkar, bir şeye el uzatırsa ya orada kedi yoktur, yahut
varsa bile sureti vardır!
Kedi nedir? Aslanları yıkan aslan... tendeki imana mensup akıl!
1990. Onun görünüşü yırtıcı hayvanlara hakimdir... narası otlayan
hayvanları men eder!
Şehir, hırsızlarla, elbise soyanlarla dolu... söyle, ister şahne
olsun, ister olmasın!
Rasul aleyhisselamın,bir savaşta,orduda ihtiyarlar ve savaşta
tecrübeliler bulunduğu halde Huzeyil kabîlesinden bir genci emîr
yapması
Peygamber, kâafirlerle savaşmak, abes şeyleri gidermek için bir ordu
gönderiyordu.
Huzeyl kabilesinden bir genci seçti, orduya emir etti.
Askerin aslı kumandandır... kumandansız kavim, başsız bedene benzer!
1995. Şu ölüşün, solup gidişin, hep başbuğu terk etmendendir.
Usançtan, nekeslikten, benlikten baş çekmede, kendini başbuğ
saymadasın!
Tıpkı yükten kaçan katır gibi... o da başını alır, dağları boylar!
Sahibi, a sersem... her tarafta eşek avlamak üzere sinmiş bir kurt
var...
şimdi gözümden kayboldun mu her yandan kuvvetli bir kurt çıkagelir.
2000. Kemiklerini şeker gibi ezer, ufalar... artık bir daha diriliği
göremezsin bile!
Hadi kurdu bir tarafa bırak... odsuz kalırsın ya! Ateş, odun olmadı mı
söner gider.
Kendine gel de sahipliğimden kaçma, yükün ağırlığından çekinme...
senin canın benim diye ardına düşer, koşar durur!
Sen de bir katırsın... çünkü nefsin üstün. A kendisine tapan, hüküm
üstünündür.
Fakat ululuk ıssı Tanrı, sana eşek demedi at dedi... Arap, arap atına
Taal der.
2005. Cefakâar nefis katırlarını bakmak, yola getirmek için Mustafa,
Hakkın imrahorudur.
Kerem ve ihsan çekişiyle Kul tealev dedi... Gelin de sizi riyazatla
terbiye edeyim dedi, azgın ve serkeş atları alıştırır, yola getiririm
ben.
Nefisleri azgınlıktan geçinceye dek bu katırlardan ne tekmeler yedim.
Nerede azgınları yumuşatan bir er varsa onların tekmelerinden
kurtulmasına bir çare yoktur!
Hasılı belâların çoğu peygamberlere gelir.. çünkü ham kişileri yola
getirmek, zaten bir belâdır.
2010. Siz, kaidesiz, nizamsız gitmektesiniz; sözüme uyun da rahvan
gidin... bu suretle de uysal bir hale gelin,padişahın bineceği bir at
olun!
Tanrı dedi ki: onlara gelin de, ey terbiyeye alışkın olmayan
katırlar, gelin de!
Fakat gelmezlerse gamlanma... o iki temkinsiz için kinlenme!
Bazılarının kulakları bu, gelin sözüne karşı sağırdır... her hayvanın
ayrı ahırı vardır.
Bazıları bu sesten ürker, kaçarlar...her atın ahırı ayrıdır.
2015. Bazılarının de bu hikayelerden canı sıkılır...çünkü her kuşun
kafesi başkadır.
Melekler bile bir cinsten değildirler; bu yüzden göklerde saf saf
dururlar.
Çocuklar, gerçi bir mektebe giderler, giderler ama ders bakımından her
biri, öbüründen üstündür.
Doğuya mensup olanın da duyguları var, batıya mensup olanın da...
fakat görmek göze kısmet olmuştur, mesnet ona verilmiştir.
Yüz binlerce kulak saf saf düzülse yine de hepsi aydın bir göze
muhtaçtır.
2020. Sonra kulakların da can sesini, Tanrı haberlerini, Peygamber
buyruklarını duymada bir mesnedi var
Yüz binlerce göze ses duyma kabiliyeti verilmemiştir; hiçbir gözün ses
duymadan haberi yoktur.
Böylece her duyguyu birer birer say... her biri, öbürünün işini
göremez!
Beş tane dış, beş tane de iç duygusu... hepsi on tane duygu, ayakta
saf kurmuştur.
Din safından baş çeken giden, gider, en son safa katılır!
2025. Sen, gülün sözünü terk etme... söyleye dur! Bu söz pek büyük bir
kimyadır.
Bir bakır senin sözünden nefret eder, kaçmaya kalkışırsa yine sen
kimyayı ondan esirgeme!
Büyücü nefesi şimdi, bu söze uymadıysa sözün, belki sonunda ona tesir
eder, bir fayda verir.
Oğul, gelin de gelin... sizi Tanrı esenlik yurduna çağırmada!
Hocam, benliği bırak, başbuğ olma sevdasından vazgeç! Bir başbuğ ara,
ona uy... başbuğ olmaya pek özenme!
Birisinin,Peygambere Huzeyl kabîlesinden olan genci başbuğ
yaptığından dolayı itirazda bulunması
2030. Peygamber, Tanrı yardımına nail olan askerine Huzeyl
kabîlesinden olan o genci başbuğ yapınca,
Bir herzevekil, hasedinden dayanamadı... itiraza bunu kabul edemeyiz
bayrağını kaldırmaya kalkıştı.
Halka bak hele... bunlar karanlık âlemindendir...geçici bir matah için
nasıl geçici bir hale düşer, nasıl itiraza kalkışırlar!
Ululuk yüzünden hepsi dağınıklığa düşmüşler, canlarını vermişler, ölü
bir hale gelmişlerdir. Fakat savaşta, diridir onlar!
Şaşılacak şey şu: Zindanın anahtarı, bu çeşit adamın elindedir de yine
kendisi zindanda mahpustur!
2035. O genç tepeden tırnağa kadar pisliğe batmıştır... fakat akarsu,
eteğine dokunup akmaktadır!
Dilediği ile daima yan yanadır da yine de bir dayanacak, huzur bulacak
kişinin yanına varabilsem diye ne sabrı vardır, ne kararı!
Nur gizlidir... arayıp sormak, gizliliğine şahit.Fakat gönül, saçma
sözlerden kurtuluş dilemez ki!
Fakat dünya zindanında bir kurtuluş yeri olmasaydı gönül ne sıkılırdı,
ne de halâs olmayı araştırır, isterdi!
Sıkılıp üzülmen, seni bir memur gibi Hadi ey sapık, ey yolsuz... bir
doğru yol ara diye çekip çekiştirmededir...
2040. Doğru yol vardır... fakat pusuda gizlidir. Bulmak için durmadan,
dinlenmeden delicesine aramak gerek; böyle arayan bulur!
Dağınıklık, pusuda topluluğu arar... sen hemen bu isteyende istenenin
yüzünü gör!
Bağdaki cansız mahsulat, köklerinden sürmüş, yetişmiştir... onlara
diriliği vereni anla!
Hiç müjde verecek biri olmasaydı bu zindandakilerin gözleri, hep
kapıya dikilir, kalır mıydı?
Irmak olmasaydı yüz binlerce ırmağa batıp ıslanan olur muydu?
2045.Yanını yere koyup yatamıyor, rahatsız oluyorsun... bil ki evde
bir yatağın, yorganın var!
Karar edilecek bir yer olmadıkça karasız kişi olmaz...sersemliği
gideren bir şey bulunmasa sersemlik bulunmaz!
O adam dedi ki: Hayır hayır ey Tanrı elçisi. Askere ihtiyar birisini
başbuğ yap!
Ey tanrı elçisi, genç, aslan oğlu aslan bile olsa askere , ihtiyardan
başkası kumandan olmasın!
Zaten sen söyledin...şahidim senin sözün: Kendisine uyulacak kişi pir
olmalıdır, pir!
2050. Ey tanrı elçisi, şu askere bak! Ondan daha yaşlı daha ileri
bunca kişi var!
Bu ağaçtaki şu sarı yaprağa bakma da onun olgun elmalarını devşir!
Onun sarı yaprakları nasıl olur da bomboş olur... zaten yaprağının
sararması, olgunluk ve kemal alâmetidir.
Yüzün sararması, saçın sakalın ağarması, olgun aklı müjdeler!
Yeni sürmüş, yeni yeşermiş yapraklarsa meyvenin hamlığına delalet
eder.
2055. Azıksızlık azığı her şeyden vazgeçiş, âriflik
nişanesidir.Altının sarılığı, sarrafın yüzünü kızartır,benzine kan
getirir.
Gül yüzlü, sakallı, bıyığı yeni terlemiş genç, henüz mektepte okuma,
yazma öğrenmededir.
Yazısı, yazısının harfleri eğri büğrüdür... gürbüz olsa bile
delikanlıdır, aklı azdır onun!
İhtiyarın ayağı, hızlı adım atmasa da aklının iki kanadı vardır,
yücelerde uçar!
Örnek istiyorsan Cafere bak! Tanrı, ona elinin, ayağının yerine iki
kanat verdi!
2060. Altını bırak... bu söz örtülüdür, gönlüm civa gibi ıstıraplara
düştü!
İçimizden güzel sözlü, güzel sesli yüzlerce sükût, elini ağzına
komada, yeter artık demede!
Sükût denizdir, söylemek ırmağa benzer... deniz seni aramada, sen
ırmağı arama!
Denizin işaretlerinden baş çevirme... sözü bitir doğrusunu Tanrı daha
iyi bilir!
O edepsiz, Peygamberin huzurunda o soğuk dudaklarından sözler
çıkarmada, böylece söylenip durmadaydı.
2065. O bihaber, söz fırsatını bulmuştu, boyuna söylenip
duruyordu...zaten haber de görüşe göre saçma sapan bir şeydir!
Bu haberler, hep görüş yerine geçer, görüş olmayınca habere ehemmiyet
verilir...göz önünde olandan haber verilmez; göz önünde olmayandan
haber verilir!
Birisi görüş makamına vardı mı artık bu haberlerin onca hiçbir değeri
yoktur.
Sevgiliye ulaştın, onunla düşüp kalkmaya başladın mı kılavuzları affet
artık!
Çocukluktan geçip adam olan kişiye mektup da soğuk gelir, kılavuzluk
eden kadın da!
2070. Mektubu okusa bile bilmeyenlere öğretmek için okur...söz
söylerse bile anlatmak için söyler!
Gözlüler önünde haberden bahsetmek hatadır...çünkü bu bahis bizim
gafil olduğumuza noksanlığımıza delâlet eder.
Gözlünün önünde susmak, sana fayda verir. Kuran okunurken susun,
dinleyin emri, bu yüzden gelmiştir.
Can gözü açık olan kâmil, sana söyle derse güzelce, edeplice söyle,
sözü uzatma!
Uzat diye emrederse yine emre uy, utanarak söyle!
2075. Nitekim şimdi ben de bu güzelim Mesneviyi yazarken öyle
yapıyorum ey Hak Ziyası Hüsamettin!
Akıllı davranıp kısa kesmeye kalkıştım mı,o, beni yüz çeşit vesileyle
söyletmeye kalkışır.
A ululuk ıssı Tanrının ışığı Hüsamettin, görüyorsun mademki; sözden
ne istersin ki?
Bu herhalde fazla iştahtan olacak... hani şair de Bana hep şarap sun,
hem de işte bu, şaraptırda demiştir ya!
Şu anda onun kadehi, senin ağzında... fakat kulak da kulağın nasibini
ver, diyor!
2080. Ey kulak, senin nasibin hararetlenip kızarmaktır... işte
hararet, işte sarhoşluk! Fakat kulak, ben bundan daha fazlasını
istiyorum, harisim ben demekte!
Mustafa aleyhisselâmın itiraz edene cevap vermesi
Şeker huylu Mustafanın huzurunda o Arap, sözü haddinden aşırınca,
O Vecnecmi padişahı, Abese sultanı, o soğuk nefesiyle Sözün kafi
artık diye dudağını ısırdı.
Söylemesin diye elini ağzına koydu... gizlileri bilen kişinin yanında
nice bir söyleyip duracaksın?
Kuru fışkıyı gözü açık erin önüne götürmüş, bunu misk yerine satın al
diyorsun!
2085. Deve pisliğini burnunun altına koyuyor, bir de oh oh diyorsun a
beyni kokmuş kişi!
A akılsız şaşı! Kötü kumaşın revaç bulsun diye bir de oh ohtur
tutturmuşsun!
Bu suretle bu tertemiz burnu aldatmak, o göklerin gül bahçelerinde
yayılan eri kandırmak istiyorsun!
Onun yumuşaklığı, kendisini ahmak göstermede ama senin de kendini bir
parçacık bilmen lazım!
Bu gece de tencerenin ağzı açık kaldıysa kedinin de utanması icap
eder!
2090. O ışığı güzel ârif kendisini uyuyor göstermede ama adamakıllı
uyanıktır... sakın sarığını aşırmaya kalkışma!
A pis inatçı, bu Şeytan masalını Mustafanın huzurunda nice bir
söyleyeceksin?
Bunların yüz binlerce hilmi vardır...bir tek hilmleri bile yüzlerce
dağa bedeldir!
Hilmleri, uyanık adamı bile aptal eder... yüz binlerce gözü olan zeka
sahibini şaşırtır, yolunu kaybettirir, sapığa döndürür!
Hilmleri, güzel ve lâtif bir şarap gibi tatlı ta beynin üst yanına
gider, bütün bedene yayılır!
2095. O sert şaraptan sarhoş olana bak! Sarhoş Ferzin gibi eğri büğrü
gitmeye başladı!
O adamı çabuk alan şarabın tesiriyle genç, bir ihtiyar gibi yol
üstünde düşüp kalmada!
Hele şu Belâ küpünün şarabı yok mu... öyle sarhoşluğu bir gecelik
şarap değil bu!
Ashabı kehf, o şarabı içtiler de tam üç yüz dokuz yıl akıllarını
kaybettiler, ne mezeye el sundular, ne bir yere kıpırdadılar!
Mısır kadınları bu şaraptan bir kadehçik içtiler de ellerini şahrem
kesip doğradılar!
2100. Büyücüler de Musanın sarhoşluğuna düştüler...darağacını sevgili
sandılar!
AÇIKLAMALAR ( Beyitler 1401 - 2100 )
B. 1409. Nuh Peygamber'in oğlu Kenan, (Yam) tufanda bir dağın üstüne
çıkıp kurtulmak istemiş. Gemiye girmemiş, babasına uymamış ve bir
dalga gelerek bu çocuğu boğmuştu. Sure: 11, (Hûd) âyet: 42-43, C. 3,
S. 125-132, B. 1307-1337 nin izahına bakınız.
B. 1416-1419. Bilgi, geliş ve çıkış bakımından ikiye ayrılır. Akılla
meydana gelen ve akıldan doğan bilgilere aklî bilgi, nakil yoluyla
meydana gelen bilgilere nakli bilgi denir. Din bilgisi, nakli
bilgidir. Sofilere göre nakli bilgi de, aklî bilgi de Tanrı hicabıdır.
Mevlâna bir gazelinde:
Yek hamle-i merdâne-i mestâne bikerdim
Tâ 'ilm bidâdim-u bem'alüm residim
Yani "Ercesine, sarhoşcasına bir hamle yaptık da bilgiyi verdik, ondan
sonra bilinene ulaştık" der. H. Ali'nin "Bilgi, Tanrı'nın en büyük
örtüsüdür" dediği rivayet edilir. Sofilerce sâlikin, yani hakikat
yolcusunun, mürşide ve bilhassa Muhammed'in hakikatine sahip olan
kutba karşı hiçbir varlığı, hiçbir bilgisi kalmamalıdır. Ona teslim
olmak, onun sözüne uymak, emrine karşı aklî ve naklî bilgiye bakmamak,
emri, nakli bilgilere aykırı bile olsa yapmak lâzımdır. Sofiler, bu
hususta ekseriyetle Musa ile Hızır hikâyesini söylerler. Sultan Veled
de "Veledname" sinde bu hikâyeyi anlatır (Hicrî 1355, Tahran, İkbal
Matbaası, S. 23-27).
B. 1420. Böyle bir hadis rivayet edilegelmiştir. Ankaravî, bu hadisi
tafsilen anlatmaktadır (S. 295).
B. 1423. C. 2, S. 99, B. 1073 ün izahına bakınız.
B. 1452 den sonraki bahis. "Ey elbisesine bürünmüş olan, gece namazı
için geceyarısı kalk! Yahut o vakti biraz azalt, yahut da çoğalt,
geceyarısından önce veya sonra kalk ve Kur'anı yavaş yavaş oku" (Sûre:
73, Müzzemmil, âyet: 1-4).
B. 1466. "Kur'an okununca dinleyin ve susun da acınmış olasınız,
rahmete ulaşasınız." "Sure: 7, A'raf, âyet: 204) C. l, S. 109, B. 1622
nin izahına da bakınız.
B. 1468-1469. "Bir körü kırk adım götüren kişinin geçmiş günahları
bağışlanır." Hadis, (Ankaravî, S. 308).
B. 1484-1485. Buraları yazılırken yine vaktin geçmiş olduğunu, günün
kavuşmak üzere bulunduğunu anlıyoruz.
B. 1496 dan sonraki bahis. Böyle bir hadis rivayet edilmiştir.
B. 1512. Bu beyitteki sofi kimdir? İhtimal fevkalâde hürmetkar olduğu
Hakîm-i Senaî, yahut Attar'ın bu mealde bir sözü vardır da onu
kastediyor. Ankaravî de bu hususta bir şey söylemiyor.
B. 1522. "Şüphe yok ki biz cinlerden, insanlardan birçoğunu cehennem
için yarattık.. onların kalbleri vardır, anlamazlar; gözleri vardır,
görmezler; kulakları vardır işitmezler. Onlar, hayvanlara benzerler;
hattâ hayvandan da sapıktır onlar. Onlar, gafillerdir. (Sure: 7 A'raf,
âyet: 179).
B. 1525. C. l, S. 42, B. 426 nın izahına bakınız.
B. 1526 dan sonraki başlık. 9 uncu surenin (Tevbe) 125 inci âyetiyle 2
inci suresinin (Bakara) 26 ncı âyetinden alınmadır.
B. 1530. Beladur aklı ziyadeleştiren bir ilâçtır.
B. 1640 tan sonraki başlık. Peygamber, bir günün orucunu öbür güne
ular, iftar etmezdi. Sahabe de kendisini taklide başlayınca "Siz,
orucunuzu bir günden öbür güne ulamayın, ıılamayın. Ben sizin birinize
benzemem.. rabbimin yanında gecelerim, beni doyurur, suvarır" dedi. Bu
hadis Buhari ve Müslim hadislerindendir (Ankaravî, S. 352).
B. 1645. Yine Mesnevi yazdırılırken gün geçmiş, akşam olmuş.
B. 1669 dan sonraki başlık. Bu âyet 20 inci surenin (Tâhâ) 67 ve 68
inci âyetleridir.
B. 1695. H. Muhammed'in son zamanlarında peygamberlik dâvasiyle ortaya
çıkan ve Ebubekir'in halifeliği zamanındaki savaşta öldürülen
Müseyleme al-Kezzab.
B. 1725. C. l, S. 60, B. 615 in izahına bakınız.
B. 1734. Bu dünyada bulunan şeyler, bir yandan olmakta, bir yandan da
bozulup gitmektedir. Bu yüzden âleme oluş ve bozuluş âlemi mânasına
gelen Alem-i kevn-ü fesad denir.
B. 1738. Ham suresi, yedi âyetten ibaret bulunan ve âdeta Kur'an'ın
hulâsası ve dibacesi olan ilk suredir. Buna "Fatiha - başlangıç, açış
suresi" denir.
B. 1769. "Tanrı'dan korkup günahından çekinenler, şüphe yok
cennetlerde, bağlarda bahçelerde ve ırmakların kıyılarında, doğruluk
makamında ve kudret sahibi padişahın, Tanrı'nın yanında
oturacaklardır." (Sure: 54 Kamer, âyet: 54-55).
B. 1780. "Ey Adem oğulları, şeytan, babanızı, ananızı, yani Adem'le
Havva'yı sınayıp aldattığı gibi sizi de sınayıp aldatmasın.. onları
cennetten çıkarttı, elbiselerini soydu, ayıplarını gösterdi. Bilin ki
o ve kabilesi, sizin görmediğiniz bir yerden sizi görür. Biz,
şeytanları, imana gelmeyenlere dost ettik." (Sûre: 7, A'raf, âyet:
27).
B. 1789. C. l, S. 73, B. 756 nın izahına bakınız.
B. 1801 den sonraki bahis. Sofilerde birisi, kendisinden önce gelip
geçmiş birisinin ruhaniyetinden feyiz alır, bu suretle sülûk görürse
bu adama "Üveysî" derler. Rivayete göre Üveys al-Karanî de H.
Muhammed'i görmemiş, fakat onun ruhaniyetinden feyiz almıştır. Üveysi
olanlar, sonradan bir şeyhten zahiren de nispet kazanmak şartıyla
irşatta bulunabilirler. Ebülhasan-ı Harkani de Bayezid'in
ruhaniyetînden feyiz almıştır. Bu zat Hicri 425 Muharremin onuncu günü
vefat etmiştir (1033). Bayezit için C. l, S. 225, B. 2275 in izahına
bakınız.
B. 1833 ten sonraki başlık. C. 2, S. 111, B. 1203 ün izahına bakınız.
B. 1851-1854. Sofiler, kalblerinde doğan ilâhî bilgiye, yahut keşfe
"varidat-Tanrı'dan gelenler" derler. Onlarca erenlerin sözleri de
vahiyden başka bir şey değildir. Hattâ nübüvveti, yani peygamberliği
iki kısma ayırıp bir kısmını, "Nübüvvet-i teşriiye - şeriat kuruculuk
peygamberliği", bir kısmına da "Nübüvvet-i tarifiye - şeriatı anlatan,
Tanrı sırlarını bildiren peygamberlik" derler. Her velî ye bilhassa
zamanın sahibi olan kutup, nü-büvvet-i tarifiye ile peygamberdir,
fakat H. Muhammed'e hürmet ve şeriat edebine riayet bakımından
peygamberim diye meydana çıkmaz. Bu inanışın ileri gidişinden veli,
nebiden üstündür akidesi çıkmıştır. Nebide bir peygamberlik, bir de
velilik vardır; peygamberlik Tanrı ile kul arasında vasıta oluştur. Bu
bakımdan peygamber, peygamberliği itibariyle, halkla uğraşır. Halbuki
velilik Hak'la olan muameledir. Bu yüzden peygamberin veliliği,
peygamberliğinden üstündür diyenler olduğu gibi Şeyh-i Ekber diye
anılan Muhiddin-i Arabi gibi "Hatem-i velayet" olduğunu iddia ederek
veliliğinin, bütün peygamberlere feyiz verdiğini ve kendisindeki
velayetin, H. Muhammed'in velayeti olup ondan ayrı olmadığını söyleyen
ve âdeta peygamberlik iddiasına girişenler de vardır. Peygamberliği
kisbî, yani sülûk ile kazanılır bir mertebe sayanları ve binaenaleyh
H. Muhammed'in hâtem yani son peygamber oluşunu tevil edenleri bile
bulunmuştur. Hicrî 587 de (1191) Haleb'de öldürülen Şeyh Şihabeddin-i
Maktul de bu inanıştaydı. Mevlâna da bu beyitlerde Mesnevi'nin vahiy
olduğunu söylüyor. Zaten altı cildin umumi dibacesi sayılan birinci
cildin dibacesinde de bunu apaçık söylemektedir. "Menakıb al-Arifîn"
de şöyle bir hikâye var: "Bir gün Sultan Veled buyurdu ki: Dostlardan
biri babama şikâyette bulundu ve âlimler Mesnevi'ye neden Kur'an
diyorlar diye benimle bahse girişti; ben de Kur'an'ın tefsiridir
dedim, deyince babam bir lâhza susup sonra A sersem dedi, niçin
olmasın? A eşek, niçin olmasın? A orospu kardeşi, niçin olmasın?
Peygamberlerle velîlerin harfi zarflarda Tanrı sırlarının nurlarından
başka bir şey yoktur ki. Tanrı sözü, onların, temiz gönüllerinden
biter, ırmağa benzeyen dillerinden akar. İster Süryanî dilince olsun,
ister Seb'al mesani dilince.. İster İbrani dilince olsun.. İster
Arapça!" (Üçüncü fasıl) Bu kitapta buna benzer birçok hikâyeler vardır
ki Mesnevi'nin, yazıldığı tarihten itibaren Tanrı vahyi olarak
tanındığını gösterir. Mesnevi karileri, Mesnevi'nin sonunda, önce
"Ululuk sırlarını keşfeden Mevlâna'mız böyle buyurdular" demek olan:
İnçünin fermûd Mevlânâ-yı mâ
Kâşif-i esrârhâ-yı kibriyâ
beytini okuyup sonra 1852 nci beyti okumak suretiyle dersi bitirirler
(Gülşen-i Râz S. 29, B. 339-340 ın ve S. 31-34, B. 394-571 in
izahlarına da bakınız).
B. 1855. C. l, S. 130, B. 1331 e bakınız.
B. 1857. C. 3, S. 432, B. 4467 ye bakınız.
B. 1890. C. l, S. 104, B. 1006 ya bakınız.
B. 1947. "Ahmak benim düşmanımdır, akıllı da dostum" mealinde bir
hadis rivayet edilmişti.
B. 2006-2011 "De ki: Ey Tanrı'dan inen kitaplara uyanlar, ey yahudi ve
hıristiyanlar, gelin aramızda ve aranızda bir ve ayni olan söze... o
söz de şudur: Tanrı'dan başkasına tapmayalım, ona hiçbir şeyi şerik
koşmayalım, Tanrı'dan başka bazımız, bazımızı rab tanımayalım.
İnanışlarını bırakırlar da sana uyarlarsa şahadet ederiz biz
Müslümanız demeleri gerektir" sure: 3 (Al-i İmran, âyet: 64); "De ki:
Gelin, Rabbiniz size neyi haram etti, okuyalım.. Rabbiniz, size ona
hiçbir şeyi şerik etmemenizi, anaya babaya ihsanda bulunmanızı,
yoksulluk korkusuyla evlâdınızı öldürmemenizi emretti..." Sure: 6
En'âm, âyet: 151.
B. 2023. C. l, S. 355, B. 3576 ya bakınız.
B. 2059. C. l, 330, B. 3565 in izahına bakınız.
B. 2082. Kur'an'ın 53 üncü suresi, "Yıldıza, kavuştuğu ve ufka indiği
zaman yani seher çağına andolsun ki sahibiniz, yani Muhammed sapıtmadı
da azmadı da" diye başlar. İlk âyet "Vennecmi" diye başladığı için bu
sureye "Necim suresi" denmiştir. 80 inci sure de "Abese yüzünü ekşitti
ve çevirdi, kör gelince..." diye başladığından "Abes suresi" diye
anılır. C. 2, S. 191-192, B. 2067-2094 ün izahına bakınız.
B. 2097. C. l, S. 122, B. 1241 in izahına bakınız.
B. 2098 C. l, S. 38, B. 392 nin izahına bakınız.
B. 2099. C. 2, S. 99, B. 1073 ün izahına bakınız.
|