Evvel de sensin, âhır da sen... bizse arada söze
bile gelmeyecek hiçin hiçi!
Böyle söylenip dururken nihayet leğeni damdan düştü... gönlü kendinden
geçti.
Dua ederken tekrar kendisine geldi... "İnsan, ancak çalıştığını elde
eder!"
O dua ile meşgulken Kıpti'nin yüreği coştu. Ansızın bir nara attı, bir
kükredi.
3505. Dedi ki: "Durma, hemen bana iman ederken ne diyeceğini öğret de
derhal eski zünnarımı keseyim!
Canıma bir ateştir saldılar... bir şeytana , candan bir iltifattır
ettiler.
Senin dostunum seni görmeden duramam... Tanrıya hamt olsun bu dostluk,
nihayet elimi tuttu.
Sohbetlerin bir kimya idi herhalde... gönül evinden ayağın eksik
olmasın!
Sen cennet fidanından bir daldın... ona yapıştım da beni cennete dek
götürdü.
3510. Bedenimi kapıp götüren bir seldi... bu sel, beni de lûtuf ve
ihsan denizinin kıyısına dek iletti.
Su ümidiyle sele doğru gittim; fakat denizi gördüm, kile kile inciler
elde ettim."
İsrailoğlu ona hadi, şimdi su al diye tas getirdi. Kıpti dedi ki: Yürü
git sular gözümde hor hakîr oldu.
"Tanrı müminleri satın aldı" sırrından bir şerbet içtim ki artık
kıyamete kadar susamam ben!
Irmaklara kaynaklara su ihsan eden, içimde bir kaynaktır coşturdu!
3515. Ciğerim susuzluktan yanıp kavrulmakta, su istemekteydi... şimdi
öyle bir himmete nail oldu ki suyu hakir görmede!
"Kaf hâ yâ ayn sâd" vadindeki doğruluğa delil olarak Tanrı, Kâfi
adının "Kef"i oldu.
Kâfiyim, sana bütün hayırları, sebepsiz, başkasının yardımını vasıta
etmeden veririm.
Kâfiyim, seni ekmeksiz tutuyorum... ordusuz, askersiz sana beylik,
padişahlık ihsan ederim...
Bahar olmadığı halde sana nergis ve ağustos gülü verir; kitapsız
ustasız sana bilgiler belletirim...
3520. Kâfiyim, ilaçsız sıhhat verir; mezarı, kuyuyu meydan haline
getiririm...
Musa'ya bütün âlemin başına indirsin diye bir sopa verir; kuvvet
kudret bağlarım...
Musa'nın eline bir nur, bir parlaklık veririm ki güneşe bile tokat
atar!
Sopayı yedi başlı yılan haline getiririm... hem öyle bir yılan ki
erkek bir yılanın belinden gelmemiş, dişi bir yılandan doğmamış.
Nil suyuna kan karıştırmam; kudretimle suyunu kan haline getiririm.
3525. Nil suyu gibi neşeni gam haline getiririm de bir daha neşeye yol
bulamazsın.
Sonra tekrar imanını yeniledim mi yine Firavundan bezersin.
Görürsün ki rahmet Musa'sı gelmiş... kan gibi görünen Nil, onun
yüzünden su olmuş!
İçten ipin ucunu bırakmazsan zevk Nil'in hiç kan kesilmez.
Ben, iman edeyim de bu kan tufanından bir su içeyim diyordum.
3530. Ben ne bilirdim ki Tanrı beni değiştirecek, gönlümü başka bir
hale koyacak da beni Nil yapacak!
Başkalarının gözünde eskisi gibiyim ama benim gözüme akıp duran bir
Nil görünmede!
Nitekim bu âlem de Peygamberin gözüne tespihe gark olmuş görünmede...
bize göreyse aptalca durup duruyor.
Onun gözüne bu âlem aşk ve ihsanla dolmuş görünüyor; başkasının gözüne
ise ölü ve cansız.
Yukarı olsun, aşağı olsun onca her yer, hızlı hızlı yürümede... o,
taştan topraktan nükteler duymada!
3535. Halbuki halka bunların hepsi kapalı... her şey ölü görünmede...
ben, bundan daha ziyade şaşılacak bir perde görmedim.
Bütün mezarlar bizce bir. Fakat velilerin gözünde kimisi cennet
bahçesi, kimisi cehennem çukuru!
Halk, Peygamber ekşi suratlı; neden böyle niye zevki yok ki derlerdi.
İleri gelenlerse derlerdi ki: Sizin gözünüze öyle görünüyor o.
Bir zamancağız bizim gözümüzle bakın da "Heletâ" daki gülüşleri görün
hele!
3540. O ters şey, armut ağacının üstünde öyle görünür... a genç
ağaçtan in de bak!
O armut ağacı, varlık ağacıdır... sen orada oldukça sana yeni şey eski
görünür.
O ağacın üstünde oldukça âlem pis bir dikenlik, kızgın akreplerle,
yılanlarla dopdolu bir yer görünür.
Fakat ağaçtan inersen derhal âlemi gül yüzlü dilberlerle, dadılarla,
tayalarla dolu görürsün!
Kötü karının, kocasına o görünen kötü hayaller, armut ağacının
üstünden adamın gözüne öyle görünür.. aşağıya in de hayaller gitsin
demesi. Birisi, o adamın gördüğü hayal değildi ki derse şu cevabı
veririz: Bu misaldir, mesel değil. Misalin bu kadar oluşu da kâfi.
Eğer armut ağacına çıkmasaydı ister hayal olsun, ister hakikat
gördüklerini görmeyecekti ya!
Bir kadın oynaşı ile aptal kocasının gözü önünde sevişip buluşmak
istiyordu.
3545. Kocasına a iyi talihli kişi, ağaca çıkıp meyve toplamak
istiyorum dedi.
Ağaca çıkınca kocasına baktı ağlamaya başladı.
Dedi ki: A merdut ahlâksız... üstündeki lûti kim?
Karı gibi onun altına yatmışsın... meğerse sen ne ibneymişsin!
Kocası senin başın döndü galiba... çünkü burada benden başka kimse yok
dedi.
3550. Kadın o üstüne binen kalpaklı herif kim, söyle hele diye birkaç
kere daha sordu, söylendi.
Adam,a kadın ağaçtan in; başın döndü; adam akıllı bunadın sen dedi.
Kadın, ağaçtan indi; kocası ağaca çıktı. Kadın da oynaşını göğsüne
çekti.
Kocası bağırdı: A orospu maymun gibi üstüne çıkan o adam kim?
Kadın burada benden başka kimse yok ki dedi... kendine gel, senin
başın döndü galiba, saçmalama.
3555. Adam, bu sözü birkaç kere söylediyse de kadın, "Bu armut
ağacından olacak!
Ben de armut ağacının üstündeyken öyle şeyler gördüm be hey kaltaban!
Aşağıya inde bak... benden başka kimse yok, bütün bu hayaller armut
ağacından!
Şaka ve lâtife bir şey belletmeye yarar... onu ciddi gibi dinle;
görünüşte lâtife oluşuna kapılma!
Her ciddi şey, maskaralara göre maskaralık, şakadır... fakat akıllara
göre de lâtifeler, ciddidir.
3560. Aklı kıt olanlar armut ağacı ararlar... fakat bu armut ağacından
o armut ağacına uzun bir yol var!
Armut ağacından inde yürümeye koyul... senin gözün de kamaşmış yüzün
de!
Bu ağaç, benliktir... evvelki varlıktır. İnsan, bu varlıkla kaldıkça
gözü şaşı olur, olmayacak şeyler görür.
Fakat armut ağacından indin mi düşüncede de bir eğrilik, sapıklık
kalmaz, gözde de sözde de!
O vakit bu ağacı,dalları yedinci kat göğe kadar yücelmiş büyük bir
devlet ağacı olmuş görürsün.
3565. Aşağı indin de ondan ayrıldın mı Tanrı, rahmetiyle o ağacı
değiştirir.
Bu aşağıya inme, bu tevazu yüzünden Tanrı gözüne doğru bir görüş
kabiliyeti verir.
Doğru görüş kolay ve bedava olsaydı Mustafa Tanrıdan bu görüşü diler
miydi?
Dedi ki: "Yarabbi, yukarıda olsun, aşağıda olsun, her cüzü bana olduğu
gibi göster!"
Aşağıya indikten sonra yine o ağaca çık... çünkü artık o ağaç, "OL"
emriyle değişmiş yeşermiştir.
3570. Musa'nın ağacına dönmüştür bu ağaç! Pılını pırtını Musa'nın
bulunduğu yere çekersen görürüsün ki,
Bu ağacı ateş yeşertir, neşeli bir hale kor... dalı, "Şüphe yok ben
Tanrıyım der durur!"
Gölgesinde bütün hacetler reva olur... işte ilâhî kimya böyledir.
Artık o benlik, o varlık helâl olur sana... çünkü onda ululuk ıssı
Tanrının sıfatlarını görürüsün!
Eğri ağaç doğrulur, Tanrıyı gösterir... "Kökü yerdedir dalları
budakları gökte!"
Zülkarneyn'in Kafdağına gitmesi ve "Ey Kafdağı, bize Tanrı'nın
ululuğundan bahset" demesi, dağın da "Onun ululuğu söze gelmez.. o
ululuk karşısında anlayışlar yok olur" diye cevap vermesi,
Zülkarneyn'in "Bari hatırında olan ve sence söylemesi kolay bulunan
Tanrı sanatlarından bahset" diye yalvarması.
Zülkarneyn, Kaf dağına gitti... o dağın saf zümrütten olduğunu gördü.
Bütün âlemi halka gibi çepeçevre çevirmişti... Zülkarneyn, o dağı
görüp şaşırdı.
Dedi ki: Sen dağsan öbür dağlar ne? Onlar senin yanında bir oyuncak
âdeta!
Kaf dağı dedi ki: O dağlar, benim damarlarımdır... onlar, güzellikte,
alımda bana eş olmazlar.
3715. Benim her şehirde gizli bir damarım vardır... âlemin çevresi
damarlarıma bağlıdır.
Tanrı, bir şehirde yer deprentisi yapmak isterse bana söyler, ben
oraya varan damarı oynatırım.
O şehre ulaşan damarı kahırla oynattım mı orada yer deprenir.
Tanrı yeter deyince damarım yatışır... durur görünürüm ama daima
işteyim ben!
Merhem gibi dururum ama hayli iş görürüm... akıl gibi hani; o da durur
ama söz, ondan doğar, harekete gelir.
3720. Fakat bunu aklı kavramayana göre yer deprentisi yerdeki
buharlardan olur.
Bir karınca, kağıtta giderken kalemin yazı yazdığını görüp kalemi
öğmeğe başladı. Gözü keskin olan başka bir karınca, ben görüyorum
dedi.. bu hüner parmaklardan;parmakları öğ. Gözü ikisinden de daha iyi
gören bir başka karınca dedi ki: Ben,kolu öğerim; çünkü parmaklar,
kolun fer'idir saire..
Bir karıncacık, kâğıt üstünde kalemi gördü; bu sırrı bir başka
karıncaya söyledi.
Dedi ki: O kalem, kağıdı fesleğen, süsen ve gül bahçesi haline
getirdi... acayip şekiller yaptı.
O karınca, o sanatı yapan parmaklardır... şu kalem, yaptığı işte
parmaklara tabidir, parmakların fer-i ve eseridir dedi.
Üçüncü karınca dedi ki: Hayır... onları yapan koldur. Arık parmaklar,
onun kuvvetiyle o nakışları çizdi.
3725. Böylece her biri bahiste ileriye doğru gitti. Nihayet birazcık
anlayışı olan ve karıncaların ulusu bulunan bir karınca,
Dedi ki: Bu hüneri, suret yapıyor sanmayın, öyle görmeyin! Suret,
uykuda ve ölümde bundan bihaberdir.
Suret elbise ve sopa gibidir... bu nakışları, akıldan, candan başka
bir şey yapamaz!
Halbuki o da, akılla canın, Tanrının döndürüp hareket ettirmesi
olmazsa cansız bir şeyden ibaret olduğunu bilmiyordu.
Tanrı, akıldan bir an inayeti kesti mi zeka sahibi olan akıl,
aptallılar yapar.
3730. Zülkarneyn, Kafdağı'nın konuştuğunu, söz incilerini deldiğini
görünce,
Dedi ki: Ey sırları bilen ve her şeyden haberi olan, söz söyleyen dağ,
bana Tanrı sanatlarından bahset.
Kaf dağı dedi ki: Yürü... Tanrı sanatları söylenebilmekten söze
gelmekten çok üstündür.
Yahut kalemin ne haddi vardır ki sayfalara o sanatların nişânesini
yazabilsin!
Zülkarneyn, ona ait küçük bir hikâye olsun söyle... Tanrının şaşılacak
kudretlerinden bahset ey iyi huylu âlim dedi.
3735. Kaf dağı dedi ki: "İşte sana üç yüz yıllık yol olan şu ova.
Padişah, onu kar dağlarıyla doldurmuştur.
Dağ, dağın üstüne sayısız olarak yığılmıştır... daha da her zaman
oraya kar yağıp durmada!
Bir kar dağının üstüne başka bir kar dağı yığılıp durmada... karın
soğukluğu, ta yerin dibine kadar işlemede!
An be an o uçsuz bucaksız, o büyük ambardan kardan meydana gelen bir
dağ üstüne kardan bir dağ daha yığılmada!
Padişahım, böyle bir ova olmasaydı cehennemin harareti beni
mahvederdi!"
3740. Gafilleri kar dağları bil! Tanrı, akıllıların perdeleri yanmasın
diye onları böyle soğuk yaratmıştır.
Karlar yağdıran bilgisizliğin aksi olmasaydı o Kafdağı, iştiyak
ateşiyle yanar erirdi.
Zaten ateş de Tanrı kahrından bir zerredir... aşağılık kişileri
korkutmak için âdeta bir kamçıdır.
Fakat bu kadar büyük ve üstün olan kahrı ile beraber yine de bak...
lûtfunun soğukluğu ondan ileri!
Keyfiyetsiz ve mânevi bir ileri oluştur bu... geri kalanı da, ileri
gideni de ikiliksiz olarak gör.
3745. Göremezsen bu aşağılık anlayışındandır... zaten halkın akılları,
o madenden bir arpadır ancak!
O takdirde din alametlerini ayıplama, ayıbı kendinde bul! Topraktan
yaratılan kuş, nasıl olur da gök yüzünü aşar geçer?
Kuşun dönüp dolaşacağı en yüce yer havadır... çünkü onun meydana
gelişi, şehvetten, heva ve hevestendir.
Şu halde sen evet, hayır demeksizin hayran ol da Tanrı rahmetinden
önüne bir binek gelsin!
Bu şaşılacak şeyleri anlamada acizsen evet demen tekellüme sapmandır.
3750.Evet demez de hayır dersen o sözde boynunu vurur... o hayır sözü
yüzünden Tanrının kahrı, senin pencereni kapatır.
Şu halde hemen öylece hayran ol yalnız! Hayran ol ki önden arttan
Tanrı yardımı gelsin.
Hayran olur şaşırır kalır, varlığından geçersen hal dili ile "Yarabbi
bizi doğru yola götür" dersin!
Bu iş pek büyüktür, pek büyük... fakat titremeye başladın mı o büyük
şey, sana yumuşar, dümdüz olur.
Çünkü bu büyüklük, münkire göredir... âciz oldun mu lûtuftur, ihsandır
o.
Cebrail aleyhisselâm'ın kendisini Mustafa sallallahû aleyhi vesellem'e
kendi suretiyle göstermesi ve yediyüz kanadından bir tanesi görününce
ufku kaplaması ve bütün parlaklığıyle beraber güneşin görünmez bir
hale gelmesi.
3755. Mustafa Cebrail'e "Ey dost, suretin nasıl...
Apâşikar olarak bana öyle görün de seni göreyim, sana bakayım " dedi.
Cebrail dedi ki: "Takatın yoktur göremezsin... duygu zayıftır, pek
yufkadır!"
Peygamber "Görün bakayım da bu beden, duygunun ne derece zayıf ve
kuvvetsiz olduğunu anlasın" dedi.
İnsanın bedenine Ait duygusu noksandır. Fakat içinde pek ulu, güzel
bir huy vardır.
3760. İnsanın bedeni ile ruhu taşla demire benzer. Fakat bu taşla
demir, sıfat ve eser bakımından bir çakmaktır.
Ateş, taşla demirden doğar... doğar da bu iki babaya kahırlar
yağdırır!
Ateş, bedene ait bir sıfattır... fakat bedeni kahreder, alevler
çıkarır!
Öyle olduğu halde yine bedende öyle bir ışık vardır ki ışık, İbrahim
gibi ateş burcunu kahreder!
Hâsılı o bilgili peygamber "Biz, ileri gidenlerin artta gelenleriyiz"
remzini söyledi.
3765. Görünüşte bu ikisi de bir örse zebundur ama sıfat ve tesir
bakımından demir madenlerinden bile üstündür.
İşte insan da görünüşte cihanın fer'i dir... fakat sıfat bakımından
insanı, cihanın, aslı bil!
İnsan zâhiren bir sivri sineğin tesiriyle mustarip olur; fakat içyüzü,
yedi kat göğü bile kaplamıştır.
Peygamber, Cebrail'in asli suretiyle görünmesine ısrar edince Cebrail,
birazcık göründü... fakat öyle heybetliydi ki dağ bile görse
paramparça olurdu.
Bir kanadı doğuydu, batıyı kaplayıverdi... Mustafa, görünce
heybetinden kendinden geçti.
3770. Cebrail Mustafa'yı korkusundan baygın bir halde görünce
kucakladı, bağrına bastı.
O heybet, yabancıların nasibi... bu lûtufsa dostların kısmeti!
Padişahlar, tahtlarına, oturdular mı çevrelerinde ellerinde kılıçları
bulunan heybetli çavuşlar bulunur.
Bu çavuşlarda sopalar, mızraklar, kılıçlar vardır... aslanlar bile
onları görse heybetlerinden titrerler.
Çavuşların seslerinden, çevgânlarından canlar ürker, heybetlerinden
herkes korkar!
3775. Fakat bu yoldaki alelâde, yahut ileri gelen halka, padişahlar
padişahından haber vermek içindir.
Bu heybet, halk ululanmasın, kimse başına ululuk külâhını giymesin
diyedir, halka bir gösteriştir.
Bu suretle onların benliğinin kırılması, kendini görüp beğenen nefsin,
az fesatta bulunması, az kötülük etmesi istenir.
Padişahın kahır zamanı kudreti ve gazabı bulunduğu bu suretle halka
bildirilmiş olur da şehir emniyette kalır.
Böyle nefislerdeki kötülük hevesleri ölür... padişahın heybeti, o
kötülüklere mâni olur.
3780. Fakat padişah hususi meclislere geldi mi orada heybet mi kalır,
kısas mı?
Padişah orada pek halimdir; merhametleri coşar... âlemde ancak çenkle
neyin coşkunluğunu işitirsin.
Savaş zamanında heybetli davullar, kösler çalınır... işret zamanında
da ileri gelenlerle konuşulur, çenk sesi duyulur.
Halka soru, hesap divanı... peri yüzlü güzellere de şarap kadehi!
O zırh, o tulga savaşta giyilir... bu ipekli kumaşlarla çalgı
padişahın sayvanında giyilip çalınır.
3785. Ey cömert er, bu sözün sonu yoktur... Tanrı, doğruyu daha iyi
bilir ya, bitir artık bu sözü!
Hazreti Ahmet'teki o batmış olan duygu, şimdi Medine topraklarında
uyumakta...
Saflar yaran o ulu huysa hiç değişmemiş... doğruluk makamında!
Değişenler bedene ait sıfatlar... baki olan ruhsa apaydın bir güneş.
O hiç değişmez, hiç başka bir hale gelmez... çünkü ne doğudandır ne
batıdan!
3790. Hiç güneş zerreden kendini kaybeder mi? Hiç ışık pervaneye bakıp
da kendinden geçer mi?
Hazreti Ahmet'in bedeninin o yüce ruhla alâkası vardı... bu değişme,
bil ki bedene ait bir haldir.
Hastalık gibi, uyku ve ağrı gibi... can bu sıfatlardan arıdır.
Anlatamam... yoksa canın vasfına bir girişsem bu dünyaya da deprenti
düşer, oluş âlemine de!
Onun tilkisi bir an perişan olduysa can aslanı o anda uykuda olmalı
herhalde.
3795. Uykudan münezzeh olan o aslan uykudaydı. İşte sana hem yumuşak
ve hilm, hem de korkunç ve heybetli bir aslan!
Aslan kendini öylece uyur gösterir... bütün bu köpekler de sahiden
uyuyor, hatta ölmüş sanırlar!
Yoksa âlemde kimin ne kudreti olurdu ki bir zayıftan en ehemmiyetsiz
şeyi bile çalıp çırpsın!
Cebrail'e baktı da Hazreti Ahmet'in ancak köpüğü yaralandı... denizi
köpük sevgisiyle coştu, köpürdü.
Ay, baştan başa eldir, avuçtur, vericidir, nurlar saçar. Ayın eli,
avucu yoksa ne zararı var ki? Varsın olmasın!
3800. Hazreti Ahmet eğer o ulu ve yüce kanadını açarsa Cebrail, ebedi
olarak kendisinden geçip gider.
Ahmet, sidreden ve Cebrail'in gözetme yerinden, makamından sınırından
geçince,
Cebrail'e "Hadi ardımca uç" dedi. Cebrail dedi ki: "Yürü, yürü ben
senin eşin, eşitin değilim!"
Hazreti Ahmet tekrar "Ey perdeleri yakan, gel... ben daha kendi yüce
makamıma gitmedim ki" dedi.
Cebrail dedi ki: "A benim güzel nurlu arkadaşım, bir kanat çırpıp
buradan ileriye geçsem kolum kanadım yanar!"
3805. Bu hikayeler hayret içinde hayrettir... Tanrı hasları, daha has
olanların ahvalini görünce kendilerinden geçerler.
Bütün kendinden geçişler, burada oyundan ibarettir... ne kadar canın
var ki senin? Burası can verme makamıdır!
Ey Cebrail, ister yüce ol, ister büyük... sen ne pervanesin ne de mum!
Mum yanınca pervaneyi çağırdı mı pervanenin canı yanmadan çekinmez!
Bu ters sözü göm de aksine olarak aslanı, yaban eşeğine av yap.
3810. İçinden sözler alıp âleme saçtığın tulumun ağzını kapa... saçma
sapan sözler dağarcığını açma!
Gözleri yeryüzünden geçememiş, yükselmemiş olan kişiye bu sözler ters
ve saçma gelir.
Onlara aykırı harekette bulunma; onlarla hoş geçinmeye bak ey garip
olarak onların evlerine konmuş olan sevgili.
Diledikleri, istedikleri şeyi ver, onları razı et, ey onların
yurtlarına konmuş, orayı yurt edinmiş olan dost!
Padişaha ulaşıncaya dek, onun güzelim naz ve edalarını görünceye kadar
ey Rey'li, Maragal'lıyla hoş geçin!
3815. Ey Musa zamane Firavun'unun tapısında yumuşak söz söylemek
gerek!
Kaynayan yağın üstüne su dökersen ocağı da yakarsın tencereyi de!
Yumuşak söyle ama sakın doğrudan gayrı bir şey söyleme... yumuşak
sözlerle vesveseler satmaya kalkışma!
İkindi oldu, sözü kısa kes ey ikindisi, asrı uyandıran er!
Toprak yemeyi âdet edinmiş adama bozuk düzen bir yumuşaklık göstererek
toprak verme... şeker daha iyidir de!
3820. Harfle sesle alıverişin yok ama yine de can sözlerine can
bahçesisin sen!
Şeker kamışlığına asılakonan şu eşek başı, nice kişileri hor hakîr bir
hale koydu!
Onu uzaktan gören, orada ancak o var sandı... hani mağlup olan koç
kıçın kıçın geri gider ya; o da öyle geri gitti.
Harf suretini mâna bağına, yüce ve güzelim bahçeye konan eşek başı
bil!
Ey Hak Ziyası Hüsameddin, bu eşek başını kavun karpuz bostanına getir.
3825. Getir de eşek başı, salhanede nasıl öldüyse bu çiğ erin piştiği
yer de ona başka bir hayat versin!
İşte bizden suret düzmek, senden can vermek... hayır, yanlış
söyledim... bu da senden, o da!
Ey apaçık âlemi aydınlatan güneş, gökyüzünde övülmüşsün sen... yer de
seni tanısın, yeryüzünde de ebediyen övül!
Övül de yere mensup olanlarda, yüce gök ehliyle gönülleri bir,
kıbleleri bir, huyları bir olsunlar!
Ayrılık kalksın, şirk ve ikilik kalmasın! Zaten manevi varlık da ancak
birlik vardır.
3830. Benim canım senin canını tanıdı mı görüp geçirdikleri şeylerin
aynı şeyler olduğunu hatırlarlar.
Yeryüzünde Musa ve Harun kesilirler... sütle bal gibi güzelce
birbirlerine karışır, kaynaşırlar.
Fakat azıcık tanır, bilir de inkâr ederse bu inkâr edişi de birliği
örten bir perdeden ibarettir.
Nice tanıyıp bilenler de sonra yüz çevirdiler... İşte o ay yüzlü, bu
çeşit adamın şükretmeyişine kızdı ya!
Bu yüzden kötü can, Peygamber'in canını tanımadı da tekmeledi ya!
3835. Bunların hepsini okudun, bildin... şimdi "Lem yekün" suresini de
oku da bu eski kâfirin inadını, ısrarını bil!
Hazreti Ahmet'in sureti, bu âleme ziya salmadan önce onun vasıfları,
her kâfirin muskasıydı.
Böyle bir zat var, gelecek derlerdi... yüzünün hayaliyle yürekleri
çarpardı!
Secde ederler, ey insanların Rabbi, onu ne kadar mümkünse o kadar tez
meydana çıkar diye yalvarırlardı.
Hazreti Ahmet'in adı ile fetih dilerler... düşmanları, bu yüzden baş
aşağı gelirdi.
3840. Nerede bir korkunç savaş olsa Hazreti Ahmet'in döne döne hücumu,
onlara yardım ederdi.
Nerede müzmin bir hastalığa uğrasalar onu anarlar da bu suretle şifa
bulurlardı.
Sureti, gönüllerinde, kulaklarında, ağızlarında ve yollarındaydı.
Fakat onun hakikî suretini her çakal bulabilir mi hiç? O suret, ancak,
onun fer'iydi, yani hayalden ibaretti.
Onun sureti duvara aksettiyse duvarın gönlünden kan damlar.
3845. Sureti, duvara öyle bir kutlu gelir ki duvar, derhal iki
yüzlülükten kurtulur.
Temiz ve pak kişilerin temizliğine nispetle o iki yüzlülük duvara
ayıptır doğrusu.
Fakat nihayet onu görünce bütün bu ululamayı, yüceltmeyi... bütün bu
sevgiyi âdeta yel aldı, götürdü.
Kalp akçe ateşi görünce hemen karardı... hiç kalp, kalbe yol bulabilir
mi ki?
Kalp, mihenk taşına iştiyakını söyler durur, kendisine uyanları bu
suretle şüphelere salar...
3850. Adam olmayan, onun hilesine kapılır gider. Zaten bu şüphe her
bayağı kişide baş gösterir!
Der ki: Eğer bu ayarı bütün akçe olmasa, sınama taşını ister mi?
O mihenk ister ama kalplığını meydana çıkaracak mihenk değil!
Kalpın vasfını gizleyen, açığa vurmayan mihenk, ne mihenktir, ne bilgi
nuru!
Yüzün ayıbını, her kaltabanın hatırı için gizleyip göstermeyen ayna.
3855. Ayna değildir münâfıktır... kudretin yeterse böyle ayna arama
sen!
AÇIKLAMALAR ( Beyitler 3501 - 3855 )
B. 3513. "Şüphe yok ki Tanrı, cennet karşılığı olarak inananların
canlarını, mallarını satın almıştır. Tanrı yolunda savaşırlar,
öldürürler, ölürler; Tanrı'nın doğru va'dıdır; Tevrat'ta, İncil'de,
Kur'an'da vardır. Kim ahdinde durur, Tanrı'yla olan ahdini yerine
getirirse onlara bu alım satımınızdan dolayı müjdeler olsun diye müjde
verin. Bu, büyük bir kurtuluştur." Sure: 9 (Tevbe), âyet: 111.
B. 3516. Kur'an'ın 19 uncu suresi olan Meryem Suresi "Kâf ha yâ ayn
sâd" diye başlar. Böyle harflerle başlıyan 29 sure vardır. Eskiler,
bunlara mâna vermemişler, Tanrı bilir deyip geçmişlerdir. Sonraki
tefsirciler, bu harflerin her birini Tanrı adlarından birine işaret
saymışlar ve meselâ bu âyetteki "K" harfinin Tanrı'nın "Kâfi" adına
işaret olduğunu söylemişlerdir.
B. 3567-3568. H. Muhammed'in "Yarabbi, bana her şeyi, haddi zatında
nasılsa öyle göster" dediği rivayet edilmiştir.
B. 3574. "Görmez misin, Tanrı nasıl misal getirir? Temiz söz, kökü
yerinde durur, dalları, yapraklan göklere çıkar bir temiz ağaç
gibidir." Sure: 14 (İbrahim), âyet: 24.
B. 3575. "Emredildiğin gibi dosdoğru ol; seninle beraber tövbe eden
müminler de doğru olmalı, azmamalı. Çünkü şüphe yok ki Tanrı,
yaptıklarınızı adamakıllı görür." Sure: 11 (Hûd), âyet: 112.
B. 3637 den itibaren. C. 3, S. 373-376, B. 3901-3906, S. 403, B.
4180-4190 ve S. 405-406, B. 4204-4211 in izahlarına bakınız.
B. 3700. "Tanrı'nın nimetlerinden bahsedin, bunları düşünün, fakat
zâtını düşünmeyin" diye bir hadis rivayet edilmiştir.
B. 3710 dan sonraki bahis. C. 2, S. 4, B. 45 in izahına bakınız.
B. 3764. C. 2, S. 283, B. 3056 nın izahına bakınız.
B. 3818. Yine Mesnevi yazdırılıken ikindi olmuş, akşam yaklaşıyor.
B. 3835. "Tanrı kitaplarına uyanlarla müşrikler, onlara açık bir delil
gelmedikçe küfürlerinden vazgeçmediler." Sure: 98 (Beyyine), âyet: 1.
B. 3839-3840. "Onlarda bulunan kitabı doğrulayan kitap, Tanrı
tarafından gelince, önce Peygamber geleceğini kabul etmeyen ve inkâr
edenlere galip gelmek için fetih dilerlerken geleceğini bildikleri
zat, geldiği zaman ona kâfir oldular... Tanrı laneti kâfirlere!" Sure:
2 (Bakara), âyet: 89.
-DÖRDÜNCÜ CİLDİN SONU-
|