1401.Kendine gel de hırsından teraziyi bırakma. Hırs
ve tamah seni azdıran bir düşmandır.
Hırs, hepsini ister fakat bütün lezzetlerden mahrum olur. A turp oğlu
turp hırsa tapma.
O halayıkcağız hem gidiyor, hem de ah diyordu; a kadın sen ustayı yola
saldın.
Ustasız is yapmak istedin. Bilgisizlikle canınla oynamaya kalkıştın.
1405. Benden bir bilgidir çaldın, çaldın ama tuzağın ahvalini sormaya
arlandın.
Kuş, hem harmanından tane toplamalıydı, hem de boynuna ip
dolaşmamalıydı.
Taneyi az ye bu kadar pis boğaz olma. Yiyin emrini okudunsa İsraf
etmeyin emrini de oku.
Bu suretle tane yemekle beraber tuzağa da düşme. Bilgi ve kanaat ancak
bunu icap ettirir.
Akıllı kişi dünyanın gamını yemez, nimetini yer. Bilgisizlerse nedamet
içinde mahrum kalırlar.
1410. Boğazlarına tuzağın ipi dolaştı mi tane yemek, hepsine haram
olur.
Kuş, tuzaktaki taneyi nasıl yer? Yemeye kalkışırsa tuzaktaki tane
zehre döner.
Tuzaktaki taneyi gafil kuş yer, halkın bu dünya tuzağındaki nimetleri
yemesi gibi. Akıllı ve işten haberi olan kuşlar, kendilerini taneden
adamakıllı çekerler.
Çünkü, tuzağın içindeki taneler zehirlidir. Kördür o kuş ki tuzaktan
tane diler.
1415. Tuzak sahibi, aptalların başını keser. Güzel ve narin
olanlarıysa meclislere çeker götürür.
Çünkü aptalların ancak etleri işe yarar. Güzel ve zariflerinse güzel
sesleri işe yarar.
Hasılı halayıkcağız kapının yarığından, hanımının eşeğin altında can
verdiğini görünce,
Dedi ki: A ahmak kadın, bu iş nedir? Sana ustan bir şey gösterdiyse,
Yalnız görünüşe kapıldın. Halbuki iç yüzü senden gizliydi. Usta
olmadan dükkan açtın.
1420. Bal gibi, paluze gibi olan o aleti gördün,âlâ. Fakat a haris
neden kabağı görmedin?
Yoksa eşeğin askına o kadar mi dalmıştın ki gözüne kabak görünmedi?
Ustadan sanatın dış yüzünü gördün sevine, sevine ustalığa kalkıştın.
Nice riyacı ve işten haberi olmayan ahmak kişiler vardır ki erlerin
yolundan göre, göre ancak sof kumaş görmüştür.
Nice boş boğazlar vardır ki azıcık bir hüner elde etmişler,
padişahlardan laftan başka bir şey öğrenmemişlerdir.
1425. Her biri Musayım diye eline bir sopa almış, her biri, İsayım
diye ahmaklara üfürmeye kalkışmıştır.
Bir gün doğruların doğruluğu, senden mihenk taşını isteyecektir. Eyvah
o günden!
Artık geri kalanını ustaya sor. Bu harislerin hepsi de kördür
dilsizdir.
Hepsini aradın, elde etmek istedin, fakat herkesten geri kaldın. Bu
ahmak sürü, kurtlara av olmuştur.
Bir suret gördün, onun sözünü söylemeye başlayıverdin ha; dudu kuşları
gibi kendi sözünden haberin bile yok!
Tanrı telkinine takatleri olmayan ümmetlere peygamberlerin,müritlere,
şeyhin telkini, insanla ülfeti olmayan dudu kuşunun ayna karsısında
söz söylemeyi öğrenmesine benzer.Ulu Tanrı da dudu kuşuna yapıldığı
gibi müridin önüne şeyhi bir ayna gibi koyar, ayna arkasından ona
telkinde bulunur. Tanrı, Peygamberce Dilini oynatıp Cebrailden önce
okumaya kalkışmave Peygamberin söylediği, ancak Tanrinin vahyettigi
sözdürdemiştir. İste sonu olmayan meselenin başlangıcı budur. Nitekim
senin hayal dediğin aynadaki dudu kuşunun gagasını oynatması yok mu? O
hareket dinarda söz söylemeyi öğrenen dudu kuşunun aksidir, fakat
aynamın ardında bulunan söz öğretenin aksi değildir. Yalnız aynanın
önünde dudu kuşunun sözü ve hareketi, ayna ardında bulunan ve söz
söylemeyi öğretenin tasarrufuna tabidir. Bu da bir örnektir, tıpkısı
değil.
1430. Dudu kuşu, önünde bir ayna, ayna içinde de kendi aksini görür.
Aynanın ardında usta gizlenmiştir; güzel dille edeplice söz söyler.
Duducuk, bu söz söyleyeni ayna içinde gördüğü dudu sanır.
Bu suretle o koca kurdun hilesinden haberi olmaz, güya kendi cinsinden
olan bu dududan söz söylemeyi öğrenir.
Usta, ona ayna ardından söz söylemeyi öğretir. Böyle olmasa kendi
cinsinden olmayan birisinden söz söylemeyi öğrenemez.
1435. O hünerli kus, söz öğrenir ama sırrından da haberi yoktur
manasından da. Söz söylemeyi bir insandan beller. Fakat bir duducuk,
bundan başka insandan ne bilebilir, ne elde edebilir ki?
Velinin beden aynasında da kötülüklerle dolu olan mürit, tıpkı bunun
gibi kendisini görür.
Fakat söz ve iş zamanında aynanın ardındaki Akl-ı Küll-ü nereden
görecek?
O sanır ki insan söylüyor. Halbuki bu, başka bir sırdır, onun bundan
haberi bile yoktur.
1440. Söz söylemeyi belletir, belletir ama önü sonu olmayan sır
belletir. Halbuki o, bu sırra eş değildir, bir dududur, bunu bilemez.
Halkta kuşların ötüşünü taklit ederler. Bu, ağzın ve boğazın
yapabileceği bir şeydir. Fakat kuşların seslerini taklit edenin o
seslerdeki manadan haberi bile yoktur. Kuş dilini ancak bakışı hoş
Süleyman bilir.
Nice kişiler de dervişlerin sözlerini öğrenir, mimber ve meclisleri o
sözlerle parlatır. Fakat onların ya bu sözlerden başka bir kısmetleri
yoktur, yahut da sonunda Tanrı rahmeti onlara yol gösterir.
Gönül sahibinin biri, gebe bir köpek gördü. Yavruları karnında
havlamaktaydı. Köpeğin havlaması bekçilik etmek içindir dedi, halbuki
ana karnında bekçilik olmaz. Sonra köpek havlaması, imdat istemeye,
süt istemeye ve saireyse delalet eder. Ana karnındaysa bunların hiçbir
faydası yoktur. Bu ne iş? Şaşırmış bir haldeyken kendisine gelince
Tanrıya münacatta bulundu, "Bunu,Tanrımdan başka kimse bilmez"dedi.
Tanrıdan şu cevap geldi: Bu, hicaptan çıkamamış, can gözleri açılmamış
olduğu halde görgü sahibi olduklarını davaya kalkışanların, bu hususta
söz söyleyenlerin halidir. Bu davadan ve bu sözlerden ne bir kuvvete
sahip olurlar, ne bir yardıma, ne de dinleyenleri doğru yola
götürebilirler.
1445. Birisi çiledeyken rüyasında, bir yolda gebe bir köpek gördü.
Ansızın Köpeğin karnındaki enciklerin havladığını duydu. Encikler
ortada yoktu.
Köpek Yavruları ana karnında nasıl havlar diye bir hayli şaştı.
Hiç köpek enciği anasının karnında nasıl havlar? Alemde bunu kim
görmüştür?
Uykudan uyanıp kendine gelince şaşkınlığı an be an artıyordu.
1450. Çilede kimse yoktu ki düğümü çözsün? Bu işi ancak yüce ve ulu
Tanrı tapısından halledebilirdi.
Dedi ki: Yarabbi, bu müşkül is, bu dedikodu nedir? Çilemde şaşırdım
seni zikretmeden kaldım.
Kanadımı aç da uçayım, zikir bahçesine ve elmalıklarına gideyim.
Hatiften derhal ses geldi: Bu, bil ki bilgisizlerin lafına benzer.
Örtüden, perdeden dışarı çıkmamış, gözü bağlı. Fakat yine de beyhude
yere söylenip durur.
1455. Ana karnında köpek enciğinin havlaması beyhudedir. Ne ava yarar,
ne gece bekçiliğine.
Kurt görmemiş ki onu kovsun. Hırsız gelmemiş ki onu kovalasın.
Harislikten ve baş olma sevdasından bakışı görgüsüzdü, fakat laf
söylemede atılgan. Müşteri bulma havasına kapılmış, hararetli bir
halde, fakat gözü kapalı olarak işe girişmiş.
Ayı görmeden nişaneleri söylemede, köylüyü bu suretle aykırı bir
anlayışa sürmede.
1460. Müşteri bulmak için, mevki kazanmak için ayı görmediği halde
ondan yüzlerce nişane vermede.
Kâr veren müşteri, tektir. Fakat onlar, bu müşteri hakkında şüphe ve
zan içindedirler.
Hiçbir ululuğu, hiçbir değeri olmayan müşteriye hava satar bu adamlar.
Bizim müşterimiz Tanrıdır, Allah satın alır. Artık sende her
müşterinin derdine düşme, kurtul bu işten.
Seni arayan müşteriyi ara, senin başlangıcını ve sonunu bilen
müşteriyi bul.
1465. Kendine gel. Her müşteriye el atma. İki sevgiliyi sevmek
kötüdür.
O, satın alsa bile ondan kar elde edemezsin. Onda akla fikre değer
verme kabiliyeti yoktur.
O, yarım nal parasına bile sahip değilken sen tutuyor, ona yakut ve
lâl gösteriyorsun.
Şeytan, nasıl kendisini taslanmış bir hale getirmişse hırs da tıpkı
onun gibi seni kör etmiş, her şeyden mahrum bırakmıştır.
O, azapçı Şeytan, Fil ashabı ile Lut kavmini nasıl taşlatmışsa onları
da tıpkı öyle taşlatmış, helak etmiştir.
1470. Müşteriyi, sabredenler bulurlar. Çünkü onlar, her müşteriye
koşmazlar.
Kim o müşteriden yüz çevirirse o adamdan baht da yüz çevirir, ikbal
de, ebedilik de. Darvanlilar nasıl haset yüzünden ebedi olarak
hasrette kaldılarsa, haris olanlar da ebediyen hasrette kalmışlardır.
Darvan'lıların Babamız, bönlüğünden bahçenin hasılatından çoğunu
yoksullara verirdi. Üzüm oldu mu, onda birini, kuru üzüm yapıldı mı
onda birini, helva ve paluze pişirildi mi onda birini, harman toplanıp
başaklar yığın yapıldı mı onda birini, harman döğüldü mü onda birini,
samanla karışık buğdayın onda birini, buğday samandan ayrıldı mı onda
birini, öğütülüp un oldu mu onda birini, hamur yoğruldu mu onda
birini, ekmek yapıldı mı yine onda birini verirdi deyip yoksullara
haset etmeleri. Ulu Tanrı, bu yüzden o bahçeye, tarlaya bir bereket
vermişti ki bütün bahçe sahipleri, o bahçeyle tarlanın sahibine muhtaç
olurlar, hem meyve, hem de para isterlerdi. Halbuki o bahçe ve tarla
sahibi, onların hiçbirine muhtaç olmazdı. Adamın oğulları, tekrar
tekrar onda bir verişi görüyorlardı da, o bereketi görmüyorlardı, hani
o kadın gibi... Eşeğin aletini gördü de kabağı göremediydi ya!
Temiz bir Tanrı adamı vardı. Aklı, her şeye erer, işin sonunu görürdü.
Yemen ülkesine yakın Darvan şehrindendi, sadaka vermekle, güzel huylu
olmakla şöhret kazanmıştı.
1475. Civarı yoksullarla Kâbe kesilmişti. Bir şey umanlar hep onun
civarına gelirlerdi.
Riyasız olarak mahsulünün onda birini verir, buğday samandan ayrıldı
mi tekrar, Öğütülüp un haline geldi mi, ekmek pişirildi mi yine onda
birini verirdi.
Her elde ettiğinin onda birini verir, ektiğinin öşrünü dört kere
yoksullara dağıtırdı.
O, yiğit her zaman bütün oğullarına vasiyetlerde bulunur;
1480. Tanrı hakkı için, Tanrı hakkı için benden sonra hırsınıza uyup
yoksulların hakkını vermemezlikte bulunmayın.
Bu onda birleri verin de Tanrı koruması ile mahsulünüz elinizde
kalsın.
Tahmine şüpheye hacet yok, mahsulleri gayp âleminden veren de
Tanrıdır, meyveleri veren de.
Gelir zamanında harcedersen bu harcetmen, kar kazancıdır, kar edersin.
Köylünün çoğu tarlasından elde ettiği tohumu yine eker.
1485. Yediğinden fazlasını yine tohumluk yapar. Çünkü tekrar mahsul
elde edeceğinden şüphe etmez.
Tohumu, o yerden elde ettiği için yine o yere saçmaktan çekinmez.
Kunduracı da ekmeğinden arttırdığı parayla gön ve sahtiyan satın alır.
Elime ne geçiyorsa bunlardan geçiyor. Kapalı rızkım bunlarla açılıyor
der.
Eline geçen para o yüzden geçtiğinden parasını ona sarf eder.
1490. Fakat bu yer ve deri, ancak perdedir. Asıl rızkı, her an
Tanrıdan bil.
Elde ettiğin karı, elde ettiğin yere ekersen birine karşılık yüz bin
elde edersin. Tutalım şimdi sebep sandığın yere tohumu ektin.
İki üç yıl o tohum bitmez, mahsul vermezse ne yaparsın? Tanrıya
yalvarmadan el açıp dua etmeden başka elinden ne gelir?
Tanrı huzurunda elini başına vurursun. Bu el ve baş, bu çırpınış,
rızkı onun verdiğine tanıktır.
1495. Bu suretle anlar bilirsin ki rızkın aslının aslı, odur. Rızık
arayan da onu arar. Rızkı ondan ara, Zeydden, Amrdan değil.
Sarhoşluğu ondan iste esrardan, şaraptan değil.
Zenginliği defineden, hazineden, maldan mülkten değil, ondan dile.
Yardımı amcadan, dayıdan değil ondan iste.
Çünkü sonunda bütün bunları bırakıp gideceksin. Kendine gel de o zaman
kimi çağırıyor, kimden imdat istiyordun, bir düşün!
Şimdi de onu çağır, ondan başkalarını bırak. bırak da cihan mülküne
varis ol.
1500. Bir zaman gelecek ki adam, kardeşinden kaçacak, oğul
babasından ürkecek. O anda her dost, düşman kesilecek. Çünkü onlar,
senin putundu, yoluna mani oluyordu.
Yüzünü nakkaştan çevirmiştin ve nakşa tutmuştun. Çünkü gönlün, o
suretle hoşlanıyor, o nakışla avunuyordu.
Şimdi de dostların seninle zıt olurlar, senden yüz çevirip sana
düşmanlığa kalkışırlarsa,
Hemencecik de ki: İşte, günün aydın oldu. Yarın olacak şey bu günden
oluverdi.
1505. Buradakiler hep bana zıt oldular. Kıyamette böyle olacaktı ya,
bu hal, bana daha önce gelip çattı.
Günümü onlarla geçirmeden, ömrümü onlarla bitirmeden ne olduklarını
anladım. Eğer bu hal olmasaydı ayıplı bir kumaş satın almış olacaktın.
Şükürler olsun ki o kumasın ayıplı olduğunu daha önceden öğrendin.
Elimdeki sermaye, elimden çıkmadan işi anladım, yoksa yine sonunda o
kumasın ayıbı meydana çıkacaktı.
Mal da gidecekti ömür de. Bir yırtık kumaş için malımı da verecektin
canımı da.
1510. Malımı mülkümü verip kalp para alacaktım, sonra da sevine,
sevine evimin yolunu tutacaktım.
Şükürler olsun ki altının kalp olduğunu, ömrümü o yüzden harcamadan
meydana çıktı.
Yoksa kalp, ta sona kadar boynumda kalacaktı. Bos yere de ömrümü zayi
edecektim.
Mademki paranın kalp olduğu şimdiden anlaşıldı, ben de ondan ayağımı
hemen çekeyim.
Dostun, sana düşmanlık eder, hasedini, kinini dışarıya vursa,
1515. Senden yüz çevirdiği için feryat etme. Kendini ahmak ve bilgisiz
bir hale düşürme.
Tanrıya şükret yoksullara ekmek ver ki onun çuvalında eskimedin,
yıpranmadın. Ebedi ve doğru bir dost aramak üzere çuvalından tez
çıktın.
Ne nazlı, ne vefalı sevgidir o ki ölümünden sonra bile dostluğu bir
katken üç kat olur, bağlılığındaki kuvvet üç kat artar.
O dost, ya padişahtır, yüce bir sultandır, yahut da padişahın makbulü
olan yanında şefaati kabul edilen bir kuldur.
1520. Düzenbaz, hileci, riyakar dosttan kurtuldun, ölmeden önce onun
düzenini riyasını gördün.
Eğer alemde halkın sana su cefasını bilsen bu, sence gizli bir altın
hazinesi sayılır. Halkı, sana karsı kötü huylu eder de sonunda çaresiz
kalırsın, hepsinden yüz çevirirsin.
Şunu iyice bil ki nihayet hepsi de düşman olacak, baş kesici hasım
kesilecektir.
Sen de mezarda tek Tanrıdan Yarabbi, beni tek bırakma diye feryat
edeceksin.
1525. Ey cefası vefalıların ahdından güzel olan dost, vefalıların bal
gibi vefaları da sendendir.
Ey ambar sahibi, sözü aklından duy da buğdayını Tanrı yerine saç!
Saç da hırsızdan da emin olsun, buğday bitinden de. Şeytanı, Şeytanın
oğlu ile beraber çabuk öldür.
Çünkü o, seni yoksullukla korkutup durmadadır. Ey erkek çakır kuşu,
ceylan avlar gibi avla onu.
Padişahın, muradına erişmiş yüce doğanı, ceylana avlanırsa ayıptır.
1530. Adam bu çeşit bir hayli öğüt tohumları ekti ama oğullarının yeri
çoraktı bir fayda vermedi.
Öğütçü, yüzlerce çalışıp çabalasa öğüdü duymak ve kabullenmek için
dinleyende kabul edici kulak gerek.
Sen yüzlerce lütuflarda bulunarak ona öğüt verirsin ama bu öğütün,
onun kulağına bile girmez.
Duymayan inatçı bir adam, yüzlerce söyleyeni aciz bırakır.
Peygamberlerden daha Öğütçü, daha güzel sözlü kim vardır? Nefesleri
tasa bile tesir eder.
1535.Fakat dağ taş bile onların sözlerini duydu, sözleri dağa, tasa
bile tesir etti de bahtı kötü kişinin bahtı açılmadı gitti.
Bizlik benlik kaydına düşen gönüller, onların sözlerine karşı taştan
da katı bir hal alırlar.
Tanrı vergisiyle Tanrı kudreti, halk vergisinde olduğu gibi kabiliyete
muhtaç değildir. Çünkü vergi önsüzdür, kabiliyet sonradan meydana
gelme. Vermek, Tanrı sıfatıdır, kabiliyet yaratılmışın sıfatı. Evveli
olmayan, sonradan meydana gelen şeye bağlı değildir. Bağlı olduğu farz
edilirse sonradan meydana gelmenin imkansız olması lazım gelir.
Bu gönlün ıslah olmasına çare, insanı halden hale döndüren Tanrının
ihsan ve lütfudur. Onun vergisine de kabiliyet şart değildir.
Belki kabiliyete sahip oluşa şart, onun lütuf ve ihsanda bulunmasıdır.
Tanrı vergisi içtir, kabiliyet, deri.
Şunu görsene: Musanın sopası ejderha olmada, avucu güneş gibi
parlamada.
1540.Peygamberlerin aklımıza fikrimize sığmayan yüz binlerce
mucizeleri, Sebeplerden olmamıştır, Tanrı yaratması ile olmuştur.
Yoklara kabiliyet nereden geliyor?
Kabiliyet, Tanrı işinde şart olsaydı hiçbir yok varlık alemine
gelmezdi.
Arayanlar için bu gök perdenin altında bir adettir koydu, sebepler ve
yollar yarattı. Olan şeylerin pek çoğu o adete göre olagelir. Fakat
bazı da olur ki kudret, o adeti yırtar, kaldırır.
1545. Hoşluk ve tatlılıkla adet, yol yordam koydu ama sonra da o
adeti, o yolu yordamı yırttı, adına mucize dendi.
Sebepsiz olarak bize yücelik gelmez. Gelmez ama kudret, sebebi
kaldırmada aciz değil.
Ey sebebe kapılan, sebepten dışarı uçma. Fakat sebebi yaratanı da abes
sanmaya kalkışma.
Sebebi yaratan Tanrı, ne dilerse yapar. Mutlak olan kudret, sebepleri
de yırtar, ortadan kaldırır.
Fakat arayan muradına erişsin diye çok defa, yaptığı işleri sebeple
yapar, sebeple yaratır.
1550. Sebep olmasa mürit nasıl yol arasın? Şu halde yolda sebeplerin
görünmesi lazımdır.
Bu sebepler, görüşlere perdedir. Çünkü her göz, onun sanatını görmeye
layık değildir.
Sebebi yırtacak bir göz gerek ki perdeleri kökünden çekip çıkarsın.
Bu suretle de mekansızlık yurdunda sebepleri yaratanı görsün,
çalışmayı, kazancı dükkânı saçma ve beyhude saysın.
Her hayır ve şer, sebebini yaratandan gelir. Babacığım sebep ve
vasıtalar.
1555. Bir zamancağız gaflet devri yürüyüp gitsin diye ana yolun
üstünde toplanmış bir hayalden başka bir şey değildir.
Adem aleyhisselam'ın bedeni, ilk yaratılırken Tanrının Cebrail
aleyhisselam'a "Yürü, şu yeryüzünden bir avuç toprak al", bir rivayete
göre de "Her yerden avuç avuç toprak al"diye emretmesi
Sanat sahibi Tanrı, hayra, şerre uğramak, sınamak üzere Ademi
yaratmak istediği zaman,
Özü doğru Cebraile Yürü, yeryüzünden bir avuç toprak ödünç al
buyurdu.
Cebrail hizmete bel bağlayıp alemlerin rabbinin emrini yerine getirmek
üzere yeryüzüne geldi.
O, buyruk kulu, yere el attı. Toprak, kendini çekti, çekindi.
1560. Dile gelip yalvarmaya, tek yaratıcı hürmetine beni bırak, yürü
git, canımı bağışla. O yürük atinin yularını çek benden.
Benden yaratılacak insan, tekliflere uğrayacak, tehlikelere düşecek.
Tanrı hakkı için beni bırak, alma.
Tanrı seni seçti, Levihteki bilgiyi sana gösterdi. O lütuf hakkı için
vazgeç benden.
Tanrı ihsanı ile meleklere hoca oldun. Daima Tanrı ile konuşmadasın.
1565. Peygamberlerin de elçisi olacaksın. Sen vahiy canının hayatısın
bedeni değil.
İsrafil bedenlere can verir, sen cana can verirsin. O yüzden
İsrafilden üstünsün.
O, suru üfürür, bedenlere can gelir. Senin nefesin mücerret gönüllere
can bağışlar.
Bedendeki canın canı, gönlün diriliğidir. Şu halde senin ihsanın,
İsrafilin ihsanından üstündür.
Sonra Mikâil bedenlere fizik verir. Senin çalışmansa aydın gönlü
rızıklandırır.
1570. O kile vergisiyle eteğini doldurmuştur. Senin rızkınsa kileye
sığmaz.
Kahır ve şiddet sahibi Azrailden de üstünsün. Rahmetin, gazaptan
fazla ve üstün olduğu gibi.
Arşı bu dördü taşırlar. Sen bunların padişahısın. Hakikatte uyanıklık
bakımından dördünün en yücesi en üstünüsün.
Mahşer günü görürsün ki arşı sekiz melek taşır. O zaman sekizinin en
üstünü yine sen olacaksın demeye başladı.
Bu çeşit sayıp dökmeye, ağlayıp yalvarmaya koyuldu. Çünkü o, bundaki
maksadın ne olduğunu anlamış, bundan bir koku almıştı.
1575. Cebrail utanç madeniydi. O antlar, yolunu bağladı.
Yer, pek çok yalvardığı, antlar, yeminler verdiği için geri döndü,
dedi ki: Ey kulların rabbi!
Ben senin işinde serseri değildim. Fakat aramızda geçen şeyleri,
söylenen sözleri sen daha iyi bilirsin.
Adlarından bir adı andı ki ey her şeyi gören Tanrı, o adın korkusundan
yedi gökte dönmesini terk eder durur.
Utandım adından sıkıldım. Yoksa bir avuç toprak getirmek kolay bir
şey.
1580. Sen meleklere öyle bir kuvvet vermişsin ki bu gökleri bile
yırtarlar.
Tanrının; insanların babası ve Tanrı halifesi olan ,melekler
tarafından secde edilen ve onlara hocalık eden Adem aleyhisselam'ın
mübarek bedenini yoğurmak üzere bir avuç toprak alması için Mikail
aleyhisselam'ı yeryüzüne göndermesi.
Tanrı, Mikaile Sen yeryüzüne in de ondan aslan gibi bir avuç toprak
kapıver dedi.
Mikail yeryüzüne gelip ondan bir avuç toprak kapacağı zaman,
Yeryüzü titredi, ağlamaya, yalvarmaya, gözyaşları dökmeye başladı.
Gönlü yanarak yalvardı, kanlı gözyaşı dökerek ant verdi, dedi ki:
1585. Lütuf sahibi eşsiz Tanrı hakkı için ki seni, Arsı taşıyan ulu
melekler arasına kattı.
Aleme Rızk veren kilelerin memurusun, lütuf ve ihsan susuzlarına
avuç,avuç su verirsin.
Çünkü Mikail sözü kileden üremedir. Mikail fizik veren kilecidir.
Bana aman ver, azat et beni. Bak kanlı gözyaşlarına bulandım da
seninle öyle konuşuyorum.
Melek, Tanrı merhametinin madenidir. Dedi ki: Şimdi ben şu yaranın
üstüne nasıl tuz ekeyim?
1590. Nitekim Şeytan da kahır madenidir. Adem oğullarından bu yüzden
feryat eder.
Yiğidim, merhamet, gazaptan fazladır, gazaba üstündür. Tanrı
sıfatlarından lütuf, kahrın üstündedir.
Kullar da onun huyundadır, tulumlar onun suyu ile doludur.
O Tanrı Resulü, o sülük kılavuzu İnsanlar padişahların dinindedir
demiştir.
Mikail, din rabbinin tapısına, eli yeni boş olarak gitti.
1595.Dedi ki: Ey sırları bilen tek padişah, toprak ağlayıp inledi,
yolumu bağladı benim.
Senin yanında gözyaşının bir değeri vardır. İşitmezlikten gelemedim.
Ahın feryadın sence yüce bir değeri var. O hukuku terk etmek elimden
gelmedi.
Sence yaşlı gözün pek değeri var. Artık ben, nasıl inat edebilirdim?
Kul, günde beş kere namaza gel, feryad et diye davet edilir.
1600.Müezzinin Haydi felaha demesi yok mu? O felah, bu ağlayış bu
sızlanıştır.
Sen kimi dertle hasta etmek istersen onun gönlüne ağlayış yolunu
kapatırsın.
Bu suretle de defeden olmaz, bela gelip çatar. Çünkü sızlanma
şefaatçısı bulunmaz.
Birisini beladan kurtarmak istersen gönlüne sızlanmayı getirirsin.
Kuranda şiddetli azaba uğrayan ümmetler hakkında dedin ki:
1605. O anda ağlayıp sızlanmadılar ki bela onlardan dönüp savuşsun.
Gönülleri katı olduğundan suçları kendilerine ibadet görünüyordu.
İnatçı kendisini suçlu bilmedikçe nasıl olur da gözleri yaşarır ağlar?
Ağlayıp sızlamanın, gökyüzünden gelen belayı defettiğine Yunus
aleyhisselam'ın hikayesi deleldir. Ulu Tanrı,dilediği gibi iş görür,
şu halde sızlanma ve onu ululama, insana fayda verir. Filozoflarsa
Tanrı, tabiata ve sebebe göre işi görür, dilediği gibi değil. Onun
için de sızlanış, tabiatı değiştiremez derler.
Yunus peygamberin kavmine bela gelip çattı. Gökten ateş dolu bir bulut
ayrıldı.
Yıldırımlar saçıyor, taşları yakıyordu. Gök gürlemekte, benizleri
sarartmaktaydı.
1610.Onların hepsi damlardaydı. Vakit geceydi. Gökyüzünden gelen bu
bela, gece vakti gelip çatmıştı.
Hepsi damlardan aşağı indi. Başlarını açıp ovanın yolunu tuttular.
Analar evlatlarını kendilerinden ayırdılar. Hepsi feryat figana,
çığrışıp ağlaşmaya koyuldu.
O kavim, akşam namazından seher vaktine kadar başlarına toprak
serptiler.
Hepsi avaz,avaz ağlaşıp yalvardılar. O inatçı kavme Tanrı acıdı.
1615. Ümitsizlikten, sabırsız ah ve feryattan sonra yavaş,yavaş bulut
dağılmaya başladı.
Yunus peygamberin hikayesi uzun ve etraflıdır. Halbuki toprağı anlatma
ve feyiz verme zamanı.
Hasılı ağlayıp sızlanmanın Tanrı yanında değeri vardır. Ağlayıp
sızlanmadaki değer nerede var?
Ey ümit hemen kalk, belini sıkıca bağla. Kalk ey ağlayan daima gül.
Çünkü ulu Tanrı üstünlük bakımından gözyaşını, şehitlerin kanları ile
bir tutmadadır.
Tanrının, Adem aleyhisselam'ın bedenini yaratmak üzere bir avuç toprak
alması için İsrafil aleyhisselam'ı yeryüzüne göndermesi.
1620. Tanrımız bunun üzerine İsrafile, yürü dedi, avucunu toprakla
doldur gel. İsrafil yeryüzüne geldi ama toprak, ağlayıp inlemeye
başladı.
Dedi ki: Ey sür meleği, ey hayat denizi! Ölüler senin nefeslerinle
dirilir.
Süru öyle bir kuvvetli üflersin ki halk, çürümüşken dirilir, mahşere
gelir, o ovayı doldurur.
Suru üfler, haydin ey Kerbela şehitleri, kalkın!
1625. Ey ölüm kılıcı ile helak olanlar, dallar, yapraklar gibi
topraktan baş kaldırın dersin.
Senin merhametin ve o tesirli nefesin yüzünden şu alem, dirilerle
dolar.
Sen rahmet meleğisin, merhamet edersin. Sen Arşı taşımaktasın, ihsan
ve lütufların kıblesisin.
Arş, ihsan ve adalet madenidir. Onun altıdan yargılamalarla dolu dört
tane ırmak akmaktadır.
Süt, ebedi olan bal, şarap ve akar su ırmakları.
1630. Bunlar arştan cennetlere giderler. Alemde o ırmaklardan çok az
bir şey görünür.
Gerçi o dört ırmağın burada görünen cüzleri bulanıktır ya. Neden? Acı
yokluk zehrinden.
O dört ırmaktan şu kara toprağa bir yudumcuk serptiler de bir fitnedir
kopardılar. Bu suretle aşağılık kişiler, onların aslını arasınlar,
bunu dilediler. Fakat adam olmayanlar bunlara kani olup gittiler.
Tanrı çocukları beslemek, yetiştirmek için sütü verdi, her kadının
göğsünü bu süt ırmağına kaynak yaptı.
1635. Şarap ırmağını, gamı defetmek, düşünceyi gidermek ve insana
kuvvet ve cesaret vermek için üzümden akıttı.
Bal ırmağına da arının için kaynak etti, o ırmağı bedendeki
hastalıkları gidermek için akıttı.
Suyu da temizlenmek ve içip kanmak için herkese ihsan etti.
Bu suretle de bunları görüp asıllarını izlemeni diledi. Fakat ey
herzevekil, sen bunlara kani oluverdin.
Şimdi toprağın başından geçenleri dinle. Bak, o kudret sahibi
İsrafile ne efsunlar okuyor.
1640. İsrafile karşı suratını ekşitti, yüzlerce şekilde yalvarıp
yakardı.
Ululuk ıssı pak Tanrı hakkı için dedi, bana bu kahrı helal görme.
Ben bu işten bir koku alıyorum, kafama bir kötü şüphedir girdi.
Sen rahmet meleğisin, merhamet edersin. Çünkü hama kuşu, hiçbir kuşu
incitmez. Ey dertlilere şifa ve rahmet olan melek, sen de o iki
kişinin yaptıklarını yap.
1645. İsrafil, çabucak padişahın tapısına döndü, özür getirdi olanları
anlattı.
Dedi ki: Yarabbi, görünüşte toprağı al diye emrettin ama içine onun
aksini ilham ettin.
Kulağıma, toprağı al dedin, aklıma da bunun aksini emrettin.
Rahmet gazaptan fazladır, üstündür, üstün geldi ey işleri essiz,
örneksiz olan ve iyi işler işleyen Tanrı.
Tanrının çevik Adem'in aleyhisselamın bedenini yoğurmak üzere bir
avuç toprak alması için azim ve şiddet sahibi bir melek olan Azrail
aleyhisselam'ı yollaması.
Tanri, Azraile Çabuk git, o hayallere kapılmış toprağın halini gör.
1650. O arık zalimi bul, hemen bir avuç torak al, gel dedi.
Kaza ve kader çavuşu Azrail, buyruğu yerine getirmek üzere toprak
yuvarlağına geldi.
Toprak adeti veçhile yine feryada, ant vermeye başladı. Bir çok
yeminler verdi.
Ey has kul, ey arşı taşıyan, ey arşta da, ferste de emrine itaat
edilen!
Tek ve merhametli Tanrının rahmeti hakkı için git. Sana lütuflarda
bulunan Tanrı hakkı için git.
1655. Kendisinden başka tapılan bulunmayan, huzurunda kimsenin ağlayıp
sızlanması ret edilmeyen padişah hakkı için dedi.
Fakat Azrail dedi ki: Bu afsunla gizli, aşikar buyruk sahibi olandan
yüz çevirmem ben.
Toprak, O, ilim sahibi olmayı da emretti. İkisi de emir. Bilgi yolu
ile lütfet de halim ol, o emri tut dedi ama,
Azrail, O, ya tevildir, ya kıyas. Apaçık emirde öyle tevile, kıyasa az
uy.
Kendi düşünceni tevil etsen daha iyi. Başka hiçbir emre benzemeyen bu
açık emri tevil etmekten daha yeğ.
1660. Yalvarmana içim yanıp durmada. Acı gözyaşlarından gönlüm kanla
doldu. Merhametsiz değilim, hatta o üç temiz melekten daha
merhametliyim ben, senin derdinle dertleniyorum.
Ben bir yetime tokat atsam, halim bir adam da ona tatlı bir şey verse,
Bu tokat onun tatlısından daha hoştur. Eyvah Eğer o tatlıya kanarsa.
Feryadından ciğerim yanıyor. Fakat Tanri, bana başka bir çeşit lütuf
öğretmede.
1665. Gizli lütuf, kahırlar içindedir; değer biçilmez akikin pislik
içinde oluşu gibi. Tanrının kahrı, benim ilmimden yüz kat iyidir.
Tanrıdan canını esirgemek can çekişmektir.
Onun en kötü kahrı, iki alemin de ilminden iyidir. Ne güzeldir
alemlerin rabbi ve ne iyidir onun yardımı.
Onun kahrında lütuflar gizlidir; onun uğrunda can vermek, adamın
canına canlar katar.
Kendine gel de kötü zannı ve azgınlığı bırak. Madem ki Tanrı gel
diyor, başını ayak yap da koş.
1670. Onun gel demesi, insana yücelikler verir; sarhoşluklar, eşler,
yaygılar bağışlar.
Ben o yüce emri hiç, ama hiçbir suretle tevil edemem.
Dertli toprak bütün bunları duydu. Fakat o kötü zan, kulağına küpe
olmuştu, ondan vazgeçmedi.
Aşağılık toprak tekrar başka bir çeşit yalvarmaya, sarhoş gibi secde
etmeye başladı.
Azrail dedi ki: Yeter, artık bundan fazlası yok. Hem benden sana ziyan
da gelmez. Ben, istersen sana başımı, canımı rehin vereyim.
1675. Yalvarmayı düşünme, Artık o merhamet ve adalet sahibi padişahtan
başkasına yalvarma da.
Ben emir kuluyum, emri terk edemem. Onun emri, denizden toz koparır.
O kulağı, gözü, başı, yaratan Tanrının emrinden başka kendiliğimden
ne bir hayır dilerim, ne bir şer.
Kulağım onun sözünden başka söze sağır. O, bana tatlı canımdan da
değerli.
Can, ondan geldi, o candan değil. O, bedavaca yüz binlerce can verir.
1680. Can nedir ki kerem sahibinden esirgeyeyim? Pire de nedir ki onun
yüzünden yorganı yakayım?
Ben, onun hayrından başka bir hayır bilmem. Ondan başkasına sağırım,
dilsiz, körüm.
Ağlayıp inleyenlere karsı kulağım sağır. Onun elinde bir mızrak
gibiyim ben.
Sana zulmeden mahluk, hakikatte bir alete benzer. Arif, ona derler ki
alete değil, Tanrıya bakar. Görünüşte alete baksa bile
bilgisizliğinden değildir de öyle icabetmiştir. Nitekim Tanrı sırrını
takdis etsin, Ebu Yezid dedi ki: Bunca yıldır halkla konuşmam, halkın
sözünü duymam, işitmem. Halksa,beni kendileriyle konuşuyorum, onların
sözlerini dinliyorum sanır. Çünkü onlar, söz söylediğim ulu zatı
görmezler. Onlar, bence birinin sesine ses veren dağa, dağdan gelen
sese benzerler. Duyan akıllı kişi, sese bakmaz. Meşhur atasözüdür:
Duvar çiviye niye beni yaralıyorsun? der. Çivi de beni kakana bak diye
cevap verir.
Ahmakçasına mızraktan merhamet umma, mızrağı elinde tutan padişahtan
um. Mızrağa, kılıca nasıl yalvarabilirsin? Onlar, o yüce kişinin
elinde tutsaktır.
1685.O, sanatkarlıkta Azeridir, bense putum. Benden ne alet yaparsa o
aletim ben.
Beni kadeh yaparsa kadeh olurum, hançer yaparsa hançer.
Çeşme yaparsa su veririm, ateş yaparsa ziya.
Yağmur yaparsa yağar, harmana feyiz ve bereket veririm, ok yaparsa
bedene saplanırım.
Yılan yaparsa zehirlerim, yardim ederse hizmette bulunurum.
1690. Ben iki parmağın arasındaki kalem gibiyim. İbadet safında
mütereddit değilim.
Azrail toprağı söze tuttu; o sırada o köhne topraktan bir avuç kaptı.
Yeryüzünden sihirbazca bir avuç toprak aldı, halbuki toprak, sözle
meşguldü, ondan haberi bile olmadı.
O bir avuç toprağı yeryüzünün rızası olmadan aldı, kaçmak isteyen,
ayakları gerisin geriye giden çocuğu nasıl zorla mektebe götürürlerse
öylece Tanrı tapısına götürdü.
Tanrı dedi ki: Apaydın bilgim hakki için seni bu halkın celladı
yapacağım.
1695. Azrail dedi ki: Yarabbi, halk bana düşman olur. halkın ölüm
çağında boğazını siktim mi herkes bana düşman kesilir.
Yüce Tanrım, reva görür müsün halk benden nefret etsin, bana düşman
olsun?
Tanrı dedi ki: Ben, sıtma ve humma, kulunç, yaralanma, gibi öyle
sebepler yaratırım ki,
Onlar gözlerini senden çevirirler, o hastalıklara, o sebeplere üç kat
sarılırlar, yalnız onları görürler.
Azrail, Yarabbi, Yüce Tanrım, öyle kullarında vardır ki onlar,
sebepleri yırtarlar.
1700. Gözleri sebeplerden geçer, senin ihsanınla perdeleri asar.
Hal göz doktorundan birlik sürmesini çekerler de illetten de
kurtulurlar sebepten de.
Ne hummaya bakarlar, ne kulunca, ne basura, bu sebeplere hiç ehemmiyet
vermezler.
Çünkü bu illetlerin her birinin devası vardır. Deva kabul etmeyen
illet kaza ve kaderdir.
Bilki her hastalığın mutlaka bir devası vardır. Soğuk illetinin devası
nasıl kürk giymekse.
1705. Fakat Tanrı, bir adamı dondurmayı murat ederse soğuk, yüz tane
kürk giyse yüzünden de tesir eder.
Bedeni öyle bir titremeye baslar ki, ne elbiseyle ısınır ne evle.
Kaza ve kader geldi mi doktor aptallaşır. O ilaç da fayda verme
hususunda yolunu şaşırır.
Ahmakları avlayan bu sebepler, nasıl olur da can gözü açık olanın
anlayışına perde olur?
Göz sağlam oldu mu aslı görür. Fakat insan şaşı olursa aslı değil de
feri görür dedi.
Tanrıdan, Ey Azrail, sebepleri, hastalıkları, kılıç yarasını görmeyen,
senin yaptığın işi de görmez. O sebeplerden daha gizlisin ama sen de
sebepsin. Hatta o hastaya "Tanrı, ona sizden yakındır ama siz
görmezsiniz" sırrı bile gizli kalmaz.
1710. Tanrı dedi ki: Aslı bilen kişi, nasıl olur da arada seni görür?
Kendini halktan gizledin ama sırları apaydın görenlerce sen de bir
perdesin.
Onlara ecel, seker gibi tatlı gelirken Artık gözleri dünya devlet ve
ikbaline sarhoş olur mu?
Onlarca bedene ait olan ölüm, acı değildir. Çünkü onlar, kuyudan,
zindandan çayırlığa, çimenliğe gidiyorlar.
Bu ıstıraplarla dolu alemden kurtuluyorlar. İnsan bir hiçin
kayboluşuna ağlar mı?
1715. Padişaha mensup birisi zindanın burcunu yıksa zindandakinin
gönlü, ona incinir mi?
Yazık, şu mermer taşı kırdı da canımızı, ruhumuzu hapisten kurtardı.
O güzelim mermer, o yüce taş, zindanın burcuna ne yakışıyordu, ne de
güzel uymuştu.
Nasıl oldu da kırdı, beni de hapisten kurtardı? Bu suça karşılık elini
kırmalı onun der mi?
Hapisten çıkarılıp dar ağacına götürülen kişiden başka hiçbir mahpus
böyle saçma bir söz söylemez.
1720. Birisine, yılan zehrinden kurtarıp şeker verseler bu hal, o
adama hiç acı gelir mi?
Can beden kavgasından kurtulur. Beden ayağı olmaksızın gönül kanadıyla
uçmaya başlar.
Hani zindanın kuyusuna hapsedilen adamın uyuyup rüyasında gül
bahçesini görmesi gibi.
Bu adam der ki: Tanrım, beni bedene döndürme de su gül bahçesinde bir
salınıp gezineyim.
Tanrı da duan kabul edildi, dönme der. Doğrusunu Tanrı daha iyi bilir
ya.
1725. Bu çeşit rüya bir bak ne hoştur. Adam, ölümünü görmeden cennete
gitmede.
Artık hiç o adam, uyanmaya hasret çeker, kuyunun dibinde zincirlere,
bukağılara vurulmuş olarak yaşamayı arzular mı?
İnanmışsan artık savaş safına gel ki senin meclisin gökyüzündedir.
Yüzlerce ulaşma ümidiyle kalk, ey kul, mihrap önündeki mum gibi dinel.
Başı kesilmiş mum gibi bütün gece arayıp isteme yüzünden ağla,
gözyaşları dök, yan dur.
1730. Yemekten, içmekten ağzını yum, gök sofrasına koş.
Her an ümidini gökyüzüne bağla. Gökyüzü havası ile söğüt gibi titre.
Sana anbean gökten su ve ateş gelip durmada. Rızkını arttırmadadır.
Seni de oraya götürürse şaşma. Aczine bakma isteğine bak.
Çünkü bu istek, sende Tanrının bir emanetidir. Her isteyen kişinin
istenmesi yerindedir.
1735. Çalış da bu istek artsın. Bu suretle de gönlün şu ten kuyusundan
çıksın.
Halk, filan yoksul öldü desinler, sen de a gafiller diriyim ben.
Bedenim yapayalnız yatmış, uyumuş ama sekiz cennet de gönlümde açılmış
de.
Can, gül ve nesrin içinde uyuduktan sonra beden, su pislikte kalmış?
Ne gam! Uyumuş canın bedenden ne haberi var? O, ister gül bahçesinde
uyusun, ister külhanda.
1740. Can, şu su rengindeki alemde Keşke kavmim, Rabbim beni ne
yüzden yarlığadı, bilseydi diye nara atmada.
Can, şu bedensiz yaşamayı istemezse peki, gökyüzü kimin sayvanı
olacak?
Canın, bedensiz yaşamayı dilemezse Rızkınız gökyüzündedir nimeti,
kimin kısmeti olacak?
Dünyanın yağlı, ballı nimetlerini yemek tehlikelidir. Tanrı yemeğine
mani olur. Nitekim Peygamber, "Açlık,Tanrı yemeğidir. Onunla,yani
açlıkla sözü doğruların bedenlerini diriltir" demiştir. Yine "Ben
rabbime misafir olurum, o beni doyurur, suvarır" buyurmuştur. Tanrı da
"Ferahlanarak rızıklanırlar" demiştir.
Bu kaba Rızk kırıntılarından kurtulursan yüce ve latif rızklara nail
olursun.
O manevi rızktan binlerce okka yemek yesen yine pak ve tüy gibi hafif
olarak gidersin.
1745. O yemek, sen de ne yel yapar, ne kulunç, ne de mide ağrısı
verir.
Az yersen karga gibi aç kalırsın, çok yersen geğirmeye başlar, imtila
olursun.
Az yersen huyun kötüleşir, kabalaşır, nobranlaşırsın. Çok yersen
bedenin imtilaya müstahak olur.
Fakat Tanrı taamından, o lezzetli rızktan denizler kadar ye, yine de
gemi gibi yürü yüz.
Oruca sarıl, sabret, orucu terk etme, her an Tanrı Rızkını bekle.
1750. Çünkü o işi gücü güzel Tanrı, bekleyenlere hediyeler verir.
Tok adam ekmek beklemez. Ekmeği yiyeceği ister er gelsin ister geç.
Aç adam daima nerede der durur. Açlıkla bekler, araştırır.
Beklemezsen o yetmiş kat devlet ve ikbal nevalesi sana gelmez.
Babacığım yüceler yemeğini ercesine bekle,bekle.
1755. Her aç nihayet bir yiyecek bulur. Devlet güneşi elbette ona
vurur.
Himmet sahibi misafir, az yemek yerse sofra sahibi, ona daha güzel
yemek getirir.
Yalnız yoksul ve nekes olan sofra sahibi başka, ona söz yok. Kerem
sahibi Rızk vericiye kötü zanda bulunma.
Ey dayanılan, güvenilen er, bir dağ gibi başını kaldır da günesin ilk
ışığı sana vursun.
Baksana o oturaklı yüce dağın tepesi de seher güneşini bekleyip
durmada.
Ne hoştu bu dünya, ölüm olmasaydı: ne hoştu dünya mülk, zevali
gelmeseydi diyen ve bu çeşit abes sözler söyleyen gafil kişiye cevap
1760. Biri ne hoştu dünya, ortada eteğimizi çeken ölüm olmasaydı
demedeydi.
Bir başka biri de dedi ki: Ölüm olmasaydı ıstıraplarla dolu olan bu
dünya hiçbir şeye yaramazdı.
Ovaya yığılmış, dövülmeden öylece bırakılmış bir harmana benzerdi.
Halbuki sen asil ölümü dirilik sandın, tohumu çorak yere ektin.
Yalancı akıl, her şeyi aksi görür, diriliği de ölüm sanır a ahmak!
1765. Ey Tanrı, sen bize her şeyi, o hile yurdunda nasılsa öylece
göster.
Hiçbir ölü, öldüğüne hayıflanmaz, azığın azlığına hayıflanır.
Yoksa ölen, bir kuyudan ovaya, devlete, yaşayışa ve genişliğe çıkar.
Bu yas konağından, şu daracık deve yatağından geniş bir ovaya göçer.
Orası doğruluk makamıdır, yalan sayvanı değil. Orada hususi bir şarap
vardır, adam onunla sarhoş olur ayranla değil.
1770. Orası öyle bir doğruluk makamıdır ki orada onunla oturan
Tanrıdır. Ateşe tapanların mabedi olan su balçıktan kurtulmuştur.
Aydın bir suretle yaşamadıysan, bir iki nefeslik ömrün kaldı bari
ercesine öl!
Kul,müstahak olmadan nimetler veren Tanrının rahmetinden dilenen
şeyler. Tanrı, bir Tanrı ki, insanlar, ümitsizliğe düştükten sonra
yağmur yağdırır. Nice uzaklık vardır, yakınlığa sebep olur. Nice
kutluluklar vardır, kötülük istediğinden gelip çatar. Bu suretle de
Tanrının, kulların kötülüklerini, iyiliklere döndürdüğü bilinir.
Hadiste gelmiştir ki kıyamet günü, her bedene kalk diye emir gelir.
Surun üfürülmesi, pak Tanrinin ey zerreler yerden bas kaldırın diye
emretmesidir.
Herkesin canı, sabahleyin kalkınca nasıl aklımız başımıza gelirse
tıpkı öyle, kendi bedenine girer.
1775. Can, kıyamet günü, kendi bedenini tanır, define gibi kendine
mahsus olan o yıkık yere girer.
Her can, kendi bedenini tanır, o bedene girer. Kuyumcunu canı, nasıl
olur da terzinin bedenine girer?
Bilgi sahibinin canı, bilgi sahibinin bedenine girer, zulmedenin canı,
zulmedenin bedenine.
Sabah çağı kuzu anasını, koyun kuzusunu nasıl tanırsa Tanrı bilgisi de
bedenleri tanıma hususunda ruhlara böyle bir bilgi vermiştir.
Ayak bile karanlıkta ayakkabısını tanırken a güzelim can kendi
bedenini nasıl tanımaz?
1780. Ey Tanrıya sığınan, sabah küçük mahşerdir. Büyük mahşeri de var
ondan kıyas et.
Can, nasıl toprağa uçarsa amel defteri de sağa, sola öyle uçar.
İyiliğe kötülüğe dair dün ne yaptıysa onların yazılı olduğu nekeslik
ve cömertlik defterini, insanın avucuna koyarlar.
Seher çağı uykudan uyandı mı o hayır ve şer, ona gelip çatar.
Riyazatı huy edinmişse uyandığı zaman yanına o gelir.
1785. Dün, hamlık etmiş, kötülükte, azgınlıkta bulunmuşsa sol yanından
verilen defteri, yas mektubuna döner.
Dün, temiz, kötülükten çekingen ve dindar olarak yaşamışsa uyanınca
değerli inciyi elde eder.
Bizim uykumuz ve uyanmamız, ölümle mahşere iki tanıktır.
Küçük haşir büyük hasrı gösterir; küçük ölüm, büyük ölümü aydınlatır.
Fakat bu defter, hayalidir, gizlidir. Büyük haşirde o defter meydana
çıkar.
1790. Bu hayal, burada gizlidir, eseri görünür. Fakat bu hayal, orada
suretlere bürünür.
Mühendise bak yere tohum eker gibi gönlüne bir ev yapma hayali kor.
O hayal, dışarıda zahir olur, adeta yerden tohum biter gibi.
Gönülde yurt tutan her hayal, mahşer gününde bir surete bürünecektir.
Mühendisin gönlünde kurduğu hayali, tohum bitirme kabiliyetindeki bir
yere ekilmiş, orada bitmiş mahsul tut.
1795. Bu iki mahşeri hulâsa etmeden maksadım bir kısastır, inananların
bundan hisse almasıdır.
Kıyamet gününün güneşi doğdu mu çirkin, güzel herkes yerden derhal
kalkar. Herkes kaza ve kader divanına koşar, geçer para da potaya
girer, kalp para da.
Geçer para neşelenerek, nazlana,nazlana kalp para, yanıp eriyerek.
Anbean sınamalar gelmede, bedende gönül sırları görünmede.
1800. Kandil nasıl suyla yağla görünür, aydınlanıp meydana çıkarsa,
yahut toprak, nasıl mahsul verir, sırlarını meydana korsa öyle.
Baharın eli, soğanı, safranı, haşhaşı çıkarır, kışın sırrını nasıl
meydana korsa öyle.
Biri Biz Tanrıdan çekinenleriz diye yemyeşil, öbürü menekşe gibi
başı aşağıda. Tehlikeye uğrama korkusu, gönle yerleşmiş, bu yüzden
kaynaklat kaynama da, on tane dere olmada.
Gözler, defterler sol yandan gelmesin diye açılmış, bekleyip durmada.
1805. Amel defterinin sağdan verilmesi kolay iş değil. Bunun için
gözler sağı solu gözlemede.
Derken bir kulun eline kapkara, suçlarla kötülüklerle dolu bir defter
verilir.
İçinde ne bir hayır var, ne bir iyi işte bulunma. Ancak doğru
özlülerin gönlünü incitme var.
Baştan ayağa kadar kötülükle, suçla, yol ehline çaldığı ıslıklarla,
onlarla ettiği alaylarla dopdolu.
Hileleri, hırsızlıkları, Firavunlar gibi ben, biz demeleri, defteri
kaplamış.
1810. O kötü amelli kul, defterini okudu mu analar ki zindandan başka
göçecek yer yok.
Suç meydanda özür yolu bağlı. Artık hırsızlar gibi darağacına yürümeye
baslar.
O binlerce delili, o binlerce kötü sözü, pis bir çivi gibi ağzını
kapatmış.
Üstünde, evinde, çaldığı şeyler çıkmış, okuduğu masal dinlenmez olmuş.
Cehennem zindanına doğru yürümeye koyulur. Çünkü ateşten kaçmasına
imkan yok.
1815. Melekler de memurlar gibi önüne ardına düşerler. Evvelce
gizliydiler şimdi asesler gibi meydana çıkarlar.
Onu, yürü ey köpek, samanlığına gir diye sürerler, ellerindeki
mızraklarla dürterler.
O, her yol basında ayağını sürür, belki o kuyudan kurtulurum ümidine
düşer. Bekleyerek durur, susar, bir ümide kapılıp yüzünü geriye
çevirir.
Güz yağmurları gibi gözyaşı döker, ümidi kurumuştur, ondan başka
elinden ne gelir?
1820. Her an yüzünü geriye çevirir, Tanrının mukaddes tapısına
yönelir.
Derken Tanrıdan Ey nur ülkesinin melekleri, ona ey iyi huylardan
çırılçıplak tembel deyin.
Ey şer madeni, ne bekliyorsun? A şaşkın neden yüzünü geriye
çeviriyorsun?
İşte defterin, eline gelen defter a Tanrı inciten a Şeytana tapan!
Yaptığın şeylerin yazılı olduğu defteri gördün ya. Ne bakıyorsun
Artık, yaptığının cezasını gör.
1825. Beyhude yere emekleyip duruyorsun? Böyle bir kuyuda aydınlık
ümidi nerede?
Ne görünüşte bir ibadetin var, ne içinde gizli bir iyilik niyeti.
Ne geceleri münacatta bulundun, namaz kıldın; ne gündüzleri haramdan
çekindin oruç tuttun!
Ne kimseyi incitmemek için dilini tuttun, ne ibretle önüne ardına
baktın.
Önünde ölüm anlayışı ile can çekişmeden, ardında dostlarının ölümünden
başka ne var ki?
1830. Ne zulmünle yana yakıla coşarak bir tövbe ettin, ne ağlayıp
sızlandın ey
buğday gösterip arpa satan adı adam!
Terazin eğriydi azgındı. Artık mükafat terazisinin doğru olmasını neye
beklersin? Hıyanette eksik tartmada adeta sol ayak kesilmiştin, nasıl
olur da terazin sağ yanından gelir?
A boyu bükülmüş, mükafat ve mücazat, gölge gibidir, elbet gölgen de
önüne iki büküm düşecek.
Tanrıdan bu çeşit sert hitaplar gelir. Öyle ki bu sözleri dağ duysa
kamburlaşır.
1835. Kul der ki: Yarabbi, buyurduklarının yüz misli kötüyüm, yüz
misli kötüyüm, yüz misli kötü.
Sen kötülüklerimi ilminle örttün, yoksa yaptığım fenalıkları bilirsin.
Fakat kendi savaşımı, hayır ve şerden öte olan işlerimi, küfrümü,
yolumu yordamı mı,
Aczimle sana yalvarışımı, benim, yahut benim gibi yüzlerce kulun
hayalini bir yana bırakalım.
Ancak senin lütfuna ümit bağladım. Benim doğru oluşum, yahut
inatçılığım söyle dursun.
1840. Ey garezsiz kerem sahibi, karşılıksız olan lütfuna, ihsanına
ümit bağlamışım.
Onun için kendi isime bakmıyorum, geri dönüp senin kayıtsız şartsız
keremine bakıyorum.
O ümitle yüzümü geri çevirdim. Ben yokken varlığımı sen verdin.
Bedavaca bana varlık elbisesi bağışladın. Ben daima buna güveniyordum.
Kul kendi suçunu ihsanını sayınca Tanrı ihsanı ile Tanrı bağışlaması
gelip yetişir.
1845. Der ki: Ey melekler, onu tekrar bana getirin, çünkü gönül gözü
rica ve niyazda.
Ben de aldırmayayım da onu azat edeyim, o hatalara bir kalem
çekivereyim.
Bir şeye aldırmamak, birinin iyiliğinden, kötülüğünden kendisine ziyan
gelmeyen kişiye mübahtır.
Keremimizden hös bir ateş yakalım da az çok, hiçbir suçu kusuru
kalmasın.
Öyle bir ateş yakalım ki yalımındaki değersiz kıvılcım bile suçu da
yaksın, cebri de, ihtiyari da.
1850. İnsan ağırlıklarının bulunduğu yere bir yalım salalım da dikeni
ruhani bir gül bahçesi haline getirelim.
Biz dokuzuncu kat gökten Sizin isinizi düzeltir kimyasını gönderdik.
Artık o ebedi ve daimi nur karşısında insanlar babasının debdebesi ve
ihtiyarı nedir ki?
Onun söyleyen dili, bir et parçası, gören gözü bir et lokması.
Duyan kulağı, iki parça kemikten, anlayan kalbi iki kahra kanan
ibaret.
1855. Sen pisliklerle dopdolu bir kurtcağızsın. Fakat cihana bir
gürültü saldın. Meniden yaratıldın, benliği bırak. Ey Eyaz, çarığı
hatırla.
Eyaz'ın çarık ve postunu koyduğu bir odası vardı. Kapısı sağlam ve
kilitli olduğu için kapı yoldaşları, orada bir define var sanırlardı.
Eyaz, pek akıllı, fikirli olduğundan postu ile çarığını bir odaya
asmıştı.
Her gün o boş odaya gider, kendi kendisine Ululanma derdi, işte
çağırın şu. Padişaha onun bir odası var dediler, oraya biriktirdiği
altınları, gümüşleri altın küplerini koymuş.
1860. Kimseyi oraya sokmuyor. Daima kapısını kapalı tutuyor.
Padişah dedi ki: Tuhaf şey. O kölenin bizden gizlediği nedir ki acaba?
Bir beye, Oraya git, gece yarısı kapıyı aç, odaya gir.
Ne bulursan yağma et, sırrını da kapı yoldaşlarına aç.
Bizden bu kadar ikramlar gördüğü, sayısız lütuflarımıza nail olduğu
halde hasisliğinden altın gümüş biriktiriyor ha!
1865. Vefa gösterme de seviyorum demede, coşup köpürmede. Hey gidi
buğday gösterip arpa satan hey!
Sevgide dirilik bulana kulluktan başka her şey haramdır, dedi.
Gece yarısı o bey, otuz tane güvenilir adamla Eyazın odasını açmaya
gitti.
Bunca yiğit meşaleler yakmışlar, sevinerek odaya gidiyorlar.
Padişahın emri bu. Odayı açacak, altın torbalarını alacağız
diyorlardı.
1870. Onların birisi hey gidi hey diyordu, altın da nedir? Akik, lâl
ve inciden haber ver.
Çünkü Padişah mahzeninin en has kulu o. Hatta bu güz o padişaha can
mesabesinde.
Böyle bir sevgiye karsı yakutun, lâl-in akikin sözü mü olur?
Padişahın ondan şüphesi yoktu. Sınama için bir latifeye girişmişti.
Onu her türlü gıllugıştan temiz biliyordu. Fakat yine de vehmimden
gönlü titriyordu.
1875. Allah esirgesin diyordu, ya böyle bir şey çıkarda bundan
incinirse. Utanmasını hiç istemem.
Bunu yapmamıştır ya, yapsa bile pekala yapmış. O benim sevgilim, ne
dilerse yapsın!
Sevgilimin yaptığını ben yaptım demektir. Ben perdeyim ama hakikatte o
benden ibarettir, ben de oyum.
Sonra Ondan diyordu, bu çeşit huylar ne kadar uzak. Bu saçma bir söz
beyhude bir hayal.
Eyazın böyle bir şey yapmasına imkan yok. Çünkü o bir deniz ki dibini
görmenin imkanı bulunmaz.
1880. Yedi deniz de o denizin bir katresi. Bütün varlık onun
dalgasından bir damla.
Bütün temizlikleri o denizden elde ederler. Katreleri teker,teker
birer sırça yapan sanatkar.
O padişahlar padişahı, hatta padişahlar meydana getiren o. Yalnız kötü
göz deymesin diye adı Eyaz olmuş.
Kötü göz söyle dursun, iyi gözler bile onu nazarlar. Çünkü
güzelliğinin haddi yok, elbette kıskanacaklar.
Gökler kadar geniş bir ağız isterim ki o meleklerin bile kıskandıkları
güzeli öveyim.
1885. Hatta bu çeşit bir ağza sahip olsam, yahut bunun yüz misli geniş
bir ağız elde etsem yine de feryadı figan o ağıza sığamaz.
Fakat ey dayandığım dost, bu kadar da söylemesem gönül sırçası,
zayıflığından çatlayacak.
Gönül sırçasını pek nazik gördüm de biraz teskin edebilmek için nice
cüppeler yırttım.
Güzelim; ben her ay başı mutlaka üç gün deli olurum.
Kendine gel bu gün o üç günün ilki. Bu gün zafer günü; firuze günü
değil.
1890. Padişahın derdine düşen her gönle anbean ay başı var.
Deli oldum da Mahmutun hikayesiyle Eyazın vasıflarını söyleyemedim
kaldı gitti işte.
Söylenenler, hikayenin suretinden ibarettir, sureti anlayabileceklerin
anlayışına, onların tasavvur aynalarına göre söylenmiştir. Bu
hikayenin haki katındaki mukaddesliğe iner de söylemeye kalkışırsam
utancımdan baş da kaybolur, sakal da, kalem de. Akıllı olana bir
işaret yeter.
Çünkü filim rüyada Hindistanı gördü. Köy harab oldu, haraçtan ümidini
kes.
Aklım fikrim zayi olduktan sonra nasıl nazım düzebilir, kafiyeye
riayet edebilirim? Dertlerle deliliğim bir değil ki. Bende delilik
içinde delilik var, delilik içinde delilik.
1895. Yoklukta varlığı göreli bedenim gizli işaretlerden eridi bitti.
Ey Eyaz aşkınla kıla döndüm, hikayeyi söylemeden kaldım, Artık sen
benim hikayemi söyle.
Ben aşkla senin hikayeni çok söyledim. Artık ben hikayeye döndüm, sen
benim hikayemi oku.
Ey uyduğum zat, zaten okursun, ben okuyamam. Ben Tur dağına benzerim,
sen Musasın bu da ses.
Biçare dağ söz nedir, ne bilsin? Dağ, bomboştur, sözü Musa bilir.
1900. Dağ, bilse bilse kadrince bilir. Beden ruh letafetinden çok az
bir şeye maliktir.
Ten, hesaplarsan usturlaba benzer, güneşe benzeyen ruhun bir
delilidir.
Gözü iyi görmeyen müneccimin usturlaba müracaatı zaruridir.
Güneşi usturlapla hesaplaması lazımdır ki güneşin nerede bulunduğundan
bir koku alsın.
Doğruyu usturlapla arayan can, gökyüzünü ve güneşi ne kadar bilebilir?
1905. Sen göz usturlabı ile bakıp gördükçe alemi pek dar görürüsün.
Sen alemi gözünün alabildiği kadar görebilirsin. Halbuki alem nerede,
sen neredesin? Neye bıyığını buruyorsun ya?
Ariflerin bir sürmesi vardır, onu ara da dereye benzeyen su gözün
deniz kesilsin.
Zerrece aklım fikrim varsa bu ne sevdadır, bu ne dağınık söz?
Aklım, fikrim başımda yoksa benim bunda ne günahım var?
1910. Benim günahım yok ama aklimi alan sevgilinin de günahı yok.
Bütün akılların aklı onun huzurunda ölüp gitmede.
Ey akıllara fitne salan, onları hayran eden, akılların senden başka
sığınacağı yer yok.
Beni çıldırttığın demden beri aklı hiç arzulamadım. Beni süsleyip
bezediğin zamandan beri güzelliğe hiç haset etmedim.
Senin sevdana düşüp çıldırmam hoş ve iyi değil mi? Tanrı sana hayırlar
versin, evet iyi de!
O ister Arapça söylesin ister Farsça. Nerede bir kulak nerede bir akıl
ki o sözleri anlasın.
1915. Onun şarabı, her aklın harcı değil. Onun küpesi her kulağın
oyuncağı değil.
Bir kere daha delicesine geldim işte. Yürü, yürü ey can, çabuk bir
zincir getir.
Fakat sevgilimin zülfünden başka iki yüz tane zincir olsa kırarım ha.
"İnsana bak, neden yaratıldı", hükmünce çarık ve kürke bakmanın sebebi
Yine Eyazın aşk hikayesine dön. Çünkü o hikaye sırlarla dopdolu bir
hazinedir.
Her gün o güzelim odaya çarığını postunu görmeye giderdi.
1920. Çünkü varlık, insanı adamakıllı sarhoş eder, aklını başından
alır, utancını gönlünden.
Önce gelenlerden nice yüz binlerce taifeyi varlık sarhoşluğu, bu
geçitte yere yıktı.
İblis de neden Adem benden üstün olsun ki deyip Azazil kesildi.
Ben hem hocayım hem hoca oğlu. Yüz binlerce hünere kabiliyetim var,
her şeyi yapabilirim.
Hüner ve marifette kimseden aşağı değilim ki hizmet etmek üzere
düşmanın önünde ayak üstü durayım.
1925. Ben ateşten doğdum, o balçıktan. Ateşe karşı balçığın ne değeri
vardır ki?
Ben alemin en ulusu, zamanın övünülecek kişisiyken o vakit o
neredeydi? dedi.
"Tanrı,cinleri ateşin dumansız alevinden yarattı" dendiği gibi yine
ulu Tanrı İblis hakkında "Şüphe yok ki o, cin tayfasındandı, rabbinin
buyruğundan çıktı" buyurmuştur.
Şeytanın can ateşi alevlenmede. O bir ateştir ki aslı gibi. Çocuk
babasının sırrıdır denmiştir.
Hayır yanlış söyledim. O ateş Tanrı kahrıdır. Bu hususta bir sebep
göstermeye ne hacet?
Sebepsiz ve sebeplerle hiçbir münasebeti olmayan bir iş, ezelden beri
daima olagelmektedir
1930. Onun sebepsiz ve illetsiz pak sanatına, ne sonradan yaratılan
bir şeyin sebebi sığar, ne de sonradan yaratılan bir şey.
Baba sırrı da ne oluyor? Babamız onun yaratışı. Yaradılış içtir,
babaysa deriye benzer bir suret.
Bil ki ey aşk fındığı, dostun aşktır. Canını iç haline getirmek ister
de derini yırtar, döker.
Sevgilisi deri olan kişinin derisini Tanrı, her an değiştirir durur.
Manen için, Ateşe hakimdir. Fakat kabukların, Ateşe ancak odun
olabilir.
1935. Ateşin kudreti, içinde su olan tahta testinin dışındadır.
İnsanın sırrı ateşten üstündür. Hiç cehennemin maliki ateşte helak
olur mu?
Şu halde sen, bedenini çoğaltma, mananın fazla olmasına bak ki Malik
gibi ateşten üstün olasın.
Halbuki sen deri üstüne deriye bürünüyor, derilere bürünmüş bir kurda
dönüyorsun.
Ateşin yiyeceği ancak deridir. Tanrı kahrı kibrin derisini yırtar,
yüzer.
1940. Bu kibirlenme, derinin bir neticesidir. Kibrin mevkii, malı, o
sevgiliden, deriden meydana gelir.
Bu kibirlenme nedir? İçten haberdar olmamak. Donan suyun güneşten
gafil olusu gibi.
Fakat su güneşten haberdar oldu mu buzu kalmaz, yumuşar, ısınır
akıverir.
İçi görmek, bütün bedeni hor etmek, aşık olmaktır. Çünkü bu taktirde
bütün beden tamahtan ibaret olur. Tamah eden alçalır denmiştir.
Fakat içi görmeyen, deriyle kanaat eder. Kanaat eden yüceldi bağı,
ona zindan olur.
1945. Burada yücelik kafirliktir alçalmak din. Taş taşlıktan fani
olmadıkça yüzüğe takılır mi?
Hem hala taşsın, hem de ben diyor, varlık güdüyorsun. Halbuki senin
yoksullanmanın, yok olmanın tam zamanı.
Kafir, daima mal ve mevki arar. Çünkü külhan, fışkı ile tavlanır.
Bu iki dadı, mal ve mevki, deriyi şişirir, yağla etle, kibirle,
benlikle doldurur.
Kafirler gözlerini isin içine atmadılar da o yüzden deriyi iç
sandılar.
1950. Bu yola kılavuz İblistir. Çünkü mevki tuzağına ilk avlanan odur.
Mal yılana benzer mevki ise ejderhadır. Tanrı erlerinin gölgesi bu
ikisine de zümrüttür.
Yılanın o zümrütten gözü kamaşır, kör olur; yolcu da kurtulur.
O ulu, yani İblis, önce bu yola diken döşemiştir. Onun için her
incinen, lanet şeytana der.
Yani bu dert, bana onun hilesinden geldi. Hilede ilk önce ayak olan
odur demek ister.
1955. Ondan sonra nice zamanlar geçmiş, niceleri gelip gitmiş, fakat
herkes, onun yoluna ayak basmıştır.
Yiğidim kim bir kötü adet koysa, ondan sonra halk körlüğünden o adete
uysa.
Bütün o adeti işleyenlerin günahı, o adeti ilk koyana da yazılır.
Çünkü o, baştır öbürleri kuyruk.
Fakat Adem, ben topraktan yaratıldım diye o çarıkla postu önüne
koymuştur.
Eyaz gibi o da çarığını göz önünde tuttu, sonunda akıbeti Mahmut oldu.
1960. Mutlak varlık yoklukları meydana getirip durur. Yokluktan başka
var yaratan is yurdu var mi?
Adam, yazılmış kağıda yazı yazar mı, yahut fidan dikilmiş fidanlığa
tekrar fidan diker mi?
Yazmak için yazılmamış bir kağıt arar. Tohum ekmek için ekilmemiş bir
yeri aktarır.
Sen de kardeş tohum ekilmemiş bir yol ol, yazılmamış beyaz bir kağıt
kesil de,
Nun vel kalem yazısı ile şeref kazan, sana da o kerem sahibi tohum
eksin.
1965. Bu paluzeden tatmamış ol. Gördüğün mutfağı görmezlikten gel.
Çünkü bu paluze insana sarhoşluk verir de postla çarık hatırından
çıkar.
Can verme ve ölüm zamanı gelince sonra ah eder, o zaman hırkanı
çarığını anarşin.
Fakat çirkinlik dalgasına dalmadıkça, sana bir sığınacak bulunmadıkça,
O doğru düzen gemiyi aklına bile getirmez, çarık ve pöstekine göz bile
atmazsın.
1970. Fakat yokluk denizine daldın da aciz oldun mu sevgi davasına
düşer,Rabbimiz kendimize zulmettik demeye kalkışırsın.
Şeytan der ki: Hele şu hama bakin. Şu vakitsiz öten horozun kesin
başını.
Bu huy Eyazın zekasından uzaktır. Yalvarıp yakarmadan namaz kılmaz o.
O, önceden de gökteki horozdur. Onun nazarları tam zamanındadır.
"Her şeyi, nasılsa bize öyle göster" hadisiyle "Perde kalksa,
bildiğimden, gördüğümden fazla bir şey görmez ve bilmezdim" sözünün ve
"Kime kötü gözle bakarsan bil ki kendi varlık dairenden bakmada, sen
fena olduğundan onu fena görmedesin" beytinin manası. Eğri merdiven
basamağının gölgesi eğri olur.
Ey horozlar, ötmeyi para için değil, Tanrı için ötenden öğrenin.
1975. Yalancı sabah gelir, onu aldatamaz. Yalancı sabahı, ona iyilik
ve kötülük alemidir.
Dünya ehlinin aklı, noksan olduğundan yalancı sabahı, sahici sabah
sanırlar.
Yalancı sabah, nice kervanın yolunu vurmuştur. Kervancılar, o Yalancı
aydınlığı sabah sanıp yola çıkmışlardır.
Yalancı sabah, halka kılavuz olmasın. Çünkü nice kervanları yele
vermiştir.
Ey Yalancı sabaha kapılan, sahici sabahı da Yalancı görme.
1980. Nifaktan, kötülükten kurtulduysan neden kardeşin hakkında kötü
zanna düşüyor, münafıklık diyorsun?
Kötü zanda bulunanın işi, daima çirkindir.Dostun hakkında da kendi
kitabını okur o.
Eğrilikte kalan aşağılık kişiler, peygamberlere de büyücü ve eğri adam
dediler.
O kötü düşünceli aşağılık beyler de Eyazın odası hakkında böyle kötü
düşünceye saptılar.
Orada definesi, hazinesi var dediler. Başkalarını kendi aynanda görme.
1985. Padişah onun temizliğini biliyordu. O araştırmayı onlar için
yaptırıyordu.
O beye, odayı gece yarısı aç da haberi olmasın.
Bu suretle düşünceleri meydana çıksın. Ondan sonra ona yapılacak şeyi
biz biliriz.
O altınları mücevherleri de size bağışladım. Yalnız neler çıktığını
bana haber verin, o kadar dedi.
Dedi ama eşi olmayan Eyaz için de içi titremekteydi.
1990. Bunları ben mi söylüyorum? Bu sözleri duysa ne hale gelir?
Diyordu.
Sonra da diyordu ki: Dini hakki için onun temkini bundan da artıktır.
Benim sitemime kızmaz, benim sözümden alınmaz, maksadımı sırrımı
anlar.
Bir belaya uğrayan, o dertten perişan olmaz, bir çok tevillerde
bulunur.
Eyazda sabırlıdır, tevillerde bulunur. O işin sonuna bakar.
1995. Yusuf gibi, bu zindandakilerin rüyalarını tabir eder, tabiri
onca aşikardır. Rüyasını yoramayan başkasının Rüyasını nasıl
yorabilir?
Ben onu sınasam, Sınama yüzünden ona yüzlerce kılıç vursam yine o
merhametli sevgilinin sevgisi eksilmez.
Bilir ki o kılıcı kendime vuruyorum. Çünkü ben oyum hakikatte o da
ben.
Niyaz, nazın zahiren zıddıdır, fakat hakikatte aşıkla maşuk, görünüşte
zıt olmakla beraber birdir. Nitekim aynanın sureti yoktur, suretsizlik
de suretin zıddıdır. Fakat aynayla suret arasında hakikatte birlik
vardır. Bunu anlatmak uzun sürer. Aklı olana bir işaret yeter.
Ayrılık derdinden Mecnun, ansızın hastalandı.
2000. İştiyak aleviyle kanı kaynadı, nihayet boğaz illetine tutuldu.
Tedavi için hekim geldi. Gördü ki damarını yarmak ve kan almaktan
başka çare yok.
Kanı defetmek için hacamat lazım dedi. Çağırdılar hünerli bir
hacamatçı geldi. Kolunu bağladı, sis olan yeri deşeceği sırada o huyu,
aşktan ibaret olan aşık, bir nara attı.
Dedi ki: Paranı al git, hacamat etme. Ölürsem öleyim, bu köhnemiş
beden bırak ölsün!
2005. Hacamatçı dedi ki: Bundan ne korkuyorsun sen kükremiş aslandan
bile korkmazsın.
Geceleyin aslan, kurt, ayı, yaban sığırı gibi hayvanlarla bütün
yırtıcı hayvanat, saf,saf çevrene toplanırlar.
Onlar sende aşk ve vecitten başka hiçbir şey görmezler. Senden insan
kokusu almazlar.
Kurt, ayı ve aslan bile aşk nedir, biliyor. Artık aşktan kör olan kişi
köpekten de aşağıdır.
Köpekte aşk damarı olmasaydı Ashabı kehfin köpeği, kala erbabını arar
mıydı hiç?
2010. Şöhret olmamıştır ama alemde onun cinsinden çok köpekler vardır.
Sense kendi cinsinden olandan bile bir koku almadın. Artık kurtla
koyundan aşk kokusunu nereden alacaksın?
Aşk olmasaydı, varlık nereden olurdu? Ekmek nasıl olur da gelir senin
vücuduna katılırdı?
Ekmek varlığa katıldı neden? aşktan, istekten. Yoksa ekmeğin can
olmasına yol var mi?
Aşk,ölü olan ekmeği can haline getirmede, fani olan cani
ebedileştirmede.
2015. Mecnun dedi ki: Ben yaradan korkmuyorum. Sabrım, taştan yapılma
dağlardan da fazladır.
Yarasız durmaya hayatta tahammülüm yok. Yaralara aşığım, onlara
koşa,koşa giderim.
Fakat vücudum Leyla ile doludur. Bu sedef o incinin sıfatları ile
dolmuştur.
Ey hacamatçı, korkarım beni hacamat ederken Leylayı yaralarsın.
Gönlü aydın olan akıllı kişi, bilir ki benimle Leyla arasında bir fark
yok.
Bir sevgili aşıkına sordu: Beni mi çok seversin, kendini mi? Aşık dedi
ki: Ben kendimden ölmüş, kurtulmuş, seninle dirilmişim. Kendi
varlığımdan, kendi sıfatlarımdan yok olmuşum, seninle var olmuşum.
İlmimi unutmuşum, senin bilginle bilgi sahibi olmuşum. Kudretimi
hatırdan çıkarmışım, senin kudretinle kudretlenmişim. Kendimi seversem
seni sevmiş olurum, seni seversem kendimi sevmiş olurum. "Kimde yakın
aynası varsa kendini görmüş olsa bile hakikatte Tanrıyı görmüş olur."
"Sıfatlarıma bürünüp halka görün, seni gören beni görür, sana kaideden
bana kasteder. " İşte bu, hep böyle gider.
2020. Bir sevgili aşkını sınamak istedi de bir seher çağı dedi ki: Ey
falan oğlu falan,
Ey dertlere uğramış aşık, beni mi daha çok seversin kendini mi? doğru
söyle.
Aşık dedi ki: Ben, sende öyle bir fani olmuşum ki tependen tırnağa
kadar seninle doluyum.
Varlığımdan bir addan başka bir şey kalmadı. Ey güzelim, vücudumda
senden başka bir varlık yok.
Bu sebeple sirke bal denizinde nasıl yok olursa ben de sende öyle yok
oldum.
2025. Hani taş halis laal haline gelir, güneşin sıfatları ile dolar ya,
Artık onda taşlık kalmaz. Onun önü de güneşin sıfatıyla dolar, ardı
da.
Ondan sonra kendini severse o güneşi sevmektir civanım.
O, canla başla güneşi sever yine şüphe yok ki kendisini sevmiş olur.
Halis laal, ister kendisini sevsin, ister güneşi.
2030. Bu iki sevgide zaten fark yoktur. Her iki tarafta da doğu
ışığından başka bir şey yoktur ki.
Fakat taş laal olmadıkça kendisine düşmandır. Çünkü orada bir varlık
değil, iki varlık vardır.
Çünkü taş karanlıktır, gündüz bile kördür. Karanlıksa hakikatte nurun
zıddıdır.
O, kendisini sever, kafirdir. Çünkü, büyük Güneşi men eder durur.
Şu halde taşın ben demesi yaraşır bir şey değil. O, daima
karanlıktadır, yokluktadır.
2035. Firavun ben Tanrıyım dedi alçaldı. Mahsur Ben Hakkım dedi
kurtuldu.
O Benim deyisin ardından hemen Tanrı laneti ulaştı. Fakat ey seven
kişi, buBenim deyişin ardından hemen Tanrı rahmeti ulaştı.
Çünkü, o kara taştı, bu akik. O, nura düşmandı bu aşık.
Bu Benim demek, a boşboğaz, hakikatte Odur demektir. Fakat iki
nurun birleşmesi gibi de değil, bir şeyin bir şeye sızması gibi de
değil.
Çalış da taşlığın azalsın, laal ol da taşın nurlansın.
2040. Savaşta, zahmet çekmede sabırlı ol da anbean yoklukta varlık
bul.
Sende her zaman taşlık sıfatı azalsın, laal sıfatı kuvvetlensin.
Bedenden varlık sıfatı gitsin, başındaki sarhoşluk çoğalsın.
Kulak gibi tamamı ile kulak ol da sana laal küpe takılsın.
Kuyu kazan adam gibi sen de adamsan su bedenin kuyusunu kaz da suya
ulaş.
2045. Fakat duru suyun rabbinden bir cezbe gelirse kuyu kazmadan da
su, yerden fışkırır.
Yalnız sen buna kulak asma da kazmaya savaş. Yavaş,yavaş kuyunun
toprağını deş derinleştir.
Kim zahmet çekerse defineyi elde eder. Kim çalışır çabalarsa devlete
ulaşır.
Peygamber, Rukü ve secde varlık halkasını Tanrı kapısına vurmaktır
dedi.
Kim o kapının halkasını döverse elbette ona devlet baş gösterir.
O kovucu beyin gece yarısında çavuşlarla gelip Eyaz'ın odasını açması,
odada asılı bulunan çarıkla postu görmesi, bunu düzen sanıp odanın her
tarafını kazması, şüphe ettiği yerlerini deşmesi, kuyucuları
getirmesi, duvarları delmesi ve nihayet hiçbir şey bulamayıp utanması,
ümitsizliğe düşmesi. Nitekim kötü düşüncelerle hayale kapılanlar da
peygamberlerle velilere büyücü dediler, bunlar, bu işi
kendiliklerinden yapıyorlar, bununla yücelik ve ululuk diliyorlar diye
söylendiler. İşin içyüzünü araştırdıktan sonra da utandılar, hiçbir
fayda elde edemediler.
2050. O emin adamlar, hazine, altın ve altın dolu küpler bulmak üzere
oda kapısına geldiler.
Yüzlerce hünerle ve istekten çırpınarak kilidi açtılar.
Çünkü kilit pek sağlamdı, adamakıllı kilitlenmişti. Aynı zamanda başka
kilitlere de benzemiyordu.
Eyaz bu odayı hasisliğinden, yahut malını, ham altınını gizlemek için
değil, bu sırrı halktan gizlemek için kilitlemişti.
Bazıları kötü hayallere kapılır, bir kısım halkta bana riyakar der
demişti.
2055. Himmetli adamların öyle can sırları vardır ki lal madeni gibi
onları aşağılık adamlardan gizlerler.
Fakat ahmaklarca altın, candan yeğdir. Padişahların yanındaysa can
altını saçılır.
Onlar da altın hırsı ile hararetlenmişler, koşuyorlardı. Akılları
böyle hızlı gitmeyin, daha yavaş olun diyordu ama dinleyen kim?
Hırs beyhude yere seraba doğru koşar. Akılsa iyi bak der o su değil.
Hırs üstün gelmişti, altın da can gibi sevgiliydi. Artık o anda aklın
sesi duyulmaz olmuştu.
2060. Hırsları şamataları bir iken yüz olmuştu. Aklın tedbir ve irşadı
artık gizlenmişti.
Nihayet aldanma kuyusuna düşecekler, o vakit hikmetin kınamasını
duyacaklardı.
Tuzağın ipine dolaşıp gururu kırılınca nefsi levvamenin kınanmasını
işiteceklerdi.
Bu çeşit adam, başını bela duvarına çarpmadıkça kulağı sağırdır,
gönlün öğüdünü duymaz.
Helva ve şeker hırsı çocukların iki kulağını sağır eder, öğütleri
duymaz.
2065. Fakat çıban çıkarmaya başladı mı kulakları açılır, öğütleri
dinler.
O birkaç kişi yüzlerce hırsla, yüzlerce hevesle odanın kapısını
açtılar.
Kokmuş ayrana üşüsen, ayranın içine düşen sinekler gibi birbirlerini
çiğneyerek odaya girdiler.
Sinekler de ayrana debdebeyle ve koşa,koşa atılırlar ama içine
düştüler mi içmelerine imkan bulunmaz, iki kanatları da ıslanır kala
kalırlar.
Onlar da içeri girip sağa, sola bakındılar. Fakat odada bir yırtık
çarıkla bir eski kürkten başka bir şey yoktu.
2070. Tekrar burası boş olamaz. Bu çarık, işi gizlemek için konmuş.
Keskin kazmalar getirelim de yeri kazalım dediler.
Her tarafı kazdılar estiler. Delikler açtılar, derin,derin çukurlar
kazdılar.
Çukurları kazarlarken o çukurlar, onlara, a kazıcılar, bizde bir şey
yok diyordu.
Nihayet bir şey bulamayınca bu zandan utandılar, çukurları doldurmaya
koyuldular.
2075. Her biri sayısız Lahavle okumaktaydı. Tamah kuşları gıdasız
kalmıştı.
Duvarın, kapının yarıkları, delikleri, onların o beyhude sapıklığına
şahitti.
Sanki duvar değildi, inkar edememeleri için Eyazın huzurunda onlar
aleyhinde birer tanıktı.
Suçsuz birisine bir töhmet atıldı mı duvar ve ören tanıklık verir.
Hasılı üstleri, basları tozla toprakla dolu, yüzleri sapsarı utanmış
bir halde Padişahın huzuruna vardılar.
Kovucuların, Eyaz'ın odasından torbaları boş, utanmış olarak Padişahın
huzuruna gelmeleri, Nitekim "O gün bir gündür ki yüzler ağarır o gün,
yüzler kararır" ve "Tanrıya yalan isnad edenleri görürsün ki yüzleri
kapkara olmuş" ayetleri hükmünce peygamberlerin kötülükten ari ve
tertemiz oldukları anlaşılınca onlar hakkında kötü düşüncelere
saplananlar da utanırlar.
2080. Padişah mahsustan fikrini gizleyerek onlara Hayrola
koltuklarınızda ne altın var, ne torba.
Paralarla ağır kumaşları gizlediyseniz yüzünüzdeki neşe nerede? dedi.
Kök, gizlice ürer, kök verir ama Eseri, yüzlerinde görünür yaprağı
yemyeşildir. Yücelmiş dal, o kökün zehirden, şekerden ne yediyse,
yediklerini bağıra,bağıra ilan eder.
Kökte bir maya bir sermaye yoksa daldaki bu yeşil yapraklar nedir?
2085. Toprak, kökün ağzını mühürlese bile el ve ayak dalları tanıklık
verir.
O emin adamlar, hep birden gölge gibi Padişahın huzurunda secde edip
özür getirdiler.
O kızgınlığın, o benlik davasının mazur görülmesini niyaz etmek için
huzura kılıç ve kefenle gittiler.
Utançlarından her biri parmaklarını ısırıyorlardı. Her biri cihan
padişahı diyordu.
Kanımızı dökersen sana helaldir. Canımızı bağışlarsan bu da bir
nimettir, bir lütuf ve ihsandır.
2090. Biz, bize layık olanı işledik. Artık ey ulu Padişah, sen ne
buyruk yürütürsen yürüt.
Ey gönülleri aydınlatan Padişah, suçumuzu bağışlamazsan haklısın,
bağışlarsan lütuf etmiş olursun. Geceleyin gece gibi hareket etmiş,
gündüzün gündüz gibi hareket etmiş olursun.
Bağışlarsan ümitsizliğimiz gider, bağışlamazsan bizim gibi yüzlercesi
sana feda olsun.
Padişah dedi ki: Bu yanıp yakılmayı, bu yalvarıp yakarmayı ben
istemem. Bu Eyazın hakki.
Padişahın, o kovucuların, o adayı açanların tövbelerini kabul etmeyi
Eyaz'a havale etmesi ve cezalarının tertibini onun reyine bırakması ve
bu suretle bu kötülük bana değil, onadır demesi.
Bu kötülük bana değil onadır. Bu yara, o izi güzel kölenin damarlarına
vurulmuştur.
2095. Can bakımından biriz ama görünüşte bu kârdan, bu zarardan uzağım
ben.
Kulun bir töhmet altına alınması, padişaha ayıp değildir. Bu,
padişahın ancak bilimini keremini gösterir.
Padişah töhmet altına alınanı ihsanları ile Karun gibi zengin ederse
suçsuza bakınca neler yapmaz?
Padişahı gafil sanma. O, herkesin yaptığını bilir. Yalnız bildiğini
dışarıya vurmasına Hilmi rıza vermez.
Onun bilgisine karşı Burada kim şefaatçi olabilir? Onun ilminden
başka pervasızca kim şefaat edebilir?
2100. Zaten o suç, önce onun Hilmi yüzünden meydana gelir. Yoksa onun
korkusu, kimde suç islemeye mecal bırakır ki?
Açıklamalar:
1401 - 2100 Beyitlerin Notları :
S. 118, B. 1429 dan sonraki baslık: "Acele edip de dilini oynama. Onu
toplamak da bize aittir. Okumak da. Sana okuduk mu sen de onu, oku."
Sûre 75 (Kıyamet), ayet 16-18. 20nci sûrede aynen böyle bir âyet
vardır: "Doğru olan saltanat sahibi Tanrı, pek yücedir. Sana vahye
dilmesi bitmeden Kuranı okumakta acele etme, rabbim, bilgimi arttır
de! (Tâhâ, âyet 114) Ayni baslıktaki ikinci âyet, 53üncü sûrenin (Necm)
4 üncü âyetidir.
S. 119, B. 1444 ten sonraki baslık: "O öyle bir Tanrıdır ki saha kitap
indirdi. Onun âyetlerinden bir kısmi, hükmü apaçık olan âyetlerdir ki
bunlar, kitabin asli, esasidir. Öbür kısmi ise onlara benziyken
âyetlerdir. Kalblerinde şüphe olan kişilerse fitne koparmak, tevil
etmek için o hükmü açık olan âyetlere benziyken âyetleri ele alır,
onlara uyarlar. Halbuki onların tevilini Tanri'dan başka kimse bilmez.
Bilgide sabit olanlarsa inandık derler, hepsi de rabbim izden. Fakat
akil sahibi olanlardan başkaları, bundan öğüt almazlar." Sûre 3 (Âli
Imran), âyet 7.
S. 121, B. 1463: "şüphe yok, Tanrı cennet karşılığı olarak insanların
nefislerini, mallarını satın aldı; Tanrı yolunda vuruşurlar,
öldürürler, ölürler. Bu, Tanri'nin Doğru bir vaadidir. Tevrat ve
İncilde de vardır. Kur'anda da. Kim, Tanrı ile yaptığı ahitte.
durursa onu alışverişinden dolayı muştulayın. Ve bu, pek büyük
kurtuluştur." Sûre 9 (Tevbe), âyet 111.
S. 124, B. 1496: Zeyd ve Amr, Arap gramerinde örnek olarak kullanılan
erkek adlarıdır, falan filân gibi. Kadın olursa Hind adi kullanılır.
Fetvalarda da ayni adlar kullanilagelmistir.
S. 124, B. 1500: "Kıyamet günü insan, kardeşinden kaçar. Anasından,
babasından., kardeşinden ve oğlundan kaçar." Sûre 80 (Abes), âyet
34-36.
S. 126, B. 1524: "Ve Zekeriyya'yı an; hani Rabbine yarabbi, beni tek
bırakma, bana bir oğul ver.. Sen, vârislerin hayırlısısın demişti."
Sûre 21 (Enbiya), âyet 89.
S.-127, B. 1536: "Sonra kalbileriniz katılaştı, bundan sonra âdeta
tasa döndü, hattâ daha da kati oldu. Tas vardır ki ondan sular kaynar
akar. Tas vardır ki yarılır, ondan su çıkar. Bazıları vardır ki Tanri
korkusundan yukarıya aşağıya düşer. Tanrı, yaptığınız şeylerden gafil
değildir." Sûre 2 (Bakara), âyet 74.
S. 129, B. 1556-1682: Ankaravî böyle bir hadîs nakletmektedir. S.
370-371.
S. 132, B. 1593: Böyle bir söz hadîs olarak rivayet edilmistir.
S. 132, B. 1593: Mecbur edecek bir kuvvet yoktur, diledigini yapar ve
yaptığını, mecbur olduğu için değil, ihtiyariyle yapar. Su halde Tanri,
faili muhtardır. Hukemaya gelince: Onlarca kudretli fatira yani
yaratıcı kudret, bir illet ve sebeple teb'an yaratır. O kudret,
bittabi faaldir. Bu faaliyet, yine zaruri olarak bir münfaillik
meydana getirir. Bu faillik ve münfaillik, zaruri olarak gökleri,
yıldızları, onların da zaruri dönüşleri, zaruri olarak unsurları
meydana getirir. Unsurlarla göklerin, zaruri olarak birleşmesi yine
zaruri olarak cemat, nebat, ve hayvani var eder. Hasılı yaratıcı
kudret, faili muhtar değildir, fâil bittabidir. O ezelî kuvvet
bulundukça faal münfail olması, bu aktif ve pasiflikten de su âlemin
vücudu lâzım ve zaruridir. Hattâ bu yüzden Hukema, âlemi, ezelî
kudrete nispetle hadis, fakat varlığı bakımından kadim saymışlar ve
"Heykeli âlem hadisi kadimdir" demişlerdir. Meselâ bir adam, elindeki
şeyi sallar. Eliyle o şey, ayni zamanda sallanır, fakat zaman
itibariyle değil de zat itibariyle eli, elindeki şeye nazaran kadim
sayılır. Âlemin varlığı da zata nispetle aynen böyledir. Ayni zamanda
her şey, nasıl olması lazımsa öyledir. Çünkü Tanri'nin ilmi, malûma
tâbidir. Sofiyenin mühim bir kısmi bu inanışta hukemaya uymuştur.
Onlarca da Vücudu Mutlak olan Tanri'nin zâti iktizası, zuhura olan
meylidir ki buna "İlim" de denir. Tanrı oldukça, bu zuhura olan meyli
de vardır. Diğer bir suretle söylemek lâzım gelirse Tanrı olsun da
zuhuru olmasın, buna imkân yoktur. Su halde âlem, ezelî ve ebedîdir,
Hukemanın dediği gibi hadisi kadimdir. Yani sözün açıkçası, Tanrı,
zuhur etmek mecburiyetindedir ve tabii de bu takdirde faili muhtar
olamaz. Ehli sünnet, Tanri'yi, faili muhtar olarak kabul etmişlerdir.
Onlarca diledigini dilediği vakit dilediği gibi yaratabilir. Yalnız
iradesi, mümkün olan şeylere taallûk eder, müstahsile, yani olmasına
imkân bulunmayan şeylere taallûk etmez. Mutezile kulun iyilik ve
kötülüğü ihtiyar ve iradesiyle yaptığını, fakat Tanri'nin, kulun ne
yapacağını bildiğini, ancak bu ezeli bilginin, kulu o isi yapmaya
mecbur etmediğini, Tanrı bilgisinin mücbiri fiil olmadığını
söylemişler, bunun neticesi olarak da kullara peygamber göndermek,
peygambere dâvasını ispat için mucize vermek, iyilik yapana mükafatta,
kötülük edene mücazatta bulunmak lütuftur ve lütuf da Tanriye
vaciptir, yani aksini yapmaz diye Tanri'yi aşağı yukarı, bu hususlarda
mecbur saymışlardır. Şianın ahbarî olmayan sonradan gelenleri de bu
hususta Mutezile inanışını kabul eylemişlerdir. Hasılı bu faili muhtar
oluş bahsi, açıkçası Tanri'yi ezelî bir yaratıcı kudret olarak kabul
eden, daha doğrusu, zamanlarında Tanri yoktur diyemedikleri için
ıstılahlarla isi örten Hukema ile şeriatçılar arasında uzun ve sonu
gelmez münakasalara yol açmıştır.
S. 133, B. 1607 den sonraki bahis: Yunus Peygamber, kavminin Tanri
gazabına uğrayacağını Tanri'nin vahyi üzerine bildirmiş, fakat kavmi
tövbe ettiklerinden gazam defolmuştur. Hattâ bunun üzerine Yunus,
yalancı çıktığından müteessir olmuş, o teessürle deniz kıyısına
gitmiş, orada kendisini bir balık yutmuş, baliğin karnında kırk gün
kalmış, sonra balık, yine Yunusu kusmuştur. Bu vaka, Kur'an'in 10 uncu
sûresi olan Yunus sûresinde anlatıldığı gibi Tevrat'ta da uzun uzun
anlatılmıştır.
S. 141, B. 1709 dan sonraki baslık: "Can boğaza geldi mi siz, ona
bakar, bir çare bulamazsınız. Bizse ona sizden yakınız ama
göremezsiniz ki. Sûre 56 (Vakıa),Ayet82-85.
S. 144, B. 1742 den sonraki baslık: Böyle bir hadîs rivayet edilmistir.
Bir kısmi yazılan âyetin tamamı da sudur "Tanri yolunda öldürülenleri
ölü saymayın. Onlar diridir, Rableri yanında rızıklanırlar. Tanri'nin
lütfettiği ihsanlara sevinirler. Kendilerinden sonra şehit olup
gelecek ve onlara katılacak olanlar yüzünden sevinç içindedirler.
Bilin ki onlarda ne korku vardır, ne hüzün. Sure 3 (Âli Imran), âyet
169-170.
S. 146, B. 1769: "Şüphe yok, Tanri'dan çekinenler, cennetlerde,
nehirlerin kıyılarında... doğruluk makamında muktedir Padişahın
yanındadırlar. Sûre 54 (Kamer), âyet 54-55.
S. 155, B. -1893-1895: Bu üç beyit arapçadır.
S. 156, B. 1901: Usturlap, günesin nerede bulunduğunu tâyine yarar
yarim daire seklinde tahtadan yapılmış bir alettir. Üstüne gökyüzü
haritası çizilmiştir. Bir de akrep denen ibresi vardır. Türkçesizde
doğru düzen söz yerine kullanılan usturuplu lâf sözü, herhalde bu
usturlaptan bozmadır.
S. 157, B. 1911- 1913: Bu beyitler arapçadır.
S. 157, B. 1917 den sonraki baslık: "insana baksana neden yaratıldı?
sıçrayan sudan...
O su, erkeklerin önünden ve kadınların kemiklerinden çıkmada. Sûre 86
(Târik), âyet 6-7.
S. 158, B. 1926 dan sonraki baslık: "Cinleri, ateşin havalanan
dumansız alevinden yarattı." Sûre 55 (Rahman), An o zamanı ki biz
meleklere, Adem'e secde edin dedik, secde ettiler, ancak îblis etmedi.
Cin taifesindendi, rabbinin emrinden çıktı. Onlar size düşman
oldukları halde onu ve soyunu dost mu edineceksiniz? Zulüm edenler
için Tanrı yerine Şeytanin geçmesi, ne kötü bir şeydir!" Sûre 18 âyet
50.
S. 158, B. 1928: "Oğul, babanın sırrıdır" diye bir hadis rivayet
edilmiştir.
S. 158, B. 1933: "Delillerine inanmayıp kâfir olanları yakında ateşe
atarız. Bedenlerinin derileri yanıp döküldükçe yerine yeni ve başka
deri bitirir, bu "liretle onlara azabı tattırır. Şüphe yok Tanrı,
üstündür ve büküm sahibidir." Sûre 4 (Nisa), âyet 66.
S. 159, B. 1943-1944: "Tamah eden alçaldı. Kanaat eden yüceldi" diye
bir hadîs rivayet edilmiştir.
S. 160, B. 1951: Zümrüt, yılanın gözünü kör edermiş. Eskiden böyle bir
kanaat varmış.
S. 160, B. 1964: Kur'anın 68 inci sûresi (Kalem) "Andolsun nun'a,
kalem'e ve yazdıklarına" diye başlar.
S.-161, B. 1973: Bir hadîse göre gökyüzünde horoz şeklinde ve sesleri
de horoza benziyen melekler varmış. Onlar ötüp sabahı bildirirler,
onların sesini duyan ve onları gören horozlar da ötmeye baslarlarmış.
Esek de seytan görünce anırırmış. Onun için horoz sesi duyunca
hamdetmek, eşek anırışını duyunca şeytandan Tanrıya" sığınmak
sevaptır.
S. 161, 1973 ten "sonraki başlık": "Yarabbi, eşya hakikatte nasılsa
bize öyle göster" diye bir hadis rivayet edilmiştir. "Perde kalksa,
açılsaydı yakınım artmazdı bildiğimden, gördüğümden fazla bir şey
bilmez, görmezdim" mealindeki söz, Hz. Ali'nindir.
S. 164, B. 2010: Şeyh Necmeddini Kübrâ, bir gün Ashabı kehif'ten
bahsederken yanında bulunan Sa'deddinI Hamevi, acaba bu ümmet içinde
sohbeti, köpeğe tesir edecek kimse var mı? Diye hatırından geçirmiş.
Bu hâtıra Necmeddin'e malûm olmuş, yerinden kalkıp tekke kapısına
çıkmış. O sırada oraya bir köpek gelmiş. Şeyh köpeğe bakar bakmaz
köpeğe bir hal olmuş, kendisinden geçmiş, doğru mezarlığa gitmiş.O
köpeğin başına elli altmış köpek birikmiş. Ellerini ellerinin üstüne
koyup onun yüzüne hayran olmuşlar. Yememişler, içmemişler. Nihayet o
köpek ölmüş. Şeyh, onu gömdürmüş. Hattâ bu köpeğe bir de kabir
yapmışlar. (Nefahat tercümesi s.476, sene 1289). Mevlâna'nın babası,
Necmeddin halifelerindendir. Herhalde, Mevlâna, bu beyitte yukarıda
anlattığımız vakaya işaret etmektedir,
S. 165, B. 2019 dan sonraki bahiste geçen söz, hadîsi kutsidir.
S. 167, B. 2048: "Melekût kapısını rükû ve secdeyle dövmede devam
edin" mealindeki bir hadis rivayet edilmiştir.
S. 169, B, 2062: Nefsi levvame s. 36, B. 556 ma izahına bakınız.
S. 170, B. 2079 dan sonraki başlık: "O gün yüzler ağarır, yüzler
kararır. Kararan yüzler! iman ettikten sonra kâfir mi oldunuz? Kâfir
olduğunuzdan dolayı tadın azabı!" Sûre 3 (Ali İmran), âyet 106. "Ve
kıyamet günü. Tanrıya yalan İsnat edenlerin yüzlerini kararmış
görürsün. Cehennemde ululananlara yer ve durak yok mu?" Sûre 39 (Zümer),
âyet 60.
S. 170, B. 2082: "Muhammed Tanrı elçisidir. Onunla beraber bulunanlar,
kâfirlere şiddetlidirler, aralarında merhametli olanları rükû eder,
secdeye kapanır, Tanri'dan ihsan ve razılık diler görürsün. Secdeden,
yüzlerinde alâmet ve nur vardır. Bu sıfat, Tevrat ve İncil'de anılan
müminlerin de sıfatıdır...." Sûre 48 (Feth), âyet 29.
|