Kulakları, sözle meşgul olsun da akılları, gülün
yüzünü görme havasına kapılmasın.
Hele pek aydın olan bu güneşin karşısında her delil hakikatte yol
vurucudur.
Çalgıcı ,Türk beyinin meclisinde şu gazeli okumaya başladı: Gül
müsün,süsen mi,yoksa ay
mı? Bilmiyorum ki ,bu perişan âşıktan ne istersin ? Bilmem ki...Türk
beyi bunu duyunca
Bildiğini söyle be! diye bağırdı, çalgıcı da ona cevap verdi.
Çalgıcı, sarhoş Türkün huzurunda nağmelere gizleyerek elest sırlarını
söylemeye başladı:
Bilmem ki ay mısın, put mu? Bilmem ki benden ne istersin?
705. Bilmem ki sana nasıl hizmet edeyim? Susup oturayım mı, yoksa
söyleyeyim mi?
Şaşılacak şey şu: Hem benden ayrı değilsin, hem de ben neredeyim, sen
neredesin? Bunu bir türlü bilmiyorum.
Bilmiyorum beni nasıl çekiyor da bazen karalar da yürütüyor, bazen kan
denizlerine gark ediyorsun.
Böylece ağzını açıp bilmem, bilmiyorum demeye girişti, boyuna bu lâfı
söylüyordu.
Bilmiyorum sözü haddi aşınca Türkümüz kızdı, kızıştı.
710. Yerinden fırlayıp topuzunu çekti, çalgıcının başına çöktü.
Hemen bir çavuş koşup topuzu yakaladı, çalgıcıyı öldürmek size
yaraşmaz dedi.
Türk dedi ki: Bu sayısız tekerlemesi, kafamı şişirdi, bari ben onun
kafasını ezeyim de görsün!
A kaltaban, bilmiyorsan nane yeme... Biliyorsan ne söyleyeceksen
söyle.
A ahmak bildiğini söyle bari de bilmiyorum, bilmiyorum deyip durma.
715. Ben; neredensin, nerelisin be adam? diye soruyorum. Sen, ne
Heratlıyım ne Belhli...
Ne Bağdatlıyım, ne Musullu, ne de Tırazlı diyor, ne, ne diye uzatıp
duruyorsun.
Nereliysen söyle bari de kurtul. Burada meramını söylememek
aptallıktır.
Yahut da sana ne yedin diye soruversem ne şarap içtim, ne kebap
yedim...
Ne et yedim, ne tirit, ne de mercimek diyorsun. Ne yediysen yalnız onu
söyle, kâfi.
720. Sözü uzun uzun gevelemek neden? Çalgıcı dedi ki: Maksadım gizli.
Senin nefyetmenden, yoktur demenden ispat senden ürküp kaçmada. Var
olanı bir türlü bulamıyorsun. İspattan bir koku alasın diye nefyettim,
bilmiyorum dedim.
Bu sazı, nefiyle nağmelendirdim. Ölünce de ölüm, sana yaşayış
sırlarını söyler.
Peygamberin Ölmeden önce ölün hadîsinin
tefsiri
Dirilik istersen dostum , ölmeden önce öl.
İdris böyle ölümle öldü de bizce cennetlik oldu.
Bir haylidir can çekiştin ama hâlâ perde arkasındasın. Çünkü bir türlü
ölemedin; halbuki ölüm, asıldı.
Ölmedikçe can çekişmen, sona ermez. Merdiven tamamlanmadıkça dama
çıkamazsın.
725. Yüz ayak merdivenin iki basamağı noksan olsa dama çıkmak isteyen
çıkamaz, dama nâmahrem kesilir.
Yüz kulaç ipin bir kulacı eksik olsa kovaya kuyu suyunun dolmasına
imkân yoktur.
Bu gemi, yükünden artık olan son batmanı da yüklemezse batmaz beyim.
Son yüklenen yükü asıl bil, ne iş yaparsa o yapar. Vesvese ve azgınlık
gemisini o batırır.
Akıl gemisi battı mı insan, bu gök kubbeye güneş kesilir.
730. Ölmediğin için can çekişmen uzadı. Ey Tıraz mumu, sabahleyin sön,
öl.
Yıldızlarımız gizlenmedikçe can güneşi, bil ki gizlidir.
Topuzu kendine vur da benliğini darmadağın et. Çünkü bu ten gözü,
kulağa tıkanmış pamuğa benzer.
Ey alçak, bende, benim hareketlerimde gördüğün benlik, senin
benliğinin aksidir. Sen, kendi kendine topuz vurmadasın.
Benim suretimde kendi aksini görmüş kendinle boğazlaşmak için coşmuş,
köpürmüşsün.
735. Hani o aslan da kuyuda kendi aksini görmüştü de düşmanı sanıp
saldırmıştı ya, onun gibi işte.
Yok demek, şüphe yok ki var olanın varlığın zıddıdır. Yok, diyorum,
bilmem diyorum, sen de bu zıtla, zıddı olan varı ve varlığı birazcık
anla artık.
Bu zamanda zıddı nefyetmeden başka anlatış çaresi yok.Bu âlemde bir an
bile yok ki tuzak olmasın.
Ey akıllı fikirli er, sevgiliyi perdesiz görmek istiyorsan ölümü seç,
o perdeyi yırt.
Fakat, ölür mezara gidersin hani o ölümü değil. Seni değiştiren nura
götüren ölümü seç.
740. Erkek, erkeklik çağına girdi, kendini bildi mi çocukluk, ölür
gider; Rum diyarına mensup olur. Zencilik kalmaz.
Toprak, altın oldu mu topraklığı kalmaz. Gam ferahlık haline geldi mi
insana keder verme dikeni yok olur gider.
Mustafa, bunun için ey sırları arayan, diri olan bir ölü görmek
istersen dedi...
Diriler gibi şu toprak üstünde ölü olarak yürüyen, canı göklere
yücelmiş,
Yüceleri yurt edinmiş birisini görmek dilersen...
745. Ölümden önce bu âlemden göçmüş, akılla değil de ancak sen de
ölürsen anlayacağın bir hale gelmiş...
Canı, halkın canı gibi göçmemiş, bir duraktan bir durağa göçe göçe ta
son durağa varmış,
Birisini, yeryüzünde bu sıfatlara bürünmüş gezip duran bir ölüyü
görmek istersen...
Tertemiz Ebu Bekiri gör ki o, doğruluğu yüzünden mahşere varmış,
haşrolmuş kişilerin ulusudur.
Bu âlemde EbuBekris Sıddıyka bak da haşri daha iyi tasdik et.
750. Muhammedde elde bulunan, görünüp duran yüzlerce kıyametti. Çünkü
o, her hakikati,her sırrı çözüp bağlama yokluğunda hâl olmuş, hakiki
varlığa ulaşmıştı.
Ahmet bu dünyaya ikinci defa doğmuştu. O, apaçık yüzlerce kıyametti.
Ondan kıyameti sorup dururlar ve Ey kıyamet, kıyamete ne kadar zaman
var derlerdi.
Birisi o hakiki mahşer olan Peygamberden haşri sordu mu çok defa hâl
diliyle Mahşerden haşri soruyor derdi.
İşte onun için o güzel haberler veren peygamber, ey ulular demiştir,
ölmeden önce ölün!
755. Nitekim ben de ölmeden öldüm de bu sesi, bu şöhreti o taraftan
aldım, getirdim.
Kıyamet ol da kıyameti gör. Her şeyi görmenin şartı budur.
İster nur olsun, ister karanlık. O olmadıkça onu tamamı ile
bilemezsin.
Akıl oldun mu aklı tamamı ile bilirsin, aşk oldun mu aşkın yanmış,
mahvolmuş fitillerini anlar, duyarsın.
Anlayış bunu kavrayabilseydi bu dâvanın delilini apaçık söylerdim.
760. İncir yiyen bir kuş gelip konuk olsa bu tarafta incir çoktur,
incirin hiçbir değeri yoktur.
Âlemde bulunan kadın, erkek... Herkes her an can vermede, ölmededir.
Sözlerini de, ölüm zamanı babanın oğula vasiyeti say.
Da ibret al ,acın... Bu suretle de buğuz,haset ve kin, kökünden
sökülüp çıksın.
Yakınlarına onlar ölünce nasıl yüreğin yanarsa o çeşit bak.
765. Gelecek şey gelmiştir onları ölmüş say, sevdiğini ölüyor, ölmüş
onu kaybetmişsin bil.
Garezler senin bu çeşit bakışına perde oluyorsa onları yırt, at.
Bunları yırtıp atamazsan âcizim deyip kalma. Bil ki âciz olanı bir
âcze salan var.
Âciz, bir zincirdir. Birisi gelmiş, sana o zinciri takmıştır. Gözünü
açıp zinciri takanı görmek gerek.
Ey yaşayış yolunu gösteren ben bir doğandım, ayağım bağlandı, bu
neden? diye yalvarıp sızlanmaya koyul.
770. Yarabbi de, kötülüğe kuvvetle adım attım. Bu yüzden kahrınla
daima zarar ve ziyan içindeyim.
Senin öğütlerine karşı kulağım sağırdır. Put kırıyorum diye dâvadaydım
ama put yapıyormuşum meğer.
Senin yaptığın şeyleri senin sanatlarını anmak mı farzdır, ölümü anmak
mı? Ölüm, güz mevsimine benzer, sense yaprakların aslısın.
Şu ölüm yıllardır davulcağızını döver durur da senin kulağın vakitsiz
ve yersiz oynar.
Fakat can verme çağında ah ölüm dersin. Ölüm şimdi mi seni uyandırdı?
775. Ölümün, nâra atmadan boğazı yırtıldı sesi tutuldu; dövüle dövüle
davulu patladı!
Sense kendini bir şeylere verdin, ince eleyip sık dokudun; ne sesini
duydun, ne davulunu! Fakat ölümün ne demek olduğunu şimdi anladın
işte!
Ömrü zayedip tam can verme çağında,o darlık
zamanında tövbe etmeye koyulmak,her yıl Ha-
lepteki Şîanın âşure günlerinde Antakya ka-
pısında yas tutmasına benzer.Garip bir şair,
yoldan gelmişti de:Bu gürültü,bu feryat nedir
kime yas tutuluyor? diye sormuştu.
Âşure günü, bütün Halepliler, Antakya kapısına gelirler, ta geceye
kadar.
Kadın erkek, büyük bir kalabalık toplanır, Ehlibeytin yasını
tutarlardı.
Bağırırlar, ağlarlar, feryat ederlerdi. Şîa, Kerbelâ vakası için yas
tutardı.
780. Ehlibeytin Yezitten, Şimirden çektikleri zulümleri, onlar
tarafından uğradıkları sınanmaları sayıp dökerler,
Sesleri ses verir, feryatları, bütün ovayı, çölü doldururdu.
Bir garip şair, âşure günü çölden geldi, o feryadı duydu.
Şehri bırakıp o tarafa yürüdü, feryadın sebebini araştırmaya koyuldu.
Merak etti, bu gam nedir, bu yas kime tutuluyor diye soruşturmaya
başladı.
785. Herhalde bir ulu bey ölmüş olmalı diyordu; böyle bir topluluk,
küçük iş değil.
Ben garibim siz buralısınız adını lâkaplarını söyleyin.
Adı neydi ne iş görürdü, nasıl adamdı? Bana bildirin de onun
iyiliklerine ait bir mersiye söyleyeyim.
Ben şairim,bir mersiye düzüp okuyayım da,buradan bir yiyecek,bir azık
parası alayım.
Bunu duyanların birisi dedi ki: Yahu, sen deli misin? Yoksa Şîa
değilsin de Ehlibeyt düşmanı mısın?
790. Âşure gününü, o gün şehit olan cana yas tutmanın yüzlerce yıl
yaşamadan daha üstün olduğunu bilmiyor musun?
Bu dert Müminin yanında değersiz olur mu hiç? Kulağın aşkı, küpenin
değerincedir.
Mümine göre o pâk nurun yası, yüzlerce Nuh tufanından da meşhurdur.
Şairin,Halepteki Şiîleri kınayan sözleri
Şair dedi ki: Doğru ama Yezitin devri nerede? Bu yas buraya ne kadar
da geç gelmiş?
Körler bile o kötülükleri gördüler, sağırların kulakları bile o
hikâyeleri duydu.
795. Siz şimdiye kadar uyuyor muydunuz ki şimdi yas tutuyor,
elbisenizi yırtıyorsunuz?
Ey uykuya dalanlar, kendinize ağlayın! Çünkü bu ağır uyku, çok kötü
bir ölüm.
Allahya mensup ruh, zindandan kurtuldu. Neden elbisenizi yırtalım,
niçin elimizi ısırıp duralım?
Onlar ,din sultanlarıydı. Bağı kırdıkları zaman onlara sevinç çağıdır.
Devlet saymanına uçup gittiler; tomruğu,zinciri çözüp attılar.
800. O gün devlet günüdür, güzellik ve saltanat günüdür. Bir zerrecik
anlasan, bilsen bunun böyle olduğunu tasdik edersin?
Bilmiyor, anlamıyorsan yürü, kendine ağla. Çünkü göçmeyi mahşeri inkâr
ediyorsun.
Kendi harap dinine, harap gönlüne ağla ki bu eski topraktan başka bir
şey görmüyor.
Görüyorsa neden yiğitleşmiyor, Allahya dayanmıyor; neden gözü tok
değil?
Nerede yüzünde din şarabının verdiği nur? Denizi gördüysen hani cömert
elin, avucun?
805. Irmağı gören suyu esirgemez; hele o denizi, o bulutu görmüşse.
Allah rızk vericiliğini ve rahmet hazinele-
rini, görmeyen haris ,büyük bir harman yerinde,
o geniş harmanı görmeyip de bir tek buğdaya
yapışan ,uğraşa çabalaya,titreye,yorula aceleyle
onu götürmeye çalışan bir karıncaya benzer.
Karınca, güzelim harmanları görmez de bir tanecik buğdayın üstüne
titrer.
O taneyi hırsla, korkuyla çeker durur da onca yığını görmez.
Harman sahibi de ey körlüğünden hiçbir şey görmeyen der;
Harmanlarımızdan ancak o bir tek taneyi gördün de ona canla başla
sarıldın.
810. Ey surette zerre olan, Zuhal yıldızını gör. Sen bir topal
karıncasın, yürü, Süleymana bak.
Sen bu cisimden ibaret değilsin, gözden ibaretsin. Canı görsen
cisimden vazgeçersin.
İnsan gözdür, öte yanı deriden, etten başka bir şey değil. Gözü, neyi
görürse değeri o kadardır insanın.
Bir küp, boyuna deniz suyu ile doldurulsa koca bir dağı sele verir.
Küpün canından denize bir yol açılırsa küp, ırmaktan üstün olur.
815. Onun için Söyle sözü, denizin sözüdür. Ahmed, neyi söylerse
hakikatte o söz hakikat denizinindir.
Onun sözleri denizin incileridir. Çünkü gönlü denizle birdir onun.
Deniz daima küpümüze yardım edip durursa artık bir balıkta denizin
bulunmasına şaşılır mı?
Duygu gözü şu geçip gidici suretlere düşmüş, donup kalmıştır. Sen, o
sureti geçip gidici görürsün ama hakikatte geçip gitmez o.
Bu ikilik şaşı gözün görüşüdür. Yoksa evvel, âhirdir, âhir de evvel.
820. Bu nereden bilinir? Öldükten sonra dirilmeden. Öldükten sonra
dirilmeyi ara da bundan az bahset.
Dirilme gününün gelmesine şart önce ölmektir. Çünkü dirilme, ölümden
sonradır.
Herkes yokluktan korkar, işte bütün âlem, bu yüzden yol sapıtmıştır.
Halbuki yokluk, asıl sığınılacak yerdir.
Bilgiyi nerede arayalım? Bilgiyi terk etmede. Barışı nerede umalım?
Barıştan vazgeçmeden.
Varlığı nerede arayalım? Varlığı terk etmede. Elmayı nereden umalım?
Elden vazgeçmeden!
825. Ey güzel yardımcı, yok gören gözü varlığı görür bir hale
getirmeye de kaadirsin sen.
Yokluktan meydana gelen göz, varlığı tamamı ile yok gördü.
Fakat şu iki göz, değişti de nurlandı mı bu düzgün cihan mahşer olur.
Bu hamlara anlamak haram oldu da onun için bu hakikatler noksan
göründü.
Allah cömerttir ama güzelim cennetin nimetleri cehennemliğe haramdır.
830. O, ebedî ahde vefa edenlerden değildir, onun için de cennet balı,
ağzına acı gelir.
Müşteri olmadıkça alış veriş etmeye eliniz oynar mı?
Birisi gelir, mallara bakar, fakat bakmakla alıcı olmaz ki. O ahmak
bakış ancak alay içindir.
Bu kaça? Şu kaça? Diye sorar, dolaşır. Fakat vakit geçirmek, içinden
de gülüp eğlenmek için.
Usancından gelir, senden kumaş ister. Fakat ne müşteridir ne de kumaş
arar.
835. Kumaşı yüz kere görür, yüz kere geri verir. O nerede kumaş
ölçecek? Yel ölçer poyraz biçer!
Nerede müşterinin gelişi, alışverişi, nerede bir serserinin alayı,
gönül eğleyişi?
Cebinde bir habbe bile yoktur. Ancak gevezelik eder, yoksa nereden
cüppe alacak?
Alışveriş için sermaye yoktur; artık onun çirkin suratı nedir, alayı,
gevezeliği ne oluyor?
Bu dünya pazarında sermaye altındır, orada da aşk ve iki ıslak göz.
840. Kim eli boş pazara giderse ömrü geçer, tamamı ile ham ve eli boş
olarak geri döner.
Kardeş neredeydin? Hiçbir yerde. Ne pişirdin? Hiçbir şey!
Müşteri ol da elim oynasın, gebe olan madenimden lâl doğsun.
Fakat müşteri, gevşek ve soğuk bile olsa yine sen onu çağır. Çünkü
böyle emredilmiştir.
Doğan kuşunu uçur, ruh güvercinini tut. Dâvet yolunda Nuhun yolunda
yürü.
845. Allah için hizmette bulun. Halkın kabul etmesiyle, ret etmesiyle
ne işin var senin.
Birisinin , gece yarısı bir evin kapısı önünde
sahur davulu çalması, komşunun Daha gece
yarısı, sahur vakti değil. Bir de bu evde kimse
yok, kimin için davul çalıyorsun demesi,
davulcunun cevabı
Birisi, büyük bir zatın evinin kapısında sahur davulu çalmakta idi.
Gece yarısı aşk ile şevk ile davul çalıyordu. Ona kabiliyetli birisi
dedi ki:
Evvelâ bu davulu, seher vakti çal, gece yarısı bu kepazelik olmaz.
Bir de ey hevesli adam, şunu da bil ki bu evde hiç kimse yok.
850. Burada şeytandan, periden başka kimse yokken ne diye vaktini
zayediyorsun?
Tefi, davulu birisi duysun diye çalıyorsan duyacak kulak nerede? Bunu
anlamak için akıl lâzım, fakat akıl hani?
Davulcu dedi ki: Sen sözünü bitirdin şimdi cevabımı dinle de şaşırıp
kalma.
Sence şimdi gece yarısı ama bence neşe sabahı yaklaştı.
Her sınıklık bence kutlu bir hale geldi. Bütün geceler, gözüme gündüz
kesildi.
855. Nil ırmağı sana kandır ama bence kan değil, sudur ey akıllı kişi.
Sence o demirdir, tunçtur ama Davut peygambere mumdur.
Dağ, sana karşı ağırdır, cansızdır, fakat Davutun önünde usta bir
çalgıcı, bir okuyucudur.
Senin önünde o kırık taşlar susarlar. Fakat Ahmedin önünde fasih bir
hale gelir, hamdü senada bulunurlar.
Senin önünde mescidin sütunu ölüdür, fakat Ahmede karşı gönlünü
aldırmış bir âşıktır.
860. Cihanın bütün cüzüleri halkın önünde ölüdür, Allahya karşı bilgi
sahibi ve muti.
Bu evde bu konakta kimse yok, neden bu davulu çalıyorsun, dedin.
Bu halk, Allah için paralar verir, yüzlerce hayrın temelini atar,
mescitler yaparlar.
Sarhoş âşıklar gibi uzun bir yol olan Hacca giderler, seve seve
canları ile, malları ile oynarlar.
Hiç o evde kimse yok derler mi? Ev sahibi, ev içinde gizlenen cana
benzer.
865. Allah nuru ile ışıklanan, sevgilinin konağını dolu görür.
Nice dolu ve kalabalık konaklar vardır ki işin sonunu görenler, onları
boş görürler.
Kimi dilersen Kâbede ara da derhal önünde beliriversin.
Ziynetli ve yüce olan bir suret, nasıl olur da Allah yurdu olmaz, boş
olur?
Ona kapı kapanmaz, o geldi mi derhal açılır. Fakat başkaları, aşkla
değil, ihtiyaçlardan gelirler.
870. Hacca gidenler, neden bu ses duymadan Lebbeyk deyip duruyoruz
derler mi?
Hakikatte onlara şu Lebbeyk demeyi nasip ediş, her lâhza tek
Allahdan gelen bir sestir.
Ben de koku aldım, biliyorum bu köşk, bu konak, can meclisinin
kurulduğu yerdir toprağı da kimyadır.
Hafif ve tiz nağmelerle bakırımı ebediyen onun kimyasına vurup
duracağım.
Nihayet bu sahur davulum, denizleri coşturacak, inciler saçacak,
ihsanlarda bulunacak.
875. Halk, savaş safında Allah için canları ile oynar.
Birisi Eyüp gibi belâlara düşer, öbürü Yakup gibi sabreder.
Yüz binlerce susuz ve muhtaç kişi, Allah için tamaha düşer, çalışır
durur.
Ben de suçları yargılayan, örten Allah için bu kapıdan sahur davulu
çalıyorum, benim de ümidim onda.
Parasını almak için müşterimi istiyorsun? Gönül, Allahdan daha iyi
müşteri nerede var?
880. Malından pis dağarcığı alır, sana kendinden ışıklanan bir gönül
nuru verir.
Hakikatte yok olan şu buz kesmiş bedeni alır, vehmimize sığmaz bir
saltanat ihsan eder.
Birkaç katra göz yaşı alır, şekerlerin, balların hased ettiği kevseri
bağışlar.
Sevdalarla, dertlerle dolu ah-ı alır, her ah-a karşılık yüzlerce kârlı
mevkii lûtfeder.
Gözyaşı bulutunun sürdüğü ah bulutu yüzündendir ki Halile fazla ah
eden dedi.
885. Gel de hemen şu eşi olmayan alışverişi durmayan pazarda eskileri
sat, hazır ve elde bir olan beyliği al.
Eğer bir şüphe gelir de yolunu vurursa ticarette bulunan peygamberleri
kendine senet yap.
O padişahlar padişahı, onların talihlerini öyle yaver etti, onlara
öyle bir baht verdi ki dağlar bile onların pılı pırtılarını çekmeye
muktedir değildir.
Bilâl, Hicaz sıcağında Mustafa aliyhisselâmın
sevgisiyle Allah birdir, bir- Ahad ahad
derdi . Efendisi de kâfirlik gayretiyle kuşluk
zamanları Hicaz güneşinin altında onu dikenle
döverdi. Bilâlin vücudu yaralanır, yaraların -
dan kan fışkırır, fakat yine ihtiyarsız olarak
ağzından Ahad ahad sözü çıkardı, nitekim
dertliler de ihtiyarsız bir surette feryad eder,
inlerler.. Bilâl ,aşk derdiyle doluydu. Firavunun
büyücüleri Cercis Peygamber ve daha sayısız
erler gibi oda bu derde düştüğünden diken
derdinden kurtulmayı düşünmüyor , o derde
aldırış bile etmiyordu.
Efendisi, Bilâli terbiye etmek için diken dalı ile dövmekte, o da
dikenlere canını feda etmekteydi.
Efendisi, neden Ahmedi anmaktasın diyordu... Sen, kötü bir kulsun,
benim dinimi inkâr ediyorsun.
890. Efendisi onu güneş altında dövmekte, o da Ahad diye
övünmekteydi.
Derken Sıddıyk, o taraftan geçti, onun Ahad demesini duydu.
Gözü doldu, gönlü incindi, o Ahad sözünden bir âşina kokusu aldı.
Sonra onu tenhaca görüp nasihat verdi, dedi ki: İnanışını kâfirlerden
gizli tut.
Allah, gizli şeyleri bilir, maksadını gizle. Bilâl, tövbe ettim dedi.
895. Ertesi gün Sıddıyk, erkenden bir iş için oradan geçiyordu.
Yine Ahad sözüyle dayak sesini duydu. Gönlü ateşlendi.
Yine nasihat etti, o da tövbe etti ama aşk gelince tövbesini
bozuverdi.
Böyle bir hayli tövbe etti, nihayet tövbeden bezdi.
İnanışını açığa vurdu, bedenini belâya attı, ey Muhammed dedi, ey
tövbelere düşman!
900. Bedenim de seninle dolu, damarım da. Artık bu bedene nasıl olur
da tövbe sığar?
Bundan böyle tövbeyi gönülden çıkaracağım. Ebedî hayattan nasıl olur
da tövbe edebilirim?
Aşk, kahredicidir, ben de onun eline düşmüş, kahrolmuş birisiyim.
Aşkın coşup köpürmesiyle, aşkın acılığiyle şeker gibi tatlılaştım.
Ey kasırga, senin önünde bir yaprağım ben, nereye düşeceğimi ne
bilirim?
Hilâlsem de koşuşup duruyorum Bilâlsem de. Senin güneşine uymuşum
bir kere.
905. Ayın bedir oluş yahut zayıflayıp eriyerek hilâl haline gelişle ne
işi var? O, güneşin ardına düşmüş gölge gibi koşar durur.
Kaza ve kadere karşı bir kararda durmaya kalkışan kendi sakalına
güler.
Hem bir saman çöpü olup rüzgârın önüne düşmek, hem de bir yerde
durmaya kalkışmak. Hem kıyamet, hem de sonra işe güce girişmeye
kalkmak!
Ben aşkın elinde dağarcıktaki kedi gibiyim. Bir an yukarı çıkmadayım,
bir an aşağı düşmede.
O, beni başının üstünde döndürüp durmada. Ne aşağıda kararım var, ne
yukarıda.
910. Âşıklar kuvvetli bir selin önüne düşmüşlerdir. Onlar, aşkın
takdirine razı olmuşlardır.
Değirmen taşı gibi durup dinlenmeden gece gündüz inleyip sızlanarak
döner dururlar.
Değirmen taşının dönüp durması, kimse bu ırmak duruyor demesin diye
ırmak arayanlara bir şahit olmuştur.
Arktaki suyu görmüyorsan gel de değirmen taşının dönüşünü gör der.
Feleğin, o dönüp durmadan usandığı, bir karara bağlandığı yok. Sen de
ey gönül, yıldız gibi ol, durup dinlenmeyi dileme.
915. Hangi dala el atsan, nereye ulaşıp yapışsan, aşk, o dalı kırar, o
şeyi koparır.
Kaderin dönüp duruşunu görmüyorsan unsurların coşuşunu, dönüşünü
seyret.
Denizin üstündeki çöplerle köpüklerin dönüp akışı, şerefli denizin
köpürüp coşmasındandır.
Başı dönmüş rüzgârın dönüşünü seyret de onun emrine uymuş olan deniz
dalgalarının coşup köpürüşünü gör.
Güneşle ay, iki değirmen öküzüdür. Dönüp dururlar ve etrafı korurlar.
920. Yıldızlar da konak konak koşarlar. Her kutlu ve kutsuz şeyin
bineği olurlar.
Felekteki yıldızlar, uzak olduklarından, duyguların da tembel ve
gevşek olup iz izleyemediklerinden onların hakikatini bilemezsin.
Bizim göz, kulak ve akıl yıldızlarımız, gece nerededir, uyanıkken
nerede?
Gâh kutlulukla, vuslatta, gönülleri hoş. Gâh kutsuzlukla, ayrılıkta
kendilerinden geçmişlerdir.
Felekteki ay, böyle dönüp durdukça bazen kapkaranlıktır bir zamanda
apaydınlık.
925. Gâh balla süt gibi bahar ve yaz olur, gâh, bir ölüm yerine
benzeyen kış, zemheri gelir çatar, karlar yağar.
Külli olan şeyler bile onun önünde top gibi yuvarlanıp durur,
çevgânına tâbi olur, secde eder.
Sen ey gönül, bu yüz binlerce varlık içinden bir cüzüsün, nasıl olur
da onun hükmüne karşı kararsız bir hale gelmezsin?
Beyin emrindeki ata dön, at gâh ahırda mahpustur, gâh gezer dolaşır.
Seni de bir mıha bağladı mı sabret, çözdü mü yürü sıçra.
930. Güneş gökyüzünde eğri büğrü gitti mi yüzü kararır, Allah onu bir
tutulmaya uğratır.
Sen de aklını başına devşir de tutulma yerine düşmemeye savaş, bu
suretle de tencere gibi yüzü kara bir hale gelme.
Buluta da öyle yürüme, böyle yürü diye ateşten kırbaç vururlar.
Filân ovaya yağmur yağdır, buraya değil, kulağını aç diye kulağını
bururlar.
Senin aklın, güneşten artık değildir ya. Nehyedilen fikirde kakılıp
kalma.
935. Ey akıl, sen de dizginini eğriltme de tutulup nursuz bir hale
gelmeyesin.
Güneşin suçu az oldu mu az tutulur, yarısını tutulmuş görürsün,
yarısını nurlu.
Allah, bu suretle seni suçun ne kadarsa o kadar tutarım. Suça verilen
ceza suç miktarıncadır.
İster iyi olsun ister kötü... İster âşikar olsun, ister gizli... Biz
her şeyi duyarız, her şeyi görürüz der.
Babacığım, bundan geç, nevruz oldu, halk, Allah lütfuna ulaştı,
herkesin ağzına tat geldi.
940. Yine ırmağımıza can suyu geldi. Yine padişahımız köyümüze kondu.
Baht, salınıp gezmede, eteğini sürmede, tövbeyi bozma zamanı geldi
diye naralar atmadadır.
Yine sel geldi, tövbeyi silip süpürdü. Bekçi uykuya daldı, fırsat
vakti gelip çattı.
Her mahmur, şarap içti, sarhoş oldu. Bu gece varımızı, yoğumuzu rehine
koyacağız.
O canlara canlar katan lâl şarapla, lâl içinde lâl olduk, lâl içinde
lâl kesildik.
945. Yine meclis şenlendi, gönülleri parlattı. Kalk, kem göz değmesin
diye mangala çörekotu at.
Güzel sarhoşların naralarını duyuyorum. Canım, ta sonuna kadar böyle
olmayalım işte.
İşte bir Hilâl bir Bilâle dost oldu. Diken yarası, ona gül ve gülnar
kesildi.
Beden, diken yarası ile kalbura döndü ama canım, bedenim, devlet
gülistanı oldu.
Beden, o kâfirin dikeninin zahmı önünde ama canım, Allahnın sarhoşu!
950. Canıma bir can kokusudur gelmede, merhametli sevgilimin kokusu
erişmede.
Mustafa, Miraçtan geldi, Bilâline ne mutlu ne mutlu!
Sıddıyk, doğru özlü, doğru sözlü Bilâlden bu sözleri duyunca
tövbesinden el yudu.
Allah razı olsun,Sıddıykın bu vakayı Mustafa
aleyhiselâma söylemesi, Bilâle, kâfirlerin
yaptıkları zulümleri ve onun Ahad ,Ahad
demesi yüzünden daha fazla zulmettiklerini
anlatması,onu almak için birbirleriyle
danışmaları
Sıddıyk bunun üzerine Mustafanın yanına gelip vefalı Bilâlin halini
anlattı.
Dedi ki: O felekleri ölçen çevik ve kutlu kanatlı Bilâl, şimdi senin
aşkına düşmüş, senin tuzağına tutulmuştur.
955. Padişahın doğanıyken o kuzgunlardan zahmetlere uğramada. O ağır
define, pislik içine gömülmüş.
Baykuşlar, doğana sitem etmedeler. Suçsuz olduğu halde kanatlarını
yolmadalar.
Suçu ancak doğan oluşu. Yusufun güzellikten başka ne suçu var ki?
Baykuşun yeri yurdu yıkık yerlerdir. Onun için doğana kâfirce
kızmadalar.
Neden o diyarı hatırlıyorsun? Neden padişahın köşkünü, bileğini
anıyorsun?
960. Baykuşların köyünde gevezelik ediyor, buraya bir kargaşalıktır
salıyorsun.
Feleğin üstündeki esir bile, yuvamıza haset ederken sen oraya yıkık
yer diyor, orayı hor görüyorsun.
Deli oldun galiba ki baykuşların seni padişah ve başbuğ yapmaları
hevesine kapıldın.
Vehme, sevdaya kapılıp dönmede, dolaşmada, bu cennete virane adını
takmadasın.
Kötü huylu herif, bu delilik, bu saçma fikirler, kafadan çıkıncaya
kadar kafana vuracağız senin.
965. Bu sözlerle onu doğuya karşı çarmıha geriyorlar, elbiselerini
soyup çıplak vücudunu diken dallarıyla dövüyorlar.
Bedeninden yüzlerce kan ırmağı fışkırmada. Öyle olduğu halde Ahad
diyerek baş koymada.
Dinini gizle, melûn kâfirlerden sırrını sakla diye öğütler verdim.
Fakat o âşık, kıyamete ulaşmış... Ona tövbe kapısı kapanmış.
Hem âşıklık, hem tövbe, hem de sabretme imkânı. Bu, pek imkânsız bir
şeydir canım efendim.
970. Tövbe bir kurtçağızdır, aşksa bir ejderhaya benzer. Tövbe, halkın
sıfatıdır, aşksa Allah sıfatı.
Aşk, kimseye niyazı ve ihtiyacı olmayan Allahnın
vasıflarındandır.Ondan başkasına âşık olma, geçici bir hevestir.
Çünkü mecazi aşk, altınlarla bezenmiş bir güzelliktir. Görünüşü
nurdur, fakat içi dumandır.
Nur gitti de duman meydana çıktı mı mecazi aşk, derhal soğur, donar.
O güzellik aslına gider, beden kokmuş rüsvay, kötü bir halde kalır.
975. Ayın nuru da aya döndü mü duvardaki aksi gider, o duvar simsiyah
kesilir.
O nakış, o boya gitti mi su ve toprak kalır. Ay olmayınca o duvar
şeytan gibi bir hale düşer.
Kalp altının yüzünden altını gidince, o altın, kendi madenine dönünce,
Kepaze bakır, duman gibi kala kalır. Bu yüzden de ona âşık olanın yüzü
kararır.
Gözlülerse altın madenine âşık olurlar. Aşkları, her gün biraz daha
artar.
980. Çünkü altın madenine altınlıkta ortak yoktur. Merhaba ey
şüphesiz, hilesiz altın madeni!
Kim kalp bir akçayı altın madenine ortak ederse asıl altın,
mekânsızlık madenine gitti mi,
Âşık da ıstırabından ölür, mâşuk da. İkisi de âdeta suyu çekilmiş
girdaptaki balığa döner.
Allahya ait olan aşk, yücelik güneşidir. Halk da gölge gibi onun
nurunun emrindedir.
Mustafa, bu vakayı duyunca hoş bir surette ferahladı, neşelendi
Ebubekirde bu hali görünce söz söylemeye iştahlandı.
985. Mustafa gibi bir dinleyici duyunca her kılı, ayrı bir dil oldu.
Mustafa dedi ki: Peki, ne çaresi var şimdi? Ebubekir ben ona
müşteriyim dedi...
Efendisi ne isterse zarara ziyana bakmadan alacağım.
Çünkü o yeryüzünde Allah esiri olmuş, Allah düşmanlarının hışmına
uğramış.
Mustafa aleyhisselâmın , Sıddıyka -Allah
razı olsun -Bilâle müşteri olunca mutlaka
inatlarından pahalıya satacaklardır,beni de bu
fazilette kendine ortak et, vekilim ol, yarı
parasını benden al demesi
Mustafa dedi ki: Ey devlet arayan, bu hususta ben de sana ortağım.
990. Vekilim ol, müşteri olup onu al, yarı parasını ben de sana
ortağım.
Ebubekir ,baş üstüne deyip derhal amansız kâfirin evine gitti.
Kendi kendine çocukların elindeki inciyi almak kolaydır diyordu.
Yol yanıltan Şeytan, dünya malına karşılık bu ahmak çocukların aklını,
imanını satın alır ya.
Leşe o kadar ziynet verir ki karşılık olarak onlardan iki yüz tane gül
bahçesi satın alır.
995. Büyü yapar da o kadar ay ışığı gösterir ki aşağılık adamlardan
yüzlerce keseyi kapar.
Peygamberler, onlara alışveriş etmeyi öğrettiler, onların önünde din
mumunu yaktılar.
Fakat şeytan ve yol yanıltan büyücü, hileyle, büyüyle peygamberleri
onlara çirkin gösterdi.
Düşman büyü yaparak karı ile kocayı birbirine çirkin gösterir, nihayet
aralarına ayrılık düşer.
Onların gözlerini büyüyle kapattılar da böyle değerli bir inciyi
aşağılık kişiye sattılar.
1000.Bu inci, iki âlemden de üstündür. Gel de hemen şu eşek gibi bir
şeyden anlamayan çocuktan satın al.
Eşeğe göre katır boncuğu ile inci birdir. O eşek ,zaten inciyle
denizin vücudunda şüphe eder.
O denizi de inkâr eder, incilerini de. Hiç hayvan, inciyi süsü püsü
arar mı?
Allah, lâl ve inci aramaz. Allah, onun kafasına böyle bir şey
koymamıştır.
Hiç eşeklerde küpe gördün mü? Eşeğin kulağı da yeşilliktedir aklı da.
1005. Vettini suresindeki İnsanı en güzel şekilde yarattık âyetini
oku. Ey dost ,en değerli inci candır.
En güzel şekli olan insan şekli, arştan da üstündür, düşünceye de
sığmaz.
Bu paha biçilmez şeyin değerini söylesem ben de yanarım, duyan da
yanar.
Burada artık sus dudağını yum, eşeğini bu tarafa sürme. Sıddıyk da o
eşeklerin yanına gitti.
Kapının halkasını dövdü. Kapı açılınca o kâfirin evine âdeta kendinden
geçmiş bir halde girdi.
1010. Kendinden geçmiş sarhoş ve ateşli bir halde oturdu. Ağzından bir
hayli acı sözler çıktı.
Dedi ki: Bu Allah dostunu nasıl dövüyorsun? Ey apaçık düşman bu ne
haset?
Kendi dininde doğru isen doğru sözlü bir adama zulmetmeye gönlün nasıl
razı oluyor?
Ey kâfirlik dininde karı olan, nasıl oluyor da bir şehzadeye karşı
böyle bir zanda bulunuyorsun?
Ey ebedî lânete uğramış, ey merdut adam, daima adamı eğri büğrü
gösteren aynaya bakma.
1015. O anda Sıddıykın ağzından çıkan sözleri söylesem elini ayağını
kaybedersin.
O hikmet kaynakları cihetsizlik makamından coşmada, dudağından Fırat
gibi kaynayıp akmada idi.
Herhangi bir taştan su kaynar, akar. Bu su, taşın ne yanından gelir,
ne ortasından.
Allah o taşı kendisine bir siper yapmıştır. O gök renkli suyu, o
taştan akıtıp durmadadır.
Nitekim senin göz kaynağından da nur, hiç eksilmeden akıp durmadadır.
1020. O nur, ne yağdan meydana gelir, ne deriden. Dost, yaratılışta, o
gözü, nura bir vesile yapmıştır.
Kulak boşluğunda da çekici bir yel vardır. Söyleyenin yalan olsun
doğru olsun sözlerini duyar anlar.
O küçücük kemikteki yel nasıl bir yeldir ki söz söyleyenin harfini,
sesini alıyor?
Kemikle yel ancak bir vesileden ibarettir. İki âlemde de Allahdan
başka kimse yoktur.
Perdesiz olarak duyan da odur söyleyen de. Çünkü Kulaklar baştan
sayılır.
1025. Kâfir dedi ki: Ey ikramcı adam, eğer acıyorsan para ver, al onu.
G
önlün yanıyorsa onu benden satın al. Müşkülün parasız hallolmaz.
Ebubekir, yüzlerce hizmette bulunur, Allahya karşı da beş yüz kere
şükür secdesine kapanırım. Güzel bir kulum var, fakat kâfir.
Vücudu beyaz ama gönlü kara, gönlü nurlu kulu ver bana.
Birisini gönderip kölesini getirtti, hakikatten o köle pek güzeldi.
1030. Bir derece ki o kâfir, hayran oldu, taşa benzeyen yüreği âdeta
yerinden oynadı.
Surete tapanların hali budur. Taş gibi yürekleri, bir suret gördüler
mi mum gibi erir.
Fakat yine dayandı, inat etti, bu hiçbir şey değil, bundan başka daha
para vermelisin dedi.
Ebubekir, o kâfirin, hırsı yatışıncaya, gönlü razı oluncaya kadar da
para verip Bilâli satın aldı.
Bu alışverişte Sıddıyk aldandı sanarak kâfir
gülmeye koyuldu
O taş yürekli kâfir acıklanarak, eğlenerek, alay ederek bir kahkaha
attı.
1035. Sıddıyk dedi ki: Bu kahkaha neden? Herif cevap vereceği yerde
büsbütün gülmeye kahkahasını arttırmaya başladı.
Dedi ki: Bu kara köleyi almaya bu kadar düşmesen, bu kadar
sevdalanmasan,
Ben de ısrar etmezdim , bu verdiğin paranın onda biriyle almış
olurdun.
Bence o yarım akça bile etmez. Fakat pahasını bağıra çağıra sen
arttırdın.
Sıddıyk, a ahmak diye cevap verdi, çocuk gibi bir cevize karşılık bir
inci verdin.
1040. Bence o iki cihana değer. Ben cana bakıyorum sen renge
bakıyorsun.
O kızıl altın, fakat şu ahmaklar yurdunda oturanların hasedi yüzünden
kara görünmede.
Cisimlerin şu yedi rengini gören baş gözü, bu perde ardından o ruhu
göremez.
Eğer satışta biraz daha nekeslik etseydin bütün malımı mülkümü
verirdim.
Daha ziyade üstüne düşseydin başkalarından bir etek dolusu altın borç
alır, onu da verirdim.
1045. Fakat bedava buldun da ucuz verdin. Hokkayı açıp da içindeki
inciyi görmedin.
Cahilliğinden üstü kapalın okkayı verdin, yakında görürsün sen ne
zarara girdin!
Lâl dolu hokkayı yele verdin. Zenci gibi kara yüzlü oluşuna da
seviniyorsun.
Sonunda çok eyvah dersin. Hiçbir kimse bahtı, devleti satar mı?
Baht sana köle elbiselerini bürünmüş de gelmişti. Fakat talihsiz
gözün, zâhirden başka bir şey görmedi ki.
1050. O sana kulluğunu gösterdi, fakat çirkin huyun onunla hileye,
düzene girişti.
A herzevekil bu bedeni ak, gönlü kara köleyi puta taparcasına al
bakalım.
Bu senin, o da benim. İkimiz kârlıyız a kâfir. Senin dinin senin,
benimki benim!
Puta tapanların lâyığı budur zaten. Çulu atlas olur atı sopa.
Kâfirlerin mezarı gibi dumanla ateşle doludur içi, fakat dışarısı
yüzlerce nakışla, ziynetle bezenmiştir.
1055. Zâlimlerim malları gibi hani. Dışarıdan güzel görünür ama
hakikatte mazlûm kanıdır, vebalidir.
Münafık gibi görünüşte orucu, namazı görünür de hakikatte otsuz,
çimensiz kapkara topraktır.
Gar gur edip duran boş buluta benzer. Ondan ne yeryüzünde bir fayda
vardır, ne buğdaya bir kuvvet.
Hileli ve yalan vâde gibi hani. Sonu rüsvaylıktır, fakat önü parlak
görünür.
Ondan sonra Bilâlin elini tuttu, o mihmetin dişlerinde bir hilâle
dönmüş olan dostun eline yapıştı, yola düştüler.
1060. O bir hilâle dönmüş de ağza yol bulmuştu, tatlı dilli birine
gitmekteydi.
Zayıf, hasta bir haldeydi. Mustafanın yüzünü görünce sırt üstü düşüp
bayıldı.
Uzun müddet kendisinden geçmiş olarak öyle baygın kaldı. Kendine
gelince sevincinden gözyaşları dökmeye başladı.
Mustafa onu kucakladı. Ona ne bağışladı, ne ihsanlarda bulundu kim
bilir?
Sanki bir bakırdı, iksire kavuşmuş. Sanki bir müflisti, bol bir define
elde etmiş.
1065. Perişan balık denize düşmüştü, yolunu kaybetmiş kervan yol
bulmuştu.
Peygamberin o anda söylediği sözler, geceye söylenseydi gecelikten
çıkar,
Sabah gibi apaydın olurdu. Ben, o sözleri anlatamam ki!
Hamel burcundaki güneş, otlara ve henüz olmamış hurmalara ne yapar?
Bilirsin ya.
Arı duru su, çiçeklerle fidanlara neler söyler? Onu da bilirsin.
1070. Allahnın sanatı, cihanın bütün cüzilerine karşı âdeta
afsuncuların ağzından çıkan soluğun, harfin tesirini yapar.
Allah çekişi, tesir ve sebeplerle olur. Harfsiz, dudaksız yüzlerce söz
söyler Allah.
Tesir ediş de kaderden değil midir? Fakat tesiri, akılla anlaşılmaz.
Akıl, asıllarda mukallit olduğu için bil ki ferilerinde de
mukallittir.
Akıl peki, ben aslı bilmede de mukallidim, feri bilmede de fakat asıl
maksat nedir, diye sorarsa de ki: Asıl maksat öyle bir şeydir ki sen
onu bilemezsin vesselâm!
Mustafa aleyhisselâmın Allah razı olsun
Sıddıyka Ben sana beni de ortak et dememiş
miydim ? Neye yalnız aldın? Diye darılması
onun da özür getirmesi
1075. Peygamber dedi ki: Ey Sıddıyk, sana demedim mi ki bu ihsanda
beni de ortak et.
Ebubekir, biz dedi, ikimiz de senin kullarınız. Ben, onu senin rızan
için azat ettim.
Sen beni kul et,bana dostum de, de senden hiç azatlık istemem.
Benim azatlığım sana kul olmamdır. Sensiz olursam mihnetlere, azaplara
uğrarım.
Ey Allah seçilmişi, bu seçilişinle dünyayı dirilttin. Halkın geri
kalanlarını ileri götürdün, hele beni yok mu?
1080. Gençliğimde rüya görmüştüm, değirmi güneş, bana selâm vermişti.
Beni yerden almış, gökyüzüne çıkarmıştı. Bu yücelişte ona yoldaş
olmuştum.
Bu rüya, olmayacak bir şey, malihulyadan ibaret. Hiç olmayacak şey,
benim halime uyar mı, benim vasfım olur mu? demiştim.
Fakat seni görünce kendimi gördüm. Aferin o güzel aynaya!
Seni görünce olmayacak şey, bana hâl oldu. Canım ululuklara daldı.
1085. Ey şehirlerin ruhu, seni görünce bu güneşin sevgisi, harareti,
gözümden düştü.
Gözüm senin yüzünden yüce bir himmet sahibi oldu, artık çayırlığa,
çimenliğe hor bakıyor, onları hoş görmüyor.
Nur aradım, kendimi nurun nuru olarak gördüm. Huri aradım, kendimi
hurilerin bile kıskandıkları derecede güzel buldum.
Lâtif ve gümüş bedenli bir Yusuf aradım, sen de bir Yusuflar yurdu
gördüm ben.
Cennet peşindeydim, arayıp duruyordum. Her cüzün, bana bir cennet
göründü.
1090. Bu övüşte bana nispetledir, yoksa bu övüş sana bir kınamadır,
bir hicivdir.
Hani, Allah Kelimi Musaya karşı, o sâf çoban, Allahyı övüyor.
Gel de bitlerini kırayım sana süt içireyim,çarığını dikeyim, önüne
çevireyim diyordu ya.
Fakat Allah onun bu sözlerini medih, saydı; sen de merhamet eder,
benim sözlerimi medih sayarsan şaşılmaz.
Anlayışlara acı, kusurludur onlar ey akılların, vehimlerin ötesinde
olan Allah!
1095. Ey âşıklar, eskileri yenileyen âlemden yepyeni bir ikbal, bir
devlet erişti.
O âlem, öyle bir âlemdir ki biçarelere çareler, arar. Dünyanın yüz
binlerce bulunmaz matahı o âlemdedir.
Ey kavim, müjdeler olsun, ferahlık vakti geldi, zahmet devri geçti,
ferahlanın ey kavim!
Ey Bilâl, bizi ferahlandır demek için bir güneş, hilâlin evine gitti.
Ey Bilâl, düşman korkusu ile dudak altından söylediğin sözü minarelere
çık da kâfirlerin körlüğüne rağmen bağır!
1100. Müjdeci, her dertlinin kulağına, kalk ey talihsiz, devlet yolunu
tut diye bağırmada.
Ey bu hapiste, şu kokmuş yerde, bitler içinde kalan, kendine gel...
kimse duymasın, kurtuldun ,sus!
Dostum, her kılın dibinden bir davul sesi gelmede... Neden şimdi
susuyorsun?
Hasetçi düşman öyle bir sağır oldu ki bu kadar davul sesine karşı
hani, ses nerede ki diyor.
Bak, ne taze diye yüzüne reyhan vuruyorlar da körlüğünden bu eziyet de
nedir ki demekte.
1105. Huri, elini sıkar; kör neden beni incitiyor diye hayretlere
düşer, elini çeker.
Bedenimi, elimi ne diye çekiştirip duruyorlar... Ben uyuyorum, bırakın
da güzelce dalayım, bir rüya göreyim der.
Rüyada arayıp durduğun burada... gözünü aç, o izi kutlu ay, önünde!
Onun için yücelere daha fazla belâ geldi. Çünkü sevgili, güzellere
daha fazla cilvelenir.
Her yolda güzellerle lâtife eder, kendisini onlara gösterir, onlarla
cilvelenir. Fakat bazen körleri de bir coşturur.
1110. Bir an için kendisini körlere de verir. Bu yüzden de körlerin
mahallesinden bir feryattır kopar.
Hilâl Allahya ihlâs güder bir kuldu. Mukallit
değildi,can gözü açıktı.Aczinden değil de ken-
dini gizlemek için mahlûklara kulluk ederdi.
Nitekim Lokmanla Yusuf ve saire de görü-
nüşte kul olmuşlardı. Hilâl de beyin kulu
ve seyisiydi. O bey müslümandı ama kördü.
Kör de bilir ki bir anası vardır.
Fakat o ana nasıldır?Vehmine bile getirmez
Bu bilgisiyle anasını ulularsa körlükten kuttul-
ması mümkündür .Allah, bir kuluna hayır
vermek isterse kalbinde iki göz açar,o kul o
gözlerle gayb âlemini görür
Bilâlin bazı vasıflarını duydum. Şimdi de Hilâlin zayıflığını dinle.
O, yürüyüşte, gidişte Bilâlden ileriydi; kötü huylarını daha fazla
tepelemişti.
Senin gibi ardına ardına gitmez, her an daha ziyade gerilemezdi; senin
gibi mücevheri bırakıp taşa koşmazdı.
Hani şunu gibi: Bir adama konuk geldi. Adam, konuğun yaşını sormaya,
ne vakit doğduğunu araştırmaya koyuldu.
1115. Oğul dedi, kaç yaşındasın? Söyle, saklama anlat bakalım.
Konuk, on sekiz dedi ,yahut on yedi, on altı. Yahut da kardeşlik, on
beş!
Ev sahibi hadi bakalım şaşkın hadi, biraz daha geri geri git de ananın
rahmine gir!
Bu sözü anlatan bir hikâye
Birisi bir beyden at istedi. Bey, yürü dedi, o güzel atı al. Adam, ben
onu istemem deyince neden dedi. Adam dedi ki: Pek huylu geri geri
gidiyor.
1120. Boyuna gerisin geri gitmede. Bey dedi ki: Sen de kuyruğunu eve
çevir!
Senin nefis atının kuyruğu da şehvettir. Bu sebepten, o kendisine
tapan, geri geri gider.
Şehvet, sana aslından kuyruk olduysa o şehveti çek çevir, ahirete
şehvetlen.
Şehvetini yemeden içmeden kestin mi, şehvet yüce akıl cihetine düşer,
oradan baş gösterir.
Hani bir ağacın kötü dallarını budarsın da iyi dallarından dal budak
verir, o dallar kuvvetlenir ya.
1125. Kuyruğunu o tarafa çevirdin mi geri geri gitse bile sığınılacak
yere kadar varır, dayanır.
Ne mutludur binicisine râm olan ve doğru giden atlar. Onlar, ne geri
giderler, ne huysuzluk ederler.
Allah Kelimi Musa gibi hızlı hızlı gider, bir kilim gibi Bahreyne
kadar varır, yayılır.
Musanın gittiği yol, tam yedi yüz yıllık yoldu, o sevda ile bu kadar
uzun yolu aştı.
Bedenindeki gidiş gayreti bu kadardı. Canındaki gayretse ta İlliyne
değdi.
1130. İyi biniciler, birbirlerini geçmek için atlarını sürdüler.
Karınları şiş battallarsa ahırda kala kaldılar.
Örnek
Hani bir kervan bir köye gelip çatmış, orada açık bir kapı görmüştü.
Kervan halkından biri bu kocakarı soğuğunda eşyamızı buraya atalım,
birkaç gün burada kalalım dedi.
İçeriden bir ses geldi: Hayır ,neyiniz varsa önce dışarıya bırakın da
ondan sonra içeri girin.
Atılması gereken ne varsa dışarıya at da öyle gel. Onlarla içeriye
girmeye kalkışma ki bu meclis pek yüce bir meclistir.
1135. Hilâl, gönlü üstat, ruhu aydın bir zattı. İnanmış bir adamın
kuluydu, ona seyislik etmekteydi.
Ahırda seyislik ediyordu, ay, kuldu, köleydi ama hakikatte padişahlar
padişahıydı.
Beyin, kölesinden haberi bile yoktur. Çünkü ona ancak şeytanın Âdeme
baktığı gibi bakıyordu.
Ancak su ve toprak görüyordu, ondaki defineden haberi yoktu. Beş
duyguyla altı ciheti görüyordu, beş duygunun aslını değil.
Toprağın rengi meydandaydı, din nuru görünmüyordu. Her peygamber
âlemde böyleydi.
1140. Birisi minareyi görür, minaredeki kuşu göremez. Minaredeki
hünerli doğanı gözü alamaz.
İkincisi, kanatlarını çırpan kuşu görür, fakat kuşun ağzındaki tüyü
göremez.
Allah nuru ile bakansa hem kuşu görür, hem ağzındaki tüyü.
Öbürüne der ki: Tüyü gör tüyü. Tüyü göremedikçe düğüm açılmaz.
Birisi insanı nakışlarla bezenmiş balçıktan bir suret görür öbürü ilim
ve amelle dolu bir balçık!
1145. Beden minaredir, ilim ve ibadet kuşa benzer, onu ister üç yüz
tane say ister iki tane.
Orta görüşlü adam, yalnız kuşu görür, kuştan başka önde, artta hiçbir
şey göremez.
Tüyse, kuşta gizli olan tüydür, kuşun canı onunla kaimdir.
Gagasında tüy bulunan kuşun işi, hiç eğreti olmaz.
Onun bilgisi daima canından coşar.Ne eğretidir,ne borç!
Hilâl hastalandı, efendisi onu hor görür,
tanımazdı, hastalığını da duymadı. Mustafa
aleyhisselâmın gönlüne doğdu.Hilâlin hatırını
sormaya,ona geçmiş olsun demeye gitti.
1150. Hilâl kazara hastalandı, zayıflamaya, erimeye başladı. Mustafa,
vahiyle onun halini anladı.
Efendisi, onu, pek hor gördüğünden hastalığından da haberdar olmadı.
O ihsan sahibi ahırda tam dokuz gün yattı. Hiç kimse halini
bilmiyordu.
Er olan, erlere padişahlar padişahı kesilen, kendisini yüzlerce akıl,
bir deniz gibi kaplayan,
Peygambere vahiy geldi, Allah merhameti dertlilere derman oldu,
iştiyakını çeken Hilâl hastadır.
1155. Mustafa kadri yüce Hilâli görmek, ona geçmiş olsun deyip
hatırını sormak için o tarafa doğru yola çıktı.
O ay, vahiy güneşinin ardına düşmüş, sahabe de yıldızlar gibi onun
ardınca gitmedeydi.
Ay Sahabem yıldızlara benzer. İyilere, doğru yolu gösterirler,
azgınları taşlarlar diyordu.
Beye, o padişah geldi dediler. Neşesinden çılgın bir halde yerinden
sıçradı.
O padişahlar padişahını, kendisi için gelmiş sanıp sevinçten ellerini
çırptı.
1160. Aşağıya inip muştucuya canlar saçıyordu âdeta.
Yeri öptü, selâm verdi. Yüzü, sevincinden gül gibi kızarmıştı.
Buyurun, dedi, yurdumuzu şereflendirin de burası cennete dönsün.
Evim, gökyüzünden üstün olsun, çünkü zamanın kutbunu gördüm.
O hürmete değer sultan, onu azarlar gibi dedi ki: Ben seni görmeye
gelmedim.
1165. Bey; ruhum sana feda olsun, dedi, hattâ ruh da nedir ki? Lütuf
et, bu geliş kimin için? Söyle.
Söyle de senin lütuf ve ihsan bağına dikilmiş bir fidan olan o zatın
ayaklarına toprak olayım.
Mustafa, arşın Hilâli nerede? Tevazuundan ay ışığı gibi yerlere
döşenen.
Kullukta gizlenen padişah, o sırları duymak için dünyaya gelmiş er
nerede?
O bizim kulumuz, seyisimiz deme. Şunu bil ki define yıkık yerlerdedir.
1170. Binlerce dolunay, ayaklarının altına döşenmiş olan Hilâl,
hastalıkla ne âlemde acaba? dedi.
Bey; hastalığından haberim yok ama dedi, birkaç gündür yanıma gelmedi.
O, atlarla katırlarla düşer kalkar, seyis olduğu için şu ahırda yatar.
Mustafa aleyhisselâmın, Hilâle geçmiş olsun
demek için o beyin ahırına girmesi ve Allah
razı olsunHilâle iltifatta bulunması.
Peygamber, Hilâli görmek üzere ahıra girdi araştırmaya başladı.
Ahır karanlık, pis ve berbattı. Fakat ülfet zamanı gelip çatınca bu
kötülüklerin hepsi ortadan kalktı.
1175. O erkek aslan, Yusufun kokusunu alan Yakup gibi Peygamberin
kokusunu aldı.
Mucizeler, imana sebep olmaz, sıfatları çeken cinsiyet kokusudur.
Mucizeler, düşmanı kahretmek içindir. Halbuki cinsiyet kokusu, gönül
almaya insanı âşık etmeye sebep olur.
Mucizeler, düşmanı kahreder ama dostu değil. Hiç dostun boynu bağlanır
mı?
Hilâl uykudayken Peygamberin kokusunu aldı, bu gübrelik içindeki şu
güzel koku nedir ki? dedi.
1180. Derken atların, katırların ayakları arasında o eşi olmayan
Peygamberin tertemiz eteğini gördü.
Sürüne sürüne ahırın bucağından gelip o erin ayağına yüzünü, gözünü
sürdü.
Peygamber, yüzünü yüzüne sürdü. Başını, yüzünü, gözünü öptü.
Rabbim dedi, sen ne gizli mücevhersin. Ey arş garibi, nasılsın, iyi
misin?
Hilâl dedi ki: Uykusu dağılmış bir âşıkın ağzına gün doğarsa ne hale
gelir?
1185. Toprak çiğneyen bir susuzu su, güzel bir halde başı üstünde
taşırsa nasıl olur?
Mustafa aleyhisselâm,İsa aleyhisselâmın su
üstünde yürüdüğünü duyunca Yakıyni art-
saydı hava üstünde yürürdü buyurmuştur.
İsa gibi hani. Irmak onu baş üstünde tutardı; Abıhayat içinde gark
olmadan emindi.
Ahmed dedi ki: Eğer yakıyni fazla olsaydı hava ona binek olurdu.
Benim gibi... Ben de havaya bindim, miraç gecesi hava üstünde yürüdüm.
Hilâl dedi ki: Kör ve pis bir köpek, uykudan sıçrayıp kalkar da
kendisini aslan olmuş görünce ne hale gelir?
1190. Fakat okla vurulan aslan gibi bir aslan değil, korkusundan
kılıçların temrenlerin kırıldığı bir aslan!
Yılan gibi karnı üstünde sürünüp giden bir körün gözü açılır, bağı,
baharı görürse ne olur?
Mahiyet ve keyfiyetten kurtulan, keyfiyetsizliğin ebedi hayat yurduna
ulaşan birisi nasıl olur?
Mekansızlık yurduna mahiyet ve keyfiyet bağışlayan bir hale gelir,
bütün keyfiyet ve mahiyetler, köpekler gibi sofrasının etrafına
toplanırsa.
Keyfiyetsizlik âleminden onlara kemik verirse ne olur? Cenabetken sus,
bu sûreyi okuma.
1195. Keyfiyetten gusül edip, tamamı ile yıkanıp arınmadıkça sen bu
musafa dokunma oğlum.
Fakat ey padişahlar, pis olayım, temiz olayım, âlemde bunu okumayayım
da neyi okuyayım?
Sen bana sevaba girmem için diyorsun ki yıkanıp arınmadan su havuzuna
girme.
Fakat havuzun dışında topraktan başka bir şey yok. Havuza girmeyen
temizlenemiyor.
Suyun bu lütuf ve keremi olmasa, her an pislikleri kabul edip
temizlemese,
1200. Vay ona iştiyak çekenlere, vay ona ümit bağlayanlara, vay
onların ebedi hasretine!
Suyun yüzlerce lütfu vardır, yüzlerce ihsanı vardır. Pislikleri kabul
eder vesselâm.
Ey Hak ziyası Hüsamettin, nur seni kötü kuşlardan korur, gözetip
bekler.
Ey yarasalardan gizli olan güneş, Allah nuru ve onun yücelişi, senin
gözcün, bekçindir.
Güneşin yüzündeki perde, ancak parlaklığının fazlalığı ve ışığının
keskin ve şiddetli oluşudur.
1205. Güneşin perdesi de Allah nurudur. Ondan nasipsiz olan yarasadır,
gecedir.
Her ikisi de güneşten uzakta ve perde ardında kaldığından ya yüzleri
kararmıştır, yahut da donup kalmışlardır.
Hilâle ait hikâyenin bir kısmını yazdım. Şimdi de dolunaya ait
hikâyeyi dile getir.
Hilâlle dolunay birdir. İkilikten, noksandan, gidilmeden uzaktır
onlar. Hilâl hakikatte noksan kabul etmez, görünüşteki noksan, yavaş
yavaş dolunay haline gelmek,kemal bulmaktır.
1210. Geceleyin geceye yavaşlık hususunda ders verir. Sıkıntının yavaş
yavaş açılacağını gösterir.
Yavaşlıkla ey ham aceleci der, dama dayanan merdivenden basamak
basamak çıkılır.
Tencereye yavaş ve ustaca kayna, delice kaynayan yemekten hayır gelmez
der.
Allah, âlemi bir kere Kün demekle yaratmaya kadir mi değildi? Bunda
şüphe mi var?
Peki neden bu yaratış, altı gün sürdü; her gün de tam bin yıl kadardı?
1215. Neden çocuk dokuz ayda yaratılmada? Çünkü padişahların âdeti bir
şeyi yavaşlıkla yapmaktır.
Neden Âdemin yaratılışı kırk sabah sürdü, yavaş yavaş o balçığı insan
haline getirdi?
Allah, senin gibi aceleci değildir a ham adam. Sen, şimdi sıçrayıp
koştun; çocuk olduğun halde kendini şeyh göstermedesin.
Kabak gibi her şeyin üstüne çıktın. Nerede sen de savaşta direnecek
ayak
Ağaçlara, duvarlara dayandın, kabak gibi yukarı çıktın a kelceğiz!
1220. Önce bineğin, usul boylu selvidir ama sonunda kupkuru, içi boş
bir hale gelirsin!
A su kabağı, yeşil rengin tez sararır, çünkü o renk iğreti bir
boyadır, aslında yok ki.
Bir kocakarı çirkin suratındaki kılları yolar,
yüzünü boyar,kızıllaştırırdı ama bir türlü
olamazdı
Doksan yaşında bir kocakarı vardı. Yüzü bumburuşuktu, rengi safran
gibi sarıydı.
Yanağı, sofra altısının baş tarafları gibi kat kattı. Fakat erkek
aşkından vazgeçmemişti.
Dişleri dökülmüş, saçları süt gibi ağarmıştı.
Boyu yay gibi bükülmüş, her duygusu değişmişti.
1225. Böyle olduğu halde koca isteği ve şehvet hırsı hâlâ yerindeydi.
Erkek avlamaya aşkı vardı da tuzağı paramparça olmuştu.
Vakitsiz öten bir horoza, yolsuz, yolcusuz bir yola benziyordu. Kızgın
ateşe konmuş boş bir tencereydi sanki.
Meydana âşıktı, fakat ne atı vardı, ne ayağı. Düdük çalmaya
sevdalıydı, fakat ne dudağı vardı ne zurnası!
İhtiyarlıkta Allahm, kâfire bile hırs vermesin. Bu hırsı Allah kime
verdiyse ne kötüdür o kul!
Köpek kocaldı, dişleri döküldü mü adamlara salamaz, ancak pisliğe,
gübreye salar.
1230. Öyle olduğu halde şu altmış yaşındaki köpeklere bak ki her an
köpek dişleri biraz daha keskinleşmede.
İhtiyar köpeğin, derisinden tüyler dökülür; fakat şu ipekler giymiş
kart köpeklere bak bir kere de!
Bu köpeklerin aşkı da alt yanlarıyla paraya, hırsları da. Kocaldıkça
da bu aşkları artıyor, hele bak şu köpek soylarına!
Böyle ömür cehennem sermayesi. Gazap kasaplarına salhane.
Ömrün uzun olsun dediler mi hoşlanır, güler de ağzı açık kalır.
1235. Böyle bir bedduayı dua sanır. Gözünü açmaz, kafasını bir türlü
kaldırmaz.
Kıl ucu kadar ahret ahvalini görseydi, böyle diyene Senin ömrün uzun
olsun derdi.
Bir yoksulun Geylânlı birisine Allah seni
selâmetle evine barkına kavuştursun diye
dua etmesi
Ekmeğe tapan, bir erkek bir yoksul, bir zembilli dilenci, bir gün
Geylânlı zengin birisinden
Ekmek alınca dedi ki: Yarabbi sen bu kulunu hoşlukla, selâmetle evine
barkına kavuştur.
Geylânlı kızıp a çirkin herif dedi, eğer ev bark, benim gördüğüm ev
barksa oraya Allah, seni kavuştursun!
1240. Aşağılık kişiler, her söz söyleyeni hor hakir bir hale
getirirler. Sözü yüceyse, değerliyse bile o sözün kaderini düşürürler.
Çünkü söz, dinleyene göre söylenir; terzi kaftanı adamın boyuna göre
biçer.
Mademki meclisteki dinleyenler aşağılık kişiler, aşağılık söz
söylemeden başka çare yok.
Bu sözü rehine koy da yine o kocakarının hikâyesine başla.
Bir insan kocaldı da bu yolda er olmadı mı adını kocakarı takıver!
1245. Ne sermayesi var, ne değeri, ne de bir sermaye kabul edecek
kabiliyeti.
Ne hoş ve güzel bir şey verir, ne alır. Ne manâsı var ne anlama
liyakati.
Ne dili var ne kulağı, ne aklı var; ne gözü. Ne kendinde, ne kendinden
geçmiş, ne de düşünceye sahip.
Ne niyazı var, ne nazlanacak güzelliği. Soğan gibi kat kat ve her
katıda kokmuş!
Ne bir yol varmış, ne yola gidecek ayağı kalmış. O kahpenin ne bir
yanıklığı var, ne bir ah ve feryadı.
Bir yoksul,evin birinden ne istediyse yok
cevabını aldı.
1250. Evin birine bir yoksul geldi. Kuru ekmek, yahut taze nane
istedi.
Ev sahibi, burada ekmek ne arar? Burası ekmekçi dükkânı mı, aptal
mısın sen dedi.
Dilenci bâri biraz yağ ver deyince dedi ki: Burası kasap dükkânı değil
ki.
A ev sahibi, birazcık un ver bari deyince de, yine ev sahibi, burasını
değirmen mi sandın dedi.
Dilenci her şeyden vazgeçtik, bir çanak su olsun ver dedi. Ev sahibi
cevap verdi: Burası ırmak, yahut çeşme değil.
1255. Hâsılı ekmekten kepeğe kadar ne istediyse ev sahibi kendisiyle
alay etti, acıklandı, yok dedi.
Yoksul içeri girip eteklerini kaldırdı evin içinde aptes bozmaya
niyetlendi.
Ev sahibi; hey çirkin herif ne yapıyorsun, deyince dedi ki: Böyle
yıkık yere bâri aptes bozayım da ferahlayayım.
Burada yaşamanın madem ki imkânı yok, böyle eve ancak aptes bozulur.
Padişah kolunda beslenmedin, avlanmayı bellemedin; zaten doğan
değilsin ki av tutasın.
1260. Tavus kuşu da değilsin ki yüzlerce nakışlarla bezenesin de
gözleri neşelendiresin.
Dudu değilsin ki sana şeker versinler, tatlı sözlerini dinlesinler.
Bülbül değilsin, âşıkçasına ağlayıp inleyesin, çayırlıkta, çimenlikte
yahut lâle bahçelerinde güzel güzel çileyesin.
Hüthüt değilsin ki çavuşluk edesin. Leylek değilsin ki yücelerde yurt
tutasın.
Ne iştesin sen? Seni ne diye satın alsınlar? Ne kuşusun sen? Seni ne
diye yesinler?
1265. Bu değer bilmezlerin dükkânından vazgeç, yücel Allah satın
alır ihsanının dükkânına gel!
Köhneliğinden kimsenin almadığı o kumaşı o kerem sahibi alır.
Onun yanında hiçbir kalp red edilmez; çünkü alış verişten kâr beklemez
ki.
Kocakarının hikâyesi
O bunak sokağa bir gelin gibi çıkmak istedi; o azgın karı, kaşlarını
yoldu.
Yanağını, yüzünü, ağzını güzelleştirip süslenmek için aynanın önüne
oturdu.
1270.Yüzüne neşeyle birkaç kere allık sürdü; fakat pörsümüş suratını
bir türlü boya tutmadı.
Kuranın aşır başlarındaki tezhipleri kesti, pis mundar suratına
yapıştırdı.
Bu suretle yüzünün buruşuklarını örtmek, güzeller halkasına yüzük taşı
olmak istiyordu.
O tezhipli yerleri yapıştırdıkça yapıştırıyor, fakat çarşafını giydi
mi hepsi yere düşüyordu.
Yine onları alıp tükürüklüyor, yüzüne yapıştırıyor,
1275. Fakat yine çarşafına büründü mü hepsi, yere dökülüyordu.
Bir hayli çalıştı, çabaladı. Nihayet şeytana yüzlerce lânet dedi.
Bu sözü der demez İblis göründü de dedi ki: A kademsiz kadit olmuş,
kurumuş, kokmuş kahpe!
Ben bütün ömrümde bunu düşünmediğim gibi senden başka da bu işi yapan
kahpe görmedim.
Kötülükte acayip bir tohum ektin, âlemde musaf bırakmadın.
1280. Sen şeytan ordusunda yüz tane şeytan ordususun. A pis kocakarı,
bırak beni!
Yüzün elma gibi kızarsın diye kitap bilgisinden nice aşirler çaldın.
Satmak ve onlarla kendine şeref ve mevki satın almak için Allah
erlerinin nice sözlerini aşırdın.
Fakat eğreti renk senin yüzünü kızartmadı. Hurma ağacına bağlanan dal,
hurma vazifesini görmedi.
Sonunda ölüm çarşafı gelip seni bürüdü mü bütün bu ziynetler,
yanağından düştü.
1285. O göç zamanının Hadi... kalk, kalk sesi geldi mi bütün
dedikodular yok olur gider.
Sükût âlemi gelir çatar. Bari sen, o gelmeden sus. Vay o kişiye ki
ölümle ünsiyeti yoktur!
Gönlünü bir iki günceğiz cilâla da o aynayı kendine defter edin.
Sahip kıran Yusufun sayesinde Züleyha yeni baştan gençleşti.
Kocakarı soğuğunun o soğukluğu, temmuz güneşiyle değişiverir.
1290. Meryemin sızıldanışıyla kurumuş hurma dalı yeşerir, hurma
verir.
A kocakarı, kaza ve kaderle niceye bir savaşıp duracaksın, geçmişi
bırak da eldekini ara.
Mademki yüzünün güzelleşmesine imkân yok; ister allık sür, ister kara
mürekkep!
Hekimin iyileşmesinden ümit kestiği hasta
Birisi hastalandı. Hekime gidip dedi ki: Nabzımı ele al da,
İçimdeki derdi anla. Çünkü nabızdaki damar, kalbe ulaşır.
1295. Kalp görünmez, kayıptır. Onun hali, nabızdan anlaşılır, çünkü
nabızla ilişiği vardır.
Ey emin kişi, yel de gizlidir; kopardığı tozdan, uçurduğu yapraklardan
anlaşılır.
Sağdan mı esiyor, soldan mı? Onu sana yaprakların hareketi söyler.
Gönül sarhoşluğu nerededir? Görmezsin. Onu nergise benzeyen mahmur
gözlerde ara.
Allahnın zatından da uzak olduğun için onu peygamberlerle mucizelerden
bile bilirsin.
1300. Gizli olan mucize ve kerametler, temiz pirlerden gönüllere
akseder.
Onların gönüllerinde yüzlerce hazır kıyamet vardır... En aşağısı
şudur: Komşuları sarhoş olur.
Kutlu bir kişinin yanına göçen talihli, Allah ile düşüp kalkıyor
demektir.
Cansız şeylere tesir eden mucize ya sopa ( nın ejderha olması) dır, ya
deniz(in bölünmesi) dir, yahut da ayın ikiye ayrılışı.
Fakat vasıtasız olarak cana tesir ederse gizlice bir ilgiyle
ilgilenir.
1305. Mucize ve kerametlerin cansız şeylere tesiri eğretidir,geçip
gider.Fakat ruha tesiri daimidir, birbiri ardınca ulanır durur.
Bu suretle o cansız şeyden adamın gönlüne tesir eder. Ne hoştur hamur
heyulası olmayan ekmek.
Ne hoştur Mesihin hiç eksilmeyen sofrası, ne hoştur Meryemin bağsız,
bahçesiz yetişen meyvesi.
Kamil erin canından kopup gelen mucizeler, talibin canına, gönlüne
hayat gibi tesir eder.
Mucize denizdir, nakıs kişiyse karada yaşayan kuş. Suda yaşayan kuş,
helâk olmadan emindir.
1310. Her namahremin canını âciz eder, fakat hem dem olan kişinin
canına kudret bağışlar.
İçinde bu kutluluğu bulamazsan her an zahirden istidlalde bulun.
Tesirler, insanın duygularında görünür durur. Bunlar, tesir edeni
haber verirler.
Her ilâcın manâsı hakikati, her hünerin sanatı, sihri gibi gizlidir.
Fakat yaptığı işe ve eserlerine bakarsan hakikati gizli olmakla
beraber onu meydana çıkarırsın.
1315. İçinde gizli olan kuvvet, fiile gelince açığa çıkar,
görünür.Bunların hepsi, sana eserleriyle görünür de nasıl olur. Allah,
eserleriyle görünmez?
Sebeplerle tesirler, iç ve kabuk değil mi? Araştırırsan hepsi de onun
eserleri değil mi?
Eserlerine bakıyor da bazı şeyleri seviyorsun, peki, neden eserleri
bağışlayandan haberin yok?
Bir hayale kapılıp halkı seviyorsun da doğu ve batının padişahını
nasıl sevmiyorsun?
1320. Ey ulu kişi, bu sözün sonu gelmez. Bu husustaki hırsımız da
dilerim bitmesin.
Hasta hikâyesi
Dön de hasta hikâyesini söyle, ayıpları örten hekimle macerasını
anlat.
Hekim, hastanın nabzını tutup halini anladı. İyileşme ümidi hiç yoktu.
Dedi ki: Gönlün ne dilerse onu yap da bedenindeki bu eski dert gitsin.
Hatırına ne gelirse yap, geri durma da sabır ve perhiz, sana eziyet
vermesin.
1325. Bil ki sabır ve perhiz, bu hastalığa ziyandır, gönlüne geleni
yap.
Hastaya, Allahnın dediği gibi âdeta Dilediğinizi yapın dedi.
Hasta âlâ dedi, haydi sen git, hayra karşı. Ben ırmak kıyısına seyre
gidiyorum.
Kendisine sıhhatten bir kapı açılsın, iyileşsin diye gönlünün
dilediğince ırmak kıyısında gezinip duruyordu.
Su kenarında bir sofi oturmuş, elini yüzünü yıkıyor, temizken bir kat
daha temiz oluyordu.
1330. Hasta sofinin kafasını görünce hülyaya kapıldı, içinden bir
sille vurmak isteği coştu.
Bulgur aşına tapan sofinin kellesine vurmak için elini kaldırdı.
Hekim, içinden geçeni yapmazsan o, sana dert olur dedi.
Allah da Kendinizi, elinizle, tehlikeye atmayın buyurmuştur. Hele
bir sille aşk edeyim.
Bu sabır ve perhiz, bir tehlikedir. Başkaları gibi çekinme, bir iyice
vur bakalım diyordu.
1335. Silleyi aşk edince sofinin kellesinden şırrak diye bir ses
çıktı. Sofi, hey asi kaltaban diye bağırdı.
Ona iki üç yumruk vurmak, sakalını, bıyığını yolmak istedi ama
vazgeçti.
Halk da hastadır, hummalıdır, çaresizdir. Şeytanın igvasıyla böyle
sille vurur durur.
Hepside suçsuzları incitmeye haristir. Birbirlerinin kafasını noksan
görürler
Ey suçsuzların kafasına vuran, bunun cezasını kendi kafanda görmüyor
musun?
1340. Ey hava ve hevesini hekimlik sanıp zayıfları tokatlamaya
kalkışan!
Sana bu ilâçtır diyen, seninle alay etmiş, sana gülmüştür. O, Âdeme
de buğdaya kılavuzluk ettiydi ya!
Ey Allah yardımını dileyen Âdem ve Havva, ilâç için bunu yiyin, Ebedi
olarak yaşarsınız demişti ya!
Şeytan, Âdemin ayağını titretti, sürçtürdü, onun kafasına vurdu.
Fakat o sille döndü, şeytanın kafasına geldi, ona ceza oldu.
Şeytan, Âdemi adam akıllı sürçtürdü ama Âdemin arkası Allah idi,
elini tutan Haktı.
1345. Âdem bir dağdı, yılanla dolsa ne çıkar? Tiryak madeniydi, ona
hiçbir zarar gelmedi.
Sende tiryakten bir zerre bile yok, kurtulacağını nasıl umuyor, nasıl
aldanıyorsun?
Nerede sen de Halilcesine Allahya dayanma, nerede sende Kelîmdeki
keramet?
Nerede o Allahya dayanma ki kılıcın İsmaili kesmesin, nerede o
keramet ki Nilin dibini ana cadde yapasın?
Kutlu bir adam, minareden düşse elbisesine rüzgâr dolar, onu yere
yavaş indirir, kurtulur.
1350. Ey güzel adam, o bahta inanmıyorsan neden kendini yele
veriyorsun ya?
Bu minareden Âd gibi yüz binlercesi tepesi üstüne düştü, başlarını da
yele verdiler, canlarını da.
Bu minareden tepesi üstüne düşen milyonlarca kişiye bak.
İp üstünde oynamayı bilmiyorsan ayaklarına şükret, yeryüzünde yürü.
Kendine kâğıttan kanat yapıp dağdan uçmaya kalkışma. Bu sevdada
niceler başından oldu.
1355. O sofi, kızgınlıktan ateşlendi, ateşe döndü ama işin sonuna göz
attı.
Taneyi almayan ve tuzağı gören kişi, ilk saftan adım atar atmaz durur,
ileri gitmez.
İşin sonunu gören gözlere ne mutlu. Onlar, bedenin bozulup çürüyüşünü
görürler.
Ahmedin gözü de onu görmüş, cehennemi buradayken kıldan kıla
seyretmişti.
Arşı, kürsüyü, cennetleri görmüş, gaflet perdelerini yırtmıştı.
1360. Zarardan kurtulmak istiyorsan gözünü işin önünde kapa, sonuna
bak.
Sona bak da yokları var gör, varları, duyguyla duyulan aşağılık bir
şey bul.
Bâri şunu gör:Akıllı olan herkes gece gündüz yoku aramadadır.
Yoksulluğa düşüp de cömertliği kim aramaz, dükkânlarda bir kâr elde
etmeyi kim istemez?
Tarlalarda kim mahsul istemez, fidanlıklardan kim bir fidan ummaz?
1365. Medreselerde bilgi elde etmeyi istemeyen, ibadet yurtlarında
Allah lütfunu dilemeyen var mı?
Bütün bunlar varları, ardlarına atmışlar yokları istemekte, yoklara
kul olmaktadırlar.
Çünkü Allah sanatının madeni mahzeni, yokluktan başka bir yerde
tecelli etmez.
Bundan önce bir remizdir söylemiştik. Sakın bunu ve onu iki görme.
Demiştik ki her sanat sahibi, sanatını meydana getirmek için yokluk
arar.
1370. Mimar, yapılmamış bir yer, yıkılmış, tavanları çökmüş bir yurt
arar.
Saka, içinde su olmayan kap peşindedir. Dülger, kapısı bulunmayan bir
ev aramaktadır.
Avlanma zamanında hepsi de yokluğa saldırırlar. Ondan sonra da hepsi
yokluktan kaçarlar.
Mademki ümidin yoklukta, neden çekiniyorsun ondan? Tamahının enis
olduğu şeyden bu çekinme nedir?
Mademki tamahın o yokluktur, yokluktan, yok oluştan bu kaçışın neden?
1375. Eğer bir yuvaya enis olmuşsan neden yokluk pususunda bekliyorsun
a canım?
Elinde ne var, ne yoksa hepsinden gönlünü çekmiş, gönül oltasını
yokluk denizine salmışsın.
Öyle olduğu halde bu murat denizinden kaçışın neden? O denizden oltana
yüz binlerce av düştü.
Neden kârın adını ölüm taktın? Büyüye bak ki kâr sana ölüm görünmede.
Onun büyüsündeki sanat, iki gözünü de bağladı da canlar, kuyuya rağbet
ettiler.
1380. Allah hilesiyle hayaline kuyunun üstündeki ova tamamı ile yılan
zehrinden ibaret görünür.
Hâsılı kuyuyu, sığınılacak yer sanır, nihayet ölüm de onu kuyuya atar.
Söylediğim bu çeşit yanlışları Attarın sözlerinden dinle azizim!
Sultan Mahmutla Hintli köle
Allah rahmet etsin, hikâye etmiş, Gazi padişah Mahmudu anarak inciler
delmiştir.
Hint savaşında o ulu ve temiz kişi bir köle elde etti.
1385. Onu halife yaptı, tahta oturttu. Ona ordu verdi, onu kendisine
oğul edindi.
Bu hikâyeyi uzun boylu ve etraflı olarak o din büyüğünün kitabında bul
oku.
Hâsılı o çocuk, o güzelim tahtın üzerinde o büyük padişahın yanı
başında otururdu.
Daima yanar yakılır, ağlar dururdu. Padişah dedi ki: Ey bahtı kutlu!
Neden ağlıyorsun? Devletin mi bozuldu? Padişahlardan üstünsün,
padişahlar padişahıyla düşüp kalkmadasın.
1390. Sen şu tahtın üstünde oturuyorsun. Vezirlerle asker, tahtının
önünde ay ve yıldızlar gibi saf saf duruyorlar.
Çocuk, şundan ağlıyorum dedi; Anam memleketimizde.
Beni daimi seninle korkutur, seni aslan Mahmudun elinde göreyim
derdi.
Babam, anama sıkılır, bu ne kızgınlık, bu ne kötü dilek.
Bundan başka bir beddua bulamıyor musun da böyle kötü ve öldürücü
bedduada bulunuyorsun.
1395. Ne merhametsiz, ne taş yürekli anasın, onu âdeta yüzlerce
kılıçla kesip öldürmedesin diye kızar, savaşırdı.
Ben ikisinin sözüne şaşardım, gönlüme bir korkudur, bir derttir
düşerdi.
Mahmud acaba ne cehennem adamki derdim, helâke, felâketlere örnek
olmada.
Senin korkundan titrer dururdum, keremlerinden, ağırlamalarından
tamamıyla gafildim.
Neden anan şimdi gelsin de beni taht üstünde görsün ey cihan padişahı!
1400. İşte yoksulluk da ey daralmış adam, o Mahmuda benzer,
tıpkısıdır. Tabiatın, seni yoksullukla korkutur durur. |