Fakat bu yüce ve adalet sahibi Mahmudun merhametini
bilsen sonu hayır olsun, Mahmut olsun dersin.
Ey gönlü korkup duran, yoksulluk sana göre Mahmuttur. Seni yoldan
çıkaran tabiatını pek dinleme.
Yoksulluğu adam akıllı avlasan o çocuk gibi kıyamete dek ağlarsın.
Beden, insanı besleme hususunda anaya benzer ama sana yüz düşmandan
daha düşmandır.
1405. Bedenin hasta oldu mu sana ilaç aratır, kuvvetlendi mi seni
şeytanlaştırır, bir put haline sokar.
Şu sitemlerle dopdolu olan bedeni bir zırh bil; ne kışa yarar ne yaza.
Sabredersen kötü arkadaş iyidir. Sabır, insanın göğsünü açar, insanı
genişletir.
Ayın gece sabretmesi , onu apaydın bir hale kor. Gülün dikene sabrı,
onu güzel kokulu bir hale getirir.
Aslanın pislik ve kan içinde kalıp sabretmesi , onu deve yavrularıyla
doyurur.
1410. Peygamberlerin münkirlere sabretmesi onları Allah hassı yapmış ,
sahipkıran etmiştir.
Kimde bir düzgün esvap görsen bil ki onu sabretmek , uğraşıp
kazanmakla elde etmiştir.
Kimi aç , çıplak görürsen bu hali , sabırsızlığına tanıktır.
Kim ürker , canı dertler içinde kalırsa mutlaka bir kötü kişiye
arkadaşlık etmiştir.
Eğer sabretsen ülfetine tahammül edip vefa göstersen sevdiğinden
ayrılmaz , başını dövmezdin.
1415. Balla sütün karıştığı gibi Allah huyuyla huylansaydın Ben
batanları sevmem der,
Kervandan arda kalmış ateş gibi yol üstünde yalnız başına kala
kalmazdın.
Sabırsızlıktan Allahdan başkasına eş oldun mu onun ayrılığıyla
dertlenirsin , hayrın kalmaz.
Sohbetin halis altınsa nasıl oluyor da haine emanet ediyorsun ?
Allahyla düş kalk, onun huylarıyla huylan da emanetlerin zâyi olmaktan
da emin olsun, eksilmekten de.
1420. Huyları yaratanın huyuyla huylan,peygamberlerin ahlâkını
yetiştirip besleyen Allahnın ahlâkına bürün.
Ona bir kuzu versen sana bir sürü bağışlar.Her sıfatı , kemale götüren
zaten Allahdır.
Kuzuyu kurda emniyet edebilir misin?Sakın kurtla Yusufu yoldaş etme.
Kurt kurnazlıktan gelir, tilkilenirse sakın aldanma , ondan iyilik
gelmez.
Bilgisiz adam bir müddet seninle gönül arkadaşlığında bulunsa bile
nihayet cahillikten sana bir zahım vurur.
1425. Onun iki aleti vardır, o hunsadır.Her iki aletinin işi , nihayet
meydana çıkar.
Erlik aletini kadınlardan saklar, onlara bir kız kardeş olur.
Erlerden de kadınlık aletini , eliyle örtüp gizler.Kendisini erkek
gösterir.
Allah , Onun gizli ayıbını meydana çıkarır, burnunun üstünde erlik
aleti gibi gösteririz de
Gözü olan kullarımız o işvecinin hilelerine aldanıp çuvala girmezler
dedi.
1430. Hâsılı her alet insanı erkek etmez. Eğer bilgin varsa kendine
gel de bilgisizlikten kork.
Tatlı sözlü cahil dostun sözlerine pek kapılma.O sözler
eskimiş,yıllanmış zehire benzer.
Anasının canı, gözümün nuru der ama günden güne artan duran dertten,
hasretten başka bir şey vermez sana.
O ana, babaya açıkça, yavrucuğum mektepten bezdi, soldu sarardı der..
Başka karından olsaydı ona bu kadar cefada bulunmazdın.
1435. Doğrusunu istersen bu yavrucuk, senin oğlun olmasaydı ve ben
doğurmasaydım, yine anası, bu sözü söylerdi!
Kendine gel, bu anadan , onun merhametinden kaç. Babanın sillesi, onun
helvasından yeğdir.
Ana nefistir
Baba da cömert akıl. Akla uyan önce daralır ama sonunda
yüzlerce genişliğe uğrar.
Ey akılları ihsan eden Allah, feryada yetiş. Sen bir şey dilemezsen
hiç kimse dilemez.
İstek de sendedir, ihsan da. Biz kimiz ki? Evvel de sensin , âhır da.
1440. Hem sen söyle, hem sen dinle, hem sen ol. Biz bunca malımız
mülkümüzle yine hiçbir şey değiliz.
Yarabbi, bize tekliflerde bulundun, lûtfet de secdeye rağbetimizi
artır;bize cebir tembelliğini gönderip şevkimizi söndürme.
Cebir, kâmillerin kolu, kanadıdır.. Tembellerin bağı, zindanı.
Bu cebri, Nil suyu gibi bil. Mümine sudur, kâfire kan.
Kanat, doğan kuşlarını padişaha götürür, kuzgunları mezarlığa.
1445. Şimdi sen, yokluğu anlatmayı bırak. Çünkü panzehire benzer de
zehir sanırsın.
Ey kapı yoldaşı, kendine gel. Hintli çocuk gibi yokluk Mahmudundan
korkma sakın.
Şimdi bürünmüş olduğun varlıktan kork. O varlık hayali bir şey
değildir, sen de bir şey değilsin!
Hiçbir şey olmayan bir şey, hiçbir şey olmayan bir şeye âşık olmuş;
hiç var olmamış , hiç var olmamışın yolunu kesmiştir.
Bu hayaller, ortadan kalktı mı akla sığmaz şeylerin apaçık görünür
sana!
Geçip gitmiş olanlara ölüm yüzünden elem ve
sıkıntı yoktur; onlar ancak ellerinde olanı
kaybettiler, ona acınırlar
1450.İnsanların başbuğu doğru söylemiştir: Dünyadan geçip giden
kişinin
Ölüm yüzünden bir derdi, bir acısı yoktur.Elindekini kaçırdığından
dolayı, yüzlerce acıya düşer.
Neden her devletin , her nimetin mahzeni olan ölümü kıble edinmedim?
Şaşkınlığımdan bütün ömrümce hayalleri kıble edindim, onlar da ecel
gelince kaybolup gittiler der.
ölenlerin hasreti ölüm değildir. Neden suretlere kapıldık? Diye
acınırlar.
1455. Bunların bir suretten, köpükten ibaret olduğunu görmedik.
Halbuki köpük, denizden doğar, denizde gelişir ve hareket eder.
Deniz , köpükleri karaya attı mı mezarlığa git de o köpükleri seyret!
Nerde sizin hareketiniz, oynaşmanız? Deniz sizi mahvolmaya mı terk
etti de.
Onlar sana dille,dudakla değil de hal diliyle bu soruyu bize sorma,
denize sor desinler.
Köpük gibi olan suret de dalga olmadan nasıl oynar? Yel olmadıkça
toprak nasıl olur da havalanır?
1460. Suret tozunu gördün ya, yeli de gör. Köpüğü gördün ya , icat
denizini de seyret.
Gör, gör ki sende yalnız bu görüş, bu bakış işe yarar.Bundan ötesini
sorarsan yağsın, etsin, ilik ve sinirden ibaretsin.
Fakat yağın mumları ışıklandırmaya yaramaz. Etin , sarhoşa kebap
olmaz.
Bütün bu bedenini bakışta erit, bakışa yürü, bakışa git, bakışa var!
Bir vardır, iki fersahlık yolu görür; bir bakış vardır, iki âlemi
görür, padişahın yüzünü de.
1465. Bu ikisinin arasında sayıya sığmaz fark var.Gizli şeyleri Allah
bilir ama gözüne bir sürme ara.
Yokluk denizini anlattık, duydun ya. Çalış da daima bu denizde ol.
Çünkü tezgâhın aslı yokluk âlemidir;orada hiçbir şey yoktur,
bomboştur, oranın nişanesi bulunmaz.
Bütün ustalar, işlerini göstermek için yokluğu ve sınıklık yurdunu
ararlar.
Ustaların ustası Allahnın da tezgâhı yokluktur.
1470. Nerde yokluk fazlaysa orası Allah tezgâhıdır, Allah işi
oradadır.
Yokluk , en yüksek derece olduğundan yoksullar, oraya vardılar, ödülü
aldılar.
Hele bedenini, malını yok etmiş derviş, hepsinden ileridir. Fakat iş
beden yokluğundadır, dilencilikte değil.
Dilenci, malı bitmiş kişidir; kanaat sahibi ise, bedenine kıyan kişi.
Artık dertten şikâyet etme. Çünkü dert , insanı yokluğa sürüp götüren
rahvan bir attır.
1475. Ben bu kadarını söyledim, ötesini sen düşün. Fikrin donmuşsa ,
düşünemiyorsan yürü, zikret.
Zikir, fikri titretir, harekete getirir. Zikri bu donmuş fikre güneş
yap.
İşin aslı cezp eder. Fakat kardeş , işten kalıp o cezbeyi bekleme.
Çünkü işi bırakmak , nazlanmaya benzer. Canıyla oynayan hiç
nazlanabilir mi?
Oğul,ne kabul edilmeyi düşün, ne reddedilmeyi. Sen daima emri, nehyi
gör, gözet.
1480. Derken cezbe kuşu , birden bire çerden çöpten yapılmış
yuvasından uçar, görünüverir. Onu gördün mü sabah oldu demektir, mumu
o vakit söndür.
Gözler , perdeleri delip hakikati görmeye başladı mı bu nur, onun
nurudur artık. Bu nura sahip olan , dışa bakar, içi görür.
Zerrede ebedî varlık güneşini görür, katrada bütün denizi.
Yine sofi hikâyesi,sofiyle kadı
Sofi dedi ki: Kafaya yenen bir sille yüzünden körcesine baş vermeye
gelmez.
Teslim hırkasını giyinmişim, bana sille yemek kolay gelir.
1485. Düşmanını pek arık gördü, ben de düşmanca bir yumruk vursam.
Kalay gibi eriyip akıverecek. Derken padişah kısas emredecek.
Zaten çadır harap, direk kırık, yıkılmaya bahane arıyor.
Bu ölü herif için kılıç altına gitmek, kısasa razı olmak yazıktır
doğrusu, yazık dedi.
Onu dövemediğinden kadıya götürmeyi kurdu.
1490. Çünkü kadı, Allahnın terazisidir. Kilesine şeytan hilesi
giremez.
O, hasetlerin, çekişlerin makasıdır. İki düşmanın savaşını,
dedikodusunu keser.
Afsunu ,şeytanı şişeye hapseder. Kanunu, fitneleri yatıştırır.
Tamahkâr düşman teraziyi görünce serkeşliği bırakır, onun hükmüne
uyar.
Fakat terazi olmazsa çok bile versen payına razı olmaz.
1495. Kadı rahmettir, savaşı defeder, kıyametteki adalet denizinden
bir katradır o.
Karta, küçük ve ayağı kısa bile olsa denizin letafeti, ondan belli
olur.
Gözündeki tozu temizledin mi bir katradan Dicleyi görebilirsin.
Cüzüler küllerin haline tanıktır. Gün battıktan sonra batıda beliren
kızıllık, güneşin varlığını bildirir.
Allah Güneş battıktan sonra batıda beliren kızıllığa and olsun
dediği zaman Ahmedin cismine yemin etmiştir.
1500. Karınca, bir tanecik buğdayı görüp harmanı anlasaydı hiç o bir
tane buğdayın üstüne titrer miydi?
Sen yine sözüne gel, sofi sabırsız. Yediği sillenin cezasını acele
istemekte.
Ey zulümler eden, nasıl oluyor da gönlün hoş, yaptığını çekmeyeceksin
mi sanıyorsun da gafil oluyorsun?
Yoksa yaptıklarını unuttun mu ki gaflet, perdelerini indirdi?
Ardında düşmanların olmasaydı kâinat sana haset ederdi.
1505. Fakat sende olan hukuk yüzünden hapistesin. Yaptığın isyanlar
yüzünden azar azar özür dilemeye bak.
Bak da ceza veren seni birden tutmasın. Ey dost, suyunu durult.
Sofi kendisine sille vuran adamın yanına gidip dâvacı gibi eteğine
yapıştı.
Onu çeke çeke kadının yanına götürdü. Bu ters eşeği ya eşeğe bindir,
halka göstererek ceza ver.
Yahut da döverek cezalandır. Artık hangisini münasip görürsen onu yap.
1510. Senin verdiğin cezadan ölse bile ölür gider, soran bile olmaz.
Kadının şeran vurduğu sopayla birisi ölürse kadı, onu ödemez. Çünkü
şeriatin emri oyuncak değildir.
O, Allah vekilidir, Allah adaletinin gölgesidir. Her hak sahibiyle
cezaya müstahak olanın aynasıdır o.
O, mazlumun hakkını hak etmek için ceza verir, kendi ırzı için
kızgınlığından yahut da bir şey kazanmak için değil.
Onun cezası, Allah içindir, kıyamet günü içindir. Bu ceza da bir hata
olsa bile ona diyet lâzım gelmez.
1515. Çünkü birisini kendisi için döven borçludur. Allah için döven
her şeyden emindir.
Baba oğlunu dövse de oğlu ölse kan diyetini vermesi lâzımdır.
Çünkü onu, kendi işi için dövmüştür. Oğlun, babaya hizmeti vaciptir.
Fakat çocuğu öğretmeni dövse de çocuk, bu dayaktan ölse korkma,
öğretmene hiçbir şey olmaz.
Çünkü öğretmen Allah vekilidir, emindir. Her eminin hakkındaki hükümde
böyledir.
1520. Talebenin öğretmene hizmeti farz değildir. Bu yüzden de üstat
ona kendisi için bir ceza vermez.
Baba döverse kendi hizmeti için döver, bundan dolayı,kan pahasından
kurtulamaz.
Ey Zülfikar, kendi varlığının, benliğinin başını kes. Kendinden geç,
derviş gibi yok ol.
Kendinden geçtin, varlığını bıraktın mı, ne yaparsan Allah yapar. Sen
atmadın, Allah attı hükmüne girersin, eminsin.
O diyet Allahyadır, emin olan adama değil. Bu, Fıkıh ta uzun uzadıya
ve etraflıca anlatılmıştır.
1525. Her dükkânın ayrı bir sanatı, ayrı bir kârı vardır. Mesnevide
yokluk dükkânıdır oğul.
Kunduracı dükkânında güzel deriler bulunur. Herhangi bir tahta parçası
görürse bil ki kundura kalıbıdır.
Kumaş satanlarda kumaşlar, ipekliler bulunur, demir olsa olsa arşın
olarak vardır.
Mesnevimiz vahdet dükkânıdır. Orada birden başka ne görürsen puttur.
Halkı tuzağa düşürmek için putu övmeyi Onlar ak ve yüce kuşlardır
sözü gibi say.
1530. Peygamber, onu Vennecmi suresinde okudu ama o söz, surede bir
âyet değildi, sınama için söylenmiş bir sözdü.
Sonunda bütün kâfirler de secde ettiler. Bu, bir sırdı, bu suretle
onlar da yere baş koydular.
Bundan sonra anlaşılması güç, karışık bir söz vardır. Sen, Süleymanla
bulun, şeytanlara karışma.
Yine sofi ile kadı hikâyesine gel, o zayıf ve perişan, fakat zalim
adamın hikâyesini anlat.
Kadı dedi ki: Oğul, önce tavanı durdur da ondan sonra ona hayır, şer
bir resim yapayım.
1535. Vuran nerede? Vurduğu yer neresi? Yahu, bu, hastalıkla bir hayal
olmuş!
Şeriat,dirilerle zenginler içindir. Hiç mezardaki ölülere şeriat
hükümleri tatbik edilebilir mi?
Yoklukla kendilerinden geçmiş olanlar, o ölülerden yüz kat daha
ölüdür.
Ölü, bir kere ölmüş, bu âlemden geçip gitmiştir. Halbuki sofiler, yüz
taraftan ölmüşlerdir.
Ölüm, bir kere öldürülmedir. Halbuki bu, üç yüz ölümdür, her birine de
sayısız diyet vardır.
1540. Allah, bunları defalarla öldürmüştür ama diyetleri için de
ambarlar dökmüştür.
Bunların her biri hakikat âleminde Circise benzerler. Altmış kere
öldürülmüşler, altmış kere dirilmişlerdir.
Bu çeşit adam, ihsan sahibi kılıcın zevkiyle öldürülmüştür; fakat bir
kere daha vur diye yanar, sızlanır durur.
Vallahi şehit olan, o canlar bağışlayan varlığın aşkıyla ikinci defa
öldürülmeye öyle bir âşıktır ki!
Kadı dedi ki: Ben dirilere hükmederim, mezarlıkta yatan ölülere değil.
1545. Bu, görünüşte mezarda alçalmış, ölü değil ama mezarlar onun
varlığında gizli.
Mezarda ölüyü çok gördün, bir de ölüde mezarı gör ey kör adam.
Bir mezardan üstüne bir kerpiç düşse ne yaparsın, akıllılar kalkarlar,
mezardan dâvacı olurlar mı?
Ölüye kızıp da kinlenmeye, öç almaya kalkışma. Hamam duvarındaki
resimle kavgaya girişme.
Şükret ki sana bir diri vurmadı. Çünkü dirinin reddettiğini Allah da
reddeder.
1550. Dirilerin kızgınlığı, Allah kızgınlığıdır, Allah zahmıdır. Çünkü
o dışı temiz kişi, Allahyla diridir.
Allah onu öldürmüş, ayağından üflemiş, çabucak kasap gibi derisini
yüzmüştür.
Allahnın üfürmesi, ona ebedî olarak kalır. Allahnın üfürmesi kasabın
üfürmesine benzemez.
Fakat Allah üfürmesiyle kasap üfürmesi arasında çok fark vardır. Bu,
baştan aşağıya kadar lûtuftur, kemaldir, öbürü tamamıyla ayıp ve ar.
Bu dirilik,o üfürmeyle mahvolmuştur; o dirilik, o üfürmeyle gelmiştir,
ebedîdir.
1555.Bu soluk, o soluk değildir ki söze sığsın, anlatılabilsin.
Kendine gel de şu kuyunun dibinden köşkün üstüne çık, yücel!
Bunu eşeğe bindirmenin şeriatta yeri yok. Sopanın resmini eşeğe
bindiren var mıdır hiç?
Onu eşeğe değil, tabuta bindirmek daha doğru, daha yerinde.
Zulüm nedir? Bir şeyi lâyık olduğu yere koymamak. Sen de onu, ona
lâyık olan yerden başka bir yere koyup zâyi etme.
Sofi dedi ki: Peki, hiçbir suçum, günahım yokken bana bir sille
vurmasını reva görüyor musun?
1560. Demek ki bir değirmen eşeği, hiçbir suçu olmayan sofiye bir
sille aşk edebilir ha?
Kadı, zayıf adama, az çok paran var mı? diye sordu. Adam, dünyada
yalnız altı kuruşum var, deyince,
Peki dedi, üç kuruşunu sen harcan, üç kuruşunu da hiç lâf etmeden ver
bu adama.
O da zayıf, yok yoksul bir adam. Üç kuruşla kendine ekmek katık alır.
Hasta adamın gözü kadının ensesine ilişti. Baktı ki onun kellesi,
sofininkinden daha hoş.
1565. Vurduğum sillenin cezası ucuz deyip vurmak için elini kaldırdı.
Kadının yanına gidip kulağına bir şey söyleyecek gibi yaptı, ensesine
bir hudayi sille aşketti.
Dedi ki: Altı kuruşu bölüşün ben de hırıltıdan gürültüden kurtulayım!
Kadının bundan kızması,sofinin ona sitemde
bulunması
Kadı kızınca sofi, hey dedi. Şüphe yok ki senin hükmün adalettir,
azgınlık değil.
Ey din şeyhi, ey emin adam! Kendine yapılmasını istemediğin şeyi
kardeşine nasıl hükmediyorsun?
1570. Bilmiyor musun ki benim için kuyu kazarsan nihayet kendin
düşersin.
Kim kardeşine kuyu kazarsa kendi düşer hadisini okumadın mı?
Okuduysan a babasının kuzusu önce o hükme sen uy.
Kafana bir sille inmesine sebep olan şu tek hükmün yok mu? Eğer öbür
hükümlerin de böyleyse,
Vay senin hükümlerine. Kim bilir onlar da başına, ayağına ne dertler
getirir?
Bir zalime, sana harcamak için üç kuruş lâzım diye acırsın ha.
1575. Acımanın yeri mi? Zalimin elini kes. Halbuki sen, hükmü, dizgini
o zalimin eline veriyorsun.
Sen ey adaleti bilinmez adam, kurt yavrusuna süt veren keçiye
benziyorsun!
Kadının sofiye cevap vermesi
Kadı dedi ki: Kaza ve kaderden gelen her silleye her cefaya razı
olmamız gerek.
Alnımızın yazısına içten razıyım, yüzüm ekşidi ama hoş gör; hak,
acıdır.
Gönlüm bağdır, gözüm buluta benzer. Bulut ağladı mı bağ güler,
neşelenir, hoş bir hale gelir.
1580. Kıtlık yılında gülüp duran güneşin yüzünden bağlar, bahçeler
ölüm haline girer, can çekişirler.
Allahnın Çok ağlayın emrini okumuşsundur. Peki, ne diye pişmiş
kelle gibi sırıtıp kaldın ya?
Mum gibi daima göz yaşı dökersen mum gibi evi aydınlatmış olursun.
Ananın, yahut babanın ekşi suratı,çocuğu her zarardan korur.
Ey sersem sersem gülüp duran, gülmenin zevkini gördün, bir de
ağlamanın zevkini seyret. O, şeker madenidir.
1585. Seni cehennem ağlatırsa onu anmak, sana cennetten hoştur.
Gülmeler, ağlamalarda gizlidir. Ey sâf ve temiz kişi, defineyi yıkık
yerlerde ara.
Zevk gamlardadır. Onların izini kaybetmişler, abıhayatı karanlıklara
çekip götürmüşlerdir.
Yolda konak yerine kadar tersine nal izleri var. İhtiyatlı ol gözünü
dört aç.
İbret gözünü dört aç. Sevgilinin iki gözünü de kendi gözlerine dost
et.
1590. Kurandan Onlar, işlerini danışarak yaparlar âyetini oku.
Sevgiliyle dost ol, nazlanarak of deme.
Dost, yolda arkadır,sığınaktır. İyice bakarsan görürsün ki yol
sevgiliden ibarettir.
Dostlara, sevdiklere ulaştın mı sus, otur. O halkaya kendini yüzük
taşı yapmaya kalkışma.
Aklını başına devşir de Cuma namazına bak. Herkes toplanmıştır, bir
düşüncededir, susup dururlar.
Varını yoğunu sükût diyarına çek. Nişan arıyorsan kendini nişane
yapmaya kalkışma.
1595. Peygamber dedi ki: Bil ki karanlıkta yıldızlar nasıl yol
gösterirse dostlar da elemler, sıkıntılar denizinde öyle yol gösterir.
Gözü yıldızlara dik, yol ara. Söz, bakışı bulandırır, sus, söylenme.
İki doğru söz söyledin mi, uydurma söz de ona uyar, ulanır gider.
Söz, sözü açar derler; hiç duymadın mı bu lâfı?
Sakın doğru söze de girişeyim deme. Çünkü söz, doğrudan eğriye
gidiverir.
1600. Ağzını açtın mı artık söz, senin elinde değildir. Sâf sözün
ardından bulanık söz de akar.
Fakat Allah vahyinin yolunda mâsum olanın sözleri, tamımı ile sâftır,
onun için böyle dam ağzını açar, söze başlarsa caizdir.
Çünkü peygamber, kendi heva ve hevesinden söz söylemez. Allah
mâsumundan heva ve heves doğar mı hiç?
Hal sahibi ol da söz söyle; bu suretle de benim gibi söze düşkün olma!
Sofinin, kadıdan sorusu
Sofi dedi ki: Mademki altın, bir madendendir. Neden bunda fayda var,
onda zarar?
1605. Hepsi bir elden geldiği halde neden bunun aklı başında, öbürü
sarhoş?
Bu ırmaklar, hep bir denizden akıyor da neden bu tatlı, öbürü ağza
zehir gibi gelmede.
Bütün nurlar, ebedîlik güneşindedir de doğru sabahla, yalancı aydınlık
nasıl meydana geliyor?
Bakanın gözüne çekilen sürme, aynı sürme. Doğru görüşle şaşı görüş
nereden çıkıyor?
Para basılan yerin sahibi Allah iken nasıl oluyor da paraların bir
kısmı iyi basılıyor, bir kısmı fena?
1610. Allah, yola benim yolum dedikten sonra neden bu ahde vefa
etmede, öbürü yol kesmede.
Mademki hür kişiyle şaşkın kişi, bir karından doğmada, Çocuk, babanın
sırrıdır sözü nasıl doğru oluyor?
Binlerce suretle görünen birliği kim görmüştür? Daimî olarak duran bir
varlıktan nasıl oluyor da yüz binlerce hareket meydana geliyor?
Kadının sofiye cevabı
Kadı dedi ki: Ey sofi, şaşırma. Bunu bir örnekle anlatacağım dinle!
Âşıkların kararsızlığı da sevgilinin karar ve sebatından ileri gelir.
1615. O dağ gibi nazlanıp durur, âşıklar da yapraklar gibi titrerler.
Onun gülüşü ağlamalar koparır, yüzünün suyu yüz sularını yerlere
döker.
Bütün bu keyfiyetler, köpük gibi denizin üstünde oynar durur.
Fakat denizin zatında da bir zıttı, bir ortağı benzeri yoktur, işinde
de. Varlıklar, varlık libaslarını ondan giyerler.
Zıt, kendisine zıt olan şeye nasıl olur da varlık verir? Onu yaratması
şöyle dursun belki ondan kaçar, uzaklaşır.
1620. Eş ne demektir? Misil demektir, iyinin kötünün misli. Misil
kendisine misil yaratır mı hiç?
Ey Allahdan korkup çekinen, Allah, birbirine benzer, birbirinin misli
iki varlık olsa yaratıcılıkta bu, neden öbürüne üstün olsun yani?
Bir bahçedeki yapraklar kadar birbirine eş ve zıt varlık olsa onlar,
yine zıttı ve eşi olmayan denizin köpüklerine benzerler.
Denizin bu zıt görünüşlerini,bu sayısız tecellilerini , keyfiyetsiz
olarak gör. Denizin varlığına keyfiyet nasıl sığar?
Onun en aşağı oyunu, canındır. Bu nelik ve nitelik cana nasıl sığar?
Can nasıldır, nicedir diyebilir misin?
1625. Peki, her katradaki akıl ve can bile bedene bigâne olan böyle
bir deniz,
Nasıl olur da sayı ve keyfiyetin daracık sahasına sığar? Aklıkül bile
orada bilmeyenler arasına katılmıştır.
Akıl, bedene ey cansız şey der, hiç o dönüp varacağın denizden bir
koku aldın, bir şey duydun mu?
Beden der ki: Ben ancak senin bir gölgenim. Gölgeden kim yardım ister
ki?
Akıl da burası der, anlayabilecek kişinin, anlayamayacak kişiden daha
âciz olduğu bir yerdir. Öyle bir hayret makamıdır burası ki,
1630. Burada parlak güneş bile bir zerreye kulluk etmede, köle gibi
hizmetlerde bulunmaktadır.
Aslan burada ceylânın önüne baş kor. Doğan burada çil kuşunun yanında
kanat çırpar.
Buna inanmıyorsan neden Mustafa yoksullardan dua ister durur du ya?
Bu, belletme içindi dersen bilgisizlik, nasıl olur da anlatma vesilesi
kesilir?
O biliyordu ki padişahlara lâyık defineyi, padişah, yıkık yerlere
gömer.
1635. O yıkık yerin her cüzü, defineyi gösterir ama kötü zan, o
defineyi kaybetmek için tersine çakılmış nal izlerine benzer.
Hattâ doğrusu hakikat, hakikatte garkolmuştur da bu sebeple yetmiş
fıkra, belki de yüz fıkra meydana çıkmıştır.
Sofi, can kulağını iyi aç, sana kendi saçma sözlerini anlatıyorum.
Takdir sana bir zahım vurdu mu bekle, ondan sonra bir ağır elbise
giydirecektir.
Çünkü o, silleyi vurduktan sonra taç ve taht bağışlamayacak bir
padişah değildi.
1640. Bütün dünya, onca bir sinek kanadı değerindedir. Bir silleye
karşı da sonsuz ihsanlarda bulunur.
Boynunu, dünyanın şu altın boyunduruğundan çabuk kurtar da Allahdan
sille satın almaya bak.
Peygamberler de dertlere, musibetlere sabrettiler de o yüzden
başlarını yücelttiler.
Fakat yiğidim, hazırlan, bekle de gelince seni evde bulsun.
Yoksa eve geldim, kimsecikler yoktu diye getirdiği elbiseyi geri
götürür ha!
Sofinin ,yine kadıya sorması
1645. Sofi dedi ki: Ne olurdu yâni, bu âlem, ebedî olarak insana
gülseydi, hiç kaşlarını çatmasaydı.
Her an ortaya bir acılık katmasaydı, değişip durarak insana zahmetler
vermeseydi.
Gündüzün nurunu gece çalmasaydı, zevk ve sefalar sürülen bahçeyi kış
talan etmeseydi.
Sıhhat kadehi humma taşı ile kırılmasaydı, eminliği dert ve elem
korkusu bozmasaydı.
Hâsılı nimetinde bir hırıltı, gürültü olmasaydı cömertliğinden, ne
eksilirdi ki?
Kadının sofiye cevap vermesi ve Türkle terzi
hikâyesini örnek getirmesi
1650. Kadı, pek bomboş bir sofisin sen. Kûfî yazıdaki kef gibi
bomboşsun, bir parçacık bile aklın yok.
Ağzından şekerler saçan hikâyeci, geceleri terzilerin hainliklerini
anlatır, hiç duymadın mı sen?
Onların halkı nasıl soyup soğana çevirdiklerine dair geçmiş
zamanlardaki hikâyeleri anlatır durur.
Kumaş keserlerken kumaşın bir parçasını nasıl çaldıklarını şuna buna
söyler.
Hikâyecinin biri de geceleyin yine terzi masalı okumaya koyulmuştu.
Halk başına toplanmıştı.
1655. Dinleyici bulunduğundan bütün cüzleri hikâye olmuştu âdeta.
Peygamber aleyhisselâm Şüphe yok Allah,
dinleyenlerin himmetince vaiz edenlerin diline
hikmet telkin eder buyurdu.
Birisinin sözü güzelse dinleyicidendir. Öğretmenin heyecanı ve işe iyi
sarılması, çocuğun tesiriyledir.
Yirmi dört şubeden çalgı çalan bir çalgıcıya, dinleyen olmadı mı
çalgısı bir yük olur.
Aklına ne bir yanık nağme gelir, ne bir güzel, ne de on parmağı,
çalgının perdelerinde ve tellerde oynar!
Gayb haberlerini dinleyen bir kulak olmasaydı hiçbir muştucu gökten
vahiy getirmezdi.
1660. Allah sanatlarını gören gözler olmasaydı ne gökyüzü dönerdi, ne
yeryüzü gülerdi.
Sen olmasaydın sözü, keskin ve görür gözler içindir.
Fakat halk, kadın ve yemek aşkından nereden Allah sanatına bakacak,
nereden Allah aşkına düşecek?
Yiyecek birkaç köpek olmadıktan sonra tutmaç suyunu köpeklerin
yiyecekleri yere dökmezsin ki.
Yürü, Allah mağarasının köpeği ol da o, seni seçsin, bu yal yerinden
kurtarsın.
1665. Hikâyeci, terzilerin insafsızca hırsızlılarını anlattı,
çaldıkları kumaşları nasıl sakladıklarını söyledi.
Halk arasında Hıtalı bir Türk vardı. Bu sırrın açılmasına pek kızdı
öfkelendi.
Gece, kıyamet günü gibi o sırları, hakikat ehline açıp durmaktaydı.
Nereye gitsen de orada birbirlerinin sırlarını açan iki düşmanı
savaşır görsen;
O anı, anılıp söylenen mahşer bil. O sır söyleyen boğazı da sur say.
1670. Allah, öfke sebeplerini hazırlamış, o kötülükleri ortaya
atmıştır.
Hikâyeci, terzilerin bir çok hainliklerini sayıp döktü. Türk acıklandı,
kızdı, dertlendi.
Dedi ki: Ey meddah, şehrinizde hilede, hıyanette en usta hangi terzi?
Türkün ,terzi benden bir şey çalamaz diye
bahse girişmesi
Meddah dedi ki: Ciğeroğlu derler bir terzi vardır, hırsızlıkta,
çeviklikte halkı öldürür âdeta.
Türk, benden dedi, bir iplik bile çalamaz. Sizinle bahse giriyorum.
1675. Senden daha akıllı nice kişileri mat etti, bahse girişme, böyle
kanatlanıp uçmaya kalkma.
Yürü, aklına böyle mağrur olma. Onun hileleriyle sen de kendini
kaybedersin dediler.
Türk, büsbütün kızdı, benden ne yeni, ne eski hiçbir şey alamaz diye
bahse girişti.
Tamah edenler de onu büsbütün kızdırdılar. Bahse girip ağzını açarak
dedi ki:
Şu Arap atım rehin olsun. Benden hileyle kumaş çalabilirse at sizin
olur.
1680. Fakat hile yapamaz, çalamazsa ben sizden bir at alırım.
Türk, o gece kızgınlığından uyuyamadı. Hırsızın hayali ile savaşıp
durmaktaydı.
Sabah çağı bir atlas kumaşı koltukladı, çarşıya o hilebazın dükkânına
gitti.
Terziye selâm verdi. Usta hemen yerinden kalkıp selâmını aldı, merhaba
hoş geldin dedi.
Türke haddinden fazla saygı gösterdi, hal ve hatır sordu, kendisini
sevdirdi.
1685. Türk, ondan bu bülbül gibi çilemeyi görünce o İstanbul atlasını
terzinin önüne attı.
Bana, dedi, bundan savaş için bir kaftan biç. Belinden aşağısı bol
olsun yukarısı dar.
Belden yukarısı dar olsun da güzel dursun, beni bezesin. Fakat aşağı
tarafı bol olmalı ki savaşta ayağıma dolaşmasın.
Terzi, sevimli müşterim, sana yüzlerce hizmette bulunayım deyip elini
gözünün üstüne koydu, baş üstüne dedi.
Kumaşı önce bir ölçtü, ne kadardan çıkacak onu anladı, sonra Türkü
lâfa tuttu.
1690. Başka beylerin hikâyelerini söylemeye, onların lûtuf ve
ihsanları övmeye koyuldu.
Nekeslerden, onların aşağılık huylarından bahsetti. Güldürmek için
tuhaf tuhaf sözler söyledi.
Ateş gibi makasını çıkardı, kumaşı kesmeye başladı. Ağzıysa masallarla
afsunlarla doluydu.
Terzinin güldürecek şeyler söylemesi,Türkün
kahkahalarla gülmesi ve küçücük, daracık
gözlerinin kapanması,terzinin de bu suretle
kumaşı çalmaya fırsat bulması
Türk, hikâyelere gülmeye başladı. Daracık gözü tamamı ile örtüldü.
Terzi, kumaştan bir parça çalıp oyluğunun altına gizledi. Allahdan
başka kimsecikler görmedi.
1695. Allah, her şeyi görür ama huyu, örtmektir. Fakat haddini aştın
mı açan da odur ha!
Türk, onun masallarının lezzetinden giriştiği bahsi tamamen unuttu.
Atlas neymiş, bahis neymiş, rehin ne? Türk, o terzi beyinin lâtifesine
kapıldı gitti, âdeta sarhoş oldu, kendinden geçti.
Allah için olsun, lâtifelerin canıma gıda oldu, gülünecek bir şey daha
söyle diye yalvardı.
O hain gülünecek bir şey daha söyledi. Türk kahkahasından sırt üstü
yere yıkıldı.
1700. Gafil Türk, gülüp dururken terzi kumaştan bir parça daha çalıp
gömleğinin yakasından koynuna soktu.
Hıtalı Türk, üçüncü defa, Allah aşkına gülünç bir şey daha söyle
dedi.
Terzi, ikinci lâtifesinden daha gülünç bir şey söyledi, Türkü tamamı
ile avladı.
Gözü kapanmış, aklı gitmiş şaşırmış kalmış, bahse giriştiği halde
kahkahayla sarhoş olmuştu.
Bu sırada Türkün gülmesinden meydanı boş bulup kumaştan bir parça daha
çaldı.
1705. Hıtalı Türk, ustadan dördüncü defa olarak yine gülünç bir şey
isteyince,
Herif rahme geldi, hilesini,düzenini başkalarına yapmaya niyetlenip,
Amma da gülünecek şeye harîs ha dedi, zararından, ziyanından haberi
bile yok.
Türk, ustayı öperek; Allah aşkına bir hikâye daha söyle diye
yalvarıyordu.
Ey masal, hikâye olmuş, varlıktan geçmiş adam, masalı ne zamana kadar
deneyeceksin?
1710. Senden daha ziyade gülünecek masal yok. Yıkık kabrinin başına
git de bir güzelce dur.
Ey bilgisizlik ve şüphe mezarına düşmüş kişi, feleğin lâtifesini,
masalını niceye bir arayacaksın?
Ne vaktedek şu cihanın işvesini tadacaksın? Ne aklın düzenin de kaldı,
ne canın.
Hor ve zalim bir arkadaş olan şu felek, senin gibi yüz binlerce
kişinin yüz suyunu döktü.
Herkesin terzisi olan felek, yüz yaşındaki ham bebeklerin elbiselerini
yırtar, diker!
1715. Lâtifesi, bahçelere bir letafet verir ama kış gelince verdiğin
şeylerin hepsini yele verir!
Halbuki ihtiyar oğlancıklar, ihtiyaçları yüzünden onun kutlu, kutsuz
devriyle alay etmek, eğlenmek için önüne oturmuşlardır!
Terzinin,kendine gel,sus,yoksa bir gülünecek
şey daha söylersem kaftanın dar gelir demesi.
Terzi dedi ki: A hadım ağası, vazgeç. Bir lâtife daha söylersem vay
haline.
Sonra kaftanın dapdaracık olur. Hiç kimse kendi kendine böyle iş işler
mi?
Gülüyorsun ama gülmenin yeri mi?Eğer bilseydin güleceğin yerde kan
ağlardın.
İşsizlerle masal arayanlar, o Türke benzerler,
gaddar ve aldatıcı âlem de o terziye benzer.
Şehvetler ve kadınlar,bu dünyanın gülünç şey
söylemesidir .Ömür, ebedilik kaftanı ve takva
elbisesi dikilmek üzere o terzinin önüne veril-
miş atlas kumaştır.
1720. Ömrünün atlasını, ay makasıyla gurur terzisi kesip parça parça
ediyor.
Sense yıldızım, hep beni güldürseydi, hep kutlu olsaydı der, bunu
istersin.
Onun terbilerine pek kızar, cilvesinden, kininden, aletlerinden
hiddetlenirsin.
Susmasından, kutsuzluğundan, tutukluluğundan, kinciliğinden
incinirsin.
Neden Zühre çalıp çığırmıyor dersin. Fakat onun kutluluğuna,
oynayışına, çağırışına pek güvenme.
1725. Yıldızın der ki: Lâtifeyi biraz daha fazlalaştırırsam seni
tamamı ile aldatır, borçlu çıkarırım.
Bu yıldızların işvesine bakma da ey hor hakîr kişi, erkeklere olan
aşkına bak!
Birisi yola düşmüş, dükkâna gidiyordu. Gördü ki kadınlar yolu kapamış.
Hızlı yürümeden ayağı yanmaktaydı. Yolsa ay gibi kadınlarla doluydu,
yol açmaya âdeta imkân yoktu.
Bir kadına yüz çevirdi de dedi ki: A bayağı mahlûklar, a kızcağızlar,
ne de çoksunuz.
1730. Kadın, ona yüzünü döndü, ey emniyet sahibi dedi, bizim
bolluğumuzu kötü görme.
Bu kadar çoğuz ama öyle olduğu halde size bu çokluk bile az gelmede.
Kadın kıtlığından oğlancılığa düşüyorsunuz da yapan da dünyaya rezil
rüsva oluyor, yaptıran da!
Zamanın hâdiselerine bakma. Feleğin acılıklarını, hazım olunmaz
şeylerini görme.
Rızkın, geçimin darlığına, şu kıtlığına, korkuya, titreyişe bakma.
1735. Şuna bak sen: Bu kadar acılıklarıyla beraber yine de onun için
ölüyor, ondan bir türlü kendinizi çekemiyorsunuz.
Acı imtihanı bir rahmet bil, Belh ve Merv ülkelerine sahip olmayı bir
gazap say.
O İbrahim, telef olmaktan çekinmedi, ateşe atıldı, fakat yanmadı, bu
İbrahim, şereften saltanattan kaçtı, kendisini ateşe attı.
Şaşılacak şey. Ateş onu yakmadı, bunu yaktı. İstek yolunda böyle
tersine nallar vardır işte!
Sofinin tekrar sual sorması
Sofi dedi ki: Yardımı dilenen Allah, kârımızı ziyansız etmeye
kadirdir.
1740. Ateşi gül ve ağaç haline getiren, bunu da zararsız bir hale
getirebilir.
Dikenden gül çıkaran şu kışı da bahar edebilir.
Her serviyi hür bir halde sere serpe yücelten, derdi de neşe haline
getirir.
Onun lûtfuyla her şey, yokluktan var oldu. Var ettiğini ebedî kılarsa
nesi eksilir ki?
Bedene can verip dirilten, dirilttiğini öldürmezse ziyana mı girer?
1745. O cömert Allah, kulunun isteğini çalışmadan verse ne çıkar?
Artık kullarından pusuda bekleyen nefis hilesiyle melûn şeytanın
hilesini uzak tutsa ne olur ki?
Kadının sofiye cevap vermesi
Kadı dedi ki: Acı emir olmasaydı, dünyada çirkin, güzel taş ve inci
bulunmasaydı,
Nefis, şeytan heva ve hevese... Zahmet, meşakkat, savaş olmasaydı,
A perdesi, yırtılmış adam; padişah kullarına ne ad takardı?
1750. Nasıl ey sabırlı, ey hilim sahibi, ey yiğitlik, ey hikmet ıssı
diyebilirdi?
Yol kesen ve melûn şeytan olmasaydı sabırlılar, doğrular ve yoksulları
doyuranlar, nasıl belli olurdu?
Rüstem ve Hamzayla namussuz, aynı ve bir olsaydı bilgi ve hikmet
bâtıl olurdu.
Bilgi ve hikmet, doğru yolla yolsuzluğu göstermek içindir. Her taraf
yoldan ibaret olsaydı hikmet, abes ve boş bir şey olurdu.
Sense bu acı sulu tabiat dükkânı için iki âleminde yıkılmasını hoş
görüyorsun.
1755. Ben bilip duruyorum ki sen paksın, ham değilsin. Bu soruşunda
aşağılık kişilerin anlaması için.
Devranın cefası ile âlemdeki bütün eziyetler, Allahdan uzak olmadan
ve gafil bulunmadan daha kolaydır.
Çünkü bunlar hep geçer de onlar geçmez. Devlet, ona derler ki insanın
canı uyanık olsun!
Zahmete sabretmek ,sevgilinin ayrılığına sabret-
metken kolaydır.
Kadının biri kocasına dedi ki: Ey adamlığı bir adımda aşan!
Bana hiç bakmıyorsun, neden? Ne vaktedek bu horlukta kalacağım?
1760. Kocası dedi ki: Boğazına bakıyorum, çıplağım ama elim ayağım
var, çalışıp çabalıyorum.
Güzelim, ere kadının boğazına ve elbisesine bakmak farzdır. Ben
ikisine de bakıyorum. Bu hususlarda eksiğin, gediğin yok.
Kadın, gömleğinin yenini gösterdi. Pek kaba ve kirliydi.
Dedi ki: Kabalığından bedenimi yiyor. Kimse kimseye bu çeşit elbise
verir mi?
Kocası, a kadın dedi, sana bir sorum var: Yoksul adamım ben, elimden
bu geliyor.
1765. Doğru, bu çok kaba, çok çirkin, fakat ey düşünceli kadın, bir
düşün.
Bu mu daha kötü, yoksa boşanmak mı? Bu mu sana daha kötü geliyor
,yoksa ayrılık mı?
Ey kınayıp duran belâ, yoksulluk, eziyet ve mihnet de böyledir işte.
Şüphe yok ki heva ve hevesi terk etmek acıdır ama Allahdan uzak olma
acılığından elbette daha iyidir.
Savaş ve oruç güçtür, çetindir. Fakat bu güçlük ve çetinlik, Allahnın,
kulu kendinden uzaklaştırmasından, böyle bir derde uğratmasından
yeğdir.
1770. İhsan ve lûtuflar ıssı Allah, bir gün, ey benim hastam, ey benim
mihnetime uğrayan kul, nasılsın? derse hiç zahmet ve eziyet kalır mı?
Hattâ böyle demese bile, böyle dediğini duymasan, anlamasan bile senin
o zevkin yok mu? Allahnın senin hatırını sormasıdır işte.
Gönül hekimleri olan güzeller, hastaların hatırını sormaya
düşkündürler.
Utanır, söz olmasın derlerse bir çare bulurlar, yine haber
gönderirler.
Haber bile göndermeseler bunu düşünürler ya. Hâsılı hiçbir sevgili
yoktur ki âşıkından haberi olmasın?
1775. Ey duyulmamış, eşsiz hikâyeler arayan, âşıkların hikâyesini oku.
Bunca uzun zamanlardır kaynar durursun ama yine de tatar aşı gibi yarı
pişman bir haldesin ey kadid olmuş adam!
Bir ömürdür Allah adaletini görmüş, o tadı almışsın da yine
görmeyenlerden daha namahremsin.
Talebelik eden üstat olur. Öyle olduğu halde sen günden güne geri
gitmişsin a inatçı kör.
Anandan,i babandan haberin yok, geceyle gündüzden de ibret almamışsın.
Örnek
1780. Bir ârif, papazın birine sordu: Sen mi daha yaşlısın sakalın mı?
Papaz dedi ki: Ben ondan önce doğdum. Sakalsız nice zamanlarım var.
Ârif dedi ki: Sakalın ağarmış, eski halini terk etmiş. Öyle olduğu
halde yazıklar olsun, kötü huyun hâlâ dönmemiş!
O senden önce doğmuş seni geçmiş. Sense tirit sevdası ile böylece kala
kalmışsın.
Önce doğduğun renktesin hâlâ. Ondan bir adım bile ileri atmamışsın.
1785. Hâlâ kaptaki ekşi ayransın. Hâlâ o yoğurdun yağını ayıramamışsın.
Hâlâ balçık küpteki hamursun, bir ömürdür ateşli tandırdasın ama hâlâ
pişmemişsin.
Heves yeli ile başın dönüyor ama tepedeki ot gibi ayağın toprakta.
Musa kavmi gibi Tih çölünün ıssısında, durduğun yerde tam kırk yıl
kala kalmışsın a akılsız adam!
Her gün, ta akşama kadar koşup duruyorsun. Fakat kendini yine de ilk
konak yerinde görmedesin!
1790. O öküze âşık oldukça şu üç yüz yıllık uzaklıktan kurtulamazsın.
Onların da gönüllerinden öküzün hayali çıkmadıkça ıssı bir girdaba
benzeyen o çölde kaldılar.
Bu öküzü bir tarafa bırak, Allahdan sonsuz lûtuflara ermiş, nihayetsiz
nimetler görmüşsün.
Fakat öküz tabiatlısın, onun için o büyük büyük iyilikler, bu öküzün
aşkı ile gönlünden gidiverdi.
Bâri şimdi bedeninin bütün cüzilerinden sor. Şu dilsiz uzuvlarının
yüzlerce dili vardır.
1795. Âleme rızık veren Allahnın nimetlerinin zikri, zaman
yapraklarında gizlenmiştir.
Sen gece gündüz hikâye arar durursun. Halbuki senin cüzilerinin
cüzileri, sana hikâyeler söyler durur.
Onlar yokluktan var olalı nice neşeler gördüler, nice gamlar tattılar.
Çünkü hiçbir cüzi lezzetsiz bitmez. Istıraplarla zayıflar, kuru kalır.
Halbuki senin cüzün kaldı da o iyilik, o nimet, aklından gitti. Daha
doğrusu gitmedi,beş duygunla yedi endamından gizlendi.
1800. Yaz gibi hani. Yazın pamuk biter de o kalır, fakat yaz
hatırlanmaz olur.
Yahut da buz gibi. Kışın olur da kış gizlenir, buz bize kalır.
Bu o güçlükten bir armağandır. Kışın da yazın armağanları şu
meyvelerdir.
Ey yiğit bunun gibi senin her cüzün de bedeninde Allahnın bir nimetini
söylemededir.
Şu kadın gibi yirmi oğlu vardı da her oğlu, bir güzel halini
anlatmadadır.
1805. Sarhoşluk ve oynaşma olmadıkça gebe kalınmaz. Bahar olmayınca
bahçelerde bir şey doğar mı?
Gebelerle kucaklarındaki çocuklar, baharın o kadınların aşkına delâlet
eder.
Her ağaç, çocuklarını emzirmededir. Hepsi, Meryem gibi gizli bir
padişahtan gebe kalmıştır.
Ateş suyla gizlenir ama üstünde yüz binlerce köpük coşar.
Ateş pek gizlidir, fakat köpük, on parmağı ile ateşin varlığına
delâlet etmekdedir.
1810. Vuslat sarhoşlarının cüzleri de, bunun gibi hal ve söz
timsallerinden gebe kalır.
Hal güzelliğine karşı ağızları açık kalmıştır onların. Gözleri, cihan
nakşına örtülmüştür.
O doğanlar bu dört unsurdan doğmazlar. Onun için de bu gözlere
görünmezler.
Onlar, tecelliden doğmuşlardır. Bu yüzden renksiz perdeyle
örtülüdürler.
Doğmuşlar dedim ya, hakikatte doğmamışlar da. Bu söz, ancak anlatmak
için söylenmiş bir sözdür.
1815. Sus da Kul-söyle padişahı söylesin. Bu çeşit güllere karşı
bülbüllük satmaya kalkışma.
Bu gül, coşmuş köpürmüş, söylenip duran bir güldür. Ey bülbül, bana
karşı sözü kes de kulak kesil!
Her ikisi de, yani hal de, söz de, tertemiz iki güzele benzer. Vuslat
sırrına iki âdil şahittir bunlar.
Bu iki seçilmiş lâtif güzellik de gebeliklere ve geçmiş zamandaki
haşirlere şahadet ederler.
Yeniden yeniye gelen temmuz ayında buzun, her an kış hikâyelerini
söylemesi gibi.
1820. Hani buz da, soğuk rüzgârları, zemheriyi, yaz günlerinde o güç
zamanları söyler ya.
Kışın meyve ve Allah lûtfunun hikâyelerini anlatır.
Güneşin gülümsediği zamanları, çimen gelinlerine dokunup eksiltmesini
söyler.
İşte onun gibi senden de hal gitti, cüzün o halin armağanı olarak
kaldı. Ya ona sor, yahut da hatırla.
Gama giriftar oldun mu çeviksen derhal sıçrar, o ümitsizlik deminden
kurtulursun.
1825. Ona, ey hali, nimetleri o yüceliği inkâr eden gam, dersin...
Her dem baharda, neşede değilsin de gül yığınına benzeyen bedenin,
neyin ambarı ya?
Gül yığını bedenin, düşüncen de gül suyu gibi. Gül suyu, gülü inkâr
ediyor ha. Şaşılacak şey bu işte!
Nimetleri inkâr eden maymun huylulardan saman bile esirgenir. Fakat
peygamber huylu kişilere güneş ve bulut, saçı olarak saçılır.
O küfür inadı, maymun âdetidir. Şu hamd-ü şükürse Peygamberin yoludur.
1830. Perdelerin yırtılması, maymun huylulara neler etti? Peygambere
benzeyenlerse ibadetleri, ne faydalar verdi!
Mamur yerlerde kuduz köpekler vardır. Yücelik ve nur definesi, yıkık
yerlerdedir.
Şu doğma, ayın tutulmasında olmasaydı bunca filozof, yolu kaybeder
miydi hiç?
Akıllı fikirli kişiler, bu yol yitirme yüzünden burunlarının üstünde
ahmaklık dağını gördüler!
Kazanmadan rızık dileyen yoksul hikâyesi
Çaresiz bir müflis, derde düşmüştü. Hiçbir şeyi yoktu, binlerce zehir
yutmuştu.
1835. Namazlarda, dualarda yalvarmakta, ey Allahm, ey kurdu kuşu
koruyan!
Sen, beni yorulmadan, çalışıp çabalamadan yarattın. Şu âlemde rızkımı
da benim kazancım olmadan ver.
Başımda gizli olan beş inci verdin. Beş duygu daha ihsan ettin ki
onlar da gizli.
Bu ihsanların sayıya sığmaz. Ben utanıyorum, anlatmadan âcizim.
Beni yaratan yalnız sensin. Rızkımı da sen düzene koy demekteydi.
1840. Yıllarca bu duada bulundu. Nihayet ağlayıp yalvarışı tesir etti.
Hani çalışmadan, yorulmadan helâl bir rızk isteyen adam vardı ya, onun
gibi.
Nihayet Allah adaletine sahip Davut Peygamber zamanında bir öküz, onu
kutluluğa ulaştırmıştı.
Bu adamda yüzünü yerlere sürdü, yalvarıp sızladı, nihayet meydandan
icabet topunu çeldi.
Bazen duasının kabul edilmeyişine bakıp kötü zanlara düşüyor, niçin
duam kabul edilmiyor diyor,
1845. Derken yine Allahnın lûtuf ve keremi, gönlüne muştuluklar
veriyor, duasının kabul edileceğine delil oluyordu.
Çalışıp çabalarken yorulup ümitsizliğe düşünce Allah tapısında gel
sesini duyuyordu.
Allah alçaltıcıdır, yücelticidir. Bu ikisinden başka hiçbir işi
yoktur.
Yerin alçalışına bak, göğün yücelişine bak. Kâinatın devranı bu
ikisinden hâli değildir.
Şu yerin yücelip alçalışı da bir başka çeşittir. Yılın yarısında çorak
bir hale gelir, yarısında yeşerir, tazeleşir.
1850. Mihnetle dolu olan zamanın yücelip alçalması, büsbütün başka bir
tarzdadır. Yirmi dört saatin yarısı günden olur, yarısı gece.
Zıtlarla uzlaşan mizacın yükselmesi, alçalması da şudur: Gâh insan
sıhhatli olur, gâh hastalanır, inler.
Dünyanın bütün hallerini böyle bil. Kıtlık, bolluk, barış, savaş, hep
denemelerden meydana gelir.
Şu dünya, havada bu iki kanatla uçar. Canlar da bu ikisi yüzünden
korku ve ümit yurtlarında yurt edinirler.
Böylece dünya, şimal rüzgârına benzeyen hayatla ve sam yeli gibi olan
ölümle titrer durur.
1855. Nihayet İsamızın tek renge boyayan birlik küpü yüzlerce renkli
küpleri kırar.
Çünkü o âlem, tuzlaya benzer. Oraya ne düşerse renkten arınır.
Toprağa bak. Çeşit, çeşit renkte bulunan insanları mezarlarda bir
renge sokmada.
Bu, görünen bedenlerin tuzlası, mâna âlemine ait tuzlaysa bundan
tamamı ile ayrıdır.
O mâna tuzlası mânevidir. O, ezelden ebede kadar yenilikler içindedir.
1860. Eskilik bu yeniliğin zıddıdır. Halbuki o âlemin yeniliği
zıtsızdır, eşsizdir, sayıya da sığmaz.
Nitekim Mustafanın nurunun cilâsı ile yüz binlerce çeşit karanlık
ışık kesildi.
O ulu er yüzünden Yahudilerin, Allahya şirk koşanların,
Hıristiyanların, Mecusilerin hepsi bir renge boyandılar.
Yüz binlerce kısa ve uzun gölgeler o sır denizinin nurunda bir
oldular.
Ne uzunluk kaldı, ne kısalık, ne genişlik. Çeşit, çeşit gölgeler,
güneşe rehin oldu.
1865. Fakat mahşerdeki tek renge boyanış, iyiye de apaçık görünür,
kötüye de.
O âlemde mânalar, surete bürünürler. Suretlerimiz, hülyalarımıza uygun
olur.
O zamanda mektupların sureti açığa çıkar, elbiselerin astarı yüz olur,
herkesin içi, dışına döner.
Şimdi gizli şeyler, alacalı öküze benzer. Söz iği, âlem içinde
yüzlerce renkte bir iplik gibi görünür.
Şimdi yüzlerce renge boyanma, yüzlerce gönül sahibi olma devri. Tek
renkli olma âlemi nereden tecelli edecek?
1870. Şimdi zencilik zamanı. Rum diyarına mensup olanlar, beyaz
güzeller gizli. Şimdi gece, güneş gizli.
Kurdun devri, Yusuf kuyunun dibinde. Kıptilerin nöbeti, Firavun,
padişah şimdi.
Bu suretle de herkese lüzumlu, lüzumsuz gülüp duran ve kimseden
esirgenmeyen rızktan şu köpekler de birkaç gün rızıklansınlar,
hisselerini alsınlar bakalım.
Gelin buyruğu verilinceye kadar aslanlar, orman içinde beklemedeler.
Bu emir geldi mi o aslanlar, yayıldıkları yerden çıkarlar. Allah,
hicapsız olarak yayılacakları, geçinecekleri yeri gösterir.
1875. İnsanın mahiyeti, insanlık, karayı da kaplar, denizi de. Alacalı
öküzler o kurban gününde kesilirler.
O kurban günü, korkunç bir kıyamettir. Müminlere bayramdır, öküzlere
helâk olma günü.
O kurban gününde bütün su kuşları, gemiler gibi deniz üstünde akarlar,
yüzerler.
Bu suretle de Helâk olan apaçık delillerle helâk olur. Kurtulan
kurtulur ve yakıyne erer.
Doğan kuşları, padişaha giderler, kuzgunlar, mezarlığa.
1880. Kemikle ekmek gibi pis şeylerin cüzileri, bu cihanda kuzgunların
mezesidir, gıdasıdır.
Hikmetin kadrini bilme nerede,kuzgun nerede?Gübrede yaşayan kurt
nerede, bağ bahçe nerede?
Nefsiyle savaşmak, kahpe adama lâyık değildir. Eşeğin ardında öd ağacı
yakılmaz, eşeğin ardına da misk sürülmez.
Kadınlara savaş yazılmamıştır. Nefisle savaşmaksa onların işi olamaz.
Çünkü bu, büyük savaştır.
Ancak nadir olarak bazı kadında da bir Rüstem vardır. Meryem gibi
gizlidir o.
1885. Nitekim erlerin bedeninde, yüreksizliklerinden kadınların
gizlendiği vardır.
Kim, erliğe hazırlanmamış, er olmamışsa o dişilik, öbür âlemde surete
bürünür.
O gün adalet günüdür. Adalet, her şeyi lâyık olduğu yere koymaktır.
Ayakkabı ayağındır, külâh başın.
Bu suretle her isteyen isteğine erişir her batan batacağı yere
kavuşur.
Hiçbir istek, isteyenden esirgenmez. Parlaklığın eşi güneştir, suyun
eşi bulut.
1890. Dünya, Allahnın kahır yurdudur. Kahrı seçtiysen kahır göre dur.
Kahır kılıcı, denize, karaya düşmüş. Kahrolanların kemiklerine,
kıllarına bak.
Damın çevresinde kuşların kanatlarını, ayaklarını seyret. Bunlar,
sessiz, sözsüz sana Allah kahrını anlatırlar.
Ölü, gömüldüğü yerde bir yığın toprak kaldı. Öldüğü zaman geçtikçe o
yığın da düzeldi gitti.
Allah adaleti, herkesi eşiyle çift etmiştir; fili fille, sivrisineği
sivrisinekle.
1895. Ahmede mecliste dört seçilmiş dost, enis olur, Ebucehle de
Utbeyle Zül-hımar!
Cebraille canların kıblesi Sidredir, karnına kul olanların kıblesi
sofra.
Arifin kıblesi vuslat nurudur, filozaflaşan aklın kıblesi hayal.
Zâhidin kıblesi ihsan sahibi Allahdır, tamahkârın kıblesi altınla
dolu torba.
Mâna gözetenlerin kıblesi sabırdır, surete tapanların kıblesi taştan
yapılan suret.
1900. Bâtın âleminde oturanların kıblesi lûtuf ve ihsan sahibi
Allahdır, zâhire tapanların kıblesi kadın yüzü.
Böylece eski yeni... Say dur. Usanırsan yürü, işine bak!
Bizim rızkımız, altın kâse içindeki şarap, köpeklerin rızkı, yal
yedikleri yere dökülen tutamaç suyu.
Ne huyla huylandırdıysak ona lâyıksın. Seni o rızk için
göndermişizdir.
Onu ekmeğe âşık ettik, o huyu verdik ona. Bunu sevgiliye âşık ettik,
sarhoş yaptık, bu huyu verdik buna.
1905. Huyundan razıysan, hoşlanıyorsan neden ondan kaçıyorsun öyleyse?
Dişilik hoşuna gittiyse çarşafa gir. Rüstemlikten hoşlanıyorsan al
hançeri!
Bu sözün sonu yoktur. O yoksul da yoksulluk derdiyle arıkladı, gücü
kuvveti kalmadı.
Yoksulun üstünde Bir kubbenin yanında dur,
yüzünü kıbleye çevir,bir ok at,nereye düşerse
orada define vardır yazılı bir kağıdı ele
geçirmesi
Bir gece rüyasında gördü. Ne rüyası, rüya nerede? Doğru özlü sofi,
uyumadan rüya görür.
Hâtif ona dedi ki: Ey bir çok yorgunluklar görmüş er, kâğıtçılarda bir
kâğıt ara.
1910. Komşun olan kâğıtçıda gizlidir o. Kâğıtlarını ele al.
Onların arasında şu şekilde, şu renkte bir kâğıt var. Onu gizle bir
yerde oku.
Oğul, onu kâğıtçıdan çaldın mı kalabalıktan, iyi kötü adamlardan bir
kenara çekil.
Yalnızca oku. Okurken kimseyi yanında bulundurma.
İş yayılır, ortaya düşerse bile dertlenme. O defineden senden başka
hiç kimsecik, bir arpa bile alamaz.
1915. Elde etmen uzarsa sakın ümitsizlenme. Her an Allahdan ümit
kesmeyin âyetini vird edin.
O muştucu, bunu söyleyip elini, adamın göğsüne koydu, hadi dedi, yürü,
zahmet çek!
O genç, dalgınlık âleminden kendine gelince ferahından âdeta dünyaya
sığmıyordu.
Allahnın koruması ve lûtfu olmasaydı sevincinden çatlayacaktı
doğrusu.
Öyle bir sevinmişti ki. Kulağı, altı yüz perdenin ardından Allah
sesini duymuştu.
1920. İşitme duygusu, perdeleri aşmış, başını yüceltmiş, feleği
geçmişti.
Öyle bir an olur ki insanın görüş duygusu, ibret ıssı olur, gaip
perdesinden bile geçer.
Duyguları, perdeyi aştı mı artık birbiri ardına ve boyuna görür,
duyar.
Adam, kâğıtçı dükkânına geldi. Meşk kâğıtlarına el attı.
O yazılı kâğıt, çabucak gözüne ilişti, Hâtifin söylediği âlametlerin
hepside o kâğıtta vardı.
1925. Kâğıdı koltuğuna koyup hayırlı pazarlar olsun usta, ben
gidiyorum artık, dedi.
Tenha bir bucağa çekildi, kâğıdı okudu. Âdeta şaşırdı kaldı.
Bir definenin yerini göstermekte olan böyle bir değer biçilmez kâğıt,
meşk kâğıtlarının arasına nasıl girmişti?
Sonra aklına şu geldi: Her şeyi koruyan, Allahdır.
Koruyucu Allah, nasıl olur da birisinin, abes yere bir şey aşırmasına
müsaade eder?
1930. Ova, baştanbaşa altınla, para ile dolu olsa hiç kimse, Allahnın
izni olmadıkça bir arpa bile alamaz.
Tutulmadan, kekelemeden yüzlerce kitap okusan Allah taktir etmediyse
aklında hiçbir şey kalmaz.
Fakat Allahya kulluk edersen bir kitap bile okumadan yeninden,
yakandan duyulmadık bilgiler bulursun.
Musanın avucu, koynundan ziyalandı, nurlar saçtı; nuru, gökyüzündeki
aydan da üstündü.
Bu heybetli gökyüzünden dilediğin, ey Musa, koynundan baş gösterdi.
1935. Bil ki yüce gökler, insanın anladığı şeylerin aksidir; gökler, o
akisten ibarettir.
Yüce ulu Allahnın eli, iki âlemden de önce aklı yaratmadı mı?
Bu söz, hem apaçıktır, hem de pek gizli. Çünkü sinek, ankaya mahrem
olamaz.
Oğul, yine hikâyeye dön de defineyle o yoksulun kıssasını tamamla.
Yoksul ve definenin bulunduğu yer
Kâğıtta şu yazılıydı: Bil ki şehrin dışında bir define var.
1940. İçinde mezar olan filân kubbe var ya. Hani arkası şehre, kapısı
Ferkat yıldızına karşı.
O türbeyi ardına al, yüzünü kıbleye çevir. Sonra yayla bir ok at.
Kutlu kişi, yaydan oku attın mı okun düştüğü yeri kaz!
O yiğit kuvvetli bir yay aldı, oku boşluğa doğru attı.
Derhal kazma kürek getirdi. Sevine,sevine okunun düştüğü yeri kazmaya
koyuldu.
1945. Hem kendi körleşti, hem kazması, küreği. Fakat gizli defineden
hiçbir eser görünmedi.
Böylece her gün ok atıyor, düştüğü yeri kazıyor, fakat bir türlü
definenin yerini bulamıyordu.
Bunu âdet edindi. Daima orayı burayı kazıp durduğundan şehre bir
dedikodudur yayıldı, iş halkın ağzına düştü.
Definenin halkın ağzına düşmesi ve padişah
tarafından duyulması
Pusuda duran, fırsat gözleyen adamlar, bu işi padişaha haber verdiler.
Filân, bir define bildiren kâğıt bulmuş diye söylediler.
1950. Adam, padişah tarafından duyulduğunu anlayınca teslim olmadan,
kadere boyun eğmeden başka çare görmedi.
Padişah kendisine işkence yapmadan, kâğıdı padişahın önüne koydu.
Dedi ki: Şu kâğıdı buldum ama defineyi bulamadım. Define yerine
hadsiz, hesapsız zahmetlere girdim.
Defineden bir habbe bile meydana çıkmadı. Fakat ben yılan gibi bir
hayli kıvrandım durdum.
Bir aydır ağzımın tadı yok. Bunun ziyanı da haram oldu bana, kârı da.
1955. Belki bahtın şu perdeyi açar ey savaşı kutlu olan kaleler
fethetmiş padişahım!
Padişah da altı ay, belki de daha fazla ok attı,okun düştüğü yeri
kazdırdı.
Nerede katı bir yay varsa buldurdu,o attı, her yanda define aradı
durdu.
Fakat eziyetten, dertten, sıkıntıdan başka bir şey elde edemedi.
Define âdeta ankaya benziyordu, ismi var, cismi yok!
Padişahın, defineyi bulmaktan ümidini kesip
aramaktan usanması
İşin eni, boyu uzayıp duruyordu. Padişah, nihayet o defineden usandı.
1960. Her tarafı yer yer eştirmiş,kuyu haline getirmişti. Günün
birinde kâğıdı, herifin önüne atıp
Dedi ki: Al şu kâğıdı. Definenin eseri bile görünmedi. Senin işin yok,
bu iş sana daha lâyık.
Bu işi olanın yapacağı şey değil. Gülü yakıp dikenin etrafında
dolanmak akıl kârı değil.
Demirden ot bitmesini bekleyen olabilir ama bu hülyaya tutulan, az
olur.
Bu iş için senin gibi yorulma bilmez bir adam gerek. Sen mademki
yorulmuyorsun, var ara.
1965. Bulursan ne âlâ, onu sana helâl ettim. Bulamazsan yorulmazsın,
kazar durursun!
Akıl, ümitsizlik yoluna gider mi hiç? Aşk lâzım ki o tarafa koşsun!
Hiç bir şeye aldırmayan aşktır, akıl değil. Akıl, faydalanacağı şeyi
arar.
Aşk yılmaz, canını sakınmaz, utanma nedir bilmez. Değirmen taşının
altına gitmiş gibi belâlara uğrar, sabreder.
Öyle pek yüzlüdür ki hiç arkasını dönmez. Bir fayda elde etmek ümidini
öldürmüştür içinde.
1970. Neyi var, neyi yoksa ortaya kor, oynar, yutulur, bir ücret
aramaz. Allahnın aldığı gibi yine hepsini Allahya verir, tertemiz
olur.
Allah, ona sebepsiz olarak bu varlığı vermiştir.O cömert er de
sebepsiz olarak Allah vergisini Allahya bağışlar.
Cömertlik, sebepsiz olarak vermektir. Temizlik, her şeyi Allahya verip
arınmak, her şeriatın dışındadır.
Çünkü şeriat, ya Allah ihsanına nail olmayı, yahut Allah kahrından
kurtulmayı arar. Varlıktan arınanlarsa Allahnın has kurbanlarıdır.
Onlar, ne Allahyı sınarlar, ne de ziyana, kâra aldırış ederler.
Padişahın,definenin yerini gösteren kâğıdı
Al,biz bundan vazgeçtik diye yoksula
vermesi
1975. O dertli definenin kâğıdını padişah, o dertlere uğramış fakire
verince;
Yoksul adam, düşmanlarından, onların saçmasından emin oldu, gidip
sevdalandığı şeye adamakıllı sarıldı.
İnsanı dertlere düşüren aşka yâr oldu. Köpek, yarasını yalaya yalaya
iyi eder.
Aşk ıstırabına hiçbir yâr, hiçbir ortak yoktur. Âşığa âlemde bir tek
mahrem bile bulunmaz.
Âşıktan daha deli kimse yoktur. Akıl, onun sevdasına karşı kördür,
sağırdır.
1980. Çünkü bu, herkesin deliliğine benzemez ki. Hekimlik bilgisinde
bunu iyileştirecek hükümler yoktur.
Bir hekim, bu çeşit deliliğe uğrasa hekimlik kitabını kanı ile yıkar,
yazılanların hepsini silerdi.
Bütün akılların hekimliği, aşka göre çizilmiş suretlerden başka bir
şey değildir. Bütün güzellerin yüzleri, onun yüzünün perdesidir.
Ey aşk mezhebine giren, yüzünü kendine çevir. Sana meftun olan, senden
başkası değildir.
O adamda kendini kıble yapmış, dua edip durmuştu. İnsan ancak
çalıştığını elde eder.
1985. Bundan önce bir cevap duymadan yıllarca dua etmişti.
İcabet edilmeden dua ediyor, Allah kereminden Lebbeyk sesini gizli
olarak işitiyordu.
O illetli adam, ulu yaratıcının cömertliğine güvendiğinden tefsiz
oynuyordu.
Ona ne bir hatif sesi gelmişti, ne bir haberci ulaşmıştı. Ümit kulağı,
Lebbeyk sesiyle doluydu ama.
Ümidi, dilsiz, sessiz gel demekteydi. O dâvet, gönlünden usancı
silip süpürüyordu.
1990. Dama gelmeyi öğrenen güvercini çağırma, kov, o bir yere gidemez,
kanadı bağlıdır.
Ey hak Ziyası Hüsameddin, onu kovsan da seninle buluştuğu için can
kanadı bitmiştir;
Kovsan da can kuşu, sebepsiz olarak senin damının etrafında döner
dolaşır.
Onun yiyeceği ,içeceği, konacağı yer, hep senin damındır. Yücelerde
kanat çırpar ama tuzağına âşıktır.
Hattâ ruh, bir an hırsızlamacasına o fütuhattan dolayı sana
şükretmese, münkir olsa.
1995. Durup dinlenmeden kin güden aşk sahnesi, derhal o inkâr eden
göğüse ateş dolu bir leğen koyuverir.
Aya gel, tozdan vazgeç. Aşk padişahı seni çağırmada, çabuk dön der.
Ben, güvercin gibi sarhoşçasına bu damın, bu güvercinliğin etrafında
kanat çırpmaktayım.
Aşk Cebrailiyim, Sidrem sensin. İlletliyim, Meryem oğlu İsa sensin
bana.
O inciler saçan denizi coştur. Şu hastayı bu gün bir hoşça sor,
soruştur!
2000. Çünkü sen, onunsun, deniz de onundur. Bu an, onun nöbet
zamanıdır ama aldırma.
Zaten bu, onun meydana getirdiği bir feryattan ibarettir. Yarabbi, sen
gizli olanı koru, onu meydana çıkarma.
Ney gibi iki ağzımız var. Bir ağız, onun dudaklarında gizli.
Öbür ağız, size görünmede, feryat etmede, havaya bir hay huydur
salmada.
Fakat can gözü açık olan bilir ki bu baştan çıkan feryat da o baştan
çıkmadadır.
2005. Neyin bu feryadı, onun soluklarından. Ruhun hay huyu, onun hay
huylarından.
Ney, onun dudakları ile hemdem olmasaydı âlemi şekerle doldurabilir
miydi?
Kiminle yattın, hangi tarafından kalktın da böyle deniz gibi coşup
köpürmedesin?
Yahut da Ben rabbime konuk olurum hâdisini okudun, ateş denizinin ta
içine atıldın.
Fakat ey ateş, soğu nârası, ey kendisine uyulan zat, senin canını
korudu.
2010. Ey hak Ziyası, din ve gönlün Husamı! Hiç güneş, balçıkla
sıvanır mı?
Bu toprak parçaları, senin güneşini örtmek istediler ama,
Dağların gönlündeki lâl madenleri, sana delâlet etmede. Bağlar,
bahçeler, senin gülümsemelerinle dopdolu.
Senin erliğine mahrem olacak Rüstem nerede ki senin yüzlerce
harmanından bir buğday tanesini söylemeye kalkayım.
Senin sırrından bir ah etmek istersem ancak Ali gibi bir kuyuya
gitmeli, kuyunun içine ah etmeliyim.
2015. Kardeşlerin gönüllerinde kin olduğundan Yusufumun kuyu dibinde
kalması daha iyi.
Sarhoş oldum, kendini ortaya atacağım artık. Kuyu nedir ki? Ben gidip
ovanın ta ortasına çadır kuracağım.
Ateşli şarabı ver avucuma da ondan sonra benim sarhoşça debdebemi,
azametimi seyret.
O yoksul, defineyi elde edemedi ama söyle, beklesin. Çünkü biz, bu
anda neşeye gark olduk.
Ey yoksul, artık sen Allahya sığın. Ben gark oldum, benden yardım
isteme!
2020. Artık o hikâyelerde işim yok benim. Ne kendimden haberim var, ne
sakalımdan!
İçine bir kıl bile sığmayan şaraba gurur, izzeti nefis filân sığar mı
hiç?
Sâki, büyük bir sağrak sun da şu zengini sakalından, bıyığından
kurtar.
Gururundan bize bıyık buruyor, fakat bize hasedinden de sakalını yolup
durmada.
Onun bütün riyalarını, düzenlerini biliyoruz. O mattır, mattır, mat.
2025. Pir, beş yüz yıl sonra, ondan ne doğacak? Kıldan kıla ve apaçık
görür.
Halkın aynada gördüğünü, pir, pişmemiş kerpiçte görür.
Kaba sakallının evinde görmediği, köseye bir bir görünür.
Denize git, sen balık oğlusun. Neden çerçöp gibi sakalına düştün
böyle?
Çerçöp değilsin sen, bu senden uzaktır. Sana inciler bile haset eder.
Denizde, dalgalar arasında olman daha doğrudur.
2030. Deniz birdir. Eşi, ortağı yoktur. İncisi balığı da dalgasından
başka bir şey değildir.
Ona eş, ortak olsun... Buna imkân yoktur. Böyle şey, o denizden, o
denizin pak dalgasından uzaktır.
Denizde ikilik ve ıstırap yoktur. Fakat şaşıya ne söyleyeyim? Hiç,
hiç!
Ey şemen, şaşılara arkadaşız madem, müşrikçe konuşmak gerek.
O birlik, vasıf ve hal bakımındandır. Fakat söz meydanına ancak ikilik
gelebilir.
2035. Ya şaşı gibi bu ikiliği iç, yahut ağzını yum, güzelce sus!
Yahut da nöbetle gâh sus, gâh söyle. Hâsılı şaşıca davul döv vesselâm.
Bir mahrem gördün mü can sırrını söyle. Gül gördün mü bülbüller gibi
nâra at.
Hileyle, geçici şeylerle dolu bir tulum görürsen dudağını kapat,
kendini küp haline sok.
O, suyun düşmanıdır, onun önünde oynama. Yoksa bilgisizlik taşını
atar, küpü kırar.
2040. Cahilin eziyetlerine sabretmek, ehil olanlara cilâdır. Nerede
bir gönül varsa sabırla cilâlanır.
Nemrutun ateşi, İbrahime bir ayna temizliği verdi, aynayı cilalâr
gibi onu da arıttı, cilâladı.
Nuh kavminin cefası ile Nuhun sabrı, Nuha ruh cilâsı oldu.
Allah,sırrını kutlasın Şeyh Hasan-ı Harkaniye
ait hikâye
Bir derviş, Ebül-Huseyn-i Harkanın şöhretini duyup Talkan şehrinden
yola çıkmıştı.
2045. Dağlar aştı, uzun ovalar geçti. Şeyhi görmek için özü doğru
olarak, Allahya yalvarıp yakararak bunca yol aldı.
Yolda gördüğü cefalar, çektiği eziyetler, anlatılmaya değer ama ben
kısa kesiyorum.
O genç, yolu bitirip maksadına ulaştı. O padişahın evini sordu.
Öğrenip kapısına geldi, yüzlerce saygıyla kapı halkasını vurdu. Şeyhin
karısı, kapıdan başını çıkardı.
Ey kerem sahibi, ne istiyorsun? dedi. Derviş, ziyaret için geldim
deyince.
2050. Kadın kahkahayla gülüp dedi ki: Sakalına bak yahu. Hele şu
yolculuğa, şu uğradığın derde bak.
Yerinde, yurdunda işin yok muydu da beyhude yere yollara düştün?
Bir ahmağı görmek hevesine mi düştün, yoksa yurdundan mı usandın?
Yahut da şeytan sana bir boyunduruk urdu, vesveseler verdi, sana bu
yolculuk kapısını açtı.
Birçok kötü sözler söyledi, küfürlerde bulundu, dırıldandı durdu.
Onların hepsini söyleyemem ben.
2055. Kadının sayısız gülümsemesinden, hikâyeler söylemesinden derviş,
pek dertlendi, dertlere uğradı.
Dervişin Şeyh nerede,onu nerede arayalım
diye sorması,Şeyhin karısının da kötü kötü
cevap vermesi
Dervişin gözlerinden yaşlar aktı, dedi ki: Bütün bunlarla beraber o
adı tatlı padişah nerede? Söyle bana!
Kadın dedi ki: O bomboş riyâkar bir hilebazdır. Ahmaklara tuzaktır.
Yol azıtanlara kementlik eder.
Senin gibi sakalını değirmende ağartan yüz binlerce kişi azgınlıktan
ona düşmüştür.
Onu görmez, esenlikle yerine yurduna dönersen senin için daha
hayırlıdır. Onu görüp de azmazsın hiç olmazsa.
2060. Onun işi gücü lâftır, kâse yalayıcı, hazır sofraya oturucu bir
heriftir. Fakat davulunun sesi, etrafa yayılmış nasılsa.
Bu kavim İsrail oğullarına benzer, öküze taparlar. Böyle bir öküze el
vurup adarlar işte.
Bu hazır sofraya oturan adama kapılan, geceleyin bir leştir, gündüzün
işsiz güçsüz bir adam.
Bunlar, yüzlerce bilgiyi, yüceliği bırakmışlardır da bir hileye, bir
riyâya kapılmışlardır. İşte hal bu.
Nerede Musanın soyu? Gelse de şu öküze tapanların kanlarını
dökse
yazık!
2065. Şeriatı, Allahdan ürküp sakınmayı ardına atmış. Nerede Ömer?
Gelse de şiddetle doğruluğu emretse!
Bunlar, her kötü şeyi mübah biliyorlar. Bu ibahilik bunlardan yayıldı,
fesatçı kalleşe de ruhsat oldu âdeta.
Nerede Peygamberle sahabesinin yolu. Nerede namaz, nerede tesbih,
nerede onların edepleri.
Kadının küfürde bulunması ve saçma sözler
söylemesi üzerine o dervişin kızıp ona ağır
sözlerle cevap vermesi
Genç, yeter diye bağırdı, apaydın günde bekçinin ne lüzumu var?
Erlerin nuru doğuyu da tuttu batıyı da. Gökler bile hayrette kalıp
secde ettiler.
2070. Allah güneşi Hamel burcundan doğdu da bu güneş utancından perde
arkasına girdi.
Senin gibi bir şeytanın saçmaları, nereden beni bu kapının tokmağından
döndürecek?
Ben bulut gibi yele kapılıp gelmedim ki beni bu kapıdan bir tozla
çevirebilesin.
Öküz bile o kerem kıblesi olunca nur kesilir, fakat o nur olmadı mı
kıble, küfürdür, puttur.
Heva ve hevesten gelen, ibahilik sapıklıktır, azgınlıktır, fakat
Allahdan gelen, ibahilik yüceliktir.
2075. O hesaba sığmaz nurun doğup parladığı yerde küfür iman
kesildi,şeytan Müslüman oldu.
O, yücelik mazharıdır, Allah sevgilisidir. Bütün ileri meleklerden
öndülü kapmıştır.
Melekten Âdeme secde etmeleri ,ondan ileri olmalarındandır. Deri
,daima içe secde eder.
A kocakarı, sen Allah mumunu üflüyorsun ama hem sen yanıyorsun, hem
başın, ey ağzı kokmuş!
Bir köpeğin ağzından deniz pislenir mi? Güneş, üflemekle söner mi?
2080. Eğer görünüşe göre hüküm veriyorsan bu aydınlıktan daha aydın,
daha görünür ne var? Söyle.
Zâhirden olanların hepsi, bu zuhurun karşısında noksanın, kusurun en
ilerisindedir.
Kim Allah mumunu üflerse o mum sönmez, üfleyenin ağzı yanar.
Senin gibi bir çok yarasalar rüya görürler ama bu âlem, güneşten yetim
kalır mı?
Ruh denizlerinde öyle kuvvetli dalgalar olur ki Nuh tufanından
yüzlerce defa üstündür.
2085. Fakat Kenanın gözünde kıl bitmiştir de o yüzden Nuhu da
bırakmıştır, gemiyi de. Dağa tırmanmaya kalkışmıştır.
Fakat derhal yarım bir dalga, dağı da aşağılıkların dibine atmıştır,
Kenanı da.
Ay, nurunu saçar, köpek havlar durur. Hiç köpek, ayı kendisine ortak
edebilir mi?
Ay ışığı ile geceleyin yol alanlar, köpek havlaması ile yollarından
kalırlar mı?
Cüzü, külle doğru ok gibi gider. Kokuşuk kocakarının ardına düşer mi
hiç?
2090. Şeriatın canı da âriftir, takvanın canı da. Marifet, geçmiş
zamanlardaki zâhitliğin mahsulüdür.
Zâhitlik, ekmeye çalışmaktır. Marifet de o ekilenin bitmesidir.
Şu halde çalışmak ve inanmak, bedene benzer. Bu ekmenin canı da biten
mahsuldür ve onu devşirmektir.
Doğruluğu emretmek de odur, doğruluk da o. Bu günümüzün de
padişahıdır, yarınımızın da. Deri, daima lâtif içe kuldur.
2095. Şeyh Ben Allahyım dedi ama ileri gitti, bütün körlerin
boğazını sıktı.
Kulun varlığı, Allah varlığında yok olunca ne kalır? Bir düşün a
çıfıt!
Gözün varsa aç da bak. Lâ dedikten sonra artık ne kalır?
O göğe, aya tüküren dudağın, boğazın, ağzın kesilseydi keşke!
Şüphe yok ki o tükürük, göğe çıkmaz, döner, senin suratına gelir.
2100. Ebulehebin ruhuna kıyamete kadar Elleri kurusun bedduası
geldiği gibi o tükürük de kıyamete kadar Allahdan, senin suratına
gelir. |