2101. Davulu var, bayrağı var, ülkesi var. Böyle bir
padişaha hazır sofraya oturur diyen köpektir.
Gökler, onun ayına kuldur. Doğu da ondan ekmek dilemektedir, batı da.
Fermanında Sen olmasaydın gökleri yaratmazdım hadîsi yazılı olan
zat, bir zattır ki herkes, onun nimetlerine, onun rızk taksimine
muhtaçtır.
O olmasaydı gökyüzü olmazdı, dönmezdi, nurlanmazdı, meleklere yurt
kesilmezdi.
2105. O olmasaydı denizler olmaz, denizlerdeki heybet vücut bulmaz,
balıklar ve padişahlara lâyık inciler meydana gelmezdi.
O olmasaydı yeryüzü olmaz, yeryüzünün içinde defineler, dışında
yaseminler yaratılmazdı.
Rızklar da onun rızkını yemektedir. Meyveler de onun yağmuruna karşı
dudakları kupkuru bir haldedir.
Kendine gel , bu işteki düğüm, tersine düğümlenmiştir. Sana sadaka
verene sen sadaka ver!
Ey yoksul zengine zekât ver. Bütün altınlar, bütün ipekli kumaşlar,
yokluktadır, yoksuldadır.
2110. Senin gibi bir kötü, o makbul ruha eş olmuş, Nuhun nikâhındaki
kâfir gibi âdeta.
Bu yurda mensup olmasaydın şimdi seni paramparça ederdim.
O Nuhu da senden halâs ederdim, ben de kısasa uğrar, Şeyhin yolunda
ölmek şerefiyle yücelirdim.
Fakat zamanın padişahlar padişahının evinde bu çeşit küstahlıkta
bulunamam.
Yürü, dua et ki bu yurdun köpeğisin. Yoksa şimdi yapacağımı yapardım
sana.
Dervişin, Şeyhin evinden dönmesi ve Şeyhi halktan sorması, onların
da filân ormana gitti diye haber vermeleri
2115. Ondan sonra derviş, herkese sormakta, Şeyhi her tarafta
araştırmadaydı.
Birisi dedi ki: O kutup, odun getirmek üzere ormana gitti.
O Zülfikâr düşünceli ve ateşli derviş Şeyhin havasına uyup ormanın
yolunu tuttu.
Şeytan, aklına ayı tozla örten bir gizli vesvese vermekteydi.
Bu din şeyhi neden böyle bir kadını evinde tutuyor, onunla düşüp
kalkıyor?
2120. Zıt, nasıl olur da zıddıyla beraber bulunur? Halkın imamı olan
bir zat nerede, maymun nerede? diyordu.
Sonra yine ateş gibi dönüyor, Lâ havle okuyor, ona itirazım küfürdür,
kindir diyordu.
Ben kim oluyorum ki Tanrının işlerine karışıyorum? Nefsimden neden
böyle şüpheler, kınamalar geliyor?
Derken nefsi yine saldırıyor, bu yüzden, gönlünden kuyumcular
potasından çıkar gibi duman tütüyordu.
Şeytanla, diyordu, Cebrailin ne münasebeti var ki onunla konuşsun,
düşüp kalksın, beraber yatsın, uyusun!
2125. Azer, nasıl olur da Halille geçinebilir? Yol kesen, nasıl olur
da kılavuzla beraber bulunur?
Müridin, muradını bulması, dervişin, ormana yakın bir yerde Şeyhle
buluşması
O, bu düşüncedeyken ünlü Şeyh, bir aslana binmiş, çıkageldi.
Kükremiş aslan odununu çekmekteydi. O kutlu zat da odunlarının üstüne
binmişti.
Kamçısı bir yılandı. Yücelikle yılanı bir kamçı gibi eline almıştı.
İyice bil ki, her şeyh, sarhoş aslanın üstüne biner.
2130. O görünür, bu görünmez ama can gözünden gizli değildir.
Onların altında yüz binlerce aslan vardır, odun çeker durur. Gayp
gözü, onu görür.
Fakat adam olmayan da görsün diye Tanrı, onları bir bir baş gözüne de
gösterir.
O padişah, dervişi uzaktan görüp güldü. Sakın dedi, aldanma, şeytanı
dinleme.
O ulu şeyh, gönlünün nuru ile dervişin içinden geçeni bildi. O nur, ne
güzel bir delildir.
2135. O hünerli zat, dervişin yola düşmesinden o ana kadar aklından
geçenleri bir bir söyledi.
Ondan sonra o güzel güzel çileyip şakıyan zat, kadını kınaması
hususunda da ağzını açıp,
Dedi ki: O tahammül, nefis havasında değildir. Bu zan senin nefsinin
havasıdır, orada durma!
Ben sabredip bu kadının yükünü çekmeseydim aslan, benim yükümü çeker
miydi hiç?
Ben de Tanrı yükünün altında kendinden geçmiş sarhoş ve köpürmüş bir
deveyim.
2140. Onun buyruğunda yarı ham bile değilim ki halkın kınaması,
yermesini düşüneyim.
Bizim geri kalanımızda onun buyruğudur, ileri gidenimizde. Canımız yüz
üstü koşarak onu aramadadır.
Bizim tekliğimiz, çiftliğimiz, hava ve hevesten değildir. Canımız,
mühre gibi Tanrı elindedir.
O ahmağın nazını da çekeriz, onun gibi yüzlercesinin nazını da. Bu,
renk aşkından, koku sevdasından değildir.
Bu kaza ve kader, bizim dersimizin talebeleridir. Artık savaşımızın
debdebesi nereye varır, bir düşün.
2145. Nereye mi varır? Yere bile yol olmayan bir yere. Işığı, gözleri
alan Tanrı ayına ancak!
O nur, bütün vehimlerden ve tasavvurlardan uzak olan nurun nurunun
nurunun nurunun nurudur!
Dedikoduyu senin için aşağılattım. İbret al da kötü huylu arkadaşla
arkadaş ol, uzlaş.
Sabır, sıkıntının anahtarıdır sırrına ermek için gülerek hoşlanarak
onun derdini çek.
Bu aşağılık kişilerin aşağılığını çekersen sünnetlerin nuruna
ulaşırsın.
2150. Peygamberler aşağılık adamların zahmetlerini çok çektiler. Bu
çeşit yılanlardan nice ıstıraplara uğradılar.
Yargılayan Tanrı nın muradı, hükmü, ta ezelden tecelli ve zuhur
etmekti.
Zıddı olmadıkça bir şey görünemez. O misli olmayan padişahın zıddı
yoktur.
Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım âyetindeki hikmet
Bunun için padişahlığına ayna olmak üzere bir gönül sahibini halife
edindi.
Ona hadsiz, hesapsız arılığını ihsan etti, ondan sonra karanlıklardan
da ona bir zıt verdi.
2155. Ak ve kara iki bayrak dikti. Birisi Âdemdi bunların öbürü yol
kesen İblis.
O iki büyük ordu arasında savaşlar oldu, geldi geçti.
İkinci devre Habil geldi, onun pak nurunun zıddı Kaabil oldu.
Adalet ve zulümden ibaret olan bu iki bayrak, böylece devir devir,
Nemruda kadar geldi dayandı.
O, İbrahimin zıddı ve düşmanı oldu. O iki ordu birbirine kin güttü,
savaştı durdu.
2160. Savaşın uzamasından hoşlanmayınca ikisinin arasını ateş ayırdı.
O iki taifenin müşkülü halledilsin diye ateşi, azabı hakem yaptı.
Devir devir zaman zaman bu iki fırka, Firavunla esirgeyici Musanın
zamanına kadar
Yıllarca savaştı. Aralarındaki savaş bitmedi tükenmedi. Bu iş, haddi
aşıp usanç verince de
Tanrı, denizi hakem yaptı; bakalım hangisi öndülü alacak dedi.
2165. Mustafanın devrine, onun zuhuruna kadar bu böyle gitti. O zuhur
edince Ebucehille o cefa askerinin başbuğuyla savaştı.
Tanrı, Semud kavmi için, bir haykırış hizmetkâr tuttu, onların
canlarını alıverdi.
Âd kavmi için tez kalkan ve hızlı giden bir hizmetkârı tuttu, yeli
kullandı.
Kaarunun halini de bildi, onu defetmek için de yeryüzünü kullandı.
Yer, halim olmakla beraber ona kinlendi, onu yuttu.
Yerin halimliği âdeta kahroldu da Kaarunu da dibine kadar sömürdü,
hazinesini de.
2170. Bu bedenin direği lokmadır. Açlık kılıcına karşı ekmek, bir
zırhtır.
Öyle olduğu halde Tanrı, senin ekmeğine bir kahır mayası kodu mu o
ekmek boğaz illeti gibi kursağında durur, boğazını sıkar, seni
öldürür.
Seni soğuktan koruyan şu elbiseye Tanrı, zemheri mizacını verir.
Bu güzelim cüppe buz gibi soğuk olur, kar gibi ziyan verir.
Kürkten de kaçarsın, ipekli elbisenden de. Ondan kaçar zemheriye
sığınırsın.
2175. Sen iki dağ tepesi değilsin,bir dağ tepesisin, yalın kat bir
adamsın sen. Zelle azabından gaafilsin.
Şehire, köye Tanrı emri geldi: Eve, duvara, onlara gölge verme,
Yağmura, güneşe mâni olma dendi. Bu suretle o ümmet peygamberlerinin
yanına koştular.
Ey ulu kişi dediler, çoğumuz öldük. Artık arkasını tefsirden oku.
O eli sopalı er, sopayı yılan yaptı. Aklın varsa bu nükte sana yeter.
2180. Gözün var ama anlayışın yok. Âdeta donmuş bir kaynak, bir et
parçası.
Bunun içindir ki düşünceleri meydana getiren, bezeyen Tanrı, ey kul,
anlayışlı bir surette bak demektedir.
Soğuk demiri döv demiyor, bunu istemiyor, fakat ey demir, hiç olmazsa
Davutun yanında dön dolaş!
Bedenin ölmüş, İsrafilin yanına koş. Gönlün donmuş, yürüyüp giden
güneşe git.
Hayallerden öyle libaslara büründün ki neredeyse kötü zanlı
Sofestailere karışacaksın.
2185. Sofestaide zaten akıl yoktu. Bu yüzden duygudan da oldu,
varlıktan da mahrum kaldı.
Kendine gel, şimdi söz çiğnemek devri. Söylersen halka rezil rüsva
olursun.
İman ne demektir? Kaynaktan su akıtmak. Bedenden can gitti mi o cana
giden revan derler.
Canı beden bağından çözüp kurtararak çayırlığa, çimenliğe salıveren
hakîm.
Hayatla ruhu ayırt etmek için ona bu iki lâkabı taktı. Bunu fark
edenin canına aferin!
2190. Bu suretle de Tanrı fermanına uyan, dilerse gülü diken, dikeni
gül yapan kişideki ruhu anlattı.
Azap yeli estiği zaman Hûd Aleyhisselâmın inanmış Ümmetini kurtarması
ve mucize göstermesi
İnananlar, o zararlı yelin elinden kaçmışlar, hepsi bir daire içine
sığınmışlardı.
Yel, âdeta tûfandı, onun lütfu da gemi. Onun bu çeşit nice gemileri
var, nice tûfanları.
Tanrı, bir padişahı gemi yapar. Hırsı ile kendisini saflara vurur.
Maksadı halkın emin olması değildir, ülke zapt etmektir.
2195. Değirmen beygiri koşar, döner durur. Maksadı da dayak yemeden
kurtulmaktadır.
Su çekmekten, yahut susamdan şırlagan yağı çıkarmaktan haberi bile
yoktur.
Öküz, arabayı çekmek eşyayı götürmek için değil, dayak korkusundan
yürür, yeler.
Fakat Tanrı, ona öyle bir acı korkusu vermiştir de o yüzden işler de
görülür gider.
Her kazanç sahibi de bunun gibi âlemi ıslâh için değil, kendisi için
çalışır.
2200. Her biri derdine bir melhem arar. Derken bir âlem de bu yüzden
düzene girer.
Tanrı korkuyu bu âleme direk yapmıştır. Herkes, can korkusu ile bir
işe sarılmıştır.
Tanrıya hamd olsun ki böyle bir korkuyu mimar etmiş, onunla yer
yüzünü düzene koymuştur.
Bunların hepside iyiden, kötüden korkarlar. Fakat hiçbir kimse yoktur
ki kendi kendisinden korksun.
Şu halde hakikatte herkese hak3im olan birsidir ve o, duygularla
duyulmaz ama çok yakındır insana.
2205. O, bir gizli yerde duyulur ama bu evin duyguları ile duyulmaz.
Tanrının anlaşılacağı, duyulacağı duygu, bu cihanın duygusu değildir,
o duygu, başka bir duygudur.
Hayvan duygusu, o suretleri görseydi öküzle eşek de vaktin Beyazıdı
olurdu.
Bedeni, ruha mazhar eden, gemiyi Nuha burak yapan,
Dilerse ey nur arayan, gemiyi değiştirir, tûfan haline getirir.
2210. Ey yoksul, her an sana bir tûfandır, bir gemidir. Seni gama,
neşeye ulaştırır durur.
Gemiyle denizi görmüyorsan bütün cüzilerindeki şu titreyişi, şu
kaynaşmayı gör.
Gözler, korkunun aslını görmediğinden çeşit çeşit hayallerden korkar
insan.
Sarhoş bir herif, körün birine bir yumruk indirir. Kör sanır ki
kendisini deve tepti.
Çünkü o sırada deve sesini duymuştur. Körün aynası kulaktır, göz
değil.
2115. Derken yine hayır, bu bir taş olacak. Belki şu çınlayıp duran
kubbeden geldi der.
Bu da değil, o da değil, öbürü de değil. Bunları o korkuyu yaratan
gösterir.
Korku ve titreyiş, mutlaka başkasındandır. Hiçbir kimse kendisinden
korkar mı?
O filozofçuk, korkuya vehim der. O, bu dersi eğri anlamıştır.
Hakikati olmayan vehim olur mu hiç? Hiç gönül doğru olmayan bir yere
akar mı?
2220. Yalancı, doğru olmasa bir yalan kıvırabilir mi? İki âlemde de
her yalan doğrudan meydana gelir.
Doğrunun revacına, parlaklığına bakar da yalancı, o ümitle yalan
söyler.
Ey yalancı, bu yalanın da doğru yüzünden geçmede. Nimete şükret de
doğruyu inkâr etme.
Filozofluk taslayandan mı söyleyeyim, onun sevdasından mı bahsedeyim?
Yoksa Tanrının gemilerini denizlerini mi anlatayım?
Hadi onun gemilerinden bahsedeyim. Çünkü o bahis, gönle öğüt verir.
Külden bahsedeyim. Çünkü cüz, küllün içindedir.
2225. Her velîyi Nuh ve kaptan bil, bu halkın sohbetini de tûfan say.
Aslandan ve erkek ejderhadan az kaç da âşinalarından, akrabalarından
daha fazla sakın.
Onlar, seninle buluşup ömrünü ziyân ederler. Onları anma, gayb
âleminden elde ettiğin mahsulü bitirir.
Susuz eşek gibi her birinin hayali, beden kabından düşünce şerbetini
emer, sömürür.
O kovucuların hayali, abıhayattan elde ettiğin çiğ tanesini emiverir.
2230. Daldan suyun çekilmesine alâmet, o dalın kupkuru kalması,
oynamamasıdır.
Hür uzuv taze dala benzer. Ne yana çekersen eğilir.
Dilersen ondan sepet, hatt3a çember bile yaparsın.
Fakat suyu çekildi mi, kökünden su almaz oldu, kurudu mu dilediğin
gibi bükülmez.
Kurandan Namaza kalksalar da üşenerek kalkarlar âyetini okusana.
Dal kökünden meme emmiyor ki.
2235. Bu alamet, taş gibidir. Kısa keseyim de yoksulu, definesini onun
hallerini söyleyeyim.
Her fidanı yakan ateşi gördün ya. Hayali yakan can ateşini de seyret.
Candan böyle bir ateş yalımlandı mı ne hayale aman vardır ne hakikate.
O, her aslanın, her tilkinin düşmanıdır. her şey helâk olur, ancak
onun hakikati bâkidir.
Onun hakikatine var, varlığından geç. Bismi deki elif gibi kelimede
kaybol.
2240. O elif, Bismide gizlenmiştir. O, hem Bismide vardır, hem
yoktur.
Böyle ulanmak için hazfedildi mi kelimede yok olur.
O, ulanma içindir, be harfiyle sin harfi, onunla birbirine ulanmıştır.
Fakat be harfiyle sin harfinin ulanması, elifin bulanmasına razı
olmaz.
Bu ulanmada, bu buluşmada bir harf bile sığmazsa artık sözü kısa
kesmem lâzım benim.
Bir harf bile sinle beyi ayırıyor. Burada susmak, en lüzumlu bir
şey.
2245. Elif, varlığından yok olmuştur ama o harfi olmaksızın da beyle
sin, elifi söyler durur.
Sen atmadın attığın vakit, o attı âyeti Peygamberin varlığı olmadan
inmiştir. Peygamber de kendi varlığından geçmiş, susmuş, Tanrı diliyle
söylemeye koyulmuştur da ondan sonra Allah dedi demiştir.
İlâç, ilâç olarak kaldıkça tesirsizdir. Fakat içildi, yendi de
varlığından geçti mi tesir eder.
Ormanlar kalem olsa, denizler mürekkep olsa yine Mesnevinin
biteceğini umma.
Toprak oldukça ve kerpiç dökücü, toprağı karıp dört sopadan meydana
gelen kalıba döktükçe bu kitabın şiiri de uzar gider.
2250. Hatt3a toprak kalmasa, yapılan kerpiç kurusa yine onun denizi
coşar, köpürür... Köpüklerden toprak düzer.
Orman kalmasa, ağaçlar tükense ormanlık, bu sefer denizin içinden
biter, baş gösterir.
Onun için sıkıntıları gideren o zat, Bizim denizimizden zuhur eden
sözleri rivayet edin. Bu hususta size bir teklif yoktur dedi.
Denizden dön, yüzünü karaya ko. Oyundan oyuncaktan bahset, çocuğa bu
daha iyi!
Çocukluğunda oyunla oynarsa da yavaş yavaş akıl denizine âşina olur, o
denize dalar, yüzer.
2255. Çocuk, oyunla akıllanır, oynaya oynaya aklı başına gelir onun.
Oyun, görünüşte akla uymaz ama iş böyledir işte:
Deli çocuk, oyun oynar mı? Cüzü lâzım ki külle dönsün.
Kubbe ve define hikâyesi
İşte o yoksulun hayali, riyasız olarak gel, gel demekle beni âciz
bıraktı.
Onun sesini sen duymazsın ama ben duyarım. Çünkü gizlilik âleminde
onun sırdaşıyım ben.
Onu define arıyor sanma. Define kendisi. Dost, mânada dosttan başka
bir şey olabilir mi?
2160. Her lâhza o, kendisine secde etmede. Yüzünü görmek için önüne
bir ayna koymuş secde ediyor.
Aynada hakikati bir habbecik görseydi ondan bir hayalden başka bir şey
kalmazdı.
Hayalleri de yok olurdu, kendisi de. Bilgisi, bilgisizlikte mahvolmak
olurdu.
Bizim bilgisizliğimizden başka bir bilgi, şüphe yok ki benim diye
apaçık baş gösterirdi.
Âdeme secde edin diye ses gelip durmada. Âdemseniz bir an olsun
kendinizi görün!
2265. Bu ses, meleklerin gözünden şaşılığı giderdi de yeryüzü, onlarca
lâcivert gökyüzünün aynı oldu.
Tanrıdan başka tapacak yoktur dedi, tapacak yalnız Tanrıdır demekle
ondan başka varlık yoktur demiş oldu ve birlik açıldı.
O dostun, o doğru yolu bulmuş sevgilinin kulağımızı çekmesi zamanı
geldi.
Kulağımızı tutup çeşmeye götürerek ağzını burada, bu suyla yıka,
halktan gizlediğin şeyleri söyleme demesinin tam vakti.
Fakat söylesen de o meydana çıkmaz ki. Yalnız sen açmayı kastetmekle
suçlu olursun, o kadar.
2270. Fakat ben, onların etrafında dönüp duruyorum işte. Bunu söyleyen
de benim dinleyen de.
Yoksulun ve definenin suretini söyle. Bunlar, eziyet çekenlerdir, o
eziyeti anlat bakalım!
Rahmet çeşmesi, onlara haram oldu. Öldürücü zehri kadeh kadeh
içiyorlar.
Eteklerine toprak doldurmuşlar, şu kaynakları doldurmaya geliyorlar.
Denizden yardım gören bu kaynak, şu iyi kötü bir avuç toprağın çalışıp
çabalaması ile dolar mı hiç?
2275. Fakat sizi bıraktım, size karşı kurudum, ebediyen de akmayacağım
der
Halk, iştah bakımından ters tabiatlıdır. Öyleleri vardır ki suyu
bırakır, içmez de toprak yer.
Halk peygamberlerin tabiatlarına zıttır, tutar ejderhaya dayanır.
Tanrının göze mühür vurmasını, gözü kapatmasını bildin, fakat neden
göz yumdun, bunu da bildin mi?
Gözünü yumdun da onun yerine şu gözlerini neye açtın? Bir bir, bil ki
kapadığın gözün yerine gelen kötü gözlerdir onlar.
2280. Fakat inayet güneşi parlayıp doğmuş, ümidini kesenlere
lûtfetmiştir.
Rahmetiyle görülmemiş bir tavla oyununa girişir. Küfrün ta kendisini
tövbe haline kor.
O cömert Tanrı halkın bu bahtsızlığını görüp iki yüz tane sevgi
çeşmesi akıtmıştır.
O, koncaya dikenden sermaye verir, dikenden gonca bitirir. Yılan
boynuzu ile yılanı süsler, bezer.
Gece karanlığından gündüzü çıkarır. Yoksulun elinden zenginlik izhar
eder.
2285. Halile kumu un yapar, Davuta dağı enis kılar.
O karanlık bulutların altındaki dağ, olanca vahşetiyle beraber ağız
açar, zir ve bem perdelerinden çenk çalar.
Ey halktan nefret eden Davut, kalk. Onları terk ettin, yerine bizi
dinle, beraber çalalım der.
O define isteyen yoksulun bir çok araştırmadan sonra âciz kalıp ey her
şeyi meydana çıkaran, sen bu gizli sırrı meydana çıkar diye ulu
Tanrıya yalvarması
O derviş dedi ki: Ey sırları bilen, bu define için ömrümü zây ettim.
Hırs şeytanı, acele ettirdi, bana. Ne yavaşlığım kaldı, ne tedbirim,
ne ihtiyatım.
2290. Tencereden bir lokma bile yemedim. Yalnız avucum siyahlandı,
ağzım yandı.
Bunu iyice bilmiyorum, bari bu düğümü bağlayana müracaat ederek
çözeyim demedim.
Tanrının sözünü de Tanrı sözü ile tefsire kalkış. Kendine gel de
zannına uyup hezeyan etme a pek yüzlü!
Düğümü kim bağladıysa o çözer. Bu nükteleri, bu sırları, yine söyleyen
açar.
Sana o çeşit söz, kolay anlaşılır gibi gelir ama Tanrı remizleri kolay
anlaşılır mı hiç?
2295. Adam yarabbi dedi, bu işten tövbe ettim. Kapıyı sen kapadın,
yine sen aç!
Duada da bir hünerim yokmuş, yine başımı hırkaya çekiyor, sana
yalvarıyorum.
Hüner nerede, ben neredeyim, doğru bir gönül nerede? Bunların hepside
senin aksin, hepsi de sensin.
Her gece rüyada bir tedbire girişmede, bir fikre düşmedeyim. Suda gark
olan gemiye döndüm.
Ne ben kalıyorum, ne hünerim kalıyor. Beden de bir leş gibi bihaber
olarak bir tarafa düşüyor.
2300. O yüce padişah, seher çağına kadar her gece Rabbiniz değil
miyim? diye sormada. Evet diye cevap vermede.
Nerede Evet, Rabbimizsin diyen? Hepsini de uyku seli aldı götürdü.
Yahut da bir timsah, hepsini paraladı, yedi.
Sabah çağı, karanlıklar kınından parlak kılıcını çekip de,
Doğu güneşi, geceyi dürünce bu timsah da yediklerini kusar.
Yunus gibi o timsahın midesinden kurtulur, koku ve renk âlemine
yayılırız.
2305. Halk, Yunus gibi Tanrıyı tesbih etti, o karanlıklar âleminde o
yüzden rahat kaldı.
Her biri seher vakti, gece balığının karnından çıkınca der ki:
Yarabbi, ey kerem sahibi, o korkunç geceye rahmet definesini gömmüş,
ona bunca tat vermişsin.
O üstü pul pul, yol yol olan ve bir timsaha benzeyen gece,
gözlerimizi, kulaklarımızı kuvvetlendiriyor, bedenimiz rahatlaşıyor.
Bundan böyle senin gibi birisi, bizimle beraber olduktan sonra bize
korkunç görünen şeylerden kaçmayız.
2310. Musa, onu ateş gördü ama nurdu. Biz geceyi bir zenci gibi
gördük, halbuki o huridir.
Bundan böyle denizi, çerçöpün örtmemesi için senden bir göz isteyelim.
Büyüklerin gözleri açıldı da ellerini çırpmaya, oynamaya başladılar.
Ama bu elle, bu ayakla değil.
Halkın gözünü, ancak sebepler bağlar. Sebepten korkup titreyen,
eshaptan değildir.
Fakat bizim eshabımız; hakikat ehlidir. Tanrı, onlara kapı açmış,
onları odanın baş köşesine geçirmiştir.
2315. Tanrı eline nispetle müstahak olan da Tanrı azatlısıdır, bağdan
kurtulmuştur, müstahak olmayan da.
Yokluk âlemindeyken hak mı kazanmıştık da bu cana ulaştık, bu bilgiyi
elde ettik?
Ey her ağyarı yar eden, ey dikene gül libası ihsan eyleyen!
Toprağımızı ikinci defa olarak yine süz de hiçbir şey olmayanı yine
bir şey haline getir!
Bu duayı da önce sen emrettin, yoksa bir toprak parçasında sana dua
etmeye kudret mi olurdu?
2320. Ey hikmetine hayran olduğumun Tanrısı, mademki dua etmemizi
emrettin, bu emrettiğin duayı sen kabul et.
Geceleyin anlayış ve duygular gemisi kırılır. Ne bir ümit kalır, ne
korku, ne yeis.
Tanrım, beni rahmet denizine daldırır, bakalım, ne hünerle doldurup
geri gönderecek?
Birisini ululuk nuru ile doldurur, öbürünü vehimlerle, hayallerle.
Kendimde bir rey, bir tedbir olsaydı her yaptığım, her giriştiğim iş,
kendi hükmümce olurdu.
2325. Geceleyin aklım, benim buyruğum olmadan gitmezdi. Kuşlarım,
tuzağımda dururdu.
Can duraklarını bilir, uykumda da, uyanıkken de, sınandığım zaman da
onları anlardım.
Bu işleri bağlayıp çözmek elimde değil, değil de yine de bu ululanmam,
bu kendimi beğenmem nedir?
Gördüğümü görmemiş sandım da yine dua zembilini kaldırdım.
Ey kerem sahibi, elif gibi hiçbir şeyim yok... Mimin gözünden daha dar
bir gönlüm var ancak.
2330. Bu elif, bu mim, varlığımızın anasıdır. Anamız olan mimin eli
dardır, elifse ondan daha yoksul!
Elifin bir şeyi yok demek gaflettir, mim gibi gönlü daralmış bir hale
gelmek akıl alâmetidir.
Kendimden geçtiğim zaman hiçim. Fakat aklım başıma geldi mi
ıstıraplara düşer, kıvranır dururum.
Artık böyle bir hiçe bir şey yükleme. Böyle kıvrandıran şeye devlet
adını takma.
Zaten beni iyileştirecek bir şeyim yok. Bu yüzlerce derde de vehimden
uğradım.
2335. Hiçbir şeyim yok, o haldeyim işte. Bana lûtfet. Zahmetler
çektim, rahatlaştır beni, rahatımı arttır benim.
Göz yaşlarıma gark oldum, üryan bir halde durmadayım. Senin kapını
görecek göz yok bende.
Gözsüz kuluna rahmet et de gözyaşları, şu yazıda bir yeşillik, bir ot
bitirsin.
Gözyaşım kalmazsa gözyaşı ihsan et. Peygamberin yaş dökücü gözleri
gibi hani.
O bile bunca devletiyle, bunca ululuğuyla, bunca ileri oluşuyla
beraber Tanrı kereminden gözyaşı istedi.
2340. Artık benim gibi eli boş bir kâse yalayıcı, nasıl olur da kanlı
gözyaşlarını iplik gibi salmaz?
Öyle bir göz bile gözyaşına meftun olduktan sonra benim göz yaşlarım,
yüzlerce ırmak olmalı.
Onun göz yaşlarının bir katrası, benim iki yüz ırmağımdan yeğdir.
Çünkü o bir katrayla insanlar da kurtuldu, cinler de.
O cennet bahçesi bile yağmur isteyince çorak ve çirkin toprak nasıl
istemez?
Kardeş, elini duadan ayırma. Kabul edilmiş, edilmemiş, bununla ne işin
var senin?
2345. Ekmek bile bu göz yaşına mâni olursa elini ekmekten yumak gerek.
Kendine çeki düzen ver, çevikleş, yan yakıl da ekmeğini göz yaşlarınla
pişir!
Hatifin, define arayan yoksula seslenmesi ve definenin hakikatini
bildirmesi
O böyle dua edip dururken Tanrıdan ilham geldi, bu müşküller açıldı.
Dendi ki: Hatif sana yaya bir ok koy, at dedi, yayın zıhını adamakıllı
çek demedi ki.
Yayı iyice ta kulağına kadar çek demedi, bir ok koy,atıver dedi.
2350. Sen, ukalâlığından yayı çekmeye okçuluk hünerini göstermeye
kalkıştın.
Bu katı yayı bırak da yürü, alelâde yaya bir ok koy, fazla gitmesine
savaşma.
Düştüğü yeri kaz, defineyi orada bulmaya çalış, altınları elde et.
Tanrı, şah damarından yakındır insana. Halbuki sen ok gibi olan
düşünceni uzaklara atmadasın.
Ey yayı kurup oku atan! Av yakında, sen uzağa düşmüşsün.
2355. Kim daha uzağa ok atarsa daha uzaktadır. Böyle bir defineden
daha uzağa düşer o.
Filozof kendisini düşünceyle öldürdü. Koş de ona, zaten defineye
arkasını çevirmiştir o.
Koş de. Ne kadar fazla koşarsa gönlünün muradından o kadar uzaklaşır.
Padişah, Bizim için savaşanlar dedi, bizden uzaklaşmaya çalışanlar
demedi a kararsız adam!
Kenan gibi hani. O da Nuhdan arlandı da o koca dağın tepesine çıkmaya
kalkıştı.
2360. Kurtulmak için dağa ne kadar koştu, tırmandıysa kurtuluştan o
kadar uzaklaştı.
Her sabah, daha katı bir yayla daha uzağa ok atıp define arayan bu
yoksul gibi.
Daha katı olan her yayı, eline aldıkça defineden o derece mahrum
olmaktaydı.
Bu atalar sözü, âlemde söylenir durur: Şeytanın canı azapta gerek.
Çünkü bilgisiz kişi hocadan utanır, kalkar, gidip yeni bir dükkân
açar.
2365. Ustana danışmadan açtığın o dükkân, bil ki kokmuş bir dükkândır,
akreplerle, yılanlarla doludur o suretten ibaret adam!
Çabuk yık bu dükkânı da yeşilliğe, gül fidanlarına, içilecek suların
bulunduğu yere dön!
Kibrinden, işin iç yüzünü bilmediğinden gûya kendisini kurtaracak dağı
kurtuluş gemisi yapmaya kalkışan Kenana benzemez.
O define arayana da okçuluğu hicap oldu. Halbuki isteği hazırdı,
koynundaydı.
Nice bilgi, nice zekâ, nice anlayış vardır ki yolcuya bir gulyabani,
bir harami kesilir.
2370. Cennetliklerin çoğu ahmaktır. Bu suretle de filozofun şerrinden
kurtulur onlar.
Kendini faziletten de üryan bir hale getir, saçma şeylerden de...
Böylece rahmet, her an sana insin dursun.
Anlayışlı olmak; sınıklığın, niyazın zıddıdır. Anlayışlı olmayı bırak,
ahmaklıkla uzlaşmaya bak.
Anlayışı hırs ve tamah tuzağı bil. Temiz kişinin şeytan gibi akıllı
olmakla ne işi var?
Aklı, fikri ileri olanlar, bir sanatla kanaat ederler. Fakat o kadar
ileri anlayışlı olmayanlar sanatı görür, sanatkârı bulurlar.
2375. Ana, küçücük yavrusunu gündüzün kucağına alır, ona el ayak olur,
onu her şeyden korur.
Biri Müslüman , öbürü Hıristiyan, üçüncüsü de Yahudi olan üç yolcu,
bir konak yerinde yiyecek buldular. Hıristiyanla Yahudi tokdu, bunu
yarın yiyelim dediler Müslüman, o gün oruçluydu, fakat onlarla başa
çıkamadığından aç kaldı
Oğul, burada bir hikâye dinle de hünerine kapılıp belâlara uğrama.
Bir Yahudi, bir Müslüman, bir de Hıristiyan yolda arkadaş oldular.
Bir mümin, iki sapıkla yoldaş oldu. Aklın, şeytan ve nefisle arkadaş
olması gibi.
Yol hali bu, bir de bakarsın, bir Maragalı ile bir Reyli arkadaş
olur. Beraber yerler, beraber içerler.
2380. Baykuş, karga ve doğan, bir kafese düşebilir. Hapiste bir temiz
kişiyle bir beynamaz arkadaş olabilir.
Bir konaktaki kervan sarayda doğu ve batı halkıyla Maveraünnehirli
bir araya gelir.
Aşağılık ve yüce kişiler, kış ve kar yüzünden bir kervansarayda
günlerce kalırlar.
Fakat yol açıldı, mâni kalmadı mı hepsi ayrılır, her biri, bir yana
gider.
Akıl padişahı, kafesi kırdı mı kuşların her biri, bir tarafa uçar.
2385. Bundan önce neşelenerek, sevinerek kendi cinsinin havası ile
geldiği yere uçar giderdi ya.
Kafeste ve zindan da iken de her an ağlayıp inleyerek kanat açar ama
uçmaya yol ve imkân yoktur.
Fakat yol oldu mu her biri, anarak kanat açtığı yere uçar, yel gibi
uçup gider.
Ağlayıp ah ettiği tarafa fırsat buldu mu koşar, uçup kavuşur.
Bedenine bak. Bu cüzüler, nereden toplanıp bedenine geldi.
2390. Kimisi suya, kimisi toprağa, kimisi yele, kimisi ateşe mensup.
Kimi arştan gelmiş, kimi ferşten. Kimisi güzel, kimisi çirkin.
Her biri kar korkusundan bu kervansaraya sinmiş, geldikleri yere
tekrar dönmeyi umuyor.
Çeşit çeşit kar var, her taraf donmuş, hiçbir yerde hayat kalmamış. O
adalet güneşinden uzak kalmışlar, o uzaklık kışından buz kesilmişler.
Fakat o kızgın güneşin harareti bir geldi mi dağ bile kum ve yün
kesilir.
Can verirken beden nasıl erirse kendilerinde candan eser olmayan
cansızlar bile öyle erir.
2395. Bu üç yoldaş bir konağa vardılar. Orada bir devletli,
kendilerine helva hediye etti.
Bir ihsan sahibi, Ben yakınım, sofrasından her üç garibe de helva
götürdü.
Tanrıdan sevap ümidi ile sıcak somun ve bal helvası hediye etti.
Şehirliler, edep ve zekâ ehli olurlar. Toy vermek yoksul doyurmak da
köylülere verilmiştir.
Tanrı, garibe ziyafet çekmeyi köylülere vermiştir.
2400. Köylerde her gün Tanrıdan başka imdadına yetişecek hiç kimsesi
olmayan yeni bir misafir vardır.
Köylerde her gece yeni bir topluluk vardır ki onların Tanrıdan başka
kimseleri yoktur.
O iki yabancı, adamakıllı yemek yemişler, imtilâya uğramışlardı. O
Müslüman ise oruçluydu.
Akşam namazı vakti o helva gelince Mümin, pek aç olduğundan yemek
istediyse de,
İkisi de biz boğazımıza kadar tokuz. Bu yemeği bu gece bırakalım da
yarın yeriz.
2405. Bu gece sabredelim, yemeyelim de helvayı yarına saklayalım
dediler.
Mümin dedi ki: Sabrı bırakalım da bu gece yiyelim yarının sahibi var.
Ona sen, böyle hikmet satarak yalnız yemek istiyorsun galiba dediler.
Dedi ki: Dostlar, biz üç kişi değil miyiz? Bana razı değilseniz pay
edelim.
Kimse ne düşerse diler yesin, diler saklasın.
2410. İkisi birden hayır dediler, pay etmeyi bırak, her pay eden
cehennemdedir sözünü duy.
Mümin, burada pay eden, kendi havasına uyup pay edendir. Tanrı için
pay eden değil.
Sen de Tanrınınsın onun payısın. Onun payını başkasına verirsen ona
şirk koşmuş olursun.
Eğer o kötü kişilerin zamanı olmasaydı bu aslan, köpeklere üstün
olurdu.
Onların kasti o Müslümanın gam yemesi, o geceyi aç geçirmesiydi.
2415. Tanrıya teslim oldu, boynunu eğdi, dostlarım dedi, baş üstüne,
dediğiniz gibi olsun.
O gece yatıp uyudular, sabahleyin kalkıp kendilerini bezediler.
Yüzlerini, ağızlarını yıkadılar. Her biri, kendi yolunca virdini
okumaya koyuldu.
Bir zaman virtlerine yüz tutup Tanrıdan lûtuf ve ihsan dilediler.
Müminde ulu padişaha yüz tutar, Hıristiyan da Yahudi de; Mecusi de.
2420. Hattâ taş, toprak, dağ ve suyun bile Tanrıya gizli bir duası,
ilticası vardır.
Bu sözün sonu gelmez. Her üç dostta ibadetlerini bitirdikten sonra
dostçasına birbirlerine yüz çevirdiler.
Biri dedi ki: Her birimiz gördüğü rüyayı anlatsın.
Kimin rüyası daha güzelse bu helvayı o yesin, üstün olan alt olanın
payını alsın.
Aklı en üstün olanın yemesi herkesin yemesi demektir.
2425. Onun nurlarla dolu olan canı üstün gelmiştir, arda kalanların
derdine o deva eder.
Akıllılar, ebediliğe ulaşmışlardır. Şu halde onların vücudu ile bu
âlemde mâna bakımından bâkidir.
Bunu üzerine önce Yahudi gördüğünü söyledi, geceleyin ruhu nerelerde
gezdiyse anlattı.
Dedi ki: Yolda önüme Musa çıktı. Öyledir, kedi rüyasında yağlı kuyruk
görür.
Musanın ardında Tur dağına gittim. Ben de Musada Tur dağı da nura
gark olduk, görünmez bir hale geldik.
2430. O güneşin nuru ile üç gölge de mahvoldu. Ondan sonra o nurdan
bir kapı açıldı.
O nurun içinden bir başka nur göründü. O ikinci nur, çabucak yüceldi.
Ben de, Musada, Tur dağı da... Üçümüzde o nurun doğmasıyla kaybolduk.
Ondan sonra gördüm, Tanrı nuru, ona üfürünce dağ üçe ayrıldı.
Heybet sıfatı ona tecelli edince parçalar, birbirinden ayrıldı, her
bir parçası bir tarafa gitti.
2435. Bir parçası denize doğru gitti. Zehir gibi acı olan deniz suyu,
bu yüzden tatlılaştı.
İkinci parçası yere geçti, yerden tatlı sular, deva çeşmeleri kaynadı.
Tertemiz vahyin kutluluğundan o sular, bütün hastalara şifa kesildi.
Öbür parçası da derhal uçup da Kâbenin yanına gitti, Arafat dağı
oldu.
Sonra tekrar o sesten kendime geldim, bir de gördüm ki Tur yerindeydi,
ne eksiği vardı, ne fazlalığı.
2440. Fakat Musanın ayağı altında buz gibi eriyordu. Ne çukuru kaldı
ne tepesi.
Heybetten yerle bir oldu, tepesi de o heybetle eteğiyle birleşti.
Derken yine kendime geldim, gördüm ki Turla Musa, eskisi gidi
durmakta.
Yalnız dağın eteğindeki çölde yüzleri Musaya benzeyen bir alay halk
var.
Onun gibi onların ellerinde de birer asâ var, hırkası, tıpkı onların
hırkasına benziyor. Hepside eteğini çemremiş kendi turuna gitmekte.
2445. Hepsi ellerini duaya kaldırmış, Rabbim bana görün demeye
koyulmuş.
Sonra yine o dalgınlıktan kendime geldim, her birinin sureti bana
başka türlü göründü.
Hepsi de Tanrı âşığı peygamberdi bunların. Bu suretle bana
peygamberlerin birliği anlatılmış oldu.
Bu sırada yine o ulu melekleri gördüm. Kardan meydana gelmişti bunlar.
Bunlardan başka yardım dileyen bir halka melek daha vardı ki onlarda
ateşten yaratılmışlardı.
2450. O çıfıt böyle söyleyip duruyordu. Nice Yahudi vardır ki sonu iyi
olur.
Hiçbir kâfiri hor görmeyin. Müslüman olarak ölebilir olur ya.
Ömrünün sonundan ne haberin var ki ondan tamamı ile yüzünü
çeviriyorsun.
Ondan sonra Hıristiyan söze geldi. Dedi ki: Rüyada Mesih göründü..
Onunla dördüncü kat göğe âlemin güneşinin bulunduğu durağa çıktım.
2455. Gök kalelerinin şaşılacak şeylerini gördüm. Bu âlemdeki
alâmetlere hiç benzemiyorlardı.
Oğulların gökçeği, herkes bilir ki gökyüzünün hüneri, elbette
yeryüzünden üstündür.
Öküz, deve ve koç, yolda bir deste ot buldular. Her biri ben yiyeceğim
dedi.
Bir deve, bir öküz ve bir koç, yolda giderlerken bir bağ ot buldular.
Koç dedi ki: Bunu paylaşırsak hiç birimiz doymayacağız.
Fakat kimin ömrü daha artıksa bu otu o yesin.
2460. Yaşlılara hürmet Mustafanın sünnetlerindendir çünkü.
Aşağılık kişilerin hükmettiği bu devirde ise halk, yaşlıları iki yerde
öne geçirirler.
Ya ateş gibi sıcak yemeğe buyur derler, yahut bakımsızlıktan yıkılacak
dereceye gelen köprüde ileri sürerler.
Aşağılık kişiler kötü bir maksatları olmadıkça bir şeyhi, bir büyüğü,
bir kılavuzu ağırlamazlar.
Onların hayırları budur, artık kötülüklerini var sen kıyas et.
Örnek
2465. Bir padişah camiye gidiyordu. Yaverleri, sopalı memurları, halkı
dövmedeydi.
Sopalı damlar, birinin başını yarıyor, öbürünün gömleğini yırtıyor,
padişaha yol açıyorlardı.
O arada bir yoksul da yasakçılardan suçsuz olarak on sopa yedi.
Kanlar içinde kaldı. Padişaha yüz dönüp dedi ki: Şu apaçık zulme bak,
gizlisini ne soruyorsun?
Camiye gidiyorsun gûya. Hayrın buysa şerrin ve kötülüğün nedir ey
azgın?
2470. Bir pîr, aşağılık bir adamdan bir tek selâm işitmez ki nihayet
ondan bir hayli derde uğramasın.
Böyle bir kötü kişinin veliye musallat olmasındansa kurdun musallat
olması daha iyidir.
Kurt, çok zâlimdir ama hiç olmazsa hilesi, düzeni yoktur.
Hilesi, aklı fikri olsa hiç tuzağa düşer mi? Hile insandadır tamamı
ile.
Koç, öküzle deveye arkadaşlar dedi, mademki böyle bir ota rastladık.
2475. Hadi bakalım her biriniz ömrünüzün başlangıcını söyleyin. Kim
daha yaşlı anlaşılsın,öbürleri de sussun.
Benim vücuda gelişim, İsmailin koçu ile başlar. O vakitten beri varım
ben.
Öküz, ben dedi, Âdem peygamber, bir öküzle çift sürüyordu ya, işte o
vakit küçücüktüm.
Halkın atası Âdemin yeryüzünde çift sürdüğü öküzle eşim ben.
Deve, öküzle koçtan bu sözleri duyunca çok şaşırdı. Başını indirip otu
aldı.
2480. Havaya kaldırdı. Hiçbir söz söylemeden o esrik deve,otu yedi,
sonra dedi kİ:
Benim için doğum tarihine zaten hacet yok. Bende bu çeşit gövde ve bu
uzun boy varken buna ne hacet?
Yavrum, herkes bilir ki ben, sizden küçük değilim.
Akıl, fikir sahipleri, bilirler ki yaratılışım sizden üstündür.
Hıristiyan da, hepiniz bilirsiniz ki dedi bu yüce gök, şu eski
yeryüzünden yüzlerce defa geniştir.
2485. Nerede gökyüzünün acayip genişlikleri, nerede şu yerin köşeleri,
bucakları?
Müslümanın, arkadaşları olan Yahudi ve Hıristiyana gördüğü rüyayı
söylemesi ve onların hayıflanmaları
Müslüman, bunu üzerine dedi ki: Dostlar, sultanım Mustafa zuhur etti.
Bana dedi ki: Onların birisi Tura gitti, Tanrı Kelimine arkadaş
oldu, aşk tavlası oynamaya girişti.
Öbürünü de sahip kıran İsa aldı, dördüncü kat göğe çıkardı.
Kalk a arda kalmış zarar görmüş adam! Bari o helva ile yahniyi sen ye.
2490. O hünerli, sanatlı kişiler, koştular; devlet ve mevki mektubunu
okudular.
O iki faziletli er, lûtuf ve ihsanlar buldular, meleklere karıştılar.
Ey arda kalmış sâf ve bön! Kalk, sıçra da helva kâsesinin başına otur!
Bu sözü duyunca Hıristiyanla Yahudi a haris dediler, yoksa helvayı
yedin mi?
Müslüman, O emrine itaat edilen padişah, emredince ben kimim ki
buyruğuna uymayayım?
2495. Sen Yahudisin Musanın emrinden baş çekebilir misin? Seni iyi
ve kötü bir şeye koşsa emrinden nasıl olur da dışarı çıkabilirsin?
Sen de Mesihe tâbisin, hayır veya şer, herhangi bir işte Mesihin
emrine karşı durabilir misin?
E... Artık ben nasıl olur da peygamberlerin övündüğü Peygamberimin
emrinden dışarı çıkabilirim? Helvayı yedim tabiî, şimdi de sarhoşum
işte! dedi.
Bunun üzerine vallahi dediler, rüya, senin rüyan. Bu gördüğün rüya,
bizim yüzlerce rüyamızdan üstün.
Ey neşeli zat, senin uykun, uyanıklık. Rüyanın eserini uyanıklıkla
bile görüyorsun.
2500. Sen de faziletten, yiğitlikten, hünerden geç, iş hizmette ve
güzel huydadır.
Tanrı, bizi bunun için meydana getirdi. İnsanları ancak bana ibadet
etsinler diye yarattım, cinleri de dedi.
Samirinin hüneri, neyini fazlalaştırdı ki? O hüner kendisini Tanrı
kapısından sürdürdü.
Kaarunun başına kimya bilgisinden neler geldi? Seyret de bak. Yer,
onu ta dibine kadar çekti.
Ebülhakem, hünerinden ne elde etti? Küfrüyle inkârıyle baş aşağı
cehenneme gitti.
2505. Hüner odur ki ateşi apaçık göresin; duman ateşe delalet eder
demeyesin bunu böyle bil!
Senin delilin hakikatte hekimin delilinden daha kokmuştur.
Oğul, senin delilin bundan başka bir şey değilse pislik ye, sidiğe bak
dur.
Delilin, asâya benzer senin. Elindedir de körlüğünden göremediğin
şeyleri, güya onunla anlarsın. Bu gürültüyü, bu kap tutu göremiyorum,
beni mazur tut diyorsun âdeta.
Tirmiz padişahı Seyyidin Kim filân işi görmek üzere Semerkanda üç
yahut dört günde gidebilirse ona elbise, at, köle ce cariyeyle şu
kadar altın vereceğim diye tellâl çağırtması, köyde bulunan Delkakın
bunu duyup Ben gidemem, bu iş benim işim değil diye padişaha
müracaat etmesi
2510. Delkak, Tirmizde padişah olan Seyyidin her şeyi bilen akıllı
bir maskarasıydı.
Padişahın Semerkantda mühim bir işi vardı. O işi derhal yapıp gelecek
bir adam aradı.
Beş günde oraya gidip gelecek ve bana haber getirecek olana hazineler
vereceğim diye tellal çağırttı.
Delkak, köydeydi. Bunu duyunca eşeğine bindi. Tirmize doğru
koşturmaya başladı.
Öyle koşturuyordu ki eşek sakatlandı. Ata bindi at da çatladı.
2515. Nihayet yol tozlarına bulanmış bir halde Tirmize gelip divana
girdi. Vakitsiz olmakla beraber padişahın huzuruna girmek istedi.
Divana bir fısıltıdır düştü. Padişah da vehimlendi âdeta.
Şehrin ileri gelenleri de ürktüler, geri kalanları da. Acaba
diyorlardı, ne fitne ne kötülük çıktı?
Kuvvetli bir düşman mı kast etti bize, yoksa kaza ve kaderden helâk
edici bir felakete mi uğradık?
Ne oldu da Delkak, köyden kalktı, böyle aceleyle yola düştü, yolda
birkaç tane Arap atını çatlattı?
2520. Halk, padişahın sarayının kapısına toplandı. Bakalım Delkak,
böyle acele niçin geldi diye bekliyorlardı.
Onun acelesinden, o telaşından Tirmizde bir gürültüdür koptu.
Biri iki eliyle dizlerini dövüyor, öbürü eyvahlar olsun, başımıza
gelenler nedir, diye bağırıyordu.
Herkes, korkudan, gürültüden bir felaket düşünmede, bir başka çeşit
düşünceye kapılmada, yüzlerce hayallere düşmedeydi.
Hırkamıza düşen bu ateş nedir, diye herkes aklınca bir şeyler
kuruyordu.
2525. Delkak, huzuruna gitmek istedi. Padişah derhal izin verdi. Yeri
öpünce padişah Ne oldu yahu dedi.
Kim, o ekşi suratlı adama bir şey sorduysa parmağını ağzına götürüp
sus demekteydi.
Bu hareketinden halkın, vehmi artıyor, herkes derleniyor, şaşırıp
kalıyordu.
Delkak, padişahın emri üzerine ey kerem sahibi padişahım dedi, bir an
dur da nefes alayım.
Aklım başıma gelsin. Çünkü acayip bir âleme düştüm.
2530. Bir an geçti ama padişah da vehme, zanna kapıldı. Boğazı da
acıdı, ağzının tadı da kaçtı.
Çünkü Delkakı hiç böyle görmemişti. Ondan daha hoş bir nedimi yoktu.
Daima hikâyeler söyler, lâtifeler eder, padişahı sevindirir,
güldürürdü.
Huzurda oturdu mu öyle bir güldürürdü ki padişah, kahkaha atarken iki
eliyle karnını tutmaya mecbur olurdu.
Kahkahadan terlere batar, yüzüstü yerlere yıkılırdı.
2535. Bu günse yüzü sapsarıydı, suratı asıktı. Parmağını ağzına
götürüp sus padişahım diyordu. Bu ne haldi?
Padişah, ne felâket var acaba diye vehimlendikçe vehimleniyor,
hayallendikçe hayalleniyordu.
Harzemşah, pek zâlimdi, pek kan dökücüydü. Padişahın gönlünde o yüzden
zaten gam, gussa vardı.
O taraflardaki birçok padişahları ya hileyle, ya kuvvetle öldürmüş,
yok etmişti o inatçı.
Tirmiz padişahı da bundan vehimleniyordu zaten. Delkakın halinden
vehim büsbütün arttı.
2540. Dedi ki: çabuk söyle, ne var? Kimden bu derece perişan oldun?
Delkak cevap verdi: Köyde duydum ki padişah, her ana caddenin başında
bir tellal bağırtmış.
Üç günde Semerkanta kadar gidecek adama hazineler bağışlatacağım
demiş.
Koşa, koşa aceleyle geldim ki ben de o kudret olmadığını söyleyeyim.
Benden böyle çeviklik gelmez. Hiç olmazsa bunu benden umma!
2545. Padişah hay canına lânet olsun dedi, şehre yüzlerce korku
saldın.
A ham herif, bu kadar şey için ota da ateş saldın, otlağa da.
Şu davullu, bayraklı hamlar da, biz yokluk yurdundan haberciyiz diye
bağırıp dururlar ya!
Hepsi dünyaya bir şeyhlik lâfıdır atmış, kendisini Beyazıd yerine
koymuştur.
Kendi kendine yola girmiş, kendi kendine ulaşmış; bir dava yurdunda
meclis kurmuştur.
2550. Kendi kendisine gelin güvey olan gibi. Kız tarafını hiç bundan
haberi yokken güvey evi birbirine girer.
İş yarıdan yarıya düzeldi, biz, bize gereken şartları yerine getirdik.
Evleri süpürdük, bezedik. Bu hevesle âdeta sarhoş olduk, bu işe hoş
bir surette giriştik der.
Fakat o taraftan bir haber geldi mi hayır.
O damdan bir kuş uçup bu yana ulaştı mı? Hayır!
Bu birbiri üstüne ulanan elçilikler, bu gürültü patırtı üzerine o
taraftan size bir cevap geldi mi? Ne gezer?
2555. Gelmedi ama sevgilimiz biliyor ya. Mutlaka gönülden gönle yol
vardır derler.
Peki ama umduğumuz sevgiliden niye mektubumuza cevap gelmedi, niye yol
bomboş öyleyse?
Gizli aşikâr yüzlerce nişane var, fakat yeter, bu kapının perdesini
bundan fazla açma.
Sen yine, zevzekliğinden kendi kendisini derde atan o ahmak Delkakın
hikâyesini söyle.
Vezir dedi ki: Ey doğruya bir direk, bir dayak olan padişahım! Şu
aşağılık kul bir söz söyleyecek, onu lûtfen dinle.
2560. Delkak, köyden bir iş için geldi. Bir şey söyleyecekti. Şimdi
vazgeçti, pişman oldu.
Yağdan, baldan bahsetmede, söyleyeceğini gizlemede, maskaralıkla bu
işten kurtulmaya savaşmada.
Kını gösteriyor, kılıcı gizliyor. Onu acımadan sıkıştırmak gerek.
Fıstığı, yahut cevizi kırmadıkça ne içi meydana çıkar, ne ondan bir
yağ çıkarılır.
Onun bu saçma sözlerini, bu maskaralığını dinleme de titreyişine,
yüzünün rengine bak.
2565. Tanrı, Niyetleri yüzlerine görünüp durur dedi. Çünkü yüz
içteki sırrı söyler, açığa vurur.
Bu görünen şey, duyulan sözün zıddıdır. Çünkü insan şerle
yoğrulmuştur.
Delkak, feryat ve figan ederek, coşup köpürerek vezir dedi, bu
yoksulun kanına girmeye kalkışma.
Gönle nice şüpheler, vehimler gelir ki doğru ve yerinde değildir.
Şüphe yok ki şüphenin bazısı suçtur, günahtır. Sitem, hele yoksula
olursa hiç doğru değildir.
2570. Padişah kendisini inciten kişiye bile kötülük etmezken nasıl
olur da onu güldürene kötülük eder?
Fakat vezirin sözü, padişahın gönlüne yer etmişti.
Delkakı zindana götürün, maskaralığına, riyasına pek kapılmayın.
Boş karnına davul gibi vurun da davul gibi nesi var, nesi yoksa bize
haber versin.
Davul kuru olursa sesi başka türlü çıkar, yaş olursa başka türlü.
İçinde bir şey olursa başka türlü bir ses verir, boş olursa başka
türlü. Sesi ne halde olduğunu bildirir bize.
2575. Siz de onu dövün de zorundan içindekini söylesin, gönüllerimiz
kabul edinceye kadar nesi var, nesi yoksa açığa vursun.
Parlak ve açık doğru söz, gönle rahatlık verir. Gönül, yalan sözle
yatışmaz.
Yalan, çerçöpe benzer, gönül de ağza. Çöp ağızda gizlenmez.
Ağızda çöp oldu mu dil dolanır durur, nihayet onu ağızdan atar.
Hele göze bir çöp girerse göz yaşarır, kapanıp açılmaya başlar.
2580. Biz, bu çöpü, ağzımıza, gözümüze girmeden ayağımızın altında
ezelim dedi.
Delkak padişahım yavaş ol dedi. Yavaşlık ve yarlıgama yüzünü pek
yırtma.
Beni azaba sokmak için neden bu kadar acele ediyorsun? Senin
elindeyim, kuş değilim ki, uçayım.
Tanrı için verilen cezada acele etmek doğru değildir.
Fakat kendi kızgınlığından, kendi gelip geçici heva ve hevesinden
verilen cezada acele edilir. Adam, kendini bir an önce razı etmeye
bakar.
2585. Kaza ve kadere razı olursa kızgınlığı yatışır. Öç almadan geçer,
o zevkten mahrum kalır. Bundan korkar işte.
Yalancı şehvet, yemeye atılır, onun lezzetini, zevkini
kaybedivereceğinden korkar ki bu zaten derttir.
İştah varsa acele etmemek, yenen şeyin iyice sinmesi için ağır ağır
yemek daha doğrudur.
Sen, benim belâmı defetmek, gördüğün gediği tıkamak istiyorsun.
O gedikten bir felâket gelmesin diyorsun ama kaza ve kaderin o
gedikten başka daha nice gedikleri, nice delikleri var.
2590. Belâyı def etmenin çaresi, sitem etmek değildir. buna çare
ihsandır, aftır keremdir.
Peygamber sadaka belâyı defeder dedi. Ey yiğit hastalığını sadakayla
tedavi et.
Sadaka, yoksulu yakmak, hilim gözleyen gözü kör etmek değildir.
Padişah dedi ki: Hayır, yerinde yapılırsa iyidir. Yerinde bir hayırda
bulunursan bu, doğru bir harekettir.
Ruh, yerine şah sürmek işi harap etmektir. Şah yerine atı sürmek de
bilgisizliktir.
2595. Şeriatta ihsan da var ceza da. Padişah, baş köşeye geçer; at
ahıra bağlanır.
Adalet nedir? Bir şeyi lâyık olduğu yere koymak. Zulüm nedir? Lâyık
olmadığı yere koymak.
Tanrının yarattığı bir şey abes değildir. Kızgınlık, hilim, öğüt,
hile... hepsi doğrudur.
Bunların hiç biri mutlak olarak hayır değildir. aynı zamanda mutlak
olarak şer de değildir.
Her birinin yerinde faydası vardır, yerinde de zararı. Onun için bilgi
vaciptir, faydalıdır.
2600. Yoksula yapılan öyle cezalar vardır ki sevap bakımından ekmekten
de yeğdir, helvadan da.
Çünkü helva, vakitsiz yenirse safra yapar. Halbuki helva verilecek
yerde ona bir sille vurulsa kötülükten kurtulur.
Yoksula vaktinde bir sille vur da boynu vurulmaktan kurtulsun.
Vurmak, hakikatte kötü huyadır. Kilim dövülmez, tozu dövülür.
Meclis de var, zindan da. Her ikisi de lâzım. Meclis ihlas sahibi
olana, zindan ham kişiye.
2605. Yarayı deşmek lazım. Deşeceğin yerde üstüne merhem korsan
pisliği kökleştirmiş olursun.
Yaranın altındaki eti yer. Yarı faydası olsa elli tane ziyanı olur.
Delkak, beni bırak demiyorum dedi, işi ara, sor, tahkik et diyorum.
Sabır yolunu kapama, acele etme. Sabret de birkaç gün düşün.
Bu düşünce esnasında bir şeye iyice karar verirsin de kulağımı bilerek
çekersin.
2610. Neden yürüyüşte Yüzü üstünde sürünme sözü söylenir? Daima
doğru yürümek gerekken yüzüstü sürünme neden?
İyi kişilerle danış, görüş. Peygamber İşlerini meşveretle yapar
onlar dedi, bunu böyle bil!
İşleri meşveretle yapmak, şunun içindir: Meşveretten hata ve eğrilik,
az meydana gelir.
Bu akıllar, aydın kandillere benzer. Elbette yirmi kandil bir
kandilden daha ziyade aydınlık verir.
Belki aralarına gökyüzünün nurundan yanmış bir kandil düşüverir.
2615. Tanrı gayreti, ortaya bir perde salmıştır. Aşağılık ve yücelik
âlemine mensup olanları birbirine karıştırmış, karmıştır.
Yürüyün âlemi gezin demiştir. Sen de gez, dolaş da bahtını, rızkını
sınaya dur.
Meclislerde, peygamber de bulunan akıl gibi bir akıl ara.
Çünkü peygamberden, miras kalan ancak odur. Bu akıl, gaypları önden de
görür, arttan da.
Bu kısa kesilen kitapta anlatılmasına imkan bulunmayan gözü de gözler
arasında ara.
2620. İşte o azametli peygamber, rahipliği, dağlara çekilip yalnızca
ibadet etmeyi bunun için menetmiştir.
İnsanlar birbirleri ile buluşsunlar diye bunu kaldırmıştır. Çünkü
böyle bir göze sahip adamın bakışı bahttır, ebedilik iksiridir.
Temiz kişiler arasında tertemiz biri vardır ki padişah, onun
fermanının üstüne Şah çekmiştir.
Onun duası, icabet edilir. İnsanların, cinlerin en ulularının içinde
bile ona eşit yoktur.
Onunla inada girişen, ister tatlı olsun, ister ekşi; Tanrıya karşı
hiçbir delili yoktur.
2625. Çünkü biz onu yücelttik... Özrü, delili ortadan kaldırdık.
Tanrı, kıbleyi ortaya apaçık bir surette çıkardı mı bil ki artık kıble
aramak abestir.
Kendine gel, araştırmadan yüz çevir, başını döndürüp durma artık.
Döneceğin yer ve konaklayacağın mekân, meydanda işte.
Bu kıbleden bir an gafil oldun mu her batıl kıblenin maskarası oldun
gitti.
Sana temyiz verene hamd etmezsen kıbleyi tanıma kabiliyetini
kaybedersin.
2630. Bu ambardan bir şey elde etmek, bir ihsana uğramak niyetindeysen
seninle hemdert olanlardan bir an bile ayrılma.
Çünkü bu yardımcıdan ayrıldığın an kötü bir arkadaşın derdine
uğrarsın.
Farenin kurbağayla arkadaş olması, ayaklarını uzun bir iple
bağlamaları, karganın fareyi yakalaması kurbağanın da ona bağlı olarak
havalanması, feryat ve figana başlaması, kendi cinsinden olmayan bir
hayvanla dost olduğuna pişman olması
Tesadüf bu ya, bir fare, vefalı bir kurbağa ile su başında tanıştılar.
Her ikisi de bir buluşma zamanı tayin ettiler. Her sabah bir bucaktan
çıkıyorlar,
Birbirleri ile gönül tavlası, oynuyorlar, gönüllerini vesveseden
arıtıyorlardı.
2635. Bu buluşmadan ikisinin de gönlü ferahlıyor, birbirlerine
hikâyeler anlatıyorlar, birini söylediğini öbürü dinliyordu.
Gâh baş diliyle, gâh hal diliyle sırlarını ortaya koyuyorlar.
Topluluk rahmettir sözünü tevil diyorlardı.
O kötü mahlûk, kurbağa ile eş oldu mu neşeleniyor, beş yıllık vakaları
hatırlıyordu.
Sözün coşması, ulanıp gitmesi, dostluk nişanesidir. Söz söyleyememekte
ülfetsizliktendir.
Gönül, dilberi gördü mü nasıl olur da suratı ekşi bir halde kalır?
Bülbül, gül görür de nasıl susar?
2640. Kızarmış balık bile, Hızırın himmetiyle dirildi, denize
sıçradı, orada karar kıldı.
Sevgili, sevgilisiyle beraber oturdu mu yüz binlerce sır levhini
bilir.
Sevgilinin alnı Levhi mahfuzdur. Dost, onun alnından iki âlemin
sırrını da apaçık görür.
Dost kudümiyle âdeta yol kılavuzudur. Mustafa, bunun için, Sahabem
yıldıza benzer demiştir.
Yıldız çölde de kılavuzdur, denizde de. Yıldıza göz dik, o kılavuzdur,
yol gösterir.
2645. Gözünü onun yüzüne eş et. Onunla bahse girişmeye kalkma, bu
çeşit hareketlerle toz koparma.
Çünkü o tozla yıldız, görünmez olur. Halbuki göz, sürçen dilden
elbette daha iyidir.
Yalnız Tanrıdan vahiy alan kişi söylerse o başka. Çünkü o toz
koparmaz, tozu yatıştırır.
Âdem, vahiy ve sevgiye mazhar olunca sözü Allemel esmâ sırrını açtı.
Her şeyin adı nasılsa öylece gönül sahifesinden diline aktı, her şeyi
bildirdi.
2650. Her şeyi gönül gözü görmüştü, onun için hepsinin hassasını ve
mahiyetini apaçık söylüyordu.
Her şeye lâyık olan adı söyledi, puşta aslan demedi.
Nuh da tam dokuz yüz yıl doğru yolda vaaz etti. Her gün yeni bir öğüt
verdi.
Lâal dudakları, kalplerin yakutuydu. Ne risale okumuştu, ne de Kuutül
kulûb!
Vaazlarını şerhlerden öğrenmiyordu. Sözleri, keşifler kaynağından
coşuyordu, ruh şerhiydi.
2655. Bir şarap var. O içildi mi söz suyu dilsizden bile kaynar,
köpürür.
Yeni doğan çocuk fasih söz söyler bir edip olur, Mesih gibi, ergen
adamların hikmetini okur.
O şaraptan içip dudağını hoş bir hale getiren dağ, Davut peygamber
gibi yüzlerce gazel öğrenir.
Bütün kuşlar, cik cik ötüşlerini bırakmışlar, padişah olan Davuta
uymuşlar, ona dost olmuşlar, onunla ırlamaya başlamışlardı.
Kuş bile onu duyup sarhoş olduktan sonra demir, onun sesini duymuş,
bunda şaşılacak ne var?
2660. Kasırga, Âd kavmini kırmış geçirmiş, fakat Süleymana hamal
olmuş, onu sırtında taşımıştır.
Kasırga, o padişahın tahtını yüklenmiş, her sabah, her akşam bir aylık
yol götürmüştür.
Hem ona hamal olmuş, hem casusluk yapmıştır. Uzakta olan birisini
sözünü duydu mu,
Derhal gelir, o sözü Süleymanın kulağına fıslardı.
Filan kişi, şimdi böyle söyledi ey Süleyman ey sahip kıran ay derdi.
Farenin kurbağaya, Seni görmek isteyince suya dalamıyorum. Aramızda
bir vasıta lâzım. Su kıyısına gelip seni arayınca haber alabilmeliyim.
Sen de benim deliğimin başına gelince bana haber verebilmelisin ve
saire demesi
2665. Bu sözün sonu yoktur. Fare, bir gün kurbağaya ey akıl kandili
dedi;
Zaman oluyor ki sana bir sır söylemek istiyorum. Halbuki sen suyun
dibinde bulunuyorsun.
Su kıyısında nâra atıyorum ama suyun içindeyken âşıkların nârasını
duymuyorsun sen.
Ey yiğit er, ben bu muayyen buluşma vakitleri ile kanaat edemiyor,
senin sohbetine doyamıyorum.
Namaz ve yol gösteren ibadet, beş vakit olarak farz edildi. Fakat
âşıklar daima namazdadır.
2670. Ve sarhoşluk o başlardaki mahmurluk, ne beş vakitle yatışır, ne
beş yüz bin vakitle.
Beni az ziyaret et sözü âşıklara göre değildir. Doğru özlü âşıkların
canı, pek susuzdur.
Beni az ziyaret et sözü, balıklara göre değildir. Çünkü onların
canları, deniz olmadıkça hiçbir şeyle ünsiyet edemez.
Bu denizin suyu pek korkunçtur ama balıkların mahmurluğuna göre bir
yudumcuktur.
Âşığa bir an ayrılık, bir yıl gibi gelir. Bir yıllık vuslat bile onca
bir hayalden ibarettir.
2675. Aşk susuzdur, susuzu arar. Bunlar, geceyle gündüz gibi
birbirinin ardına düşmüşlerdir.
Gündüz geceye âşıktır, onsuz olamaz. Fakat bakarsan görürsün ki gece,
ona, ondan ziyade âşıktır.
Onlar,birbirlerini aramadan bir lâhza bile durmazlar. Daima,
birbirlerinin ardından koşup dururlar.
Bu onun ayağına yapışmıştır. O, bunun kulağına. Bu, ona hayrandır, o,
buna âşık.
Sevgilinin gönlünce herkes âşıktır, herkesi âşık görür o. Azra'nın
gönlünde daima Vamık vardır.
2680. Âşığın gönlünde de sevgiliden başka kimse yoktur. Onların
aralarında ne az, ne çok fark edici bir şey olamaz, onları birbirinden
ayıracak kimse bulunamaz.
Bu iki çan bir devededir. Artık buraya Az ziyaret et sözü nasıl
sığar?
Hiç kimse,kendisine Beni az ziyaret et der mi? Hiç kimse kendisine
nöbetle zamanla dost olur mu?
Bu birlik aklın alacağı şey değildir. Bunu anlamak, insanın ölümüne
bağlıdır.
Eğer bu, akılla anlaşılsaydı, insanın nefsini öldürmesi neden vacip
olurdu ki?
2685. Akıllar padişahı, bu kadar merhametliyken nasıl olur da
zaruretsiz olarak insana Kendini öldür der?
Farenin, kurbağaya pek çok yalvarması ve arada bir vasıta bulmak için
sızlanması
Fare dedi ki: Ey merhametli, sevgili dost, ben seni görmedikçe bir an
bile karar edemiyorum.
Gündüzün nurum, kazancım, ışığım sensin; geceleyin kararım, neşem,
uykum sen.
Beni sevindir, vakitli vakitsiz kerem eder anarsın lûtfedersin.
Ey iyiliğimi isteyen, buluşmak için yirmi dört saatte bir kuşluk
çağını tâyin ettin.
2690. Fakat ciğerim yanıyor, beş yüz kere susuzum, her susuzluğumda
bir öküz açlığı var âdeta.
Benim derdimden haberin bile yok. Mevkiinin zekâtını ver de bu yoksula
bir bak.
Bu bîedep yoksul, buna lâyık değil ama senin umumî lûtfun, bundan çok
üstün.
Herkese lûtfetmektesin. Lûtfetmen için bir lüzuma hacet yok. Güneş,
pisliklere de vurur.
Fakat nuruna bir ziyan gelmez. O pislik, onun hararetiyle kurur, odun
haline gelir.
2695. Bu yüzden de bir külhana girer, nurlanır, hamamın kapısını
duvarını kızdırır, parlatır.
Pisken bezenir, nurlanır. Çünkü güneş, ona öyle bir afsun okumuştur
işte.
Güneş yeryüzünün içini de kızdırır da artakalan pislikleri yer.
Bu pislikler, bu suretle toprağın cüzü olur, ondan otlar biter. İşte
Tanrı da kötülükleri iyiliklere böyle çevirir.
Güneş en kötü şey olan pisliğe bunu yaparsa yeşilliklere, güllere,
nergislere neler yapmaz?
2700. Bir düşün, Tanrı da ibadet güllerine karşılık ne vefada bulunur,
ne mükâfatlar verir, ne ihsanlar eder.
Kötülüklere böyle elbiseler verirse temizlere neler bağışlar?
Tanrı onlara gözlerin görmediği şeyler verir. Dile, lûgata sığmaz
lûtuflar eder.
Biz kimiz ki bu derece lûtfu hak edelim? Gel sevgili, güzel huyunla
benim günümü de aydınlat.
Çirkinliğime, kötülüğüme bakma. Dağdaki yılan gibi zehirlerle doluyum
ben.
2705. Ben çirkinim, huylarım da tamamı ile çirkin. Beni diken olarak
dikti, artık ben nasıl gül olabilirim?
Dikene güldeki güzelliğin ilk baharını ver. Bu yılana tavus
güzelliğini sen ihsan et.
Çirkinliğin son derecesine varmışım ben. Fakat senin lûtfun da ihsan
etmede son derecededir.
Bu kötülüğün çirkinliğin son derecesine varmış olan kulun hacetini,
son derecede olan lûtfunla reva et ey usul boylu selvilerin bile haset
ettikleri güzel!
Ben ölürsem yine senin lûtfun, bana gözyaşı döker, kerem sahibisin,
buna ihtiyacın yoktur ama yine sen ağlarsın bana.
2710. Mezarımın başında çok oturursun. O güzel gözlerinden çok yaşlar
akar.
Mahrumiyetime ağlar, mazlumluğuma gözlerini yumup yaş dökersin sen.
İyisi mi o lûtufların birazcığını şimdi yap. O sözleri, şimdi benim
kulağıma küpe et.
Toprağıma söyleyeceğin sözleri şu gamla kulağıma saç, şimdi söyle
bana.
Farenin Bahaneler icadetme. İşi yarına bırakıp savsaklama. Bu
hacetimi hemen yerine getir. İleriye atmada âfetler, tehlikeler
vardır. Sofi, vakit oğludur. Oğul, babasının eteğinden el çekmez.
Sofinin esirgeyici babası olan vakit de onu, yarına bakmaya muhtaş
etmez, sağıncılık halka benzemez. O, gelecek zamanı beklemez. Nehre
mensuptur, daima oluş halindedir, dehre mensup değildir, zamana
mukayyet olmaz. Çünkü Tanrı yanında ne sabah vardır, ne akşam.
Geçmiş, gelecek, ezel ve ebed, orada yoktur. Geçmiş Âdemle gelecek
Deccâl oraya sığmaz. Bunlar, aklı cüzinin ve hayvanî ruhun
sahasındaki şeylerdir. Mekânsızlık ve zamansızlık âleminde bunlar
yoktur. Şu halde Tanrı birdir dendi mi, nasıl bir olan hakikatın
değil, ikiliğin olmadığı anlaşılırsa sofi, vakit oğludur sözünden de
geçmişin, içinde bulunduğumuz zamanın ve gelecek zamanın, ezel ve
ebedin yokluğu anlaşılır diyerek kurbağaya yalvarması.
Gümüş paralar veren bir ihsan sahibi, sofinin birine dedi ki: Ey
ayaklarının altına canımı döşediğim zat.
2715. Ey padişahım! Bugün sana bir kuruş mu vereyim, yoksa yarın
kuşluk çağında üç kuruş mu? Hangisini istersin?
Sofi dedi ki: Bugünkü de vaat, yarınki de. Dün yarım kuruş verseydin
bugün elimde olsaydı. Buna, bugünkü vereceğin bir kuruştan da daha
ziyade sevinirdim, yarın vereceğin yüz kuruştan da.
Peşin sille, veresiye keremden hayırlıdır. İşte kafam önünde, başımı
eğiyorum, vur, tek peşin olsun!
Hele sille, senden geldikten sonra hiç gam yemem. Baş da o elin
sarhoşudur, sille de.
Ey canımın canı, ey yüzlerce cihan değer dost, aklını başına devşir,
bu peşin şeyi ganimet say.
2720. Ay gibi yüzünü gece yolcularından gizleme. Ey akar su, bu arktan
baş çekme.
Hep buradan da ak da ırmak kıyısı bu akar suyla gülsün, kenarlarında
yaseminler boy atsın.
Uzaktan ırmak kıyısında sarhoş yeşillikler gördün mü bil ki orada su
vardır.
Tanrı Gönüllerindeki yüzlerinden anlaşılır dedi. Yeşillikte yağmuru
suyu anlatır.
Yağmur gece yağarsa kimse görmez. Çünkü herkes uykuya dalmıştır.
2725. Ama her güzel gül bahçesi gizli bir yağmura delâlet eder.
Kardeşim ben toprak hayvanlarındanım, sen su hayvanlarından. Fakat
rahmet ve ihsan padişahısın.
Öyle lûtfet, öyle bir ihsan da bulun ki arada bir huzuruna
gelebileyim.
Irmak kıyısında seni canla başla çağırıyorum ama sen merhamet edip
cevap vermiyorsun.
Suya dalmama imkân yok. Çünkü terkibim topraktan meydana gelmiş.
2730. Ya bir elçi gönder, yahut kerem et, bir nişâne ver de benim
sesimi sana ulaştırsın.
Bu iş için o iki dost konuşup görüştüler. Nihayet şuna karar verdiler:
Bir uzun ip bulacaklardı. Bu ipin çekişi, onların sırrını birbirine
duyuracaktı.
Fare, ipin bir ucunu sana karşı iki büklüm olan bu kulun ayağına
bağlarız, öbür ucunu da senin ayağına.
Bu suretle ikimiz, birbirimize ulanmış, bağlanmış oluruz; bir
bedendeki can gibi birbirimize karışırız dedi.
2735. Beden de canın ayağında bir ipe benzer, onu gökyüzünden yere
çeker durur.
Can kurbağası, kendinden geçme suyuna hoş bir surette dalmışken, beden
faresinden güzelce kurtulmuşken.
Beden faresi o iple yine onu çeker. Can, bu çekişten ne acılar tadar!
Beyni kokmuş farenin çekişi olmasaydı kurbağa, suyun içinde rahatça
yaşardı.
Bunun ötesini, gündüz olup da ecel uykusundan uyanınca güneşe nurlar
bağışlayandan duyarsın.
2740. İpliğin bir ucunu benim ayağıma bağla, öbür ucunu kendi ayağına
düğümle
De bu kupkuru yerde iktiza edince ipi çekebileyim, sen de bu vesileyle
benim derdimi anlayasın dedi.
Bu söz kurbağanın gönlüne acı geldi. Bu pis beni bağlıyor galiba dedi.
İyi adamın gönlüne kötü bir düşünce geldi mi bu boş değildir, bir aslı
vardır bunun.
O anlayışı vehim sayma, Tanrı anlayışı bil. Gönüldeki nur, onu külli
levihten okumuş, anlamıştır.
2745. Biliyorsun ya, filcinin o kadar çalışmasına, korkunç bir surette
bağırıp çağırmasına rağmen fil, Tanrı evine gitmemişti.
Ayağı, o kadar köteğe rağmen az çok, Kâbe tarafına gitmiyordu
vesselam.
Sanki ayakları kurumuştu, yahut da o saldıran canı, bedeninden
çıkmıştı dersin.
Fakat başını Yemen tarafına döndürdüler mi o erkek fil yüz at
süratinde koşmaktaydı.
Filin duygusu, gayb zahmını anlamıştı. Bu böyle olunca artık kendisine
Tanrıdan ilham gelen velinin duygusu nasıl olur?
2750. O güzel huylu Yakup peygamber de, kardeşleri, Yusuf için
Babalarından izin alıp onu birazcık sahraya gezmeye götürmek
istedikleri zaman bir şeyler sezinlemişti.
Hepsi de ona, Yusufa bir zarar gelir diye düşünme. Bir iki günceğiz
müsaade et baba.
Neden bize emniyet etmiyor, neden Yusufunu bizimle gezmeye, eğlenmeye
göndermiyorsun?
Yeşilliklerde beraber gezip tozalım. Biz, onu çağırıyoruz ama emniyet
ve ihsan sahibi kişileriz dediler.
2755. Yakup, şu kadar biliyorum ki onu benim yanımdan alıp
götürmenizden gönlümde bir dert, bir elem peydahlanıyor.
Gönlüm, asla yalan söylemez. Çünkü o arş nurundan nurlanmıştır dedi.
Yakupun şu gönlünün burkulması yok mu işte o, bu işte bir kötülük
olduğuna katî bir delildi. Fakat kaza ve kaderden kaçmasına imkan
yoktu.
Kaza ve kader hükmünü işleyecekti. Onun için Yakup da bu kadar
nişaneler gördüğü halde yine de Yusufu gönderdi.
Körün, kuyuya düşmesine şaşılmaz, fakat yolu gören de düşer, buna
şaşılır işte.
2760. Bu kaza ve kaderin çeşit çeşit işleri vardır. Adamın gözünü,
Tanrı nasıl dilerse öyle bağlar.
Gönül hilesini hem bilir, hem bilmez. Mührünü vurmak için demiri bile
yumuşatır, muma döndürür.
Gönül derdi ki: Mademki Tanrı taktiri böyle, bunu istiyor, ha olsun,
ne yapalım?
Kendisini bundan gafil tutmaktaydı. Can da, onun ipiyle bağlanmış
kalmıştı.
O yüce kişi, taktir yüzünden mat olursa bu, alt olma değildir, Tanrı
kazasına uğramadır.
2765. Bir musibet, onu yüzlerce musibetten kurtarır. Bir iniş onu
yüceliklere çıkarır.
Hani ham bir şuh, bir şen adam gibi. Gece içtiği şarap, onu sarhoş
etti, yüz binlerce ham kişinin sarhoşluğundan kurtardı.
Nihayet o da pişti, usta oldu, cihanın esirliğinden kurtuldu,
hürriyete kavuştu.
Zevali olmayan Tanrı şarabını içti, sarhoş oldu. Kendisine her şeyi,
herkesi anlayacak bir kabiliyet geldi, halktan kurtuldu.
Onların gevşek ve taklitçi inanışlarından, görmez gözlerinin gördüğü
hayalden halâs oldu.
2770. Şaşılacak şey! Onların anlayışı, bu nişanesiz denizin met ve
cezrine ne yapabilecek ki?
Bu yapılmış, düzülmüş mamureler, o çölden geldi. Saltanat, padişahlık,
vezirlik, oradan verildi.
Yokluk çölünden bu görünen âleme iştiyaklarla bölük bölük varlıklar
gelip durmada.
Bu çölden her akşam, her sabah kervan üstüne kervan geliyor.
Geliyor, biz geldik, nöbet bizim, siz gidin diye yerimizi yurdumuzu
alıyor.
2775. Oğul, akıl gözünü açtı mı baba, hemencecik yükünü kağnıya
koyuyor.
Padişahım biz kimiz ki devlete, kutluluğa layık olalım? Sen gel,
talihimi devlete döndür.
O âlemden buraya bir ana yol var. Oradan buraya geliyorlar, buradan
oraya gidiyorlar.;
İyi dikkat et. Oturmuşuz ama gidiyoruz, yeni bir yere hareket etmişiz,
fakat görmüyorsun sen.
Sermayeni ağzını bugün için değil, ilerisi için, ileride bir iş yapmak
için hazırlarsın.
Ey yola tapan, yolcu odur ki yüzü ve gidişi, ileriyedir.
2780. Nitekim gönül perdesi ardından da anbean yorulmadan, usanmadan
hayal alayı gelip durur.
O düşünceler, hep bir fidanlıktan kopup gelmese nasıl olur da hepsi
yol bulur, gönle gelip çatar?
Bölük, bölük düşünce ordumuz, susamış bir halde gönül çeşmesine
geliyor.
Testilerini doldurup gidiyorlar. Daima meydanda ve daima gizli bunlar.
Düşünceleri, gökyüzünün yıldızları say. Fakat bunlar, başka bir
gökyüzünde dönmedeler.
2785. Kutluluk gördün mü şükret, ihsanda bulun. Kötülük gördün mü
sadaka ver, yargılanma dile! Çark vur.
Ayın nuru ile ruhu parlat. Çünkü tutulma yerine geldi, zararlar gördü,
can simsiyah oldu.
Onu yine hayalden vehimden, zandan kurtar. Yine kuyudan çıkar, cefa
ipinden halâs et.
Bu suretle de bir gönül, senin güzel gönül alışınla kanatlansın,
uçsun, şu balçıktan kurtulsun!
2790. Ey Mısır azizi, ey ahdinde duran zat,mazlum Yusuf, senin
zindanındadır.
Onu kurtarmak için çabucak bir rüya görüver, Tanrı, ihsan sahiplerini
sever.
Yedi arık ve hasta öküz, yedi semiz öküzü yutmada. Yedi kuru ve çirkin
beğenilmeyecek başak, yedi taze ve yemyeşil başağı otlamada.
Ey aziz, gönül Mısırında kıtlık başlıyor. Aman padişahım bunu caiz
görme.
2795. Padişahım, senin hapsinde bir Yusufum ben. Lûtfet, beni
kadınlardan kurtar.
Arşta oturup duruyordum. Anamın şehveti inin emri ile beni buraya
attı.
O tam yücelikten bir kocakarının hilesiyle rahim zindanına düştüm.
Ruhu ta arştan bu yurda getirdi. Hasılı kadınların hilesi pek büyük.
İnişim, önce de kadın yüzünden, sonra da kadın yüzünden. Ruhtum, nasıl
oldu da bedene büründüm?
2800. Ya bu düşkün Yusufun ağlayıp inlemesini duy, yahut o âşık
Yakuba merhamet et. |