2801. Kardeşlerimden mi feryat edeyim, kadınlardan
mı? Âdem gibi cennetlerden düştüm ben!
Kış yaprağı gibi soldum, çünkü vuslat cennetinde buğday yedim.
Senin lûtfunu, ihsanını, o barış selâmını o güzel haberini duyunca,
Kötü göz değmesin diye ateşe çöreotu attım, fakat çöreotuma da kötü
göz değdi.
2805. Önde de sonda da her kötü gözü def eden, ancak ve ancak mahmur
gözlerindir.
Padişahın kötü gözü, senin güzel gözlerin mat eder, mahveder; ne güzel
ilâç bu.
Hattâ senin gözünden kimyalar erişti mi kötü göz bile iyi göz olur.
Padişahın gözü, doğanın gözüne değdi mi doğan, yücelir, himmetli bir
göze sahip olur.
O bakıştan öyle bir himmete sahip olur ki, öyle yücelir ki artık erkek
aslandan başka bir şey avlamaz olur.
2810. Aslan da nedir ki? O mânevi yüce doğan, hem senin avındır, hem
de seni avlar.
Din çayırında can doğanının ıslığı Ben batan şeyleri sevmem nâraları
olur.
Senin izinden uçup duran gönül doğanı da sayısız ihsanlarla uğradı,
gözün, bir kerecik ona düştü.
Burnu bir koku aldı, kulağı senin nağmelerini duydu. Her duygusu,
muayyen olamayan nasipler elde etti.
Sen, hangi duyguya gayb âleminin yolunu açarsan o duygu, artık
eskimez, yıpranmaz, ölmez.
2815. Mülk senindir. Duyguya bir şey ihsan edersin; o duygu, öbür
duygulara padişahlık eder.
Sultan Mahmudun bir gece, hırsızların arasına düşerek Ben de
sizlerdenim demesi ve onların hallerini anlaması
Sultan Mahmut, bir gece yalnız başına şehri dolaşırken bir bölük
hırsıza rastladı.
Hırsızlar ey vefalı adam dediler, sen kimsin? Sultan Mahmut, ben de
sizlerden biriyim diye cevap verdi.
Hırsızların biri, ey daima hileye düzene baş vuranlar, hadi
bakalım,her birimiz hünerini söylesin.
Yaratılışta ne hüner ne marifet var? Şu gece vakti arkadaşlarına
anlatsın dedi.
2820. Birisi dedi ki: Ey hünerini göstermeye kalkışan kavim, benim
kulaklarımda bir hassa vardır.
Köpek havladı mı, ne diyor, anlarım. Öbürleri, bu iki metelik eder
ancak dediler.
Bir başkası ey altına tapanlar, benim bütün hassam gözümdedir.
Geceleyin karanlıkta kimi görsem, hiç şüphe yok, onu gündüz tanırım
dedi.
Başka biri, benim hünerim kolumdadır. Kolumun kuvvetiyle duvarları
delerim dedi.
2825. Başka biri dedi ki: Benim marifetim burnumda. İşim, toprakları
koklamaktır.
İnsanlar madenlere benzerler sırrına ermişim. Peygamber, onu ne için
söylemişti.
Ben, toprağın bedeninde ne kadar para var, ne madeni gizli anlarım.
Bir yerde sayısız altın gizli, öbür tarafın masrafı, gelirinden fazla
meselâ, derhal bilirim.
Mecnun gibi toprağı koklarım, yanılmaksızın Leylânın bulunduğu
toprağı bulurum.
2830. Her gömleği koklar, içinde Yusuf mu var, şeytan mı anlarım.
Ahmet gibi hani. O da Yemenden koku alırdı ya. Benim de şu burnum, o
nasibe erişmiştir işte.
Hangi toprak altına komşu, hangisi sıfırdan ibaret. Beş para etmez?
Bu, bana malûm olur.
Bir başkası da benim hünerim de dedi, elimdedir. Dağ tepesine kadar
kement atarım.
Ahmet gibi... Onun canı da bir kement attı, kemendi ta göğe ulaştı.
2835. Tanrı dedi ki: Ey gökyüzündeki Beyt-i Mâmura kement atan, atışı
benden bil. Attığın vakit sen atmadın ben attım
Nihayet dediler ki: Ey yüce ve vefalı dost, sen de söyle. Senin ne
hünerin ne marifetin var?
Sultan Mahmut dedi ki: Benim hünerim sakalımdadır. Onunla suçluları
cezadan eziyetten kurtarırım.
Suçluları cellâtlara verdiler mi, sakalım oynayınca onlar
kurtuluverirler.
Acıyıp sakalımı oynattım mı öldürülmeden de kurtulurlar, dertten de,
elemden de.
2840. Hırsızlar, bu sözü duyunca kutbumuz sensin dediler; minnet
gününde kurtuluşumuz senden olacak.
Sonra hep beraber yola düzüldüler, o kutlu padişahın köşküne doğru
hareket ettiler.
Bu sırada sağ taraftan bir köpek havladı. Köpek sesinden anlayan,
köpek diyor ki dedi, padişah sizinle beraber.
Kokudan anlayan bir yandaki toprağı kokladı, bu dedi, bir dul kadının
odasının toprağı.
Kement atan, kemendini attı, yüksek bir duvara ulaştılar.
2845. Koku alan bir başka yeri kokladı, dedi ki: O eşsiz padişahın
hazinesi burada.
Delik delen, duvarı deldi, hazineye girdiler. Her biri bir şeyler
aldı.
Bir hayli altın sırmalarla bezenmiş kumaş, ağır mücevherler alıp hemen
gizlediler.
Padişah konakladıkları yeri, şekillerini, adlarını, yollarını iyice
öğrendi.
Onlardan gizlenip geri döndü. Sabahleyin divanda bu macerayı anlattı.
2850. Hemen yiğit çavuşlar yolladılar. Hırsızları tutup bağladılar.
Hepsini eli bağlı olarak divana getirdiler. Can korkusu ile tir tir
titriyorlardı.
Padişahın huzurunda durdular. O ay gibi parlayan padişah, geceleyin
kendileri ile arkadaşlık eden adamdı.
Geceleyin kimi görse gündüz şüphesiz bir surette tanıyan,
Padişahı tahtında görünce bu adam dedi, geceleyin bizimle arkadaşlık
eden adamdır.
2855. Sakalında o kadar hüner, marifet vardı ya hani; bu tutulmamızda
yine ondan oldu.
Gözü, padişahı tanımış olduğundan bu tanışıklıkla ağzını açtı, tesirli
bir suretle söze başladı;
Dedi ki: Nerede olursanız olun, o sizinledir dedikleri bu padişah
işte. Bizim yaptığımızı görüyor, sırrımızı duyuyordu.
Gözüm, geceleyin padişahı tanıdı; Bütün gece onun ay gibi yüzü ile aşk
oyununa girişti.
Ben, ondan ümmetimi dileyecek, şefaatte bulunacağım. O, hiçbir âriften
yüz çevirmez.
2860. Bil ki ârifin gözü, iki âlemde de insana aman verir. Herkes,
onunla yardıma nail olur.
Gözü Tanrıdan başka bir şeye kaymadı da onun için Muhammed, her
derdin şefaatçisi oldu.
Dünya gecesinde güneş, perde ardındayken o Tanrıyı görüyordu, ümidi
ondandı.
İki gözü de Biz senin göğsünü açmadık mı, ferahlatmadık mı seni?
sürmesiyle sürmelemişti. Cebrailin bile görmeye tahammül edemediğini
o, gördü.
Tanrı bir yetime sürme çekti mi onu, doğru yola girmiş eşsiz, iri bir
inci haline getirir.
2865. Nuru incilerden üstün olur. Öyle bir istenen, arzulanan, Tanrıyı
ister, arzular.
Kulların duraklarını gördü; hasılı o yüzden Tanrı, onun adını Gören
tanık taktı.
Şahidin aleti keskin gözle keskin kulaktır. Geceleri bile uyanıktır;
sırlar ondan gizlenemez.
Binlerce dâvacı, davaya kalkışsa kadı, kulağını şahide verir.
Hüküm verirken kadıların hüneri budur. Onların aydın gözleri,
tanıktır.
2870. Onun için şahidin sözü, göz yerine geçer. Çünkü o, garezsiz
olarak sırrı görmüştür.
Dâvacı da görmüştür ama garezle görmüştür. Garez, gönül gözüne
perdedir.
Tanrı diler ki sen zahit olasın; garezi bırakasın da tanık kesilesin.
Bu garezler göze perdedir. Göze perde indi mi insan, yukarı aşağı,
bunca şeyi, göremez, Sevdiğin şeyler seni kör ve sağır eder.
2875. Fakat bir adamın gönlüne güneşin nuru vurdu mu onca yıldızın bir
kadri, kıymeti kalmaz artık.
Sırları perdesiz olarak görür. Müminle kâfirlerin ruhlarının ne
makamlarda bulunduğunu seyreder.
Tanrının, yeryüzünde de, yüce gökte de insan ruhundan daha gizli bir
şeyi yoktur.
Hak, kuru, yaş; her şeyi bildirdi de ruhu O benim işimdendir diye
mühürledi, gizledi.
Yüce kişinin gözü, ruhu gördü mü artık ona hiçbir gizli şey kalmaz.
2880. O, her kavgada, şahadeti makbul bir şahit olur. Sözü, her baş
ağrısını keser, sersemliğini giderir.
Tanrının adı adalet sahibi dir, şahit de onun adamıdır. Onun için
sevgilinin gözü adalet sahibi bir şahittir.
İki âlemde de Tanrının baktığı yer, gönüldür. Padişah daima gönle
bakar.
Tanrının aşkı, onu şahidi güzeli sevmesi, bütün bu perdeleri düzüp
koşmasına sebep oldu.
Onun için bizim şahit (güzel) seven Tanrımız, Miraç gecesi,
Peygamberle buluşunca Sen olmasaydın gökleri yaratmazdım dedi.
2885. Bu kadı, iyiye de hüküm etmede, kötüye de. Fakat şahit, kadıya
bile hüküm etmiyor mu?
Hüküm sahibi, şahide esir oldu. Sevin ey Tanrı rızasını kazanan
kişinin keskin gözü.
Tanrıyı bilen, bilinen Tanrıdan pek ziyade niyazda bulundu; ey
sıcakta soğukta bizi gözleyen Tanrı dedi...
Sen hayırda da danıştığımız zatsın, şerde de. Fakat gönlümüz, senin
remizlerinden, buyruklarından bihaberdir.
Biz seni görmeyiz, fakat sen gece gündüz bizi görürsün. Sebebi
görmemiz bizim gözümüzü bağlar.
2890. Benim gözüm, gözler arasından seçildi de geceleyin güneşi gördü.
Ey yüce, ey ulu Tanrı, o, senin lûtfundu. Lûtfun yüceliği,
tamamlanmasındandır.
Yarabbi, nurumuzu kıyamette de fazlalaştır, tamamla. Bizi kahredici
kötülüklerden kurtar.
Gece dostuna gündüz ayrılığı verme. Yakınlığı görmüş canı
uzaklaştırma.
Senden uzaklaşmak, dertli, veballi bir ölümdür. Hele bu ayrılık, bu
uzaklaşma, buluştuktan sonra olursa!
2895. Seni göreni gözsüz bırakma, ondan gizlenme. Bitmiş, boy atmış
yeşilliğine su serp.
Ben, yürüyüşte küstahlık etmedim, sen de ceza ve cefada aldırmazlıktan
gelme.
Yüzünü göreni, lûtfet, cemalinden uzaklaştırma.
Senden başkasının yüzünü görmek, boğaza takılan bir zincirdir.
Tanrıdan başka her şey bâtıldır, asılsızdır.
Bâtıldırlar ama bana hak görünmedeler. Çünkü bâtıl, bâtılları çeker.
2900. Yeryüzünde, gökyüzünde ne varsa hepsi de zerre zerre kehlibar
gibi kendi cinsini çekmededir.
Mide, ta dibine kadar ekmeği çekmededir, ciğerdeki hararet, suyu.
Güzellerin çekici gözleri de buralarda döner, dolaşır, gül
bahçelerindeki kokuları arar durur.
Çünkü gözün duygusu, rengi çeker; beyin ve burun, güzel kokuları.
Bu çekilişleri de sırları bilen Tanrıdan bil. Sen, kendi çekişinle
bizi buralardan kurtar Yarabbi!
2905. Ey müşterimiz olan Tanrı, sen bu çekicilerden üstünsün. Âcizleri
satın alırsan değer, yaraşır.
Kadir gecesi, o dolunayı tanıyan, susuz kişinin buluta yüz çevirmesi
gibi yüzünü padişaha döndürdü.
Dili de onundu zaten, canı da. Onun olan, ona küstahça söz söylese ne
çıkar?
Dedi ki: Biz can gibi balçığa kakılıp kaldık. Kıyamet gününde can
güneşi sensin.
Ey gizlice yürüyen padişah, vakti geldi... Kerem et, hayırlısı ile bir
sakalını oynat.
2910. Her birimiz hünerimizi gösterdik, fakat o hünerler, ancak
bahtsızlığımızı arttırdı.
O marifetler, boynumuzu bağladı, o mevkiler yüzünden baş aşağı düştük,
alçaldık.
O hünerler, boynumuza bağlanmış bir hurma lifi oldu. Ölüm günü,
onların hiç birinden fayda yok.
Ancak geceleyin gözü padişahı tanıyanın o güzel duygusu işe yarar.
O marifetlerin hepsi yolda görünen adamın yolunu şaşırtan
gulyabanidir. Yalnız geceleyin padişahın yüzünü gören göz başka.
2915. Padişah, hüküm gününde yalnız geceleyin yüzünü gören, kendisini
tanıyan adamdan hayâ eder.
Muhabbet padişahını tanıyan köpeğe de Ashabı Kehfin köpeği adını
takmalıdır.
Köpeğin sesini anlayıp aslandan haber alan bir kulağa sahip bulunan
kişinin hüneri de, iyi bir hüner.
Köpek, geceleri bekçiler gibi uyanık olduğundan padişahın geceleri
uyanık olan kullarından da bihaber değildir.
Adı kötüye çıkanlardan utanmaya lüzum yok. Onların sırlarını anlamak
gerek.
2920. Adı tamamı ile kötüye çıkana gelince artık onun hamlıkta bulunup
iyi bir ad san aramaya kalkışmasına hiç lüzum yok.
Nice altın vardır ki yağma edilmekten, zarara uğramaktan kurtarmak
için üstünü karartırlar.
Susığırı, denizin dibinden şımşırak taşını çıkarıp deniz kıyısına kor,
onun ışığıyla otlar.Bir tâcir,
pusudan çıkar, sığır, taştan çok uzaklaşmış bulunduğundan o taşı
balçıkla örter,kendisi de ağaçlığa gizlenir.
Susığırı, denizden bir mücevher çıkarır, onu kıyıya koyar, ışığı ile
etrafını görür, otlamaya koyulur.
Mücevherin nuru ile aydınlanan sahadaki sümbül ve süsenleri hemencecik
yer.
Böyle güzel kokulu çiçeklerle geçindiğinden, gıdası nergis ve nilüfer
olduğundan da onun pisliği amberdir.
2925. Birini gıdası, ululuk nuru olursa artık nasıl olur da o adamın
dudağından sihri helâl doğmaz?
Gıdası, arı gibi vahiy olan kişinin evi, nasıl olur da balla dolu
bulunmaz?
Susığırı, yine o mücevherin ışığı ile otlar dururken ansızın
mücevherden pek uzağa düştü.
Bir tâcir, bunu görüp otlağın, çayırın kararması için mücevheri
balçıkla örttü.
Kendisi ağacın arasına gizlendi. Sığır kuvvetli boynuzları ile onu
süsmek için bir hayli aradı.
2930. Düşmanı boynuzlamak için o çayırın etrafını belki yirmi kere
döndü, dolaştı.
Düşmanını bulmadan ümit kesince mücevheri koyduğu yere geldi.
Fakat o iri, o padişahlara lâyık mücevherin üstündeki balçığı görünce
şeytan gibi o da balçıktan korktu.
Şeytan bile toprağı anlamadıktan, toprağa karşı kör ve sağır
kesildikten sonra artık toprakta mücevher olduğunu öküz, nereden
bilecek?
"İnin" emri ile canı bu aşağılık yeryüzüne indirdi. Bu hayız hali, onu
namazdan mahrum etti.
2935. Yoldaşlar, bu dertten kaçın, bu dedikodudan çekinin. Çünkü heva
ve heves, erkeklerin hayzıdır.
İnin emri, canı bedene soktu da Âdem incisi, toprakta gizlendi.
Onu tâcir bilir, fakat öküz bilmez. Gönül ehli olanlar anlarlar, fakat
her toprak kazan anlamaz.
İçinde mücevher bulunan topraktaki o mücevher, öbür toprağın da
sırrını söylemektedir.
Fakat Tanrı rahmetinin saçısından bir nur elde etmemiş olan toprak,
inciyle, mücevherle dolu olan toprakların sohbetini anlamaz.
2940. Bu söze son yoktur. Faremiz, ırmak kıyısında bizi bekliyor,
kulağı bizde.
Farenin, ırmak kıyısında kurbağayı görmek isteyince ipi çekmesi
Fare, doğru yolu bulmuş olan kurbağa ile buluşmak isteyince o aşk
ipini çekerdi.
Anbean elime böyle bir vasıta, böyle bir vesile geçirdim diye o ipe
güvenirdi.
Can ve gönül de bu geçeli, görüşmek için artık bir ipliğe döndü âdeta
derdi.
Derken ansızın bir alaca karga geldi, fareyi yakaladı. Kurbağa da
onunla beraber havalandı.
2945. Fare karganın gagasında havalanınca kurbağa da ona bağlı
olduğundan onunla beraber sudan çıktı.
Fare, karganın gagasındaydı, kurbağa da ipe bağlı olduğundan
havalanmaktaydı.
Halksa hele bak diyordu, karga, hileyle suda yaşayan kurbağayı nasıl
da avladı.
Nasıl suya girdi, nasıl da onu kaptı? Suda yaşayan kurbağa, nasıl olur
da alaca kargaya avlanır?
Kurbağa, bu, suda yaşamayan susuz hayvanlar gibi, aşağılık bir mahluka
eş olanın lâyığıdır.
2950. Feryat adamın kendi cinsinden olmayan dostundan, feryat. Ey
ulu lar, sizinle düşüp kalkacak iyi bir dost arayın, diyordu.
Akıl da ayıplarla dopdolu bulunan nefisten feryat eder. Nefis, güzel
bir yüzdeki çirkin buruna benzer.
Akıl, ona der ki: Cins oluş, iyi bil ki su ve toprak bakımından değil,
mâna, bakımındandır.
Kendine gel de surete tapma, suret sözüne kapılma, cins oluşu surette
arama.
Suret, cansız şeye, taşa benzer. Cansız şeyin, kendisiyle cins
olandan, yahut olmayandan haberi var mıdır?
2955. Can, karıncaya benzer, beden de bir buğday tanesine. Karınca o
buğday tanesini her an çeker durur.
Karınca bilir ki o kendi cinsinden olmayan buğdaylar, nihayet yenecek,
kendisine karışacak. Bunlar, benim cinsimden olacaklar der.
Karıncanın biri, yoldan bir arpa tanesi bulur, çekip götürmeye
koyulur. Öbürü, bir buğday yakalar, koşa koşa götürmeye başlar.
Arpa, buğdayın bulunduğu yere gelmez ama karınca, karıncanın bulunduğu
yere gelir ya.
Arpanın gitmesi, buğdaya tâbidir. Karıncaya baksana, dönüp kendi
cinsine nasıl geliyor.
2960. Buğday, neden arpaya doğru gidiyor deme. Gözünü aç da düşmanı
gör, alınan, götürülen şeyi değil.
Kara bir karınca, siyah kilimin üstünde bir taneyi almış gitmekte
meselâ. Tanenin gittiği görülür de karınca görünmez.
Akıl der ki gözünü iyi aç da bak. Hiç tane onu bir götüren olmasa
gider mi?
Köpek bu yüzden Ashabı Kehfin bulunduğu yere geldi, onlara katıldı.
Suretler, tanelerdir ama karınca, kalptir.
İsa bu yüzden gökyüzündeki temiz meleklere karıştı. Kafesler ayrıydı
ama kuş yavrusu bir cinsten.
2965. Bu kafes meydandadır da kuş yavrusu gizli. Fakat kafesi bir
götüren olmasa kafes, kendi kendine nasıl gider?
Ne mutlu o göze ki akıl, onun başında buyruktur; işin sonunu görür,
her şeyi bilir, aydındır, nurludur.
Çirkinle güzeli, akılla ayırt edin; şu karadır, bu ak diyen gözle
değil.
Göz, pislikte biten yeşilliğe de aldanır. Fakat akıl, onu bir de bizim
mehengimize vur der.
Yalnız isteği gören göz, kuşa bir âfettir; fakat tuzağı gören akıl,
onu âfetlerden kurtarır.
2970. Ama bir tuzak daha vardır ki onu akıl da bilemez. İşte gayb
âleminde bulunanları gören vahiy, onun için bu tarafa koşup geldi.
Cinse cins olmayanı akılla bilmek, tanımak gerek. Hemencecik suretlere
koşmamalı.
Cins oluş, ne senin için suretledir, ne benim için. İsa, insan
şeklindeydi, fakat melek cinsindendi.
Onun için gökyüzü kuşu, karganın kurbağayı havalandırması gibi onu
alıp bu gök kubbenin üstüne çıkardı.
Abdülgavsi perilerin kapıp götürmeleri,yıllarca periler arasında
kalması, yıllardan sonra şehrine, çocuklarının yanına gelmesi, fakat
perilerden olduğu ve mâna bakımından gönlü onlarda bulunduğu için
dayanamayıp cinsiyet yüzünden yine perilerin yanına gitmesi
Abdülgavs da peri cinsindendi de peri gibi tam dokuz yıl gizlice kanat
çırpıp uçtu.
2975. Karısı başka bir kocaya vardı, ondan çocukları oldu. Kendi
yetimleriyse babalarının ölümünü konuşurlar;
Acaba onu kurt mu paraladı, yoksa eşkiya mı öldürdü; yoksa bir kuyuya
mı düştü, yahut da bir pusuya mı uğradı? Derlerdi.
Çocuklarının hepsi de düşüncelere dalarlar, hiç biri babamız sağ
demezdi.
Tam dokuz yıl sonra fakat yine iğreti olarak meydana çıktı, bir müddet
sonra yine gözden kayboldu.
Bir ay oğullarına konuk oldu. Ondan sonra hiç kimse, bir daha onun
rengini bile görmedi.
2980. Kılıç yarası, bedenden ruhu nasıl çalarsa peri cinsinden oluşu
onu, insanlar arasından öyle kaptı işte.
Cennetlik, cennet cinsinden olduğu için bu cinsiyet bakımından
Tanrıya tapar.
Peygamber Hamd ve cömertlik, dünyaya uzanmış cennet dallarıdır
demedi mi?
Bütün sevgileri, lûtufları, sevgi ve lûtuf cinsinden bil, bütün
kahırları da kahır cinsinden.
Küstahlık, küstahlığı doğurur, aldatan aldanır. Çünkü bunlar akıl
bakımından birbirlerinin cinsidir.
2985. İdris yıldızların cinsindendi. Onun için sekiz yıl Zuhalde
kaldı.
Zuhal, doğularda da onun dostu oldu, batılarda da, herhalde onunla
konuştu, onun sırlarına mahrem oldu.
Kaybolduktan sonra tekrar dünyaya gelince yeryüzünde nücum bilgisine
dair ders verirdi.
Önünde yıldızlar güzelce saf kurarlar, dersinde bulunurlardı.
Bir derecede ki aşağılık yukarılık bütün halk, yıldızların seslerini
duyarlardı.
2990. Cins olma çekişi, yıldızları ta yeryüzüne kadar çekmiş, onun
yanına getirmişti.
Her yıldız, kendi adını, halini, nasıl rasat edileceğini ona açar,
söylerdi.
Cinsiyet nedir? Bir çeşit bakış. Bununla bir cinsten olanlar,
birbirlerine yol bulur, birbirlerine kavuşurlar.
Tanrı, birisine verdiği bakışı sana da verse sen de onun cinsinden
olursun.
Bedeni her yana çeken nedir? bakıştır. Haberdar olan, nasıl olur da
bihaberi bildiği tarafa çeker?
2995. Erkekte kadın huyu oldu mu puşt olur, namussuzluk eder.
Kadına erkek huyu verdi mi kadın, kadın arar, sevici olur.
Tanrı, sana Cebrail sıfatlarını verirse kuş gibi uçar, havalarda yol
ararsın.
Gözün, havayı gözler durur. Yeryüzüne yabancı kesilir, gökyüzüne âşık
olursun.
Fakat sana eşek huyu verirse yüzlerce kanadın olsa uçar, ahıra
konarsın!
3000. Aşağılık fare, suret bakımından aşağı olmadı. Pisliğinden
çaylağa zebun oldu.
Yemek peşinde koşan hain olan, karanlığa tapan, peynir, fıstık ve
pekmezle sarhoş olur.
Eşsiz doğan kuşunda bile fare huyu olursa farelere ar olur, hayvanlar
ondan utanırlar.
Oğul Harutla Maruta Tanrı insan huyunu verdi, melek huyları değişti.
Biz Tanrıya ibadet için saflar kurmuşuz makamından aşağıya düştüler,
Bâbil kuyusuna baş aşağı asıldılar.
3005. Levhi mahfuz, gözlerinden uzaklaştı, levhleri büyü yapan ve
büyülenen kişilerin bedenleri oldu.
Kanatları aynı, başları aynı, bedenleri aynı fakat birisi arz üstünde
Musa, öbürü aşağılık yerlerde hor hakir Firavun.
Huy peşinde yürü, iyi huyluyla düş kalk. Gül bağına bak, nasıl gülün
huyunu almış.
Mezar toprağı bile insanla şereflenir; gönül ona elini kor, yüzünü
sürer.
Toprak bile temiz bir bedenle komşu olduğundan şereflenir, devlet
bulursa,
3010. Artık sen Önce komşu gerek sonra ev de. Gönlün varsa yürü, bir
gönül sahibi dost ara.
Onun toprağı bile can huyunu almış, aziz kişilerin gözlerine sürme
olmuştur.
Nice toprak gibi mezarlarda yatanlar var ki faydaları, feyizleri
bakımından yüzlerce diriden yeğ.
Gölgesini gizlemiş ama toprağı, gölge vermekte. Yüz binlerce diri,
onun gölgesinde gölgelenmekte.
Bir adamın Tebriz muhtesibinden aylığı vardı. O aylığa güvenerek borç
etmişti. Muhtesibin ölümünden haberi yoktu. Hâsılı onun borcunu kimse
vermedi, yine o ölmüş olan muhtesip verdi. Nitekim demişlerdir: Ölüp
rahatlaşan ölü değildir, Ölü, yaşadığı halde ölen kişidir
Bir yoksul borçlanmış, civar memleketlerden kalkıp Tebrize gelmişti.
3015. Dokuz bin altın borcu vardı. O vakit de Tebrizde Bedrettin
Ömer, muhtesipti.
Bu öyle bir erdi ki gönlü âdeta bir denizdi. Her kılı bir Hatem
kesilmişti.
Hatem, dünyada olsa ona yoksul olur, önüne baş kor, ayağına toprak
olmayı canına minnet bilirdi.
Birisine bir deniz dolusu iyi su verse o vergisinden utanırdı.
Bir zerreyi doğu güneşi haline getirse bu ihsanı bile kendisine lâyık
görmezdi.
3020. O garip, muhtesipten bir kerem umarak gelmişti. Çünkü o,
gariplere bir dost, bir hısım olmuştu âdeta.
O garip kişi de âdeta onun kapısına kapılanmış, ihsanını umarak tekrar
borç vermeye başlamıştı.
O kerem sahibine güvenerek, onun vergilerini umarak borçlanmaktaydı.
O ümitle bir hayli borca girmede, o huyu kerem ve ihsandan ibaret olan
zatın lûtuf denizine dayanarak şundan bundan borç almaktaydı.
Borç verenlerin suratları asılıyor, o ise o ululuklar, keremler
bahçesinin lûtfuna güvenerek gül gibi gülüyordu.
3025. Birisinin sırtı, Arabın güneşinden kızışırsa artık ona
Ebulehebin kızgınlığından ne gam?
Bir adam bulutla sözleşti mi sakaların suyuna muhtaç olur mu artık?
Tanrı elini bilen büyücüler, bu ele, bu ayağa el, ayak derler mi hiç?
Aslana güvenen tilki, yumruğu ile kaplanların bile kellesini kırar!
Tanrı razı olsun, Caferin, tek başına bir kaleyi zaptetmeye gelmesi,
kaleye sahibolan padişahın onu altetmek için vezirle görüşmesi,
vezirin padişaha Kaleyi teslim et. Bilgisizlikle hiddete kapılma.
Çünkü bu adam, Tanrıdan kuvvet bulmada. Tanrı onun ruhuna pek büyük
bir ordu ihsan etmiş ve saire demesi
Cafer, tek başına bir kaleyi zapt etti. Kale, onun sonsuz ve kurumuş
dudağına bir yudumcuk suydu.
3030. Bir tek atlı, yürümüş, kaleye kadar gelmiş, savaşa
hazırlanmıştı. Kaledekiler ürküp kapıyı kapattılar.
Kimsede karşı duracak cüret yoktu. Gemidekilerin ne hadleri vardı ki
timsaha karşı koysunlar.
Padişah, vezire yüz çevirip Seninle danışıyorum, böyle bir zamanda ne
çare var, ne yapalım? dedi.
Vezir dedi ki: Kibri, hileyi bırakıp eline bir kılıç al, boynuna bir
kefen at, huzuruna git.
Padişah peki ama dedi, bu tek bir kişi değil mi? Vezir, doğru, fakat
onun tek oluşunu görüp de bunu ehemmiyetsiz bulma.
3035. Gözünü aç, kaleye dikkat et. Önünde cıva gibi titreyip durmada.
O ise eyerin üstüne öyle bir oturmuş ki sanki doğudakiler de onunla
berabermiş, batıdakiler de. Hiçbir şeye aldırmıyor.
Birkaç fedai, ona saldırdı; kendilerini onun önüne attılar.
Fakat hepsini de gürzüyle öldürdü. Hepsi de onun atının ayakları
altına baş aşağı düştüler.
Tanrı kudreti, ona öyle bir ordu vermiş ki tek başına bir ümmete
saldırıyor.
3040. Gözüm, o eri görünce sayı çokluğu gözümden düştü.
Yıldızlar çoksa da güneş birdir ve bütün yıldızlar da onun önünde
darmadağın olur, görünmezler.
Binlerce fare baş kaldırsa kedi, ne korkar, ne çekinir.
Nasıl olur da fareler, toplanıp kedinin karşına çıkarlar? Onlarda
böyle bir yürek yoktur ki.
Topluluk, suret bakımından olursa beyhudedir. Kendine gel de Tanrıdan
mâna topluluğu iste.
3045. Topluluk, bedenlerin çokluğundan meydana gelmez. Cismi de isim
gibi yel üstünde durur bir şey bil!
Farelerin yüreklerinde topluluk kudreti olsaydı kızarlar, gayrete
gelirlerdi de birkaç tanesi bir araya gelir;
Fedai gibi aman vermeden kediye saldırırdı.
Bir tanesi gözünü ısırır, oyar, öbürü kulağını dişleyip yırtar,
Bir başkası yanını delerdi. Kedi bu topluluktan kurtulamazdı.
3050. Fakat farede topluluk için yürek yoktur. Kedinin sesini duydu mu
aklı başından gider.
Hilebaz kedinin önünde kuruyup kalır. İsterse farenin sayısı yüz bin
olsun ne çıkar?
Koyun sürüsü çok olmuş kasaba ne gam? Akıl çokluğu uykuyu def edebilir
mi?
Mülkün sahibi Tanrıdır. Topluluğu o verir, bu yüreği o ihsan ederde
aslan, yaban sığırı sürüsüne atılır.
On çatallı boynuzları olan yüz binlerce yiğit geyik aslanın
saldırışına karşı, âdeta yok olur.
3055. Mülkün sahibi Odur. Bir Yusufa güzellik saltanatını verir de
onu ak buluttan yağan lâtif yağmura döndürür.
Bir yüze bir yıldız parlaklığı ihsan ederde koca bir padişah bir kızın
kölesi kesilir.
Bir başkasının yüzüne kendi nurunu verir, o adam, gece yarısı her
iyiyi her kötüyü görür.
Yusufla Musa, Tanrı nuruna sahip oldular, yüzlerinde, gönüllerinde o
nur parladı.
Musanın yüzü, öyle bir nur saçtı ki nihayet yüzüne bir nikap
tutunmaya mecbur oldu.
3060. Yüzünün nuru âdeta hücum eden yılanın gözünü zümrüt nasıl alırsa
gözleri öyle almaktaydı.
Musa, o kuvvetli nuru örtmek üzere Tanrıdan nikap istedi.
Tanrı da o nikabı, yürü, var, kiliminden yap. Çünkü o, emniyet sahibi
bir ârifin elbisesidir.
O elbise Tanrı nurundan bir sabra nail olmuştur, dokumasında can nuru
vardır.
Böyle bir hırkadan başka bir şeyle korunamazsın. Nurumuza, ondan başka
hiçbir şey tahammül edemez.
3065. Kafdağı bile o nura mâni olmaya kalkışsa o nur, Kafdağını da
Tur gibi parçalar dedi.
Erlerin bedenlerine Tanrı kudretinin yüceliği öyle bir tahammül
vermiştir ki neliksiz niteliksiz Tanrı nuruna dayanırlar.
Tur dağının zerresine tahammül etmediği nur, Tanrı kudretiyle bir
sırçayı yer eder.
Kandil duracak yer ve bir sırça kandil, Kafdağı ile Turu paramparça
eden nura mekân olur.
Onların bedenlerini kandil konacak yer, gönüllerini de sırça bil. Bu
kandilin nuru, arşa da vurur, göklere de.
3070. Arşın ve göklerin nuru, bu nura karşı şaşırıp kalır, kuşluk
çağındaki yıldız gibi yok olur gider.
Peygamberlerin sonuncusu, bunu hiçbir an zevali olmayan padişahlar
padişahından nakletmiştir.
Tanrı demiştir ki: Ben göklere, boşluğa, yüce akıllarla nefislere
sığmadım da,
Konuk gibi vardım, müminin gönlünde keyfiyetsiz, mahiyeti anlaşılmaz
bir şekilde yurt tuttum, oraya konuk oldum.
Bu gönül vasıtası ile yücelerde bulunanlar da benden padişahlılar,
baht ve devletler bulurlar, aşağıda bulunanlar da.
3075. Böyle bir ayna olmadıkça güzelliğinden hiçbir şey görünmez, ne
yeryüzünde, ne de zaman içinde nurum tecelli etmez.
İki âleme de merhamet atını sürdüm de geniş bir ayna düzdüm.
Her an bu aynadan elli düğün halkı doyar. Aynayı işit fakat nasıldır?
Sorma!
Hâsılı Musada bu elbiseden nikap yaptı, yüzünü örttü. Çünkü o yay
gibi parlak nurun tesirini anlamıştı.
Elbisesinden başka bir şeyden nikap yapsaydı sağlam ve yüce bir dağ
olsa, hatta dağdan da sağlam bulunsa yine paramparça olurdu.
3080. Tanrı nuru demir duvarlardan bile geçtikten sonra artık nikap
ona ne yapabilir?
O nikap, hararetli bir ârifin coşkunluk zamanındaki hırkasına
benziyordu âdeta.
Kav, önce yakılır, alıştırılır da ondan sonra ateş alır.
O doğru yolu gösteren nurun aşkıyla Safura, iki gözünü de yele verdi.
Önce bir gözünü kapatıp baktı, Musanın gözündeki nuru görünce o gözü
uçtu, kör oldu.
3085. Ondan sonra sabrı kalmadı, o gözünü de açıp baktı, öbür gözünü
de o ayın uğruna harcadı.
Savaş eri de önce yoksulara ekmek verir. Fakat ibadet nuru ona vurdu
mu canını bağışlar.
Bir kadın Safuraya, O nergis gibi gözlerin elden gitti, acıklanıyor
musun? diye sordu.
Safura dedi ki: Yüz binlerce gözüm olsaydı da hepsini feda etseydim.
Fakat ne fayda, yok ki! Buna acıklanıyorum.
Göz pencerem, ayın nuru ile yıkıldı ama ay, define gibi bu yıkık yeri
yurt edindi.
3090. Define, artık bu yıkık yurdu, ev mi, dam mı, düşünmeye vakit
bırakır mı?
Yusuf sokaktan geçerken yüzünün nuru her evin kafesinden içeri
vururdu.
Evdekiler, Yusuf bir yere gidiyor yine derlerdi. Köşede bucakta
oturanlarda duvarda bir nur gördüler mi Yusufun geçtiğini anlarlardı.
O tarafa penceresi bulunan ev, Yusufun geçişişinden ululanır, şeref
bulurdu.
3095. Hadi Yusufun geçeceği tarafa bir pencere aç da oraya otur,
seyrine bak!
Âşık olmak, o yana bir pencere açmaktır. Çünkü gönül, dostun cemali
ile aydınlanır.
Şu halde daima sevgilinin yüzüne bak. Babacığım, dinle, bu senin
elindedir.
Gönüllere girmeye yol bul, başkalarını düşünmeyi bırak.
Kimya elinde, deriyi bununla tedavi et de bu sıfatla düşmanları
kendine dost edin!
3100. Güzelleştin mi o güzele ulaşırsın da o, ruhu kimsesizlikten
kurtarır.
Onun rutubeti can bahçelerini besler, yetiştirir. Soluğu gamdan ölmüş
kişiyi diriltir.
Yalnız aşağılık cihan saltanatını vermez, yüz binlerce çeşit çeşit
saltanatlar bağışlar.
Tanrı, Yusufa güzellik saltanatını bağışlamakla beraber bir de ders
vermeden, meşk etmeden rüya yorma saltanatını bağışlamıştı.
Güzelliği onu zindana çekti, bilgisi de Zuhal yıldızına dek yüceltti
onu.
3105. Bu bilgi ve hüner yüzünden padişah, ona kul oldu. Bilgi
padişahlığı, güzellik saltanatından da üstün oldu ve takdir edildi.
Borçlu adamın, o muhtesibin yardımını umarak Tebrize gelmesi
O dertlere uğramış garip de borç korkusu ile yola düştü, o esenlik
yurduna hareket etti.
Tebrize gül bahçelerinin yurduna yöneldi. Ve gül bahçesinde sırt üstü
yatarak ümit uykusuna dalmıştı.
Şimdi, yüce Tebriz ülkesinden, o saltanat yurdundan parlayıp
aydınlanmakta, nura nur katmaktaydı.
O erlerin oturduğu bahçeyi görünce canı gülüyor Yusufun kokusunu
alıyor, vuslat Mısrını duyuyordu.
3110. Dedi ki: Ey deveyi süren, devemi ıhlat, bana yardım geldi,
yoksulluğun uçup gitti.
Çök ey devem, işler güzelleşti. Şüphe yok ki Tebriz, gönüllerin
çöktükleri bir yurttur.
Ey devem bahçelerin kenarlarında yayıl. Tebriz, bize ne güzel de bir
feyiz yeri ya!
Ey deveci develerin yükünü çöz. Burası Tebriz şehri, gül bahçelerinin
bulunduğu yer.
Bu bağda cennet parlaklığı, cennet güzelliği var. Bu Tebrizde arş
nuru var.
3115. Her an Tebrizlilere arşın yücesinden cana canlar katan bir koku
gelmededir.
O garip, muhtesibin evini arayınca halk dediler ki: O dost, vefat
etti.
Evvelsi gün dünya yurdundan göçtü. Onun ölümü yüzünden erkeğin yüzü de
sapsarı, kadının yüzü de.
O arş tavusuna hatiflerden arş kokusu geldi, o da arşa gitti.
Halk, onun gölgesine sığınırdı. Fakat güneş, o gölgeyi tez tez
dürüverdi.
Evvelsi gün, bu kıyıdan gemisini sürdü. O büyük zat, bu gam yurduna
doymuştu zaten.
Garip bunu duyunca bir nâra attı, kendisinden geçip gitti. Sanki o da,
muhtesibin ardından can verdi.
Hemen yüzüne gül suyu serptiler, sular saçtılar. Yol arkadaşları,
haline ağladılar.
Adam, geceye kadar kendisine gelemedi, gece yarısında gayb âleminden
canı geri geldi, yarı ölü bir halde ayıldı.
Garibin, muhtesibin ölümünü duyunca mahlûka dayandığından, mahlûkun
ihsanına güvendiğinden dolayı tövbe etmesi ve Tanrı nimetlerini anarak
suçundan vazgeçip Tanrıya yüz tutması. Kâfir olanlar, bu kadar
nimetleri görürler de sonra yine rablerinden dönerler.
Aklı başına gelince dedi ki: Yarabbi, suçluyum. Halka ümit bağladım.
3125. Muhtesip cömertti ama cömertlikte hiç de senin eşin olamaz.
O külâh bağışlar, sen, akılla dolu baş verirsin. O kaftan verir, sen
boy pos ihsan edersin.
O altın verir bana, sen altın sayan el. O katır verir bana sen ona
binecek akıl.
O bana ışık verir, sen aydın göz. O meze verir, sen onu yiyecek
kabiliyet.
O maaş verir, sen ömür ve yaşayış. Onun vaat ettiği şey altındır,
senin vaat ettiğin, temiz şeyler.
3130. O oda verir, sen gök ve yer verirsin. Senin verdiğin sahada onun
gibi yüzlercesi yaşar, semirir.
Altın senindir, altını o yaratmada. Ekmek senindir, ekmeği sen
bağışlarsın.
Ona cömertliği merhameti veren de sensin. Cömertlik ederde neşelenir;
bu neşeyi, bu sevinci veren de sensin.
Ben onu kendime kıble edindim de asıl kıble edilecek makamı bıraktım.
O din Tanrısı aklı, suyla topraktan karılmış balçığa ekerken biz
neredeydik?
3135. Gökyüzünü yokluktan meydana getirdi, bu yer döşemesini de yaptı
döşedi.
Yıldızlardan kandiller yaptı, tabiatlardan kilitler ve anahtarlar.
Nice gizli, aşikâr yapıları şu tavanla şu döşemenin içine koydu,
gizledi.
İnsan, yücelikler vasıflarının usturlabıdır. İnsan sıfatı onun
âyetlerine mazhardır.
İnsanda ne görürsen onun aksidir. Irmak suyuna akseden ay gibi hani.
3140. Usturlabında örümcek ağı gibi nakışlar vardır, ezel vasıfları
onlarla anlaşılır bilinir.
O usturlabın üstündeki ankebut, gayb göğü ile ruh güneşine ait
şerhlerde bulunur, dersler verir.
Bu doğruyu bulan usturlapla ankebut, halkın eline müneccimsiz
düşmüştür.
Tanrı bu yıldız bilgisini peygamberlere vermiştir. Gaybı görmek için o
âlemi görebilen bir göz gerek.
Zamanlarca gelip geçen şu insanlar, dünya kuyusuna düşmüşlerdir. Her
biri, kuyunun içinde kendi aksini görmüştür.
3145. Kuyuda sana görünen, bil ki dışarıdadır. Yoksa o aslan gibi sen
de kuyuya düştün gitti.
Tavşan, onu kuyuda kükremiş bir aslan var.
Kuyuya gir de ondan öç al. Sen ondan üstünsün kopar kafasını diye
yoldan çevirdi.
O mukallit de tavşana kandı, onun maskarası oldu. Kendi hayalleriyle
köpürdü, coştu.
Bu görünen şey, suyun aksettirmesinden ibaret değil mi? O her şeyi
döndüren, çeviren Tanrının bir hayal göstermesinden başka bir şey mi?
Diyemedi.
3150. Sen de bir düşmana kinlendin mi, ey altı duyguya zebun olan,
altı duygun da yanılır, yanlışlar içerisinde kalırsın.
Halbuki ondaki o düşmanlık, Tanrının aksidir. Oradaki kahır,
Tanrının kahır sıfatlarından üremiştir.
Ondaki suç, sendeki suçun cinsindendir. Önce o huyu, kendi tabiatından
yıkayıp arıtmak gerek.
Sendeki çirkin huy, onda göründü. Çünkü o, sana bir aynadır âdeta.
Güzelim aynada çirkinliğini görünce aynaya saldırma.
3155. Mesela yüce yıldız, suya vurur. Sen de yıldızın aksine toprak
atarsın.
Bir kutsuz yıldız bizim kutluluğumuzu alt etmek için suya geldi mi
dersin.
O aksi, yıldız sanır, kapansın diye üstüne toprak atar durursun.
Akis gizlenir, gayb âlemine gider. Sanırsın ki yıldız da söndü.
O kutsuz yıldız, gökyüzündedir. Başını o tarafa kaldırmak lâzım.
3160. Hattâ gönlü, mekânsızlık mekânına bağlamak gerek. Burada zuhur
eden yomsuzluk, o mekânsızlık âleminin bir aksinden ibarettir.
Vergiyi Tanrı vergisi, ihsanı Tanrı ihsanı bil. Çünkü bu aksi, beş
duygu âlemiyle altı cihet âlemine veren odur.
Aşağılık kimselerin ihsanı, kumdan artık bile olsa yine sen ölürsün, o
vergiler senden arda kalır.
Akis, gözde ne kadar kalabilir ki? Ey eğri gören, aslı görmeyi kendine
hüner yap.
Tanrı, yalvarıp yakaranlara ihsanda bulundu mu onlara ihsan ettiği
şeylerle beraber uzun bir ömür bağışlar.
3165. Nimeti de ebedîdir onun, nimet ettiği de ebedîlik verir. O,
ölüleri bile diriltir, ona baş vurun!
Tanrı, lûtfetti mi o lûtuf, can gibi sana karışır, seninle bir olur.
Âdeta sen o olursun, o, sen olur.
Sende ekmek ve suya iştah yoksa bu ikisi de olmaksızın sana tertemiz
bir rızk verir yine.
Semizliğin gittiyse Tanrı, gayb âleminden lûtfeder, sana zayıflıkta
bir gizli semizlik, şişmanlık verir.
O peri ve cine kokuyu gıda etmiş, meleklere can gıdası vermiştir.
3170. Can nedir ki ona dayanıyorsun? Tanrı kendi aşkı ile seni
diriltir.
Ondan aşk diriliği iste, can isteme. O rızkı iste, ekmek dileme.
Halkı su gibi arı duru bil. O suya akseden, ululuk ıssı Tanrının
sıfatlarıdır.
Onların bilgileri, adaletleri, lûtufları akar suya aksetmiş yıldıza
benzer.
Padişahlar, Tanrı saltanatına mazhardır; bilgi sahipleri, Tanrı
bilgisinin aynasıdır.
3175. Zamanlar geçti gitti. Bu yeni bir zaman. Ay, o ay ama su, o su
değil.
Adalet, o adalet. Bilgi de, o bilgi. Fakat o zamanlarda gelip geçen
ümmetler, geldiler geçtiler.
Ey akıllı er, zamanlar, zamanların üstüne geldi; hepsi be birer birer
bir teviye gelip geçti. Fakat şu mânalar, daimi ve hep o.
O arktaki su kaç kere değişti. Fakat ayın aksiyle yıldızların aksi hep
var.
Çünkü yapısı, su üstüne kurulmamış, gökyüzü sahasında onlar.
3180. Bu sıfatlar, bil ki mâna yıldızları gibi mâna göklerindedir.
Güzeller, onun güzelliğinin aynası. Onlardaki aşk, onun istemesinin
aksi.
Bu göz kaş, bu boy pos, daima aslına gider durur. Suya akseden hayal,
kalır mı hiç?
Bütün tasvirler, ırmak suyundaki akislerdir. Gökyüzünü ovdun mu
görürsün ki hepsi de o.
Derken o garibin aklı dedi ki: Şu şaşılığı bırak. Sirke pekmezdir,
pekmez de sirke.
3185. O muhtesibi, noksanın yüzünden ayrı bildin. Gayretli
padişahlardan utan a şaşı!
Havanın üstündeki esîrden bile ileri gitmiş olan zatı şu karanlıklarda
oturan farelerden sayma.
Onu can olarak gör, ağır cisim olarak görme. Onu beyin gör, kemik
olarak görme.
Ona melun iblisin gözü ile bakma, onu toprağa mensup sayma.
Güneşle yoldaş olana yarasa deme. Kendisine secde edileni secde eder
bilme.
3190. Bu da akislere benzer ama akis değildir. Akis suretinde
Tanrının görünüşüdür bu.
O, bir güneş görmüştür, cansız ve donmuş bir halde kalmamıştır.
Şırlağan yağı, gül yağı olmuştur; şırlağan yağı kalmamıştır.
Tanrı Abdâli de, fâni varlıklarını değiştirdiler mi artık halktan
değildirler, çevir bu yaprağı.
Birlik kıblesi, nasıl olur da iki olur? Toprak, nasıl olur da
meleklerin secde ettikleri bir şey olabilir?
Adam, bu ırmakta elma aksini gördü ama bu görüşü de, eteğini elmayla
doldurdu.
3195. Bu görüşü, yüzlerce çuvalı elmayla doldurdu. Artık, ırmakta
gördüğü, nasıl olur da hayal olur?
Ten görme de o sağır ve dilsizler gibi kendilerine doğru bir şey
söylenince inkâr edenlerden olma.
O zat, Attığın vakit sen atmadın, Tanrı attı sırrına mazhar
olmuştur. Onun gürüşü, Tanrı görüşüdür.
Ona hizmet Tanrıya hizmettir. Gündüzü görmek, bu pencereyi görmektir.
Hele şu pencere yok mu? O, kendinden parlamadadır. Ondaki nur,
güneşin, yahut Ferkad yıldızının eğreti nuru değildir.
3200. O pencereye vuran nur da yine o güneştendir ama bilinen yoldan,
bilinen taraftan gelmemiştir o.
Bu pencereyle güneş arasında öyle bir yol vardır ki başka pencereler,
o yolu bilmez.
Bir bulut gelse de güneşi örtse güneşin nuru bu pencereden köpürür,
çağlar.
Bu pencereyle güneş arasında şu havayla altı cihetten başka bir yoldan
bir ülfet, bir ünsiyet vardır.
Onu övmek, onu tesbih etmek, Tanrıyı övmek, Tanrıyı tesbih etmektir.
Bu tabağın meyvesi, kendiliğinden biter.
3205. Bu sebepten salkım salkım elmalar biter. Bu sepete ağaç adını
taksan hiç yanlış olmaz.
Bu sepete elma ağacı de. İkisinin arasında gizli bir yol var zaten.
Meyve veren bir ağaçtan ne biterse aynen bu sepetten de biter, bu
sepet de o çeşit meyveleri verir.
Şu halde artık sepeti baht ağacı gör de bu sepetin gölgesinde bir
hoşça otur.
Ekmek, insana mülâyemet verince ey sevgili dost, artık neden ona ekmek
dersin? Mahmude de.
3210. Yoldaki toprak göze ve cana parlaklık verirse o toprağı sürme
gör, sürme bil.
O nur, bu topraktan çıkıp parlarken artık ben ne diye başımı göğe
kaldırayım?
O yok oldu, ey küstâh, ona var deme. Böyle bir ırmakta hiç kuru toprak
kalır mı?
Bu güneşin önünde yeni ay parlayabilir, yahut böyle bir Rüsteme karşı
Zâlin kuvveti para eder mi?
Tanrı da diler ve üstündür o. Nihayet varlıkların kökünü kazır,
hepsini yok eder.
3215. İki deme, iki bilme, iki çağırma. Kulu efendisinde yok olmuş
bil.
Efendi de efendiyi yaratanın nurunda yok olmuş, ölüp gitmiş
gömülmüştür.
Bu efendiyi Tanrıdan ayrı bildin mi metni de kaybedersin, dibaceyi
de.
Gözünü gönlünü topraktan çevir. Bu, bir tek kıbledir, iki kıble görme.
İki gördün mü iki taraftan kalırsın. Pabuca bir ateştir düşer, pabuç
da yanar gider.
İki gören, kaş şehrindeki garibe benzer. Adı Ömerdi. Bu sebeple onu,
bir dükkândan öbür dükkâna gönderiyorlardı. Bütün dükkânların, Ömere
ekmek satmamak bakımından bir olduğunu anlamıyordu. Ben yanlış
söyledim, adını Ömer değil diyeyim de tövbe edeyim, şu dükkâna varır
böyle dersem yalnız o dükkândan değil, bütün dükkânlardan ekmek
alabilirim.. Fakat böyle demez de yine adım Ömer kalırsa bu dükkândan
başka yere başvursam da faydasız. Hepsinden de mahrum kalırım. Çünkü
şaşıyım, bu dükkânları birbirinden ayrı sandım demedi.
Kâş şehrinde adın Ömer olursa yüz kuruş versen kimse sana lavaş
satmaz.
Bir dükkâna gidip ben Ömerim kerem edin de bu Ömere ekmek satın
dedin mi.
Dükkâncı der ki: yürü öbür dükkâna git oradaki bir ekmek buradaki elli
ekmekten iyidir.
Adam şaşı olmasa başka dükkân yok ki derdi.
Onun şaşılığı gitse de nuru, Kâşlının gönlüne vursaydı o vakit de
Ömer, Ali olurdu.
3225. Fakat bu dükkâncı buradan oradaki ekmekçiye ekmekçi diye bağırır
bu Ömere ekmek sat.
O da Ömer adını duydu mu ekmeği gizler onu başka ve uzak bir dükkâna
yollar.
Arkadaş diye bağırır bu Ömere ekmek ver. Yani sesimi duyda sırrımı
anla demek ister.
O da seni ekmek almak için Ömer geliyor diye oradan başka bir dükkâna
yollar.
Bir dükkânda Ömerim dedin mi yürü bütün Kâşanı gez, ekmekten
mahrumsun.
3230. Fakat bir dükkânda Aliyin dedin mi oracıkta ekmeği parasız
zahmetsiz alıver.
Biri iki gören şaşı bile zevkten mahrum olur. Halbuki sen biri on
görüyorsun ey anasını satan!
Kâşan olan bir yeryüzünde şaşkınlığından Ali olmadınsa Ömer gibi gez
dolan gayrı.
Hadi hayra karşı bu yıkık manastırda şaşıya yeniden yeniye göçler
vardır.
Fakat hakkı tanıyan gören iki göze sahip olursan iki âlemde dostla
dolu görürsün.
3235. Bu korku ve ümitle dolu Kâşanda oradan oraya yollanmadan
kurtulursun.
Bu ırmakta konca, yahut ağaç gördün meselâ her ırmakta olduğu gibi onu
hayal sanma.
Bu nakışların aksi, doğrudur ve Tanrı bunlardan sana meyve satar.
Göz, bu su yüzünden şaşkınlıktan azat olur. Oradaki akisleri görür
sepeti meyvelerle dolar.
Şu halde hakikatte bu su değildir bağdır. Artık sende Belkıs gibi
happeleri görüp soyunmaya kalkışma.
3240. Eşeklerin sırtında çeşit çeşit yükler var kendine gel, bu
eşekleri bir sopayla sürme.
Eşeğin birindeki yük Lâal ve mücevherdir öbüründeki yük taş ve mermer.
Her ırmağı da bir sanma. Bu ırmakta ay gör, ayın aksi deme.
Bu, hayvanların içtiği su değil Hızırın içtiği Abıhayat. Onda ne
görünürse doğrudur.
Bu ırmağın dibinde görünen ay, ben ayım, ayın aksi değilim, seninle
konuşan seninle yol arkadaşlığı eden benim der.
3245. Bu suyun üstünde ne varsa diler onlara el at, diler, suyun içine
vuran akislerine.
Bu suyu, başka sulara kıyas etme. Bu ay yüzlünün ışığına ay de.
Bu sözün sonu gelmez o garip muhtesibin derdi ile dertlendi, bir hayli
ağladı.
Tebriz Kethüdasının, o adamın borcunu bütün Tebrizlilere taksimi, pek
az bir para toplanışı. O garibin, muhtesibin mezarına gidip mezar
başında halini anlatması ve teveccüh yoluyla ona ahvalini bildirmesi
O adamın borç alışı halka yayıldı. Kethüda onun derdi ile dertlendi.
Borcunu para toplayıp vermek üzere şehirde dolaşmaya her yerde
hararetli hararetli o adamın halini anlatmaya başladı.
3250. Fakat bu dilencilikle o para dileyen adamcağızın eline ancak yüz
altın girdi.
Gelip adama hali anlattı. Adam, Kethüdanın iki eline yapışıp kalktı,
onun delaletiyle o şaşılacak derecede ihsan sahibi olan Muhtesibin
mezarına gitti.
Dedi ki: bir kula Tanrı muvaffakiyet verir de kutlu bir adama konuk
olursa
Ev sahibi onun yoluna bütün malını mülkünü kor mevkiini bile onun
mevkiine feda eder.
Artık ona şükretmek Tanrıya şükretmekten ibarettir. Çünkü Tanrı, o
ihsan sahibine ihsana eş etmiştir.
3255. Buna şükretmemek Tanrıya şükretmemektir. Onun hakkı şüphe yok
ki Tanrı hakkı demektir.
Nimet ve ihsanlarına karşılık Tanrıya şükret fakat ihsan edene de
şükret, onu da an.
Ananın merhameti Tanrıdandır ama ona kulluk etmek, hizmette bulunmak
da hem farzdır, hem de yerinde bir iş.
Tanrı işte bu yüzden Muhammede salavat getirin dedi. Çünkü
Muhammed, inananların dönüp başvurdukları zattır.
Tanrı kıyamette kula Ne getirdin, sana verdiğim nimetlere karşılık
ne yaptın? der.
3260. Kul der ki: Yarabbi sana can ve gönülden şükrettim. Çünkü o
rızık ve ekmek, asıl bakımından sendendi.
Tanrı der ki: hayır, sana ihsan edene şükretmediğin için bana da
şükretmedin.
Bir kerem sahibine zulmettin, sitemde bulundun. Halbuki onun yüzünden
benim nimetlerime nail olmadın mı?
Hâsılı o garip de velinimetinin mezarına gelince ağlayıp inlemeye
koyuldu.
Dedi ki: ey her yoksulun dayandığı güvendiği zat. Ey himmeti umulan ey
yolda kalanların imdadına erişen!
3265. Ey rızıklarımız için gam yiyen bizi hatırlayan ey ihsanı, lûtfu,
Tanrı rızkı gibi umumi olan!
Ey yoksullara aşiret ve ana baba olan ey onlara geçinmek harcanmak ve
borçlarını vermek için ana baba gibi yardım eden!
Ey deniz gibi yakınlarına inci uzaklarına yağmur hediye eden!
Ey güneş, sırtımız senin hararetinle ısınmıştı. Her köşkün parlaklığı
sendendi, her yıkık yerin definesi sendin.
Kaşının çatıldığını kimsecikler görmemişti ey Mikâil gibi rızık ve
azık veren!
3270.Ey gönlü gayb deniziyle birleşmiş, ey ihsanı Kaf dağında gayp
Ankası kesilmiş zat!
İhsan ederken malımdan ne gitti acaba diye aklına bir şeycikler
gelmezdi. Himmetinin yüce tavanı bir kere olsun yarılmadı senin.
Her ay her yıl ben de benim gibi yüzlerce kişi de senin soyun sopun
olmuştu âdeta.
Paramız, soyumuz, varımız, yoğumuz
Adımız, sanımız, bahtımız,
devletimiz sendin.
Sen ölmedin, bizim nazımız, bizim devletimiz, bizim gemimiz, bizim
verilegelen rızkımız öldü.
3275. Sen mecliste de ihsan ve keremde de bir kişiydin ama bine
bedeldin. İhsan esnasında yüzlerce Hatemdin âdeta.
Hatem, cansız şeyi ölü gönüllü adama verir, sayılı birkaç ceviz ihsan
ederdi.
Sense her solukta öyle bir hayat bağışlamadasın ki onun güzelliğini
anlatmaya ömür yetmez.
Sen, ebedî bir haya,t tükenmez ve sayılmaz altınlar bağışlarsın.
Ey gökyüzünün, civarına secde ettiği zat ! Bir huyuna bile mirasçı yok
senin.
3280. Lûtfun halka çobanlık etmede gam kurtundan korumada
Tanrı
Kelimi gibi, merhametli bir çoban hem de.
Tanrı Kelimi çobanlık ederken sürüden bir koyun kaçmıştı. Musa peşine
düştü koşmaya başladı çarıklarını çıkardı ayaklarının altı şişti
kabardı.
Akşama kadar onu aradı. Koyun da gözünden kayboldu.
Fakat nihayet koyun yorulup kaldı, Tanrı Kelimi de onu yakaladı.
Merhametle arkasını, başını okşamaya anası gibi onu sevmeye koyuldu.
3285. Bir parçacık bile öfkelenmedi, kızmadı. Yalnız sevdi, acıdı,
gözünden yaşlar döküldü.
Dedi ki: Tutalım bana acımadın kendi kendine neden zulmettin?
Tanrı, o anda meleklere dedi ki. Peygamberliğe Musa yaraşır.
Mustafa buyurmuştur ki: Her peygamber, gençliğinde yahut çocukluğunda
mutlaka çobanlık etmiştir.
Çobanlık etmeden o sınavı geçirmeden Tanrı, ona âlem başbuğluğunu
vermez.
3290. Birisi sen de ettin mi? Diye sordu. Dedi ki: Ben de bir müddet
çobanlık ettim.
Vekarları, sabırları meydana çıksın diye Tanrı onları peygamber
yapmadan çoban yapmıştır.
Her buyruk sahibinin de insanlara çobanlık ederken Tanrı buyruğunu
gözetmesi gerektir.
Kendisi sürüsünü güderken Musa gibi halîm olması, akıl ve tedbirle bu
işi görmesi lâzımdır.
Böyle, harekette bulunursa Tanrı ona ayın üstünde, yücelikler âleminde
bir ruhani çobanlık verir.
3295. Nitekim peygamberleri de bu çobanlıktan kurtarmış, onlara temiz
kulların çobanlığını vermiştir.
Sen, bu çobanlıkta öyle doğru hareket ettin ki sana bir ayıp bulan kör
olur.
Biliyorum Tanrı mükâfat olarak sana o âlemde de ebedî bir başbuğluk
verir.
Ben de deniz gibi cömert eline senin lûtfuna ihsanına güvenerek
Hiç yoktan tam dokuz bin altın borç ettim. Neredesin sen ki lûtfunla
bu tortu saf bir hale gelsin.
3300. Neredesin ki yeşillik gibi gülesin de onu da al. Onun on mislini
de al diyesin.
Neredesin ki beni güldüresin, efendiler gibi lütufta bulunasın, ihsan
edesin.
Neredesin ki beni hazinene götüresin da borçtan da emin edesin,
yoksulluktan da.
Ben yeter dedikçe, sen ihsanını fazlalaştırasın da bunu da hatırım
için al diyesin. Bir alem nasıl olurda toprak altına sığar? Bir
gökyüzü nasıl olur da yere girer?
3305. Haşa Tanrı hakkı için sen, diriyken de bu alemden dışarıda
değilsin, şimdi de.
Gayb havasında bir kuş uçar ama gölgesi yere vurur.
Beden, gönlün gölgesinin,gölgesinin gölgesidir. Nereden beden gönül
mertebesine erişecek?
Adam uyur, ruhu, güneş gibi gökyüzünde parlar. Bedense yorgan
altındadır.
Can, boşluklarda astar gibi gizlidir, bedense yorganın altında döner
durur.
3310. Ruh, Rabbimin emrindedir gizlidir. Onun için nasıl bir örnek
versem anlatmaya imkan yoktur.
Acaba o şekerler saçan dudak nerede? O güzel cevapların, o sırların
hani?
O şeker çiğneyen akik dudaklar, o müşküllerimizdeki kilitlerin
anahtarı ne oldu?
Nerede o zülfikar gibi sözler, nerede o akılları kararsız bir hale
getiren laflar?
Yuvasını arayan kumru gibi niceye bir Kü- Kü nerede, nerede deyip
duracaksın?
3315. Nerede? Rahmet sıfatlarının bulunduğu yerde Kudretten arılıktan
akıldan ve anlayıştan ibaret olan alemde?
Nerede olacak? Aslanın daima ormanda oluşu gibi o da gönlüyle
düşüncesinin daima bulunduğu alemde.
Nerede olacak Kadının erkeğin dert ve mihnet zamanı ümit bağladığı
cihanda.
Nerede olacak? İnsan hastalanınca sıhhat ümidiyle göz diktiği yerde.
Bir kötülüğü gidermek için yalvardığın bir harmanı savurmak bir gemiyi
sürmek için rüzgar beklediğin alemde.
3320. Gönlün işaret ettiği dilin Ey o diye dile getirdiği yerde.
Nereden, nerede diye aramaya lüzum yok, Tanrıyla iste, keşke ben de
çulhalar gibi hep mekik deyip dursam bu sırrı bilen aklı dileseydim.
Aklımız doğuyu da görür batıyı da. Akıldan ruhlara yüzlerce çeşit
şimşekler çakar.
O, köpüklü bir denizle beraber kabardı, kıyıyı kapladı. Sonra denizle
beraber çekildi. Kıyıyı kaplayışı geçti, çekilişi kaldı!
Dokuz bin altın borcum var. elimden tutanım yok. Elimde yalnız bütün
şehirden toplanmış yüz altın var, işte bu kadar!
3325. Tanrı, seni çekti aldı. Ben bu kargaşalıklar içinde kaldım. Ey
toprağı bile güzel zat, ümitsiz bir halde gidiyorum.
Seni hasretinle iştiyakınla dolu olan kuluna bir himmet et ey yüzü de
eli de himmeti de kutlu zat!
Kaynağın, ırmakların başına geldim, fakat orada su yerine kan buldum.
Gök, o gök, fakat ay ışığı o ay ışığı değil. Irmak o ırmak, fakat su o
su değil!
İhsan sahipleri var ama o tertemiz ihsan sahibi nerede? Yıldızlar var
ama hani o güneş?
3330. Ey saygı değer zat, en Tanrıya gittin, bari ben de Tanrıya
gideyim.
Bütün devirlerde gelip geçenlerin toplandıkları yer, bayrağın dibidir,
orası ne güzel bir topluluk yeridir. Tanrı Her şey tapımızda
toplanır der. Tanrı topluluk yeridir.
Resimler ister haberdar olsunlar, ister olmasınlar, hepsi de ressamın
elinde toplanır.
O nişansız Tanrı anbean onların düşünce sahifesinde bir şeyler yazar,
yazdıklarından bir kısmını siler durur.
İnsanı kızdırır, hoşnutluğu giderir, nekesliği getirir, cömertliği
giderir.
3335. Aklım fikrim, zihnim yarım lahza bile bu yazıyı bozmadan hali
değil.
Testici testi ile uğraşıp durdukça testi hiç kendiliğinden
genişleyebilir, büyür mü?
Tahta dülgerin elindedir. Yoksa nasıl olur da kesilir, yahut başka bir
tahtayla birleşir?
Kumaş, bir terzinin elinde olmadıkça kendiliğinden nasıl dikilir yahut
biçilir?
Su kabı, ey akıllı adam sakanın elindedir. Öyle olmasa kendi kendine
nasıl dolar, boşalır?
3340. Sen de her an dolmada boşalmadasın. Bil ki onun sanat elindesin.
Gözündeki bu bağ kalktı mı sanatın sanatkarın elinde halden hale
girmekte olduğunu anlarsın.
Gözün varsa kendi gözünle bir bak. Hiçbir şeyden haberi olmayan bir
ahmağın gözüyle bakma.
Kulağın varsa kendi kulağınla dinle duy. Neden sersemlerin kulağına
kapılıyorsun?
Taklide uymaksızın bakmayı adet edin, kendi aklını koru, onu düşün
sen.
3345. Bir beyin pek güzel bir atı vardı. Padişahın at sürülerinde eşi
yoktu.
Bir gün o ata binip padişahın alayına katıldı. Harzemşahın gözü,
ansızın ona ilişti.
Atın çalımı, rengi padişahın gözünü aldı. Dönünceye kadar o attan
gözünü ayıramadı.
Hangi uzvuna baksa öbüründen daha güzel görünüyordu. Çevikliğinden,
güzelliğinden ruhaniyetinden başka Tanrı ona eşsiz bir güzellik
vermişti.
3350. Padişah aklıyla şöyle bir, araştırdı. Bu nedir ki aklımı çeldi?
Dedi.
Gözüm böyle atları çok gördü, toktur, ganidir. Belki böyle güneş gibi
iki yüz at görmüş, aydınlanmıştır.
Şahların ruhları bence beydaktır. Böyle olduğu halde nasıl olur da bir
yarım at, haksız olarak gözümü çeler?
Yoksa büyücüleri yaratan bir büyü mü yaptı? Bu, onun çekişi olmalı,
atın hassası değil.
Fatiha okudu, bir hayli lahavle çekti. Fakat okuduğu fatiha gönlündeki
derdi çoğalttı.
3355. Çünkü padişahı çeken zaten fatihaydı. Fatiha bir muradın
olmasında, bir kötülükten kurtulmada birebirdir, ama onu bu derde
sokan, fatihanın sahibi Tanrıydı.
Göze bir başkasını gösterirse bu onun işidir. Gözden kendisinden
başkası kaybolur, göz yalnız Hakkı görürse bu da onun uyandırmasıdır.
Padişah, iyice anladı ki gönlünün akması Tanrıdan. Tanrının işi her an
eşsiz örneksiz şeyler yaratmaktır.
Onun hilesiyle taştan öküze , taştan ata tapar, secde ederler.
Kafire göre putun bir ikincisi olamaz. Halbuki putta ne bir kudret
vardır, ne bir ruhaniyet.
3360. Öyle olduğu halde o gizliden gizli gönülleri çekip duran nedir?
O, bu aleme başka bir alemden parlamadadır.
Bu pusuyu akıl da görmez can da. Ben göremiyorum sen görebiliyorsan
gör.
Harzemşah, gezintiden dönünce saltanat erkanının ileri gelenlerine
sırrını açtı.
Derhal, çavuşlara o atı. Beyden alıp getirmelerini emretti.
Çavuşlar ateş gibi koşup vardılar. Dağ gibi olan o bey yüne döndü
adeta.
3365. Dertten elemden canı ağzına geldi. imadülmülkten başka derdine
derman olacak kimseyi göremedi.
İmadülmülk onun bayrağıydı. Herkes onun altına gelirdi; her zulüm
gören dertten ölüm haline gelen koşar, ona başvururdu.
Ulular içinde ondan daha saygılısı ondan daha üstünü yoktu. Padişahın
tapısında adeta bir peygamberdi.
Vezirliğe tamahı yoktu. Soyu sopu temizdi zahitti, ibadet ehliydi,
geceleri kalkar, Tanrıya ibadette bulunurdu, cömertlikte de sanki bir
hatemdi.
Rey ve tedbiri pek kutluydu. Her hususta reyi sınanmıştı.
3370. Can vermede de cömertti. Mal vermede de. Yeni ay gibi gayb
güneşini dilerdi.
Beylikte garipti kimsesizdi. Yokluk ve Tanrı sevgisi sıfatlarında
gizlenmişti.
Her ihtiyaç sahibine baba gibiydi. Padişahın tapısında şefaatçiydi her
zararı def ederdi.
Kötüleri, Tanrı hilmi gibi örterdi. Hasılı huyu halkın huyundan
bambaşka ve tamamıyla aykırıydı.
Kaç kere vezirliği bırakıp ibadet için yalnızca dağlara yönelmişti de
padişah yüzlerce niyazlarda bulunarak onu önlemişti.
3375. Her an yüzlerce suça şefaat etse padişah ondan utanır şefaatini
kabul ederdi.
O bey adalet ve insaf sahibi imadülmülk ün yanına baş açık bir halde
koştu, başına topraklar serpiyordu.
Dedi ki : Haremde neyim var neyim yoksa hepsini alsın yağmacılara
buyursun, varımı yoğumu yağma ettirsin.
Fakat şu bir tek at yok mu o benim canımdır. Ey beni seven hayrımı
isteyen! İyice bil ki onu alırsa öldüm ben.
Bu atı elimden alırsa muhakkak biliyorum ki yaşayamam artık.
3380. Tanrı sana bu yakınlığı ihsan etmiş ey Mesih hemen elinle başımı
okşa.
Kadına da sabrederim, altınım akarım gitse de aldırmam. Bu ne uydurma
laf, ne de hile.
Eğer inanmazsan bu hararetimi yalan sanırsan hazırım, sına; sözü doğru
mu yalan mı anla!
İmadülmülk bu hali gördü gözleri yaşardı, ağladı. Gözlerini silerek
perişan bir halde padişahın tapısına koştu.
Padişahın huzurunda durdu. Ağzını yumdu, fakat içinden kulların
Tanrısına gizlice yalvarıyordu.
3385. Ayakta duruyor fakat sultanının içinden geçirdiği şeyleri
duyuyordu. Gönlünden şunları düşünmekte Tanrıya şöyle niyaz
etmekteydi:
Yarabbi, o genç, eğri yola gittiyse affet. Senden başkasına sığınmak
doğru değil.
Fakat sen onun yaptığını bakma, sana layık olanı yap. O tutsak olan
kullardan halas olmasını beklemede, fakat sen halas et onu.
Çünkü bu halkın hepsi de muhtaçtır yoksulundan tut da padişahına kadar
hepsi.
Yüceliklere sahip dururken bir mumdan, bir mum yalımından yol bulmayı
ummak..
3390. Güzelim parlak güneş meydandayken mumla kandilden ayrılmak
istemek!
Fakat şüphe yok ki bizim şanımız, edebi terk etme, nimete karşı
küfranda bulunma, heva ve hevesinize uymadır.
Akıllıların çoğu düşünceye daldığı zaman yarasa gibi karanlığı sever.
Geceleyin yarasa, bir kurtcağız yese, o kurtu bile can güneşi
beslemiş, yetiştirmiştir.
Yarasa geceleyin o kurtu yiyip sarhoş olduysa, kurt, yine güneş
yüzünden canlanmıştır.
3395. Işığı, aydınlığı meydana getiren güneş, düşmanını bile
doyurmadadır.
Fakat yarasa olmayan iri doğan kuşunun açık gözü doğru yolu görür,
aydındır.
O da yarasa gibi geceleyin gelişmek istese o vakit güneş, edebe sokmak
için kulağını çeker.
Der ki. Tutalım o inatçı yarasanın bir illeti var, ya sana ne oldu?
Sana bir dert vereyim, seni bir zahmete sokayım da bir daha güneşten
çekinmeyesin!
Yusuf-u Sıddıykın Tanrı rahmet etsin, Tanrıdan başkasından yardım
istemesi ve Beni efendine söyle demesi yüzünden zindanda beş küsur
yıl kalması ve bu sözünün cezasını çekmesi
3400. Yusuf da, zindanda bulunan birisine yalvardı, yakardı.
Ondan yardım diledi, dedi ki: Buradan çıkınca ve Padişahın tapısında
işin düzelince,
O azizin huzurunda beni an, halimi söyle de beni bu hapisten
kurtarsın.
Hiç sıkıntı içinde bulunan bir mahpus nasıl olur da başka bir mahpusu
kurtarabilir?
Dünyadakilerin hepsi de mahpustur. Zindandadır. Şu fani dünyada ölümü
bekleyip dururlar.
3405. Pek nadirdir öyle bir adam ki bedeni zindanda ruhu yedinci kat
gökte olsun.
Hasılı Yusuf da o adamı kendine yardımcı gördüğünden zindanda beş
küsur yıl kaldı.
Şeytan, o adamın aklından Yusufu çıkardı, gönlünden Yusufun sözünü
kaybetti.
O güzel huyludan böyle bir suç meydana geldiği için adalet sahibi
Tanrı, onu yıllarca zindanda bıraktı.
Adalet güneşinin ne kusuru oldu ki sen, yarasa gibi karanlıklara
düştün?
3410. Denizden, buluttan ne kusur meydana geldi ki sen, kumdan
seraptan yardım istiyorsun?
Halk, aklı ermeyenler, yarasa tabiatındadırlar. Onlar geçici şeylere
başvururlar, kendileri gibi her şeyleri gelgeçtir. Fakat ey Yusuf,
senin bari gözün açık.
Bir yarasa, karanlıklara başvurur, olmayacak şeylere müracaat
eder.Fakat padişah doğanın gözüne ne oldu ki dedi.
Üstad, bu suç yüzünden bir daha çürümüş sopaya dayanma, çürük tahtaya
basma diye onu cezalandırdı.
Fakat Yusufu da gönlüne o mahpusluktan bir dert gelmesin diye
kendisiyle meşgul etti.
3415. Tanrı ona öyle bir ünsiyet öyle bir sarhoşluk ver di ki, gözünde
ne zindan kaldı ne karanlık.
Zindan, rahimden daha aşağılık, daha kötü, daha karanlık, daha kanlı
ve daha kokuşuk değil ya.
Tanrı, rahimde sana kendi tarafından bir pencere açınca bedenin günden
güne gelişti.
O zindanda, kıyas kabul etmez bir zevkle bedenin duyguları, adeta
dikilmiş bir ağaç gibi güzelce açıldı.
O rahimden çıkmak sana pek güç gelirdi. Ananın kasığından arkaya doğru
kaçardın.
3420. Lezzet dışardan gelmez içten gelir. Bunu böyle bil. Köşkleri
kaleleri aramayı ahmaklık say.
Birisi Mescit bucağında sarhoş ve neşelidir. Öbürü bağda bahçede
suratını asar, muradına erişmez, bir zevk bulamaz.
Köşk bir şey değildir. Bedenini yık. Define yıkık yerdedir a benim
beyim.
Görmüyor musun bunu? Şarap meclisinde sarhoş, yıkılınca zevk alıyor.
Ev suretlerle dolu ama yık onu. Yık da defineyi bul sonra yine yap.
3425. Tasvir ve hayal nakışlarıyla dolu bir ev. Şu resimler de vuslat
definesinin üstüne çekilmiş perdeye benzer.
Şu gönülde suretler coşup duruyor ya. Onların hepsi, definenin ışığı,
altınların parlayışı.
Su, arı durudur, fakat üstünü köpük kaplamış köpük, suya bir şey
vurmasına mani oluyor.
Değerli can da latiftir, coşkundur. Fakat insanın bedeni onun üstüne
çekilmiş bir perdedir.
Halkın dilinde söyleneduran atalar sözünü duysana: Bize bizden gelir
her ne gelirse.
3430.Bu köpüğe tapan susuzlar da köpük yüzünden arı duru sudan
uzaklaşmışlardır.
Ey güneş! Sen gibi bir kıblemiz, bir imanımız varken yine de geceye
tapmakta, yarasalık etmekteyiz.
Ey yardımı dilenen! Lütfet de bu yarasaları, civarında uçur, onları bu
yarasalıktan kurtar.
Bu genç bana müracaat etti, bu suç yüzünden yol sapıttı, seni
kaybetti.
Fakat sen onun kusuruna bakma.
Ormanlardaki aslanın gönlünden bir şeyler geçer ya. İmadülmülk ün
gönlünden de bu düşünceler geçmekteydi.
3435. Görünüşte Padişahın huzurundaydı. Fakat ruhu gayp bahçelerinde
uçuyordu.
Melekler gibi elest ülkesinde her an yeniden yeniye şarap içmekte
sarhoş olmaktaydı.
İçi eğlencelerle düğün derneklerle doluydu. Dışı gamlarla
kederlerle.Bedenin içinde mezarın içinde olduğu gibi hoş bir alem
vardı.
O bu şaşkınlık aleminde bakalım gayp ıkliminden ne zuhur edecek diye
bekliyorduk.
O sırada çavuşlar o atı Harzemşahın huzuruna çektiler.
3440. Hakikaten de bu gök kubbenin altın da o çeşit o boyda o renkte
at yoktu.
Rengi her gözü alıyordu. Sanki şimşekten aydan doğmuştu, ne de güzeldi
ya!
Ay gibi, Utarit gibi hızlı gitmekteydi. Sanki arpa yememişti,
kasırgayla beslenmişti.
Ay bir gece içinde gök sahasını yürür, aşar.
Ay bir gece içinde burçları dönüp dolaşıyor. Peki neden miracı inkar
ediyorsun öyleyse?
3445. O eşi bulunmaz tek inci yüzlerce aya bedeldir. Bir işaretiyle ay
ikiye bölündü.
Şaşılacak şey şu ki ayı yardı ama halkın duyguları zayıf olduğu için
bu kadarcık bir mucize gösterdi.
Yoksa peygamberlerle Tanrı rasullerinin işleri güçleri göklerden de
dışarıdır yıldızlardan da.
Feleklerden, şu dönen göklerden dışarı çık da onların işlerini,
güçlerini seyret.
Sen yumurtada ki kuş yavrusu gibisin. Havadaki kuşların tespihlerini
duymazsın.
3450. Mucizeler burada anlatılamaz. Sen yine atla Harzemşahın
hikayesini anlat.
Köpek olsun, at olsun; Tanrı güneşinin lütfu neye vurursa onu, Ashabı
Kehfin köpeğine döndürür.
Sonra onun lütfunun vuruşunu da bir sanma. Taşa da vurmuştur, laale
de.
Laal, ondan bir define elde etmiştir, taşsa yalnız bir hararet ve bir
parlaklık.
Güneş duvara da vurur. Fakat suya vurduğu gibi görünmez, parlamaz, ona
bir şey vurmaz ve üstünde bir şey titremez.
3455. O tek bir padişah bir ümmet ata hayran, hayran baktı sonra
yüzünü imadülmülk e döndürüp,
Ey büyük adam dedi. Güzel bir at değil mi? Sanki yeryüzünden değil de
cennetten gelmiş!
İmadülmülk dedi ki: Padişahım, gönlünün akışı sana şeytanı melek gibi
göstermede.
İyice dikkat edersen görürsün: Pek güzel, pek dilber bu at ama,
Bedenine göre başı kusurlu. Başı adeta öküz başına benziyor.
3460. Bu söz, Harzemşahın gönlüne tesir etti. At gözünden düştü.
Bir alım satımda garaz, vasıta olur, satılan şeyi o överse bir
Yusufu, üç arşın beze alırsın.
Can verme çağında da şeytan, vasıtalık eder, senden iman incisi alır.
Ahmak derhal o sıkışık zamanda bir ibrik suya imanını satıverir.
Halbuki o su ibriği değildir, bir hayalden ibarettir. O vasıtalık eden
ibrik, ancak bir hile peşindedir. Bir kötülük yapmak ister.
3465. Şimdi sağlam ve semizken bile doğru şeyi bir hayal için verip
duruyorsun.
Çocuk gibi her an madendeki inciyi satıp yerine ceviz almaktasın.
Ecel gününün o hastalığında böyle bir şeyi yaparsan şaşılmaz artık.
Hayalinde bir surettir coşmuştur. Fakat sınama zamanında ceviz gibi
çürümüş bir şey.
O hayal ilk zuhur ettiği zaman dolunay gibidir. Ama sonunda yeni aya
döner.
3470. Önce bakınca onu sonra ne hale gelecekse öyle görürsen,
aldanmaz, ondan kurtulursun.
Ey emin kişi! Dünya çürük bir cevizdir. Onu pek sınama, uzaktan bak.
Padişah, o atı hal gözüyle gördü, İmadülmülk meal gözüyle.
Padişahın gözü titredi, ancak iki arşınlık yolu gördü. O sonu gören
erse elli arşınlık yolu gördü.
Tanrının insanın gözüne çektiği o sürme, ne sürmedir ki can, yüzlerce
perdenin ardındaki yolu görür.
3475. Kainatın ulusunun gözü, sonu görmeyle eş olmuştu. O yüzden
cihanı leş gördü.
Padişah, bir kerecik bu zemmi duymakla iktifa etti; gönlü attan soğudu
gitti.
Kendi gözünü bıraktı, onun gözünü kabul etti.
Kendi aklını bıraktı, onun sözünü duydu.
Bu bir bahaneydi. O tek Tanrı, at sahibinin yalvarması yüzünden
Padişahı attan soğuttu. Atın güzelliğini örttü ona göstermedi. O söz
de arada kapı gıcırtısı gibiydi.
3480. O sözü padişahın gözüne bir perde yaptı. Ay, o perdenin ardından
kara göründü.
Ne temiz mimar ki gayp aleminde sözle, afsunla kaleler yapar.
Sözü, sır köşkünün kapısının sesi bil. Bu ses kapının açılmasından mı
geliyor kapının kapanmasından mı? Buna dikkat et.
Kapı sesi duyulur kapı görünmez. Bu sesi görürsünüz kapıyı
görmezsiniz.
Hikmet çengi o bir ses verdi mi dikkat et. Bakalım cennet kapılarından
hangisi açıldı.
3485. Kötü söz kapısı açıldı mı bak bakalım cehennemin hangi kapısı
açıldı?
Kapısından uzak olsan da sesini duy. Ne mutlu gözü de açık olan
kişiye!
İyilik ettiğin müddetçe görürsün ki iyi yaşamaktasın gönlün rahat.
Fakat bir kötülükte bulundun, bir fenalık ettin mi o yaşayış o zevk
gizleniverir.
Bu aşağılık kişilerin görüşüne uyup kendi görüşünü terk etme. Bu
gerkesler seni leşe doğru çekerler çünkü.
3490. Nergis gibi gözlerini kapatıyor aman değneğimi tut beni yet ey
ulu kişi diyorsun.
Halbuki seni götürmek için seçtiğin o sopacıya dikkat edersen görürsün
ki o senden de kördür.
Kör gibi elini at, Tanrı ipine yapış. Tanrının emrinden, nehyinden
başka bir şeyin etrafında dönüp dolaşma.
Tanrı ipi nedir? Heva ve hevesi terk etmek. Bu heva ve heves Ad
kavmine bir kasırga kesilmiştir.
Halk heva ve heves yüzünden zindanda oturmaktadır. Kuşun kanadı heva
ve heves yüzünden bağlanmıştır.
3495. Balık heva ve heves yüzünden kızgın tavaya düşer. Namuslu
adamlardan utanma arlanma heva ve heves yüzünden gider.
Şahnenin gözü, heva ve hevesten bir ateş yalımıdır. Çarmıha gerilmek
ve darağacının korkunçluğu heva ve heves yüzündendir.
Yer yüzünde beden şahnelerini gördün ya, can aleminin hükümlerini
yürüten şahneleri de gör.
Ruha gayp aleminde işkenceler vardır. Fakat sen sıçrayıp kurtulmadıkça
bu işkenceler gizlidir.
Kurtuldun mu işkenceyi azabı görürsün çünkü zıt zıddıyla görünür.
3500. Kuyuda ve kara su içinde doğan, ovanın letafetiyle kuyunun
zahmetini ne anlasın? |