4201. Düşüncen şaşırsın, bütün hünerin, işin gücün
hayranlıktan ibaret olsun diye Tanrı bu hikmeti halk etti.
Acaba sevgilinin vuslatına bu çalışmasıyla mı ererim, yoksa bedeni
çalışmam olmaksızın başka bir yoldan mı sevgiliye ulaşırım?
Maksadıma bu yoldan erişeceğim demem. Yalnız bakalım, isteğim nereden
meydana gelecek diye çırpınır dururum;
Başı kesilmiş kuş, can bedeninden nerede kurtulacak diye her yana
koşar çırpınır , çırpınır ya.
4205. Ben de ya bu çıkışla muradıma nail olurum, yahut burçlarla süslü
gökteki başka bir burçtan muradıma ererim dersin.
Bir adam rüyasında birisini gördü. Gördüğü adam, kendisine Zengin
olmayı istiyorsun ya, bu maksadına Mısırda erişeceksin. Orada bir
define var; filan mahallede filan evde dedi. Adam, Mısıra gelince
orada birisi, kendisine Bağdatta filan mahallede filan evde bir
define var dedi. Mahallenin ve ev sahibinin adını söyledi. Adam
Mısıra gelmemdeki sebep, bu defineyi evimden başka bir yerde
aramamaklığım lazımmış, bunu öğrenmek içinmiş demek. Yoksa bu
defineyi, Mısırda elde edemiyeceğim dedi.
Mal ve akara konmuş bir mirasyedi vardı. Konduğu mirasın hepsini yedi,
çırçıplak kaldı.
Miras malının zaten vefası yoktur. Geçip gider, fayda etmez, geçip
gider; sahibi, ondan ayrılıverir.
Mirasa konan malın kadrini bilmez çünkü kolay buldu. Dileyip savaşmadı
pek o kadar zahmet çekmedi ki.
Sana da Tanrı bu canı bedava verdi de o yüzden canının kadrini
bilmiyorsun.
4210. Adamın elindeki para da gitti, kumaş da gitti, evler de gitti.
Yıkık yerlerde baykuşlar gibi kalakaldı.
Dedi ki: Yarabbi mal, mülk ekmek azık verdin, hepsi gitti. Ya lütfet
bir geçim ver, yahut da ölümümü yolla.
Gönlünden her şey boşalınca yarabbi, yarabbi demeye koyuldu. Rabbim
beni kurtar, bana yardım et demeye başladı.
Peygamber İnanan, kamışa benzer demiştir. İçi boş olunca feryat
eder.
Fakat kamışın içi dolu oldu mu çalgıcı onu elinden atar. Sakın dolu
olma. Onun elinden gelen zarar da hoştur.
4215. Boş ol da Tanrının iki parmağı arasında hoş bir hale gel. Çünkü
bütün alem yokluk şarabından sarhoştur.
O mirasyedinin de azgınlığı gitti, gözlerinden yaş boşandı.
Gözyaşları, din mahsulüne su verdi.
Müminin duasının geç kabul edilmesindeki sebep
Nice ihlas sahibi vardır ki ağlar, sızlar, dua eder. Duasındaki ihlas
dumanı da göğe kadar gider.
Suçluların sızlanmasından bir öd ağacı kokusu, bu güzelim gök kubbenin
ta yücelerine kadar varır.
Bunun üzerine melekler Tanrıya sızlanmaya başlarlar: Ey her duayı
kabul eden, ey sığınılan Tanrı!
4220. Mümin kulun yalvarmada. Onun senden başka dayandığı yok.
Sen yabancılara bile ihsanda bulunursun. Her iştah sahibi, dileğini
senden diler.
Tanrı buyurur ki: bu onu horlamak için değil. Ona geç ihsan etmem,
onun faydasınadır.
İhtiyacı onu gafletten ayılttı, bana çevirdi; saçından tuttu, çeke,
çeke benim tarafıma getirdi.
Dileğini verirsem yine döner, o oyuncağa kapılır gaflete gark olur
gider.
4225. Gerçi ey sığınılan en düşkünlere yardım eden Tanrı diye gönlü
kırık, perişan bir halde ağlayıp sızlanmada ama ko ağlasın, sızlasın.
Bana onun sesi hoş gelmede. O yarabbi demesi, sırlarını söylemesi
hoşuma gidiyor.
Yalvararak başından geçenleri anlatarak beni her çeşit aldatmada.
Dudu kuşlarıyla bülbülleri, seslerinin güzelliği yüzünden kafese
koyarlar.
Fakat kuzgunla baykuşu hiç kafese korlar mı? Böyle bir şey hiç
işitilmemiştir.
4230. Güzel seven bir ekmekçinin yanına iki kişi gelse, bir tanesi
ihtiyar, bir tanesi de güzel bir delikanlı olsa.
İkisi de ekmek isteseler ekmekçi hemen bir somun kapıp al der,
ihtiyara verir. Öbür boyu boyu güzel olana hemencecik ekmek verir mi?
Onu geciktirir.
Der ki: bir zamancağız bekle hele. Evde taze ekmek pişiriyorlar.
O sıcak ekmek bir müddet sonra gelse bile yine hele otur der, helva da
gelecek şimdi.
4235. Böyle , böyle onu geciktirir, oyalar gizli bir yoldan avlamaya
başlar. Benim seninle bir müddet işim var. Ey dünya güzeli, bekle hele
der.
İşte müminlerin, iyiden, kötüden bir murada hemencecik nail
olamamaları iyice bil ki bu yüzdendir.
Rüyasında Mısırda define var dedikleri adamın Tanrı tapısında
yoksulluktan sızıldanması
Mirasyedi, mirası yiyip bitirdi. Yoksullaştı, yarabbi demeye, ağlayıp
sızlanmaya başladı.
Zaten rahmetler saçan bu kapıyı kim dövdü de Tanrı icabet etmedi; bu
kapı açılıp ona yüzlerce bahar saçılmıştı?
4240. Rüya gördü bir hatif ona dedi ki: Sen, Mısırda zengin
olacaksın.
Yürü Mısıra git. İşin orada düzelecek. Tanrı niyazını kabul etti. O
ricaları kabul eden Tanrıdır.
Falan yerde büyük bir define var. onun için ta Mısıra kadar gitmen
gerek.
Ey köhne adam durmadan hemencecik Bağdattan kalk, Mısıra şeker
kamışlığına kadar git!
Adam, Bağdattan kalkıp ta Mısıra kadar gitti. Mısırı görünce sırtı
kaşındı.
4245. Sıkıntısını gidermek için hatifin vadine ümitlenerek Mısıra
gitti.
Hatif, falan mahallede falan yerde gömülü pek nadir, pek değerli bir
define var demişti.
Oraya kadar gitti ama az çok, hiçbir geçinecek parası pulu kalmadı.
Halktan dilencilik etmeye niyet etti.
Fakat yüzü tutmuyor, utanıyordu. Sabretti, üzülüp durdu.
Derken yine açlıktan kıvranmaya başladı. Dilencilikten başka bir
çaresi kalmadı.
4250. Dedi ki: Geceleyin yavaş, yavaş çıkarım: karanlıktan görünmem de
o suretle dilenirim.
Gece kuşu gibi geceleri Tanrıyı zikrederim, elbette bir kapıdan yarım
dirhem bir şey elde ederim.
Bu düşünceyle dışarı çıkıp mahallelere düştü; bu düşünceyle taraf,
taraf gezmeye başladı.
Bir zaman utangaçlığı, mevkii mani oluyor, bir zaman da açlık,
kendisine hadi, iste diyordu.
Gecenin üçte biri geçinceye kadar isteyeyim mi, yoksa dudaklarım kuru
bir halde uyuyayım mı, diye bir ayağını ileri atmada bir ayağını
geriye çekmedeydi.
Adam Mısıra vardı, geceleyin dilenmek üzere sokağa çıktı. Bekçi,
adamı tuttu. Adam, bekçiden bir hayli dayak yedikten sonra muradına
nail oldu. Öyle şeyler vardır ki onları hoş görmezsiniz ama size
hayırlıdır. Ulu Tanrı, Tanrı güçlükten sonra insana kolaylık ihsan
eder ve Şüphe yok ki güçlükle beraber bir de kolaylık vardır
buyurmuştur. Peygamber aleyhisselam da Ey eziyet ve zahmet,
şiddetlen, açılırsın demiştir. Bütün Kuran ve gökten inen kitaplar,
bunu anlatır.
4255. Ansızın o adamı sokakta bekçi yakaladı. Dayanamadı, bir hayli
yumrukladı, sopayla dövdü.
O karanlık gecelerde halk, hırsızlardan çok zarar görmüştü.
Bekçi, o korkunç ve menhus gecelerde hırsızları iyiden iyiye
araştırmadaydı.
Halife, geceleyin kimi sokaklarda dolaşıyor görürseniz benim
adamlarından, akrabalarımdan bile olsa yakalayıp elini kesin demişti.
Padişah, bekçiyi iyice tehdit etmiş, neden demişti, hırsızlara böyle
merhamet etmektesiniz?
4260. Neden onların yalanlarına kanıyorsunuz, yahut neden onlardan
rüşvet alıyorsunuz?
Hırsızlara ve her menhus adama acımak, zayıfları vurmak ve onlara
merhamet etmektir.
Kendine gel de bu sıkıntı yüzünden öc almadan vazgeçme. O sıkıntıya, o
eziyete pek bakma da umumi sıkıntıyı, umumi eziyeti gör.
Şerri defetmek için ısırılan parmağı kes at. Bedeninin helak
olacağına, zulme uğrayacağına bak.
Tesadüf bu ya; o günlerde hırsızlar pek çoğalmıştı. Pişkin, ham bir
çok hırsız belirmişti.
4265. İşte bekçi, o adamı böyle bir zamanda yakalamış sayısız kötek
atmış, sopayla iyice dövmüştü.
O yoksul dövme doğruyu söyleyeceğim diye bar bar bağırmaya başlamıştı.
Bekçi dedi ki: Peki mühlet verdim, söyle. Neden geceleyin sokağa
çıktın?
Sen buralı değilsin, yabancısın, belli. Doğru söyle, ne hileye çattın
bakalım?
Divan ehli, bekçiyi kınamışlar, neden hırsızlar bu zaman çoğaldılar?
4270. Bu çokluk senin ve senin gibilerin yüzünden. Önce çirkin ve pis
arkadaşlarını göster.
Yoksa hepsinin öcünü senden alırız. Bu suretle her mal sahibinin
altını da emin olsun demişlerdi.
Adam ağız dolusu yeminlerden sonra ben ne ev yakan birisiyim, ne
yankesici.
Ben ne hırsızım, ne zalim. Ben Mısırda garip bir Bağdatlıyım dedi.
Yalan insana şüphe verir, doğruysa inanç hadisi
Rüyasını, rüyada hatifin kendisine bir define haber verdiğini söyledi.
Bekçinin gönlü rahatlaştı, adamın doğru söylediğini anladı.
4275. Yemininden doğruluk kokusu gelmekteydi. Sözünden, içinin
çörekotu gibi yandığı anlaşılıyordu.
Gönül doğru sözden huzur ve sükun bulur, susuzun suyla hararetini
teskin etmesi gibi.
Ancak bir illete tutulmuş olan mahcup gönül, doğruyu anlamaz. O,
peygamberlerle ahmak bir adamı bile ayırdedemez.
Yoksa mahallinden kopup gelen o haber, aya bile gelse onu ikiye böler.
Ay ikiye bölünür de o hicap altında kalmış gönül bölünmez. Çünkü o,
sevgili değildir, onu Tanrı reddetmiştir.
4280. Bekçinin gözleri yaşardı, bir kaynak oldu adeta. Fakat kuru
sözden değil, gönül korkusundan.
Bir söz cehennemden kopar, adamın dudağına kadar gelir. Bir söz de can
şehrinden kopar, dudağa gelir.
Bu dudak, cana canlar katan denizle, eziyetler, zahmetler denizi
arasında bir berzahtır.
Şehirlerdeki köylü pazarına benzer adeta. Etraftan alışveriş için hep
oraya gelirler.
Kusurlu kumaşla, adamın kesesini berbadeden kalp akça ve inci gibi
değerli ve pahalı kumaş, hep oradadır.
4285. Bu köylü pazarından kim, daha ziyade ticaretten anlar, geçer
akçayla kalp akçayı görür, tanırsa kar eder.
Köylü pazarı, bu çeşit adama kar yeri olur. Başkasına da körlüğü
yüzünden suç ve zarar yeridir.
Alem cüzülerinden her biri, teker teker aptala düğümdür, ustaya düğüm
açmak.
Birine şekerdir, öbürüne zehir. Birine lütuftur, öbürüne kahır.
Her cansız şey, peygambere hikayeler söyler. Kabe, hacıya tanıklık
eder, söz söyler.
4290. Mescit de namaz kılana tanıklık verir, ta uzak yollardan bana
gelirdi der.
Ateş, Halile gül ve reyhan kesilir, Nemrud a uyanlaraysa ölümdür
derttir.
A güzelim, bunu defalarca söyledim, fakat söylemeye doyamıyorum ki.
Solup sararmamak için defalarca ekmek yedin; işte bu hep ekmek
Nasıl
olur da usanmazsın?
Mizacındaki itidal yüzünden yine acıkırsın. Bu açlıkla da senin
hazımsızlığın yanar gider.
4295. Kimde açlık derdi varsa bedeninin her cüzü, diğer cüzüyle
bağdaşır yenileşir.
Lezzet açlıktan gelir, yeni bir yemekten değil. Açlıkla yenen arpa
ekmeği, şekerden lezzetlidir.
O usangaçlık da sözün tekrarından değildir, aç olmadan ve
hazımsızlıktandır.
Dükkandan, baç, ve haraç almadan, dedikodudan halkı aldatmadan
usanmazsın.
Altmış yıl gıybette bulunsan, insanların etini yesen yine doymazsın.
4300. Kadınları avlamak için işvelerde bulunursun, defalarca güzel
sözler söylersin de yine bir türlü usanç gelmez.
Son söylediğin sözü, ondan öncekinden daha yanarak, daha çevik bir
halde ve ilk söylediğinden yüzlerce daha hararetli olarak söylersin.
Dert, eski ilacı yeniler. Dert, her usanmış, bezmiş dalı kırar.
Eskileri yenileyen kimya, derttir. Nerede dert varsa orada usanç ne
gezer?
Kendine gel de usançtan soğuk soğuk ah etme. Dert ara, dert ara, dert
ara dert!
4305. Abes ilaçlar, derde derman aramak için hile düzerler. Yol
kesicidirler, baç diye para almaya kalkışırlar.
Acı su, içildiği zaman soğuktur, hoş gelir ama susuzluğu kesmez.
Yalnız bir hiledir düzer, yüzlerce yeşillik bitiren tatlı suyu
araştırmaya mani olur.
Her kalp altın da tıpkı bunun gibi nerede iyi ve güzel altın varsa onu
araştırmaya mani kesilir.
Ey mürit, senin muradın benim, beni al diye hileyle kolunu kanadını
keser.
4310. Senin derdini ben çekerim der ama o dert değildir, tortudur.
Görünüşte sana tabidir ama hakikatte seni alt eder.
Yürü yalancı dermandan kaç da derdin, sana derman olsun, iyileşsin,
miskler saçsın.
Bekçi, evet; sen ne hırsızsın ne kötü bir adam. İyi adamsın ama
aptalsın, ahmaksın.
Bir rüyaya inanmış, bir hayale kapılmış, bu kadar yol aşıp buralara
gelmişsin. Aklın yok galiba.
Ben yıllardır biteviye Bağdatta bir define var,
4315. Filan yerde, filan mahallede gömülüdür diye görürüm, der demez
adam kendine geldi. Çünkü bekçi, kendisinin mahallesini söylüyordu.
Bekçi sözüne devam etti: Yürü derler, filanın evinde o define. Adam
büsbütün ayıldı. Çünkü o düşman, kendisinin evini ve adını
söylemekteydi.
Bekçi söylüyordu: Ben defalarca bu rüyayı gördüm. Bağdatta böyle bir
define var dediler de,
Bu hayale kapılıp yerimden bile kıpırdamadım. Sense hiç usanmadan bir
rüyaya kapılıp buralara kadar geliyorsun.
Ahmak adamın rüyası da aklınca olur; aklı gibi değersizdir, bir şeye
yaramaz.
4320. Bil ki aklı ve ruhu da zayıf olduğu için kadının rüyası, erkeğin
rüyasından daha aşağıdır, daha değersizdir.
Aklı kıt ve ahmak adamın rüyasında bir kıymet olmaz. Akılsızlıktan ne
çıkar? Yel gibi bir rüya!
Adam kendi kendine, define evimdeymiş de neden yoksulluktan feryad
ederim?
Definenin başında yoksulluktan ölüyormuşum. Ne kadar da gaflet
içindeymişim, ne kadar da perde ardındaymışım, gözüm örtülüymüş, dedi.
Bu muştuluktan sarhoş oldu, derdi kalmadı. Dilsiz, dudaksız yüz
binlerce hamd okudu.
4325. İçinden nasibine ermek için bu sıkıntıya uğramam lazımmış.
Halbuki abıhayat, benim meyhanemdeymiş.
Yürü, ben yüce bir nimete nail oldum. Kendimi müflis sanıyordum, o
körlüğe rağmen bu nimeti buldum.
İster bana ahmak de, ister aşağılık bir adam. O define benim oldu ya,
sen dilediğini söyle.
Ben şüphesiz olarak muradımı gördüm. A kötü ağızlı, sen ne istersen
söyle.
Ey ulu er, sen bana dertli de. Sence dertliyim ama kendimce hoşum ben.
4330. Eğer bu iş aksine olsaydı da sana gül bahçesi, bana hor hakir
bir yet kesilseydi ne yapardım, vay bana dedi.
Örnek
Aşağılık bir adam, bir gün yoksulun birine dedi ki: Burada seni kimse
bilmiyor.
Yoksul, "Yabancıyım, bilmiyebilir. Fakat ben kim olduğunu biliyorum ya.
İş aksi olsaydı, dertlere, yaralara uğr asaydı m, o görseydi de ben
kör olsaydım, kendimi görmeseydim ne yapardım?
İstersen beni ahmak say. Ahmağım, fakat talihini iyi. Talihli olmak,
inattan, ısrardan daha iyidir.
4335. Bu söylediğin söz, senin zannına göre. Yoksa talihim, aklıma da
yardım eder benim" dedi.
Adamın, muradını bulduğundan ve işin hiçbir aklın ve fikrin
eremeyeceği bir tarzda düzeldiğine şaşarak sevine sevine, Tanrı' ya
şükrede ede memleketine dönmesi
Adam, Tanrı'ya secdeler, rükûlar ederek, hamiklerde, şükürlerde
bulunarak Mısır' dan ta Bağdat' a döndü.
Bütün yolda muradına böyle ters taraftan eriştiğine, maksadının böyle
tuhaf bir tarzda elde edildiğine şaşıyor, sarhoş bir halde yol
yürüyordu.
Diyordu ki: Beni nereden ümitlendirdi, nereden mal mülk verdi?
Bu ne hikmetti ki murat kıblemi başka yerde sandım, yolumu yitirim,
neşeli bir halde evimden çıktım.
4340. Koşa koşa sapıklık yoluna düştüm. Her an dileğimden biraz daha
uzaklaşıyormuşum meğerse.
Sonradan yine Tanrı, o sapıklığı, keremiyle lütuf haline getirdi, beni
doğru yola götürmeye vesile etti.
Sapıklığı iman yolu yapar, eğri gidişi ihsan mahsulünün devşirme çağı
kılar.
Bu suretle de hiçbir ihsan sahibinin korkudan emin olmamasını, hiçbir
hainin de ricadan el çekmemesini diler.
Kendisine gizli lütuf sahibi densin diye zehir içine tiryak gizler.
4345. Namazda bile gizli olmayan lütuf ve keremi, namazda bile
bulunmayan o yargılamayı günaha vermiştir.
İnkâr edenler, güvenilir, yüce kişileri aşağılamayı kasdettiler. Fakat
bu aşağılama, yüceliğin tâ kendisi oldu, mucizelerin zuhuruna sebep
kesildi.
Onların inkârdan kasıtları, dini aşağılamaydı; fakat bu aşağılamanın
ta kendisi, peygamberlerin yüceliğini izhar etti.
Kötü kişilerin inkârı olmasaydı mucizenin meydana gelmesine ne lüzum
vardı?
İnkâr eden düşman, doğrunun ispatını istemeseydi kadı, tanık istemeye
kalkışır mıydı?
4350. Mucize, dâva sahibinin doğruluğunu şüphesiz olarak ispat eden
bir tanıktır.
Hakikati tanıyamayanlar, peygamberleri kınadılar da Tanrı, o yüzden
onlara lûtufta bulundu, mucizeler verdi.
Firavun'un hilesi, üç yüz kattı. Fakat hepsi de kendisinin
aşağılanmasına, kökünün kazınmasına sebeboldu.
Musa'nın mucizesini bozmak, hiçlemek için iyi, kötü, bütün büyücüleri
getirdi.
Bu suretle asa mucizesini bâtıl ve rüsvay etmek, gönüllerdeki
itibarını, kökünden söküp çıkarmak diledi.
4355. Halbuki o hile, Musa'nın mucizesinin zuhuruna sebeboldu, asanın
itibarını bir kat daha artırdı.
Musa ile kavmini mahvetmek için Nil kıyısına kadar asker çekti.
Halbuki bu, Musa ümmetinin emin olmasına, kendisinin yerin dibine,
helak çölüne gitmesine sebeboldu.
Firavun, Mısır'da kalsaydı, oraya gelmeseydi Musa kavminin vehmi,
nasıl geçerdi?
Ardlarına düştü, Musa kavmini âdeta eritti, yaktı yandırdı. Tanrı, bu
suretle emniyet, bil ki korkudandır dedi.
4360. Gizli lütuf ona derler ki hiçbir şeye muhtaç olmayan Tanrı, ateş
gösterir, halbuki nurdur.
Tanrı' dan çekinen kişiye mükâfatta bulunmak, gizli ve olmayacak bir
şey değildir. Sen, hataya düşen büyücülere, hatalarından sonra ettiği
lûtfa bak.
Sevip beslerken vuslata eriştirme, umulmayacak şey değildir. Halbuki
o, büyücülerin ellerini, ayaklarını kestirirken onları vuslatına
eriştirdi.
Yürüyen ayakları olan kişinin yürüyüp gezmesi tabiîdir. Sen,
büyücülerin ayakları kesildiği halde yürümelerini seyret!
Arifler, kan denizinden geçip gitmişlerdir de o yüzden daimî bir
emniyet içindedirler.
4365. Onların emniyeti, korkunun ta kendisinden meydana gelmiştir.
Hâsılı her an da o emniyet, çoğalıp durur.
Ey temiz adam, korkudan gizlenmiş emniyeti gördün, ümidde gizli
korkuyu da gör.
O Bey, hileye saptı, İsa' yı tutturmak istedi. İsa, evine girdi,
yüzünü gizledi.
O da taca sahibolmak için eve girdi. Halbuki İsa' ya benzedi,
darağacının tacı oldu.
Aman beni asmayın, ben İsa değilim. Ben Yahudilere izi kutlu bir beyim
dedi.
4370. Onlar, hemen yürüyün, saldırın, İsa'dır bu; bizim elimizden
hileye saparak kurtulmak istiyor, tez darağacına çekin dediler.
Nice ordu vardır ki bir zafer elde etmek için. yürür. Kendi başını
yer, artıklarını başkaları kapışırlar.
Nice tacirler vardır ki kâr ümidiyle bayram edeceklerini sanırlar,
ödağacı gibi kendileri yanar yakılırlar.
Dünyada bu çeşit nice aksi şeyler vardır. Adam, onu zehir sanır,
halbuki balın ta kendisidir.
Nice ordular, ölümlerine kaani olurlar, halbuki aydınlıklara ererler,
zafer elde ederler.
4375. Kabe'yi aşağılamak, diriyi ölü gibi yere yıkmak için Ebrehe de
fille geldi.
Kabe'yi yıkmak, herkesi oradan döndürmek istedi.
Bütün ziyaretçilerin, onun yanma toplanmasını, emrine uymasını,
yaptığı kâbeyi kıble edinmesini diledi.
Neden benim kâbemi ateşlediler diye Araplardan öcalmak niyetine düştü.
Onun bu savaşı, Kabe'nin yücelmesine, o Tanrı evinin daha ziyade
şereflenmesine sebeboldu.
4380. Mekkelilerin yüceliği birdir, yüz oldu. Kıyamete dek de
yücelikleri yürüdü gitti.
Halbuki Ebrehe de, kâbesi de daha ziyade yerin dibine girdi. Bu
nedendir? Kaza ve kederin inayetlerinden.
Yırtıcı bir hayvana benzeyen Ebrehe'nin getirdiği mal ve mülkten de
Arap yoksulları, zengin oldular.
O, ordu çektiğini sanıyordu, halbuki Mekkelilere mal mülk ve altın
götürmedeydi.
Kaza ve kaderin bu aksi cilvesinden haberi bile yoktu. Yolda her
adımda şatafatını seyredip duruyordu.
4385. Nihayet adamcağız, evine geldi, defineyi buldu. İşi, Tanrı
lûtfiyle düzene girdi.
Kardeşleri, ağabeylerine birbiri üstüne öğüt verdiler. Fakat o, bu
öğütlere sabredemedi. Deli gibi kendinde olmaksızın onlardan kaçtı,
kendisini padişahın tapısına izin istemeden attı. Fakat bu
küstahlığından, aldırış etmediğinden değildi, aşkının çokluğundandı.
İki kardeşi dediler ki: Canımızda, gökteki yıldızlar gibi yol gösteren
öğütler var.
Söylemesek oyun, düzgün gelmeyecek. Söylesek gönlün dertlenecek.
Söyleme yüzünden sudaki kurbağa gibi elemlere düştük. Susma yüzünden
de dertleniyor, âdeta boğuluyoruz.
Söylemesek barışın, düzenin nuru yok bizce. Söylesek sözümüze
uymayacaksın.
4390. Onlar, böyle söyleyip dururken ağabeyleri birden yerinden
sıçradı; kardeşler dedi, elveda. Dünya da değersiz bir şey, dünyadaki
şeyler de.
Yaydan ok fırlar gibi sıçradı. O anda söz söylemeye mecal yoktu zaten.
Sarhoş bir halde Çin padişahının huzuruna geldi. Sarhoşçasına derhal
yeri öptü.
Zaten onların derdi ve titreyişi, önceden de bir bir padişaha malûmdu,
sonradan da.
Koyun, otlakta otlamakla oyalanır ama çoban, koyunun halini bilir.
4395. "Hepiniz çobansınız ve size tâbi olanlardan mesulsünüz" diyen,
sürünün halini bilir. Ot mu otluyor, yoksa bir savaşa mı düştü? Bundan
haberdardır.
Görünüşte sürüden uzaktadır ama tef gibi düğünün içindedir.
Onların yanışından, alevinden haberdardır. Yalnız öylece durması
lâzımdır da onun için aldırmaz gibi görünür.
O yüce padişah da onların içindeydi âdeta. Fakat mahsustan kendisini
bilmiyor göstermekteydi.
Tencerenin sonu, ateşin görünüşüne bağlıdır. Fakat ateşin mânası,
hakikati, tesiri, tencerenin canındadır.
4400. Sureti dışardadır, mânası içerde. Candan sevilen sevgilinin
hakikati, kan gibi damarların içindedir.
Şehzade, padişahın huzurunda diz çöktü. On tane muarrif, onun halini
anlatmaya koyuldu.
Padişah, önceden onu, geçirdiği ahvali tamamiyle biliyordu ama muarrif
de kendisine verilen vazifeyi yapmaktaydı.
Ey temiz adam, gönlündeki bir zerre irfan nuru, yüzlerce muarriften
iyidir.
Kulağını muarrife vermek, perde ardında olmaya, vehme, zanna düşmeye
delildir.
4405. Kim can gözüyle görürse gözü, her şeyi apaçık görür.
Canı, halkın tevatürüyle kanaat etmez, inancı, gönül gözünden meydana
gelir.
Hâsılı muarrif, o seçilmiş padişahın huzurunda onun ahvalini anlatmak
için ağzını açtı.
Dedi ki: Padişahım, bu, senin ihsanına avlanmış; dışarıya atılmaya
lâyık değil. Padişahlıkta bulun.
Elini, bu devletin terkisine atmış. Onun sarhoş başını elinle okşa.
4410. Padişah dedi ki: 8u delikanlı, ne mevki isterse, hangi ülkeyi
dilerse vereceğim.
Terkettiği malın, mülkün yirmi katını, fazlasıyla ona bağışlayacağım.
Muarrif dedi ki: Senin padişahlığın, onun gönlüne aşk tohumunu ekeli
senin sevginden başka bir havaya kapılmasına imkân mı var?
Senin kulluğun, onu öyle bir hale getirmiştir ki padişahlık bile artık
gönlüne soğuk gelmede.
Padişahlığı da oynamış, yutulmuştur, şehzadeliği de. Senin ardına
düşmüş, bir garip olmuştur.
4415. O, âdeta bir sofidir, vecde gelmiş, hırkasını atmıştır. Artık
bir daha hırkasını alır mı hiç?
Verdiği hırkayı almak, pişman olmak, ben aldanmışım;
Arkadaş, o hırkayı tekrar bana ver. Ulaştığım vecit, bu hırkaya değmez
demektir.
Bu fikir, âşıktan pek uzaktır. Âşık, böyle bir düşünceye düşmez. Eğer
ona böyle bir düşünce gelirse toprak başına!
Aşk, diri olan, duygusu ve aklı bulunan yüzlerce beden hırkasına
değer.
4420. Hele şu sonu olmayan dünya mülkünün hırkası nedir ki? Ancak beş
kuruşçuk eden sarhoşluğu bile bir baş ağrısıdır.
Dünya mülkü, bedene tapanlara helâldir. Bizse zevali olmayan aşk
saltanatına kuluz.
Padişahım, bu delikanlı aşk valisidir. Onu azletme. Kendi aşkından
başka bir şeyle oyalama onu.
Senin yüzünü göstermeyen mevki, âdi bir mevkidir. Makamdır ama
hakikatte azledilmenin ta kendisidir o.
Şimdiye kadar buraya gelmemesindeki, geç kalmasındaki sebep,
istidadının olmaması ve bedeninin arık bulunmasıydı.
4425. Hazırlığın olmadan bir madene bile gitsen bir habbe alamazsın.
Hani erkekliği olmayan adamın kız alması gibi. Tutalım kız pek güzel,
gümüş gibi bedeni var, ona ne fayda?
Zeytinyağı ve fitili konmamış kandil, ne çok bir aydınlık verir, ne
az!
Burnu koku almıyan biri, gül bahçesine girse o güzel kokulardan bir
neşe almaz ki.
Bu iş, bir namussuzun önündeki güzele, bir sağırın yanında çalınan
cenk ve barbet sesine benzer.
4430. Karada yaşayan kuş, denize dalsa helak olmadan başka eline ne
geçer?
Buğdayı olmaksızın değirmene gidenin ancak saçı, sakalı ağarır, başka
bir şey elde edemez.
Felek değirmeni, buğdayı olmayanların saçını, sakalını ağartır,
kendilerini zayıflatır.
Fakat biz, bu değirmene buğdayımızla geldik. Bu değirmen, bize mal
mülk bağışlar, iş güç verir.
Önce cennete girmeye istidat gerek ki cennetten bir dirlik elde
edesin.
4435. Yeni doğmuş çocuk, şaraptan, kebaptan, köşklerden, kubbelerden
ne anlar?
Bu örneğin sonu gelmez, sözü kısa kes. Yürü, istidat elde etmeye
çalış.
İşte bu delikanlı da istidat sahibi olmak için şimdiye kadar oturdu.
İştiyakı hadden aştı, fakat istidat sahibi olamadı.
İstidat da padişahtan elde edilir. Can olmadıkça bedende istidat mı
olur dedi.
Padişahın lûtufları, onun gamını dürdü. Kendisi avlandı hâsılı, belki
padişahı da avlar.
4440. Aşikâr olarak senin gibi avlanan avı tutamadan av olur,
bağlanır, bağlara giriftar olur gider.
Kim beylik ararsa o beyliği elde edemeden mutlaka tutsak olur.
Cihan dibacesini aksine bil. Her kulun adını âlem padişahı tak.
Ey aksine gidişli ve ters düşünceli beden! Yüz binlerce hürü esir
etmişsin.
Bir zamancağız şu hileyi, düzeni bırak da ölümden önce birkaç solukluk
zaman da hür yaşa.
4445. Sana eşek gibi, hürlükte yol yoksa kova gibi ancak kuyunun içine
dalar çıkarsın.
Bir zamancağız kendi canını terket, yürü, kendine benden başka bir
yardak ara.
Benim nöbetim geldi, artık beni azadet; benden başkasını kendine damat
edin!
Ey yüz türlü işe girişen beden, beni bırak. Ömrümü zâyettin, artık
benden başka birini ara.
Kadının, Cuha' nın karısına kapılması, sandıkta kalması, kadı
naibinin, sandığı satın alması. Ertesi yılı yine Cuha' nın karısının
bıldır elde ettiği parayı umarak kadıya başvurması, kadının, "Beni
azadet, başkasını ara" demesi
Cuha, her yıl yoksulluktan hileye baş vurur, karısına yüz tutar, ey
güzelim derdi,
4450. Mademki silâhın var, yürü avlan da avından süt sağalım.
Tanrı, sana yay gibi kaşlar, ok gibi bakış vermiş. Bunları, adam
avlamaktan başka ne için verdi?
Yürü, bir yüce kuş için tuzak kur. Taneyi göster, fakat sakın sen
yenme ha!
Onu, muradına eriştirecekmişin gibi görün ağzının tadını boz. Tuzağa
tutulan kuş, hiç tane yer mi?
Hâsılı Cuha'nın karısı, gönlünü on türlü emele veren kocamdan
şikâyetçiyim diye kadının tapısına vardı.
4455. Hikâyeyi kısa kes. Kadı, o güzelin yüzüne, gözüne kapıldı,
avlandı.
Dedi ki: Mahkemede bir gürültü varken şikâyetini dinleyemiyor,
anlayamıyorum.
Ey selvi boylu! Yalnızca gelirsen kocanın sitemlerini iyice söyle,
şikâyette bulunursun.
Kadın dedi ki: Senin evine iyi kötü herkes, derdini dökmeye,
şikâyetini anlatmaya gelip gider.
Baş evi de sevdalarla doludur. Nitekim vesveselerle dolu olan gönül
kavgalarla dopdoludur.
4460. Geri kalan uzuvlar, düşünceye düşmez, rahattır. Fakat gönüller,
gelip gidenlerin yüzünden yorulur, yıpranır.
Tanrı korkusunun gözüne, yeline kaç. O bıldırki çiçekleri dök.
Bu çiçekler, yeni çiçeklerin bitmesine mâni olmaktadır. Halbuki gönül
ağacı, onlar için yetişmiş, boy atmıştır.
Kendini bu düşüncelere verme, uykuya dal. Uyku içindeyken uyanıklığa
baş kaldır.
Hani o Ashabı kehif gibi sen de uyanık yürü, seni uyuyor sansınlar.
4465. Kadı, peki güzelim dedi, ne yapalım? Kadın dedi ki: Bu cariyenin
evi tamamiyle bomboş.
Düşman, köye gitti, bekçi de yok. Halvet olmak için pek güzel bir
yurt.
Mümkünse bu gece oraya gel. Geceleyin görülen işte ne düzen vardır, ne
riya.
Bütün gözetleyenler, uyku şarabiyle sarhoştur. Gece Zencisi, hepsinin
boynunu vurmuştur.
Hâsılı o şeker dudaklı, o canım dudaklariyle kadıya şaşırtıcı afsunlar
okudu.
4470. İblis, Âdem'e nice defa masallar okudu ama Havva, ye dedi de
Adem, Tanrı tarafından yemeyin denen meyvayı o vakit yedi.
Âlemde zulümle dökülen ilk kan, kadın yüzünden ve Kaabil'in elinden
çıktı.
Nuh, tavada ne kadar kebap kızartmak istese Vahile, durmadan tavaya
taş atardı.
Kadın hilesi onun işine üstün olur, onun saf öğüt suyunu bulandırır
giderdi.
Kavmine gizlice, amanın bu sapıklardan dininizi koruyun derdi.
Kadının, Cuha' nın karısının evine gitmesi, Cuha' nın kızgın bir halde
kapının halkasını dövmesi, kadının sandığa gizlenmesi.
4475. Kadının hilesine son yoktur. Gece oldu. Akıllı kadı, kadına
kavuşmak için yavaş yavaş kalktı, yola düştü.
Kadın iki mum yaktı. Yemek ve çerez hazırlamıştı. Kadı gelince biz
aslen dedi, içmeden sarhoşuz.
Tam bu sırada Cuha gelip kapıyı döğmeye başladı. Kadı, yerinden
sıçradı, bir kaçacak yer aramaya koyuldu.
Ortada bir sandıktan başka kaçacak yer yoktu. Hemen korkusundan
sandığın içine girdi.
Derken Cuha eve girdi. Başladı söylenmeye: A kadın, a yazın da bana
vebal olan, kışın da.
4480. Neyim var da sana feda etmiyorum? Neden benim elimden her an
öyle feryadedip durmadasın?
Bana kötü kötü sözler söylemede, gah müflis, gah kaltaban demedesin.
Benim olsa olsa iki derdim var: Biri senden, biri Tanrı'dan!
Töhmet atılacak, şüphe uyandıracak bir şu sandıktan başka neyim var
ki?
Halk da içinde altınım var sanıyor, hakkımda böyle şüphelere düşüyor.
4485. Sandık, görünüşte pek güzel ama içinde ne kumaş var, ne altın,
ne gümüş... Bomboş!
Hani güzel ve vekarlı riyakârın bedeni gibi. O sepette ancak yılan
vardır, başka bir şey bulamazsın.
Yarın şu sandığı alıp götüreyim de çarşı ortasında yakayım.
Mümin de görsün, kâfir de, çıfıt da.. Bu sandıkta lanetten başka bir
şey yok!
Kadın, adam dedi, vazgeç bundan. Cuha, Vallahi vazgeçmem, yapacağım
diye yeminler etti.
4490. Sabah çağı yel gibi koştu, hamal getirdi, hemencecik sandığı
hamalın sırtına yükledi.
Kadı, eziyetler içinde sandıkta "Hamal, hamal" diye sesleniyordu.
Hamal sağına, soluna baktı. Bu ses nereden geliyor ki dedi.
Acaba beni çağıran hatif mi? Yoksa gizlice peri mi çağırıyor beni?
O ses üst üste gelmeye başlayınca kendisine geldi, bu hatif değil
dedi.
4495. Nihayet anladı ki o ses sandıktan gelmede, sandıkta da birisi
gizli.
Sevgilinin derdiyle bir âşık, dışardayken sandığa gizlenmiş.
Ömrünü, dertlere uğramış da sandıkta geçirmiş. Çünkü âlemde yalnız bir
sandık görmüş.
Göklerin yücesine yücelmeyen baş, bil ki heveslere kapılmış, sandık
içine girmiştir.
Beden sandığından çıksa bile körlüğünden bir körün yanına gider ancak.
4500. Bu sözün sonu yoktur. Kadı, ey hamal dedi, ey sandık götüren!
Mahkemeye gir, halimi anlat. Naibime çabuk halimi tamamiyle bildir.
Gelsin, şu akılsız heriften bu sandığı alsın, açmadan öylece eve
götürsün.
Yarabbi, ruh sahibi bir kavim gönder de bizi de beden sandığından
satın alsın.
Halkı, afsun sandığından peygamberlerden başka kim satın alabilir?
4505. Sandık içinde olduğunu gönül gözü açık olan binde bir kişi
bilebilir.
O, önce âlemi görmüştür de o zıtla bu zıt, kendisine ayan olmuştur.
Bilgi, müminin kayıp malıdır. Bu sebeple mümin, kendi yitiğini bilir,
anlar.
Asla iyi gün görmemiş olan, bu devletsizlikten sıkılır, çırpınır mı
hiç?
Yahut daha çocukken tutsaklığa düşen, yahut da daha önce anasından kul
olarak doğan kişinin canı,
4510. Hürlük zevkini görmemiştir. Onun meydanı, suretler sandığıdır.
Aklı, daima suretlerde mahpustur, kafesten kafese gezer durur.
Kafesten yukarılara çıkmaya bir delik yoktur. Yerden yere boyuna
kafeslerde gezer.
Kur'an da "Gücünüz yeterse çıkın bakalım" denmiştir. Bu söz, Tanrı'
dan insanlara da hitaptır, cinlere de.
Tanrı, "Tanrı kudreti ve gökten gelen vahiy olmadıkça size bu
göklerden yücelere çıkacak bir delik yoktur" demiştir.
4515. Sandıktan sandığa giden adam, gökyüzüne mensup değildir, sandığa
mensuptur.
Sandığın yarığı, yeniden yeniye insana sarhoşluk verir. Fakat sandıkta
olan, bunu anlayamaz.
Bu sandıklara kapılmazsa o vakit kadı gibi kurtulmayı aramaya başlar.
Bu nişaneyi bilen, sandıkta olduğunu anlar, korkusuz ve feryatsız
durmaz.
Kadı gibi boyuna titrer, canı, bir an olsun nerden neşelenecek? Hep
onu özler.
Kadı naibinin pazara gelerek Cuha' dan sandığı satın alması
4520. Naip gelip bu sandık kaça? dedi. Cuha, dokuz yüz altından fazla
veriyorlar.
Fakat ben binden aşağı veremem. Alacaksan aç bak, paranı ortaya dök
dedi.
Naip, ey hırkası kısa, utan, sandığın değeri meydanda dedi.
Cuha, hayır dedi. Görmeden alım satım, şer'î değildir. Malımızı kilim
altında satmamız doğru değil.
Açayım, bir bak, gör. Değmezse satın alma. Sana da ziyan olmasın
babacığım.
4525. Naip ey sırları örten dedi, sırrı açma. Benimle uyuş. Ben bunu
böyle kapalı olarak alacağım.
Ört de senin ayıbını da örtsünler. Kendine emin olmadıkça kimseye
gülme.
Niceleri bu sandıkta senin gibi kalmış, kendisini belâlara
uğratmıştır.
Kendine yapılmasını istediğin şeyi âleme yap, ister eziyet olsun,
ister zarar.
Çünkü Tanrı, gözetleme yerindedir, pusudadır. Kıyamet gününden önce
herkesin lâyığını verir.
4530. Onun arşı pek büyüktür, onun arşı her şeyi kaplamıştır.
İhsanının tahtı, bütün canlara yayılmıştır.
Arşının bir köşesi de sana ulaşmıştır. Kendine gel de elini din ve
adaletten, lütuf ve ihsandan başka bir şey için oynatma,
Daima kendi ahvalini gözet. Adalette bulundun mu gönül huzurunu gör,
zulümden sonra da vicdan azabını.
Cuha, doğru dedi; bu yaptığım sitem ama bilki ilk yapan daha zalimdir.
Naip, tek tek hepimizde ilk zulüm yapanız. Yüzümüzün karasiye
sevinmedeyiz.
4535. Zenci gibi hani. O da sevinçlidir, neşelidir.
Kendi yüzünü kendisi görmez, başkası görür dedi.
Hâsılı bu alım satımda macera uzadı. Nihayet naip yüz altın verip
sandığı satın aldı.
Ey kötü işleri beğenen! Sen de daima sandıktasın; seni hatifler ve
gayb âleminde olanlar, satın alıp dururlar.
Mustafa salavatullahi aleyh, "Ben kimin mevlâsıysam şüphe yok ki, Ali,
onun mevlâsıdır" buyurdu. Münafıklar, "Kâfi değil miydi ki kendisine
muti olduk, kul köle kesildik. Bir de, daha çocukluktan kurtulmamış
zata bizi kul köle yapmada" diye kınadılar.
Bu yüzden ictihat sahibi Peygamber kendine de mevlâ adını taktı,
Ali'ye de.
Dedi ki: Ben kimin mevlâsı ve dostuysam amcamın oğlu Ali, onun
mevlâsıdır.
4540. Mevlâ kimdir? Seni azadeden, ayağındaki kulluk pırangasını çözüp
atan!
Hürlük yolunu gösteren peygamberliktir. Müminler, peygamberlerden
azatlık bulurlar.
Ey inananlar, sevinin. Selvi gibi, süsen gibi hür olun.
Fakat her an, yeşermiş, güzelleşmiş, bezenmiş gül bahçesi gibi dilsiz
dudaksız olarak suya şükredin!
Selvilerle yeşillik, daima dilsiz, dudaksız olarak suya ve ilkbaharın
adaletine şükredip durmadadır.
4545. Güzelim elbiseler giymiştir, eteğini sürüyerek sarhoş bir balde
oynamada, güzel bir halde etrafa amber saçmadadır.
Bedenleri, meyva incileriyle dolu bir hokkaya dönmüş, her cüzüleri,
bahar padişahından gebe kalmıştır.
Meryemler, kocasız olarak Mesih'e gebe kalmışlardır sanki.
Susmaktadırlar, fakat sözsüz olarak fasih bir surette konuşuyorlar:
Bizim ay, sözsüz olarak doğmuştur. Her dil, bizim kuvvetimizle söz
söyleme kabiliyetini bulmuştur.
İsa'nın konuşması, Meryem'in kuvvetiyleydi. Âdem'in konuşması, o anın
ışığındandı.
4550. Ey inanılır erler, çok şükür edesiniz diye nebatlar içinde daha
ne nebatlar var.
Onun aksi burada "Kanaat eden alçaldı" sözüdür. Bu makamda söz "Tamah
eden yüceldi" sözüdür.
Nefsine bu kadar uyma; seni satın alanlardan gafil olma.
Cuha' nın karısının ertesi yıl, yine bıldırki geçimi elde ederim
ümidiyle kadıya başvurması ve kadı' nın onu tanıması
Bir yıl sonra Cuha yine mihnetlere düşüp yüzünü karısına çevirerek
dedi ki: Ey akıllı kadın!
Bıldırki geçimi yenile. Yine kadıya git, benden şikâyette bulun.
4555. Kadın, yanına başka kadınları da alıp kadı' nın huzuruna gitti.
Bir kadını kendisine tercüman etti.
Bu suretle kadı'nın, söz söylemesinden kendisini tanımamasını, evvelce
uğradığı şeyi hatırlamamasını istiyordu.
Kadının bakışı fitnedir. Fakat bu fitne, sesi de duyuldu mu bir katken
yüz kat olur.
Sesini yüceltmesine imkân bulunmazsa kadının bakışı, yalnız başına
fayda etmez.
Kadı, Cuha' nın karısı tarafından söz söyleyene dedi ki: Yürü
düşmanını getir de ikinizi de dinleyeyim, ona göre hükmedeyim.
4560. Cuha gelince, kadı onu derhal tanıyamadı. Çünkü o, Cuha geldiği
vakit sandıktaydı.
Yalnız sandık içindeyken alım satım, az çok fiyat verme hususundaki
sözlerini duymuştu.
Neden kadının nafakasını tam olarak vermedin dedi. Cuha dedi ki: Ben
şeriata canla başla kulum.
Fakat ölsem bile kefenim yok. Bu oyunda şeş beş derken yutulup gittim.
Kadı, Cuha' nın sözünü duyar duymaz onu tanıdı. Geçen yıldaki
hilesini, oyununu hatırladı.
4565. Dedi ki: Sen, o şeş beşi geçen yıl oynamıştın da beni tuzağa
atmıştın.
Benim nöbetim geçti. Benden el çek de bu yıl o kumarı başkasiyle oyna.
Arif, şeşten beşten kurtulmuş, tek kalmıştır. Bu tavlanın şeş beşinden
çekinir artık.
O, beş duyguyla altı cihetten kurtulmuştur. Bu beş duyguyla altı
cihetin ötesindeki âlemden sana haber verir.
Onun işaretleri, ezelî işaretlerdir. Bütün vehimlerden ileri
geçmiştir, hepsinden ayrılmıştır o.
4570. İnsan bu altı köşeli kuyudan çıkmadıkça kuyudaki Yusuf, nasıl
olur da dışarı çıkar?
Direksiz, dayaksız gök kubbenin üstüne biri gelir; cismi de kova gibi
kuyunun içindekine bir çare bulur.
Yusuflar onun kovasına el atmışlardır. Bu surede kuyudan kurtulmuşlar,
Mısır'a padişah olmuşlardır.
Başka kovalar kuyudan ancak su çekmek içindir. Halbuki onun kovası,
suya aldırış bile etmez, kuyudakini arar.
Kovalar, gıda için suda dalgıçlık ederler. Onun kovasiyse hem gıdadır,
hem de balığın canına hayattır.
4575. Kovalar, yüce gök kubbeye bağlıdır. Onun kovasiyle Tanrı'nın
güçlü kuvvetli iki parmağı arasındadır.
Kova nedir, ip nedir, gök ne? Bu örnek: pek sudan bir örnektir ey ulu
er!
Fakat nerden sağlam bir örnek bulayım? Onun eşi ne gelir, ne de
gelmiştir.
Yüz binlerce er, bir kişide gizlidir. Yüzlerce yayla ok, bir oka
sığmış, bir oka gizlenmiştir.
"Attığın zaman sen atmadın, Tanrı attı" sözü, bir imtihandır. Yüz
binlerce harman, bir avuç buğdaydadır.
4580. Bir güneş, bir zerre içinde gizlidir. Derken ansızın o zerre
ağzını açar.
O güneşin huzurunda gizlendiği yerden sıçradı mı göklerde zerre zerre
olur, yeryüzü de.
Artık böyle bir can, nasıl olur da bedene lâyık olur? Kendine gel de
ey beden, bu candan iki elini de yuğ!
Ey cana bucak olan beden, yeter artık! Deniz, bir matraya ne kadar
sığabilir ki?
Ey insandaki binlerce Cebrail! Ey âdi bir kalıpta gizli Mesih'ler!
4585. Ey kilisede gizli binlerce Kabe! Ey ifriti, iblisi yanıltan,
yanlışlara sevkeden!
Sen mekân ilinde mekânsızlık secdegâhısın. İblislerin dükkânı senin
yüzünden yıkılmıştır.
Şeytan, neden ben bu toprağı tapı kılayım? Neden bir surete din adını
takayım? dedi.
Halbuki bu suret değildir, gözünü iyice ov da bak. Bak da ululuk
nurunun kalkınmasını gör!
Şehzadenin, padişah tapısında kalması
Şehzade, padişahın huzurunda buna hayran oldu. Yedi göğü de bir avuç
toprakta gördü.
4590. Hiçbir bahiste ağız açmanın imkânı yoktu. Fakat, can, canla bir
an bile konuşmadan kalmıyordu.
Hatırına pek gizli olarak şöyle bir şey geldi: Bunlar, hep mâna işi
peki, suret nedir?
Bu suret, öyle bir suret ki seni suretten usandırır. Bu öyle bir
uyuyandır ki her uyuyanı uyandırır.
Sözün, insanı sözden kurtarır. Hastalığın, hastalıkları giderir.
Aşk illeti, sıhhatin bile canıdır. Aşkın eziyetleri, her rahatın
hasret çektiği eziyetlerdir.
4595. Ey beden, artık elini candan yıka. Yıkayamı-yorsan bu candan
başka bir can ara.
Hâsılı padişah, ona iyice iltifatta bulundu. Şehzade, o güneşten ay
gibi yanıp yakılmadaydı.
Fakat âşıkların yanıp yakılması bir gelişmedir. Nitekim ay da yanıp
yakılarak taze bir yüz kazanır.
Bütün hastalar, iyileşmeyi umarlar. Halbuki aşk hastası, amanın;
derdimi artırın diye sızıldanır.
Bu zehirden daha güzel, daha hoş bir şerbet görmedim. Bu hastalıktan
daha iyi bir sıhhat olamaz.
4600. Bu suçtan daha iyi bir ibadet yoktur. Yıllar bile bu ane nispet
edilirse bir andan ibarettir.
Bir müddet padişahın huzurunda gönlü kebap olmuş, canını tabağa koymuş
bir halde kaldı.
Padişah, herkesin başını bir kere keser. Bense padişaha her an yeniden
yeniye kurbanım.
Ben altın cihetinden yoksulum, fakat baş bakımından zenginim. Başım,
yüz binlerce başa bedeldir dedi.
Aşk âleminde iki ayakla koşulup gelinmez. Bir başla aşk oyununa
girişilmez.
4605. Herkesin iki ayağı vardır, bir başı. Binlerce baş ve ayağa
sahibolan nadirdir.
Bu sebeple vakalar, hâdiseler, tamamiyle heder olur gider. Fakat bu
aşk; her an biraz daha kızışır.
Aşk mekansızlık âleminde kızgınlık madenidir. cehennem, onun
kıvılcımından bir dumandır.
Sırat köprüsü, cehennemin üstüne gerilmiştir. Mümin geçerken cehennem
der ki: "Çabuk geç ki nurunun parlaklığı, ateşimizi söndürecek!"
Ey temiz adam, bu yüzden cehennem; âşıkın ateşinden zayıflar, söner.
Cehennem der ki: Ey ulu er, çabuk geç. Yoksa ateşlerinden ateşim
sönecek.
4610. Cehennemin kükürdü, ancak küfürden hele bak; bu soluk, onu bile
söndürmede!
Sen de hemencecik kükürdünü bu sevdaya bırak da ne cehennem sana
saldırsın, ne ateş!
Cennet de ona, yel gibi geç, yoksa neyim varsa mahvolup gidecek.
Sen harman sahibisin, ben başak toplayıcı. Ben bir putum, sen Çin
illeri der.
Ondan cehennem de titrer, cennetler de. Ondan ne buna aman vardır, ne
ona.
4615. Ömrü geçip gitti de bir fırsat bulamadı gitti. Sabır, pek
yakıcıydı, candaysa tahammül yoktu.
Bir müddettir dişlerini sıkarak bunu bekledi durdu. Fakat ömrü bitti,
ona nail olamadı.
Derken sevgilinin sureti, ondan gizlendi, o da sevgilinin rnânasiyle
eş oldu.
Elbise ister şüster kumaşı olsun, ister kıldan örme. Onu çırçıplak
koçmak daha hoş.
Ben, bedenden soyundum, o hayalden soyundu. Vuslat makamlarının en
ilerisinde salınmaktayım dedi.
4620. Bu bahisler buraya kadar söylenebilir. Bundan sonra ne zuhura
gelirse gizlenmesi gerektir.
Söylersen de faydasız. Yüz binlerce cehtetsen de anlatmaya çalışsan
yine açığa çıkmaz.
At ve üzengi, deniz kıyısına kadar gider. Ondan sonra sana tahtadan
bir at gerek.
Tahtadan at, karada yürümez. Fakat denizdekilere kılavuzdur.
Bu sükût da tahtadan attır. Sükût; denizdekilere telkindir.
4625. Seni usandıran her sükût o âlemin aşk naralarını atmadadır.
Sen acaba neden susmada dersin ama o, acaba kulağı nerde ki duymuyor?
Ben nâra ata ata sağır oldum, onun haberi bile yok der. Zaten iyi
işitenler, kulakları delik olanlar bile bunu duyamazlar, sağırdırlar.
Birisi rüyada nâra atar. Yüz binlerce bahislerde bulunur, sözler
söyler.
Yanı başında oturanın haberi bile olmaz. Hakikatte o gürültüden haberi
olmayan uyanık yok mu? Asıl uykuda olan odur.
4630. Tahtadan atı da kırılana gelince: O, tamamiyle denize garkolur,
balık kesilir.
Artık o, ne sükût eder, ne söyler. Onun, misli, âdeta yoktur. Hali
sözle anlatılamaz.
O, bu iki kısımdan da değildir. Şaşılacak bir şeydir o. Bunu anlatmak
edepten dışarıdır
Bu örnek de sudan oldu, hiç uymadı. Fakat duygu âleminde bundan güzel
bir örnek de bulunamaz.
Şehzadelerin büyüğünün ölümü, küçükleri hasta olduğundan ortanca
kardeşin, ağabeylerinin cenazesine gelmesi. Padişahın ona da iltifatta
bulunması, onun da padişahın ihsanına kapılması ve tapıda kalması,
Padişahın devleti ve bakışı sayesinde yüz binlerce görünür ve görünmez
nimetler elde etmesi vesaire.
Küçükleri hastaydı. Yalnız ortanca kardeşleri, ağabeylerinin
cenazesine geldi.
4635. Padişah, onu gördü, tanıdı. Fakat mahsustan bu kimdir? Bu da o
denizden olacak; bu da bir balık dedi.
Muarrif, dedi ki: Bu da o babanın oğlu. Bu, onun küçük kardeşi.
Padişah, sen bize ondan armağansın dedi. Bu soruşla onu da avladı.
O yanıp kebap olan şehzadenin bedeninde, padişahın iltifatı üzerine
evvelki candan başka bir can belirdi.
Gönlünde öyle yüce bir feyiz gördü ki sofi, onu yüzlerce çileye bile
elde edemez.
4640. Ören, duvar, dağdaki madenler.... Her şey, onun önünde nar gibi
yanlıyordu.
Her şey, anbean ona karşı zerre zerre yarılmada, kubbeler gibi yarılıp
ona yüzlerce kapı açılmadaydı.
Kapı, gah pencere haline gelmede, gah nur halini almadaydı. Toprak,
gah buğday oluyordu, gâh kile.
Gözlere pek köhne, pek kuru bir halde görünen gök; onun gözü önünde
her an yeni bir surette yarılmadaydı.
Güzelim ruh, kalıptan kurtulunca insana takdir, böyle bir göz verir
elbet.
4645. Gayb âlemine ait yüz binlerce şey, gözünün önünde aşikâr oldu.
Mahremlerin gözü neleri görüyorsa onun gözü de gördü.
Kitaplarda okumuş olduğu şeyler, suretlere bürünüp gözüne görünmeye
başladı.
O er, padişahın atının tozundan gözüne kadri yüce bir sürme çekmişti.
Böyle bir gül bahçesinde eteğini sürmede, her cüzü, daha yok mu diye
naralar atmadaydı.
Yeşilliklerden, çiçeklerden meydana gelen bahçe bir an içindir. Fakat
akıldan meydana gelen gül bahçesi, daimî olarak yeşildir, güzeldir,
hoştur.
4650. Topraktan biten güller, mahvolur gider. Gönülde biten güller
daimîdir ve ne hoştur!
Bizim öğrendiğimiz o tatlı bilgiler, bil ki o gül bahçesinden bir,
iki, üç demetten ibarettir.
Gül bahçesinin kapısını kendimize kapatmışızdır da onun için bu iki üç
demete zebun olmuşuzdur.
Yazıklar olsun, öyle bir bahçenin anahtarları, ekmek yüzünden
elimizden düşüp gidiyor.
Bir an olsa da seni ekmek derdinden kurtarsalar, o vakit de
çarşafların etrafında dönüp dolaşmaya başlar, kadın sevdasına
düşersin.
4655. Derken birden iştahın açılır, dilek denizin dalgalanmaya başlar.
O vakit de ekmekle ve kadınla dolu bir şehir gerek sana.
Yılandın, galiba ejderha oldun. Bir başın vardı, şimdi yedi başın var!
Yedi başlı ejderha cehennemdir. Hırsın tanedir, cehennemse tuzak.
Tuzağı yırt, taneyi yak. Bu evin kapılarını aç. Mademki ey erkek,
yoksun, âşık değilsin; dağ gibi habersizce ses verip durursun.
4660. Dal, kendiliğinden ses verir mi hiç? Ey inanılır adam, o ses,
başkasının sesinin aksidir.
Senin sözün de onun gibi işte; başkalarının sesinin aksi. Bütün işin
gücün hep böyle aksine ve aykırı.
Kızgınlığın da başkalarının aksine, zevkin de. Başbuğun zevkiyle
çobanın kızgınlığına benziyor.
O arık koyun, çobana neler etti? Sonunda onu kinlendirdi. eziyete
soktu.
Bir sevinç hayaliyle ne vaktedek oyalanıp duracaksın? Çalış da bu
sevinç, tahakkuk etsin.
4665. Sözün, senin halin olursa kendi kanadlarınla uçar, gezersin.
Ok da başkasının kanadiyle av tutar. O yüzden de kuş etinden nahibi
yoktur.
Doğan kuşu, dağlıklardan av getirir. Fakat getirdiği ceylanı, çil
kuşunu padişaha yedirir.
Vahiyden olmayan söz, heva ve hevestendir. Topraktan yaratılanlar gibi
havaya, zerre zerre dağılır, biter.
Eğer bu söz, sana yanlış görünürse "Vennecmi" suresinin evvelinden
birkaç satır okuyuver.
4670. Oku da Muhammed'in, heva ve hevesinden konuşmadığını, onun her
sözünün, ancak vahiy olduğunu anla.
Ey Ahmed, mademki vahiyden meyus değilsin, bu araştırmayı, bu kıyası
bedene mensup olanlara bırak.
Murdar, zaruret vakti helâl olur. Vuslat kâbesi ortadayken kıble
aranmaz.
Fakat araştırmadan, doğru bir ictihatta bulunmadan heva ve hevesine
uyarak bid'ate kapılanı,
Yel, Ad gibi kapar, öldürür. O, Süleyman değildir ki onun tahtını
götürsün!
4675. Yel, Ad için alçaltıcı bir hamaldır, obur bir adamın elindeki
kuzu gibi hani.
Obur, kuzuyu oğlu gibi kucağına alır, fakat kasap gibi onu kesmeğe
götürmektedir.
Yel, Ad kavmine ululanır, onları kahreder. Onlar, yedi dost sanırlar
ama düşmandır.
Ansızın postunu tersine çevirdi mi o kötü arkadaş onları paramparça
eder.
Yel, seni Ad gibi kırıp geçirmeden sen, onu yatıştır. Yel, pek yaman
bir sınamadır çünkü.
4680. Hûd. onlara öğüt verdi. Dedi ki: Ey kibirli kavim, hu yel,
yapıştığınız şeyi elinizden alır.
Yel, Tanrı askeridir. Yalnız nifak yüzünden birkaç gün sizinle
uzlaştı, hoş geçindi.
O, iç yüzden yaratıcısiyle uzlaşmıştır, onun sözünden çıkmaz. Ecel
gibi gelir, size el atar.
Bak, nasıl ağıza girmede. Her solukta azametli bir surette girip
çıkmada.
Boğaz da ondan emin, dişler de. Fakat Tanrı, dişin içine gir demedi
miydi?
4685. Bir zerrecik yel, dağ kesilir, dağ kadar ağırlaşır. Diş ağırısı,
insanı hasta ve perişan bir hale sokar, ağlatıp inletmeye başlar.
Bu, emin bir surette geçip giden aynı yeldir. Ekinin caniydi, ölümü
oldu işte.
Bir adamın elini öpersin. Fakat kızdı mı o öptüğün el, bir topuz
kesilir.
Hâsılı, yelin kötülüğünü gören yarabbi, yarabbi; ey yardımı dilenen
Tanrı, sen bu yeli defet; sen bu diş ağrısını dindir demeye koyulur.
Ey ağız, bu geçip giden yelden haberin bile yoktu. Şimdi anladın ya,
dişlerini sık da istiğfar et bakalım.
4690. Dişi ağrıyanın keskin gözlerinden yağmur gibi gözyaşları akar.
Dert inkâr edenlere aman Allah dedirtir.
Erden, erlerin sözünü kabul etmedin, bari şimdi derde düştün, Tanrı
vahyini kabul et.
Yel der ki: Ben Tanrı elçisiyim. Gah hayır haber getiririm, gah şer
haber.
Başıma buyruk değilim, Tanrı emrine tabiim. Ben senin gibi
padişahımdan gaafil değilim ki.
Süleyman'a benzersin, onun haliyle hallenirsen seni Süleyman gibi
başımda taşırım.
4695. Ben sana iğreti olarak gelir, mal olurum; seni kendime,
sırlarıma vâkıf ederim.
Fakat isyan ettin, düşmanlığa kalkıştın mı sana ancak üç dört günceğiz
hizmet ederim.
Sonra seni Ad gibi başaşağı eder, düşmancasına ordunun içine dalar
çıkarım.
Bu suretle de iman, gam mayası olduğu zaman, gayba imanın kuvvetleşir.
O zaman zaten herkes inanır, mümin olur. Bütün baş çekenler, baş
eğerler.
4700. O zaman herkes ağlar, sızlar, yoksulluğunu söyler. Hırsızla yol
kesicinin darağacının altında imana gelip sızıldanması gibi hani.
Fakat daha önce gayb âlemine iman edersen, o âleme sahibolursan iki
cihanı da elde eder, kendi başına buyruk olursun.
İki günlük iğreti ve bozuk düzen bir surette değil, ebedî olarak
şahlık ve padişahlık elde edersin.
Savaştan, gürültüden kurtulur, kendi işine sahibolursun. Padişah
kesilir, kendi davulunu döversin.
Bize bu âlem, boğaz gibi dar gelmede. Keşke boğaz ve ağız, toprak
yeseydi!
4705. Zaten bu ağız toprak yer. Fakat renklerle bezenmiş, çeşitli
suretlere girmiş toprağı yer.
Oğul, bu kebap, bu şarap, bu şeker, bezenmiş, boyanmış topraktır.
Onları yedin de onlar et ve deri oldu mu et rengine girerler, fakat
onların aslı; topraktır.
Hem topraktan türlü türlü şeyler yapar, hem de yine hepsini ufalar,
toprak haline sokar.
Hintli; Kıpçak; Rum ülkesinin halkı ve Habeş... Hepsi de mezarlarında
hoş bir halde aynı renktedir.
4710. Buna dikkat et de o rengin, o güzelliğin tamamiyle bir yüz
örtüsünden ibaret olduğunu, iğreti bir şey bulunduğunu bil.
Bâkir renk ancak Tanrı rengidir. Ondan başka renkler, bil ki çan gibi
iğreti ve bağlantıdır.
İbadet edenlerdeki doğruluk, takva ve yakîn rengi, ebediyen bakidir.
Şüphe, küfran ve nifak rengi de âsiler için ebedîdir.
Asi Firavun' un yüz karası gibi hani. Bedeni geçip gitmiştir ama rengi
bakidir.
4715. Doğruların güzel yüzlerindeki nur, bedenleri yok olsa da kıyamet
gününe kadar kalır.
İşte ancak güzel o güzeldir, çirkin o çirkin. Daima o günler durur,
buysa somurtur kalır.
Tanrı, toprağa bir renk, bir parlaklık verir, onu mücevher haline
getirir. Çocuk tabiatlı olanları da onlara düşürür, savaşa sokar.
Hamurdan deve ve aslan şekillerinde çörekler pişirirler. Çocuklar,
onları görünce hırslarından ellerini dişlerler.
Fakat ağızda aslan da ekmek olur, deve de. Fakat çocuklara bu söz,
tesir etmez ki.
4720. Çocuk, bilgisizlik, zan ve şüphe içindedir. Allaha şükürler
olsun ki kuvveti azdır yoksa.
Şükürler olsun ki hilesi ve gücü yoktur. Yoksa çocuğun yüzlerce savaşı
ve âfeti vardır.
Eyvah bu, kuvvetleriyle her rakibe belâ kesilen edepsiz koca
bebeklerden!
Silâhla bilgisizlik bir araya gelince Firavun, sitemle bütün dünyayı
yakar yandırır.
Ey yoksul, yoksullukla Firavunluktan, kâfirlikten kurtuldun, şükret.
4725. Şükret ki mazlumsun, zâlim değilsin. Firavunluktan ve sınanmadan
eminsin.
Boş karın, Allahlık lâfına giremez. Onun ateşine odun yardım edemez.
Boş karın, şeytanın zindanıdır. Çünkü ekmek derdi, onun hilesine,
düzenine mânidir.
Dolu karın, bil ki şeytanın pazarıdır. Şeytan tacirleri orada gürültü
eder dururlar.
Hiçbir şey satmayan büyücü tacirler, gürültüyle akılları bulandırır,
berbadederler.
4730. Geceleyin büyü yaparak küpü at gibi yürütürler. Ay ışığıyla
sabaha karşı olan karanlığı kumaş haline getirirler.
İbrişim gibi toprağı örerler; temyiz sahibinin gözüne toprak
serperler.
Kokusuz yaban ağacına ödağacı rengini verirler. Taş ve toprak
parçasını bize hoş gösterirler, bizi hasetçi yaparlar.
Noksan sıfatlardan temizdir o Tanrı ki toprağa bir renk verir, çocuk
gibi bizi ona kaptırır, birbirimize düşürür.
Eteğimizi çocuklar gibi toprakla doldururuz. Bizim gözümüzle o toprak,
madenden çıkmış altın görünür.
4735. Çocuğun, yetişmiş erlere karşı bir mecali yoktur. Tanrı çocuğu
erkeklerle bir araya koymaz, bir derecede tutmaz ki.
Meyva, eski olsa bile ham buludukça, olmadıkça ona koruk derler.
O ham ve ekşi meyva, yüz yıllık bile olsa fikri çevik ve keskin kişiye
nazaran yine çocuktur, yine koruktur.
Saçı, sakalı ağarsa bile yine korku ve ümit çocukluğundan
kurtulmamıştır.
Der ki: Acaba olgunlaşır mıyım, yoksa böyle olgunlaşmadan ham mı
kalırım? Acaba Tanrı' nın keremi, beni kızdırır, olgun bir hale
getirir mi?
4740. Yoksa böyle kabiliyetsiz bir halde, bu uzaklık âleminde mi
kalırım? Yahut da Tanrı bu koruğu üzüm haline getirir mi?
Hiçbir yandan ümidim yok. Yalnız o kerem sahibi "Meyus olmayın" der.
Hakanımız, bize daima toy vermede, "Ümidinizi kesmeyin" diye
kulağımızı çekmededir.
Gerçi biz ümitsizlik yüzünden çukurdayız. Fakat o çağırdı mı elimizi,
kolumuzu sallaya sallaya gideriz.
Ruhumuza huzur verecek olan otlağa koşarken tez, edepli ve terbiyeli
atlar gibi yürürüz.
4745. Oraya adım atarız ama orada yürünmez, adım atılmaz ki. Orada
kadeh düzeriz ama orada kadeh yoktur.
Çünkü orada bütün eşya can âlemine mahsustur. Hepsi de mâna âleminde,
mâna içinde mânadır.
Suret gölgedir, mâna güneş. Gölgesiz ışık, yıkık yerlerdedir.
Çünkü orada tuğla üstünde tuğla kalmaz. Ayın ışığına çirkin bir gölge
yoktur.
Tuğla ve kerpiç, altından bile olsa sökülüp çıkarılmalıdır. Çünkü onun
yerine aydınlık ve vahiy gelir.
4750. Dağ, bu gölgeyi gidermek için paramparça olur. Fakat dağın
paramparça olması bile bu nur için ehemmiyetsiz bir şeydir.
Hiçbir şeye muhtaç olmayan Tanrı nuru, dağın dışına vurunca o nur,
içine de vursun diye parçalandı.
Aç adamın eline bir somun girdi mi hevesinden gözünü de açar, ağzını
da.
Bu hal, yüz binlerce defa paramparça olmaya değer. Ey yeryüzü,
gökyüzüne karşı durma, kalk aradan!
Kalk da göğün nuru, gölgeleri yaksın. Ey gündüzün düşmanı, gece, senin
gölgenden meydana gelmede.
4755. Bu yeryüzü, çocukların beşiğine benzer. Fakat erişmiş erler için
daracık bir yerdir.
Tanrı, çocuklar için yeryüzüne beşik dedi. Beşik içindeki çocuklara da
süt saçtı.
Bu beşikler yüzünden ev daraldı, Padişahım. Bu çocukları çabuk
ergenlik çağına eriştir.
Ey beşik, evi daraltma da ergenler, yayılabilsinler.
Padişahın himmetiyle şehzadenin gönlünde bir keşif ve istiğna
peydahlandı. Bu yüzden de vesveselenip şükür etmeden çekindi,
serkeşliğe başladı. Padişah, ilham ve sır yoluyla bunu anladı. Canı
sıkıldı. Ruhu, suretinin haberi olmaksızın şehzadeye bir zahim vurdu.
Şehzadenin canına, padişahın ruhundan alım satım olmaksızın bir feyiz
geldi.
4760. Aya benzeyen canı, ay nasıl güneşten nur alıyorsa padişahın
nurîyle nurlanmakta, onun canından gıdalanmaktaydı.
Anbean sarhoş ruhuna, o misli, menendi olmayan padişahın ruhundan can
gıdası gelmedeydi.
Fakat hıristiyanların, müşriklerin yedikleri gıda değil, meleklerin
yedikleri gıda.
Bu yüzden şehzadenin gönlünde bir istiğna belirdi, bu istiğnadan da
bir azgınlık peydahlandı.
Dedi ki: Ben de padişah ve şehzade değil miyim? Nasıl oldu da yularımı
bu padişaha verdim?
4765. Bana parıldayıp duran bir ay doğdu artık.. Neden toza, toprağa
tâbi olayım?
Su, arkımda akmada, naz vakti. Kimseye niyazım yok, artık neden
başkasının nazını çekeyim?
Başımın ağrısı kalmadı. Neden başımı bağlıyayım? Yüzümün sarardığı,
gözümün yaşardığı çağ geçti.
Yüzüm ay gibi parladı, dudaklarım şekere döndü. Artık yeni ve başka
bir dükkân açmam gerek.
Bu benlikle nefsi gelişti, vesveseler doğmaya başladı. Yüz binlerce
abes şeyler gevelemeye başladı.
4770. O makamdan hırs ve hasedin bulunduğu yere kadar yüzlerce çöl,
yüzlerce ova vardır. Fakat kem göz, ta oraya gelip çatmadaydı.
Her suyun dönüp gittiği yer olan padişahın denizi, nasıl olur da
selde, ırmakta bulunanı bilmez?
Onun el dokunmamış fikrinde doğmuş olan küfran yüzünden padişahın
gönlü dertlendi.
Dedi ki: Ey edepsiz aşağılık adam! Şaşılacak şey, benim yaptığım
iyiliklere karşı lâyığım bu muydu?
Ben sana bunca nefis hazineler verdim. Aşağılık huyunla sen, bana
neler yaptın?
4775. Ben senin kucağına öyle bir ay verdim ki kıyamet gününe kadar
gurubu yoktur.
Sen o parlak nura karşılık benim yüzüme toz toprak serptin, diken
hatırdın ha.
Ben göğe çıkman için sana merdiven kurdum. Sen benimle savaşmak için
oka, yaya sarıldın.
Padişahta bir gayret derdidir peydahlandı. Padişahın derdinin aksi,
ona vurdu.
Dargınlığı yüzünden devlet kuşu çırpınmaya başladı. O rahat bucağında
oturan şehzadenin perdesini yırttı.
4780. O güzelim şehzade, yaptığı kötülüğün eserini derhal içinde
duydu.
O lütuf ve nimet vazifesi azaldı. Neşe yurdu gamla doldu.
O şaraptan meydana gelen sarhoşluğu geçti, kendine geldi. O suç
yüzünden başı, sarhoşluktao meydana gelen sersemliğe yurt kesildi.
Buğday yedi, cennet elbiselerinden soyundu. Cennet, ona bir çöl oldu.
O şerbetin, kendisini hastalandırdığını, o benlik zehirinin kendisine
iyiden iyiye tesir ettiğini anladı.
4785. Naz gülistanında bir tavusa benzeyen canı, mecaz viranesinde bir
baykuşa döndü.
Adem gibi cennetten uzaklaştı. Ekin için yeryüzünde öküz gütmeye
başladı.
Ey usta Hintli, aslanı öküz kuyruğuna esir ettin ha diye ağlamaya
koyuldu.
Ey soluğu soğuk nefis, feryada erişen padişaha vefasızlıkta bulundun
ha.
Bir buğday için hırsa düştün, tuzak kurdun. Fakat tuzağa serptiğin her
buğday tanesi, sana karşı bir akrep kesildi.
4790. Başında benlik havası esti. Fakat şimdi ayağına vurulan elli
batmanlık pırangaya bak diyor;
Bu çeşit kendine ağlayıp feryadediyor, neden diyordu, padişahıma zıt
oldum?
Kendine geldi, tövbe etti. Bu tövbeye başka bir şeyi de eş etti.
İman vahşetinden meydana gelen derde acı. Çünkü o derdin dermanı
yoktur.
İnsanın düzgün elbisesi olmamalı. Çünkü sabırdan kurtuldu mu derhal
baş köşeye sıçrar.
4795. İnsanın eli, tırnağı olmamalı. Eli, tırnağı oldu mu ne din
düşünür, ne doğruluk.
İnsanın belâlar içinde ölmesi daha iyidir. Nefis, nimeti inkâr eder,
sapıktır.
Tanrı' nın, halkın canını alırken en fazla kime acırsın diye Azrail'e
sorması, Azrail' in de Tanrı' ya cevap vermesi
Tanrı, Azrail'e dedi ki: Ey Nakip, bu dertli halktan kime acırsın?
Azrail şöyle cevap verdi: Herkese yüreğim yanar. Fakat emri ihmal
etmeden korkarım.
Hattâ derim ki, keşke Tanrı gençler için beni feda etseydi.
4800. Tanrı, kime daha ziyade acırsın? Gönlün daha ziyade kime yanar,
hangi kula daha ziyade kavrulur, dedi.
Azrail dedi ki: Bir gün bir gemi kuvvetli dalgalar arasında bocalarken
emir aldım, gemiyi paramparça ettim.
Hepsinin canını al. Yalnız onların arasından filân kadınla filân
çocuğun canını alma dedin.
Her biri bir tahta üstünde kaldı. Dalgalar, o tahtayı sürüklemeye
başladılar.
Sonra yine ananın ruhunu kabzet, çocuğu yalnız bırak diye emrettin.
4805. Çocuğu anasından ayırdım ama sen de bilirsin ya, bu bana o kadar
acı geldi ki.
Birçok büyük yasların dumanlarını gördüm ama o çocuğun acısı içimden
çıkmadı.
Tanrı dedi ki: Ben o çocuğu kendi lûtftumla yetiştirdim. Dalgaya onu
bir ormana at dedim.
O orman, süsenlerle, reyhanlarla, güllerle, yenmesi hoş meyva
ağaçlariyle doluydu.
Duru ve tatlı su kaynakları vardı orada. Çocuğu yüzlerce naz ve naim
içinde yetiştirdim.
4810. Yüz binlerce güzel sesli kuşlar, o bahçelere yüzlerce nağmeler
salmadaydı.
Ona ağustos gülünden döşek döşedim. Onu fitnelerin vuruşundan emin
ettim.
Güneşe, ona zarar verme dedim. Yele, ona yavaş yavaş es diye emrettim.
Buluta, onun üstüne yağmur yağdırma, şimşeğe, ona pek o kadar şule
verme diye buyurdum.
Ey kış! Bu yeşillikten o itidali kesme; ey yaz! Bu bahçeye pençe vurma
dedim.
Tanrı, aziz ruhunu kutlasın, Şeyh Şeybanı Râî' nin kerametleri
4815. Şeybanı Râî gibi hani. O da cuma günü, namaz vakti sürüsüne
inatçı kurtlar salmasın diye sürünün çevresine bir çizgi çizerdi.
Ne koyunlar o çizgiden dışarı çıkarlardı, ne kurt ve hırsız, o sürüden
içeriye girerdi.
Hûd' un okuyup üfürdüğü daire gibi. O da bu çizgiyle kendisine
uyanlara kasırgadan aman vermişti.
Onlara sekiz gün bu çizgi içinde susun, sabredin. Dışardaki işkenceyi
seyredin dedi.
Kasırga, çizginin dışında bulunanları havaya kaldırıp taşlara
çarpıyor, etini, kemiğini birbirinden ayırıyordu.
4820. Bir bölüğünü havada birbirine vuruyor, Haşhaş gibi kemiklerini
parçalayıp döküyordu.
O kahırdan gök bile tirtir titredi. Mesnevi, o kahrı anlatmaya kâfi
değildir.
Ey soğuk rüzgâr! Eğer bunu kendiliğinden yapıyorsan hadi bakalım. Hûd'
un çizdiği çizgiden içeriye de gir.
Ey tabiata inanan! Ya tabiattan üstün olan şu saltanatı gör,
inananlara katıl, yahut da bu âyetleri Kur'an' dan mahvet.
Kur'an okuyanları menet, okumasınlar. Muallime yalvar, para pul ver,
bunu okutmasın.
4825. Acizsin, bu aciz nerden diye şaşırmışsın değil mi? Senin aczin,
kıyamet gününden meydana gelmededir.
A inatçı, senin önünde âcizler var. Gizli olanların meydana çıkması
zamanı geldi, işte sana kıyamet.
Bu aciz ve hayret, kendisine gıda olan kişiye ne mutlu. O, iki âlemde
de sevgilinin gölgesinde uyumuştur.
O, nihayet kendi aczini görmüş, ölmüş, kocakarılar dinini seçmiştir.
Zeliha gibi, ona Yusuf' un nuru vurdu mu kocalıktan kurtuldu, gençliğe
yol buldu, gençleşti.
4830. Hayat, ölümde ve mihnettedir. Abıhayat, karanlıklar içindedir.
Ulu Tanrı' nın Nemrud'u anasız ve dadısız olarak yetiştirip büyütmesi
Hâsılı o bahçe, arifler bağı gibi sam yellerinden de amandaydı,
kasırgadan da.
Bir kaplan yavrulamıştı. Ona dedim ki: Süt ver bu çocuğa, itaat etti.
Ona süt verdi, tapılar kıldı. Nihayet çocuk gelişti, irileşti,
aslanlaştı.
Sütten kesilince bir periye, ona söz söylemeyi öğret dedim, öğretti.
4835. Onu, o yeşillikte yetiştirdim, besledim. Benim hünerim, sanatım
hiç söze sığar mı?
Ben, zararsız kurtları Eyüb'e konuk ettim, kendisine de onlara karşı
baba sevgisi verdim.
Kurtlar da evlâdın babasını sevmesi gibi onu severlerdi. Onlara da bu
sevgiyi verdim, tşte sana kudret, işte sana güç!
Analara analık edebini ben öğrettim. Artık düşün, benim yakıp
aydınlattığım lütuf nasıl olur?
Yüzlerce inayetlerde bulundum, yüzlerce alâkalar yarattım, bu suretle
benim lûtfumu vasıtasız olarak görsün dedim.
4840. Görsün de sebep yüzünden savaşlara, çekişmelere düşmesin; her
yardımı, ancak benden beklesin.
Bana karşı hiçbir özrü olmasın, her kötü dosttan şikâyetlenmesin
dedim.
Bu yüzlerce alâkayla beslenmeyi, yetişmeyi gördü. Onu vasıtasız olarak
nasıl besledim, anladı, bildi.
Ey ulu Tanrı'nın kulu, buna karşılık şükrane olarak Nemrut oldu,
Halil'i yakmaya kalkıştı.
Nitekim bu şehzade de padişaha şükran olarak ululandı, mevkiinin daha
yücelmesini istedi.
4845. Ben neden başkasına tâbi olayım? Benim de bir ülkem var, ben de
yeni bir ikbale sahibim dedi.
Evvelce anlattığımız gibi, padişahtan görmüş olduğu lütuf lan,
ululandığı için gönlünde örtüldü gitti.
Nemrut da bunun gibi bilgisizlik ve körlük yüzünden o lûtufları
ayağının altına aldı.
Şimdi kâfir odu, yol kesmekte. Ululanmada, Tanrılık dâvasına
kalkışmada.
Üç gerges kuşuna uymuş, yüce göklere çıkmaya, benimle savaşıp
vuruşmaya girişti.
4850. İbrahim'i bulup öldürmek için yüz binlerce suçsuz çocuğu
öldürttü.
Çünkü müneccim, yıl talihine bakmış, seninle savaşacak bir düşman
doğacak.
Kendine gel, o düşmanı defetmek için ihtiyatlı davran demişti. O yalan
yanlış, kim olursa olsun her doğanı öldürüyordu.
Onun gördüğü, vahyi getirecek çocuğu yetiştirdi. Başkalarının kanları,
boynunda kaldı.
Acaba o saltanatı babadan mı bulmuştu da gururu, kendisini soy sop
karanlıklarına daldırdı?
4855. Başkalarına ana, baba perde kesilir. Fakat o, yeninde, yakasında
bulunan mücevherleri bizden buldu.
Şüphe yok ki kötü bir arkadaş olan nafis, yırtıcı bir kurttur. Sen ona
bak, ne diye her arkadaşa bahane bulup duruyorsun?
Sapıklık âleminde her kele bir külah vardır. Çirkin kâfir ve işi gücü
pislikten ibaret nefis diyorum ya.
Ey yoksul, bunun için diyorum işte. Köpeğin boynundan tasmayı çözme.
Bu köpek, terbiye edilse bile yine köpektir. "Ne mutlu nefsini
aşağılayana" hükmüne uy, o, kötü damarlıdır.
4860. Taif sahtiyanı gibi bir Süheyl yıldızının etrafında döner
dolaşırsan farzı yerine getirmiş olursun,
Nihayet Süheyl yıldızı, onu deri şerrinden kurtarır. Bu suretle de
sevgilinin ayağına giydiği çediğe dönersin.
Bütün Kur'an, nefsin kötülüklerini anlatmadadır. Mushafa bak da, gör,
fakat sende o göz nerde?
Vesile bulup da peygamberle savaşmada kılı kırka yaran aşağılık
kişileri anlatıp durmadadır.
Zaman zaman edepsiz nefsin kötülüğünden ansızın âleme alevler
yayılmıştır.
Şehzade, padişahın gönlünden bir zahım yedi, faziletlere tamamiyle
sahip otamadan dünyadan gitti.
4865. Hikâyeyi kısa kes. O gayretli padişahın gayreti bir yıl sonra
şehzadeyi mezara götürdü.
Padişah, mahiv âleminden varlık âlemine gelinceye kadar Mirrih yıldızı
gibi kan dökücü olan gözü, o kanı dökmüş gitmişti.
O eşsiz padişah tirkeşine bakınca gördü ki bir ok yok.
Tanrı etrafında fırlayan o ok nerde? dedi. Onun boğazındaki ok, senin
attığın ok diye cevap geldi.
O deryadil padişah affetti ama ne fayda. Ok, can alacak yerine
raslamıştı.
4870. Şehzade öldürüldü. Fakat ona padişah yas tutup ağlamaya koyuldu,
öldüren de o, öldürülene veli olan da o.
İkisi de o olmasa kül değildir. O, hem halkı öldürür, hem yasını
tutar.
O benzi sararmış şehit de, bedenimi okladı, mânamı değil ya diye
şükretmedeydi.
Zâhirî beden, nihayet gideceği yere gidecek. Fakat mâna, ebediyen
neşeli bir surette yaşıyacak.
Darılmada ancak bedendeydi. Sevgili incinmeden sevgiliyle kavuştu.
4875. Gerçi şehzade, o padişahlar padişahının terkisine yapıştı, fakat
nihayet göze geldi, yolu tutup gitti.
Üçüncü kardeşleri, her üçünün de en tembeliydi; fakat suret bakımından
da öndülü o kaptı, mâna bakımından da.
Bir adamın, benden sonra malımı üç oğlumun en tembeli hangisiyse o
alsın diye vasiyette bulunması
Bir adam, ölürken peşin peşin vasiyette bulunmaktaydı.
Yürüyen selviye benzer üç oğlu vardı. Canını, malını onlara
vakfetmişti.
Dedi ki: Elimizde ne kadar kumaşım, ne kadat altınım varsa bu üçünden
en tembelinin.
4880. Kadıya vasiyetini söyledi, bir hayli öğütlerde bulunduktan sonra
ecel şerbetini içti.
Oğulları kadıya dediler ki: Ey kerem sahibi, üçümüz de yetimiz.
Babamızın hükmünden dışarı çıkmayız.
Hüküm onun, canla başla kabul ederiz. Onun buyruğu yürür bizce.
Biz, İsmail gibi bizi kurban bile etse İbrahimimizden baş çevirmez,
ona isyan etmeyiz.
Kadı dedi ki: Her birimiz akıllıca tembelliğine ait bir hikâye
söylesin de
4885. Bakalım hangimiz daha tembel. Her birinizin halini anlıyayım bir
kere şüphem kalmasın.
Arifler, iki âleme de aldırış etmezler. İki âlemde de tembeldir onlar.
Çünkü nadassız harman devşirirler.
Onlar, tembelliğini senet edinmişlerdir. Çünkü onların işini Tanrı
başarır.
Halk, Tanrı'nın işini görmez. Bu yüzden de sabah akşam dilencilikten
vazgeçerler.
Evet, tembelliğinizi söyleyin de sırrınızı anlayayım, tembelliğinizin
derecesini bileyim.
4890. Şüphe yok her dil, gönüle perdedir. Perde deprendi mi sırlara
erilir.
Kebap olmuş bir et parçası kadar küçücük bir perde yüzlerce güneşi
örter.
Hattâ söz, yalan bile olsa sözdeki koku, onun doğru, yahut yalan
olduğunu haber verir.
Çayırlıktan, çimenlikten gelen yel, külhandan esip gelen yelden
farkedilir.
Doğru sözle ahmağı aldatan yalan misk ve sarımsak kokusu gibi nefesten
anlaşılır.
4895. İkilikli ve münafık dostunu, münafıklığından anlamıyorsan ondan
gelen pis kokudan anla.
Puştların nârasiyle babayiğit erlerin narası, tilkiyle aslanın sesi
gibi farkedilir.
Yahut da dil, tenceresinin kapağına benzer. Oynadı, açıldı mı içinde
ne yemek var, anlarsın.
Aklı keskin adam, tencerede tatlı yemek mi var, sirkeli ve ekşi aş mı?
Dumanından anlar.
Biri, yeni bir çömlek almak istese alırken çömleğe elini vurdu mu
kırıksa derhal anlar, kırığını görür.
4900. Çocukların biri dedi ki: Ben adamı, sözünden derhal anlarım. Söz
söylemezse üç gün içinde yine ne haldedir, nasıl adamdır? Anlar,
bilirim.
Öbürü, söylerse anlarım, söylemezse onu söz söylemeye mecbur eder,
sıkıştırırın, dedi.
Kadı dedi ki: Ya o bu hileyi duymuşsa. Ağzını kapar, susar, hiç söz
söylemez.
Örnek
Hani ananın biri, çocuğuna dedi ki: Geceleyin sana bir hayal
görünürse,
Mezarlıkta, yahut korkulu bir yerde kin güden kapkara bir hayal
görürsen
4905. Gönlünü sağlam tut, üstüne saldır. Derhal senden yüz çevirir.
Çocuk dedi ki: Bu deve benzeyen hayale de anası, bu sözü söylemişse
Ben ona saldırdım mı o da benim boynuma sarılır, anasının emrini
tutar. O vakit ben ne yaparım?
Sen çevik dur, korkma diyorsun. O çirkin hayalin de bir anası vardır
elbet.
Şeytana da akıl öğreten tek birisi, insana da. Kuvveti, kudreti olmasa
bile düşmana üst gelen, onun lûtfiyle üst gelir.
4910. O halim nerdeyse Tanrı hakkiyçin, Tanrı hakkiyçin sen de o yana
yürü, o tarafa ol.
Kadı dedi ki: Hile yapar, söz söylemezse, o er, senin hileni
anlarsa...
Sırrını nasıl öğrenirsin? Doğru söyle. Çocuk, onun önünde susar,
otururum.
Çıkacağım yere sabrı merdiven yapar, "Sabır ferahlığın anahtarıdır"
sırrına ererim.
Fakat huzurunda otururken bu âlemin neşe ve gamına ait olmıyan bir
söz, gönlünden coşuverirse
4915. Artık bilirim ki Yemen ülkesine Süheyl yıldızını yolladığı gibi
bu sözü de bana veren odur.
Gönlümden kopup gelen o söz, o taraftan gelmededir. Çünkü gönülden
gönüle pencere vardır.
SON |