Bunun için padişahlığına ayna olmak üzere bir
gönül sahibini halife edindi. Ona hadsiz, hesapsız arılığını ihsan
etti, ondan sonra karanlıklardan da ona bir zıt verdi.
Ak ve kara iki bayrak dikti. Birisi Adem’di
bunların öbürü yol kesen İblis. O iki büyük ordu arasında savaşlar
oldu, geldi geçti.
İkinci devre Habil geldi, onun pak nurunun
zıddı Kaabil oldu. Adalet ve zulümden ibaret olan bu iki bayrak,
böylece devir devir, Nemrud’a kadar geldi dayandı.
O İbrahim’in zıddı ve düşmanı oldu. O iki
ordu birbirine kin güttü, savaştı durdu. Savaşın uzamasından
hoşlanmayınca ikisinin arasını ateş ayırdı. O iki taifenin müşkülü
halledilsin diye ateşi, azabı hakem yaptı. Devir, devir zaman, zaman
bu iki fırka, Firavunla esirgeyici Musa’nın zamanına kadar yıllarca
savaştı. Savaş bitmedi tükenmedi. Bu iş, haddi aşıp usanç verince de
Tanrı, denizi hakem yaptı; bakalım hangisi öndülü alacak dedi.
Mustafa’nın devrine, onun zuhuruna kadar bu
böyle gitti. O zuhur edince Ebucehil’le o cefa askerinin başbuğuyla
savaştı. Tanrı, Semud kavmi için, bir haykırış hizmetkar tuttu,
onların canlarını alıverdi. Ad kavmi için tez kalkan ve hızlı giden
bir hizmetkarı tuttu, yeli kullandı.
Karun’un halini de bildi, onu defetmek için
de yeryüzünü kullandı. Yer, halim olmakla beraber ona kinlendi, onu
yuttu. Yerin halimliği adeta kahroldu da Karun’u da dibine kadar
sömürdü, hazinesini de. Bu bedenin direği lokmadır. Açlık kılıcına
karşı ekmek, bir zırhtır. Öyle olduğu halde Tanrı, senin ekmeğine bir
kahır mayası kodu mu o ekmek boğaz illeti gibi kursağında durur,
boğazını sıkar, seni öldürür. Seni soğuktan koruyan şu elbiseye Tanrı,
zemheri mizacını verir. Bu güzelim cüppe buz gibi soğuk olur, kar gibi
ziyan verir.
Kürkten de kaçarsın, ipekli elbisenden de.
Ondan kaçar zemheriye sığınırsın. Sen iki dağ tepesi değilsin,bir dağ
tepesisin, yalın kat bir adamsın sen. Zelle azabından gafilsin.
Şehre, köye Tanrı emri geldi: Eve duvara,
onlara gölge verme, yağmura, güneşe mani olma dendi. Bu suretle o
ümmet peygamberlerinin yanına koştular. Ey ulu kişi dediler, çoğumuz
öldük. Artık arkasını tefsirden oku. O eli sopalı er, sopayı yılan
yaptı. Aklın varsa bu nükte sana yeter. Gözün var ama anlayışın yok.
Adeta donmuş bir kaynak, bir et parçası.
Bunun içindir ki düşünceleri meydana getiren,
bezeyen Tanrı, ey kul, anlayışlı bir surette bak demektedir. Soğuk
demiri döv demiyor, bunu istemiyor, fakat ey demir, hiç olmazsa
Davut’un yanında dön dolaş.
Bedenin ölmüş, İsrafil’in yanına koş. Gönlün
donmuş, yürüyüp giden güneşe git. Hayallerden öyle libaslara büründün
ki neredeyse kötü zanlı sofestailere karışacaksın.
Sofestai’de zaten akıl yoktu. Bu yüzden
duygudan da oldu, varlıktan da mahrum kaldı. Kendine gel, şimdi söz
çiğnemek devri. Söylersen halka rezil rüsva olursun.
İm’an ne demektir? Kaynaktan su akıtmak.
Bedenden can gitti mi o cana “giden revan” derler. Canı beden bağından
çözüp kurtararak çayırlığa, çimenliğe salıveren hakim. Hayatla ruhu
ayırt etmek için ona bu iki lakabı taktı. Bunu fark edenin canına
aferin. Bu suretle de Tanrı fermanına uyan, dilerse gülü diken, dikeni
gül yapan kişideki ruhu anlattı.
İnananlar, o zararlı yelin elinden kaçmışlar,
hepsi bir daire içine sığınmışlardı. Yel, adeta tufandı, onun lütfu da
gemi. Onun bu çeşit nice gemileri var, nice tufanları.
Tanrı, bir padişahı gemi yapar. Hırsı ile
kendisini saflara vurur. Maksadı halkın emin olması değildir, ülke
zapt etmektir. Değirmen beygiri koşar, döner durur. Maksadı da dayak
yemeden kurtulmaktadır. Su çekmekten yahut susamdan şırlagan yağı
çıkarmaktan haberi bile yoktur.
Öküz, arabayı çekmek eşyayı götürmek için
değil, dayak korkusundan yürür, yeler. Fakat Tanrı, ona öyle bir acı
korkusu vermiştir de o yüzden işler de görülür gider. Her kazanç
sahibi de bunun gibi alemi ıslah için değil, kendisi için çalışır. Her
biri derdine bir melhem arar. Derken bir alem de bu yüzden düzene
girer. Tanrı korkuyu bu aleme direk yapmıştır. Herkes can korkusu ile
bir işe sarılmıştır.
Tanrıya hamd olsun ki böyle bir korkuyu mimar
etmiş, onunla yer yüzünü düzene koymuştur. Bunların hepside iyiden,
kötüden korkarlar. Fakat hiçbir kimse yoktur ki kendi kendisinden
korksun. Şu halde hakikatte herkese hakim olan birsidir ve o,
duygularla duyulmaz ama çok yakındır insana. O, bir gizli yerde
duyulur ama bu evin duyguları ile duyulmaz. Tanrının anlaşılacağı,
duyulacağı duygu değildir, o duygu, başka bir duygudur.
Hayvan duygusu, o suretleri görseydi öküzle
eşek de vaktin Beyazıd’ı olurdu. Bedeni, ruha mazhar eden, gemiyi
Nuh’a burak yapan, dilerse ey nur arayan, gemiyi değiştirir, tufan
haline getirir.
Ey yoksul, her an sana bir tufandır, bir
gemidir. Seni gama neşeye ulaştırır durur. Gemiyle denizi görmüyorsan
bütün cüzilerindeki şu titreyişi, şu kaynaşmayı gör. Gözler, korkunun
aslını görmediğinden çeşit çeşit hayallerden korkar insan.
Sarhoş bir herif, körün birine bir yumruk
indirir. Kör sanır ki kendisini deve tepti. Çünkü o sırada deve sesini
duymuştur. Körün aynası kulaktır, göz değil. Derken yine hayır, bu bir
taş olacak. Belki şu çınlayıp duran kubbeden geldi der. Bu da değil, o
da değil, öbürü de değil. Bunları o korkuyu yaratan gösterir. Korku ve
titreyiş, mutlaka başkasındandır. Hiçbir kimse kendisinden korkar mı?
O filozofcuk, korkuya vehim der. O, bu dersi eğri anlamıştır.
Hakikati olmayan vehim olur mu hiç? Hiç gönül
doğru olmayan bir yere akar mı? Yalancı, doğru olmasa bir yalan
kıvırabilir mi? İki alemde de bir yalan doğrudan meydana gelir.
Doğrunun revacına, parlaklığına bakar da yalancı o ümitle yalan
söyler.
Ey yalancı, bu yalanın da doğru yüzünden
geçmede. Nimete şükret de doğruyu inkar etme. Filozofluk taslayandan
mı söyleyeyim, onun sevdasından mı bahsedeyim? Yoksa Tanrının
gemilerini denizlerini mi anlatayım?
Hadi onun gemilerinden bahsedeyim. Çünkü o
bahis, gönle öğüt verir. Külden bahsedeyim. Çünkü cüz, küllün
içindedir. Her vesileyi Nuh ve kaptan bil, bu halkın sohbetini de
tufan say. Aslandan ve erkek ejderhadan az kaç da aşinalarından,
akrabalarından daha fazla sakın. Onlar seninle buluşup ömrünü ziyan
ederler. Onları anma, gayb aleminden elde ettiğin mahsulü bitirir.
Susuz eşek gibi her birinin hayali, beden
kabından düşünce şerbetini emer, sömürür. O kovucuların hayali,
abıhayattan elde ettiğin çiğ tanesini emiverir. Daldan suyun
çekilmesine alamet, o dalın kupkuru kalması, oynamamasıdır.
Her uzuv taze dala benzer. Ne yana çekersen
eğilir. Dilersen ondan sepet, hatta çember bile yaparsın. Fakat suyu
çekildi mi, kökünden su almaz oldu, kurudu mu dilediğin gibi bükülmez.
Kuran’dan “Namaza kalksalar da üşenerek
kalkarlar” ayetini okusana. Dal kökünden meme emmiyor ki. Bu alamet,
taş gibidir. Kısa keseyim de yoksulu, definesini onun hallerini
söyleyeyim. Her fidanı yakan ateşi gördün ya. Hayali yakan can ateşini
de seyret. Candan böyle bir ateş yalımlandı mı ne hayale aman vardır
ne hakikate.
O, her aslanın, her tilkinin düşmanıdır. “her
şey helak olur, ancak onun hakikati bakidir.” Onun hakikatine var,
varlığından vazgeç. “Bismi” deki elif gibi kelimede kaybol. O elif,
Bismi’de gizlenmiştir. O, hem Bismi’de vardır, hem yoktur. Böyle
ulanmak için hazfedildi mi kelimede yok olur. O, ulanma içindir, be
harfiyle sin harfi, onunla birbirine ulanmıştır. Fakat be harfiyle sin
harfinin ulanması, elifin bulanmasına razı olmaz.
Bu ulanmada, bu buluşmada bir harf bile
sığmazsa artık sözü kısa kesmem lazım benim. Bir harf bile sin’le
be’yi ayırıyor. Burada susmak, ne lüzumlu bir şey. Elif, varlığından
yok olmuştur ama o harfi olmaksızın da be’yle sin, elifi söyler durur.
“Sen atmadın attığın vakit o attı” ayeti
Peygamberin varlığı olmadan inmiştir. Peygamber de kendi varlığından
geçmiş, susmuş, Tanrı diliyle söylemeye koyulmuştur da ondan sonra
“Allah dedi” demiştir. İlaç, ilaç olarak kaldıkça tesirsizdir. Fakat
içildi, yendi de varlığından geçti mi tesir eder.
Ormanlar kalem olsa, denizler mürekkep olsa
yine Mesnevinin biteceğini umma. Toprak oldukça ve kerpiç dökücü,
toprağı karıp dört sopadan meydana gelen kalıba döktükçe bu kitabın
şiiri de uzar gider.
Hatta toprak kalmasa, yapılan kerpiç kurusa
yine onun denizi coşar, köpürür... Köpüklerden toprak düzer. Orman
kalmasa, ağaçlar tükense ormanlık, bu sefer denizin içinden biter, baş
gösterir. Onun için sıkıntıları gideren o zat, “Bizim denizimizden
zuhur eden sözleri rivayet edin. Bu hususta size bir teklif yoktur”
dedi.
Denizden dön, yüzünü karaya ko. Oyundan
oyuncaktan bahset, çocuğa bu daha iyi. Çocukluğunda oyunla oynarsa da
yavaş yavaş akıl denizine aşina olur, o denize dalar yüzer. Çocuk,
oyunla akıllanır, oynaya oynaya aklı başına gelir onun. Oyun,
görünüşte akla uymaz ama iş böyledir işte. Deli çocuk, oyun oynar mı?
Cüzü lazım ki külle dönsün.
İşte o yoksulun hayali, riyasız olarak gel,
gel demekle beni aciz bıraktı. Onun sesini sen duymazsın ama ben
duyarım. Çünkü gizlilik aleminde onun sırdaşıyım ben.
Onu define arıyor sanma. Define kendisi.
Dost, manada dosttan başka bir şey olabilir mi? Her lahza o, kendisine
secde etmede. Yüzünü görmek için önüne bir ayna koymuş secde ediyor.
Aynada hakikati bir habbecik görseydi ondan bir hayalden başka bir şey
kalmazdı.
Hayalleri de yok olurdu, kendisi de. Bilgisi,
bilgisizlikte mahvolmak olurdu. Bizim bilgisizliğimizden başka bir
bilgi, şüphe yok ki benim diye baş gösterirdi.
Adem’e secde edin diye ses gelip durmada.
Adem’seniz bir an olsun kendinizi görün. Bu ses meleklerin gözünden
şaşılığı giderdi de yeryüzü, onlarca lacivert gökyüzünün aynı oldu.
Tanrıdan başka tapacak yoktur dedi, tapacak
yalnız Tanrıdır demekle ondan başka varlık yoktur demiş oldu ve birlik
açıldı. O dostun, o doğru yolu bulmuş sevgilinin kulağımızı çekme
zamanı geldi.
Kulağımızı tutup çeşmeye götürerek ağzını
burada, bu suyla yıka, halktan gizlediğin şeyleri söyleme demesinin
tan vakti. Fakat söylesen de o meydana çıkmaz ki. Yalnız sen açmayı
kastetmekle suçlu olursun, o kadar.
Fakat ben, onların etrafında dönüp duruyorum
işte. Bunu söyleyen de benim dinleyen de. Yoksulun ve definenin
suretini söyle. Bunlar, eziyet çekenlerdir, o eziyeti anlat bakalım.
Rahmet çeşmesi, onlara haram oldu. Öldürücü
zehri kadeh kadeh içiyorlar. Eteklerine toprak doldurmuşlar, şu
kaynakları doldurmaya geliyorlar. Denizden yardım gören bu kaynak, şu
iyi kötü bir avuç toprağın çalışıp çabalaması ile dolar mı hiç?
Fakat sizi bıraktım, size karşı kurudum,
ebediyen de akmayacağım der. Halk, iştah bakımından ters tabiatlıdır.
Öyleleri vardır ki suyu bırakır, içmez de toprak yer. Halk
peygamberlerin tabiatlarına zıttır, tutar ejderhaya dayanır. Göze
mühür vurmasını, gözü kapatmasını bildin, fakat neden göz yumdun, bunu
da bildin mi?
Gözü yumdun da onun yerine şu gözlerini neye
açtın? Bir bir, bil ki kapadığın gözün yerine gelen kötü gözlerdir
onlar. Fakat inayet güneşi parlayıp doğmuş, ümidini kesenlere
lütfetmiştir. Rahmetiyle görülmemiş bir tavla oyununa girişir. Küfrün
ta kendisini tövbe haline kor.
O cömert Tanrı halkın bu bahtsızlığını görüp
iki yüz tane sevgi çemberi akıtmıştır. O, koncaya dikenden sermaye
verir, dikenden gonca bitirir. Yılan boynuzu ile yılanı süsler, bezer.
Gece karanlığından gündüzü çıkarır. Yoksulun elinden zenginlik izhar
eder. Halil’e kumu un yapar, Davut’a dağı enis kılar.
O karanlık bulutların altındaki dağ, olanca
vahşetiyle beraber ağız açar, zir ve bem perdelerinden çenk çalar. Ey
halktan nefret eden Davut, kalk. Onları terk ettin, yerine bizi dinle,
beraber çalalım der.
O derviş dedi ki: Ey sırları bilen, bu define
için ömrümü ziyan ettim. Hırs şeytanı, acele ettirdi, bana. Ne
yavaşlığım kaldı, ne tedbirim, ne ihtiyatım. Tencereden bir lokma bile
yemedim. Yalnız avucum siyahlandı, ağzım yandı. Bunu iyice bilmiyorum,
bari bu düğümü bağlayana müracaat ederek çözeyim demedim.
Tanrının sözünü Tanrının sözü ile tefsire
kalkış. Kendine gel de zannına uyup hezeyan etme a pek yüzlü! Düğümü
kim bağladıysa o çözer. Bu nükteleri, bu sırları, yine söyleyen açar.
Sana o çeşit söz, kolay anlaşılır gibi gelir ama Tanrı remizleri kolay
anlaşılır mı hiç?
Adam yarabbi dedi, bu işten tövbe ettim.
Kapıyı sen kapadın, yine sen aç! Duada da bir hünerim yokmuş, yine
başımı hırkaya çekiyor, sana yalvarıyorum. Hüner nerede, ben
neredeyim, doğru bir gönül nerede? Bunların hepside senin aksin, hepsi
de sensin. Her gece rüyada bir tedbire girişmede, bir fikre
düşmedeyim. Suda gark olan gemiye döndüm. Ne ben kalıyorum, ne hünerim
kalıyor. Beden de bir leş gibi bihaber olarak bir tarafa düşüyor.
O yüce padişah, seher çağına kadar her gece
“evet, Rabbiniz değil miyim?” diye sormada. “Evet” diye cevap vermede.
Nerede “Evet, Rabbimizsiniz” diyen? Hepsini de uyku seli aldı götürdü.
Yahut da bir timsah, hepsini paraladı, yedi.
Sabah çağı, karanlıklar kınından parlak
kılıcını çekip de, doğu güneşi, geceyi dürünce bu timsah da
yediklerini kusar. Yunus gibi o timsahın midesinden kurtulur, koku ve
renk alemine yayılırız. Halk, Yunus gibi Tanrıyı tesbih etti, o
karanlıklar aleminde o yüzden rahat kaldı. Her biri seher vakti, gece
balığının karnından çıkınca der ki: Yarabbi, ey kerem sahibi, o
korkunç geceye rahmet definesini gömmüş, ona bunca tat vermişsin.
O üstü pul pul, yol yol olan ve bir timsaha
benzeyen gece, gözlerimizi, kulaklarımızı kuvvetlendiriyor, bedenimiz
rahatlaşıyor. Bundan böyle senin gibi birisi, bizimle beraber olduktan
sonra bize korkunç görünen şeylerden kaçmayız.
Musa, onu ateş gördü ama nurdu. Biz geceyi
bir zenci gibi gördük, halbuki o huridir. Bundan böyle denizi,
çerçöpün örtmemesi için senden bir göz isteyelim. Büyüklerin gözleri
açıldı da ellerini çırpmaya, oynamaya başladılar. Ama bu elle, bu
ayakla değil. Halkın gözünü, ancak sebepler bağlar. Sebepten korkup
titreyen, eshaptan değildir. fakat bizim eshabımız; hakikat ehlidir.
Tanrı, onlara kapı açmış, onları odanın baş köşesine geçirmiştir.
Tanrı eline nispetle müstahak olan da Tanrı azatlısıdır, bağdan
kurtulmuştur, müstahak olmayan da. Yokluk alemindeyken hak mı
kazanmıştık da bu cana ulaştık, bu bilgiyi elde ettik? Ey ağyarı yar
eden, ey dikene gül libası ihsan eyleyen! Toprağımızı ikinci defa
olarak yine süz de hiçbir şey olmayanı yine bir şey haline getir! Bu
duayı da önce sen emrettin, yoksa bir toprak parçasında sana dua
etmeye kudret mi olurdu?
Ey hikmetine hayran olduğumun Tanrısı,
mademki dua etmemizi emrettin, bu emrettiğin duayı sen kabul et.
Geceleyin anlayış ve duygular gemisi kırılır. Ne bir ümit kalır, ne
korku, ne yeis. Tanrım beni rahmet denizine daldırır, bakalım, ne
hünerle doldurup geri gönderecek?
Birisini ululuk nuru ile doldurur, öbürünü
vehimlerle, hayallerle. Kendimde bir rey, bir tedbir olsaydı her
yaptığım, her giriştiğim iş, kendi hükmünce olurdu. Geceleyin aklım,
benim buyruğum olmadan gitmezdi. Kuşlarım, tuzağımda dururdu. Can
duraklarını bilir, uykumda da, uyanıkken de, sınandığım zaman da
onları anlardım. Bu işleri bağlayıp çözmek elimde değil, değil de yine
de bu ululanmam, bu kendimi beğenmem nedir? Gördüğümü görmemiş sandım
da yine dua zembilini kaldırdım.
Ey kerem sahibi, elif gibi hiçbir şeyim
yok... Mimin gözünden daha dar bir gönlüm var ancak. Bu elif, bu mim,
varlığımızın anasıdır. Anamız olan mimin eli dardır, elifse ondan daha
yoksul! Elifin bir şeyi yok demek gaflettir, mim gibi gönlü daralmış
bir hale gelmek akıl alametidir. Kendimden geçtiğim zaman hiçim. Fakat
aklım başıma geldi mi ıstıraplara düşer, kıvranır dururum.
Artık böyle bir hiçe bir şey yükleme. Böyle
kıvrandıran şeye devlet adını takma. Zaten beni iyileştirecek bir
şeyim yok. Bu yüzlerce derde de vehimden uğradım. Hiçbir şeyim yok, o
haldeyim işte. Bana lütfet. Zahmetler çektim, rahatlaştır beni,
rahatımı arttır benim. Göz yaşlarıma gark oldum, üryan bir halde
durmadayım. Senin kapını görecek göz yok bende. Gözsüz kuluna rahmet
et de gözyaşları, şu yazıda bir yeşillik, bir ot bitirsin. Gözyaşım
kalmazsa gözyaşı ihsan et. Peygamberin yaş dökücü gözleri gibi hani. O
bile bunca devletiyle, bunca ululuğuyla, bunca ileri oluşuyla beraber
Tanrı kereminden gözyaşı istedi.
Artık benim gibi eli boş bir kase yalayıcı,
nasıl olur da kanlı gözyaşlarını iplik gibi salmaz? Öyle bir göz bile
gözyaşına meftun olduktan sonra benim göz yaşlarım, yüzlerce ırmak
olmalı.
Onun göz yaşlarının bir katrası, benim iki
yüz ırmağımdan yeğdir. Çünkü o bir katrayla insanlar da kurtuldu,
cinler de. O cennet bahçesi bile yağmur isteyince çorak ve çirkin
toprak nasıl istemez? Kardeş, elini duadan ayırma. Kabul edilmiş,
edilmemiş, bununla ne işin var senin? Ekmek bile bu göz yaşına mani
olursa elini ekmekten yumak gerek. Kendine çeki düzen ver, çevikleş,
yan yakıl da ekmeğini göz yaşlarınla pişir.
O böyle dua edip dururken Tanrıdan ilham
geldi, bu müşküller açıldı.
Dendi ki: Hatif sana yaya bir ok koy, at dedi, yayın zıhını adamakıllı
çek demedi ki.
Yayı iyice ta kulağına kadar çek demedi, bir
ok koy,atıver dedi. Sen, ukalalığından yayı çekmeye okçuluk hünerini
göstermeye kalkıştın. Bu katı yayı bırak da yürü, alelade yaya bir ok
koy, fazla gitmesine savaşma. Düştüğü yeri kaz, defineyi orada bulmaya
çalış, altınları elde et.
Tanrı, şah damarından yakındır insana.
Halbuki sen ok gibi olan düşünceni uzaklara atmadasın. Ey yayı kurup
oku atan! Av yakında, sen uzağa düşmüşsün. Kim daha uzağa ok atarsa
daha uzaktadır. Böyle bir defineden daha uzağa düşer o.
Filozof kendisini düşünceyle öldürdü. Koş de
ona, zaten defineye arkasını çevirmiştir o. Koş de. Ne kadar fazla
koşarsa gönlünün muradından o kadar uzaklaşır.
Padişah, “Bizim için savaşanlar” dedi, bizden
uzaklaşmaya çalışanlar demedi a kararsız adam! Kenan gibi hani. O da
Nuh’dan arlandı da o koca dağın tepesine çımaya kalkıştı. Kurtulmak
için dağa ne kadar koştu, tırmandıysa kurtuluştan o kadar uzaklaştı.
Her sabah, daha katı bir yayla daha uzağa ok
atıp define arayan bu yoksul gibi. Daha katı olan her yayı, eline
aldıkça defineden o derece mahrum olmaktaydı. Bu atalar sözü, alemde
söylenir durur: Şeytanın canı azapta gerek. Çünkü bilgisiz kişi
hocadan utanır, kalkar, gidip yeni bir dükkan açar.
Ustana danışmadan açtığın o dükkan, bil ki
kokmuş bir dükkandır, akreplerle, yılanlarla doludur o suretten ibaret
adam. Çabuk yık bu dükkanı da yeşilliğe, gül fidanlarına, içilecek
suların bulunduğu yere dön.
Kibrinden, işin iç yüzünü bilmediğinden güya
kendisini kurtaracak dağı kurtuluş gemisi yapmaya kalkışan Kenan’a
benzemez. O define arayana da okçuluğu hicap oldu. Halbuki isteği
hazırdı, koynundaydı. Nice bilgi, nice zeka, nice zeka, nice anlayış
vardır ki yolcuya bir gulyabani, bir harami kesilir.
Cennetliklerin çoğu ahmaktır. Bu suretle de
filozofun şerrinden kurtulur onlar. Kendini faziletten de üryan bir
hale getir, saçma şeylerden de... Böylece rahmet, her an sana insin
dursun. Anlayışlı olmak; sınıklığın, niyazın zıddıdır. Anlayışlı
olmayı bırak, ahmaklıkla uzlaşmaya bak. Anlayışı hırs ve tamah tuzağı
bil. Temiz kişinin şeytan gibi akıllı olmakla ne işi var?
Aklı, fikri ileri olanlar, bir sanatla kanaat
ederler. Fakat o kadar ileri anlayışlı olmayanlar sanatı görür,
sanatkarı bulurlar. Ana küçücük yavrusunu gündüzün kucağına alır, ona
el ayak olur, onu her şeyden korur.