Efendisi, Bilal’i
terbiye etmek için diken dalı ile dövmekte o da dikenlere canını feda
etmekteydi. Efendisi neden Ahmed’i anmaktasın diyordu... Sen, kötü bir
kulsun, benim dinimi inkar ediyorsun. Efendisi onu güneş altında
dövmekte, o da “Ahad” diye övünmekteydi.
Derken Sıddıyk, o taraftan
geçti, onun “Ahad” demesini duydu. Gözü doldu gönlü incindi, o “Ahad”
sözünden bir aşina kokusu aldı. Sonra onu tenhaca görüp nasihat verdi,
dedi ki: İnanışını kafirlerden gizli tut. Tanrı gizli şeyleri bilir,
maksadını gizle. Bilal tövbe ettim dedi. Ertesi gün Sıddyk, erkenden
bir iş için oradan geçiyordu. Yine “Ahad” sözüyle dayak sesini duydu.
Gönlü ateşlendi.
Yine nasihat etti, o da tövbe
etti ama aşk gelince tövbesini bozuverdi. Böyle bir hayli tövbe etti,
nihayet tövbeden bezdi. İnanışını açığa vurdu, bedenini belaya attı,
ey Muhammed dedi, ey tövbelere düşman. Bedenim de seninle dolu,
damarım da. Artık bu bedene nasıl olur da tövbe sığar? Bundan böyle
tövbeyi gönülden çıkaracağım. Ebedi hayata nasıl olur da tövbe
edebilirim?
Aşk, kahredicidir, ben de
onun eline düşmüş, kahrolmuş birisiyim. Aşkın coşup köpürmesiyle,
aşkın acılığı ile şeker gibi tatlılaştım. Ey kasırga, senin önünde bir
yaprağım ben, nereye düşeceğimi ne bilirim?
Hilal’sem de koşuşup
duruyorum Bilal’sem de. Senin güneşine uymuşum bir kere. Ayın Bedir
oluş yahut zayıflayıp eriyerek hilal haline gelişle ne işi var? O
güneşin ardına düşmüş gölge gibi koşar durur. kaza ve kadere karşı bir
kararda durmaya kalkışan kendi sakalına güler.
Hem bir saman çöpü rüzgarın
önüne düşmek, hem de bir yerde durmaya kalkışmak. Hem kıyamet, hem de
sonra işe güce kalkmak! Ben aşkın elinde dağarcıktaki kedi gibiyim.
Bir an yukarı çıkmadayım, bir an aşağı düşmede. O, beni başının
üstünde döndürüp durmada. Ne aşağıda kararım var, ne yukarıda. Aşılar
kuvvetli bir selin önüne düşmüşlerdir. Onlar, aşkın takdirine razı
olmuşlardır.
Değirmen taşı gibi durup
dinlenmeden gece gündüz inleyip sızlanarak döner dururlar. Değirmen
taşının dönüp durması, kimse bu ırmak duruyor demesin diye ırmak
arayanlara bir şahit olmuştur. Arktaki suyu görmüyorsan gel de
değirmen taşının dönüşünü gör. Feleğin o dönüp durmadan usandığı, bir
karara bağlandığı yok. Sen de ey gönül, yıldız gibi ol, durup
dinlenmeyi dileme.
Hangi dala el atsan, nereye
ulaşıp yapışsan aşk, o dalı kırar, o şeyi koparır. Kaderin dönüp
duruşunu görmüyorsan unsurların coşuşunu, dönüşünü seyret.
Denizin üstündeki çöplerle
köpüklerin dönüp akışı, şerefli denizin köpürüp coşmasındandır. Başı
dönmüş rüzgarın dönüşünü seyret de onun emrine uymuş olan deniz
dalgalarının coşup köpürüşünü gör. Güneşle ay, iki değirmen öküzüdür.
Dönüp dururlar ve etrafı korurlar. Yıldızlar da konak konak koşarlar.
Her kutlu ve kutsuz şeyin bineği olurlar.
Felekteki yıldızlar, uzak
olduklarından, duyguların da tembel ve gevşek olup iz
izleyemediklerinden onların hakikatini bilmezsin. Bizim göz, kulak ve
akıl yıldızlarımız, gece nerededir, uyanıkken nerede?
Gah kutlulukla, vuslatta,
gönülleri hoş. Gah kutsuzlukla, ayrılıkta kendilerinden geçmişlerdir.
Felekteki ay, böyle dönüp durdukça bazen kapkaranlıktır bir zamanda
apaydınlık. Gah balla süt gibi bahar ve yaz olur, gah, bir ölüm yerine
benzeyen kış, zemheri gelir çatar, karlar yağar.
Külli olan şeyler bile onun
önünde top gibi yuvarlanıp durur, çevganına tabi olur, secde eder. Sen
ey gönül, bu yüz binlerce varlık içinden bir cüzüsün, nasıl olur da
onun hükmüne karşı kararsız bir hale gelmezsin?
Beyin emrindeki ata dön, at
gah ahırda mahpustur, gah gezer dolaşır. Seni de bir mıha bağladı mı
sabret, çözdü mü yürü sıçra. Güneş gökyüzünde eğri büğrü gitti mi yüzü
kararır, Tanrı onu bir tutulmaya uğratır.
Sen de aklını başına devşir
de tutulma yerine düşmemeye savaş, bu suretle de tencere gibi yüzü
kara bir hale gelme. Buluta da öyle yürüme, böyle yürü diye ateşten
kırbaç vururlar. Filan ovaya yağmur yağdır, buraya değil, kulağını aç
diye kulağını bururlar.
Senin aklın, güneşten artık
değildir ya. Nehyedilen fikirde kakılıp kalma. Ey akıl, sen de
dizginini eğriltme de tutulup nursuz bir hale gelmeyesin. Güneşin suçu
az oldu mu az tutulur, yarısını tutulmuş görürsün, yarısını nurlu.
Tanrı, bu suretle seni suçun
ne kadarsa o kadar tutarım. Suça verilen ceza suç miktarıncadır. İster
iyi olsun ister kötü... İster aşikar olsun, ister gizli... Biz her
şeyi duyarız, her şeyi görürüz der.
Babacığım, bundan geç, nevruz
oldu, halk, Tanrı lütfuna ulaştı, herkesin ağzına tat geldi. Yine
ırmağımıza can suyu geldi. Yine padişahımız köyümüze kondu.
Baht salınıp gezmede, eteğini
sürmede, tövbeyi bozma zamanı geldi diye naralar atmadadır. Yine sel
geldi, tövbeyi silip süpürdü. Bekçi uykuya daldı, fırsat vakti gelip
çattı. Her mahmur, şarap içti, sarhoş oldu. Bu gece varımızı, yoğumuzu
rehine koyacağız.
O canlara canlar katan lal
şarapla lal içinde lal olduk, lal içinde lal kesildik. Yine meclis
şenlendi, gönülleri parlattı. Kalk, kem göz değmesin diye mangala çöre
otu at. Güzel sarhoşların naralarını duyuyorum. Camın, ta sonuna kadar
böyle olmayalım işte.
İşte bir Hilal bir Bilal’e
dost oldu. Diken yarası, ona gül ve gülnar kesildi. Beden diken yarası
ile kalbura döndü ama canım, bedenim, devlet gülistanı oldu. Beden, o
kafirin dikeninin zahmı önünde ama canım, Tanrının sarhoşu.
Canıma bir can kokusudur
gelmede, merhametli sevgilimin kokusu erişmede. Mustafa, Miraçtan
geldi, Bilal’ine nu mutlu ne mutlu. Sıddıyk, doğru özlü, doğru sözlü
Bilal’den bu sözleri duyunca tövbesinden el yudu.
Sıddıyk bunun üzerine
Mustafa’nın yanına gelip vefalı Bilal’in halini anlattı. Dedi ki: O
felekleri ölçen çevik ve kutlu kanatlı Bilal, şimdi senin aşkına
düşmüş, senin tuzağına tutulmuştur.
Padişahın doğanı iken o
kuzgunlardan zahmetlere uğramada. O ağır define, pislik içine
gömülmüş. Baykuşlar, doğana sitem etmedeler. Suçsuz olduğu halde
kanatlarını yolmadalar.
Suçu ancak doğan oluşu.
Yusuf’un güzellikten başka ne suçu var ki? Baykuşun yeri yurdu yıkık
yerlerdir. Onun için doğana kafirce kızmadalar. Neden o diyarı
hatırlıyorsun? Neden padişahın köşkünü bileğini anıyorsun? Baykuşların
köyünde gevezelik ediyor, buraya bir kargaşalıktır salıyorsun. Feleğin
üstündeki esir bile, yuvamıza haset ederken sen oraya yıkık yer diyor,
orayı hor görüyorsun.
Deli oldun galiba ki
baykuşların seni padişah ve başbuğ yapmaları hevesine kapıldın. Vehme,
sevdaya kapılıp dönmede, dolaşmada, bu cennete virane adını
takmadasın.
Kötü huylu herif, bu delilik,
bu saçma fikirler, kafadan çıkıncaya kadar kafana vuracağız senin. Bu
sözlerle onu doğruya karşı çarmıha geriyorlar, elbiselerini soyup
çıplak vücudunu diken dallarıyla dövüyorlar. Bedenden yüzlerce kan
ırmağı fışkırmada. Öyle olduğu halde “Ahad” diyerek baş koymada.
Dinini gizle melun
kafirlerden sırrını sakla diye öğütler verdim. Fakat o aşık, kıyamete
ulaşmış... Ona tövbe kapısı kapanmış. Hem aşıklık, hem tövbe, hem de
sabretme imkanı. Bu, pek imkansız bir şeydir canım efendim. Tövbe bir
kurtçağızdır, aşksa bir ejderhaya benzer. Tövbe, halkın sıfatıdır,
aşksa Tanrı sıfatı.
Aşk, kimseye niyazı ve
ihtiyacı olmayan Tanrının vasıflarındandır. Ondan başkasına aşık olma
geçici bir hevestir. Çünkü mecazi aşk, altınlarla bezenmiş bir
güzelliktir. Görünüşü nurdur, fakat içi dumandır. Nur gitti de duman
meydana çıktı mı mecazi aşk, derhal soğur donar. O güzellik aslına
gider, beden kokmuş rüsvay, kötü bir halde kalır.
Ayın nuru da aya döndü mü
duvardaki aksi gider, o duvar simsiyah kesilir. O nakış, o boya gitti
mi su ve toprak kalır. Ay olmayınca o duvar şeytan gibi bir hale
düşer. Kalp altının yüzünden altını gidince, o altın, kendi madenine
dönünce, kepaze bakır, duman gibi kala kalır. Bu yüzden de ona aşık
olanın yüzü kararır.
Gözlülerse altın madenine
aşık olurlar. Aşkları her gün biraz daha artar. Çünkü altın madenine
altınlıkta ortak yoktur. Merhaba ey şüphesiz hilesiz altın madeni. Kim
kalp bir akçayı altın madenine ortak ederse asıl altın, mekansızlık
madenine gitti mi, aşık da ıstırabından ölür, maşuk da. İkisi de adeta
suyu çekilmiş girdaptaki balığa döner.
Tanrıya ait olan aşk, yücelik
güneşidir. Halk da gölge gibi onun nurunun emrindedir. Mustafa, bu
vakayı duyunca hoş bir surette ferahladı, neşelendi Ebubekir’de bu
hali görünce söz söylemeye iştahlandı. Mustafa gibi bir dinleyici
duyunca her kılı, ayrı bir dil oldu.
Mustafa dedi ki: Peki, ne
çaresi var şimdi? Ebubekir ben ona müşteriyim dedi. Efendisi ne
isterse zarara ziyana bakmadan alacağım. Çünkü o yeryüzünde Tanrı
esiri olmuş, Tanrı düşmanlarının hışmına uğramış.
Mustafa dedi ki: Ey devlet
arayan, bu hususta ben de sana ortağım. Vekilim ol, müşteri olup onu
al, yarı parasını ben de sana ortağım. Ebubekir baş üstüne deyip
derhal amansız kafirin evine gitti. Kendi kendine çocukların elindeki
inciyi almak kolaydır diyordu. Yol yanıltan Şeytan, dünya malına
karşılık bu ahmak çocukların aklını, imanını satın alır ya.
Leşe o kadar ziynet verir ki
karşılık olarak onlardan iki yüz tane gül bahçesi satın alır. Büyü
yapar da o kadar ay ışığı gösterir ki aşağılık adamlardan yüzlerce
keseyi kapar.
Peygamberler onlara alışveriş
etmeyi öğrettiler, onların önünde din mumunu yaktılar. Fakat şeytan ve
yol yanıltan büyücü, hileyle, büyüye peygamberleri onlara çirkin
gösterdi. Düşman büyü yaparak karı ile kocayı birbirine çirkin
gösterir, nihayet aralarına ayrılık düşer. Onların gözlerini büyüyle
kapattılar da böyle değerli bir inciyi aşağılık kişiye sattılar.
Bu inci, iki alemde de
üstündür. Gel de hemen şu eşek gibi bir şeyden anlamayan çocuktan
satın al. Eşeğe göre katır bocuğu ile inci birdir. O eşek zaten
inciyle denizin vücudunda şüphe eder. O denizi de inkar eder,
incilerini de. Hiç hayvan, inciyi süsü püsü arar mı? Tanrı, lal ve
inci aramaz. Tanrı onun kafasına böyle bir şey koymamıştır.
Hiç eşeklerde küpe gördün mü?
Eşeğin kulağı da yeşilliktedir aklı da. Vettini suresindeki “İnsanı en
güzel şekilde yarattık” ayetini oku. Ey dost en değerli inci candır.
En güzel şekli olan insan şekli, arştan da üstündür, düşünceye de
sığmaz. Bu paha biçilmez şeyin değerini söylesem ben de yanarım, duyan
da yanar.
Burada artık sus dudağını
yum, eşeğini bu tarafa sürme. Sıddıyk da eşeklerin yanına gitti.
Kapının halkasını dövdü. Kapı açılınca o kafirin evine adeta kendinden
geçmiş bir halde girdi. Kendinden geçmiş sarhoş ve ateşli bir halde
oturdu. Ağzından bir hayli acı sözler çıktı.
Dedi ki: Bu Tanrı dostunu
nasıl dövüyorsun? Ey apaçık düşman bu ne haset? Kendi dininde doğru
isen doğru sözlü bir adama zulmetmeye gönlün nasıl razı oluyor? Ey
kafirlik dininde karı olan, nasıl oluyor da bir şehzadeye karşı böyle
bir zanda bulunuyorsun? Ey ebedi lanete uğramış, ey merdut adam, daima
adamı eğri büğrü gösteren aynaya bakma. O anda Sıddıyk’ın ağzından
çıkan sözleri söylesem elini ayağını kaybedersin. O hikmet kaynakları
cihetsizlik makamından coşmada, dudağından Fırat gibi kaynayıp akmada
idi.
Herhangi bir taştan su
kaynar, akar. Bu su, taşın ne yanından gelir, ne ortasından. Tanrı o
taşı kendisine bir siper yapmıştır. O gök renkli suyu, o taştan akıtıp
durmadadır. Nitekim senin göz kaynağından da nur, hiç eksilmeden akıp
durmadadır. O nur, ne yağdan meydana gelir, ne deriden. Dost,
yaratılışta o gözü, nura bir vesile yapmıştır. Kulak boşluğunda da
çekici bir yel vardır. Söyleyenin yalan olsun doğru olsun sözlerini
duyar anlar.
O küçücük kemikteki yel nasıl
bir yeldir ki söz söyleyenin harfini, sesini alıyor? Kemikle yel ancak
bir vesileden ibarettir. İki alemde de tanrıdan başka kimse yoktur.
Perdesiz olarak duyan da odur söyleyen de. Çünkü “Kulaklar baştan
sayılır.”
Kafir dedi ki: Ey ikramcı
adam, eğer acıyorsan para ver, al onu. Gönlün yanoyorsa onu benden
satın al. Müşkülün parasız hallolmaz. Ebubekir, yüzlerce hizmette
bulunur, Tanrıya karşı da beş yüz kere şükür secdesine kapanırım.
Güzel bir kulum var fakat kafir. Vücudu beyaz ama gönlü kara, gönlü
nurlu kulu ver bana. Birisini gönderip kölesini getirtti, hakikatten o
köle pek güzeldi. Bir derece ki o kafir, hayran oldu, taşa benzeyen
yüreği adeta yerinden oynadı.
Surete tapanların hali budur.
Taş gibi yürekleri, bir suret gördüler mi mum gibi erir. Fakat yine
dayandı, inat etti, bu hiçbir şey değil, bundan başka daha para
vermelisin dedi.
Ebubekir, o kafirin, hırsı
yatışıncaya, gönlü razı oluncaya kadar da para verip Bilal’i satın
aldı. O taş yürekli kafir acıklanarak, eğlenerek, alay ederek bir
kahkaha attı.
Sıddıyk dedi ki: Bu kahkaha
neden? Herif cevap vereceği yerde büsbütün gülmeye kahkahasını
arttırmaya başladı.
Dedi ki: Bu kara köleyi almaya bu kadar düşmesen, bu kadar
sevdalanmasan, ben de ısrar etmezdim , bu verdiğin paranın onda
biriyle almış olurdun. Bence o yarım akça bile etmez. Fakat pahasını
bağıra çağıra sen arttırdın.
Sıddıyk a ahmak diye cevap
verdi, çocuk gibi bir cevize karşılık bir inci verdin. Bence o iki
cihana değer. Ben cana bakıyorum sen renge bakıyorsun. O kızıl altın
fakat şu ahmaklar yurdunda oturanların hasedi yüzünden kara görünmede.
Cisimlerin şu yedi rengini gören baş gözü, bu perde ardından o ruhu
göremez. Eğer satışta biraz daha nekeslik etseydin bütün malımı
mülkümü verirdim. Daha ziyade üstüne düşseydin başkalarından bir etek
dolusu altın borç alır, onu da verirdim. Fakat bedava buldun da ucuz
verdin. Hokkayı açıp da içindeki inciyi görmedin.
Cahilliğinden üstü kapalın
okkayı verdin, yakında görürsün sen ne zarara girdin! Lal dolu hokkayı
yele verdin. Zenci gibi kara yüzlü oluşuna da seviniyorsun. Sonunda
çok eyvah dersin. Hiçbir kimse bahtı, devleti satar mı? Baht sana köle
elbiselerini bürünmüş de gelmişti. Fakat talihsiz gözün, zahirden
başka bir şey görmedi ki. O sana kulluğunu gösterdi, fakat çirkin
huyun onunla hileye düzene girişti.
A herzevekil bu bedeni ak,
gönlü kara köleyi puta taparcasına al bakalım. Bu senin, o da benim.
İkimiz karlıyız a kafir. Senin dinin senin, benimki benim. Puta
tapanların layığı budur zaten. Çulu atlas olur atı sopa. Kafirlerin
mezarı gibi dumanla ateşle doludur içi, fakat dışarısı yüzlerce
nakışla, ziynetle bezenmiştir.
Zalimlerim malları gibi hani.
Dışarıdan güzel görünür ama hakikatte mazlum kanıdır, vebalidir.
Münafık gibi görünüşte orucu, namazı görünür de hakikatte otsuz,
çimensiz kapkara topraktır.
Gar gur edip duran boş buluta
benzer. Ondan ne yeryüzünde bir fayda vardır, ne buğdaya bir kuvvet.
Hileli ve yalan vade gibi hani. Sonu rüsvaylıktır, fakat önü parlak
görünür.
Ondan sonra Bilal’in elini
tuttu, o mihmetin dişlerinde bir hilale dönmüş olan dostun eline
yapıştı, yola düştüler. O bir hilale dönmüş de ağza yol bulmuştu,
tatlı dilli birine gitmekteydi. Zayıf, hasta bir haldeydi. Mustafa’nın
yüzünü görünce sırt üstü düşüp bayıldı.
Uzun müddet kendisinden
geçmiş olarak öyle baygın kaldı. Kendine gelince sevincinden
gözyaşları dökmeye başladı. Mustafa onu kuçakladı. Ona ne bağışladı,
ne ihsanlarda bulundu kim bilir? Sanki bir bakırdı, iksire kavuşmuş.
Sanki bir müflisti, bol bir define elde etmiş.
Perişan balık denize
düşmüştü, yolunu kaybetmiş kervan yol bulmuştu. Peygamberin o anda
söylediği sözler, geceye söylenseydi gecelikten çıkar, sabah gibi
apaydın olurdu. Ben, o sözleri anlatamam ki!
Hamel burcundaki güneş,
otlara ve henüz olmamış hurmalara ne yapar? Bilirsin ya. Arı duru su,
çiçeklerle fidanlara neler söyler? Onu da bilirsin. Tanrının sanatı,
cihanın bütün cüzilerine karşı adeta afsuncuların ağzından çıkan
soluğun, harfin tesirini yapar. Tanrı çekişi, tesir ve sebeplerle
olur. Harfsiz, dudaksız yüzlerce söz söyler Tanrı. Tesir ediş de
kaderden değil midir? Fakat tesiri, akılla anlaşılmaz.
Akıl, asıllarda mukallit
olduğu için bil ki ferilerinde de mukallittir. Akıl peki, ben aslı
bilmede de mukallidim, fer-i bilmede de fakat asıl maksat nedir, diye
sorarsa de ki: Asıl maksat öyle bir şeydir ki sen onu bilemezsin
vesselam.
Peygamber dedi ki: Ey Sıddıyk,
sana demedim mi ki bu ihsanda beni de ortak et. Ebubekir biz dedi
ikimiz de senin kullarınız. Ben, onu senin rızan için azat ettim. Sen
beni kul et,bana dostum de, de senden hiç azatlık istemem. Benim
azatlığım sana kul olmamdır. Sensiz olursam mihnetlere azaplara
uğrarım.
Ey Tanrı seçilmişi, bu
seçilişinle dünyayı dirilttin. Halkın geri kalanlarını ileri götürdün,
hele beni yok mu? Gençliğimde rüya görmüştüm, değirmi güneş, bana
selam vermişti. Beni yerden almış, gökyüzüne çıkarmıştı. Bu yücelişte
ona yoldaş olmuştum. Bu rüya, olmayacak bir şey, malihulyadan ibaret.
Hiç olmayacak şey, benim halime uyar mı?, benim vasfım olur mu?
Demiştim.
Fakat seni görünce kendimi
gördüm. Aferin o güzel aynaya! Seni görünce olmayacak şey, bana hal
oldu. Canım ululuklara daldı. Ey şehirlerin ruhu, seni görünce bu
güneşin sevgisi, harareti, gözümden düştü. Gözüm senin yüzünden yüce
bir himmet sahibi oldu, artık çayırlığa, çimenliğe hor bakıyor, onları
hoş görmüyor.
Nur aradım, kendimi nurun
nuru olarak gördüm. Huri aradım, kendimi hurilerin bile kıskandıkları
derecede güzel buldum. Latif ve gümüş bedenli bir Yusuf aradım, sen de
bir Yusuf’lar yurdu gördüm ben. Cennet peşindeydim, arayıp duruyordum.
Her cüzün, bana bir cennet göründü. Bu övüşte bana nispetledir, yoksa
bu övüş sana bir kınamadır, bir hicivdir. Hani, Tanrı Kelim’i Musa’ya
karşı, o saf çoban, Tanrıyı övüyor. Gel de bitlerini kırayım sana süt
içireyim,çarığını dikeyim, önüne çevireyim diyordu ya. Fakat Tanrı
onun bu sözlerini medih, saydı; sen de merhamet eder, benim sözlerimi
medih sayarsan şaşılmaz. Anlayışlara acı, kusurludur onlar ey
akılların, vehimlerin ötesinde olan Tanrı. Ey aşıklar, eskileri
yenileyen alemden yepyeni bir ikbal, bir devlet erişti.
O alem, öyle bir alemdir ki
biçarelere çareler, arar. Dünyanın yüz binlerce bulunmaz matahı o
alemdedir. Ey kavim, müjdeler olsun, ferahlık vakti geldi, zahmet
devri geçti, ferahlanın ey kavim.
Ey Bilal, bizi ferahlandır
demek için bir güneş, hilalin evine gitti. Ey Bilal, düşman kokusu ile
dudak altından söylediğin sözü minarelere çık da kafirlerin körlüğüne
rağmen bağır.
Müjdeci, her dertlinin
kulağına, kalk ey talihsiz, devlet yolunu tut diye bağırmada. Ey bu
hapiste, şu kokmuş yerde, bitler içinde kalan, kendine gel... kimse
duymasın kurtuldun sus!
Dostum, her kılın dibinden
bir davul sesi gelmede... Neden şimdi susuyorsun? Hasetçi düşman öyle
bir sağır oldu ki bu kadar davul sesine karşı hani, ses nerede ki
diyor. Bak, ne taze diye yüzüne reyhan vuruyorlar da körlüğünden bu
eziyet de nedir ki demekte. Huri, elini sıkar; kör neden beni
incitiyor diye hayretlere düşer, elini çeker. Bedenimi, elimi ne diye
çekiştirip duruyorlar... Ben uyuyorum, bırakın da güzelce dalayım, bir
rüya göreyim der. Rüyada arayıp durduğun burada... gözünü aç, o izi
kutlu ay, önünde! Onun için yücelere daha fazla bela geldi. Çünkü
sevgili, güzellere daha fazla cilvelenir.
Her yolda güzellerle latife
eder, kendisini onlara gösterir, onlarla cilvelenir. Fakat bazen
körleri de bir coşturur. Bir an için kendisini körlere de verir. Bu
yüzden de körlerin mahallesinden bir feryattır kopar.
Bilal’in bazı vasıflarını
duydum. Şimdi de Hial’in zayıflığını dinle. O, yürüyüşte, gidişte
Bilal’den ileriydi; kötü huylarını daha fazla tepelemişti. Senin gibi
ardına ardına gitmez, her an daha ziyade gerilemezdi; senin gibi
mücevheri bırakıp taşa koşmazdı. Hani şunu gibi: Bir adama konuk
geldi. Adam, konuğun yaşını sormaya, ne vakit doğduğunu araştırmaya
koyuldu. Oğul dedi, kaç yaşındasın? Söyle, saklama anlat bakalım.
Konuk on sekiz dedi yahut on yedi, on altı. Yahut da kardeşlik, on
beş!
Ev sahibi hadi bakalım şaşkın
hadi, biraz daha geri geri git de ananın rahmine gir!
Birisi bir beyden at istedi.
Bey, yürü dedi, o güzel atı al. Adam, ben onu istemem deyince neden
dedi. Adam dedi ki: Pek huylu geri geri gidiyor. Boyuna gerisin geri
gitmede. Bey dedi ki: Sen de kuyruğunu eve çevir.
Senin nefis atının kuyruğu da
şehvettir. Bu sebepten o kendisine tapan geri geri gider. Şehvet, sana
aslından kuyruk olduysa o şehveti çek çevir, ahirete şehvetlen.
Şehvetini yemeden içmeden kestin mi şehvet yüce akıl cihetine düşer,
oradan baş gösterir. Hani bir ağacın kötü dallarını budarsın da iyi
dallarından dal budak verir, o dallar kuvvetlenir ya.
Kuyruğunu o tarafa çevirdin
mi geri geri gitse bile sığınılacak yere kadar varır, dayanır. Ne
mutludur binicisine râm olan ve doğru giden atlar. Onlar, ne geri
giderler, ne huysuzluk ederler. Tanrı Kelim’i Musa gibi hızlı hızlı
gider, bir kilim gibi Bahreyn’e kadar varır, yayılır.
Musa’nın gittiği yol, tam
yedi yüz yıllık yoldu, o sevda ile bu kadar uzun yolu aştı.
Bedenindeki gidiş gayreti bu kadardı. Canındaki gayretse ta İlliyn’e
değdi. İyi biniciler, birbirlerini geçmek için atlarını sürdüler.
Karınları şiş battallarsa ahırda kala kaldılar.
Hani bir kervan bir köye
gelip çatmış, orada açık bir kapı görmüştü. Kervan halkından biri bu
kocakarı soğuğunda eşyamızı buraya atalım, birkaç gün burada kalalım
dedi.
İçeriden bir ses geldi: Hayır
neyiniz varsa önce dışarıya bırakın da ondan sonra içeri girin.
Atılması gereken ne varsa dışarıya at da öyle gel. Onlarla içeriye
girmeye kalkışma ki bu meclis pek yüce bir meclistir.
Hilal, gönlü üstat, ruhu
aydın bir zattı. İnanmış bir adamın kuluydu, ona seyislik etmekteydi.
Ahırda seyislik ediyordu, ay, kuldu, köleydi ama hakikatte padişahlar
padişahıydı. Beyin, kölesinden haberi bile yoktur. Çünkü ona ancak
şeytanın Adem’e baktığı gibi bakıyordu.
Ancak su ve toprak görüyordu,
ondaki defineden haberi yoktu. Beş duyguyla altı ciheti görüyordu, beş
duygunun aslını değil. Toprağın rengi meydandaydı, din nuru
görünmüyordu. Her peygamber alemde böyleydi.
Birisi minareyi görür,
minaredeki kuşu göremez. Minaredeki hünerli doğanı gözü alamaz.
İkincisi kanatlarını çırpan kuşu görür, fakat kuşun ağzındaki tüyü
göremez. Tanrı nuru ile bakansa hem kuşu görür, hem ağzındaki tüyü.
Öbürüne der ki: Tüyü gör
tüyü. Tüyü göremedikçe düğüm açılmaz. Birisi insanı nakışlarla
bezenmiş balçıktan bir suret görür öbürü ilim ve amelle dolu bir
balçık.
Beden minaredir,
ilim ve ibadet kuşa benzer, onu ister üç yüz tane say ister iki tane.
Orta görüşlü adam, yalnız kuşu görür, kuştan başka önde, artta hiçbir
şey göremez. Tüyse, kuşta gizli olan tüydür, kuşun canı onunla
kaimdir. Gagasında tüy bulunan kuşun işi, hiç eğreti olmaz. Onun
bilgisi daima canından coşar.