Hilal kazara
hastalandı, zayıflamaya, erimeye başladı. Mustafa, vahiyle onun halini
anladı. Efendisi, onu, pek hor gördüğünden hastalığından da haberdar
olmadı.
O ihsan sahibi ahırda tam
dokuz gün yattı. Hiç kimse halini bilmiyordu. Er olan, erlere
padişahlar padişahı kesilen, kendisini yüzlerce akıl, bir deniz gibi
kaplayan, peygambere vahiy geldi. Tanrı merhameti dertlilere derman
oldu, iştiyakını çeken Hilal hastadır.
Mustafa kadri yüce Hilal’i
görmek, ona geçmiş olsun deyip hatırını sormak için o tarafa doğru
yola çıktı.
O ay, vahiy güneşinin ardına
düşmüş, sahabe de yıldızlar gibi onun ardınca gitmedeydi. Ay “Sahabem
yıldızlara benzer. İyilere doğru yolu gösterirler, azgınları
taşlarlar” diyordu.
Beye o padişah geldi dediler
neşesinden çılgın bir halde yerinden sıçradı. O padişahlar padişahını
kendisi için gelmiş sanıp sevinçten ellerini çırptı. Aşağıya inip
muştucuya canlar saçıyordu adeta. Yeri öptü, selam verdi. Yüzü,
sevincinden gül gibi kızarmıştı.
Buyurun dedi yurdumuzu
şereflendirin de burası cennete dönsün. Evim, gökyüzünden üstün olsun,
çünkü zamanın kutbunu gördüm. O hürmete değer sultan, onu azarlar gibi
dedi ki: Ben seni görmeye gelmedim. bey, ruhum sana feda olsun dedi,
hatta ruh da nedir ki? Lütuf et, bu geliş kimin için? Söyle. Söyle de
senin lütuf ve ihsan bağına dikilmiş bir fidan olan o zatın ayaklarına
toprak olayım.
Mustafa, arşın Hilal’i
nerede? Tevazuundan ay ışığı gibi yerlere döşenen. Kullukta, gizlenen
padişah, o sırları duymak için dünyaya gelmiş er nerede? O bizim
kulumuz seyisimiz deme. Şunu bil ki define yıkık yerlerdedir.
Binlerce dolunay ayaklarının
altına döşenmiş olan Hilal, hastalıkla ne alemde acaba? Dedi. Bey,
hastalığından haberim yok ama dedi, birkaç gündür yanıma gelmedi. O,
atlarla katırlarla düşer kalkar, seyis olduğu için şu ahırda yatar.
Peygamber Hilal’i görmek
üzere ahıra girdi araştırmaya başladı. Ahır karanlık, pis ve berbattı.
Fakat ülfet zamanı gelip çatınca bu kötülüklerin hepsi ortadan kalktı.
O erkek aslan, Yusuf’un
kokusunu alan Yakup gibi Peygamberin kokusunu aldı. Mucizeler, imana
sebep olmaz, sıfatları çeken cinsiyet kokusudur. Mucizeler düşmanı
kahretmek içindir. Halbuki cinsiyet kokusu, gönül almaya insanı aşık
etmeye sebep olur. Mucizeler, düşmanı kahreder ama dostu değil. Hiç
dostun boynu ağlar mı?
Hilal uykudayken Peygamberin
kokusunu aldı, bu gübrelik içindeki şu güzel koku nedir ki? Dedi.
Derken atların katırların ayakları arasında o eşi olmayan Peygamberin
tertemiz eteğini gördü. Sürüne sürüne ahırın bucağından gelip o erin
ayağına yüzünü gözünü sürdü. Peygamber yüzünü yüzüne sürdü. Başını
yüzünü gözünü öptü.
Rabbim dedi, sen ne gizli
mücevhersin. Ey arş garibi, nasılsın iyi misin?
Hilal dedi ki: Uykusu
dağılmış bir aşığın ağzına gün doğarsa ne hale gelir? Toprak çiğneyen
bir susuzu su, güzel bir halde başı üstünde taşırsa nasıl olur?
İsa gibi hani. Irmak onu baş
üstünde tutardı; abıhayat içinde gark olmadan emindi.
Ahmed dedi ki: Eğer yakıyni
fazla olsaydı hava ona binek olurdu. Benim gibi... Ben de havaya
bindim, miraç gecesi hava üstünde yürüdüm.
Hilal dedi ki: Kör ve pis bir
köpek, uykudan sıçrayıp kalkar da kendisini aslan olmuş görünce ne
hale gelir? Fakat okla vurulan aslan gibi bir aslan değil, korkusundan
kılıçların temrenlerin kırıldığı bir aslan. Yılan gibi karnı üstünde
sürünüp giden bir körün gözü açılır, bağı baharı görürse ne olur?
Mahiyet ve keyfiyetten kurtulan, keyfiyetsizliğin ebedi hayat yurduna
ulaşan birisi nasıl olur?
Mekansızlık yurduna mahiyet
ve keyfiyet bağışlayan bir hale gelir, bütün keyfiyet ve mahiyetler,
köpekler gibi sofranın etrafına toplanırsa, keyfiyetsizlik aleminden
onlara kemik verirse ne olur? Cenabetken sus bu sureyi okuma.
Keyfiyetten gusül edip, tamamı ile yıkanıp arınmadıkça sen bu musafa
dokunma oğlum.
Fakat ey padişahlar, pis
olayım, temiz olayım, alemde bunu okumayayım da neyi okuyayım? Sen
bana sevaba girmem için diyorsun ki yıkanıp arınmadan su havuzuna
girme. Fakat havuzun dışında topraktan başka bir şey yok. Havuza
girmeyen temizlenemiyor. Suyun bu lütuf ve keremi olmasa, her
pislikleri kabul edip temizlemese, vay ona iştiyak çekenlere, vay ona
ümit bağlayanlara, vay onların ebedi hasretine!
Suyun yüzlerce lütfu vardır,
yüzlerce ihsanı vardır. Pislikleri kabul eder vesselam. Ey hak ziyası
Hüsamettin, nur seni kötü kuşlardan korur, gözetip bekler. Ey
yarasalardan gizli olan güneş, Tanrı nuru ve onun yücelişi, senin
gözcün bekçindir. Güneşin yüzündeki perde, ancak parlaklığının
fazlalığı ve ışığının keskin ve şiddetli oluşudur. Güneşin perdesi de
Tanrı nurudur. Ondan nasipsiz olan yarasadır gecedir. Her ikisi de
güneşten uzakta ve perde ardında kaldığından ya yüzleri kararmıştır,
yahut da donup kalmışlardır.
Hilal’e ait hikayenin bir
kısmını yazdım. Şimdi de dolunaya ait hikayeyi dile getir.
Hilal’le dolunay birdir.
İkilikten, noksandan, gidilmeden uzaktır onlar. Hilal hakikatte noksan
kabul etmez, görünüşteki noksan, yavaş yavaş dolunay haline
gelmek,kemal bulmaktır.
Geceleyin geceye yavaşlık
hususunda ders verir. Sıkıntının yavaş yavaş açılacağını gösterir.
Yavaşlıkla ey ham aceleci der, dama dayanan merdivenden basamak
basamak çıkılır. Tencereye yavaş ve ustaca kayna, delice kaynayan
yemekten hayır gelmez der. Tanrı, alemi bir kere Kün demekle yaratmaya
kadir mi değildi? Bunda şüphe mi var? Peki neden bu yaratış altı gün
sürdü, her gün de tam bin yıl kadardı. Neden çocuk dokuz ayda
yaratılmada? Çünkü padişahların adeti bir şeyi yavaşlıkla yapmaktır.
Neden Adem’in yaratılışı kırk
sabah sürdü, yavaş yavaş o balçığı insan haline getirdi? Tanrı, senin
gibi aceleci değildir a ham adam. Sen, şimdi sıçrayıp koştun; çocuk
olduğun halde kendini şeyh göstermedesin. Kabak gibi her şeyin üstüne
çıktın. Nerede sen de savaşta direnecek ayak? Ağaçlara duvarlara
dayandın, kabak gibi yukarı çıktın a kelceğiz.
Önce bineğin, usul boylu
selvidir ama sonunda kupkuru, içi boş bir hale gelirdin. A su kabağı,
yeşil rengin tez sararır, çünkü o renk iğreti bir boyadır, aslında yok
ki.