Zengin bir adamın
Hintli bir kölesi vardı. Onu beslemiş, büyütmüş, adeta ölüyken
diriltmişti. Bilgi ve edep belletmiş, gönlünde hüner ışığını yakmıştı.
Çocukluğundan beri nazla yetiştirilmiş, o
iyilikçi adam, onu lütuf kucağında büyütmüştü. Bu zengin adamında
güzel, gümüş bedenli, yaradılışı ahlakı hoş bir kızı vardı.
Kız, evlenme çağına girince kızı
isteyenler, ona ağır nikah parası vermeye başladılar. Her ulu adamdan
kız istemeye bir görücü geliyordu. Adam, malın sebatı yoktur, gece
gelir, gündüz dağılıverir. Güzelliğin de değeri yoktur. Bir diken
yarası ile renk solup sararıverir. Büyük bir adamın oğlu olmak da bir
şey değil. Bu çeşit gençler mala mülke gururlanır. Nice büyük
adamların oğulları vardır ki kötülükte bulunur, yaptığı kötü iş
yüzünden babasına bir ar olur. Hünerli bilgili kişi iyidir ama
İblisten ibret al ona da az tap.
Onun bilgisi vardı ama din aşkı yoktu, bu
yüzden Adem’in yalnız topraktan yaratılan suretini gördü.
Ey emin kişi, bilgi de ne kadar ileri
gidersen git onunla gaybı gören gözün açılmaz ki! Can gözü açık
olmayan, sakaldan, sarıktan başka bir şey görmez, adamın ileri yahut
geri oluşunu onu tarif edenden öğrenir.
Ey arif, sen, birsini anlamak için onu
bilen, söyleyip tarif eden kişiye müracaat etmezsin. Çünkü sen,
doğmuş, parıl, parıl parlamakta olan bir nursun. Senin takvan, dinin
var, iyi işler işlersin, öyle ki alem onlarla düzelir, kurtuluşa ere.
Kendine öyle temiz ve iyi bir damak seçti
ki bütün halkın övündüğü kişiydi o. Kadınlar onun malı yok, mülkü yok,
ululuğu yok, güzel değil, başına buyruk değil dediler.
Adam dedi ki: Onlar dine, zahitliğe uymuş
adamlar. O da yeryüzünde altını olmayan bir define. Hasılı armağanlar
sunuldu, nişan yapıldı, kumaşlar gönderildi, kızın verileceği ortalığa
yayıldı.
Evde küçük bir köle vardı. Bu sıralarda
hastalandı, yanıp yakılmaya, eriyip solmaya başladı. Hummaya tutulmuş
bir hasta gibi eriyordu. Hekim, hastalığını anlayamadı.
Akıl diyordu ki: Onun illeti, gönül
illeti. Beden ilacı gönlüne tesir etmez ki. Bu sevda yüzünden
köleciğin gönlü yaralıydı ama derdini kimseciklere söyleyemiyordu.
Bir gece zengin adam karısına dedi ki:
Kimseye duyurmadan, gizlice onun halini sor soruştur bakalım. Sen onun
anası sayılırsın. Derdini sana açar elbette. Kadın, bu sözü kulağına
koyunca ertesi gün kölenin yanına gitti. Yüzlerce nazla muhabbetle
başını karıştırmaya, saçlarını taramaya başladı. Şefkatli analar gibi
onu yumuşattı, nihayet söyletmeye muvaffak oldu.
Köle dedi ki: Senden bunu mu umardım ben
kızını inatçı bir yabancıya veresin. Bizim efendimizin kızı olsun, biz
de ona aşık olalım da o başkasına varsın? Yazık değil mi?
Kadın bu söze öyle kızdı ki onu dövüp
damdan aşağıya atmak istedi. O kim oluyor diyordu, bir kahpenin Hintli
bir oğlu. Nasıl oluyor da bir efendinin kızına tamah ediyor? Fakat
bunları içinden söylemekle beraber sabretmek daha doğru deyip kendini
tuttu. Kocasına, dinle şu şaşılacak şeyi dedi.
Biz onu güvenilir bir adam sanıyorduk,
umarmıydık böyle bir çalıkuşunun hain çıkacağını?
Efendi dedi ki: Sabret. Ona de ki: Kızı
ona vermez sana veririz. Bu suretle belki gönlündeki sevdayı
çıkarırız. Sen hele bir hoşça bak, ben nasıl onu bu işten vazgeçiririm?
Sen gönlünü hoş tut iyice bil ki kızımız hakikatten de senin eşindir.
A güzel müşteri, evvelce bunu bilmiyorduk, mademki bildik, elbette
kızımıza daha layıksın sen. Ateşimiz kendi mangalımızda; Leyla, bizim
Leyla’mız, Mecnunumuzda sensin, de. İyice bir hayale bir düşünceye
düşsün. İyi düşünce insanı semirtir.
İnsan kulağından gelişir, duya duya
canlanır. Hayvansa boğazından yemesinden, içmesinden gelişir.
Kadın, “Böyle bir arlanılacak sözü ağzın
nasıl varır da söyler? Onun için böyle bir abes sözü nasıl
geveleyebilirim? Gebersin o şeytan huylu hain” dedi.
Adam, hayır dedi, korkma. Sen böyle söyle
de onun hastalığı geçsin, bu lütuf yüzünden iyileşsin. Ondan sonra
sevgilim onun derdini gidermeyi bana bırak sen. Yalnız o ince eleyip
sık dokuyan bir kere iyileşsin.
Kadın o hasta köleye böyle söyleyince köle
ferahladı, öyle kabardı o köle ki adeta yeryüzüne sığamaz oldu.
Semirdi, gelişti, benzine kan geldi, kırmızı güle döndü, binlerce
şükürler etti. Bazen de hanımcığım diyordu sakın bu bir düzen olmasın!
Efendi, Ferec’i evlendiriyorum diye davet yaptı, eşini dostunu
çağırdı. Gelenler de “Ferec, kutlu olsun” diye onu kandırmaktaydılar.
Ferec, bu sözleri duyunca artık kızı alacağına iyice inandı. Büsbütün
iyileşti, hastalığı kökünden geçti gitti. Ondan sonra gerdek gecesi
bir oğlanı kadın kılığına soktular. Elini, bileğini gelinler gibi
kınaladılar. Adeta ona tavuk gösterip horoz verdiler.
Başını bağladılar, gelinler gibi elbiseler
giydirdiler, gürbüz oğlanı kadın kıyafetine sokup koyverdiler. Efendi
halvet zamanı derhal mumu üfledi. Hintli köle öyle güçlü kuvvetli bir
oğlanla yalnız kaldı. Oğlan, köleye saldırınca Hintlicik, feryada
başladı ama dışarıdaki def gürültüsünden sesini kimse duymuyordu ki.
Def çalması, el çırpması, kadın ve erkeğin
naraları, onun sesini boğuyordu. Oğlan, sabaha kadar o Hintli
köleceğizi berbat edip durdu. Köle, adeta köpeğin önündeki un
torbasına döndü. Sabahleyin tas ve büyük bir bohça getirdiler. Ferec
damatlar gibi güvey hamamına gitti. Gitti ama bitkin bir haldeydi.
Ardı, külahçıların yırtık peştamalına dönmüştü.
Zavallı hamamdan dönünce efendinin kızı,
gelin gibi odaya geçip oturdu. Anası, köle kızı gündüzün sınamaya
kalkmasın diye oracıkta beklemekteydi.
Köle, bir müddet kinle kıza baktı da sonra
ellerini on parmağını da ona doğru sallayıp dedi ki: Dilerim kimse
seninle buluşmasın, senin gibi kötü ve pis bir geline düşmesin.
Gündüzün yüzün, kadınlar gibi ter-ü taze, geceleyin çirkin aletin,
eşek aletinden beter.
İşte bu alemin bütün nimetleri, uzaktan
pek hoştur ama yaklaştı mı sınamadan ibarettir. Uzaktan su görünür
yanına vardın mı görürsün ki serapmış. O kokmuş bir kocakarıdır ama
çok cilvelidir, kendisini yeni bir gelin gibi gösterir.
Sakın onun yüzündeki boyaya aldanma; aman,
onun zehirle karışık şerbetini tatmaya kalkışma.
Sabret, sabır sıkıntının anahtarıdır;
sabret de Ferec gibi yüzlerce zahmete mihnete düşme. Tanesi
meydandadır da tuzağı gizlidir. Önce onun sana nimet verişi hoş
görünür ama sonu öyle değil.
Ona ulaştın mı eyvahlar olsun sana.
Nedamete düşer, ne kadar zarı zarı ağlarsın. Fakat beylik, vezirlik ve
padişahlık adı, hakikatte ölümdür, derttir, can vermedir.
Kul ol da yeryüzünde at gibi yürü. Cenaze
gibi kimsenin boynuna binme. Tanrı nimetine küfranda bulunan, ister ki
herkes, kendisini yüklesin de ölüyü mezara götürür gibi götürsünler.
Rüyada kimi tabuta binmiş, görülüyor görürsen yüce mertebeli büyük
mevkili bir adam olur.
Çünkü o tabut halkın boynuna bir yüktür.
Bu büyükler de halkın boynuna yük koyarlar, yük olurlar. Yükünü
herkese yükleme, kendine yükle. Baş olmayı az iste yoksulluk daha
iyidir. Halkın boynuna binme de ayaklarına nikris illeti gelmesin.
Sonunda iki elinle bu biniciliğin alnını
karışlarsın, fakat şimdi bir şehre benzemedesin. Şehre benziyorsun ama
hakikatte bir yıkık köysün sen! Şimdi bir şehir görünürken varlığından
bez de pılını pırtını yıkık yerde çözme. Şimdi yüzlerce bağa, bahçeye
sahipken vazgeç varlıktan da aciz ve yıkık yere tapar bir hale
gelmeyesin.
Peygamber Tanrıdan cenneti istiyorsan
kimseden bir şey isteme. Kimseden bir şey istemezsen ben kefilim,
cennete de girersin, Tanrıya da ulaşırsın dedi.
Bunu duyan sahabe de şu kefillik yüzünden
öyle ayarı tam bir hale geldi ki bir gün ata binmiş, bir yere
gidiyordu. Elinden kamçısı düştü. Attan inip kendisi aldı, kimseden
istemedi. Çünkü Tanrı, bir şey verdi mi iyidir, kimseye kötü bir şey
vermez. O, bilir ve adamın dileğini insan istemeden verir.
Fakat Tanrı emri ile dilersen caizdir.
Çünkü o çeşit istek, peygamberlerin yoludur. Sevgili emredince kötü
kalmaz. Küfür onun için olursa iman kesilir. Onun emri ile olan
kötülük, bütün alem iyiliklerinden üstündür.
Sedefin kabuğu paralanırsa ilenme, onda
yüz binlerce inci vardır. Bu sözün sonu gelmez, dön de padişaha gel.
Doğan kuşuna benze. Halis altın gibi dükkana çık da ilenmeden
kınanmadan kurtul. Bir suret, gönle girdi mi insan, sonunda nedamete
düşer, o suretten bezer. Sonunda herkes, kapıldığı suretten tövbe
eder, fakat yine unutuş gelir, onu o yana çeker. Pervane gibi uzaktan
o ateşi nur görür, yükünü o tarafa çeker. Fakat geldi mi kanadı yanıp
kaçar. Kaçar ama çocuklar gibi yine gelir, yaraya tuz eker.
Yine zanna tamaha düşer, derhal kendisini
o ateşe atar. Yine yanar, sıçrar. Fakat yine gönlündeki hırs,
kendisine yandığını unutturur, sarhoş eder.
Hintli köle gibi bezdi de o işten vazgeçti
mi işte o zaman yanmaktan kurtulur. Ey geceleri aydınlatan ay gibi
yüzü parlak güzel, ey konuşup görüşmesine aldananı yakan yalancı, der.
Fakat yine tövbe ve sızlanma, hatırından
çıkar. Çünkü Tanrı, yalancıların düzenini zayıf bir hale getirir,
bozar gider. Onlar savaş ateşini yaktılar mı Tanrı, onların ateşini
tamamı ile söndürür.
İnsan azmeder der ki: Gönül, orada durma.
Fakat yine unutur, çünkü azim ehli değildir ki. Doğruluk tohumunu
ekmemiş olduğundan Tanrı, ona o unutkanlığı verir. Gönül çakmağını
çakmak ister ama Tanrı, o kıvılcımı söndürüverir.
Bir adam, geceleyin bir ayak pıtırtısı
işitti. Mumu yakmak için çakmağı kavradı. Hırsız gelip adamın önüne
oturdu, kav ateş aldıkça söndürmeye başladı. Kav ateş almasın diye
boyuna kavı, yandıkça parmağı ile söndürüyordu.
Adam, kavı kendi kendine sönüyor sanmakta,
hırsızın söndürdüğünü görmemekteydi. Tuhaf şey dedi, bu kav, ıslak
olmalı ki ateşlenirken hemen sönmede.
Pek karanlık olduğundan önünde oturan ve
ateşi söndüren hırsızı görmüyordu. Senin de gönlünde böyle ateş
söndüren var da kafir gözün körlüğünden görmüyor.
Bilen duyan gönül, nasıl olur da dönen
şeyi bir döndüren var, bunu bilmez? Nasıl olur da kendi kendine
geceyle gündüz, sahipsiz olarak nasıl gelir, nasıl gider demezsin?
A aşağılık kişi, aklın aldığı şeylerin
etrafında döner dolaşırsın ha... bir de gel de şu akılsızlığını gör!
Evi bir yapanın olması mı daha akla uygundur, yapıcısı olmayan kendi
kendine yapılmış bir ev mi, a aklı kıt? Yazıyı bir yazanın olması mı
daha akla uyar, yoksa olmaması mı ey oğul?
Cim harfine benzeyen kulak, aynaya
benzeyen göz, mime benzeyen ağız, nasıl olur da yazan olmadan yazılır,
meydana gelir a kınanmaya değer adam? Aydın bir mum, yakmayan oldukça
mı bulunur, yoksa bilen bir yakıcı olunca mı?
Güzel bir sanat kör ve çolak bir adamın
elinden mi çıkar, yoksa her tarafı bütün bir gözlünün elinden mi?
Madem ki seni kahredeceğini, başına mihnet topuzunu vuracağını bildin;
hadi Nemrut gibi savaş, havayı okla bakalım! Hani Moğul askerleri
gibi... Onlar da biri hastalandı mı ölmesin diye göğe ok atarlar ya,
sen de atadur. Yahut da kaçabilirsen kaç, kurtul bakalım imkanı var
mı? Onun eline bir kere rehin olmuşsun.
Yokluktayken bile elinden kurtulamadın,
şimdi nasıl kurtulabilirsin a güzelim. İstek yok mu? İşte o, sıçramak,
kaçmaktır; onun adaletine karşı takvanın kanını dökmektir.
Bu dünya tuzaktır, tanesi de istek.
Tuzaklardan kaç onlardan yüz çevir. Böyle hareket ettin mi yüzlerce
ferahlık bulursun. Fakat istekten geçemedin mi fesatlıklara uğrarsın.
Bunun için bir peygamber “Müftüler sana
kuvvetli fetvalar bile verseler sen, kalbine danış” dedi. İsteği bırak
da Tanrı acısın. Bunun böyle olması lazım, bunu denedin sınadın ya.
Mademki kaçamıyorsun, ona kullukta bulun
da hapsinden kurtul, gül bahçelerine git. Her an kendini görür
gözetirsin adaleti de görürsün, yüceliği de ey azgın.
Fakat perde ardına girer, gözünü kaparsan
senin bu göz yummanla güneş, işinden gücünden kalır mı hiç?