Çaresiz bir müflis,
derde düşmüştü. Hiçbir şeyi yoktu, binlerce zehir yutmuştu.
Namazlarda, dualarda yalvarmakta, ey Tanrım, ey kurdu kuşu koruyan!
Sen, beni yorulmadan, çalışıp çabalamadan yarattın. Şu alemde rızkımı
da benim kazancım olmadan ver.
Başında gizli olan beş inci verdin. Beş duygu
daha ihsan ettin ki onlar da gizli. Bu ihsanların sayıya sığmaz. Ben
utanıyorum anlatmadan acizim. Beni yaratan yalnız sensin. Rızkımı da
sen düzene koy demekteydi.
Yıllarca bu duada bulundu. Nihayet ağlayıp
yalvarışı tesir etti. Hani çalışmadan, yorulmadan helal bir rızk
isteyen adam vardı ya, onun gibi. Nihayet tanrı adaletine sahip Davut
Peygamber zamanında bir öküz, onu kutluluğa ulaştırmıştı. Bu adamda
yüzünü yerlere sürdü, yalvarıp sızladı, nihayet meydandan icabet
topunu çeldi. Bazen duasının kabul edilmeyişine bakıp kötü zanlara
düşüyor, niçin duam kabul edilmiyor diyor, derken yine Tanrının lütuf
ve keremi, gönlüne muştuluklar veriyor, duasının kabul edileceğine
delil oluyordu.
Çalışıp çabalarken yorulup ümitsizliğe
düşünce Tanrı tapısından gel sesini duyuyordu. Tanrı alçaltıcıdır,
yücelticidir. Bu ikisinden başka hiçbir işi yoktur.
Yerin alçalışına bak, göğün yücelişine bak.
Kainatın devranı bu ikisinden hali değildir. şu yerin yücelip alçalışı
da bir başka çeşittir. Yılın yarısında çorak bir hale gelir, yarısında
yeşerir, tazeleşir.
Mihnetle dolu olan zamanın yücelip alçalması,
büsbütün başka tarzdadır. Yirmi dört saatin yarısı günden olur yarısı
gece. Zıtlarla uzlaşan mizacın yükselmesi, alçalması da şudur: Gah
insan sıhhatli olur, gah hastalanır, inler.
Dünyanın bütün hallerini böyle bil. Kıtlık,
bolluk, barış, savaş, hep denemelerden meydana gelir. Şu dünya, havada
bu iki kanatla uçar. Canlar da bu ikisi yüzünden korku ve ümit
yurtlarında yurt edinirler.
Böylece dünya, şimal rüzgarına benzeyen
hayatla ve sam yeli gibi titrer durur. Nihayet İsa’mızın tek renge
boyayan birlik küpü yüzlerce renkli küpleri kırar. Çünkü o alem,
tuzlaya benzer. Oraya ne düşerse renkten arınır.
Toprağa bak. Çeşit, çeşit renkte bulunan
insanları mezarlarda bir renge sokmada. Bu, görünen bedenlerin
tuzlası, mana alemine ait tuzlaysa bundan tamamı ile ayrıdır.
O mana tuzlası manevidir. O, ezelden ebede
kadar yenilikler içindedir. Eskilik bu yeniliğin zıddıdır. Halbuki o
alemin yeniliği zıtsızdır, eşsizdir, sayıya da sığmaz. Nitekim
Mustafa’nın nurunun cilası ile yüz binlerce çeşit karanlık ışık
kesildi.
O ulu er yüzünden Yahudilerin. Tanrıya şirk
koşanların, Hıristiyanların, Mecusilerin hepsi bir renge boyandılar.
Yüz binlerce kısa ve uzun gölgeler o sır denizinin nurunda bir
oldular. Ne uzunluk kaldı, ne kısalık, ne genişlik. Çeşit, çeşit
gölgeler, güneşe rehin oldu. Fakat mahşerdeki tek renge boyanış, iyiye
de apaçık görünür, kötüye de.
O alemde manalar, surete bürünürler.
Suretlerimiz, hülyalarımıza uygun olur. O zamanda mektupların sureti
açığa çıkar, elbiselerin astarı yüz olur, herkesin içi, dışına döner.
Şimdi gizli şeyler, alacalı öküze benzer. Söz iği, alem içinde
yüzlerce renkte bir iplik gibi görünür.
Şimdi yüzlerce renge boyanma, yüzlerce gönül
sahibi olma devri. Tek renkli olma alemi nereden tecelli edecek? Şimdi
zencilik zamanı. Rum diyarına mensup olanlar, beyaz güzeller gizli.
Şimdi gece, güneş gizli.
Kurdun devri, Yusuf kuyunun dibinde.
Kıptilerin nöbeti, Firavun padişah şimdi. Bu suretle de herkese
lüzumlu, lüzumsuz gülüp duran ve kimseden esirgemeyen rızktan şu
köpeklerde birkaç gün rızıklansınlar, hisselerini alsınlar bakalım.
“Gelin” buyruğu verilinceye kadar aslanlar,
orman içinde beklemedeler. Bu emir geldi mi o aslanlar, yayıldıkları
yerden çıkarlar. Tanrı hicapsız olarak yayılacakları, geçinecekleri
yerleri gösterir.
İnsanın mahiyeti, insanlık, karayı da kaplar,
denizi de. Alacalı öküzler o kurban gününde kesilirler. O kurban günü,
korkunç bir kıyamettir. Müminlere bayramdır, öküzlere helak olma günü.
O kurban gününde bütün su kuşları, gemiler gibi deniz üstünde akarlar,
yüzerler.
Bu suretle de “Helak olan apaçık delilleri
helak olur.” Kurtulan kurtulur ve yakıyne erer. Doğan kuşları,
padişaha giderler, kuzgunlar, mezarlığa. Kemikle ekmek gibi pis
şeylerin cüzileri, bu cihanda kuzgunların mezesi gıdasıdır.
Hikmetin kadrini bilme nerede, bağ bahçe
nerede? Nefsiyle savaşmak, kahpe adama layık değildir. eşeğin ardından
öd ağacı yakılmaz eşeğin ardına da misk sürülmez.
Kadınlara savaş yazılmamıştır. Nefisle
savaşmaksa onların işi olamaz. Çünkü bu, büyük savaştır. Ancak nadir
bazı kadında da bir Rüstem vardır. Meryem gibi gizlidir o.
Nitekim erlerin bedeninde,
yüreksizliklerinden kadınların gizlendiği vardır. Kim, erliğe
hazırlanmamış, er olmamışsa o dişilik, öbür alemde surete bürünür. O
gün adalet günüdür. Adalet, her şeyi layık olduğu yere koymaktır.
Ayakkabı ayağındır, külah başın. Bu suretle her isteyen isteğine
erişir her batan batacağı yere kavuşur. Hiçbir istek isteyenden
esirgenmez. Parlaklığın eşi güneştir, suyun eşi bulut.
Dünya Tanrının kahır yurdudur. Kahrı
seçtiysen kahır göre dur. Kahır kılıcı, denize, karaya düşmüş.
Kahrolanların kemiklerine, kıllarına bak. Damın çevresinde kuşların
kanatlarını, ayaklarını seyret. Bunlar, sessiz, sözsüz sana Tanrı
kahrını anlatırlar.
Ölü, gömüldüğü yerde bir yığın toprak kaldı.
Öldüğü zaman geçtikçe o yığın da düzeldi gitti. Tanrı adaleti, herkesi
eşiyle çift etmiştir; fili fille, sivrisineği sivrisinekle.
Ahmed’e mecliste dört seçilmiş dost, enis
olur, Ebucehl’e de Utbe’yle Zül-hımar! Cebrail’le canların kıblesi
Sidre’dir, karnına kul olanların kıblesi sofra. Arifin kıblesi vuslat
nurudur, filozaflaşan aklın kıblesi hayal.
Zahidin kıblesi ihsan sahibi Tanrıdır,
tamahkarın kıblesi altınla dolu torba. Mana gözetenlerin kıblesi
sabırdır, surete tapanların kıblesi taştan yapılan suret.
Batın aleminde oturanların kıblesi lütuf ve
ihsan sahibi Tanrıdır, zahire tapanların kıblesi kadın yüzü. Böylece
eski yeni... Say dur. Usanırsan yürü, işine bak. Bizim rızkımız, altın
kase içindeki şarap, köpeklerin rızkı, yal yedikleri yere dökülen
tutamaç suyu.
Ne huyla huylandırdıysak ona layıksın. Seni o
rızk için göndermişizdir. Onu ekmeğe aşık ettik, o huyu verdik ona.
Bunu sevgiliye aşık ettik, sarhoş yaptık, bu huyu verdik buna.
Huyundan razıysan, hoşlanıyorsan neden ondan kaçıyorsun öyleyse?
Dişilik hoşuna gittiyse çarşafa gir. Rüstemlikten hoşlanıyorsan al
hançeri. Bu sözün sonu yoktur. O yoksul da yoksulluk derdiyle
arıkladı, gücü kuvveti kalmadı.
Bir gece rüyasında gördü. Ne rüyası, rüya
nerede? Doğru özlü sofi, uyumadan rüya görür. Hatif ona dedi ki: Ey
bir çok yorgunluklar görmüş er, kağıtçılarda bir kağıt ara. Komşun
olan kağıtçıda gizlidir o. Kağıtlarını ele al.
Onların arasında şu şekilde, şu renkte bir
kağıt var. Onu gizle bir yerde oku. Oğul, onu kağıtçıdan çaldın mı
kalabalıktan, iyi kötü adamlardan bir kenara çekil. Yalnızca oku.
Okurken kimseyi yanında bulundurma.
İş yayılır, ortaya düşerse bile dertlenme. O
defineden senden başka hiç kimsecik, bir arpa bile alamaz. Elde etmen
uzarsa sakın ümitsizlenme her an “ Tanrıdan ümit kesmeyin” ayetini
vird edin.
O muştucu, bunu söyleyip elini, adamın
göğsüne koydu, hadi dedi, yürü, zahmet çek!
O genç dalgınlık aleminden kendine gelince
ferahından adeta dünyaya sığmıyordu. Tanrının koruması ve lütfu
olmasaydı sevincinden çatlayacaktı doğrusu. Öyle bir sevinmişti ki.
Kulağı, altı yüz perdenin ardından Tanrı sesini duymuştu. İşitme
duygusu, perdeleri aşmış, başını yüceltmiş, feleği geçmişti.
Öyle bir an olur ki insanın görüş duygusu
ibret ıssı olur, gaip perdesinden bile geçer. Duyguları, perdeyi aştı
mı artık birbiri ardına ve boyuna görür, duyar. Adam, kağıtçı
dükkanına geldi. Meşk kağıtlarına el attı.
O yazılı kağıt çabucak gözüne ilişti,
Hatif’in söylediği alametlerin hepside o kağıtta vardı. Kağıdı
koltuğuna koyup hayırlı pazarlar olsun usta, ben gidiyorum artık dedi.
Tenha bir bucağa çekildi, kağıdı okudu. Adeta şaşırdı kaldı.
Bir definenin yerini göstermekte olan böyle
bir değer biçilmez kağıt, meşk kağıtlarının arasına nasıl girmişti?
Sonra aklına şu geldi: Her şeyi koruyan, Tanrıdır.
Koruyucu Tanrı nasıl olur da birisinin, abes
yere bir şey aşırmasına müsaade eder? Ova, baştanbaşa altınla, para
ile dolu olsa hiç kimse, Tanrının izni olmadıkça bir arpa bile alamaz.
Tutulmadan, kekelemeden yüzlerce kitap okuyan Tanrı taktir etmediyse
aklında hiçbir şey kalmaz. Fakat Tanrıya kulluk edersen bir kitap bile
okumadan yeninden, yakandan duyulmadık bilgiler bulursun.
Musa’nın avucu, koynundan ziyalandı, nurlar
saçtı, nuru, gökyüzündeki aydan da üstündü. Bu heybetli gökyüzünden
dilediğin, ey Musa, koynundan baş gösterdi. Bil ki yüce gökler,
insanın anladığı şeylerin aksidir; gökler, o akisten ibarettir. Yüce
ulu Tanrının eli, iki alemden de önce aklı yaratmadı mı? Bu söz, hem
apaçıktır, hem de pek gizli. Çünkü sinek, ankaya mahrem olamaz. Oğul,
yine hikayeye dön de defineyle o yoksulun kıssasını tamamla.
Kağıtta şu yazılıydı: Bil ki şehrin dışında
bir define var. İçinde mezar olan filan kubbe var ya. Hani arkası
şehre, kapısı Ferkat yıldızına karşı. O türbeyi ardına al, yüzünü
kıbleye çevir. Sonra yayla bir ok at. Kutlu kişi yaydan oku attın mı
okun düştüğü yeri kaz.
O yiğit kuvvetli bir yay aldı, oku boşluğa
doğru attı. Derhal kazma kürek getirdi. Sevine,sevine okunun düştüğü
yeri kazmaya koyuldu. Hem kendi körleşti, hem kazması, küreği. Fakat
gizli defineden hiçbir eser görünmedi.
Böylece her gün ok atıyor, düştüğü yeri
kazıyor, fakat bir türlü definenin yerini bulamıyordu. Bunu adet
edindi. Daima orayı burayı kazıp durduğundan şehre bir dedikodudur
yayıldı, iş halkın ağzına düştü.
Pusuda duran, fırsat gözleyen adamlar, bu işi
padişaha haber verdiler. Filan, bir define bildiren kağıt bulmuş diye
söylediler. Adam, padişah tarafından duyulduğunu anlayınca teslim
olmadan, kadere boyun eğmeden başka çare görmedi. Padişah kendisine
işkence yapmadan, kağıdı padişahın önüne koydu.
Dedi ki: Şu kağıdı buldum ama defineyi
bulamadım. Define yerine hadsiz, hesapsız zahmetlere girdim. Defineden
bir habbe bile meydana çıkmadı. Fakat ben yılan gibi bir hayli
kıvrandım durdum. Bir aydır ağzımın tadı yok. Bunun ziyanı da haram
oldu bana, kârı da. Belki bahtın şu perdeyi açar ey savaşı kutlu olan
kaleler fethetmiş padişahım.
Padişah da altı ay, belki de daha fazla ok
attı, her yanda define aradı durdu. Fakat eziyetten, dertten,
sıkıntıdan başka bir şey elde etmedi. Define adeta ankaya benziyordu,
ismi var cismi yok.
İşin eni, boyu uzayıp duruyordu. Padişah,
nihayet o defineden usandı. Her tarafı yer yer eştirmişti. Günün
birinde kağıdı, herifin önüne atıp dedi ki: al şu kağıdı. Definenin
eseri bile görünmedi. Senin işin yok, bu iş sana daha layık.
Bu işi olanın yapacağı şey değil. Gülü yakıp
dikenin etrafında dolanmak akıl karı değil. Demirden ot bitmesini
bekleyen olabilir ama bu hülyaya tutulan, az olur. Bu iş için senin
gibi yorulma bilmez bir adam gerek. Sen mademki yorulmuyorsun, var
ara. Bulursan ne ala, onu sana helal ettim. Bulamazsan yorulmazsın
kazar durursun. Akıl, ümitsizlik yoluna gider mi hiç? Aşk lazım ki o
tarafa koşsun.
Hiç bir şeye aldırmayan aşktır, akıl değil.
Akıl, faydalanacağı şeyi arar. Aşk yılmaz, canını sakınmaz, utanma
nedir bilmez. Değirmen taşının altına gitmiş gibi belalara uğrar,
sabreder.
Öyle pek yüzlüdür ki hiç arkasını dönmez. Bir
fayda elde etmek ümidini öldürmüştür içinde. Neyi var, neyi yoksa
ortaya kor, oynar, yutulur, bir ücret aramaz. Tanrının aldığı gibi
yine hepsini Tanrıya verir, tertemiz olur. Tanrı, ona sebepsiz olarak
Tanrı vergisini Tanrıya bağışlar. Cömertlik, sebepsiz olarak
vermektir. Temizlik, her şeyi Tanrıya verip arınmak, her şeriatın
dışındadır. Çünkü şeriat, ya Tanrı ihsanına nail olmayı, yahut Tanrı
kahrından kurtulmayı arar. Varlıktan arınanlarsa Tanrının has
kurbanlarıdır. Onlar, ne Tanrıyı sınarlar, ne de ziyana, kara aldırış
ederler.
O dertli definenin kağıdını padişah, o
dertlere uğramış fakire verince; yoksul adam, düşmanlarından, onların
saçmasından emin oldu, gidip sevdalandığı şeye adamakıllı sarıldı.
İnsanı dertlere düşüren aşka yar oldu. Köpek,
yarasını yalaya yalaya iyi eder. Aşk ıstırabına hiçbir yar, hiçbir
ortak yoktur. Aşığa alemde bir tek mahrem bile bulunmaz. Aşıktan daha
deli kimse yoktur. Akıl, onun sevdasına karşı kördür, sağırdır. Çünkü
bu, herkesin deliliğine benzemez ki. Hekimlik bilgisinde bunu
iyileştirecek hükümler yoktur. Bir hekim, bu çeşit deliliğe uğrasa
hekimlik kitabını kanı ile yıkar, yazılanların hepsini silerdi.
Bütün akılların hekimliği, aşka göre çizilmiş
suretlerden başka bir şey değildir. bütün güzellerin yüzleri, onun
yüzünün perdesidir. Ey aşk mezhebine giren, yüzünü kendine çevir. Sana
meftun olan, senden başkası değildir.
O adamda kendini kıble yapmış, dua edip
durmuştu. “İnsan ancak çalıştığını elde eder.” Bundan önce bir cevap
duymadan yıllarca dua etmişti. İcabet edilmeden dua ediyor, Tanrı
kereminden “Lebbeyk” sesini gizli olarak işitiyordu.
O illetli adam, ulu yaratıcının cömertliğine
güvendiğinden tefsiz oynuyordu. Ona ne bir hatif sesi gelmişti, ne bir
haberci ulaşmıştı. Ümit kulağı, “Lebbeyk” sesiyle doluydu ama. Ümidi,
dilsiz, sessiz “gel” demekteydi. O davet, gönlünden usancı silip
süpürüyordu. Dama gelmeyi öğrenen güvercini çağırma, kov, o bir yere
gidemez, kanadı bağlıdır.
Ey hak Ziyası Hüsameddin, onu kovsan da
seninle buluştuğu için can kanadı bitmiştir; kovsan da can kuşu,
sebepsiz olarak senin damının etrafında döner dolaşır.
Onun yiyeceği ,içeceği, konacağı yer, hep
senin damındır. Yücelerde kanat çırpar ama tuzağına aşıktır. Hatta
ruh, bir an hırsızlamacasına o fütuhattan dolayı sana şükretmese,
münkir olsa.
Durup dinlenmeden kin güden aşk sahnesi,
derhal o inkar eden göğüse ateş dolu bir leğen koyuverir. Aya gel,
tozdan vazgeç. Aşk padişahı seni çağırmada, çabuk dön der. Ben,
güvercin gibi sarhoşçasına bu damın, bu güvercinliğin etrafında kanat
çırpmaktaydı. Aşk Cebrailiyim, Sidre’m sensin. İlletliyim, Meryem oğlu
İsa sensin bana. O inciler saçan denizi coştur. Şu hastayı bu gün bir
hoşça sor, soruştur. Çünkü sen, onunsun, deniz de onundur. Bu an, onun
nöbet zamanıdır ama aldırma.
Zaten bu, onun meydana getirdiği bir
feryattan ibarettir. Yarabbi, sen gizli olanı koru, onu meydana
çıkarma. Ney gibi iki ağzımız var. Bir ağız, onun dudaklarında gizli.
Öbür ağız, size görünmede, feryat etmede, havaya bir hay huydur
salmada.
Fakat can gözü açık olan bilir ki bu baştan
çıkan feryat da o baştan çıkmadadır. Neyin bu feryadı, onun
soluklarından. Ruhun hay huyu, onun hay huylarından. Ney, onun
dudakları ile hemdem olmasaydı alemi şekerle doldurabilir miydi?
Kiminle yattın, hangi tarafından kalktın da
böyle deniz gibi coşup köpürmedesin? Yahut da “Ben rabbime konuk
olurum” hadisini okudun, ateş denizinin ta içine atıldın. Fakat “ey
ateş, soğu” narası, ey kendisine uyulan zat, senin canını korudu.
Ey hak Ziyası, din ve gönlün Husam’ı! Hiç
güneş, balçıkla sıvanır mı? Bu toprak parçaları, senin güneşini örtmek
istediler ama, dağların gönlündeki lâ’l madenleri, sana delalet
etmede. Bağlar, bahçeler, senin gülümsemelerinle dopdolu.
Senin erliğine mahrem olacak Rüstem nerede ki
senin yüzlerce harmanından bir buğday tanesini söylemeye kalkayım.
Senin sırrından bir ah etmek istersem ancak Ali gibi bir kuyuya
gitmeli, kuyunun içine ah etmeliyim.
Kardeşlerin gönüllerinde kin olduğundan
Yusuf’umun kuyu dibinde kalması daha iyi. Sarhoş oldum, kendini ortaya
atacağım artık. Kuyu nedir ki? Ben gidip ovanın ta ortasına çadır
kuracağım. Ateşli şarabı ver avucuma da ondan sonra benim sarhoşça
debdebemi, azametimi seyret.
O yoksul, defineyi elde edemedi ama söyle,
beklesin. Çünkü biz, bu anda neşeye gark olduk. Ey yoksul, artık sen
Tanrıya sığın. Ben gark oldum, benden yardım isteme. Artık o
hikayelerde işim yok benim. Ne kendimden haberim var, ne sakalımdan!
İçine bir kıl bile sığmayan şaraba gurur, izzeti nefis filan sığar mı
hiç?
Saki, büyük bir sağrak sun da şu zengini
sakalından, bıyığından kurtar. Gururundan bize bıyık buruyor, fakat
bize hasedinden de sakalını yolup durmada. Onun bütün riyalarını,
düzenlerini biliyoruz. O mattır, mattır, mat.
Pir, beş yüz yıl sonra, ondan ne doğacak?
Kıldan kıla ve apaçık görür. Halkın aynada gördüğünü pir, pişmemiş
kerpiçte görür. Kaba sakallının evinde görmediği, köseye bir bir
görünür.
Denize git, sen balık oğlusun. Neden çerçöp
gibi sakalına düştün böyle? Çerçöp değilsin sen, bu senden uzaktır.
Sana inciler bile haset eder. Denizde, dalgalar arasında olman daha
doğrudur. Deniz birdir. Eşi, ortağı yoktur. İncisi balığı da
dalgasından başka bir şey değildir.
Ona eş, ortak olsun... Buna imkan yoktur.
Böyle şey, o denizden, o denizin pak dalgasından uzaktır. Denizde
ikilik ve ıstırap yoktur. Fakat şaşıya ne söyleyeyim? Hiç hiç! Ey
şemen, şaşılara arkadaşız madem, müşrikçe konuşmak gerek. O birlik,
vasıf ve hal bakımındandır. Fakat söz meydanına ancak ikilik
gelebilir. Ya şaşı gibi bu ikiliği iç, yahut ağzını yum, güzelce sus!
Yahut da nöbetle gah sus, gah söyle. Hasılı şaşıca davul döv vesselam.
Bir mahrem gördün mü can sırrını söyle. Gül gördün mü bülbüller gibi
nara at.
Hileyle, geçici şeylerle dolu bir tulum
görürsen dudağını kapat, kendini küp haline sok. O, suyun düşmanıdır,
onun önünde oynama. Yoksa bilgisizlik taşını atar, küpü kırar. Cabilin
eziyetlerine sabretmek, ehil olanlara ciladır. Nerede bir gönül varsa
sabırla cilalanır. Nemrut’un ateşi, İbrahim’e bir ayna temizliği
verdi, aynayı cilalar gibi onu da arıttı, cilaladı. Nuh kavminin
cefası ile Nuh’unu sabrı, Nuh’a ruh cilası oldu.