Sanat sahibi
Tanrı, hayra, şerre uğramak, sınamak üzere Adem’i yaratmak istediği
zaman, özü doğru Cebrail’e “Yürü, yeryüzünden bir avuç toprak ödünç
al” buyurdu. Cebrail hizmete bel bağlayıp alemlerin rabbinin emrini
yerine getirmek üzere yeryüzüne geldi. O, buyruk kulu, yere el attı.
Toprak, kendini çekti, çekindi.
Dile gelip
yalvarmaya, tek yaratıcı hürmetine beni bırak, yürü git, canımı
bağışla. O yürük atının yularını çek benden. Benden yaratılacak insan,
tekliflere uğrayacak, tehlikelere düşecek. Tanrı hakkı için beni
bırak, alma. Tanrı seni seçti, Levih’teki bilgiyi sana gösterdi. O
lütuf hakkı için vazgeç benden.
Tanrı ihsanı ile
meleklere hoca oldun. Daima Tanrı ile konuşmadasın. Peygamberlerinde
elçisi olacaksın. Sen vahiy canının hayatısın bedeni değil. İsrafil
bedenlere can verir, sen cana can verirsin. O yüzden İsrafil’den
üstünsün. O, sür-ü üfürür, bedenlere can gelir. Senin nefesin mücerret
gönüllere can bağışlar.
Bedendeki canın
canı, gönlün diriliğidir. Şu halde senin ihsanın, İsrafil’in
ihsanından üstündür. Sonra Mikâil bedenlere rızk verir. Senin
çalışmansa aydın gönlü rızk verir. O kile vergisiyle eteğini
doldurmuştur. Senin rızkınsa kileye sığmaz.
Kahır ve şiddet
sahibi Azrail’den de üstünsün. Rahmetin, gazaptan fazla ve üstün
olduğu gibi. Arşı bu dördü taşırlar. Sen bunların padişahısın.
Hakikatte uyanıklık bakımından dördünün en yücesi en üstünüsün. Mahşer
günü görürsün ki arşı sekiz melek taşır. O zaman sekizinin en üstünü
yine sen olacaksın demeye başlar.
Bu çeşit sayıp
dökmeye, ağlayıp yalvarmaya koyuldu. Çünkü o, bundaki maksadın ne
olduğunu anlamış, bundan bir koku almıştı. Cebrail utanç madeniydi. O
antlar, yolunu bağladı. Yer, pek çok yalvardığı, antlar, yeminler
verdiği için geri döndü, dedi ki: Ey kulların rabbi! Ben senin işinde
serseri değildim. Fakat aramızda geçen şeyleri, söylenen sözleri sen
daha iyi bilirsin. Adlarından bir adı andı ki ey her şeyi gören Tanrı,
o adın korkusundan yedi gökte dönmesini terk eder durur.
Utandım adından
sıkıldım. Yoksa bir avuç toprak getirmek kolay bir şey. Sen meleklere
öyle bir kuvvet vermişsin ki bu gökleri bile yırtarlar.
Tanrı, Mikael’e “Sen
yeryüzüne inde ondan aslan gibi bir avuç toprak kapıver” dedi. Mikael
yeryüzüne gelip ondan bir avuç toprak kapacağı zaman, yeryüzü titredi,
ağlamaya, yalvarmaya, gözyaşları dökmeye başladı. Gönlü yanarak
yalvardı, kanlı gözyaşı dökerek ant verdi, dedi ki:
Lütuf sahibi eşsiz
Tanrı hakkı için ki seni, arşı taşıyan ulu melekler arasına kattı.
Aleme rızk veren kilelerin memurusun, lütuf ve ihsan susuzlarına
avuç,avuç su verirsin. Çünkü Mikail sözü kileden üremedir. Mikail rızk
veren kilecidir. Bana aman ver, azat et beni. Bak kanlı gözyaşlarına
bulandım da seninle öyle konuşuyorum. Melek, Tanrı merhametinin
madenidir. Dedi ki: Şimdi ben şu yaranın üstüne nasıl tuz ekeyim?
Nitekim Şeytan da kahır madenidir. Adem oğullarından bu yüzden feryat
eder.
Yiğidim, merhamet,
gazaptan fazladır, gazaba üstündür. Tanrı sıfatlarından lütuf, kahrın
üstündedir. Kullarda onun huyundadır, tulumlar onun suyu ile doludur.
O Tanrı Resulü, o sülük kılavuzu “İnsanlar padişahların dinindedir”
demiştir.
Mikail, din rabbinin
tapısına, eli yeni boş olarak gitti. Dedi ki: Ey sırları bilen tek
padişah, toprak ağlayıp inledi, yolumu bağladı benim. Senin yanında
gözyaşının bir değeri vardır. İşitmezlikten gelemedim. Ahın feryadın
sence yüce bir değeri var. O hukuku terk etmek elimden gelmedi. Sence
yaşlı gözün pek değeri var. Artık ben, nasıl inat edebilirdim?
Kul, günde beş kere
namaza gel, feryat et diye davet edilir. Müezzinin “Haydi felaha”
demesi yok mu? O felah, bu ağlayış bu sızlanıştır.
Sen kimi dertle
hasta etmek istersen onun gönlüne ağlayış yolunu kapatırsın. Bu
suretle de defeden olmaz, bela gelip çatar. Çünkü sızlanma şefaatçisi
bulunmaz. Birisini beladan kurtarmak istersen gönlüne sızlanmayı
getirirsin. Kuran’da şiddetli azaba uğrayan ümmetler hakkında dedin
ki: O anda ağlayıp sızlanmadılar ki bela onlardan dönüp savuşsun.
Gönülleri katı olduğundan suçları kendilerine ibadet görünüyordu.
İnatçı kendisini suçlu bilmedikçe nasıl olur da gözleri yaşarır ağlar?
Yunus peygamberin
kavmine bela gelip çattı. Gökten ateş dolu bir bulut ayrıldı.
Yıldırımlar saçıyor, taşları yakıyordu. Gök gürlemekte, benizleri
sararmaktaydı. Onların hepsi damlardaydı. Vakit geceydi. Gök yüzünden
gelen bu bela, gece vakti gelip çatmıştı. Hepsi damlardan aşağı indi.
Başlarını açıp ovanın yolunu tuttular. Analar evlatlarını
kendilerinden ayırdılar. Hepsi feryat figana, çığrışıp ağlaşmaya
koyuldu.
O kavim, akşam
namazından seher vaktine kadar başlarına toprak serptiler. Hepsi
avaz,avaz ağlaşıp yalvardılar. O inatçı kavme Tanrı acıdı.
Ümitsizlikten, sabırsız ah ve feryattan sonra yavaş,yavaş bulut
dağılmaya başladı.
Yunus peygamberin
hikayesi uzun ve etraflıdır. Halbuki toprağı anlatma ve feyiz verme
zamanı. Hasılı ağlayıp sızlanmanın Tanrı yanında değeri vardır.
Ağlayıp sızlanmada ki değer nerede var?
Ey ümit hemen kalk
belini sıkıca bağla. Kalk ey ağlayan daima gül. Çünkü ulu Tanrı
üstünlük bakımından gözyaşını, şehitlerin kanları ile bir tutmaktadır.
Tanrımız bunun
üzerine İsrafil’e, yürü dedi, avucunu toprakla doldur gel. İsrafil
yeryüzüne geldi ama toprak, ağlayıp inlemeye başladı.
Dedi ki: Ey sür
meleği, ey hayat denizi! Ölüler senin nefeslerinle dirilir. Sür-e öyle
bir kuvvetli üflersin ki halk, çürümüşken dirilir, mahşere gelir, o
ovayı doldurur. Sür-ü üfler, haydin ey Kerbela şehitleri, kalkın! Ey
ölüm kılıcı ile helak olanlar, dallar, yapraklar gibi topraktan baş
kaldırın dersin. Senin merhametin ve o tesirli nefesin yüzünden şu
alem,, dirilerle dolar. Sen rahmet meleğisin, merhamet edersin. Sen
arşı taşımaktasın, ihsan ve lütufların kıblesisin. Arş, ihsan ve
adalet madenidir. Onun altıdan yargılamalarla dolu dört tane ırmak
akmaktadır. Süt, ebedi olan bal, şarap ve akar su ırmakları. Bunlar
arştan cennetlere giderler. Alemde o ırmaklardan çok az bir şey
görünür.
Gerçi o dört ırmağın
burada görünen cüzleri bulanıktır ya. Neden? Acı yokluk zehrinden. O
dört ırmaktan şu kara toprağa bir yudumcuk serptiler de bir fitnedir
kopardılar. Bu suretle aşağılık kişiler, onların aslını arasınlar,
bunu dilediler. Fakat adam olmayanlar bunlara kani olup gittiler.
Tanrı çocukları
beslemek, yetiştirmek için sütü verdi, her kadının göğsünü bu süt
ırmağına kaynak yaptı. Şarap ırmağını, gamı defetmek, düşünceyi
gidermek ve insana kuvvet ve cesaret vermek için üzümden akıttı. Bal
ırmağına da arının için kaynak etti, o ırmağı bedendeki hastalıkları
gidermek için akıttı. Suyu da temizlenmek ve içip kanmak için herkese
ihsan etti. Bu suretle de bunları görüp asıllarını izlemeni diledi.
Fakat ey herzevekil, sen bunlara kani oluverdin.
Şimdi toprağın
başından geçenleri dinle. Bak, o kudret sahibi İsrafil’e ne efsunlar
okuyor. İsrafil’e karşı suratını ekşitti, yüzlerce şekilde yalvarıp
yakardı. Ululuk ıssı pak Tanrı hakkı için dedi, bana bu kahrı helal
görme. Ben bu işten bir koku alıyorum, kafama bir kötü şüphedir girdi.
Sen rahmet
meleğisin, merhamet edersin. Çünkü hüma kuşu, hiçbir kuşu incitmez. Ey
dertlilere şifa ve rahmet olan melek, sen de o iki kişinin
yaptıklarını yap.
İsrafil, çabucak
padişahın tapısına döndü, özür getirdi olanları anlattı. Dedi ki:
Yarabbi, görünüşte toprağı al diye emrettin ama içine onun aksini
ilham ettin. Kulağıma, toprağı al dedin, aklıma da bunun aksini
emrettin. Rahmet gazaptan fazladır, üstündür, üstün geldi ey işleri
eşsiz, örneksiz olan ve iyi işler işleyen Tanrı.
Tanrı,
Azrail’e “Çabuk git, o hayallere kapılmış toprağın halini gör. O arık
zalimi bul, hemen bir avuç torak al, gel” dedi.
Kaza ve kader çavuşu Azrail, buyruğu
yerine getirmek üzere toprak yuvarlağına geldi. Toprak adeti veçhile
yine feryada, ant vermeye başladı. Bir çok yeminler verdi.
“Ey has kul, ey arşı
taşıyan, ey arşta da, ferşte de emrine itaat edilen! Tek ve merhametli
Tanrı’nın rahmeti hakkı için git. Sana lütuflarda bulunan Tanrı hakkı
için git. Kendisinden başka tapılan bulunmayan, huzurunda kimsenin
ağlayıp sızlanması ret edilmeyen padişah hakkı için” dedi.
Fakat Azrail dedi
ki: Bu afsunla gizli, aşikar buyruk sahibi olandan yüz çevirmem ben.
Toprak, O, ilim sahibi olmayı da emretti. İkisi de emir. Bilgi yolu
ile lütfet de halim ol, o emri tut dedi ama, Azrail, O, ya tevildir,
ya kıyas. Apaçık emirde öyle tevile, kıyasa az uy. Kendi düşünceni
tevil etsen daha iyi. Başka hiçbir emre benzemeyen bu açık emri tevil
etmekten daha yeğ. Yalvarmana içim yanıp durmada. Acı gözyaşlarından
gönlüm kanla doldu. Merhametsiz değilim, hatta o üç temiz melekten
daha merhametliyim ben, senin derdinle dertleniyorum. Ben bir yetime
tokat atsam, halim bir adam da ona tatlı bir şey verse, bu tokat onun
tatlısından daha hoştur. Eyvah eğer o tatlıya kanarsa.
Feryadından ciğerim
yanıyor. Fakat Tanrı, bana başka bir çeşit lütuf öğretmede. Gizli
lütuf, kahırlar içindedir; değer biçilmez akıkin pislik içinde oluşu
gibi. Tanrı’nın kahrı, benim hilmimden yüz kat iyidir. Tanrı’dan
canını esirgemek can çekişmektir. Onun en kötü kahrı, iki alemin de
hilminden iyidir. Ne güzeldir alemlerin rabbi ve ne iyidir onun
yardımı.
Onun kahrında
lütuflar gizlidir; onun uğrunda can vermek, adamın canına canlar
katar. Kendine gel de kötü zannı ve azgınlığı bırak. Madem ki Tanrı
gel diyor, başını ayak yap da koş. Onun gel demesi, insana yücelikler
verir; sarhoşluklar, eşler, yaygılar bağışlar. Ben o yüce emri hiç,
ama hiçbir suretle tevil edemem.
Dertli toprak bütün
bunları duydu. Fakat o kötü zan, kulağına küpe olmuştu, ondan
vazgeçmedi. Aşağılı toprak tekrar başka bir çeşit yalvarmaya, sarhoş
gibi secde etmeye başladı.
Azrail dedi ki:
Yeter, artık bundan fazlası yok. Hem benden sana ziyan da gelmez. Ben,
istersen sana başımı, canımı rehin vereyim. Yalvarmayı düşünme, artık
o merhamet ve adalet sahibi padişahtan başkasına yalvarma da. Ben emir
kuluyum, emri terk edemem. Onun emri, denizden toz koparır. O kulağı,
gözü, başı, yaratan Tanrı’nın emrinden başka kendiliğimden ne bir
hayır dilerim, ne bir şer.
Kulağım onun
sözünden başka söze sağır. O, bana tatlı canımdan da değerli. Can,
ondan geldi, o candan değil. O, bedavaca yüz binlerce can verir. Can
nedir ki kerem sahibinden esirgeyeyim? Pire de nedir ki onun yüzünden
yorganı yakayım? Ben, onun hayrından başka bir hayır bilmem. Ondan
başkasına sağırım, dilsiz, körüm. Ağlayıp inleyenlere karşı kulağım
sağır. Onu elinde bir mızrak gibiyim ben.
Ahmakçasına
mızraktan merhamet umma, mızrağı elinde tutan padişahtan um. Mızrağa,
kılıca nasıl yalvarabilirsin? Onlar, o yüce kişinin elinde tutsaktır.
O, sanatkarlıkta Azer’dir, bense putum. Benden ne alet yaparsa o
aletim ben. Beni kadeh yaparsa kadeh olurum, hançer yaparsa hançer.
Çeşme yaparsa su veririm, ateş yaparsa ziya. Yağmur yaparsa yağar,
harmana feyiz ve bereket veririm, ok yaparsa bedene saplanırım. Yılan
yaparsa zehirlerim, yardım ederse hizmette bulunurum. Ben iki parmağın
arasındaki kalem gibiyim. İbadet safında müterreddit değilim.
Azrail toprağı söze
tuttu; o sırada o köhne topraktan bir avuç kaptı. Yeryüzünden
sihirbazca bir avuç toprak aldı, halbuki toprak, sözle meşguldü, ondan
haberi bile olmadı. O bir avuç toprağı yeryüzünün rızası olmadan aldı,
kaçmak isteyen, ayakları gerisin geriye giden çocuğu nasıl zorla
mektebe götürürlerse öylece Tanrı tapısına götürdü.
Tanrı dedi ki:
Apaydın bilgim hakkı için seni bu halkın celladı yapacağım. Azrail
dedi ki: Yarabbi, halk bana düşman olur. Halkın ölüm çağında boğazını
sıktım mı herkes bana düşman kesilir. Yüce Tanrım, reva görür müsün
halk benden nefret etsin, bana düşman olsun?
Tanrı dedi ki: Ben,
sıtma ve humma, kulunç, yaralanma, gibi öyle sebepler yaratırım ki,
onlar gözlerini senden çevirirler, o hastalılara, o sebeplere üç kat
sarılırlar, yalnız onları görürler.
Azrail, “Yarabbi,
Yüce Tanrım, öyle kullarında vardır ki onlar, sebepleri yırtarlar.
Gözleri sebeplerden geçer, senin ihsanınla perdeleri aşar. Hal göz
doktorundan birlik sürmesini çekerler de illetten de kurtulurlar
sebepten de. Ne hummaya bakarlar, ne kulunca, ne basura, be sebeplere
hiç önem vermezler. Çünkü bu illetlerin her birinin devası vardır.
Deva kabul etmeyen illet kaza ve kaderdir.
Bil ki her
hastalığın mutlaka bir devası vardır. Soğuk illetinin devası nasıl
kürk giymekse. Fakat Tanrı, bir adamı dondurmayı murat ederse soğuk,
yüz tane kürk giyse yüzünden de tesir eder. Bedeni öyle bir titremeye
başlar ki, ne elbiseyle ısınır ne evle.
Kava ve kader geldi
mi doktor aptallaşır. O ilaç da fayda verme hususunda yolunu şaşırır.
Ahmakları avlayan bu sebepler, nasıl olur da can gözü açık olanın
anlayışına perde olur? Göz sağlam oldu mu aslı görür. Fakat insan şaşı
olursa aslı değil de fer-i görür” dedi.
Tanrı dedi ki: Aslı
bilen kişi, nasıl olur da arada seni görür? Kendini halktan gizledin
ama sırları apaydın görenlerce sen de bir perdesin. Onlara ecel, şeker
gibi tatlı gelirken artık gözleri dünya devlet ve ikbaline sarhoş olur
mu?
Onlarca bedene ait
olan ölüm, acı değildir. Çünkü onlar, kuyudan, zindandan çayırlığa,
çimenliğe gidiyorlar. Bu ıstıraplarla dolu alemden kurtuluyorlar.
İnsan bir hiçin kayboluşuna ağlar mı? Padişaha mensup birisi zindanın
burcunu yıksa zindandakinin gönlü, ona incinir mi? Yazık, şu mermer
taşı kırdı da canımızı, ruhumuzu hapisten kurtardı.
O güzelim mermer, o
yüce taş, zindanın burcuna ne yakışıyordu, ne de güzel uymuştu. Nasıl
oldu da kırdı, beni de hapisten kurtardı? Bu suca karşılık elini
kırmalı onun der mi? Hapisten çıkarılıp dar ağacına götürülen kişiden
başka hiçbir mahpus böyle saçma bir söz söylemez. Birisine, yılan
zehrinden kurtarıp şeker verseler bu hal, o adama hiç acı gelir mi?
Can beden kavgasından kurtulur. Beden ayağı olmaksızın gönül kanadıyla
uçmaya başlar.
Hani zindanın
kuyusuna hapsedilen adamın uyuyup rüyasında gül bahçesini görmesi
gibi. Bu adam der ki: Tanrım, beni bedene döndürme de şu gül
bahçesinde bir salınıp gezineyim. Tanrı da duan kabul edildi, dönme
der. Doğrusunu Tanrı daha iyi bilir ya. Bu çeşit rüya bir bak ne
hoştur. Adam, ölümünü görmeden cennete gitmede.
Artık hiç o adam,
uyanmaya hasret çeker, kuyunun dibinde zincirlere, bukağılara vurulmuş
olarak yaşamayı arzu eder mi? İnanmışsan artık savaş safına gel ki
senin meclisin gökyüzündedir. Yüzlerce ulaşma ümidiyle kalk, ey kul,
mihrap önündeki mum gibi dinlen. Başı kesilmiş mum gibi bütün gece
arayıp isteme yüzünden ağla, gözyaşları dök, yan dur. Yemekten,
içmekten ağzını yum, gök sofrasına koş. Her an ümidini gök yüzüne
bağla. Gökyüzü havası ile söğüt gibi titre.
Sana anbean gökten
su ve ateş gelip durmada. Rızkını arttırmadadır. Seni de oraya
götürürse şaşma. Aczine bakma isteğine bak. Çünkü bu istek, sende
Tanrının bir emanetidir. Her isteyen kişinin istenmesi yerindedir.
Çalış da bu istek artsın. Bu suretle de gönlün şu ten kuyusundan
çıksın. Halk, filan yoksul öldü desinler, sen de a gafiller diriyim
ben. Bedenim yapayalnız yatmış, uyumuş ama sekiz cennet de gönlümde
açılmış de.
Can. gül ve neşrin
içinde uyuduktan sonra beden, şu pislikte kalmış? Ne gam! Uyumuş canın
bedenden ne haberi var? O, ister gül bahçesinde uyusun, ister
külhanda. Can, şu su rengindeki alemde “Keşke kavmim, Rabbim beni ne
yüzden yargıladı, bilseydi” diye nara atmada.
Can, şu bedensiz
yaşamayı istemezse peki, gökyüzü kimin sayvanı olacak? Canın, bedensiz
yaşamayı dilemezse “Rızkınız gökyüzündedir” nimeti, kimin kısmeti
olacak?
Bu kaba rızk
kırıntılarından kurtulursan yüce ve latif rızklara nail olursun. O
manevi rızktan binlerce okka yemek yesen yine pak ve tüy gibi hafif
olarak gidersin. O yemek, sen de ne yel yapar, ne kulunç, ne de mide
ağrısı verir. Az yersen karga gibi aç kalırsın, çok yersen geğirmeye
başlar, imtila olursun.
Az yersen huyun
kötüleşir, kabalaşır, nobranlaşırsın. Çok yersen bedenin imtilaya
müstahak olur. Fakat Tanrı taamından, o lezzetli rızktan denizler
kadar ye, yine de gemi gibi yürü yüz. Oruca sarıl, sabret, orucu terk
etme, her an Tanrı rızkını bekle. Çünkü o işi gücü güzel Tanrı,
bekleyenlere hediyeler verir. Tok adam ekmek beklemez. Ekmeği yiyeceği
ister er gelsin ister geç. Aç adam daima nerede der durur. Açlıkla
bekler, araştırır. Beklemezsen o yetmiş kat devlet ve ikbal nevalesi
sana gelmez. Babacığım yüceler yemeğini ercesine bekle,bekle. Her aç
nihayet bir yiyecek bulur. Devlet güneşi elbette ona vurur.
Himmet sahibi
misafir, az yemek yerse sofra sahibi, ona daha güzel yemek getirir.
Yalnız yoksul ve nekes olan sofra sahibi başka, ona söz yok. Kerem
sahibi rızk vericiye kötü zanda bulunma.
Ey dayanılan,
güvenilen er, bir dağ gibi başını kaldır da güneşin ilk ışığı sana
vursun. Baksana o oturaklı yüce dağın tepesi de seher güneşini
bekleyip durmada.
Biri ne hoştu dünya,
ortada eteğimizi çeken ölüm olmasaydı demedeydi. Bir başka biri de
dedi ki: Ölüm olmasaydı ıstıraplarla dolu olan bu dünya hiçbir şeye
yaramazdı. Ovaya yığılmış, dövülmeden öylece bırakılmış bir harmana
benzerdi. Halbuki sen asıl ölümü dirilik sandın, tohumu çorak yere
ektin. Yalancı akıl, her şeyi aksi görür, diriliği de ölüm sanır a
ahmak!
Ey Tanrı, sen bize
her şeyi, o hile yurdunda nasılsa öylece göster. Hiçbir ölü, öldüğüne
hayıflanmaz, azığın azlığına hayıflanır. Yoksa ölün, bir kuyudan
ovaya, devlete, yaşayışa ve genişliğe çıkar. Bu yas konağından, şu
daracık deve yatağından geniş bir ovaya geçer. Orası doğruluk
makamıdır, yalan sayvanı değil. Orada hususi bir şarap vardır, adam
onunla sarhoş olur ayranla değil.
Orası öyle bir
doğruluk makamıdır ki orada onunla oturan Tanrıdır. Ateşe tapanların
mabedi olan şu balçıktan kurtulmuştur. Aydın bir suretle yaşamadıysan,
bir iki nefeslik ömrün kaldı bari ercesine öl!
Hadiste gelmiştir ki
kıyamet günü, her bedene “kalk” diye emir gelir. Sür-ün üfürülmesi,
pak Tanrı’nın ey zerreler yerden baş kaldırın diye emretmesidir.
Herkesin canı, sabahleyin kalkınca nasıl aklımız başımıza gelirse
tıpkı öyle, kendi bedenine girer. Can, kıyamet günü, kendi bedenini
tanır, define gibi kendine mahsus olan o yıkık yere girer. Her can.
kendi bedenini tanır, o bedene girer. Kuyumcunu canı, nasıl olurda
terzinin bedenine girer? Bilgi sahibinin canı, bilgi sahibinin
bedenine girer, zulmedenin canı, zulmedenin bedenine.
Sabah çağı kuzu
anasını, koyun kuzusunu nasıl tanırsa Tanrı bilgisi de bedenleri
tanıma hususunda ruhlara böyle bir bilgi vermiştir.
Ayak bile karanlıkta
ayakkabısını tanırken a güzelim can kendi bedenini nasıl tanımaz? Ey
Tanrıya sığınan, sabah küçük mahşerdir. Büyük mahşeride var ondan
kıyas et. Can, nasıl toprağa uçarsa amel defteri de sağa, sola öyle
uçar.
İyiliğe kötülüğe
dair dün ne yaptıysa onların yazılı olduğu nekeslik ve cömertlik
defterini, insanın avucuna koyarlar. Seher çağı uykudan uyandı mı o
hayır ve şer, ona gelip çatar. Riyazatı huy edinmişse uyandığı zaman
yanına o gelir. Dün, hamlık etmiş, kötülükte, azgınlıkta bulunmuşsa
sol yanından verilen defteri, yas mektubuna döner.
Dün, temiz,
kötülükten çekingen ve dindar olarak yaşamışsa uyanınca değerli inciyi
elde eder. Bizim uykumuz ve uyanmamız, ölümle mahşere iki tanıktır.
Küçük haşir büyük haşri gösterir; küçük ölüm, büyük ölümü aydınlatır.
Fakat bu defter,
hayalidir, gizlidir. Büyük haşirde o defter meydana çıkar. Bu hayal,
burada gizlidir, eseri görünür. Fakat bu hayal, orada suretlere
bürünür. Mühendise bak yere tohum eker gibi gönlüne bir ev yapma
hayali kor. O hayal, dışarıda zahir olur, adeta yerden tohum biter
gibi.
Gönülde yurt tutan
her hayal, mahşer gününde bir surete bürünecektir. Mühendisin gönlünde
kurduğu hayali, tohum bitirme kabiliyetindeki bir yere ekilmiş, orada
bitmiş mahsul tut. Bu iki mahşeri hulâsa etmeden maksadım bir
kısastır, inananların bundan hisse almasıdır. Kıyamet gününün güneşi
doğdu mu çirkin, güzel herkes yerden derhal kalkar. Herkes kaza ve
kader divanına koşar, geçer para da potaya girer, kalp para da.
Geçer para
neşelenerek, nazlana,nazlana kalp para, yanıp eriyerek. Anbean
sınamalar gelmede, bedende gönül sırları görünmede. Kandil nasıl suyla
yağla görünür, aydınlanıp meydana çıkarsa, yahut toprak, nasıl mahsul
verir, sırlarını meydana korsa öyle.
Baharın eli, soğanı, safranı, haşhaşı
çıkarır, kışın sırrını nasıl meydana korsa öyle.
Biri “Biz Tanrıdan
çekinenleriz” diye yemyeşil, öbürü menekşe gibi başı aşağıda.
Tehlikeye uğrama korkusu, gönle yerleşmiş, bu yüzden kaynaklat kaynama
da, on tane dere olmada. Gözler, defterler sol yandan gelmesin diye
açılmış, bekleyip durmada.
Amel defterinin
sağdan verilmesi kolay iş değil. Bunun için gözler sağı solu
gözlemede. Derken bir kulun eline kapkara, suçlarla kötülüklerle dolu
bir defter verilir. İçinde ne bir hayır var, ne bir iyi işte bulunma.
Ancak doğru özlülerin gönlünü incitme var. Baştan ayağa kadar
kötülükle, suçla, yol ehline çaldığı ıslıklarla, onlarla ettiği
alaylarla dopdolu. Hileleri, hırsızlıkları, Firavunlar gibi ben, biz
demeleri, defteri kaplamış. O kötü amelli kul, defterini okudu mu
analar ki zindandan başka göçecek yer yok. Suç meydanda özür yolu
bağlı. Artık hırsızlar gibi darağacına yürümeye başlar. O binlerce
delili, o binlerce kötü sözü, pis bir çivi gibi ağzını kapatmış.
Üstünde, evinde,
çaldığı şeyler çıkmış, okuduğu masal dinlenmez olmuş. Cehennem
zindanına doğru yürümeye koyulur. Çünkü ateşten kaçmasına imkan yok.
Melekler de memurlar gibi önüne ardına düşerler. Evvelce gizliydiler
şimdi asesler gibi meydana çıkarlar. Onu, yürü ey köpek, samanlığına
gir diye sürerler, ellerindeki mızraklarla dürterler. O, her yol
başında ayağını sürür, belki o kuyudan kurtulurum ümidine düşer.
Bekleyerek durur, susar, bir ümide kapılıp yüzünü geriye çevirir. Güz
yağmurları gibi gözyaşı döker, ümidi kurumuştur, ondan başka elinden
ne gelir?
Her an yüzünü geriye
çevirir, Tanrı’nın mukaddes tapısına yönelir. Derken Tanrı’dan “Ey nur
ülkesinin melekleri, ona ey iyi huylardan çırılçıplak tembel” deyin.
Ey şer madeni, ne
bekliyorsun? A şaşkın neden yüzünü geriye çeviriyorsun? İşte defterin,
eline gelen defter a Tanrı inciten a Şeytana tapan! Yaptığın şeylerin
yazılı olduğu defteri gördün ya. Ne bakıyorsun artık, yaptığının
cezasını gör. Beyhude yere emekleyip duruyorsun? Böyle bir kuyuda
aydınlık ümidi nerede?
Ne görünüşte bir
ibadetin var, ne içinde gizli bir iyilik niyeti. Ne geceleri münacatta
bulundun, namaz kıldın; ne gündüzleri haramdan çekindin oruç tuttun!
Ne kimseyi incitmemek için dilini tuttun, ne ibretle önüne ardına
baktın. Önünde ölüm anlayışı ile can çekişmeden, ardında dostlarının
ölümünden başka ne var ki?
Ne zulmünle yana
yakıla coşarak bir tövbe ettin, ne ağlayıp sızlandın ey buğday
gösterip arpa satan adi adam!terazin eğriydi azgındı. Artık mükafat
terazisinin doğru olmasını neye beklersin? Hıyanette eksik tartmada
adeta sol ayak kesilmiştin, nasıl olur da terazin sağ yanından gelir?
A boyu bükülmüş, mükafat ve mücazat, gölge gibidir, elbet gölgen de
önüne iki büküm düşecek. Tanrıdan bu çeşit sert hitaplar gelir. Öyle
ki bu sözleri dağ duysa kamburlaşır.
Kul der ki: Yarabbi,
buyurduklarının yüz misli kötüyüm, yüz misli kötüyüm, yüz misli kötü.
Sen kötülüklerimi hilminle örttün, yoksa yaptığım fenalıları bilirsin.
Fakat kendi savaşımı, hayır ve şerden öte olan işlerimi, küfrümü,
yolumu yordamı mı, aczimle sana yalvarışımı, benim, benim gibi
yüzlerce kulun hayalini bir yana bırakalım.
Ancak senin lütfuna
ümit bağladım. Benim doğru oluşum, yahut inatçılığım şöyle dursun. Ey
garezsiz kerem sahibi, karşılıksız olan lütfuna, ihsanına ümit
bağlamışım. Onun için kendi işime bakmıyorum, geri dönüp senin
kayıtsız şartsız keremine bakıyorum. O ümitle yüzümü geri çevirdim.
Ben yokken varlığımı sen verdin. Bedavaca bana varlık elbisesi
bağışladın. Ben daima buna güveniyordum.
Kul kendi suçunu
ihsanını sayınca Tanrı ihsanı ile Tanrı bağışlaması gelip yetişir. Der
ki: Ey melekler, onu tekrar bana getirin, çünkü gönül gözü rica ve
niyazda. Ben de aldırmayayım da onu azat edeyim, o hatalara bir kalem
çekivereyim. Bir şeye aldırmamak, birinin iyiliğinden, kötülüğünden
kendisine ziyan gelmeyen kişiye mübahtır.
Keremimizden hoş bir
ateş yakalım da az çok, hiçbir suçu kusuru kalmasın. Öyle bir ateş
yakalım ki yalımındaki değersiz kıvılcım bile suçu da yaksın, cebri
de, ihtiyarı da.
İnsan ağırlıklarının
bulunduğu yere bir yalım salalım da dikeni ruhani bir gül bahçesi
haline getirelim.
Biz dokuzuncu kat
gökten “Sizin işinizi düzeltir” kimyasını gönderdik. Artık o ebedi ve
daimi nur karşısında insanlar babasının debdebesi ve ihtiyarı nedir
ki? Onun söyleyen dili, bir et parçası, gören gözü bir et lokması.
Duyan kulağı, iki parça kemikten, anlayan kalbi iki katra kanan
ibaret.
Sen pisliklerle
dopdolu bir kurtcağızsın. Fakat cihana bir gürültü saldın. Meniden
yaratıldın, benliği bırak. Ey Eyaz, çarığı hatırla.