Kafirler,
Peygambere konuk oldular. Akşam vakti mescide geldiler. Ey bütün
dünyadakileri yurdunda konaklayan, ey padişah, biz sana konuk geldik.
Azığımız yok uzaktan gelmişiz. Hemencecik başımıza rahmet ve nur saç
dediler.
Peygamber, sahabeye,
dostlarım, dedi. Bunları paylaşın. Çünkü siz benimle benim huyumla
dolusunuz. Her askerin bedeni padişahla doludur. Padişahın mevki ve
rütbesine düşman olanlara bu yüzden kılıç vururlar. Sen padişah
kızgınlığı ile kılıç sallarsın, yoksa kardeşlere niye kızasın ki?
Bir kardeşe,
padişahın kızgınlığının aksiyle suçsuz olarak on batmanlık gürzü
vuruyorsun. Padişah bir candır ama ordu onunla doludur. Ruh su
gibidir, bu bedenler ırmağa benzerler. Padişahın can suyu tatlıysa
bütün ırmaklar tatlı suyla dolar. Çünkü halk, padişahlarının
dinindedir, o “abese” suresinin padişahı böyle buyurmuştur.
Her dost bir konuk
seçti, konukların arasında pek iri ve misli görülmemiş biri vardı.
Öyle iriydi ki kimse onu götürmeye cesaret edemedi. Kadehteki posa ve
tortu gibi o da mescit de kala kaldı.
O herkesten arda
kalınca Mustafa, alıp götürdü. Sürüde yedi tane süt verir keçi vardı.
Keçiler yemek zamanı, sağılmak üzere eve gelmişlerdi. O kıtlık babası
Oğuz oğlu Uc, ekmeği de yedi, yemeği de. O yedi keçinin sütünü de
sildi süpürdü. Ev halkı, hep o keçilerin sütünü umuyordu. Bu yüzden
hepsi de kızdılar.
O bedavacı herif,
midesini davula çevirdi, yalnız başına on sekiz adamın yiyeceğini yedi
bitirdi. Yatacağı zaman odaya girdi. Halayıkta kızgınlıkla kapıyı
kapadı. Dışarıdan zincirini sürdü, bağladı. Ona pek kızmış ondan pek
dertlenmişti. Kafirin gece yarısı, yahut sabah vakti aptesi geldi,
karnı guruldamaya başladı. Yatağından kalkıp kapıya koştu, elini
atınca kapıyı kapalı buldu. O hileci herif kapıyı açmak için türlü
türlü hilelere başvurduysa da kapıyı açamadı. İyice sıkıştı oda dardı.
Şaşırıp kaldı, ne bir derman bulabildi ne bir hile. Nihayet bir hileye
başvurdu, uyumaya bu buruntuyu geçiştirmeye savaştı. Uyudu da. Rüyada
kendisini bir viranede gördü.
Hatırında virane
vardı ondan dolayı da virane gördü. Kendisini tenha bir viranede
görünce aptes bozmaya zaten ihtiyacı vardı, hemen işini beceriverdi.
Uyanınca bir de baktı ki yataj pislik içinde. Derdinden deliye döndü.
Bu çeşit rezillik
toprakla bile örtülemez diye içinden yüzlerce defa coştu, köpürdü.
Uykum uyanıklığımdan beter. Burada yiyor orada pisliyorum dedi. Kafir,
mezarın dibinde nasıl bağırırsa o da öylece keşke geberseydim demeye
koyuldu. Bu gece bir geçse de kapının açılmasını duysam diye beklemeye
başladı. Ok yayadan fırlar gibi kimsecikler görmeden kaçmayı
kurmaktaydı. Hikaye uzundur kısa kesiyorum. Nihayet kapı açıldı, o da
dertten gamdan kurtuldu.
Mustafa sabahleyin
gelip kapıyı açtı. Sabah o yolunu sapıtmış kişiye yol gösterdi.
Mustafa , o belalara uğrayan utanmasın diye gizlendi. Kapıyı açanı
görmesinde serbestçe dışarı çıksın diyordu. Ya bir şeyin ardında
gizlendi, yahut da Tanrı eteği Mustafa’yı ondan gizledi.
Tanrı boyası,
bazen örter, neliksiz niteliksiz Tanrı perdesini, bakanın önüne
örüverir. Bu suretle
düşmanını kendi yanındayken bile göstermez. Tanrı kudreti, bundan da
artık, bundan da üstün.
Mustafa onun geceki
halini görüyordu. Fakat Tanrı fermanı, ona hatasını bildirmeden bir
yol açmasına, o kötülükle bir kuyuya düşmesine mani olmaktaydı.
Tanrı hikmeti ve
gökten inen emir, onun kendisini o halde görmesini istemekteydi. Nice
düşmanlıklar vardır ki yapılmaya döner. Bir herzevekil, o pis yatağı,
inadına Peygamberin yanına getirdi. Ve gör hele, konuğun bu işi
işlemiş dedi. Alemlere rahmet olan Mustafa, bir güldü. Getir o ibriği
dedi, hepsini kendi elimle yıkayayım dedi.
Herkes Tanrı hakki
için yapma, canımız da sana kurban olsun, tenimizde. Sen bırak bu
pisliği biz yıkayalım. Bu iş, el işidir, gönül işi değil.
Ey hakkında “Le
amruka-ömrün için” diye Tanrı’nın and içtiği zat, Tanrı sana ömür
dedi. Seni halife yaptı, kürsüye oturttu. Biz sana hizmet için
yaşıyoruz, sen hizmet etmeye kalkışırsan biz ne oluruz? Dedi.
Peygamber dedi ki:
“Ben de biliyorum, fakat şimdi bunu ben yıkayacağım. Bunu bizzat
yıkamamda bir himmet var.”
Bu söz Peygamber
sözü diye hepsi sustular, bu sır nedir, hele bir çıksın diye beklemeye
koyuldular. Peygamber o pisliği, bilhassa Tanrı buyruğu ile adamakıllı
yıkamakta idi, riya ile değil. Çünkü, gönlü bunu sen yıka bunda kat
kat hikmetler var diyordu.
O kafirciğin bir
armağan heykeli vardı. Onu kaybolmuş görünce kararı kalmadı. Dedi ki
gece kaldığım odadadır haberim olmadan orada bıraktım. Utanıyordu ama
hırsı da onu, o yana çekiyordu. Hırs ejderhadır küçücük bir şey değil.
Heykelin ardına düşüp koşa koşa geldi, onu Mustafa’nın odasında gördü.
Gördü ama Tanrı eli
bizzat o pisliği yıkamaktaydı, kötü gözler ondan ırak olsun; kafir
bunu da gördü. Gördü de heykeli hatırından çıktı. Onda bir
coşkunluktur baş gösterdi, yakasını yırttı.
İki elini yüzüne,
başına vuruyor, kafasını duvara kapıya çarpıyordu. Bir halde ki
burnundan, başından kanlar revan olmaya başladı. O ulu Peygamber, ona
acıdı.
Naralar atıyordu.
Halk başına toplanınca, Ey halk sakının diyordu. Ey akılsız kafa diye
başına vuruyor, ey nursuz göğüs diye göğsünü dövüyordu.
Ey yeryüzünün küllü,
senden şu aşağılık cüz-ü, utanmaktadır diye secde ediyordu. Sen kül
olduğun halde O’nun emrine baş eğiyorsun da ben cüzü olduğum halde
zulmediyor kötülükte bulunuyor, azıyorum.
Sen kül iken
Tanrı’ya karşı hor hakir oluyor, O’ndan titriyorsun da ben cüzü iken
O’na aykırı hareket ediyorum diyor:
Her an yüzünü göğe
kaldırıp Ey cihanın kıblesi, yüzüm yok diye feryat ediyordu. Halden
artık titreyip çarpınınca Mustafa onu kucakladı. Yatıştırdı pek
iltifat etti, gözlerini açtı, ona kendini tanıttı.
Bulut ağlamadıkça
yeşillik nasıl güler? Çocuk ağlamadıkça süt nasıl coşar? Bir günlük
çocuk bile yolu bilir. Ağlayayım da esirgeyen dadı gelip yetişsin der.
Sen bilmiyorsun; dadılar dadısı da sen ağlamadıkça bedavaca sütü az
verir.
Kulak ver, “Çok
ağlayın” dedi. Ağlayın da yaratıcı Tanrı’nın ihsan sütü aksın.
Dünyanın direği bulutun ağlamasıdır, güneşin yakması. Sen bu iki ipe
iyi sarıl. Güneşin hararetiyle bulutun gözyaşı olmasaydı beden ve
araz, nasıl olur da semirir, gelişirdi? Bu hararetle bu ağlayış, temel
olmasaydı şu dört mevsim nasıl mamur olurdu?
Güneşin hararetiyle
alem bulutunun ağlaması, nasıl cihanın ağzının tadını getiriyor, nasıl
alemi hoş bir hale sokuyorsa, sen de akıl güneşini yak, gözünü göz
yaşları saçan bir bulut haline getir. Küçük çocuk gibi sana da ağlayan
bir göz gerek. O ekmeği az ye ekmek senin şerefini giderdi. Ten, gece
gündüz onunla gelişir, yapraklanırsa can dalı, yapraklarını döker, göz
mevsimine düşer.
Beden azığı, derhal
canın azıksız kalmasıyla neticelenir. Bunu azaltmak omu çoğaltmak
gerek.
“Tanrı’ya borç
verin.” Sen de bu ten ağzından borç ver de karşılığında gönlünde
yeşillikler bitsin. Borç ver de bu ten lokmasını azalt, bu suretle de
“Gözlerin görmediği” yüz görünsün.
Ten kendisini pislikten arıtırsa ululuk
misk ve incileriyle dolar.
Böyle adam şu
pislikten kurtulur, temizliğe ulaşır, bedeni, “Tanrı sizi, kirlerden
temizlemeyi diler” sırrına ulaşır. Fakat Şeytan, “Sakın sakın bundan
pişman olur hüzne düşersin. Bedeninden bu hevesleri giderir, bunları
eritirsen çok pişman olur derde düşersin. Şunu ye hararet verir,
mizaca devadır; şunu da faydalanmak için iç, ilaçtır. Hem de şu niyete
düş. Bu beden binektir, neye alıştıysa vermek, daha doğru bir iştir.
Sakın açlığa alışma; sıhhatin bozulur, beyninde, kalbinde yüzlerce
illet meydana gelir” der.
O alçak
Şeytan, bu çeşit tehditlerle gelir, halka yüzlerce afsun okur.
Kendisini tedavi eden Calinos gösterir.
Bunu da senin hasta gönlünü aldatmak için yapar.
“Bu sana dertten, gamdan kurtulmak için
bir ilaçtır” der. Adem’e de buğday için böyle demişti ya.
Heybelerle
heyhatlarla gelir, dudaklarını, azgın atın, nallanırken kıstırdıkları
iki, tahta parçası ile kıstırır. Aşağılık taş lal göstermek için at
nallanırken dudaklarını kıstırdıkları gibi senin dudaklarını da
kıstırıp, atın kulağından tutar gibi kulaklarını tutup seni hırs ve
kazanca öeker.
Şüphe etme ki
ayağına nalı vurur, sende onun derdi ile yoldan kala kalırsın. Onun
nalı seni iki iş arasında tereddüde düşürmektir. Bunu mu yapayım
dersin, onu mu? Aklını başına alda kendine gel. Peygamber’in seçtiği
işi yap, deliyle çocuğun yaptığını yapma.
“Cennet
çevrilmiştir.” Neyle çevrilmiştir? “İnsanın istemediği, hoşlanmadığı
şeylerle.” Çünkü, ekin bunlarla çoğalır, gelişir.
Şeytan’ın hileyle,
zeyreklikle yüzlerce afsunu vardır. Ejderha bile olsa adamı sepete
kor. İnsan akar su olsa bağlar, zamanın en akıllı, en bilgin adamı
olsa onu yanıltır, güler.
Aklı bir dostun
aklına dost et de “Onların işi danışmakladır” ayetini oku ona göre iş
yap!
Bu sözün sonu
yoktur. Arap o padişahın lütfuna şaşırıp kaldı. Deli oluyordu aklı
kaçayazdı. Mustafa’nın akıl eli onu geri çekti. Bu yana gel dedi, bir
kişi ağır bir uykudan nasıl uyanırsa uyandı. O tarafa geldi. Mustafa
bu yana gel, bu işi yapma, kendine gel. Bu yanda sana bir çok işler
var dedi.
Yüzüne su serpti, ey
Tanrı şehidi, dedi, dile gel şahadet getir. Ben de şehit olayım da
dışarı çıkayım. O uçsuz bucaksız çölde bulundukça canımdan beziyorum.
Biz takdir kadısının şu dehlizinde Bela ve Elest davalarını görmek
için duruyoruz.
Biz bela dedik
sınama yönünden işimiz ve sözümüz, bunu görmek, bunu bildirmekten
ibarettir. Neden kadının dehlizinde durmaktayız? Biz şahit olmak için
gelmedik mi?
Ey şahit niceye bir
kadının dehlizinde hapis olacaksın? O şahadeti ver de kurtul. Seni
buraya şunun için çağırdılar ki inat etmelisin, o şahadette bulunasın.
Halbuki sen, inadından şu daracık yerde oturmuş, elini bağlamış,
dudağını yummuşsun.
Ey tanık, sen bu
şahadette bulunmadıkça şu dehlizden nasıl kurtulabilirsin? İş bir anda
biter, yap, bitir. Kısa işi kendine uzatma. İster yüzyılda ister bir
anda olsun; şu emaneti ver de kurtul!
Bu söze son yoktur,
Mustafa, ona iman etmesini söyledi, o da kabul etti. O kutlu şahadet
bağlanmış düğümleri çözdü. İmana geldi. Mustafa ona dedi ki: Bu gece
de bizim konuğumuz ol. Adam vallahi dedi, ebedi olarak senin
konuğunum. Nerede olursam olayım, nereye gidersem gideyim sana
misafirim. Beni dirilttin, senin azatlın, senin kapıcınım. Bu alemde
senin sofranın başında, o alem de.
Bu seçilmiş sofradan
başka bir sofra seçen kişinin boğazını, nihayet kemik yırtar deler.
Kim senin sofrandan başka bir sofraya giderse bil ki Şeytan, onunla
bir kâseden yemek yer. Kim senin komşuluğundan kaçarsa şüphe yok ki
Şeytan, ona komşu olur.
Kim sensiz uzak bir
yola giderse Şeytan onula yoldaş olur, onunla bir sofraya oturur. Yüce
ve güzel bir ata binse haset eder; Şeytan da ona arkadaş olur.
Nazlı karısı ondan
bir çocuk doğursa Şeytan onun soyundan ona ortak kesilir. Tanrı
Kur’anda “Ey Mümin, Şeytana kafirlerin mallarında, evlatlarında ortak
ol” buyurmuştur. Peygamber bunu Ali’ye değer biçilmez sözleri arasında
açıkça söylemiştir.
Konuk dedi ki: “Ey
Tanrı elçisi, bulutsuz bir güneş gibi peygamberliği sen tamamladın,
apaydın bir hale koydun. Senin bu yaptığını iki yüz ana yapamaz. İsa
bile bunu Azer’e yapmadı. Senin yüzünden canım hemencecik ecelden
kurtuldu. Azer de dirildi ama o anda yine öldü.
Arap o gece
Peygambere konuk oldu, bir keçiden sağılan sütün yarısını ancak
yiyebildi, ağzını silip çekildi. Peygamber süt iç, yufka ekmeği ye
diye ısrar ettiyse de Vallahi dedi, riyasız doydum. Bu ne tekellüf, ne
sıkılma, ne de hile. Dün geceden daha ziyade doydum.
Bütün ev halkı
şaştılar. Bu kandil, şu bir kara zeytin yağı ile nasıl doldu diye
hayretlere düştüler. Bir ebabil kuşunun gıdası, böyle bir fili nasıl
doyurdu dediler. Kadın, erkek, o fil bedenli, bir sineğin yiyeceğini
yiyor diye fısıldaşmaya başladılar.
Kafirliğin hırs ve
vehmi baş aşağı düştü, ejderha bir karıncanın gıdası ile doydu.
Kafirliğin aç gözlülüğü ondan gitti, iman gıdası onu semirtti
geliştirdi. Öküz açlığı illetine tutunan adam, Meryem gibi cennet
meyvesini gördü. Cennet meyvesi, bedenine koştu, ulaştı. Cehennem gibi
olan midesi, yatıştı rahatladı.
Ey imandan yalnız
bir lafa kanan, ununla kanaat eden kişi, zaten iman yüce bir nimettir,
büyük bir gıdadır.