Neşeli ve şaraba düşkün
bir bey vardı. Her mahmurun, her çaresiz kişinin sığındığı bir zattı.
Esirgeyici, yoksulları korur, altınlar, inciler bağışlayıcı, deryadil
bir adamdı.
Erlerin padişahı, inanmış
adamların beyi, yol bilir, sırdan anlar, dostlarını görür gözetir bir
zattı. İsa’nın zamanı, Mesih’in devri idi. Halkın gönlünü alan,
kimseyi incitmemeye gayret eden o güzel beye, bir gece ansızın konuk
geldi. O konuk da onun gibi hoş ve iyi bir beydi. Neşelensinler diye
şarap içmek istediler. O zaman şarap helaldi. Şarapları azdı dedi ki:
Köle, yürü, testiyi doldur, bize şarap getir.
Filan keşişte halis şarap
var. Ondan al da canımız, ileri gelenlerin derdinden de halas olsun,
halkın derdinden de. O keşişin şarabının bir katrası, binlerce testi,
binlerce küp şarabın yaptığını yapar. O şarapta gizli bir maya var,
nitekim bazı erler vardır ki aba altında sultandır onlar. Sen
paramparça hırkaya bak. Anlaşılmasın diye altının da yüzünü
karartırlar.
Lal görünüşte buğulu görünür
ama kötü göz, onu beğenmesin diyedir bu. Hazine ve mücevharat, ev
içinde olur mu hiç? Hazineler daima yıkık yerlerdedir. Adem’in
hazinesi de yıkık yere gömülmüştü de bu yüzden o melun Şeytanın gözü
onu görmedi. O, toprağa hor baktı. Fakat can, ona bu toprak, sana bir
set olmuştur deme de idi.
Köle iki testi alıp yola
düştü. Derhal keşişlerin manastırına vardı. Altını verip o altın gibi
şarabı aldı. Taşı verip karşılığında cevheri satın aldı. O şarap ki
padişahların başına sıçrar da sakinin başına altın taç koyarlar.
O şarap ki fitneler,
kargaşalılar çıkarır, kullarla padişahları birbirine katar. O şarabı
ki kemikleri eritir de tamamı ile can yapar, o zaman tahtayla taht bir
olur. Ayıkken kulla padişah suyla yağ gibidir ama sarhoşluk vaktinde
tendeki cana dönerler. Heriseye benzerler, artık farkları kalmaz.
Fakat bu makama varıp gark olmayan bunu fark edemez.
İşte o köle o çeşit şarap
almış, o adı sanı güzel beyin köşküne gitmekteydi. Yolda gamlar görmüş
beyni kuru, belalara bürünmüş bir zahit, önüne çıkıverdi. Zahidin
bedeni gönül ateşleriyle yanmış, evini Tanrıdan başka her şeyden silip
süpürmüştü. Nice çaresiz mihnetlere uğramış, binlerce dağlar üstüne
dağlar yakmıştı. Her an gönlü, savaşlara düşmüş, gece gündüz
riyazatlara sarılmıştı. Yıllarca aylarca kanlara batmış, topraklara
bulanmıştı. Gece yarısı o köleyi görünce, dedi ki: Testilerdeki nedir?
köle, şarap dedi. Zahit, kimin, kime götürüyorsun? Diye sordu. Köle, o
ulu beyin dedi. Zahit dedi ki: Tanrıyı dileyen kişinin ameli böyle mi
olur? Hem Tanrıyı istiyor, hem de içip eğleniyor ha! Şeytan şarabı
sonra da yarım akıl öyle mi? Senin aklın şarapsız böyle dağınık.
Aklına akıllar katmak gerek. Ya sarhoş olunca aklın ne hale gelir ey
bir kuş gibi sarhoşluk tuzağına tutulmuş adam?
Ziya-i Delk, hazır cevap ve
tatlı sözlü bir zattı. Şeyh-i İslam Tac-ı Belh’in kardeşi idi. Tac-ı
Belh, pek kısa boyluydu, adeta bir kuşa benzerdi. Bütün bilgileri
bilir, alim faziletli bir adamdı ama Ziya, güzel söz söylemede ve
nüktecilikte ondan üstündü. O pek kısaydı, Ziya da haddinden fazla
uzun. Şeyhülislam, pek nazlı, pek kibirli bir adamdı.
Bu kardeşinden utandı. Ziya
da sözü tesirli bir vaizdi. Bir meclis günü, Ziya meclise geldi,
kadınlarla, alim ve temiz kişilerle doluydu. Şeyhülislam, kibrinden
kardeşine şöyle kalktı ve yine derhal oturdu.
Ziya alınarak dedi ki: Çok
uzun boylusun. Bari o selvi boyundan birazcığını çal. Sende akıl
nerede, fikir nerede ki ey bilgi düşmanı tutup şarap içeceksin? Yüzün
pek güzel bari biraz da çivit sür. Habeşin yüzüne, çivit, gülünç olur
doğrusu. A azgın sende nur nerede de ki kendinden geçiyor da karanlık
arıyorsun.
Gölgeyi gündüz aralar. Sense
bulutlu gecede tutmuş, gölge aramaya çıkmışsın. Şarap gıda için halka
helaldir ama sevgiyi dileyenlere haramdır. Aşıkların şarabı gönül
kanıdır. Onların gözleri yolda konaktadır. Böyle bir korkunç çölde bu
akıl kılavuzu, tutulup kalır. Sen de kılavuzları gözetirsen kervanı
helak eder yolu yitirirsin.
Arpa ekmeği bile hakikatten
haramdır. Nefsin önüne kepekle karşılık ekmek koy. Tanrı yolunun
düşmanını hor tut. Hırsızı mimbere çıkarma, dara çek. Hırsızın elini
kes. Kesmekten acizsen hiç olmazsa bağla. Sen, onun elini bağlamazsan
o, senin elini bağlar. Sen, onun ayağını kırmazsan o, senin ayağını
kırar.
Halbuki sen, düşmana şarap ve
şeker kamışı veriyorsun. Niçin? Ona zehir gibi gül, taş desene. Zahit,
gayrete gelip testiye bir taş attı, kırdı. Köle de testiyi elinden
atıp zahitten kaçtı.
Beyin yanına gidince bey,
şarap nerede? Dedi. Köle bir ,bir macerayı anlattı.
Bey, ateşe döndü, hemen
yerinden doğruldu, bana o zahidin evi nerede? Göster dedi. Göster de
şu ağır gürzle kafasını ezeyim. O kahpe oğlunun akılsız kellesini
kırayım. O, köpekliğinden doğru yolu göstermeyi ne bilir? O, ancak
şöhret aşığı. Bu yobazlık, bu riya ile kendisine bir mevki yapmak, bir
şey bahane ederek kendini göstermek istiyor. Onun şuna buna riya
yapmaktan başka hiçbir hüneri yok. Deliyse, fitne çıkarmak istiyorsa
delinin ilacı, öküz aletinden yapılma kamçıdır.
Vurmalı kerataya da
kafasındaki Şeytan çıksın. Eşekçiler, nodullamadıkça eşek gider mi
hiç? Bey, eline bir topuz alıp sokağa çıktı. Gece yarısı yarı sarhoş
bir halde geldi, zahidin evine girdi. Kızgınlıkla zahidi öldürmek
niyetindeydi. Zahit, evde bulunan yünlerin altına girip gizlendi.
Zahit, beyin sözlerini yün bükenlerin yünleri altına gizlenmiş,
işitiyordu.
Orada kendi kendine dedi ki:
Adamın çirkinliğini yüzüne karşı ancak ayna söyleyebilir, çünkü onun
yüzü serttir. Ayna gibi demirden bir yüz gerek ki sana çirkin yüzüne
bak desin.
Padişah Delkak’la satranç
oynardı. Delkak padişahı mat etti mi padişah derhal kızardı. Bunu
kibrine yediremez, Tu Allah müstehakını versin diye satranç taşlarını
birer, birer Delkak’ın başına vururdu.
Al, işte şahın bu senin bu
kaltaban derdi. Delkak, aman padişahım der sabrederdi. Bir gün yine
padişah mat oldu. Bir oyun daha oynamalarını emretti. Delkak,
zemheride çıplak kalmış adam gibi tirtir titriyordu. Bir oyun daha
oynadı, yine padişah mat oldu. Tu Allah müstehakını versin zamanı
gelince, Delkak sıçradı bir köşeye kaçtı; korkusundan altı tane
halının altına girdi. Yastıklarla o altı tane halının altına gizlenip
padişahın satranç taşlarından aman buldu. Padişah ne yapıyorsun, bu
ne? Deyice, padişahım dedi, Tu Allah müstehakını versin.
Ateşler püskürüyorsun...
Senin gibi öfkeli bir padişaha döşeme altından başka yerde doğru söz
söylenebilir mi? Sen mat oldun ama ben şahın çarpmasından mat
oluyorum. Onun için halıların altından Tu Allah müstehakını versin
diyorum!
Mahalle o beyin bağrış,
çağırışıyla, kapıyı tekmelemesi, vurun tutun diye nara atmasıyla
doldu. Sağdan, soldan halk dışarı fırladı. Ey ulumuz af zamanıdır.
Onun beyni kurumuş. Şimdi onun aklı, fikri çocukların aklından
fikrinden az. Hem zahit, hem ihtiyar. Bu halindeki şu zahitlik, onu
kat, kat zayıflatmış. Bu zahitlikten de bir feyze nail olamamış.
Zahmetler çekmiş de
sevgiliden bir hazine elde edememiş. İşler yapmış da bir pul
kazanamamış. Ya iş onun harcı değilmiş, ya henüz mükafat vakti
gelmemiş. Ya o çalışma çıfıtça bir çalışma, yahut da mükafata
erişmesinin bir zamanı, bir saati var. Ona bu dert bu musibet yeter...
Şu kanlı ovada kimsiz kimsesiz kala kalmış.
Gözleri ağırlıklı, bir bucağa
çekilip oturmuş, yüzünü ekşitmiş, suratını asmış. Ne bir göz hekimi
var ki derdine yansın, ne onun aklı var ki bir göz ilacı arayıp
bulsun, gözüne çeksin.
Kendi zannına uymuş, çalışıp
çabalamaya koyulmuş, işim, iyileşecek diye bir ümide kapılmış.
Halbuki onun tuttuğu yolla
sevgilinin vuslatı arasında ne uzun bir mesafe var. Çünkü o, baş
aramıyor, reis olmayı istiyor.
Bir an Tanrı ile, nasibim bu
hesapta hep zahmet mi diye adeta didişmede. Bir an hep uçuyor, ele
geçmiyor, bizim kolumuzu kanadımızı kırıyorsun diye bahtı ile kavga
etmede. Kim, renge, kokuya mahpus kalırsa zahit olsa bile huyu iyi
olmaz, dar canlıdır.
Bu daracık duraktan
çıkmadıkça nasıl olur da ahlakı düzelir, gönlü ferahlar? Zahitlere,
genişliğe çıkmadan yalnız bulundukları zaman bıçak ve ustura vermeye
hiç gelmez. Darlılarından, muratlarına eremediklerinden, dertlerinden
karınlarını deşiverirler.
Mustafa’yı ayrılık derdi
kapladı, daraldı mı, kendisini dağdan atmaya kalkardı. Cebrail, sakın
yapma. Kün emrinde sana nice devletler taktir edilmiştir deyince,
yatışır, kendini atmaktan vazgeçerdi. Sonra yine ayrılık derdi gelip
çattı mı, yine gamdan dertten bunaldı mı kendisini dağdan aşağı atmak
isterdi. Bu sefer Cebrail görünür, ey eşi olmayan Padişah, yapma bunu
derdi.
Hicap keşfedilip de o inciyi
koynunda buluncaya kadar bu haldeydi. Halk, her çeşit mihnetten ötürü
kendini öldürüp dururken mihnetlerin aslı olan bu ayrılığı nasıl
çeksin? Halk canını feda eden şaşar. Fakat bizim her birimiz fedai
huyluyuz. Ne mutlu o kişiye ki bedenini, feda edilmeye değer bir dosta
feda etmiştir.
Herkes bir fennin, bir
sanatın fedaisidir. Ömrünü o yolda sarf eder, ölüp gider. İster
doğularda olsun, ister batılarda, herkes, nihayet ölür. O zaman ne
aşık kalır, ne maşuk. Hiç olmazsa be devletli, zaten şu hünere
gönüllü, kendisini feda etmiş. Onun öldürülmesinde yüzlerce hayat var.
Aşık da onca ebedi, maşuk da, aşk da. İki alemde de dileğine ermiş,
iyi bir ad san kazanmış.
Ey ulular, aşılara acıyın.
Onların şanı, helak olduktan sonra bile helak olmaya hazır
bulunmaktadır. Beyim onun kabalığını affet onun derdine bedbahtlığına
bak. Onu affet de Tanrı da seni affetsin, suçlarını yargılasın.
Sen de gafletle az testiler
kırmamışsındır. Sen de affa ümit bağlamışsındır. Affet de ahrette sen
de af edilesin. Kader, ceza vermede kılı kırk yarar.
Bey dedi ki: O kim oluyor ki
bizim testimize taş atıp kırıyor? Benim civarımdan erkek aslan bile
yüzlerce çekingenlikle korka, korka geçmede. Neden kulumuzun gönlünü
incitti, bizi konuğumuzun yanında utandırdı?
Onun kanından daha değerli
olan şarabı döktü de kadınlar gibi bizden kaçıp da gizlendi. Fakat tut
ki bir kuş gibi uçsun, benim elimden nerede canını kurtaracak? Kahır
okumla kanadını kırar, onun arda kalası kanadını koparırım. Benden
kaçıp da bir katı taşın içine girse, gizlense yine onu tutar, o taşın
içinden çıkarırım. Ona bir kılıç çalayım da bütün kaltabanlara ibret
olsun.
Herkese yobazlık satsın, bu
yetmiyormuş gibi bir de bize satmaya kalkışsın ha! Onun da cezasını
şimdicik vereceğim, onun gibi yüz tanesinin de. Öyle kızmış, öyle kan
dökücülüğü tutmuş ki ağzından ateş püskürüyor.
O şefaatçiler, onun o hay
hayına karşı birçok defalar elini, ayağını öpüp, dediler ki: A beyim,
sana kin gütmek yaraşmaz. Şarap dökülüp gitti ise ne çıkar? Sen,
şarapsız da hoşsun. Şarap, neşe sermayesini senden alır. Suyun
letafeti senin letafetine imrenir.
Padişahlık et, ey merhamet
sahibi, ey kerem sahibinin oğlu kerem sahibi bağışla. Her şarap, bu
boya, bu yüze kuldur. Bütün sarhoşlar sana haset ederler.
Senin gül renkli şaraba hiç
ihtiyacın yok. Gül rengini bırak, gül renklilik sensin zaten. Ey
zühreye benzeyen yüzü kuşluk güneşi olan, ey rengine karşı gül rengi
yoksul bir hale gelen bey, şarap küpte gizlice senin yüzünün
iştiyakiyle kaynayıp coşar.
Sen baştan başa denizsin,
ıslaklığı ne istersin ki? Sen, tamamı ile varlıksın, yokluğu ne arasın
ki? Ey parlak ay, tozu ne yapacaksın? Ay bile senin yüzüne bakar da
sararır. Sen hoşsun, güzelsin her türlü hoşluğun madenisin. Neden
şaraba minnet edersin ki?
Başında “Biz insan oğullarını
ululadık” tacı, boynunda “Biz sana kevser ırmağını verdik” gerdanlığı
var.
İnsan cevherdir, gök ona
arazdır. Her şey fer-i dir, her şeyden maksat odur. Ey akıllar,
tedbirler, fikirler kulu kölesi olan bey, mademki böylesin, kendini
neden böyle ucuza satıyorsun? Sana hizmet etmek bütün varlık alemine
farzdır. Bir cevher, neden arazdan ihsan ister ki? Yazıklar olsun
kitaplardan bilgi arıyorsun ha!
Bir bilgi denizisin ki bir
ıslaklıkta gizlenmiş; bir allemsin ki üç arşın boyunda bir bedene
bürünmüş!
Şarap nedir, güzel ses ve
çalgı dinlemek, yahut bir güzelle buluşmak nedir ki sen onlardan bir
neşe, bir menfaat ummadasın!
Hiç güneş, bir zerreden borç
ister mi, hiç zühre yıldızı, bir küçücük küpten şarap diler mi? Sen
keyfiyeti bilinmez bir cansın, keyfiyet alemine hapsedilmişsin. Sen
bir güneşsin, bir ukdeye tutulmuşsun; işte bu sana yakışmaz yazık.
Bey dedi ki: Hayır, hayır.
Ben, o şarabın adamıyım. Ben, bu hoşluktan alınan zevke kanaat edemem.
Ben, yasemin gibi olmayı, gah şöyle, gah böyle eğilip bükülmeyi
isterim. Bütün korkulardan, bütün ümitlerde kurtulup söğüt gibi her
yana eğilmeliyim. Söğüt dalı gibi sağa, sola dönmeli, onun gibi
rüzgarda çeşit, çeşit oynamalıyım. Şarabın verdiği neşeye alışan,
nereden bu neşeyi beğenecek hey hocam!
Peygamberler, Tanrı neşesine
dalmışlardı, onunla yoğrulmuşlardı da onun için bu neşeden vaz
geçtiler. Onların canları, o neşeyi gördüğünden onlara bu neşeler,
oyuncak görünmüştü. Diri olan bir güzelliğe dostluk eden, artık ölüyü
nasıl kucaklar?
O alem, zerre zerre diridir.
Her zerresi nükteden anlar, söz söyler. Onlar, ölü olan cihanda
oturmaz, dinlemezler. Çünkü ot, ancak hayvanlara layıktır. Kim gül
bahçesinde meclis kurar, yurt tutarsa külhanda şarap içer mi hiç?
Pak ruhun makamı,
illiyyin’dir. Pislikte yurt edinense kurttur. Tanrı mahmuruna tertemiz
şarap kadehi sunulur. Bu kör kuşlaraysa şu kara ve tuzlu su. Kime
Ömer’in adaleti el vermezse onca kanlı Haccac adildir.
Kızlara cansız bebekleri
oyuncak diye verirler. Çünkü onlar, diri oyuncaktan bir şey anlamazlar
ki. Küçük erkek çocuklar, erliklerinden bir şey anlamazlar, güçleri
kuvvetleri yoktur. Onun için onlara tahta kılıç daha yeğdir. Kafirler
peygamberlerin kiliselerde yapılmış olan resimleri ile kanaat ederler.
Fakat ay parçaları bizim için
apaydın olduğundan resimlerine aldırış bile etmeyiz. Onların birer
sureti, bu alemdedir ama birer sureti de ay gibi gökyüzündedir. Bu
suretteki ağızları, onlarla düşüp kalkanla konuşur, nükteler söyler. O
suretteki ağızlarıysa Tanrı ile konuşur. Görünen kulak, bu sözü duyar,
beller. Can kulağıysa Kün emrinin sırlarını işitir.
Ten gözü, insanın şeklini
görür, beller. Can gözü, Mazagalbasar sırrını görür, hayran olur.
Görünen ayak, mescit safında durur, mana ayağı göğün üstünde tavafta
bulunur.
İşte her cüz-ü böyle say...
bu, vakit içindedir, zamana bağlıdır, oysa ondan da hariçtir. Zamana
bağlı olan, ecele kadar durur. Öbürüyse ebediyete dost, ezele eştir.
Bir adı iki devlet sahibidir, bir sıfatı iki kıble imamı.
Ona ne halvetin lüzumu
vardır, ne çilenin. Hiçbir bulut onu örtemez. Halvet yurdu, güneş
değirmesidir, artık ona nasıl olur da yabancı gece perde kesilir?
Hastalık ve perhiz zamanı geçti, buhran kalmadı. Küfür, iman oldu,
küfran kalmadı. Elif gibi doğruluğu yüzünden öne geçmiştir. Onda kendi
sıfatlarından hiçbir şey kalmamıştır. Kendi huylarından çıkmış tek
olmuş... canı, canına can katan sevgiliyse çırılçıplak bir hale
gelmiştir.
O tek ve benzersiz, eşsiz
örneksiz padişahın huzuruna çırılçıplak gidince padişah, ona kendi
kutlu sıfatlarından bir elbise giydirmiştir. Padişahın sıfatlarından
bir elbiseye bürünmüş, kuyudan mevki ve ikbal sayvanının üstüne
uçmuştur.
Tortulu bir şey saf oldu mu
böyle olur. Tıpkı onun gibi o da tasın dibinden üstüne çıkmıştır.
Tasın dibindeyken tortuluydu, toprak cüzüleri, ona karışmış, o şomluk
onu bulandırmıştı.
Hiç de hoş olmayan dost onun
kolunu kanadını bağlamıştı. Fakat o aslında yüceydi. “Yeryüzüne inin”
sesi gelince onu Harut gibi baş aşağı asakodu. Harut gökteki
meleklerdendi, bir azar yüzünden öylece asılı kaldı. Baş aşağı asılı
kalmasının sebebi, baştan çıkması, kendisini baş sanması ve yalnızca
öne geçmeye kalkışmasıydı. Sepet kendisini suyla dolu görünce
nazlandı, istiğnaya girişti de sudan çekildi hani. Fakat ciğerinde bir
katracık suyu bile kalmadı. Bunun üzerine deniz, acıdı da onu tekrar
davet etti.
Denizden sebepsiz hizmet
karşılığı olmaksızın rahmet gelir. Bu, ne kutlu andır. Tanrı hakkı
için denizin etrafında dönüp dolaşmak, denizde gecelerin yüzleri, sarı
olsa bile aldırış etmemek gerek. Denizin etrafında dönüp dolaşmalı ki
Tanrının lütfu, bağışlaması gelip çatıversin de sararmış yüz, bir
mücevher bularak kızarsın. Yüzün sarı rengi, renklerin en iyisidir.
Çünkü o yüze kavuşmayı beklemektedir.
Fakat bir adamın yüzünde
parlayıp duran kırmızılık, o adamın canının, bulunduğuna kani
olmasındandır. Halbuki insan zayıflatan, alçaltan, sarartıp solduran
tamahtır. Bu solgunluk ve arıklık, bedene ait illetlerden değildir.
hastalıksız bir sarı yüz görse Calinas’un bile aklı şaşar.
Fakat tamahı bağlandın mı
Tanrı nurlarına dalarsın. Mustafa bunun için tamaha düşenin nefsi
alçalır demiştir.
Gölgesiz nur, latiftir,
yücedir. Kafes, kafes vuran nura, bir kalburdan aksetmededir. O kafes
şeklindeki gölge, kalburun gölgesidir. Aşıklar, bedenlerinin çıplak
olmasını isterler. Fakat erkekliği olmayana ha elbise olmuş, ha
olmamış. O ekmek ve sofra, oruçlulara çıkar. At sineğine çorba nedir
tencere ne?