Zengin bir adam vardı.
Bu adamın da zühre yanaklı, ay yüzlü, gümüş bedenli bir kızı vardı.
Kız, kendini bildi, babası onu kocaya verdi. Fakat kocası kızın dengi
değildi. Kavun, karpuz oldu, sulandı mı yarmazsan telef olur gider.
Babası da kızın baştan
çıkmasından korktu da onun için onu, dengi olmayan birisine verdi.
Kızına dedi ki: Kendini kocandan koru, sakın gebe kalma. Ne yapayım?
Bu yoksula seni vermek zorunda kaldım. Bu adamı garip say, garipte
vefa olmaz. Ansızın her şeyi bırakır, kaçıp gider. Çocuğu başına dert
kalır.
Kızı dedi ki: Babacığım,
dediğini tutarım. Öğüdün pek doğru, kabulüm. Babası, her iki üç günde
bir kere kızına aman ha sakın diye öğüt veriyordu. Derken kız,
birdenbire gebe kalıverdi; ikisi de gençti. Kız, bunu babasından
gizledi. Çocuk karnında beş, yahut altı aylık oldu. Artık iyiden iyiye
belli oldu. Babası dedi ki: Ben sana ondan kendini koru demedim mi?
Öğütlerim yel miydi ki sana tesir etmedi?
Kız, baba dedi, nasıl
tahammül edeyim? Erkekle kadın, şüphe yok ki ateşle pamuk. Pamuk
ateşten nasıl çekinebilir? Yahut da ateş nasıl olur da pamuğu yakmaz,
çekinir?
Babası dedi ki: A kızım, ben
sana onun yanına gitme demedim. Yalnız menisinden kendini koru dedim.
Tam zevk anında onun beli gelirken kendini çekmeliydin. Kız, peki...
beli ne vakit gelecek, ben ne bileyim? Bu, pek gizli bir şey,
anlaşılmaz ki dedi.
Babası gözleri süzüldü mü
anla ki beli geliyor deyince, kız dedi: Onun gözü süzülünceye kadar
benim bu iki gözüm de kör oluyor a baba. Her bayağı akıl, hırs ve öfke
zamanı, yerinde durmaz ki.
Bir sofi, askere savaşa
gitti. Ansızın savaş başladı. Sofi, ağırlıklarla çadırda kalan
zayıflarla beraber kaldı. Erler, ta savaş yerine kadar at sürdüler.
Ağır kişiler, toprak gibi yerlerinde kala kaldılar. İleri gidenlerin
ileri gidenleriyse yürüyüp ilerlediler. Savaşlar edip üstün gelerek
bir çok ganimetlerle geri döndüler.
Sen de al diye sofıye de
armağan sundular. O, o armağanı attı, hiçbir şey almadı. Neden
kızgınsın dediler. Savaştan mahrum kaldım dedi. Sofi, savaş safında
hançer çekip savaşmadığı için bu iltifattan memnun olmadı. Bunun
üzerine esir getirdik dediler, birini al öldür. Başını kes de gazi ol.
Sofi, buna biraz sevindi yüreklendi.
Suyla alınan aptestin
yüzlerce aydınlığı, nuru, feri vardır ama su olmazsa teyemmüm edilir.
Sofi, bağlı esiri alıp gaza etmek üzere çadırın arkasına götürdü.
Oraya tutsakla gitti ama biraz gecikti diye meraka düştüler. İki eli
bağlı tutsak. Onu öldürüvermeliydi. Öldürmede neden bu kadar gecikti,
sebebi ne? Dediler.
Birisi işi anlamak üzere
ardından gitti. Bir de ne görsün? Kafir, sofinin üstüne çıkmamış mı?
Erkek, dişinin üstüne biner gibi o tutsak da yoksulun üstüne aslan
gibi binmiş. Elleri bağlı olduğu halde hiddetle sofinin boynunu
ısırmada. Dişleriyle boğazını dişlemede. Sofi, kafirin altına düşmüş,
aklı başından gitmiş. Eli bağlı kafir, bir kedi gibi, elinde mızrak
olmadığı halde onu berbat etmiş. Dişleriyle onu yarı öldürmüş.
Boynundan akan kanla sakalı kıpkırmızı kesilmiş.
Sen de eli bağlı olan
nefsinin elinde tıpkı o sofi gibi alta düşmüş, kendinden geçmişsin.
Yoldaki bir tepecikten aciz kalmışsın. Halbuki önünde yüz binlerce dağ
var. Bu kadarcık bir tepeden korkup ölüye döndün. Önünde aşılacak dağ
gibi beller var, nasıl gideceksin? Gaziler hiddetle gelip derhal
acımadan o kafiri kılıçlayıp öldürdüler.
Kendine gelsin diye de
sofinin yüzüne sular saçtılar, gül suları serptiler. Sofi, kendine
gelip onları görünce ne oldu yahu diye sordular.
Ey aziz Tanrı hakkı için bu
ne hal? Neden böyle bu derece kendinden geçtin? Yarı ölmüş elleri
bağlı bir tutsaktan neden böyle korktun, aklın başından gitti, bu hale
düştün?
Sofi dedi ki: Başını
keseceğim sırada o aç gözlü bana öyle bir hışımla baktı ki... Gözünü
açtı, dolandırdı da öyle bir bakış baktı bana ki aklım başımdan gitti.
Gözünü dolandırması, bana adeta bir ordu göründü. O nasıl korkuydu?
Anlatamam! Hikayeyi kısa keselim, işte o bakıştan korktum. Kendimden
geçip yere yıkıldım.
Gaziler dediler ki: Sende bu
yürek varken sakın savaşa girişmeye yeltenme. Eli bağlı bir kafirin
göz süzmesiyle gemin kırıldı, gark oldun. Erkek aslanlar, saldırdılar
mı kılıçlarıyla başlar top gibi yerlere yuvarlanır. Erlerin savaşına
aşina değilsin, böyle bir zamanda kan denizinde nasıl yüzebilirsin
sen?
Boyunlara inen kılıçların tak
tak diye çıkardığı ses, (Bir mahalle öteden duyulan) çamaşır
dövenlerin tak takını hiçe sayar. Nice başsız bedenler yerlerde
çırpınır. Nice bedensiz başlar, kan denizinde habbelere döner.
İnsanları yok eden yüzlerce er, savaşta atların ayakları altında yok
olur gider.
Sen bir fareden ürküp uçan bu
akılla o savaş safına karışıp nasıl kılıç çekeceksin? Savaş bu, bulgur
aşı değil ki yenlerini sıvayıp girişesin. Bulgur aşını kaşıklamaya
benzemez, gel de burada kılıcı gör. Bu safta demirden yaratılmış bir
Hamza lazım. Savaş, öyle hayal gibi bir hayalden ürküp kaçan her
yüreksizin işi değil. Savaş, Türklerin işidir, nazenin kadınların
değil. Nazlı nazenin kadınların yeri evdir, eve git sen de.
Ayyazi dedi ki: Tam doksan
kere belki yaralanırım diye, çırılçıplak savaşa girdim, okların önüne
gittim, belki birisi gelir saplanır dedim. Fakat boğaza, yahut can
alacak bir yere ok isabeti, devlet sahibi bir şehitten başkasına nasip
olmuyor.
Vücudumda yaralanmadık bir
tek yer yok. Bedenim oktan kalbur gibi delik deşik oldu. Fakat bu ne
yiğitlik, ne de zeka işi. Baht işi bu. Bir türlü can alacak bir yerime
ok isabet etmedi. Şehitliğin kısmet olmadığını anlayınca halvete
gittim, çileye girdim. Kendimi büyük savaşa attım, riyazata
zayıflamaya koyuldum. Halvetteyken kulağıma gazilerin savaşa giderken
çaldıkları davul sesleri geldi. Sabah çağıydı, can kulağımla duydum
nefsim içimden seslendi. Kalk, savaş zamanı geldi, yürü. Kendini
savaşa at.
Dedim ki: Ey vefasız habis
nefis, savaşa meyletme nerede, sen neredesin? Ey nefis, doğru söyle,
bu hilebazlık nedir? yoksa şehvette düşkün nefis, ibadete yanaşmaz
bile. Doğru söylemezsen üstüne saldırır, seni riyazatla adamakıllı
sıkar, sıkıştırır. O anda nefsim, içimden seslendi, dilsiz, ağızsız
fasih bir surette söz söylemekteydi: Beni her gün burada öldürüp
duruyorsun. Canıma, kafirlere yapılan eziyetleri yapıyorsun. Kimsenin
halimden haberi yok. Sen, beni uykusuz, yemeksiz öldürüp durmadasın.
Bari savaşta bir yarayla şu bedenden kurtulurum da halk da erliğimi,
fedakarlığımı görür.
Dedim ki: A nefisceğiz, hem
münafık olarak yaşamadasın, hem münafıkça ölmedesin, nesin sen? İki
alemde de mürai imişsin, iki alemde de hiçbir şeye yaramazmışsın
meğer. Bu beden sağ oldukça halvetten çıkmamayı nezrettim. Çünkü, bu
beden halvette ne yaparsa kadına, erkeğe görünmek için yapmaz.
Halvetteki hareketi de ancak
Tanrı içindir, huzuru ve sükunu da. Orada niyetinde başka bir şey
bulunmaz. Bu büyük savaştır, o küçük savaş. Her ikisi de Haydar’la
Rüstem’in harcıdır. Öyle bir farenin kıpırdaması ile uçup gidecek akıl
sahibinin harcı değil. O çeşit adama karılar gibi savaştan, kılıçtan
uzak durmak gerek. O da sofi, bu da. Yazık o sofiye. O, bir iğneyle
ölmede, bu kılıçlara karşı durmada.
Sureti sofidir ama canı yok.
Bu çeşit sofiler öbür sofilerin de adını kötüye çıkarır. Toprakla
karılmış olan şu bedenin kapısına, duvarına Tanrı, gayretiyle yüzlerce
sofi yaptı. Büyüden o suretler oynasınlar da Musa’nın asası gizlensin
dedi. Sopanın doğruluğu, suretleri yer, siler süpürür. Fakat Firavuna
mensup olan göz, tozla toprakla doludur. Öbür sofi, harp safına,
yaralanmak için yirmi kere girer. Savaş zamanı Müslümanlarla beraber
kafire saldırır, bir kere bile geri dönmez. Yaralanır, yarasını
bağlar, tekrar saldırır, savaşır. Beden bir yarayla ölmez diye savaşta
yirmi kere yaralanır. Bir yarayla can vermeye acıklanır; doğruluğu
elinden canının kolayca kurtulacağından üzülür.
Birisinin elinde kırk kuruşu
vardı. Her gece birini denize atardı. Bu suretle de nefsine iyice
eziyet etmek, yavaşlıkla onun can çekişmesini uzatmak isterdi.
Müslümanlarla savaşa gider, onlar düşmandan yüz döndürseler bile o
feri dönmezdi. Bir kere daha yaralanır, onu da bağlardı. Belki yirmi
kere bedeninde mızrak ve ok kırılırdı.
Bu suretle savaşa savaşa
nihayet kuvveti bitti, yere düştü. Aşkının doğruluğuyla, doğruluk
makamına ulaştı. Doğruluk, can vermektir. Kendinize gelin de bu
hususta ileri geçin. Kuran’da “Erler vardır ki Tanrı ile ettikleri
ahdi bozmadılar, ahitlerine doğrulukla sarıldılar” ayetini okuyun.
Mademki bu beden, ruha bir
alettir, şu halde bu hakiki ölüm değildir. nice ham kişiler vardır ki
görünüşte kanlarını döktüler. Fakat nefisleri diri olarak o tarafa
kaçtı. Aleti kırıldı ama yol kesen diri kaldı. Bindiği at kanlar saçtı
ama nefis diri. At öldü, yolu aşılmadı. Ancak ham, kötü, perişan bir
halde kala kaldı.
Her kan döken şehit olsaydı
öldürülen kafir de kutlu bir şehit sayılırdı. Nice şehit olmuş
güvenilir kişiler de vardır ki dünyada ölürler, şehit olmuşlardır,
fakat diri gibi yürür gezerler. Yol kesen ruh olmuştur, onun kılıcı
olan beden bakidir ve savaş arayan erin elindedir.
Kılıcı, kılıçtır, fakat, o
adama değil. Fakat bu görünüş, seni şaşırtır. Nefis değişti mi bu
beden kılıcı, ihsan ve lütuflar sahibi Tanrının elindedir. O öyle bir
erdir ki gıdasız, tamamı ile dert. Öbür erlik ise toz gibi ortası
delik bir şeydir