Birisi,
müftüden gizlice sordu: Bir adam namazda feryat ederek ağlarsa, acaba
namazı bozulur mu, bozulmaz mı, namaz da ağlamak caiz midir?
Müftü dedi ki:
Gözyaşı denilen o yaş niçin aktı? O, ne gördü, neden ağladı? Önce buna
dikkat etmek gerek. Acaba gizlice ne gördü de o gözyaşı çeşmesi aktı?
Eğer yalvarıp yakaran kişi, o alemi gördüyse ağlayışı ile namazı daha
makbul bir hale gelir. Yok, o ağlayış, o yaş, beden zahmetindense ip
de kırıldı iğne de.
Bir mürit pirinin
huzuruna vardı. Pir, hay hayla ağlıyordu. Mürit şeyhi ağlıyor görünce
o da ağlamaya koyuldu, gözünden yaşlar akmaya başladı.
Kulağı duyan bir
dost bir dosta latife etti mi bir kere güler, sağır iki kere. Birinci
gülüşü halkı güler görerek taklitle gülmektir. Onlar gibi o da güler,
güler ama öbür gülenlerin halinden haberi yoktur. Neden güldünüz diye
sorar, anlayınca ikinci defa gülmeye başlar. Mukallit de kendisindeki
neşeyle aynen sağıra benzer.
Şeyhin ışığı vurur,
meşrebi akseder, müritlere bir neşe feyzidir gelir. Fakat bu feyiz
müritlerden değildir, şeyhtendir. Bu hal, suda duran sepete, cama
vuran ışığa benzer. Bu hali, kendilerinden bilirlerse noksanlıktır.
Irmaktan çıkarıldı
mı o inatçı, ondaki suyun, dereden olduğunu anlar bilir. Cam da, ay
batınca o ışığın, aydın aydan olduğunu anlar.
“Kalk” emri, gözünü
açtı mı seher gibi ikinci defa güler. Bu sefer o taklit alemindeki
gülüşüne güleceği gelir, tatlı tatlı güler.
Der ki: Bunca uzun
ve uzak yollardan geldim. Hakikat, hep bu hakikatmış, sırlar; hep bu
sırlar. Ben o vadide kendimden uzak olarak neşeleniyor, körlüğümden,
hamlığımdan, ne hayaller kuruyordum, halbuki ne umuyordum ne çıktı?
Ters anlayışım, meğer bana ters ve yanlış suretler gösteriyormuş.
Yolda emekleyen
çocukta erlerin düşüncesi nerede? Nerede onun hayali? Nerede dosdoğru
hakikat? Çocukların düşünceleri ya dadıdır, ya süt. Ya kuru üzümdür,
cevizdir yahut da bağırıp ağlama. O mukallit de illetli bir çocuğa
benzer. İnce bahislere girişir, deliller getirir ama aldırma. Delil
bulmada ki, müşkül işleri halletmedeki o derinleşme, onu basiretten
alır. Sırrının sürmesi olan hakikati bırakmıştır da müşkül şeyleri
söylemeye girişmiştir.
Ey mukallit,
Buhara’dan dön de horluğa doğru yürü, ancak bu suretle aslan bir er
olabilirsin. Nihayette kendi içinde başka bir Buhara görürsün ki
saflar yaran erler bile onun meclisinde kendilerinden geçmiş, bir şey
anlamaz bir hale girmişlerdir.
Çavuş, gerçi
yeryüzünde pek çevik pek çabuk gider. Gider ama denize varınca damarı
kopar. O, ancak karada “Onları yüklendik” sırrına mazhardır. Asıl
adam, yükleri denizde yüklenendir. Koş ey vehme, surete kapılmış adam,
padişahında bir çok ihsan ve lütufları vardır.
O saf ve bön mürit
de, o azize uydu da taklitle ağlamaya koyuldu. O mukallit de sağır
adam gibi ağlayanı gördü, sebebinden haberi olmaksızın ağlamaya
başladı. Bir hayli ağlayıp, tapı kılarak dışarı çıkınca başka bir
hararetli ve has mürit, ardına düşüp ona yetişti.
Dedi ki: Ey bulut
gibi habersiz ağlayan, bakışı ile adamı adam eden şeyhin ağlamasına
uyup hiçbir şeyden haberi olmaksızın ağlamaya koyulan! Ey vefalı
mürit, Tanrı hakkı için, Tanrı hakkı için kendine gel. Gerçi taklitten
de faydalanırsın ama, o padişahı ağlıyor gördüm de ben de onun gibi
ağladım demek şartı ile. Çünkü bu söz münkirliktir. Bilgisizlik taklit
ve zan ile dolu olan ağlayış, o inanılan kişinin ağlayışına benzemez.
Sen bu ağlayışı o ağlayışa kıyas etme. Bu ağlayıştan o ağlayışa uzun
bir yol var.
O ağlayış, tam otuz
yıl savaştan sonra elde edilir. Akıl, o makama yaramaz. Akılla o makam
arasında yüz konak var. Akıl, o durağı bilemez bilir sanma. Onun
ağlayışı, ne gamdandır, ne ferahtan. Güzelliğin ta kendisi olan
ağlayışı ruh bilir. Onun ağlayışı da o yandandır, gülüşü de. Aklın
vehmettiği şeylerden dışarıdır o. Onun gözyaşı, gözüne benzer.
Görmeyen göz nasıl olur da gören göze benzer. Onun gördüğünü ellemeye
imkan yoktur, ne akıl kıyası ile bilinir, ne duygu yolu ile!
Gece, ta uzaktan
nuru gördü mü kaçar. Şu halde gece karanlığı, nurun halini nasıl
bilir? Sinek, rüzgardan kaçar. Artık nasıl olur da rüzgarların zevkini
tadabilir? Önü olmayan geldi mi sonradan olan, abes olur. Şu halde önü
olmayan, sonradan olanı nereden bilecek?
Önü olmayan sonradan
olan şeye aksetti mi onu hayran eder. Onu yok etti mi de kendi rengine
boyar. Dilersen yüzlerce benzerini bulabilirsin. Fakat benim için
lüzum yok o yoksul: Bu “Elif lâm mim ve Hâ mim” bu harfler tıpkı
Musa’nın asasına benzer. Harfler de görünüşte bu harflere benzerler.
Fakat bunların vasıflarından değillerdir. Sınama sözünden eline bir
sopa alan kişinin sopası, bir iş başarma da hiç Musa’nın sopasına
döner mi? Bu nefes, İsa’nın nefesidir, öyle her yelden, her üfürükten
meydana gelme nefes değil ki ferahtan, yahut gamdan meydana gelsin.
Babacığım, bu “Elif
lâm mim ve Hâ mim” insanların sahibi Tanrı’dan gelmiştir. Her elif lâm
buna nereden benzeyecek? Canın varsa bunlara o gözle bakma. Gerçi
harflerden meydana gelmiştir, hatta halkın harflerden meydana gelen
sözlerine de benzer. Muhammet de etten deriden meydana gelmiştir, bu
hususta her beden, onun cinsindendir. Eti vardır, derisi vardır,
kemiği vardır. Fakat hiç bu bedenlere benzer mi? O terkip de öyle
mucizeler meydana geldi ki bütün terkipler mat oldular.
Kuran’daki “Hâ mim”
terkibi de böyledir. Pek yücedir o,öbür terkiplerse pek aşağıda. Çünkü
bu terkipten hayat meydana gelir, aciz halinde sür üfürülmüş gibi her
şey dirilir.
“Hâ mim” Tanrı lütfu
ile Musa’nın asası gibi ejderha olur, denizler yarar. Görünüşü başka
sözlerin, terkiplerin görünüşüne benzer ama değirmi ekmek, ay
değirmisinden çok uzaktır. Onun ağlayışı da kendinden değildir, gülüşü
de, sözü de. Bütün bunlar, ancak Tanrı’nın huyudur. Fakat ahmaklar,
görünüşe sarıldıklarından o ince şeyler, onlardan adam akıllı gizli
kalmıştır.
Hasılı maksada
erişememişler, perde altında kalmışlar, itirazları yüzünden de o ince
şey fevt olup gitmiştir.