Sofinin biri
bir iç sıkıntısına uğradı, cüppesinin önünü yırttı, ondan sonra
ferahladı. O yırtık cüppeye fereci (ferahlık) adını koydu. Bu lâkap, o
kurtulmuş adamdan sonra yayıldı. Yayıldı ama safını şeyh aldı,
götürdü, halkla tortudan ibaret olan adı kaldı.
Böylece her şeyin
bir saf ve tortusuz tarafı vardır, adını da tortu gibi aleme
bırakmıştır. Kim toprak yemeyi adet edinmişse tortuya yapışmıştır.
Sofi ise hemencecik safın bulunduğu tarafa gider.
Elbette tortunun
safı vardır der ve gönül, bu delaletle saflığa varır, ulaşır. Tortu
güçlüktür, safı da kolaylığı. Saf, burmaya benzer, tortu da hurma
çağlasına. Güçlük kolaylıkla beraberdir, kendine gel, ümidini kesme.
Bu ölümden sonra hayata yol var.
Oğul ferahlamak
istiyorsan cüppeni yırt ta o saflıktan hemencecik baş çıkarsın. Sofi
saflığı dileyen kişidir. Sofilik, sof elbiseyle, terzilikle, yavaş
yavaş yürümekle olmaz. Fakat bu alçak ve aşağılık kişilerce sofuluk,
terzilikten ve oğlancılıktan ibarettir.
Fakat o saflık, o
iyi ad, san hayaliyle bu renge bürünmekte iyidir ama, o hayalle asla
kadar gitmek şartıyla. Kat kat hayale tapanlar gibi değil. Hayal, seni
güzellik otağının çevresine sokulmaktan men eden gayret çavuşudur.
O, her arayanın
yolunu,yol yok, diye keser. Onun hayali geldi mi, sana, dur, der.
Ancak kulağı delik ve anlayışlı kişiyi durdurmaz. Çünkü o, Tanrı
yardımı askerine sığınmış, o sayede coşup köpürmüştür.
O, ne hayallerden
ürker, sıçrar, ne de padişahlık taslar. Padişahın nişane olarak
verdiği oku gösterir yoluna gider. Tanrım, bu şaşkın gönle bir ok
bağışla, bu iki kat olmuş yaylara bir ok ver. Uluların içtikleri o
gizli kadehten yeryüzüne bir yudumcuk saçtın.
Güzellerin
saçlarında, yüzlerinde o bir yudumcuk şarabın nişanesi var.
Padişahlar, bu yüzden topraktan meydana gelen güzelleri yalar
dururlar. Gece gündüz yüzlerce gönülle o topraktan meydana gelen
güzeli öpüp durman, onda güzelliğin bir zerresi bulunduğundandır.
Seni, toprakla karışmış bir yudumcuk güzellik şarabı böyle deli divane
ediyor, artık onun safı neler yapmaz?
Herkes bir kerpiç
parçasının önünde yenini, yakasını yırtmakta. Halbuki o kerpiç,
güzelliğin bir yudumcuğuna, bir zerreciğine sahip. Ayda, güneşte,
hamel burcunda bir yudumcuk güzellik şarabı var. Arş da kürsüde, zuhal
yıldızında bir zerrecik güzellik var. Ona bir yudum mu dersin, yoksa
şaşılacak bir şey bu kimya mı dersin? Ona bir sürtünmekle bu kadar
güzellikler meydana geliyor.
Ey akıllı kişi ona
sürtünmeyi can ve gönülden dile. Fakat bu kimyaya “Ancak temiz olanlar
dokunabilirler.” Altında, lâ’lde, incilerde o güzellik şarabından bir
yudumcuk var; şarapta, mezede, meyvede o şaraptan bir yudumcuk!
Tertemiz güzellerin yüzlerinde de yine bir yudumcuk. Artık onun
süzülmüş ve saf olanı nasıldır? Bir düşün!
Bu toprakla karışık
bir yudumcuk şarabı yalayıp durmaktasın, onu toprağa karışmamış, saf
bir halde görürsen ne hale geleceksin? Ölüm zamanında o bir yudumcuk
saf şarap, bu toprak bedenden ölümle ayrılmakta. Geri kalanı hemen
görmüyorsun. Böyle çirkin bir beden onunla bak ne hale geliyormuş!
Can bunlardan ten
olmadan yüz gösterse o vuslattaki letafeti ben anlatamam ki! Ay, şu
bulut olmaksızın ışık salsa onu kimsecikler anlatamaz! Ne hoştur o
tatlılarla, şekerlerle dolu olan mutfak. Şu padişahlar o mutfağı
yalayıp dururlar.
Ne güzeldir o din
ovasının harmanı. Her harman oradan başak devşirir. Ne alâdır gamsız,
kedersiz ömür denizi. Yedi denizde ondan meydana gelmiş bir çiğ
tanesidir. Elest sakisi, şu aşağılık ve çorak yeryüzünde bir yudumcuk
saçmıştır da, toprak, o sebeple coşmuştur; biz de o yüzden coştuk.
Tanrım, pek isteksiz, pek tembel olduk, bir yudumcuk daha saç!
Caizse yokluktan
feryat ediyor, yokluğu anlatmaya çalışıyorum. Caiz değilse işte
sustum. Bu, iki kat hırsı anlatmaydı ya... Halil’den öğren o hırs
kazını kesmek gerek.
Kazada bundan başka
sözleri söyleyemem, vakit kalmaz diye ürküyorum