AHMED'E
DOĞRU 1
Yahudiler içinde zalim, İsa düşmanı ve Hıristiyanları yakıp yandırır bir
padişah vardı. İsa’nın devriyle, nöbet onundu. Musa’nın canı oydu, onun
canı Musa. Şaşı padişah. Tanrı yolunda o iki Tanrı demsazını birbirinden
ayırdı. Usta bir şaşıya “yürü, var, o şişeyi evden getir” dedi. Şaşı,”O
iki şişeden hangisini getireyim? Açıkça söyle dedi. Usta dedi ki: “O iki
şişe değildir. Yürü, şaşılığı bırak fazla görücü olma!” Şaşı, “Usta, beni
paylama. Şişe iki” dedi. Usta dedi ki: “O iki şişenin birini
kır!” Çırak birini kırınca ikiside gözden kayboldu.
İnsan taraf girlikten, hiddet ve şehvetten şaşı olur. Şişe birdi onun
gözüne iki göründü. Şişeyi kırınca ne o şişe kaldı, ne öbürü. Hiddet ve
şehvet insanı şaşı yapar; doğruluktan ayırır. Garez gelince hüner örtülür.
Gönülden göze, yüzlerce perde iner. Kadı kalben rüşvet almaya karar
verince zalimi, ağlayıp inleyen mazlumdan nasıl ayırt edebilir?
Padişah, yahudice kininden dolayı öyle bir şaşı oldu ki aman Ya Rabbi,
aman! Musa dininin koruyucusuyum, arkasındayım diye yüz binlerce mazlum
mümin öldürttü.
Padişahın öyle yol vurucu, öyle hilekar bir veziri vardı ki hile ile suyu
bile düğümlerdi. Dedi ki: “Hıristiyanlar, canlarını korurlar ve dinlerini
padişahtan gizlerler. Onları az öldür, çünkü öldürmede fayda yok, Dinin
kokusu çıkmaz; misk ve öd ağacı değil ki! Yüz tane kılıf içinde gizli
sırdır. Dışı sana malumdur ama içi aksine.”
Padişah : “Peki söyle bakalım, ne yapalım; bu hususta ne hile ve tezvirde
bulunalım, çaresi ne? Ne yapalım ki dünya da ne açık dindar, ne gizli din
tutar bir Hıristiyan kalmasın” dedi
Vezir dedi ki: “Bana gazebederek hükmet, kulağımı elimi kestir; burnumu,
dudağımı yardır! Ondan sonra beni dar ağacına götür. O esnada bir şefaatçi
suçumun affını dilesin. Bu işi dört yol ağzı bir yerde, tellal pazarında
yaptır. Ondan sonrada beni, huzurundan uzak bir şehre sür ki ben, onların
arasına yüz türlü din kayıtsızlığı sokayım.
Bu
halde diyeyim ki: ben gizli hıristiyanım; ey sır bilen Tanrı; sen benim
gönlümü bilirsin!Padişah, benim imanımı anladı; taassuptan dolayı canıma
kasdetti.
Dinimi padişahtan saklamak, onun dininden görünmek istedim. Padişah, benim
sırlarımdan bir koku sezdi. Sözlerim huzurunda kusurlu göründü.
Dedi ki: “Sözlerin, içinde iğne olan ekmek gibidir. Benim gönlümden senin
gönlüne pencere var. Ben o pencereden halini gördüm, artık lafını
dinleyemem.” Eğer İsa’nın ruhaniyeti bana imdat etmeseydi o, yahudicesine
beni parça parça ederdi .İsa için başımla oynar, canımı verir ve bunu
canıma yüz binlerce minnet bilirim. İsa’dan canımı sakınmam, fakat onun
din bilgisine iyiden iyiye vakıfım. O pak dinin cahiller arasında
mahvolması, bana dokunmakta.
İsa’ya şükrolsun ki biz, bu hak dine yol gösterici olduk. Belimizi
zünnarla bağladığımızdan beri Yahudiden ve Yahudilikten kurtulduk. Ey
halk; devir, İsa’nın devridir. Onun dininin sırlarını candan dinleyin!”
Vezir, bu hileyi, padişaha sayıp dökünce padişahın gönlünden endişeyi
tamamiyle giderdi.
Padişah vezire, vezir ne dediyse yaptı.Halk, bu gizli ve hakikati meçhul
hileden dolayı şaşırıp kaldı. Onu hıristiyanların oturdukları tarafa
sürdü.Vezir de ondan sonra halkı davete başladı.
HIRİSTİYANLARIN VEZİRİN
HİLESİNE İNANMALARI
Yüz binlerce hıristiyan, azar azar ozun etrafına toplandı.O onlara gizlice
İncil’in, zünnarın ve namazın sırrını anlatmaktaydı.Görünüşte din
hükümlerini anlatıyordu;fakat bu anlatış, hakikatte onları avlamak için
ıslık ve tuzaktı.
Bunun için (gizli hileyi anlamak müşkül olduğundan) bazı Ezhab,
Peygamber’den, azgın ve hilekar nefsin hilesini sorarlar;
“Nefis, ibadetlere ve candan gelen ihlasa gizli garezlerden ne
karıştırır?” derlerdi.
Peygamber’den ibadetin faziletini ve sevabını arayıp sormazlar;”Apaçık
ayıp hangisidir?”diye kötü huyları sorarlardı. Gülü kerevizden fark
edercesine kıldan kıla,zerreden zerreye nefis hilesini tanır, bilirlerdi.
Eshab’ın kılı kırk yaranları, umumiyetle o vaız ve beyana hayran
olurlardı.
Hıristiyanlar tamamı ile ona gönül verdiler. Zaten avamın taklidinin
kuvveti ne olabilir ki? Kalplerinin içine onun muhabbetini ektiler, onu
İsa’nın halifesi sandılar. O ise hakikatte tek gözlü melun Deccal’dı.
Ey
Tanrı, feryadımıza yetiş; sen ne güzel yardımcısın! Ey Tanrı, yüz binlerce
tuzak ve yem var, bizler de yemsiz kalmış halis kuşlar gibiyiz. Her an
yeni bir tuzağa tutuluyoruz, istersek her birimiz, birer doğan ve simurk
olalım.
Sen bizi her zaman tuzaktan kurtarmaktasın. Ey gani ve müstağni Tanrı, biz
yine bir tuzağa doğru gitmekteyiz! Biz bu ambarda buğday biriktirmede,
toplanan buğdayı yine kaybetmekteyiz. Biz, bu vahşi mahluklar topluluğu,
düşünmüyoruz ki buğdayın noksanlaşması farenin hilesindendir. Fare,
ambarımızı deldikçe, hilesinden ambar harab olmuştur. Ey can, önce farenin
şerrini defet, sonra buğday biriktirmeye çalış, çabala!
O
büyükler büyüğünün haberlerinden birini dinle: “Huzuru kalb olmadıkça
namaz tamam olmaz.” Eğer bizim ambarımızda hırsız bir fare yoksa kırk
yıllık ibadet buğdayı nerde?Her günlük azar azar sadikane ibadet taneleri
niçin bu ambarımızda toplanmıyor?
Çakmak demirinden birçok ateş yıldızı sıçradı, o yanmış gönül, onları
kabul edip çekti.Ama karanlıkta bir hırsız, gizlice kıvılcımlara parmak
basmakta.Onları,felekte bir çırağ parlamasın diye, birer birer
söndürmekte.
İnayetlerin bizimle oldukça o bayağı hırsızlardan bize nice ve ne vakit
korku olabilir? Bir adımda binlerce tuzak olsa, sen bizimle oldukça hiç
gam yok! Her gece ten tuzağından ruhları kurtarmakta, tahtaları
sökmektesin.
Ruhlar her gece bu kafesten kurtulurlar, ne kimsenin hakimi,ne de mahkumu
olmayarak feragate ulaşırlar. Geceleyin zindan haberleri yoktur, sultana
mensup davetliler, geceleyin devletten haberdar değildirler.Ne gam var, ne
kar ve ne zarar düşüncesi.Ne bu filan kadının hayali, ne o filan erkeğin
kuruntusu!
Arifin hali , uyanıkken de budur, Tanrı”onlar uykudadırlar” dedi. Bunu
inkar etme.Onlar gece gündüz dünya ahvalinden uykudadırlar;Rabbin elinde
evirip çevirdiği kalem gibidirler.Yazı esnasında eli görmeyen kimse,
kalemin hareketini kalemden sanır.Tanrı arifin bu halinden halka pek az
bir miktarını gösterdi; halkı ise hisse mensup uyku kapladı(gaflete dalıp
arifi anlamadılar.) Onların canı:sırrına akıl almaz sahraya gitti.Ruhlarıda
istirahatte, bedenleri de.Sonra tekrar bir ıslıkla onları tuzağa çeker,
hepsini teklif kaydine düşürürsün.
*Sabah vaktinin nuru baş kaldırıp feleğin altın gerkesi kanat çırpınca,
Sabahı zuhura getiren, İsrafil gibi, herkesi o diyardan suret alemine
getirir; Yayılmış ruhları cisim yapar, her cismide tekrar gebe bırakır.
Can atlarını eğersiz kor; bu, “uyku ölümün kardeşidir”sırrıdır.
Fakat gündüzün geri gelmeleri için ayaklarını uzun bir bağla bağlar.Ta ki
o çayırdan, onu geri çeke ve otlaktan yine yük altına getire.Keşki Eshab-ı
kehf gibi, yahut Nuh’un gemisi gibi bu ruhu koruyaydı. Da bu fikir, bu göz
ve kulak;şu uyanıklık ve akıl tufanından kurtulaydı. Dünyada nice Eshab-ı
Kehf vardır ki bu zamanda senin yanıbaşında ve önündedir. Mağara da , dost
da onunla terennüm etmektir. Ne fayda, senin gözünde ve kulağında mühür
var?
Halife, Leyla’ya dedi ki:”Sen o musun ki Mecnun, senin aşkından perişan
oldu ve kendini kaybetti.Sen başka güzellerden güzel değilsin.” Leyla,
“Sus, çünkü sen mecnun değilsin” diye cevap verdi.
Uyanık olan daha ziyade uykudadır. Onun uyanıklığı uykusundan beterdir.
Canımız hak uyanı olmazsa uyanıklık, bizim için iki dağ arasındaki boğaz
ve geçit gibidir. Canın; her gün hayalin tekmesini yemeden, ziyandan,
faydadan, elden çıkarma, kaybetme korkusundan. Ne temizliği kalır,
letafeti, ne kuvveti, ne de göklere çıkacak yolu!
Uyumuş ona derler ki o,her hayalden ümitlenir, onunla konuşur; Uykuda
Şeytan’ı Huri gibi görür, sonra şehvetle Şettan’a erlik suyu döker.Nesil
tohumunu çorağa dökünce uyanır, kendine gelir, hayalde ondan kaçar. O
rüyadan elde ettiği baş ağrısı, beden pisliğidir. Ah o zahirde görünen,
hakikatte görünmeyen, aslı olmayan hayalden!
Kuş havadadır, gölgesi yerde kuş gibi uçar görünür.Ahmağın biri, o gölgeyi
avlamaya kalkışır, takati kalmayıncaya kadar koşar. O gölgenin havadaki
kuşun aksi olduğundan; o gölgenin aslının nerde bulunduğundan haberi yok!
Gölgeye doğru ok atar. Bu araştırma yüzünden okluk bomboş kalır.
Ömrünün okluğu boşaldı. Ömür gitti; gölge avı ardında koşmada yandı eridi!
Bir kişinin dadısı, tanrı gölgesi olursa onu gölgeden ve hayalden
kurtarır.Tanrıya kul olan, Tanrı gölgesidir. O bu alemden ölmüş, Tanrı ile
dirilmiştir. Fırsatı kaçırmadan ve şüphe etmeksizin onun eteğine sarıl ki
ahir zamanın sonundaki fitnelerden kurtulasın.
Tanrı gölgeyi nasıl uzattı (ayeti) evliyanın nakşidir. Çünkü veli , Tanrı
güneşi nurunun delilidir. Bu yolda bu delil olmaksızın yürüme, Halil gibi
“Ben batanları sevmem de”! Yürü, gölgeden bir güneş bul. Şah Şems-i
Tebrizi’nin eteğine yapış! Bu düğün ve gelinin bulunduğu yerin yolunu
bilmezsen Hak ziyası Hüsameddin’den sor!
Haset yolda gırtlağına sarılsa... bil ki İblis’in tuğyanı hasettir. Çünkü
o, haset yüzünden Adem’den arlanır... Kutlulukla haset yüzünden savaşır.
Yolda bundan daha güç geçit yoktur. Ne kutludur o kişi ki yoldaşı, haset
değildir. Bu beden, haset evi olagelmiştir. Soy sop hasetten bulaşık bir
hale düşer. Ten haset evidir ama Tanrı, o teni tertemiz etmiş, arıtmıştır.
“Evimi temizleyin” ayeti beden temizliğini bildirir. Bedenin tılsımı
toprağa mensupsa da hakikatte nur definesidir. Sen (hakikatte) teni
olmayana hile ve haset edersen o hasetten gönül kararır. Tanrı erlerinin
ayakları altına toprak at!
O
vezirciğin yaratılışı hasettendi, onun için abes yere kulağını, burnunu
yele verdi! O ümitle ki haset iğnesinden akan zehirle mahzunları ta
canlarından zehirliye.
Hasetten burnunu koparan kişi, kendisini kulaksız ve burunsuz bırakır.
Burun, odur ki bir koku alsın ve kokuda, koku alanı bir yüzün bulunduğu
tarafa götürsün. Kim koku almazsa burunsuzdur, koku da ancak din
kokusudur.Bir koku alıp onun şükrünü eda etmiyen kimse, küfranı nimet
etmiş ve kendi burnunu mahveylemiştir. Hem şükret, hem şükredenlere kul
ol. Onların huzurunda ölerek ebedi hayat kazan! Vezir gibi sermayeyi, yol
vuruculuktan edinme. Tanrı kullarını namazdan menetme.
O kafir vezir, din nasihatçisi olarak hile ile badem helvasına sarımsak
karıştırmıştı!
Zevk sahibi olanlar onun sözünde acılık karışmış bir tat sezdiler.O,
garezle karışık latif sözler söylemekte, gül sulu şeker şerbetinin içine
zehir dökmekteydi. Sözünün dış yüzü, yolda çevik ol, diyordu. Ardından da
cana, gevşek ol demekteydi.
Gümüşün dışı ak ve berraksa da el ve elbise ondan katran gibi bir hale
hale gelir. Ateş kıvılcımlarıyla kızıl çehreli görünürse de onun yaptığı
işin sonundaki karanlığa bak! Yıldırım, bakışta saf bir nurdan ibaret
görünür;(fakat) göz nurunu çalmak (gözü kamaştırmak) onun hassasıdır.
Vezirin sözleri, uyanık ve zevk sahibi olanlardan başkaları için bir boyun
halkasıydı(onun sözlerini kabul etmişler,ona uymuşlardı).Vezir padişahtan
altı ay ayrı kaldı, bu müddet zarfında İsa’ya uyanlara penah oldu. Halk
umumiyetle dinini de, gönlünü de ona ısmarladı. Onun emir ve hükmü önünde
herkes, can feda ediyordu.
Padişahla onun arasında haber gidip geliyordu. Padişah, ona gizlice
vahitlerde bulunuyordu.
*Nihayet muradının hasıl olması, hıristiyanların toprağını yele vermesi
için. Padişah “Ey devletli vezirim, vakit geldi, kalbini gamdan tez
kurtar”diye mektup yazdı. Vezir de “padişahım; işte şimdicik İsa dinine
fitneler salma işindeyim” diye cevap verdi.
Hükümetleri zamanında, İsa kavminin on iki emri vardır.Her fırka bir emre
tabiydi; kendi beyine tamah yüzünden kul olmuştu.Bu on iki emirler
kavimleri, o kötü vezire bağlanmışlardı.Hepsi, onun sözüne itimad
ediyordu, hepsi onun mesleğine uymuştu.O, öl, der demez her emir hemen o
anda ölürdü.
Vezir, her emrin adına birer tomar düzdü. Her tomarın yazısı, başka bir
olaydı.
Her birinin hükmü başka bir çeşittir. Bu baştan aşağıya kadar ona
aykırıdır.Birinde riyazat ve açlık yolunu tövbenin rüknü, Tanrı’ya dönüşün
şartı yapmış.
Birinde “Riyazat faydasızdır, bu yolda cömertlikten başka kurtuluş yoktur”
demişti.
Birinde demişti ki: “Senin açlık çekişin, mal verişin mabuduna şirk
koşmadır. Gam ve rahat zamanında Tanrı’ya dayanmak ve tamamiyle teslim
olmaktan gayri hepsi hiledir, tuzaktır.”
Öbüründe demişti ki: “Vacip olan hizmettir, yoksa tevekkül düşüncesi
suçtan ibarettir.”
Birinde; “Dindeki emir ve nehiyler, yapmak için değil, aczimizi bildirmek
içindir. Ta ki onlardan aciz olduğumuzu görelim de Tanrı kudretini
bilelim, anlayalım” demişti.
Öbüründe, “Kendi aczini görme, uyan, kendine gel; o aczi görüş, küfranı
nimettir. Kendi kudretini gör ki bu kudret ondandır. Kudretini, nimeti bil
ki, kudret odur” demişti.
Birinde demişti ki: “Bu ikisinden de geç, nazarına her ne sığarsa put
olur!”
Öbüründe; “Bu mumu söndürme ki bu görüş, meclise mum mesabesindedir. Eğer
nazardan ve hayalden geçersen gece yarısı visal mumunu söndürmüş olursun”
demişti.
Birinde demişti ki: “Söndür, hiç korkma ki yüz binlerce karşılığını
göresin. Çünkü nazar mumunu söndürmekle can mumu artar, kuvvet bulur.
Sabrının yüzünden Leyla’n Mecnun olur! Kim, zahitliği yüzünden dünyayı
terk ederse dünya onun önüne çok, daha çok gelir!”
Başka birinde; “Hak sana ne verdiyse onu icat ederken tatlılaşmıştır,
kolaylaştırmıştır. Onu güzelce al; kendini zahmete sokma” demişti.
Birinde demişti ki: “Kendine ait olanı terk et, çünkü tabiatının kabul
ettiği, merduttur, kötüdür. Birbirine aykırı yollar, nefse kolaydır,
herkese bir din, can olmuştur,eğer Hak’kın din işlerini kolaylaştırması,
doğru bir yol olsaydı her yahudi ve mecusi, Tanrı’yı duyar, anlardı”
demişti.
Öbüründe demişti ki: “Kolay, odur ki gönlü hayatı ve canın gıdası ola.
Tabiatın hoşlandığı her şey, vakti geçince, çorak yere ekilmiş tohum gibi
mahsul vermez. Onun mahsulü, pişmanlıktan başka bir şey olmaz; onun
kazancı, sahibine ziyandan başka bir şey getirmez. O zevk, sonunda da
önünde olduğu gibi kolay ve hoş görünmez; nihayette adı güç olur,
güçlenmiş bir hale gelir.
Sen güçlendirilmişle, kolaylaştırılmışı, birbirinden ayırdet; bunun yüzünü
de sonuna nazaran gör, onun yüzünü de sonuna nazaran”Bir tomarda da; “Bir
üstad ara. Akıbeti görme hassasını nesepte (şunun bunun soyundan gelmiş
olmakta ve bununla öğünende) bulamazsın.
Her çeşit din salikleri üstad aramaksızın, peygamberlere tabi olmaksızın
işlerin akibetlerini gördüler, kendi akıllarınca netice hakkında
istidlallerde bulundular da bu yüzden hata ve dalalete düştüler. Akıbet,
görme elle dokunmuş, örülmüş değildir. Böyle olsaydı dinlerde nasıl
ayrılık olurdu?” demişti.
Bir tanesinde demişti ki: “Usta da sensin, çünkü ustayı da sen tanırsın.
Er ol erlerin maskarası olma; kendi başının çaresine bak sersemleşme.”
Bir diğerine; “Bunların hepsi birdir. İki gören kimse şaşı adamcağızdır”
demiş.Bir tomarda da; “Yüz, nasıl bir olur, bunu kim düşünür, meğer ki
deli olsun! Bunların her biri, öbürünün zıddıdır. Gayrı zehirle şeker nice
bir olur? Zehirden de şekerden de geçmedikçe vahdet bahçesinden nice koku
alabilirsin? demişti.
O İsa dinine düşman olan vezir bu tarz da bu çeşitte on iki tomar yazdı.
İhtilaf; gidiş tarzındadır, yolun hakikatinde değil
O, İsa’nın bir renkte oluşundan koku alınamamıştı. O, İsa küpünün
mizacından huy kapmamıştı.
Yüz renkli elbise, İsa’nın saf küpünden saba rüzgarı gibi sade ve latif
bir hale gelir, tek bir renge boyanırdı. Birlikteki bu tek renklilik,
insana usanç ve sıkıntı veren tek renklilik değildir.
Belki o tek renk deniz gibidir, ona dalanlar da balık gibi hayat ve neşe
içindedirler. Karada gerçi binlerce renk var, ama balıkların kurulukla
cengi var!
Misal olarak söylenen balık kimdir, deniz nedir ki yüce ve ulu padişah,
ona benzesin!Varlık alemindeki yüz binlerce denizler ve balıklar, o ikram
ve ihsan huzurunda secde ederler.
Nice ihsan yağmuru yağdı da deniz, inciler saçıcı bir hale geldi. Nice
kerem güneşi nur saçtı da bulut ve deniz cömertlik öğrendi. Suya ve
toprağa zatının ışığı vurdu da o sebeple yeryüzü, tane ve tohum kabul eder
oldu.
Toprak emindir; ona her ne ekersen ihanet görmeksizin onun cinsini toplar,
devşirirsin.Toprak bu eminliği o eminlikten bulmuştur, çünkü adalet güneşi
ona nur saçmıştır.
İlk bahar, Hak fermanı getirmedikçe, toprak sırrını nice açığa vurur? O,
öyle bir cömert ve vericidir ki bu haberleri, bu eminliği ve bu doğruluğu
bir cemada , kuru yeryüzüne vermiştir. Fazıl ve ihsanı, kuru toprağı
haberdar eder, kahır ve celali de akıllı insanları kör eyler.
Canda, gönülde o coşmaya takat yoktur. Kime söyliyeyim? Cihanda bir tek
kulak yok! Nerede bir kulak varsa; onun yüzünden, göz oldu. Nerede bir taş
varsa; onun lütfiyle yeşim taşına döndü.
Kimyayı meydana getiren o dur, kimya ne oluyor ki? Mucize
bağışlayıcıdır,simya ne oluyor ki? Benim bu öğüşüm, öğmeyi terk etmenin ta
kendisidir; çünkü bu öğüş, varlık delilidir, varlık ise hatadır.Onun
varlığına karşı yok olmak gerektir:onun huzurunda varlık nedir? Manasız
bir şeyden ibarettir! Varlık kör olsaydı... Ondan erirdi, güneşin
hararetini tanır, anlardı. Bu zahiri vucudun Allah’ın varlığıyla var
olduğunu bilmemesi körlüğüne delildir.
Padişah gibi vezir de cahil ve gafildi. Varlığı vacip olan Kadim Tanrı ile
pençeleşiyordu. Öyle kudretli bir Tanrı ile pençeleşiyordu ki bir anda
yoktan bu gibi yüz tanesini var eder.
Senin gözüne kendini görmek hassasını verince nazarında alem gibi yüzlerce
alem meydana getirir. Her ne kadar dünya senin yanında azametli ve
nihayetsizse de bil ki kudrete karşı bir zerre bile değildir. Zaten bu
alem sizin canlarınızın hapishanesidir; uyanın, o tarafa gidin! Zira o
taraf sizin sahranız, mesire yerinizdir.
Bu alemin hududu vardır, o alem ise esasen hadsizdir. Nakış ve suret, o
manaya settir,maniadır.
Firavun’un yüz binlerce mızrağını tek bir Musa’nın bir tanecik asası ile
kırdı.Yüz binlerce Calinus’un yüz binlerce hekimlik hünerleri vardı;
İsa’nın ve nefesinin yanında batıl oldu. Yüz binlerce şiir defterleri
vardı, bir tek Ümmi’nin kitabına karşı ayıp ve ar haline geldi.
Aşağılık olmayan kişi böyle galip Tanrı huzurunda niçin ölmesin.Çok dağ
gibi gönüller kopardı. Kurnaz kuşu, iki ayağından asakoydu. Akıl ve zekada
kemale ermekle Tanrı’ya varılmaz. Padişahın fazıl ve ihsanı aczini bilen
kişiden başkasını kabul etmez.
Hey gidi hey... Çok köşe, bucak kazıcı ve hazine doldurucular; o kurup
duran kişiye, o öküze(vezire) maskara oldular. Öküz kimdir ki sen onun
maskarası olasın.
Bir kadının kötü işten yüzü sararınca, utanınca Tanrı, onu çarpıp Zühre
yıldızı yaptı. Bir kadını Zühre yapmak çarpma oldu da balçık haline geliş,
çarpılma değil midir? Be inatçı!!!Ruh seni en yüksek göklere çıkarırken
sen en aşağılıklara, su ve çamura doğru gittin.Akılların bile imrendiği
öyle bir varlığı, bu alçaklık yüzünden değiştin. Şimdi bak, bu senin
kendini çarpman nasıl? O çarpılma yanında bu, gayet aşağı. Himmet atını
yıldız cihetine sürdün, nücum ilmi ile uğraştın da secde edilmiş Adem’i
tanımadın!
Ey hayırsız evlat! Nihayet sen Ademoğlusun, ne vakte dek alçaklığı şeref
sayarsın.Niceye dek “ben alemi zaptedeyim, bu cihanı kendi varlığımla
doldurayım” dersin?Dünyayı baştan başa kar kaplasa güneşin harareti, bir
görünüşte onu eritir.
O vezirin vebalini de, daha onun gibi yüz binlercesinin vebalini de Tanrı
bir kıvılcımla yok eder. O, aslı olmayan hayelleri, tamamı ile hikmet
yapar; o, zehirli suyu şerbet haline getirir.O zan ve şüphe doğuran
sözleri, hakikat ve yakin haline getirir. Kin ve adavet sebeblerinden
dostluk ve muhabbet belirtir.
İbrahim’i ateş içinde besler; korkuyu, ruhun emniyeti ve selameti yapar.
Onun sebep yakıcılığına hayranım. Onun hayallerinde Sofestai gibiyim.
O
vezir kendince başka bir hile kurdu. Vaiz ve nasihati bırakıp halvete
girdi. Müritleri yakıp yandırdı. Tam kırk elli gün halvette kaldı. Halk
onun iştiyakından, hal ve tavrı ile sözünden, sohbetinden uzak düştükleri
için deli oldular.Onlar yalvarıp sızlanıyorlardı, vezir ise halvette
riyazattan iki büklüm olmuştu.
Hepsi birden”Biz sensiz kötü bir hale düştük, karışıklık içindeyiz,
değneğini yeden birisi olmadıkça körün ahvali ne olur? İnayet et. Allah
için olsun, bundan ziyade bizi kendinden ayırma! Bizler çocuk gibiyiz, sen
bize dadısın; sen bizim üzerimize o gölgeyi döşe” demişlerdi.
Vezir dedi ki: “Ruhum dostlardan uzak değildir. Fakat dışarı çıkmaya izin
yok. Emirler rica ve şefaate, müritler dil uzatmaya başladılar:“Ey kerem
sahibi! Bu ne kötü talih ki sensiz gönülden de yetim kalmışızdır, dinden
de. Sen bahaneler ediyorsun, biz ise dertle yürek yangınlığından soğuk
soğuk ah edip duruyoruz. Biz senin sohbetine alışmışız. Biz senin hikmet
sütünle beslenmişiz. Allah aşkına bize bu cefayı yapma; lütfen bu günü
yarına bırakma! Gönlün razı olur mu, aşıkların, akıbet istifadesiz
kalsınlar? Hepsi de karadaki balık gibi çırpınıyorlar. Suyu aç ırmağım
bendini yık! Ey zamanede naziri olmayan zat! Allah aşkına halkın imdadına
yetiş!”
Vezir dedi ki: “Dikkat ediniz, ey dedikodu düşkünleri! Dilden çıkan ve
kulakla duyulan zahiri vaizleri arayanlar! Bu aşağılık duygu kulağına
pamuk tıkayın, ten gözünden duygu başını çözün! O gizli kulağın pamuğu,
baş kulağıdır, bu kulak sağır olmadıkça o can kulağı sağırdır. Hissiz,
kulaksız, fikirsiz olur ki “İrcii-Tanrına geri dön” hitabını işitesiniz.
Sen uyanıklık dedikodusunda oldukça uyku sohbetinden nasıl olur da bir
koku alabilirsin! Bizim sözümüz işimiz, hariçte yürümektedir. Batıni
yürümek ise gökler üzerinde olur.
Cisim kuruluğu(bu alemi) gördü, çünkü kuruluktan (bu alemden) doğdu; can
İsa’sı ayağını denize attı. Kuru cismin yürümesi, kuruya düştü, ama canın
yürümesine gelince: Ayağını denizin ta ortasına bastı. Ömür kuruluk
yolunda; gah dağ, gah deniz, gah ova aşarak geçip gittikten sonra...
Abıhayatı, nerede bulacaksın; deniz dalgalarını nerede yaracaksın? Kara
dalgası, bizimkuruntularımız, anlayışımız ve fikrimizdir. Deniz dalgası
ise kendinden geçiş, sarhoşluk ve yokluktur.
Sen bu sarhoşlukta oldukça o sarhoşluktan uzaksın. Bundan sarhoş oldukça o
kadehten nefret eder durursun.Zahir dedikodusu toz gibidir. Kulak gibi bir
müddet dinlemeyi adet edin!”
Hepsi birden dediler ki: “Ey bahane arayan hakim bu cefayı bize reva
görme! Hayvana takati derecesinde yük yüklet. Zayıflara iktidarları
nispetinde iş havale et!
Her kuşun yiyeceği lokma, kendine göredir. Nasıl olur da her kuş bir
inciri(bütün olarak) yutabilir? Çocuğa süt yerine ekmek verirsen zavallı
yavruyu öldü bil! Ondan sonra dişleri çıkınca kendi kendine onun içi ekmek
ister.
Henüz kanadı çıkmayan kuş uçmaya kalkışırsa her yırtıcı kedinin lokması
olur. Ama kanatlanınca o kendisinden teklifsizce,iyi ve kötü ıslık
olmaksızın uçar.
Senin sözün Şeytan’ı susturur, senin lütuf ve keremin, bizim kulağımıza
akıl ve fehim verir. Söyleyen, sen olunca kulağımız, tamam akıldan
ibarettir.
Madem ki deniz sensin, kurumuz da denizdir! Ey (sekizinci gökteki) Simak
burcundan (denizin dibindeki) balığa kadar her şey kendisinden nurlanmış
olan! Seninle olunca yer, bize gökten daha iyidir. Sensiz, biz göğün ta
üstünde bile karanlık içindeyiz.
Ey ay! Gayrı bu felek, nedir ki seninle mukayese edilebilsin? Göklerin
süreta yüksekliği var. Mana yüzünden yükseklik temiz ruhundur. Süreta
yükseklik, cisimlerindir, fakat mana huzurunda cisimler, isimlerden
ibsrettir.
Vezir dedi ki: “Delillerinizi kısa kesiniz; nasihatimi can ve gönülden
dinleyiniz. Emin isem, emin adam ittiham edilmez göğe ver desem bile!Eğer
ben mahzı kemal isem kemali inkar nedir? Değilsem bu zahmet bu eziyet ne
oluyor? Ben bu halvetten çıkmayacağım çünkü, kalp ahvali ile meşgulüm.”
Hepsi birden dediler ki: “Ey vezir, inkar etmiyoruz, bizim sözümüz ağyarın
sözü gibi değildir. Ayrılığından göz yaşlarımız akmakta, canımızın ta
içinden ahu vahlar coşmakta!”
Çocuk dadı ile kavga etmez. Gerçi ne kötüyü bilir ne iyiyi... Fakat boyuna
ağlar durur! Biz çenk gibiyiz sen mızrak vurmaktasın; inleme bizden değil,
sen inliyorsun!
Biz ney gibiyiz bizdeki nağme senden. Kazanıp kaybetmede satranç oyunu
gibiyiz; ey huyları güzel! Bizim kazanıp kaybetmemiz sendendir.
Ey bizim canımıza can olan! Biz kim oluyoruz ki seninle ortada olalım,
görünelim! Biz yokuz. Varlıklarımız, fani suretle gösteren Vücud-u Mutlak
olan sensin.
Biz umumiyetle aslanlarız ama bayrak üstüne resmedilmiş aslanlar! Onların
zaman zaman hareketleri, hamleleri rüzgardandır. Hareketimiz de,
varlığımız da senin vergindir. Varlığımız umumiyetle senin icadındır.
Yoksa varlık lezzetini gösterdin.
Yok olanı kendine aşık eylemiştin! O İn’am ve ihsanın lezzetini... mezeyi,
şarabı ve kadehi esirgeme!Esirgersen kim arayıp tarıyabilir? Nakış
nakkaşla nasıl mücadele eder? Bize bizim efendimize bakma; kendi ikramına,
kendi cömertliğine bak!
Biz yoktuk, mücadelemiz de yoktu. Senin lütfun bizim söylenmemiş
sırlarımızı da işitiyordu. Nakış, nakkaşın ve kaleminin huzurunda ama
karnındaki çocuk gibi aciz ve eli bağlıdır.
Kudret huzurunda bütün alem mahlukları, iğne önünde gergef gibi
acizdir.Kudret gergefe bazen şeytan resmi, bazen insan resmi işler; gah
neşe, gah keder nakşeder.Gergefin eli yok ki onu def için kımıldatsın;
dili yok ki fayda, zarar hususunda ses çıkarsın.
Sen beytin tefsirini Kur’an dan oku Tanrı “Attığın zaman sen atmadın”
dedi.Biz bir ok atarsak, atış, bizden değildir. Biz yayız, o yayla ok atan
Tanrı’dır.Bu “cebir” değil, cebbarlığın manasıdır. Cebbarlığı anış da,
ancak Tanrı’ya tazarru ve niyaz içindir.
Bizim figanımız muztar ve kudretsiz olduğumuzun delilidir. Yaptığımızdan
utanmamız da elimizde ihtiyar olduğuna delildir.Yapıp yapmamada
ihtiyarımız varsa utanma ne? Bu acıklanma, bu utanış, bu teeddüp ne?
Hocaların şakirtleri terbiye etmesi niçin; fikir, neden tedbirlerden
tedbirlere dönüyor?
Eğer sen “O, cebirden gafildir. Hak’ka mensup olan ay, bulutta yüzünü
gizliyor” dersen.Buna hoş bir cevap var; dinlersen küfürden geçer dini
tasdik eder, bana tabi olursun:Hasret ve figan, hastalık zamanındadır.
Hastalık zamanı tamamı ile uyanıklık zamanıdır. Hasta olduğun zaman
günahından istiğfar eder durursun.Sana günahın çirkinliği görünür;
iyileşince yola geleyim diye niyet edersin. Bundan sonra kulluktan başka
bir iş ihtiyar etmiyeyim diye ahdeylersin.
Şu halde bu yakinen anlaşıldı ki hastalık sana akıllılık bahşediyor. Ey
asılı arayan kimse! Şu aslı bil ki kimde dert varsa o, koku almış, dermana
ermiştir.Kim daha ziyade uyanıksa o daha ziyade dertlidir. Kim işi daha
iyi anlamışsa onun benzi daha sarıdır.
Hak’kın cebrinden agah isen feryadın nerede? Cebbarlık zincirini görüşün
hani? Zincire bağlanan nasıl olur da neşelenir? Hapiste esir olan nasıl
hürlük eder? Eğer ayağını bağladıklarını, başına padişah çavuşlarının
dikildiğini görüyorsan...Gayrı sende acizlere çavuşluk etme. Çünkü bu
vazife acizlerin huyu ve tabiatı değildir.Madem ki görmüyorsun; Tanrı’nın
cebrinden bahsetme! Görüyorsan hangi gördüğünün nişanesi?
Hangi bir işe meylin varsa o işte kendi kudretini apaçık görür durursun;
hangi işe meylin ve isteğin yoksa... Bu Tanrı’dandır diye kedini Cebri
yaparsın! Peygamberler, dünya işinde Cebridirler, kafirler de ahiret
işinde. Peygamberlerin, ahiret işinde ihtiyarları vardır, cahillerin de
dünya işinde.
Zira her kuş, kendi cinsinin bulunduğu yere gider, bedeni, geride
uçmaktadır, canı daha tez, daha ileri gitmekte.! Kafirler “Siccin”
cinsinden olduklarından dünya zindanına rahat rahat gelmişlerdir.
Peygamberler, (İlliyyi) cinsinden olduklarından can ve gönül İlliyyine
doğru gitmişlerdir.Bu sözün sonu yoktur, fakat biz yine dönüp o hikayeyi
tamamlayalım:
Vezir içerden seslendi: “Ey müritler, benden size şu malum olsun. Ki İsa
bana “Hep yakınlarından, arkadaşlarından ayrıl, tek ol, yüzünü duvara
çevirip yalnızca otur, kendi varlığından da halveti ihtiyar et” diye
vahyetti.Bundan sonra konuşmaya izin yok, bundan sonra dedikodu ile işim
yok.
Dostlar elveda! Ben öldüm, yükümü dördüncü göğe ilettim. Bu suretle de
ateşe mensup feleğin altında zahmet ve meşakkatler içinde yanmayalım.
Bundan sonra dördüncü kat gök üstünde, İsa’nın yanında oturacağım.”
Neden sonra o emirleri yalnız ve birer birer çağırıp her birine bir söz
söyledi.Her birine “İsa dininde Tanrı vekili ve benim halifem sensin. Öbür
emirler senin tabilerindir. İsa, umumunu senin taraftarın ve yardımcın
etti. Hangi emir, baş çeker, tabi olmazsa onu tut; ya öldür yahut esir et,
hapse at. Ama ben sağ iken bunu kimseye söyleme, ben ölmedikçe, reisliğe
talip olma. Ben ölmedikçe bunu hiç meydana çıkarma. Saltanat ve galebe
davasına kalkışma.
İşte şu tomar ve onda Mesih’in hükümleri... Bunu ümmete tasih bir tarzda
oku!” dedi.
O, her emire ayrı olarak şunu söyledi: “Tanrı dininde senden başka naib
yoktur!”Her birini ayrı ayrı ağırladı. Ona ne söyledi ise buna da onu
söyledi. Her birine bir tomar verdi, her tomar öbürünün zıddını ifade
ediyordu. O tomarların metni “Ya” harfinden “Elif” harfine kadar olan
harflerin şekilleri gibi birbirine aykırıdır. Bu tomarın hükmü, öbürünün
zıddıydı, bu zıt diyeti bundan önce bildirdik.
Ondan sonra daha kırk gün kapısını kapadı. Kendisini öldürüp varlığından
kurtuldu.Halk onun ölümünü haber alınca kabrinin üstü kıyamet yerine
döndü. Bir hayli halk onun yası ile saçlarını yolarak, elbiselerini
yırtarak mezarı üstüne yığıldı.
Arap’tan ,Türk’ten, Rum’dan, Kürt’ten oraya toplananların sayısını da
ancak Tanrı bilir.Mezarın toprağını başlarına serptiler. Onun derdini
yerinde ve dertlerine derman gördüler. Bir ay ahali, mezarı üstünde
gözlerinden kanlı yaşlara yol verdiler. Onun ayrılığı derdinden padişahlar
da, büyükler de, küçükler de ah u figan ediyorlardı.
Bir ay sonra halk dedi ki: “Ey ulular! Siz beylerden o vezirin makamına
oturacak kimdir. Ki biz o zatı, vezirin yerine imam ve mukteda tanıyalım.
Elimizi de, eteğimizi de onun eline teslim edelim.
Madem ki güneş battı ve bizim gönlümüzü dağladı, onun yerine çırağı
yakmaktan başka çaremiz yok.Sevgili, göz önünden kayboldu mu, onun
visalinden mahrum kaldık mı, yerine birisinin vekil olması, birisinin bize
yadigar kalması gerekir.Gül mevsimi geçip gülşen harap olunca gül kokusunu
nereden alalım? Gül suyundan!
Ulu Tanrı açıkça meydan da olmadığından, bu peygamberler Hakk'ın
vekilleridir. Hayır yanlış söyledim. Vekil ile vekil edeni iki sanırsan
(bu) hatadır, iyi bir şey değil.Sen sürete taptıkça ikidir. Süretten
kurtulana göre ise birdir. Bir adam, gözün nuruna bakarsa iki gözün nuru,
birbirinden ayırdedilemez.
Bir yerde on tane çırağ bulundurulursa görünüşte her biri, öbüründen
ayrıdır. Nuruna yüz çevirirsen şüphesiz ki birinin nurunu öbürlerinden
ayırt etmeye imkan yoktur.
Yüz tane elma, yüz tane de ayva saysan her biri ayrı ayrıdır. Onları
sıkarsan yüz kalmaz hepsi bir olur. Manalar da taksim ve sayı yoktur,
ayırma birleştirme olamaz. Dostun, dostlarla birliği hoştur. Mana ayağını
tut (ona yönel), süret serkeştir.Serkeş süreti, eritip mahveyle ki onun
altında define gibi olan vahdeti göresin. Eğer sen eritmezsen onun
(Tanrı’nın) inayetleri, esasen onu eritir.
Ey gönlüm kulu olan Tanrı!O hem gönüllere kendini gösterir, hem dervişin
hırkasını diker. Hepimiz yayılmıştık ve bir. Orada başsız ve ayaksızdık;
Güneş gibi bir cevherdik, düğümsüz ve saftık... su gibi.O güzel ve latif
nur sürete gelince kale burçlarının gölgesi gibi sayı meydana çıktı.
Mancınıkla burçları yıkın ki bu bölüğün arasından ayrılık kalksın.
Mutlaka ben bunu açar, anlatırdım, fakat bir fikir bile sürçmesin,
(bundan) korkarım. Nükteler keskin bir çelik kılıç gibidir. Eğer kalkanın
yoksa gerisin geriye kaç! Kalkansız bu elmasın karşısına gelme. Çünkü
kılıca kesmekten utanç gelmez.Ben bu sebepten kılıcı kına koydum; Ters
okuyan birisi, aykırı mana vermesin.
Hikayeyi tamamlamaya, doğrular topluluğunun vefakarlığından bahse geldik:
O reisin ölümünden sonra kalktılar, yerine bir vekil istediler.
O
emirlerin birisi öne düşüp o vefalı kavmin yanına gitti. Dedi ki: “İşte o
zatın vekili; zamanede İsa halifesi benim. İşte tomar, ondan sonra
vekilliğin bana ait olduğuna dair burhanımdır.”
Öbür emirde pusudan çıkageldi. Hilafet hususunda onun davası da bunun
davası gibiydi. O da koltuğundan bir tomar çıkardı, gösterdi. Her ikisinin
de Yahudi kızgınlığı başladı.
Diğer emirler de bir bir katar olup (birbirlerinin ardınca davaya kalkışıp
keskin kılıçlar çektiler.) Her birinin elinde bir kılıç ve bir tomar
vardı; sarhoş filler gibi birbirlerine düştüler.
Yüz binlerce Hıristiyan öldü, bu suretle kesik başlardan tepe oldu. Sağdan
soldan sel gibi kanlar aktı. Havaya dağlarcasına tozlar kalktı. O vezirin
ektiği fitne tohumları, onların başlarına afet kesilmişti.
Cevizler kırıldı; içi sağlam olan, kırıldıktan sonra temiz ve latif ruha
malik oldu. Ancak ten nakşına ait olan öldürmek, nar ve elmayı kırmak,
kesmek gibidir. Tatlı olan nardenk şerbeti olur, çürümüş olanın ise bir
sesten başka bir şeyi kalmaz. Esasen manası olan meydana çıkar; çürümüş
olan rüsvay olur, gider.
Ey sürete tapan! Türü, manayı elde etmeye çalış! Çünkü mana süret tenine
kanattır. Mana ehliyle düş, kalk ki hem ata ve ihsan elde edesin, hem de
feta olasın. Bu cisimde manasız can; hilafsız, kılıf içinde tahta kılıç
gibidir. Kılıfta bulundukça kıymetlidir. Çıkınca yakmaya yarar bir alet
olur. Tahta kılıcı muharebeye götürme, ah-ü figane düşmemek için önce bir
kere kontrol et; Eğer tahta ise, yürü... başkasını ara; eğer elmassa
sevinerek ileri gel!
Elmas kılıç, velilerin silah deposundandır. Onları görmek size kimyadır.
Bütün bilenler, ancak ve ancak bunu böyle demişlerdir: bilen alemlere
rahmettir. Nar alıyorsan gülen (çatlak) narı al ki onun gülmesi, sana
tanesi olduğunu haber versin. O ne mübarek gülmedir ki can kutusundaki
inci gibi, ağızdan gönlü gösterir.
Mübarek olmayan gülme, lanetin gülmesidir: Ağzını açınca kalbinin
karanlığını gösterir. Gülen nar bahçeyi güldürür. Erler sohbeti de seni
erlerden eder.Katı taş ve mermer bile olsan, gönül sahibine erişirsen
cevher olursun. Temizlerin muhabbetini ta... canının içine dik. Gönlü hoş
olanların muhabbetinden başka muhabbete gönül verme.
Ümitsizlik diyarına gitme, ümitler var. Karanlığa varma güneşler var.
Gönül seni gönül ehlinin diyarına; ten, seni su ve çamur hapsine çeker.
Agah ol, bir gönüldeşten gönül gıdasını al... onunla gönlünü gıdalandır.
Yürü, ikbali bir ikbal sahibinden öğren!!!
İncil'de Mustafa’nın, o Peygamberler başının, o sefa denizinin adı vardı.
Sıfatları, şekli, savaşı, oruç tutuşu ve yiyişi anılmıştı. Hıristiyan
taifesi, o da, o hitaba geldikleri zaman sevap için. Yüce adı öperler;
latif vasfa yüz sürerlerdi.
Bu söylediğimiz fitne esnasında o taife, fitneden, kargaşalıktan
emindiler. Onlar, o emirlerin ve vezirin şerlerinden emin olup Ahmed
adının sığınağında korunmuşlardı. Onların neslide çoğaldı. Ahmed’in nuru,
bunlara yardım etti, yar oldu.
Hıristiyanlardan AHMED adını hor tutan diğer fırka, fitnelerden ve o
tedbiri de şom, fitnesi de şom vezir yüzünden hor ve kıymetsiz bir hale
geldi. Manaları ters, sözleri aykırı tomarlara uymalarından dolayı dinleri
de müşevveş bir hale geldi, hükümleri de!
Ahmed’in adı böyle yardım ederse acaba nuru nasıl korur? Ahmed adı sağlam
bir kapı olunca o emin ruhun zatı ne olur?
Vezirin belası yüzünden yoldan çıkmış olan o nasihat kabul etmez
padişahtan sonra.