(Bilmem)
işittin mi? Ömer zamanında pek güzel, pek latif çenk çalan bir çalgıcı
vardı. Bülbül onun sesinden kendini kaybeder; bir namesini
dinleyenlerin şevki, yüz misli artardı. Meclisleri, cemiyetleri, onun
nağmeleri süsler; onun sesinden kıyametler kopardı. Sesi, israfil gibi
mucizeler gösterir, ölülerin bedenlerine can bağışlardı. Yahut
İsrafil’e yardım ederdi; onun namelerini dinleyen fil bile
kanatlanırdı. İsrafil, birgün namesini düzer ve yüzlerce yıllık
çürümüş ölüye can verir.
Peygamberlerin de
içlerinde öyle nağmeler vardır ki o nağmelerde isteyenlere, değer
biçilmez bir hayat erişir. Fakat o nağmeleri his kulağı duymaz, çünkü
his kulağı , kötülükler yüzünden pis bir haldedir. İnsanoğlu perinin
nağmesini işitmez; çünkü perilerin sırlarına yabancıdır.
Gerçi perinin nağmesi de
bu alemdedir ama gönül nağmesi her iki sesten de yüksektir. Zira peri
de, insan da mahpustur; ikisi de bu bilgisizlik ve gaflet
zindanındadır.
Rahman Suresinden “Ya
ma’şaralcinin” ayetini oku; “Tenfüzu testa’tiu “nun manasını iyice
bil! Velilerin içi nağmeleri evvela der ki: “Ey yokluk aleminin
cüzüleri! Kendinize gelin; nefis yokluğundan baş çıkaran; bu hayali,
bu vehmi bir tarafa atın!
Ey Kevn ü fesat aleminde
tamamiyle çürümüş canlar! Ebedi canlarınız ne vücuda geldi, ne doğdu!”
O nağmelerden pek az, pek cüzzi bir miktarını söylesem canlar, mezar
ve merkatlerinden baş kaldırırlar.
Kulak ver! Onağmeler
uzakta değil; fakat sana söylemeğe izin yok. Agah ol ki veliler,
zamanın israfil’idirler. Ölüler, onlardan can bulur, gelişirler. Ölü
canlar, ten mezarında kefenlerine bürünmüş yatarlarken onların
sesinden sıçrayıp kalkarlar.
Derler ki: Bu ses, öbür
seslerden bambaşka; çünkü diriltmek Tanrı sesinin işidir. Biz öldük,
tamamiyle çürüdük, mahvolduk. Fakat Tanrı sesi gelince hepimiz
dirildik, kalktık.
Tanrı sesi ister hicab
ardından, ister hicabsız gelsin...Cebrail, Meryem’e, yakasından
üfleyerek ne verdiyse Tanrı sesi de insana onu verir. Ey derileri
altında yokluğun çürütüp mahvettiği kimseler! Sevgilinin sesiyle
yokluktan dönün, tekrar var olun!
O ses, Tanrı kulunun
boğazından çıksa da esasen ve mutlaka Padişahtan gelmektedir. Tanrı
ona dedi ki: “Ben dilim, sen vücutsun. Ben senin hislerin, memnuniyet
ve gazabınım,
Yürü! Benimle duyan,
benimle gören sensin. Sır sahibi olmak da ne demek? Bizzat sır sensin.
Sen mademki hayret aleminde “Lillah” sırrına mazhar oldun, ben de
senin olurum. Çünkü “Kim, Tanrı’nın olursa Tanrı onun olur.”
Sana bazen sensin derim,
bazen de benim derim. Ne dersem diyeyim, ben aydın ve parlak bir
güneşim. Her nerede bir çırağlıktan parlasan orada bütün alemin
müşkülleri hallolur.
Güneşin bile
gideremediği, aydınlatamadığı karanlık, bizim nefsimizden kuşluk çağı
gibi aydınlanır. Adem evladına esmasını bizzat gösterdi. ( Adem’i,
isimlerine mazhar etti); diğer mevcudata esma, Adem’den açıldı.
Nurunu, istersen Adem’den al, istersen ondan...şarabı, dilersen küpten
al, dilersen küpten al, dilersen testiden!
Çünkü bu testi, küple
adamakıllı birleşmiştir; o iyi bahtlı testi, senin gibi ( zahiri
zevklerle şad değil, hakiki neşeyle neşelenmiş) tir. Mustafa, “Beni
görene benim yüzümü gören kişiyi görene ne mutlu” dedi.
Bir mumdan yanmış olan
çırağı gören, yakinen o mumu görmüştür. Bu tarzda o mumdan yakılan
çırağdan başka bir çırağ, ondan da diğer bir mum yakılsa ve ta yüzüncü
muma kadar, hep o ilk mumun nuru intikal etse, sonuncu mumu görmek,
hepsinin aslı olan ilk mumu görmektir.
İstersen o nuru, son çırağdan al, istersen ilk çırağdan...hiç fark
yok. Nuru dilersen son gelenlerin mumundan gör, dilersen geçmişlerin
mumundan.
Peygamber, “Hakkın güzel ve temiz kokuları
,bu günlerde esecek o vakitlere kulak verin, aklınız o vakitlerde
olsun ki, bu çeşit güzel kokuları alasınız, bu fırsatı kaçırmayınız
dedi.
Güzel koku geldi, sizin
haberiniz yokken esip, esip gitti... Dilediğine can bağışlayıp geçti.
Başka bir koku daha erişti; uyanık ol ey arkadaş, uyanık ol ki bundan
da mahrum kalmayasın.
Ateş meşrepli olan can,
ondan ateş söndürme kabiliyetini kazandı. Hoş olmayan can, onun lütfu
ile hoş bir hale geldi. Ateşli can, onun yüzünden söndü. Ölü, onun
aydınlığından kaftan giyindi.
Bu tazelik, Tubâ
ağacının tazeliği; bu hareket, Tubâ ağacının hareketidir. Halkın
hareketlerine benzemez.
Eğer bu ebedi nefha, yere göğe nazil olsa yer ehliyle gök ehlinin
ödleri su kesilirdi. Esasen bu nihayeti olmayan nefhanın korkusundan,
gökler, yeryüzü ve dağlar o emaneti yüklenmekten çekindiler. “Feebeyne
en yahmilnehâ” ayetini oku da gör.
Korkusundan dağın yüreği
kan olmasaydı “Eşfekna minha” denir miydi?
Bu Tanrı kokusu dün gece bize bir başka türlü zuhur etti, fakat birkaç
lokma geldi, kapıyı kapadı.
Lokma için bir Lokman rehin oldu. Şimdi Lokman'ın sırası; ey lokma sen
çekil. Bir mihnet ve meşakkat lokması yüzünden Lokman'ın ayağına batan
dikeni çıkarın.
Onun ayağında diken
değil, gölgesi bile yok. Fakat siz, hırstan onu fark edemiyorsunuz.
Hurma olarak gördüğünü diken bil. Çünkü, sen çok nankör, çok
görgüsüzsün. Lokmanın canı, Tanrının bir gül bahçesindeyken neden can
ayağı bir dikenden incinsin. Bu diken yiyen vücut, devedir.
Mustafa’dan doğan da bu deveye binmiştir.
Ey deve! Sırtında öyle
bir gül dengi var ki kokusundan sende, yüzlerce gül bahçesi meydana
gelmiştir.
Halbuki sen, hala mugeylan dikenine ve kumsala meylediyorsun. Bu arta
kalası dikenden gül nasıl toplayacaksın?
Ey bu arama yüzünden
taraf taraf, bucak bucak dolaşıp duran! Ne vakte kadar “Nerede bu
gül bahçesi” diyeceksin?
Ayağındaki bu dikeni çıkarmadıkça gözün görmez. Nasıl dönüp
dolaşabilirsin? Ne şaşılacak şey, cihana sığmayan Ademoğlu, gizlice
bir dikenin başında dolaşıp durmakta!
Mustafa bir hem dem elde
etmek için geldi; “Kellimini ya Humeyra” dedi.
“Ey Humeyra! Nalı ateşe koyda bu dağ, lal haline gelsin” buyurdu.
Humeyra kelimesi, müennestir can da müennsi semaidir. Araplar cana
müennes demişlerdir. Fakat canın müenneslikten pervası yok. Çünkü,
ruhun ne erkekle bir alakası var, ne kadınla!
Müzekkerden de yükselir,
müennesten de. Bu, kurudan yaştan meydana gelen ruh (u hayvani)
değildir ki. Bu can, ekmekten kuvvetlenen, yahut kâh şöyle, kâh böyle
bir hale gelen can değildir.
Bu ruh hoşluk verir,
hoştur, hoşluğun ta kendisidir. Ey maksadına erişmek için vesilelere
baş vuran! Hoş olmayan insanı hoş bir hale getiremez. Sen şekerden
tatlı bir hale gelsen bile o tat bazen senden gidiverir, bu mümkündür.
Fakat fazla vefakarlık
sebebiyle tamamen şeker olursan buna imkan yoktur. Nasıl olurda
şekerden tat ayrılır, imkanı var mı?
Ey hoş arkadaş! Aşık,
halis ve saf şarabı, kendisinden bulur, onunla gıdalanırsa bu makamda
artık akıl kaybolur, (bu sırra akıl ermez). Aklı cüzi sırra sahip gibi
görünürse de hakikatte aşkı inkar eder. Zekidir bilir; fakat yok
olmamıştır. Melek bile yok olmadıkça Şeytandır.
Aklı cüzi sözde ve işte
bizim dostumuzdur. Ama hal bahsine gelirsen orada bir hiçten bir
yoktan ibarettir. Varlıktan fani olmadığı için o, hiçtir, yoktur.
Kendi dileğiyle yok olmayınca nihayet zorla, istemediği halde yok
olacaktır. Bu da ona yeter.
Can kemaldir, çağırması
sesi de kemaldir. Onun için Mustafa “Ey Bilal bizi dinlendir
ferahlandır; Ey Bilal! Gönlüne nefh ettiğim o nefhadan, o feyizden
dalga dalga coşan sesini yücelt. Adem’i bile kendinden geçiren, gök
ehlinin bile akıllarını hayrete düşüren o nefhayla sesini yükselt!”
buyurdu.
Mustafa o güzel sesle
kendinden geçti. Ta’ris gecesinde namazı kaçtı. O mübarek uykudan baş
kaldırmadı; sabah namazının vakti geçip kuşluk çağı geldi. Ta’ris
gecesi, o gelinin huzurunda tertemiz canları, el öpme devletine
erişti.
Aşk ve can... her ikisi
de gizli ve örtülüdür. Tanrıya "gelin" dediğim için beni ayıplama.
Sevgili benim sözüme
darılsaydı susardım; bana bir lahzacık mühlet verseydi sükut ederdim.
Fakat “Söyle, bu söz ayıp olmaz. Senin sözün, gayb alemindeki kaza ve
kaderin zuhurundan başka bir şey değildir” demekte. Ayıptan başka bir
şey görmeyene ayıptır. Fakat gayb aleminin pak ruhu, hiç ayıp görür
mü? Ayıp cahil mahluka nispetle ayıptır; makbul Tanrıya nispetle
değil.
Küfür bile yaratana
nispetle bir hikmettir. Fakat bize nispet edecek olursan bir afet, bir
felakettir. Birisinde yüzlerce faziletle beraber bir de ayıp bulunsa o
ayıp nebatatın sapı mesabesindedir. Terazide her ikisini de birlikte
tartarlar. Çünkü, nebatat ve sap; ikisi de bedenle can gibi
bağdaşmıştır.
Şu halde büyükler, bu
sözü boş yere söylemediler: Temiz kişilerin cisimleri de, can gibi
saftır. Onların sözleri de nişanı olmayan ve bir kayda gelmeyen can
olmuştur, nefisleri de suretleri de. Onlara düşman olanların canları
ise sırf cisimdir. O düşman, tavla oyununda kırılmış zar gibi
faydasızdır, ancak bir addan ibarettir.
Düşman toprağa girdi,
tamamı ile toprak oldu. Bu ise tuzlaya düşüp tamamı ile arındı. O
tuz, öyle bir tuzdur ki Muhammed, ondan meslahat kazanmış, o yüzden
melih sözü fasih olmuştur.
Bu tuz, bu melahat,
ondan miras kalmıştır; varisleri de seninledir, ara bul! Varisler
senin huzurunda oturuyorlar, fakat nerede senin huzurun? Senin
önündedirler, fakat nerede önü sonu düşünen can.
Eğer sen, kendinde ön,
art olduğunu sanıyorsan cisme bağlısın, candan mahrumsun. Alt, üst,
ön, art; cismin vasfıdır. Nurani olan can ise bunlardan münezzeh ve
cihetsizdir.
Kısa görüşlüler gibi
zanna düşmemek için gözünü, o pak padişahın nuruyla aç! Sen madem ki
zahiri önü, sonu düşünmektesin... Ancak ve ancak bu gam ve neşe
alemindesin. Ey hakikatte yok olan! Yok olan, nerede ön nerede son?
Yağmurlu gündür, gece
çağına kadar yürü! Bu yağmur, bildiğimiz yağmur değil! Tanrı
yağmurlarından.
O, öyle
çalgıcıydı ki alem, onun yüzünden neşeyle dolmuştu. Dinleyenler
sesinden garip garip hallere düşüyorlardı. Gönül kuşu onun nağmesiyle
uçmakta; canın aklı, sesine hayran olmaktaydı.
Fakat zaman geçip
ihtiyarlayınca evvelce doğan kuşu gibi olan canı, acizlikten sinek
avlamaya başladı. Sırtı küp sırtı gibi eğrildi, kamburlaştı.
Gözlerinin üstünde kaşlar, adeta eyer kuskununa döndü.
Onun cana can katan
latif sesi fena, iğrenç , çirkin yürek tırmalayıcı geldi. Zühere’nin
bile haset ettiği o güzel sesi, kart eşeğin sesine benzedi. Zaten
hangi hoş vardır ki nahoş olmamıştır? Yahut hangi tavan vardır ki
yıkılmamış, yere serilmemiştir.
Ancak sur’un üfürülmesi,
nefeslerinin aksinden ibaret olan yüce azizlerin sesleri, bundan
müstesnadır; onların sesleri bakidir. Onların gönülleri, öyle bir
gönüldür ki gönüller, ondan sarhoştur. Yoklukları öyle bir yokluktur
ki bizim varlıklarımız, o yokluktan varolmuşlardır.
Her fikrin, her sesin
kehlibarı (fikirleri ve sesleri çeken) o gönüldür. İlham, vahiy ve sır
lezzeti yine o gönülden ibarettir. Çalgıcı bir hayli ihtiyarlayıp
zayıflayınca kazançsızlıktan bir parçacık yufka ekmeğine bile muhtaç
hale geldi.
Dedi ki: “Tanrım, bana
çok ömür ve mühlet verdin, hakir bir kişiye karşı lutuflarda bulundun.
Yetmiş yıldır isyan edip durdum. Benden bir gün bile ihsanını
kesmedin. Bu gün kazanç yok, senin konuğunum. Çengi sana çalacağım,
gayrı seninim.”
Çengi omuzlayıp Tanrı
aramağa yola düştü; ah ederek Medine Mezarlığına doğru yollandı.
Tanrı’dan kiriş parası isteyeceğim. Çünkü o kendisine karşı halis olan
kalplere kerem ve ihsanıyla eder” dedi.
Bir hayli çenk çalıp
ağladı ve başını yere koydu, çengi yastık yaptı bir mezara yaslandı.
Çalgıcıyı uyku bastırdı, can kuşu kafesten kurtuldu; çalgıyı da
bırakıp sıçradı. Saf bir aleme, can sahrasına vararak tenden ve cihan
mihnetinden kurtuldu.
Canı, orada macerasını
şöyle terennüm etmekteydi: Beni burada bıraksalardı. Canım bu bahçede,
bu bahar çağında ne hoş bir hale gelir, bu ovanın bu gayb laleliğinin
sarhoşu olurdu. Başsız, ayaksız seferler eder, dişsiz, dudaksız
şekerler yedim.
Felek sakinleriyle
zahmetsiz, mihnetsiz zikre, dimağsız fikre dalar, onlarla latifeler
ederdim. Gözleri kapalı olarak bir alem görür; elsiz, avuçsuz güller,
reyhanlar devşirirdim...Çalgıcı bir su kuşuydu; bu alem de bir bal
denizi. Bu bal Eyyub Peygamberin içtiği ve yıkandığı pınardı.
Eyyub, o pınarda
yıkanarak tepeden tırnağa kadar doğu nuru gibi bütün hastalıklardan
arındı, pirüpak oldu. Mesnevi hacım bakımından felekler kadar bile
olsa yine bu alemin, hatta küçük bir cüz’ünü ihata edemezdi.
Halbuki çok geniş olan o
yerler gök, darlıktan gönlümü paramparça etti. Bu bir alemdir ki bana
rüyada göründü; açıklığıyla kolumu, kanadımı açtı. Bu alemde bu alemin
yolu meydanda olsaydı dünyada pek az kimse, ancak bir lahzacık
kalırdı.
İhtiyar çalgıcıya
“Burada kalmaya tamah etme, mademki ayağından diken çıkmıştır, haydi
git” diye emir gelmekte. Can ise orada, Tanrı’nın rahmet ve ihsanı
meydanında “Durakla, bekle” demekteydi.
O sırada Hak Ömer’e bir
uyku verdi ki kendini uykudan alamadı. “Bu mutat bir şey değildi. Bu
uyku, gayb aleminden geldi. Sebepsiz olamaz” diye taaccüpte kaldı.
Başını koydu, uyudu. Rüyasında hak tarafından bir ses geldi, bu sesi
ruhu duydu. Bu ses öyle bir sesti ki her sesin nağmenin aslıdır. Asıl
ses odur, o sesten başka sesler, aksi sedadır.
Türk, Kürt, Zenci, Acem,
Arap bütün milletler kulağa, dudağa muhtaç olmadan bu sesi
anlamışlardır. Hatta Türk, Acem ve Zenci şöyle dursun... o sesi dağlar
taşlar bile işitmiştir. Her dem Tanrı’dan “ Elestü” sesi gelir,
cevherlerle arazlar da o sesten var olmaktadırlar.
Gerçi bunlardan zahiren
“Bela” sesi gelmezse de onların yokluktan gelmeleri, var olmaları
“Bela” demeleridir. Ağacın, taşın anlayışını söyledim ya. Hemen
şimdicik bunu anlatan şu hikayeyi dinle!
Hannane direği,
Peygamberin ayrılığı yüzünden akıl sahipleri gibi ağlayıp inliyordu.
Peygamber, “Ey direk, ne istiyorsun?” dedi. O da “Canım, ayrılığından
kan kesildi. Bana dayanıyordun, şimdi beni bıraktın. Mimberin üstüne
çıktın” dedi.
Bunun üzerine Peygamber
dedi ki: “Ey iyi ağaç, ey sırrı bahta yoldaş olan! Söyle ne istersin?
Dilersen seni yemişlerle dolu bir hurma fidanı yapayım ki doğudakiler
de, batıdakiler de senin hurmanı yesinler.
Yahut Tanrı, seni o
alemde bir servi yapsın da ebediyen terü taze kal” dedi. Hannane “Daim
ve baki olanı isterim” dedi. Ey gafil, dinle de bir ağaçtan aşağı
kalma! Peygamber, kıyamet günü insanlar gibi dirilmesi için o ağacı
yere gömdü.
Bunu duy da bil ki
Tanrı, kimi kendisine davet ettiyse o kimse bütün dünya işlerinden
vazgeçmiştir. Kim, Tanrı’dan tevfika mazhar olursa o aleme yol
bulmuştur. Bir kimsenin Tanrı sırlarından nasibi olmazsa cemadın
inlemesini nasıl tasdik eder?
Evet der ama yürekten
değil. Kendisine münafık demesinler diye tasdik edenlere uyar, zahiren
tasdik eder. Eğer cemadat Tanrı’nın “Kün-ol” emrine vakıf olmasalar (
ve bu emri duyup, bu emre uyup, varlık alemine gelmemiş bulunsalardı)
bu söz alemde o vakit reddedilirdi.
Yüz binlerce taklit ve
istidlal ehlini, pek cüzi bir vehim, şüpheye düşürür. Çünkü taklitleri
de istidlalleri de, hatta bütün kolları, kanatları da zanla kaimdir. O
aşağılık Şeytan, bir şüphe meydana getirir. Bütün bu körler tepe takla
düşerler.
İstidlalcilerin ayakları
tahtadır. Tahta ayaksa pek kudretsiz pek karasızdır. Sebatiyle dağları
bile hayran eden ve basiret sahibi olan zamanın kutbu ise böyle
değildir. (İstidlale değer vermez). Çakıl üstüne baş aşağı düşmemek
için körün ayağı sopadır sopa.
Askerin, yani din
ehlinin üstünlüğüne sebep olan o binici kimdir! Gören padişah! Her ne
kadar körler sopa ile yol görmüşlerdir ama yine gözlükler sayesinde.
Dünyada gözlükler ve padişahlar olamasaydı bütün körler ölürlerdi.
Körler elinden ne demek
gelir, ne biçmek gelir, ne alışveriş gelir, ne de kar ve kazanç. Tanrı
onlara merhamet ve inayet kılmasaydı onların istidlal değnekleri
hemencecik kırılırdı. Bu sopa nedir? Kıyaslar, deliller. O sopayı
onlara kim verdi? Gören Tanrı!
Sopa, mademki savaş ve
kavga aletidir; ey kör, o sopayı kır, paramparça et! O size sopa verdi
de öyle meydana çıktınız. Sonra da kızgınlıkla o sopayı yine ona
vurdunuz. Ey körler güruhu! Ne iştesiniz, ne yapıyorsunuz? Aranıza bir
gören kişi alın!
Sen de sana sopa verenin
eteğini tut. Bak bir kere Adem Peygamber istidlal ve isyan yüzünden
neler çekti? Musa ve Muhammed’in mucizelerine dikkat et. Sopa nasıl
yılan şekline girdi, direk nasıl irfan sahibi oldu? Sopa yılan şekline
girdi, direkten de inilti duyuldu. Bu mucizeleri, dini izhar için
günde beş kere ilan ederler.
Bu din lezzeti eğer akla
aykırı olmasaydı bunca mucizeye hacet var mıydı? Akıl akla uygun olan
her şeyi; mucizesiz, keşmekeşsiz kabul eder. Bu bakir yolu, akla
aykırı (akıl hududundan hariç, kıyas ve istidlale sığmaz) gör ve bu
görüş, her devlet sahibine makbuldür; buna da dikkat et.
Şeytanlarla canavarlar,
nasıl insan korkusundan ve hasetlerinden ürküp adalara, ıssız yerlere
kaçtılarsa, münkirler de Peygamberlerin mucizelerinden korkup
başlarını otların içlerine sokmuşlar.
Bu suretle müslümanlık
ediyle anılarak yaşamak, kim olduklarını, ne inanışta bulunduklarını
sana bildirmemek istemişlerdir. Kalpazanlık, kalp paraya nasıl gümüş
sürerler ve üstüne padişahın adını kazarlarsa,onları sözlerinin dış
yüzü de tevhit ve şeriattir; fakat iç yüzü, ekmekteki delice tohumuna
benzer.
Felsefecinin, dini
inkara, yahut din ehliyle mübahaseye kudreti yoktur. Böyle bir şeye
girişirse Hak din, onu mahveder. Onun eli, ayağı cansızdır. Canı ne
derse ikisi de fermanına uyar, dediğini yapar. Felsefeciler,
dilleriyle cansız şeylerin hareketini, seslenmesini inkar ederse de
elleriyle ayakları, bunun imkanına şehadet edip durur.
Ebucehl’in elinde taş
parçaları vardı. Dedi ki: “Ey Ahmed, şu avucumdaki nedir? Çabuk söyle!
Mademki göklerin sırlarına vakıfsın, peygambersen avucumda ne saklı?”
Peygamber “Onlar nedir, ben mi söyleyeyim; yoksa onlar mı doğru
olduğumuzu söylesin, bizi tasdik etsinler; hangisini istersin? Dedi.
Ebucehil “Bu ikinci daha
garip” deyince Peygamber dedi ki: “Evet, Tanrı ondan daha ilerisine de
kadirdir.” Derhal Ebucehl’in avucundaki taşların her biri, şahadet
getirmeye başladı. “İbadete layık hiçbir şey yoktur, ancak Tek
Tanrı’ya tapılır” dedi ve “Muhammed, Tanrı elçisidir” incisini deldi.
Ebucehil, taşlardan bu sözü işitince hiddetle taşları yere vurdu.
Bunu bırak da yine
çalgıcının hikayesine kulak ver. Çalgıcı, beklemekten bunalınca.
Ömer’e yine ses geldi! “Ey Ömer, kulumuzu ihtiyaçtan kurtar! Has,
muhterem bir kulumuz var; mezarlığa kadar gitmek zahmetini ihtiyar et.
Ey Ömer, kalk.
Beytülmalden yedi yüz dinar al, hepsini onun avucuna say! O parayı
huzuruna götürüp “O parayı huzuruna götürüp “Ey makbulümüz olan!
Şimdilik bu kadarcığı al ve bizi mazur gör.
Bu kadarcık para sana
ancak ibrişim (kirşi) parasıdır. Harcet, bitince yine buraya gel” de.
Bunun üzerine Ömer, sesin heybetinden sıçrayıp kalkarak bu hizmet için
belini bağladı. Koltuğu altında para kesesi olduğu halde koşarak
çalgıcıyı arayıp taramak için mezarlığa yüz tuttu.
Mezarlığın etrafını bir
hayli döndü, dolaştı; orada o ihtiyardan başka kimseyi göremedi. “Bu
olmasa gerek” deyip bir kere daha koştu. Nihayet yoruldu, fakat yine o
ihtiyardan başkasını göremedi. Kendi kendisine “Hak, bana dedi ki:
bizim saf, makbul ve mübarek kulumuz var;
İhtiyar bir çalgıcı,
nasıl olur da Tanrı haslarından olur? Ey gizli sır, ne hoşsun sen, hoş
ve garip!” Ava çıkan aslanın dönüp dolaşması gibi bir kere daha
mezarlık etrafını dolaştı. Orada o ihtiyardan başka kimsenin
olmadığını iyice anlayınca “ karanlıklar içinde parlak gönüller
çoktur” dedi.
Gelip edebe fazlasıyla
riayet ederek oraya oturdu. Bu sırada Ömer aksırdı, ihtiyar uyanıp
sıçradı. Ömer’i görünce şaşırdı, kaldı. Gitmek istedi, fakat titremeğe
başladı. İçinden dedi ki: “Yarabbi senin elinden eleman! Şimdi de
çalgıcı ihtiyarcağıza muhtesip geldi, çattı.”
Ömer, o ihtiyarın yüzüne
bakıp da onu utanmış çehresini sararmış görünce, “Benden korkma,
ürkme; çünkü sana Hak’tan müjdeler getirdim. Tanrı, senin huylarını o
derece methetti ki nihayet Ömer’i, senin cemaline aşık etti. Otur
şöyle önüme; uzaklaşmağa kalkışma. Kulağına devlet ve ikbal aleminden
bazı sırlar söyleyeyim.
Tanrı sana selam
söylüyor; halini, hatırını soruyor. Hadsiz hesapsız zahmetlerden,
kederlerden, ne haldesin? Buyuruyor. Şimdilik şu birkaç dinarı ibrişim
parası olarak al, harca da bitince yine buraya gel!
O ihtiyar, bunu işitince
kendini yerden yere vurup ellerini ısırmağa, elbisesini yırtmaya
başladı. “Ey naziri olmayan Tanrı! Ziyade utancından zavallı ihtiyar
su kesildi” diye bağırmağa koyuldu. Bir hayli ağlayıp eleme düştü.
Nihayet çengi yere çalıp parça parça etti.
Dedi ki: “Ey benimle
Rabbimin arasında perde olan, ey beni ana yoldan azdırıp sapıtan!
Ey yetmiş yıldır kanımı
emen, kemal sahibine karşı yüzümü kara eden! İhsan ve vefa sahibi
Tanrı, cefalarla, suçlarla, geçen ömrüme sen acı! Tanrı bana öyle bir
ömür verdi ki o ömrün bir gününün kıymetini bile cihanda kimse
bilemez. Bense bütün o ömrü, her nefeste zir ve bem perdelerine harç
ederek yele verdim.
Ah! Arap ve Acem tarzını
anmaktan, Irak perdesiyle meşgul olmaktan acı ayrılık zamanı
hatırımdan çıktı. Eyvallah olsun ki Küçük makamının tazeliği yüzünden
gönlümün ekini kurudu, gönlüm öldü.
Eyvahlar olsun bu yirmi
dört makamının sesinden ki kervan geçti, gündüz de bitti! Ey, Tanrı,
bu feryat edenin elinden feryat! Hiç kimseden değil, bu medet isteyen
medet! Şikayetim en çok kendimden...
Kimseden medet yok.
Yalnız ve ancak bana, benden yakın olandan medet var. Çünkü bana bu
varlık, her an ondan gelmekte... Varlığım mahvolunca da ancak onu
görürüm, başkasını değil.”Birisi sana para verse, altın saysa sen ona
bakarsın, kendine değil; bu da ona benzer.
Bunun üzerine Ömer,
çalgıcıya dedi ki: “Senin bu ağlaman, aklının başında olduğuna delalet
eder. Yok olanın yolu, başka yoldur; çünkü aklı başında olmak da başka
bir günahtır. Aklı başında oluş, geçmişleri hatırlamaktan ileri gelir.
Geçmişin de Tanrı’ya perdedir,geleceğin de.
Her ikisini de ateşe
vur. Bu ikisi yüzünden de ateşe vur. Bu ikisi yüzünden ne vakte kadar
ney gibi boğum boğum olacaksın? Neyde boğum bulundukça sırdaş
değildir; dudağın, sesin mahremi olamaz.
Sen kendi tarafından
tavaf edip durdukça nasıl tavafta olursun, kendinde oldukça nasıl olur
da Kabeye gelmiş sayılırsın? Haberlerin haber vericiden bihaberdir;
tövben günahından beterdir. Ey geçen hallerden tövbe etmek isteyen! Bu
tövbe etmekten ne vakit tövbe edeceksin, söyle! Gah sır nağmesini
kıble edinirsin; gah ağlayıp inlemeyi öper durursun.”
Faruk, sırlara ayna
olunca ihtiyar çalgıcının canı da cisminde uyandı. Artık can gibi,
ağlamadan gülmeden kurtuldu. Canı gitti, bambaşka bir canla dirildi. O
zaman gönlüne öyle bir hayret geldi ki yerden de dışarda kaldı, gökten
de ( bütün alemi unuttu).
Ona arayıp tarama hududu
ardında öyle bir arayıcılık düştü ki ben bilmiyorum; sen biliyorsan
söyle! Halden de öte, kaalden de ileri şöyle bir hale, öyle bir kaale
erişti; ululuk sahibi Tanrı’nın cemaline dalıp kaldı. Ama tek bir
kurtuluş imkanı bulursun... Yahut denizden başka onu bir tanıyan,
gören olsun... Hayır bu çeşit dalış değil.
Bu sözler, her an zuhura
gelmeseydi, durmadan zuhur ediş, bu sözlerin söylenmesine sebep
olmasaydı aklı cüzi, külle ait sözler söylemezdi. Fakat birbiri
ardınca durmadan zuhur ettikçe zuhur ediyor. Bundan dolayı da denizin
dalgaları buraya gelip durmakta.
İhtiyar çalgıcının
hikayesi buraya varınca ihtiyarda yüzünü perde arkasına çekti, ahvali
de. İhtiyar, eteğini dedikodudan silkti; ona ait bizim ağzımızda ancak
yarım bir söz kaldı. Bu ayşü işreti düzüp koşma uğrunda yüz binlerce
can feda edilse değer. Can ormanında doğanki avcılıkta doğan ol;
cihanın güneşi gidip canla oyna!
Yüce güneş, can vere
gelmiştir; her nefeste boşaldıkça (nurla ) doldururlar. Ey manevi
güneş, can ver de eski cihana yenilik göster. İnsanın vücuduna akıl ve
ruh, gayb aleminden akar su gibi gelmekte.
Peygamber dedi ki: “Öğüt
vermek üzere iki melek hoş bir surette nida ederler: Ey Tanrı,
muhtaçlara ihtiyaçları olan şeyi verenleri doyur, verenleri doyur,
verdikleri her dirheme karşılık yüz bin ihsan et!
Yarabbi, malını
esirgeyenlere de ziyan içinde ziyandan başka bir şey verme!” Fakat
nice esirgemeler vardır ki vermeden iyidir. Tanrı malını Tanrı’nın
buyurduğu yerden gayriye verme, ki halde hesaba sığmaz hazine elde
edesin ve bu suretle kafirlere, küfranı nimet edenlere katılmayasın.
Kafirler; kılıçları,
Mustafa’ya üstün olsun diye develer kurban edenlerdi. Tanrı emrini,
Tanrı’ya ulaşmış birisinden sor, öğren. Her gönül, Tanrı emrini
anlayamaz. (Yersiz ihsan), asi bir kölenin, güya adalet ediyorum,
ihsanda bulunuyorum diye padişahın malını asilere dağıtmasına benzer.
Kuranda “onların bütün
ihsanları hasretten ibarettir” diye gaflet ehlini korkutan bir ayet
vardır. Şu asinin adlü ihsanı, onu padişahtan daha ziyade
uzaklaştırır, gözden düşürür ve ancak yüzünü kara eder.
Mekke ulularının
Peygamberle harp ederken kurban kesmeleri de , Tanrı tarafından kabul
edilir ümidiyleydi. İşte bunun için mümin tevfika mazhar olamamak
korkusundan daima namazda “İhdinas sıratal mustakim” der.
O para veriş cömert
kişiye layıktır. Can vermekse esasen aşıkın vergisidir. Hak uğruna
ekmek verirsen sana ekmek verirler; Hak uğruna can verirsen sana da
can bahşederler. Şu çınarın yaprakları dökülürse Tanrı, ona
yapraksızlık azığı bağışlar.
Dağıtmaktan dolayı
elinde mal kalmazsa Tanrı’nın inayeti, seni hiç ayaklar altında
çiğnetir mi? Bir adam ekin ekince ambarı boşalır ama bu işin iyiliği,
tarlada belli olur. Fakat tohumu ambara kor, biriktirirse zaman
geçtikçe bitler, fareler, o tohumu yiyip bitirirler.
Bu cihan
tamamiyle fanidir; aradığını sebatlı, kararlı alemde ara! Suretin
sıfırdan ibarettir; dilediğini mana aleminde dile! Acı ve tuzlu canı
kılıç önüne koy, feda et de tatlı bir deniz gibi olan canı al!