Bundan evvelki bir zamanda bir padişah vardı. O hem dünya, hem
din saltanatına malikti. Padişah, bir gün hususi adamları ile av için
hayvana binmiş, giderken ana caddede bir halayık gördü. O halayığın
kölesi oldu. Can kuşu kafeste çırpınmaya başladı. Mal verdi o halayığı
satın aldı.Onu alıp arzusuna nail oldu. Fakat kazara o halayık
hastalandı.
Birisinin eşeği varmış, fakat palanı yokmuş. Palanı ele geçirmiş, bu
sefer eşeği kurt kapmış. Birisinin ibriği varmış, fakat suyu elde
edememiş. Suyu bulunca da ibrik kırılmış!
Padişah sağdan, soldan hekimler topladı. Dedi ki: “İkimizin hayatı da
sizin elinizdedir. Benim hayatım bir şey değil, asıl canımın canı
odur. Ben dertliyim, hastayım, dermanım o .Kim benim canıma derman
ederse benim hazinemi, incimi ve mercanımı ( atiye ve ihsanımı) o aldı
(demektir)”.
Hepsi birden dediler ki: “Canımız feda edelim. Beraberce düşünüp
beraberce tedavi edelim. Bizim her birimiz bir alem Mesih’idir,
elimizde her hastalığa bir ilaç vardır.”
Kibirlerinden Allah isterse (inşaallah ) demediler. Allah da onlara
insanların acizliğini gösterdi.”İnşaallah” sözünü terk ettiklerini
söylemeden maksadım, insanların yürek katılığını ve mağrurluğunu
söylemektir. Yoksa arızi bir halet olan inşaallah’ı söylemeyi
unuttuklarını anlatmak değildir. Hey gidi nice inşaallahı diliyle
söylemeyen vardır ki canı “inşaallah” la eş olmuştur.
İlaç ve tedavi nevinden her ne yapıldı ise hastalık arttı maksat da
hasıl olmadı.O halayıkcağız, hastalıktan kıl gibi olunca padişahın
kanlı göz yaşı ırmağa döndü. Kazara sirkengübin safrayı arttırdı.
Badem yağı da kuruluk tesirini göstermeye başladı. Karahelileyle kabız
oldu, ferahlığı gitti; su, neft gibi ateşe yardım etti.
Padişah, hekimlerin aciz kaldıklarını görünce yalınayak
mescide koştu.Mescide gidip mihrap tarafına yöneldi. Secde yeri göz
yaşından sırsıklam oldu.Yokluk istiğrakından kendisine gelince ağzını
açtı, hoş bir tarzda medhü senaya başladı:
“En az bahşişi dünya mülkü olan Tanrım! Ben ne söyleyeyim? Zaten sen
gizlileri bilirsin.Ey daima dileğimize penah olan Tanrı! Biz bu sefer
de yolu yanıldık.Ama sen “Ben gerçi senin gizlediğin şeyleri bilirim.
Fakat sen, yine onları meydana dök” dedin.
Padişah, ta can evinden coşunca bağışlama denizi de coşmaya
başladı.Ağlama esnasında uykuya daldı. Rüyasında bir pir göründü.
Dedi ki: “Ey padişah, müjde; dileklerin kabul oldu. Yarın bir yabancı
gelirse o, bizdendir.O gelen hazık hekimdir. Onu doğru bil, çünkü o
emin ve gerçek erenlerdendir.İlacında kati sihri gör, mizacında da Hak
kudretini müşahede et.”
Vade zamanı gelip gündüz olunca... güneş doğudan görünüp yıldızları
yakınca:Rüyada kendine gösterdikleri zatı görmek için pencerede
bekliyordu.Bir de gördü ki, faziletli, fevkalade hünerli, bilgili bir
kimse, gölge ortasında bir güneş;Uzaktan hilal gibi erişmekte, yok
olduğu halde hayal şeklinde var gibi görünmekte.
Ruhumuzda da hayal, yok gibidir. Sen bütün bir cihanı hayal üzere
yürür gör!Onların başları da, savaşları da hayale müstenittir.
Öğünmeleri de, utanmaları da bir hayalden ötürüdür.Evliyanın tuzağı
olan o hayaller, Tanrı bahçelerindeki ay çehrelilerin akisleridir.
Padişahın rüyada gördüğü hayal de o misafir pirin çehresinde görünüp
duruyordu.Padişah bizzat abeyincilerin yerine koştu, o gaipten gelen
konuğun huzuruna vardı.Her ikisi de aşinalık (yüzgeçlik) öğrenmiş bir
tek denizdi, her ikisi de dikilmeksizin birbirine dikilmiş,
bağlanmışlardı.
Padişah: “Benim asıl sevgilim sensin, o değil. Fakat dünyada iş işten
çıkar.Ey aziz, sen bana Mustafa’sın. Ben de sana Ömer gibiyim. Senin
hizmetin uğrunda belime gayret kemerini bağladım” dedi.
Tanrı’dan edebe muvaffak olmayı dileyelim. Edebi olmayan kimse
Tanrı’nın lütfundan mahrumdur.Edebi olmayan yalnız kendine kötülük
etmiş olmaz. Belki bütün dünyayı ateşe vermiş olur.
Alışverişsiz, dedikodusuz Tanrı sofrası gökten iniyordu.Musa kavmi
içinde birkaç kimse terbiyesizce “hanı sarımsak, mercimek”
dediler.Ondan sonra gökyüzünün sofrası, ekmeği kesildi; ekme, bel
belleme, orak sallama kaldı.Sonra İsa şefaat edince Hak, yemek sofrası
ve tabaklarla ganimetler gönderdi.Yine küstahlar edebi terk ederek
sofradan yemek artığını aşırdılar.
İsa bunlara yalvardı. “Bu devamlıdır, yeryüzünden kalkmaz.Bir ulu
kişinin sofrası başında kötü zanna düşmek ve harislik etmek küfürdür”
dedi.O rahmet kapısı, hırslarından dolayı bu görmedik dilencilerin
yüzlerine kapandı.Zekat verilmeyince yağmur bulutu gelmez zinadan
dolayı da etrafa veba yayılır.İçine kasavetten, gussadan ne gelirse
korkusuzluktan ve küstahlıktan gelir.
Kim dost yolunda pervasızlık ederse erlerin yolunu vurucudur, namert
odur.Edepten dolayı bu felek nura gark olmuştur: Yine edepten dolayı
melekler masum ve tertemiz olmuşlardır.Güneşin tutulması, küstahlık
yüzündendir. Bir melek olan Azazil de yine küstahlık yüzünden kapıdan
sürülmüştür.
Kollarını açıp onu kucakladı, aşk gibi gönlüne aldı, canının
için çekti.Elini, alnını öpmeğe, oturdu yeri, geldiği yolu sormaya
başladı.Sora sora odanın başköşesine kadar çekti ve dedi ki: “Nihayet
sabırla bir define buldum.
Ey vuslatı, her sualin cevabı! Senin yüzünden nişliğin anahtarıdır”
sözünün manası, Ey vuslatı, her sualin cevabı! Senin yüzünden müşkül,
konuşmaksızın, dedikodusuz hallolur gider.Sen, gönlümüzde, onların
tercümanısın, her ayağı çamura batanın elini tutan sensin.
Ey seçilmiş,ey Tanrı’dan razı olmuş ve Tanrı rızasını kazanmış kişi,
merhaba! Sen kaybolursan hemen kaza gelir, feza daralır.Sen, kavmin
ulususun, sana müştak olmayan, seni arzulamayan bayağılaşmıştır.
Bundan vazgeçmezse...”O ağırlama, o hal hatır sorma meclisi geçince o
zatın elini tutup hareme götürdü.
Padişah, hastayı ve hastalığını anlatıp sonra onu hastanın
yanına götürdü.Hekim, hastanın yüzünü görüp, nabzını sayıp, idrarını
muayene etti. Hastalığının arazını ve sebeplerini de dinledi.
Dedi ki: “Öbür hekimlerin çeşitli tedavileri, tamir değil; büsbütün
harap etmişler. Onlar, iç ahvalinden haberdar değildirler.
Körlüklerinden hepsinin aklı dışarıda.” Hekim, hastalığı gördü, gizli
şey ona açıldı. Fakat onu gizledi ve sultana söylemedi. Hastalığı
safra ve sevdadan değildi.
Her odunun kokusu dumanından meydana çıkar. İnlemesinden gördü ki, o
gönül hastasıdır. Vücudu afiyettedir ama o, gönüle tutulmuştur.
Aşıklık gönül iniltisinden belli olur, hiçbir hastalık gönül hastalığı
gibi değildir.
Aşığın hastalığı bütün hastalıklardan ayrıdır. Aşk, tanrı sırlarının
usturlabıdır. Aşıklık ister cihetten olsun, ister bu cihetten...
akıbet bizim için o tarafa kılavuzdur. Aşkı şerh etmek ve anlatmak
için ne söylersem söyliyeyim... asıl aşka gelince o sözlerden mahcup
olurum. Dilin tefsiri gerçi pek aydınlatıcıdır, fakat dile düşmeyen
aşk daha aydındır. Çünkü kalem, yazmada koşup durmaktadır, ama aşk
bahsine gelince; çatlar, aciz kalır. Aşkın şerhinde akıl, çamura
saplanmış eşek gibi yattı kaldı. Aşkı , aşıklığı yine aşk şerh etti.
Güneşin vucuduna delil, yine güneştir. Sana delil lazım ise güneşten
yüz çevirme. Gerçi gölgede güneşin varlığından bir nişan verir, fakat
asıl güneş her an can nuru bahşeyler. Gölge sana gece misali gibi uyku
getirir. Ama güneş doğuverince ay yarılır (nuru görünmez olur). Zaten
cihanda güneş gibi misli bulunmaz bir şey yoktur. Baki olan can güneşi
öyle bir güneştir ki, asla gurub etmez.
Güneş gerçi tektir, fakat onun mislini tasvir etmek mümkündür. Ama
kendisinden esir olan güneş, öyle bir güneştir ki, ona zihinde de,
dışarıda da benzer olamaz. Nerede tasavvurda onun sığacağı bir yer ki
misli tasvir edilebilsin!
Şemseddin’in sözü gelince dördüncü kat göğün güneşi başını çekti,
gizlendi. Onun adı anılınca ihsanlarından bir remzi anlatmak vacip
oldu.Can şu anda eteğimi çekiyor. Yusuf’un gömleğinden koku almış!
“Yıllarca süren sohbet hakkı için o güzel hallerden tekrar bir hali
söyle, anlat. Ki yer, gök gülsün, sevinsin. Akıl, ruh ve göz de yüz
derece daha fazla sevince, neşeye dalsın” (diyor). “Beni külfete
sokma, çünkü ben şimdi yokluktayım. Zihnim durakladı onu görmekten
acizim. Ayık olmayan kişinin her söylediği söz... dilerse tefekküre
düşsün, dilerse haddinden fazla zarafet satmaya kalkışsın... yaraşır
söz değildir.
Eşi bulunmayan o sevgilinin vasfına dair ne söyleyeyim ki bir damarım
bile ayık değil! Bu ayrılığın, bu ciğer kanının şerhini şimdi geç,
başka bir zamana kadar bunu bırak!”
(Can) dedi ki: “Beni doyur, çünkü ben açım. Çabuk ol çünkü vakit
keskin bir kılıçtır. Ey yoldaş, ey arkadaş! Sufi, vakit oğludur
(bulunduğu vaktin iktizasına göre iş görür). “Yarın” demek yol
şartlarından değildir. Sen yoksa sufi bir er değilmisin? Vara
veresiyeden yokluk gelir”.
Ona dedim ki: “Sevgilinin sırlarını gizli kapaklı geçmek daha hoştur.
Sen, artık hikayelere kulak ver, işi onlardan anla! Dilbere ait
sırların, başkalarına ait sözler içinde söylenmesi daha hoştur.” O,
“Bunu apaçık söyle ki dini açık olarak anmak, gizli anmaktan iyidir.
Perdeyi kaldır ve açıkça söyle ki ben, güzelle gömlekli olarak yatmam”
dedi.
Dedim ki: “O apaçık soyunur, çırılçıplak bir hale gelirse ne sen
kalırsın,ne kucağın kalır, ne belin! İste ama derecesine göre iste;
bir otun bir dağı çekmeye kudreti yoktur.
Bu alemi aydınlatan güneş, bir parçacık yaklaştı mı, her şey yandı
gitti! Fitneyi, kargaşalığı ve kan dökücülüğü araştırma, Şems-ı
Tebrizi’den bundan fazla bahsetme. Bunun sonu yoktur; sen yine
hikayeye başla, onu tamamlamana bak.
(Hekim) dedi ki: “Ey padişah, evi halvet et, yakını da
uzaklaştır.Köşeden , bucaktan kimse kulak vermesinde ben bu
cariyecikten bir şeyler sorayım.”
Oda boşaltıldı, Hekim ile hastadan başka kimsecikler kalmadı. Hekim
tatlılıkla yumuşak yumuşak dedi ki: “Memleketin neresi? Çünkü her
memleket halkının ilacı başka başkadır. O memlekette akrabandan kimler
var? Kime yakınsınız; neye bağlısınız? Elini kızın nabzına koyup birer
birer felekten çektiği cevir ve meşakkati soruyordu.
Bir adamın ayağına diken batınca ayağını dizi üstüne kor. İğne ucu ile
diken başını arar durur, bulamazsa orasını dudağı ile ıslatır. Ayağa
batan dikeni bulmak bu derece müşkül olursa, yüreğe batan diken
nicedir? Cevabını sen ver! Her çer çöp (mesabesinde olan,) gönül
dikenini göreydi gamlar, kederler; herkese el uzatabilir miydi?
Bir kişi, eşeğin kuyruğu altına diken kor. Eşek onu oradan çıkarmasını
bilmez, boyuna çifte atar. Zıplar, zıpladıkça da diken daha kuvvetli
batar. Dikeni çıkarmak için akıllı bir adam lazım. Eşek, dikeni
çıkarabilmek için can acısı ile çifte atar durur ve yüz yerini daha
yaralar. O diken çıkaran hekim üstaddı .
Halayığın her tarafına elini koyup muayene ediyordu. Halayıktan hikaye
yolu ile dostların ahvalini sormakta idi. Kız, bütün sırlarını hekime
açıkça söylemekte, kendi durağından, efendilerinden, şehrinden ve
şehrinin dışından bahsetmekteydi.
Hekim kızın anlatmasına kulak vermekte, nabzına ve nabzının atmasına
dikkat etmekte idi. Nabzı kimin adı anılınca atarsa cihanda gönlünün
istediği odur(diyordu). Memleketinde ki dostlarını saydı, döktü. Ondan
sonra diğer bir memleketi andı. “Memleketinden çıkınca en evvel hangi
memlekette bulundun?”dedi.
Kız bir şehrin adını söyleyip geçti. Fakat yüzünün rengi nabzının
atması başkalaşmadı.Efendileri ve şehirleri birer birer saydı;o
yerleri, yurtları, oralarda geçirdiği zamanları, tuz, ekmek yediği
kişileri tekrar tekrar söyledi.Şehir şehir, ev ev saydı döktü, kızın
ne damarı oynadı, ne çehresi sarardı.
Hekim şeker gibi Semerkand şehrini soruncaya kadar kızın nabzı tabii
haldeydi fazla atmıyordu.Semerkand’ı sorunca nabzı attı, çehresi
kızardı, sarardı. Çünkü o, Semerkad’lı bir kuyumcudan ayrılmıştı.O
hekim, hastadan bu sırrı elde edip o dert ve belanın aslına
erişince:“Onun semti hangi mahallede?” diye sordu. Kız, “Köprü
başında, Gatfer mahallesinde” dedi.
Hekim, “Hastalığının ne olduğunu hemen anladım. Seni tedavi hususunda
sihirler göstereceğim;Sevin, ilişik etme, emin ol ki yağmur çimenlere
ne yaparsa ben de sana onu yapacağım;Ben, senin gamını çekmekteyim,
sen gam yeme; ben sana yüz babadan daha şefkatliyim;Aman, sakın ha, bu
sırrı kimseye söyleme; padişah senden bunu ne kadar sorup soruştursa
yine sakla;Sırların gönülde gizli kalırsa o muradın çabucak hasıl
olur;dedi.
Peygamber demiştir ki: “Her kim sırrını saklar ise çabucak muradına
erişir.” Tohum toprak içinde gizlenince, onun gizlenmesi, bahçenin
yeşillenmesi ile neticelenir. Altın ve gümüş gizli olmasalardı...
madende nasıl musaffa olurlar, nasıl altın ve gümüş haline gelirlerdi?
O hekimin vaadleri ve lütufları hastayı korkudan emin etti. Hakiki
olan vaadleri gönül kabul eder, içten gelmeyen vaadler ise insanı
ıstıraba sokar. Kerem ehlinin vaadleri akıp duran, eseri daima görünen
hazinedir. Ehil olmayanların, kerem sahibi bulunmayanların vaadleri
ise gönül azabıdır.
Ondan sonra hekim, kalkıp padişahın huzuruna gitti.; padişahı
bu meseleden birazcık haberdar etti. Dedi ki: “Çare şundan ibaret: bu
derdin iyileşmesi için o adamı getirelim. Kuyumcuyu o uzak şehirden
çağır, onu altınla, elbise ile aldat.” Padişah, hekimden bu sözü
duyunca nasihatini, candan gönülden kabul etti. O tarafa ehliyetli,
kifayetli, adil bir iki kişiyi elçi olarak gönderdi.
O iki bey, kuyumcuya padişahtan muştucu olarak Semerkand’e
kadar geldiler. Dediler ki: “Ey lütuf sahibi üstad, ey marifette kamil
kişi! Öğülmen şehirlere yayılmıştır. İşte filan padişah,
kuyumcubaşılık için seni seçti. Zira (bu işte) pek büyüksün, pek
kamilsin. Şimdilik şu elbiseyi, altın ve gümüşü al da gelince de
padişahın havassından ve nedimlerinden olursun.”
Adam çok malı, çok parayı görünce gururlandı, şehirden çoluk çocuktan
ayrıldı. Adam neşeli bir halde yola düştü. Haberi yoktu ki padişah
canına kastetmişti. Arap atına binip sevinçle koşturdu, kendi kanının
diyetini elbise sandı.
Ey yüzlerce razılıkla sefere düşen ve bizzat kendi ayağı ile kötü bir
kazaya giden. Hayalinde mülk, şeref ve ululuk. Fakat Azrail “Git evet,
muradına erişirsin” demekte!
O garip kişi yoldan gelince, hekim onu padişahın huzuruna götürdü;
Güzellik mumunun başı ucunda yakılması için onu, padişahın yanına
izzet ve ikramla iletti.
Padişah onu görünce pek ağırladı, altın hazinesini ona teslim etti.
Sonra hekim dedi ki: “Ey büyük sultan o cariyeciği bu tacire ver ki
visali ile iyileşsin, visalinin suyu o ateşi gidersin.”
Padişah, o ay yüzlüyü kuyumcuya bahşetti, o iki sohbet müştakını
birbirine çift etti. Altı ay kadar murat alıp murat verdiler. Bu
suretle o kız da tamamen iyileşti.
Ondan sonra hekim, kuyumcuya bir şerbet yaptı, kuyumcu içti, kızın
karşısın da erimeye başladı. Hastalık yüzünden kuyumcunun güzelliği
kalmayınca kızın canı, onun derdinden azat oldu, ondan vazgeçti.
Kuyumcu, çirkinleşip hastalanınca kızın gönlüde yavaş yavaş ondan
soğudu.
Ancak zahiri güzelliğe ait bulunan aşklar aşk değildir. Onlar nihayet
bir ar olur. Keşke kuyumcu baştan başa ayıp ve ar olsaydı, tamamı ile
çirkin bulunsaydı da başına bu kötü hal gelmeseydi! Kuyumcunun
gözünden ırmak gibi kanlar aktı, yüzü canına düşman kesildi.
Tavus kuşunun kanadı, kendisine düşmandır. Nice padişahlar vardır ki
kuvvet ve azametleri helaklerine sebep olmuştur.
Kuyumcu,”Ben o ahuyum ki göbeğimin miskinden dolayı bu avcı, benim saf
kanımı dökmüştür. Ah ben o sahra tilkisiyim ki postum için beni tuzağa
düşürüp tuttular, başımı kestiler. Ah ben o filim ki dişimi elde etmek
için filci benim kanımı döktü. Beni benden aşağı birisi için öldüren,
kanımı döken; bilmiyor ki benim kanım uyumaz! Bu gün bana ise yarın
onadır. Böyle benim gibi bir adamın kanı nasıl zayi olur?
Duvar gerçi (günün ilk kısmında yere) uzun bir gölge düşürür; fakat o
gölge, gölgeyi meydana getirene avdet eder.
Bu cihan dağdır, bizim yaptıklarımız ses. Seslerin aksi yine bizim
semtimize gelir” dedi.Kuyumcu bu sözleri söyledi ve hemen toprak
altına gitti.
O cariyecik de aşktan ve hastalıktan arındı, tertemiz oldu. Çünkü
ölülerin aşkı ebedi değildir, çükü ölü tekrar bize gelmez.
Diri aşk ruhta ve gözdedir. Her anda goncadan daha taze olur durur. O
dirinin aşkını seç ki bakidir ve canına can katan şaraptan sana
sakilik eder.
O ‘nun aşkını seç ki bütün peygamberler, onun aşkı ile kuvvet ve
kudret buldular, iş güç sahibi oldular. Sen “Bize o padişahın huzuruna
Varmaya izin yoktur” deme. Kerim olan kişilere hiçbir iş güç değildir.
O adamın, hekimin eliyle öldürülmesi, ne ümit içindi ne
korkudan dolayı. Tanrının emri ve ilhamı gelmedikçe hekim onu
padişahın hatırı için öldürmedi.
Hızır’ın o çocuğun boğazını kesmesindeki sırrı halkın avam kısmı
anlayamaz.
Tanrı tarafından vahiy ve cevaba nail olan kişi her ne buyurursa o
buyruk, doğrunun ta kendisidir. Can bağışlayan kişi öldürse de
caizdir. O, naibdir eli tanrı elidir.
İsmail gibi onun önüne baş koy. Kılıcının önünde sevinerek gülerek can
ver. Ki Ahmed’in pak canı, Ahad’la ebediyse senin canında ebede kadar
sevinçli ve gülümser bir halde kalsın. Aşıklar, ferah kadehini,
güzellerin elleri ile öldürdükleri vakit içerler.
Padişah o kanı şehvet uğruna dökmedi. Suizanda bulunma münakaşayı
bırak. Sen onun hakkında kötü ve pis iş işledi deyip fena bir zanda
bulundun. Su süzülüp durulunca, berrak bir hale gelince bu berraklıkta
bulanıklık ve tortu kalır mı, süzülüş suda tortu bırakır mı?
Bu riyazatlar, bu cefa çekmeler, ocağın posayı gümüşten çıkarması
içindir.İyinin kötünün imtihanı, altının kaynayıp tortusunun üste
çıkması içindir.
Eğer işi tanrı ilhamı olmasaydı o, yırtıcı bir köpek olurdu, padişah
olmazdı. Şehvetten de tertemizdi, hırstan da, nefis isteğinden de.
Güzel bir iş yaptı, fakat zahiren kötü görünüyordu.
Hızır denizde gemiyi deldi ise de onun bu delişinde yüzlerce sağlamlık
vardı. O kadar nur ve hünerle beraber Musa’nın vehmi, ondan mahçuptu;
artık sen kanatsız uçmaya kalkışma. O, kırmızı güldür, sen ona kan
deme. O, akıl sarhoşudur, sen ona deli adı takma. Onun muradı Müslüman
kanı dökmek olsaydı kafirim, onun adını ağzıma alırsam! Arş kötü
kişinin öğülmesinden titrer; suçlardan ve şüpheli şeylerden korunan
kişi de kötü methedilince, metheden kişi hakkında fena bir zanna
düşer.
O padişahtı, hem de çok uyanık bir padişah. Has bir zattı, hem de
tanrı hası. Bir kişiyi böyle bir padişah öldürürse onu, iyi bir bahta
eriştirir,en iyi bir makama çeker yüceltir.Eğer onu kahretmede yine
onun için bir fayda görmeseydi; o mutlak lütuf nasıl olurda kahretmeyi
isterdi?
Çocuk hacamatcının neşterinden titrer durur, esirgeyen ana ise onun
gamından sevinçlidir. Yarı can alır, yüz can bağışlar. Senin vehmine
gelmeyen o şey yok mu? Onu verir. Sen kendince aklından bir kıyas
yapmaktasın ama çok, pek çok uzaklara düşmüssün; iyice bak!