Peygamber bir sabah
Zeyd’e “ Ey temiz ve saf arkadaş, sabahı nasıl ettin? Diye sordu. Zeyd:
“ Mümin bir kul olarak” deyince “ İman bağın yeşermiş, çiçekler
açmışsa nişanesi nerede?” dedi. Zeyd dedi ki: “ Gündüzleri susuz
geçirdim, geceleri aşktan, yanıp yakılmadan uyumadım. Mızrak kalkandan
nasıl geçerse ben de gündüzlerden, gecelerden öyle geçtim. (onlar beni
tutamadıkları gibi onlardan bana bir şey de bulaşmadı.)
Ondan dolayı bence bütün
şeriatler, bütün dinler birdir. Bence yüz binlerce yılla bir saat
aynı. Ezelle ebet birleşti. Fakat akıl, kabiliyetsizliğinden buraya
yol bulamaz.” Peygamber “Peki, o yoldan, bu diyarın anlayışınca, bu
diyar akıllılarının harcına getirdiğin bir hediye var mı, nerede?
Çıkar bakalım!” dedi.
Zeyd dedi ki: “ halk,
gökyüzünü nasıl görürse ben de arşı, arştakilerle beraber öyle
görüyorum. Benim önümde sekiz cennetle yedi cehennem, şaman önündeki
put gibi apaçık ve meydanda. Halkı, değirmende buğdayı arpadan fark
edercesine teker ,teker tanıyorum.
Cennetlik kim, yabancı
nerede? Bence yılan ve balık gibi ap aşikar. “ Kıyamet günü, bazı
yüzler ak olur, bazıları kara...” Sırrı, şimdiden meydana çıktı. Bu
halkın bir kısmının yüzü ak, bir kısmının kara.”
Hakikatte bazı ruhlar,
bundan önce de ( dünyaya gelmeden de) ayıplıydı. Fakat ana rahminde
olduğu için hali, halka gizliydi. Şaki, ana karnında şaki olur (fakat
bilinmez) Cisim alemindeyse cisimdeki hallerden, ruhun halleri de
anlaşılır.
Vücut da ana gibi can
çocuğuna gebedir. Ölüm, doğmak derdi ve kıyamettir. Bu dünyada geçmiş
canların hepsi, “ O ferahlı can acaba nasıl doğacak?” diye
beklemektedirler. Zenciler, o mutlaka bizdendir derler. Beyazlar da,
imkanı yok... O çok güzel olacak, derler.
Vücudun canı, ahiret
alemine doğunca artık beyaz, kara ihtilafı kalmaz. Kara ise Zenciler
alıp götürürler, beyazsa kendi cinslerinden olan bu çocuğu, beyazlar
alıp götürürler. Fakat doğmadıkça anlamak, alemdeki müşkül
işlerdendir.
Çünkü henüz doğmamış
çocuğun nasıl olduğunu bilen azdır. Bunu anlayan kişi, ancak Tanrı
nuruyla bakıp gören kişidir. Böyle olan zat, batına da nüfuz edebilir.
Nutfenin aslı beyaz renkli ve hoştur. Fakat beyaz kişinin canının
aksi; Nutfeye renk verir, onu en güzel şekle sokar; kara kişinin
canının aksi de bir kısım halkı, en aşağılık bir renge, en bayağı bir
şekle sürer, götürür.
Bu söze nihayet yoktur.
Sen yine atını sür de biz kervandan geri kalmayalım. Bir gün her
zümrenin önünde, saman çöpü müsün , dağ mı. Hindu musun, Türk mü?
Meydana çıkar. Hindu ile Türk, ana karnında belli olmaz. Fakat doğunca
zayıf mı kuvvetli mi... herkes görür anlar.
Zeyd “ Ben halkı, kadın,
erkek... Herkesi, kıyamet günündeymiş gibi apaçık görüyorum. Hemen
şimdicik söyleyeyim mi? Yoksa kapayayım mı?” dedi. Mustafa, dudağını
ısırarak sus demek istedi.
Zeyd dedi ki: “Ey Tanrı
Peygamberi, haşir sırrını söyleyeyim de bugün dünyada kıyameti
koparayım mı? Müsaade et bana, perdeleri yırtayım da aslım, mahiyetim
güneş gibi parlasın; Güneş benim nurumdan tutulsun...
Hurma ağacı (gibi
meyveliler) ile söğüt ağacını (gibi meyvesizleri) göstereyim. Kıyamet
sırrını açayım, halis altın para ile ayarı bozuk parayı izhar edeyim.
Elleri kesik Eshab-ı Simal-ı küfür rengiyle al rengi...
Tutulmayan, gidilmeyen
ayın ziyasında yedi nifak deliğini... Şakilerin pırtıl elbiselerini
göstereyim. Peygamberlerin davullarını, nöbetlerini duyurayım.
Cehennemi, cennetleri, ikisinin arasındaki Araf’ı apaçık olarak
kafirlerin gözlerinin önlerine getireyim.
Kevser Havuzunun
çoşmakta olduğunu... suyunun, cennetliklerin yüzlerine vurmakta. “İç.
İç!” diye seslenmekte ve bu sesin de kulaklarına gelmekte
bulunduğunu... Susuzların, havuzun etrafında koşup durduklarını apaçık
göstereyim.
Onların omuzları
omuzlarıma sürünmekte, naraları kulağıma gelmekte. İşte gözümün
önünde... Cennet ehli, dilekleriyle birbirlerini kucaklamışlar;
Birbirlerinin ellerini ziyaret ediyor, musafahada bulunuyorlar,
dudaklarından buseler yağmalıyorlar.
Aşağılık kişilerin
hasret naralarından, “ ah, ah” diye bağrışmalarından kulağım sağır
oldu. Bu söylediklerim ancak işaretlerden ibarettir. Daha derin
söylerim ama Peygamberi incitmekten korkuyorum.”
Zeyd, böylece sarhoş,
harap bir surette söyleyip duruyordu. Peygamber, yakasını büktü. Dedi
ki: “ Kendine gel, atın pek hızlı gidiyor, yuları çek. “Tanrı haya
etmez” hükmünün aksi vurdu, utanma ortadan kalktı. Aynan, kılıftan
çıktı. Ayna ve terazi yalan söyler mi?
Ayna ile terazi, kimse
incinmesin, utanmasın diye sözünü saklar mı? Ayna ile teraziye
yüzlerce yıl hizmet etsen onlar yine doğrucu ve kadri yüce
mihenklerdir. Sen benim sırrımı sakla, doğruyu gizle; sen de eksik
gösterme, fazla göster, ( diye yalvarsan bile) Onlar sana “ Kendini
maskara etme ayna, terazi nerede; hile düzen nerede?
Tanrı, hakikatlerin
bizim vasıtamızla anlaşılması için kadrimizi yüceltti. Eğer bu
doğruluğumuz olmasaydı ne değerimiz olurdu; iyilerin yüzünü nasıl
ağartırdık?” derler. Fakat sen, gönlüne Sina dağındaki Tanrı tecellisi
vurduysa bile yine aynayı koynuna koy!”
Zeyd, “ Tanrı güneşi,
ezeli güneş, hiç koltuğa sığar mı? Aslı olmayan şeyleri de yırtar,
yakar; koltuğu da. Önünde ne delilik kalır, ne akıllılık!” dedi.
Peygamber dedi ki: “ Bir parmağını gözünün üstüne koydun mu... dünyayı
güneşsiz görürsün.
Bir parmak bile, aya
perde oluyor. İşte bu padişahın ayıp örtücülüğüne alamettir. Bir
suretle bir nokta ( gibi olan parmak), cihanı örter; bir sürçme de
güneşi küsufa uğratır. Dudağını yum, denizin dibine bak. Tanrı,
denizi, insana mahkum etmiştir.
Nitekim selsebil ve
Zencebil ırmakları da Tanrı’nın cennete koyduğu kulların hükmü
altındadır. Cennetin dört ırmağı bizim hükmümüzdedir. Fakat bu
gücümüzden, kuvvetimizden değil...Tanrı emriyle böyledir.
Bu ırmaklar, büyücülerin
hükümlerine uyan büyüler gibi bizim hükmümüzdedir; onları nereye
istersek oraya akıtırız. Bu akıp duran ve gönlün hükmü altında, canın
fermanına tabi bulunan iki göz çeşmesi gibi...
Gönül dilerse gözler;
zehrin, yılanların bulunduğu tarafa gider; gönül dilerse baktığı
şeylerden ibret alır. Gönül dilerse görülen şeylere bakar; gönül
dilerse örtülü , gizli şeylere akar. Gönül dilerse, gözleri külliyat
tarafına sevk eder; gönül dilerse cüziyatta hapseyler.
Bu beş duygu da (
çeşmelerdeki lüleler, nasıl çeşmeye tabi ise) aynı tarzda gönle
tabidir. Onun muradınca ve onun emrine göre iş görür. Gönül ne tarafı
işaret ederse beş duygu da eteklerini toplayıp o tarafa gider.
Musa’nın elindeki sopa
nasıl Musa’ya tabi ise el, ayak da apaçık gönlün emrine tabidir. Gönül
isterse ayak, raksa girer, yahut yavaş yürürken hızlı yürümeye başlar.
Gönül isterse el, parmaklarla hesaba girişir, yahut kitap yazar.
El gizli bir elin
hükmündedir. O gizli el içerdedir, dışarıya teni dikmiş, kendisine onu
vekil etmiştir. Gönül dilerse el, düşmana bir ejderha kesilir. Gönül
dilerse sevgiliye yardımcı olur. Gönül dilerse el, yemek için
kepçedir, on batmanlık gürz.
Acaba gönül, bunlara ne
söylüyor ki? Bu ne şaşılacak vuslat, bu ne gizli sebep! Gönül, acaba
Süleyman Mührünü mü ele geçirdi ki bu beş duygunun yollarını istediği
gibi işaret etmekte! Beş zahiri duygu dışarıda kolayca onun mahkumu
olmuş, beş batıni duyguda içeride onun memuru...
On duygu bunlardan başka
yedi endam... Daha da dille söylenmeyecek kadar çok kuvvetler... Gayri
sen say. Gönül mademki ululukta sen de bir Süleyman’sın...Parmağındaki
saltanat yüzüğüyle perilere, şeytanlara hükmet! Bu saltanatta hileye
sapmazsan o üç şeytan, senin parmağından yüzüğü alamaz.
Gayri adın, sanın, bütün
dünyayı tutar. Cismin gibi iki cihan senin hükmüne uyar. Fakat şeytan
elindeki yüzüğü alırsa padişahlık bitti, bahtın öldü demektir. Tanrı
kulları, eğer iş böyle olursa bundan böyle kıyamete kadar ancak ve
ancak “ Ah hasretlik!” der, durursunuz. Hadi, tutalım, kendi hileni
inkar edersin; canını teraziyle aynadan nasıl kurtaracaksın?”
Lokman efendisinin
hizmetinde bulunan köleler arasında hor, hakir görünmekteydi. Efendi
rahatça yesin, eğlensin diye kullarını meyve getirmek üzere bağa
gönderdi. Lokman, kullar içinde, adeta onlara tabi bir kuldu. İçi
manalarla dolu, görünüşü gece gibi kapkaranlıktı.
Köleler topladıkları
meyveleri, tamah edip bir iyice yediler. Efendilerine de “ Lokman
yedi” dediler. Efendi, Lokman’a yüzünü ekşitti, ağır bir tavır
takındı. Lokman bunun sebebini araştırıp anlayınca efendisine dargın
bir tarzda ağzını açıp.
“ Efendi; hain kul,
Tanrı yanında, onun rızasını kazanmış bir kul olmaz. Ey kerem sahibi!
Hepimizi imtihan et. Bize fazlasıyla sıcak su içir. Ondan sonra beni
büyük bir sahraya çıkar. Sen atlı olarak koş, bizi de yaya olarak
koştur. O zaman kötülük yapanı gör, sırları açan Tanrı’nın işlerini
seyret” dedi.
Efendi, kullara saki
oldu, sıcak suyu içirdi. Onlarda korkularından içtiler. Sonra onları
ovalarda koşturmaya başladı. Kullar aşağı yukarı koşup duruyorlardı.
Nihayet iyice yoruldular, kusmaya başladılar. İçtikleri su yedikleri
meyvelerin hepsini çıkardı. Lokmanın da gönlü bulandı, o da kustu.
Fakat onun karnından halis su geldi.
Lokmanın hikmeti bunu
göstermeyi bilirse, varlığın Rabbi olan Tanrı’nın hikmeti nelere kadir
değildir? Kıyamet gününde bütün sırlar çıkacak, bilinip görülecek.
Sizin de bilinmesini istemediğiniz sır meydana çıktı. Sıcak suyu
içtikleri gibi kendilerini rüsvay edecek sırları tamamı ile açığa
vurulmuş oldu.
Taş; ateşle sınanacağı (
ateş içinde parçalanıp yumuşayacağı, eriyebileceği) için kafirler,
ateşe atılırlar, onların azabı ateşle olur. O taş gibi gönle biz kaç
kereler yumuşak sözler söyledik, fakat öğüt almadı.
Damarda da kötü yara
olursa oraya kötü ilaç konur, eşeğin başına köpeğin dişi layıktır.
“Habis olan şeyler habisler içindir” hükmü bir hikmettir. Çirkine
münasip olan çirkin eştir. Şu halde sen de hangi eşi dilersen yürü,
onu al. Tanrı’da mahvol, onun sıfatlarını kazan!
Nur istersen nura
istidat kazan; Tanrı’dan uzaklık istersen kendini gör, uzaklaş! Yok,
eğer bu harap zindandan kurtulmaya bir yol istersen sevgiliden baş
çekme, secde et de yaklaş!
Bu sözün sonu yoktur.
Zeyd; kalk, natıka Burak’ını bağla! Söz söyleme kabiliyeti ayıbı açar;
gayb perdelerini yırtar. Tanrı, nice yerlerde gaybı ister. Şu
davulcuyu sür, yolu kapa. Atını hızlı sürme, yuları çek. Sıraların
gizli kalması, herkesin gizli zannından mesrur olması daha iyi.
Hak kendisinden ümit
kesenlerin de bu ibadetten yüz çevirmemelerini istemektedir; Onlar da
bir ümide kapılsınlar, birkaç gün o ümidin maiyetinde koşup dursunlar;
Tanrının merhameti herkese şamil olduğundan diler ki o rahmet, herkesi
aydınlatsın.
Her bey, heresir, ümit
ve korkuyla Tanrı’dan çekinsin. Bu ümit ve korku: herkes bu perdenin
ardında beslenip yetişsin diye perde ardına girmiştir. Ümit ve korku
perdesini yırttın mı... Gayb, bütün şaşaasıyla ortaya çıkar.
Bir genç dere kıyısında
balık tutan birisini görüp, “Bu balıkçı Süleyman olmalı” diye zanna
düştü. Süleyman’sa neden yalnız ve gizlenmiş; değilse nasıl oluyor da
bu derece Süleyman’a benziyor?”
Süleyman tekrar müstakil
bir padişah oluncaya kadar gönlünde bu şüphe vardı. Dev onun
tahtından, diyarından yıkılıp gitti; baht kılıcı, o şeytanın kanını
döktü. Yine yüzüğünü parmağına taktı dev ve peri askerlerini yine
başına topladı.
Halk, seyretmek için
tapuya geldiler, düşünceye kapılmış olan genç de onların arasına
katılıp huzura vardı. Süleyman’ın parmağında yüzüğü görünce düşüncesi,
kuruntusu tamamı ile geçti.
Vehim, işin gizli,
kapalı olduğu zamandadır. Bu araştırma görünmeyen şey içindir. Ortada
olmayan şeyin kuruntusu, büyüdükçe büyür. Fakat gaypta olana şey,
meydana çıktı mı, kuruntu geçer.
Gerçi bir şeyin
hakikatini izhar etmek esasen kemaldir ve canları kuruntudan kurtarır;
Fakat gayba imanın, görünen şeye inanmaya nispetle bire yüz fazileti
vardır. Bunu iyice bil de şüphe ve tereddütten kurtul! Nurlu gökyüzü
yağışsız olmaz ama kara yeryüzü de nebatatı yetiştirmeden vazgeçmez.
Bana gayba iman edenler
gerek... Onun için bu fani konağın penceresini örttüm. Nasıl izhar
eder de gökleri yarar, açarım; eğer hakikatleri meydana korsam, nasıl
“ Bunda bir ayıp, bir noksan gördün mü?” diyebilirim?
Bu karanlıkta arayıp
taradıkça herkes, yüzünü bir tarafa çevirir; İşler bir zaman aksine
gider; hırsız, polisi dar ağacına sürükler... Böylece bir nice sultan,
bir nice yüce himmetli, bir müddet kendi kuluna kul olur.
Kul, efendisinin
huzurunda değilken de kulluğunu korur, itaatten çıkmazsa bu kulluk iyi
ve hoş bir kulluktur. Bu padişahın önünde onu öğen kişi nerede,
padişah yokken bile ondan utanıp çekinen nerede.
Memleket ucunda,
padişahtan saltanat sayesinden uzak bir kale dizdarı; Kaleyi
düşmanlardan korur, orasını sayısız mal ve para verse bile satmaz,
Padişah orada değilken, hudut boylarında, padişahın huzurundaymış gibi
vefakarlıkta bulunursa; O dizdar; elbette padişahın yanında, huzurunda
bulunan ve can feda eden kişilerden daha değerlidir.
Şu halde yarı zerre
miktarı, fakat gaibane emir tutmak; emredicinin huzurunda kulluk etmek
ve emrine uymaktan yüz binlerce defa üstündür. Kulluk ve iman, şimdi
makbuldür. Fakat ölümden sonra her şey meydana çıkınca inanmak, bir
işe yaramaz.
Hakikatın kapalı, örtülü
olması ve gayba inanmak daha iyi, daha makbul olunca ağzın kapalı,
dudağın yumuk olması elbette iyidir. Kardeş, sözden el çek ki bizzat
Tanrı, sende Ledün ilmini meydana çıkarsın. Güneşin varlığına delil
kendisi yeter. Tanrı’dan daha ulu şahit kimdir?
Hayır... söyleyeceğim
çünkü Kuran’da şahadet hususunda hep beraberce Tanrı da anılmıştır,
melek de alimler de. Tanrı da şahadet eder, melekler de, bilgili
kişiler de: Şüphe yok ki Rabb, ancak daimi Tanrı’dır...
Hak, şahadet edince
melek kim oluyor ki şahadette Tanrı ile müşterek olsun! Çünkü ziyaya
tahammül edemeyen zavallı gözlerle biçare gönüllerin güneşin nuruna ve
güneşe takatleri yoktur. Bu çeşit gözler, böyle gönüller, yarasaya
benzerler. Yarasa güneşin ışığına, güneşin hararetine tahammül edemez,
ümidini keser ( güneşten mahrum kalır)
Gökyüzünde cilve eden
güneşe şahadette, melekleri de bize dost, bize eş bil! “ Biz o tek
güneşten nurlandık, güneşin halifesi gibi zayıfları nurlandık” diye
şahadet ederler. Her melek; yeni ay, yahut üç günlük ay, yahut da
dolunay gibi kemal, nur ve kudret sahibidir.
O şule; üçer, dörder
kanatlı meleklerin her birine, mertebelerine göre vurmakta, onları
nurlandırmaktadır. Meleklerin kanatları insanların akıl kanatlarına
benzer. İnsanların akılları arasında da çok fark vardır. İyilikte
olsun, kötülükte olsun her insana kendisine benzer bir melek
arkadaştır. Gözü tahammül edemediği için çipile, yıldız ışık verir, o
da bu suretle yol bulur.
Peygamber “ Sahabem
yıldızlar gibi yola gidenlere ışık, şeytanlara taştır” dedi. Herkes
uzaktan görebilseydi gökyüzündeki güneşle nurlanırdı. Ve ey aşağılık
kişi, güneşin nuruna delalet etmek üzere yıldıza ne luzum kalırdı?
Ay; buluta, toprağa ve
gölge der ki: “Ben de sizin gibi insanım. Ancak bana vahiy geliyor.
Ben de yaratılışta sizin gibi karanlıktım. Fakat vahiy güneşi, bana
böyle bir nur verdi. Güneşlere nispetle biraz karanlığım, fakat
insanların karanlıklarına nispetle nurluyum. Tahammül edebilesin diye
nurum zayıf. Çünkü sen parlak güneşin eri değilsin
Balla sirkeden meydana
gelen sirkengebin gibi ben de nurlu zulmetten meydana geldim ve bu
suretle kalp hastalığına yol buldum, faydalı oldum. Hasta adam
hastalıktan kurtulunca sirkeyi bırak bal yiye gör.”
Gönül tahtı, heva ve
hevesten arındı; gönülde “Er Rahmanu alel arşisteva” sırrı zuhur etti.
Bundan sonra Hak, gönle vasıtasız hükmeder. Çünkü gönül bu rabıtayı
buldu. Bu sözün de sonu yoktur. Zeyd nerede? Ona rüsvay olmak iyi
değildir, diyeyim!
Artık Zeyd’i bulamazsın,
o kaçtı; kapı yanındaki son saftan fırladı, papuçlarını bile bıraktı!
Sen kim oluyorsun? Zeyd bile, üstüne güneş vurmuş yıldız gibi
kendisini kaybetti, bulamadı! Ondan ne bir nakış bulabilirsin, ne bir
nişan... Hatta ne de saman uğrusu yoluna gidebilmek için bir saman
çöpü!
Duygularımızla sonu
gelmeyen sözümüz, sultanımızın bilgi nurunda mahvoldu. (Bu mazhariyete
erenlerin) duygularıyla akılları iç alemde “Ledeyna Muhdarun”
denizinde dalgalanmakta, dalga dalga üstüne, çoşup durmaktadır.
Fakat gece olunca gene
teklif ve icazet vakti gelir; gizlenmiş yıldızlar işlerine, güçlerine
koyulurlar. Tanrı akılsızların akıllarını kulaklarında halka halka
küpeler olduğu halde geri verir. Hepsi hamdüsena ederek ayaklarını
vurur, ellerini çırpar, nazlı nazlı “Rabbimiz bizi dirilttin bize
hayat verdin” derler.
O çürümüş deriler,
dökülmüş kemikler, yerden tozlar koparan atlılar kesilir; Kıyamet
günü, şükrederek, yahut kafir olarak yokluktan varlığa hamle ederler.
Niçin başını çevirir, görmezlikten gelirsin? Önce yoklukta da böyle
baş çevirmemiş miydin?
“Beni nerede yerimden
tedirgin edecek? Deyip yoklukta da böyle ayağını diremiştin. Tanrı’nın
sun’u; görmüyor musun? Nasıl seni alnındaki perçemden tutup çekerek:
Evvelce hatırı hayalinde olmayan bu çeşit hallere uğrattı. O yokluk da
daima Tanrı’ya kuldur. Ey dev kulluk et. Süleyman diridir!
Dev havuzlar gibi
kaseler yapmakta; kudreti yok ki bu işi yapmaktan vazgeçsin, yahut
emredene bir cevap versin! Bir kendine bak, yok olmaktan nasıl
titreyip durmaktasın? Yokluğu da aynen böyle tir,tir titrer bil! Dünya
mansıplarını elde etsen bile yine kaybetme korkusundan canın çıkar.
En güzel olan (Güzeller
güzeli ) Tanrı’nın aşkından başka ne varsa can çekişmeden ibarettir,
hatta şeker yemek bile! Can çekişme nedir? Ölüme yaklaşmak, abıhayatı
elde edememek. Halkın iki gözü de toprağa ve ölüme saplanmıştır.
Abıhayat var mı, yok mu, bunda yüz türlü şüpheler var.
Sen cehdet de bu yüz
şüphen de sana düşsün. Geceleyin yürü ,yol al... Uyudun mu gece gitti
gider! O gündüzü geceleyin ara; karanlıkları yakan o aklı, kendine
kılavuz yap! Kötü renkli gecede çok iyilikler vardır. Abıhayat,
karanlıkların eşidir, karanlıktadır.
Böyle yüzlerce gaflet
tohumunu ekip durdukça başını uykudan kaldırabilir misiniz? Ölü uyku,
ölü lokmaya dost oldu; efendi uyudu, geceleyin iş gören hırsız da
hazırlığa koyuldu. Senin düşmanın kimlerdir? Bilmiyorsun.
Ateşten yaratılanlar,
topraktan yaratılmışların varlığına düşmandır. Ateş suyun ve
oğullarının düşmanıdır. Nitekim su da ateşin canına düşmandır. Suyun
ve çocuklarının düşmanı olduğundan su da ateşi öldürür, söndürür.
Bütün bunlardan sonra ( şunu da bil ki) bu ateş, şehvet ateşidir,
günahın suçun aslı ondadır. Dış alemdeki ateşi su söndürür. Fakat
şehvet ateşi kıyamete kadar sürüp gider. Şehvet ateşi, su ile sakin
olmaz. Çünkü azap ve elem bakımından cehennem tabiatlıdır.
Şehvet ateşine ne çare
var? Din nuru. Müminler ;nurunuz kafirlerin ateşini söndürdü. Bu ateşi
ne söndürür? Tanrı nuru. Bu hususta İbrahim’in nurunu kendine usta
yap. Ki öd ağacına benzeyen bu cismin, Nemrut gibi olan nefis
ateşinden kurtulsun!
Şehvet ateşi yanmakla
eksilip bitmez. Yanmakla güzelce eksilir, nihayet yok olur. Bir ateşe
odun attıkça o ateş nereden sönecek? Fakat odun atmazsan söner. Çünkü
bu çekinme ateşe su serper. Yüzüne, kalplerin haramdan çekinmesinden
kızıllık süren kişinin güzel yüzü, hiç ateşten kararır mı?
Ömer’in zamanında bir
yangın oldu. Ateş, taşları bile kuru ağaç gibi yakmaktaydı. Yapıları,
evleri yakmağa, hatta kuşların kanatlarını ve yuvalarını bile
tutuşturmağa başladı. Alevler şehrin yarısını sardı. Su bile ondan
korkmakta, şaşırmaktaydı!
Akıllı kişiler, ateşe
kovalarla su ve sirke döküyorlar. Yangın inada gelip alevini
artırıyordu. Ona Tanrı yardım etmekteydi.
Halk Ömer’e yüz
tuttular, koşa koşa gidip “Yangınımız suyla sönmüyor?” dediler. Ömer
“O yangın, Tanrı alametlerindendir. Sizin hasislik ateşinizden bir
şuledir. Suyu bırakın yoksullara ekmek dağıtın. Eğer bana tabi iseniz
hasisliği terk edin” dedi.
Halk, Ömer’e “ Bizim
kapılarımız açık. Cömert kişileriz, mürüvvet ehliyiz, dediler. Ömer
dedi ki: “ Siz, adet olduğu için yoksullara ekmek verdiniz, Tanrı için
eli açık olmadınız. Öğünmek, görünmek, nazlanmak için cömertlik
etmektesiniz; korkudan. Tanrı’dan çekinmeden, ona niyaz etme yüzünden
değil!”
Mal tohumdur, her çorak
yere ekmek; kılıcı her yol vurucunun eline verme! Din ehlini kin
ehlinden ayırt et; Hakla oturanı ara, onunla otur! Herkes, kendi
kavmine ( meşrebine uygun kimselere) cömertlik gösterip mal, mülk
verir, Nadan kişi de bu suretle bir iş yaptım sanır.