Aklın aklından
kaçan, peygamber ve velilere uymayan kişi meşhur Harut’la Marut’a
benzer. Onlar da gururları yüzünden zehirli ok yediler. Mukaddes
yaradılışlarına, melek olduklarına itimat ettiler. Fakat bu itimat, su
sığırının aslana itimadı gibidir. Manda, aslana ne kadar itimat
edebilir?
Onun yüz tane boynuzu
olsa ve bu boynuzlarla korunmaya çalışsa yine aslan, onun boynuzunu
değil; boynuzunun boynuzunu bile parça parça eder. Kirpi gibi baştan
aşağı diken olsa, aslan, yine onu çaresiz öldürür.
Kasırga, birçok ağaçları
kökünden sökerse de alçacık bir ota ihsanda bulunur. O sert rüzgar,
otun zayıflığına acır. Gönül, artık sen de kuvvetten dem vurma. Balta
ağaçların, dalların çokluğundan, sıklığından hiç korkar mı? Hepsini
paramparça eder, kesip biçer. Fakat bir ota saldırmaz. Neşter yaradan
başka yere vurulmaz. Aleve odunun çokluğundan ne gam? Kasap koyun
sürüsünden kaçar mı?
Manaya nispetle suret
nedir? Çok zayıf, çok aciz. Kötüyü baş aşağı tutan ondaki manadır.
Dolap gibi dönüp duran gökten kıyas tut. Onun dönmesi nedendir? Onda
müdebbir olan akıldan. Oğul, siper gibi olan bu kalıbın dönüşü,
hareketi de gizli ruhtandır.
Bu rüzgarın hareketi
onun manasından ( o suretle zahir olan manadan, Tanrı kudretindendir)
değirmen çarkına benzer; çark, ırmak suyunun esiridir. Bu nefesin
alınıp verilmesi, girip çıkması da hevesli candan başka kimdendir?
Can, o nefesi, nefesle çıkan sözü, bazen cim haline kor; bazen de ha
ve dal haline ( bu suretle de inkar da bulunur). Gah o sözü barış sözü
yapar, gah savaş sözü.
Can, o nefesi bazen sağa
götürmektedir, bazen sola ..Bazen gül bahçesine koymaktadır, bazen
diken haline. Yine böyle Tanrımız, bu rüzgarı Ad kavmine ejderha
yaptığı halde, Yine aynı rüzgarı; müminlere rahmet, hayat ve emniyet
verici bir hale getirmişti.
Alemlerin Rabbinin
manalar denizi olan bin Şeyhi, “ mana Allah’dır” dedi. Bütün yerler,
gökler; o yürüyen denizde, o can deryasında çör çöp gibidir. Suda çör
çöpün saldırması, oynaması, suyun dalgalanmasındandır. İnat eder de
onları hareketsiz bırakmayı dilerse kıyıya atıverir. Kıyıdan
dalgalandığı yere, kendisine çekti mi... ateş, ota ne yaparsa deniz de
onlara onu yapar (hepsini siler, süpürür, yok eder) Bu söze de son
yoktur. Ey genç sen yine Harut Marut hikayesine dön.
Bu iki melek, cihan
halkının günahını, kötülüğünü görünce, hiddetlerinden ellerini
ısırıyorlardı. Fakat gözleriyle kendi ayıplarını görmüyorlardı. Bir
çirkin, aynada kendisini görünce yüzünü çevirmiş, kızmış. Kendisini
gören kendisini beğenen; birisinde bir suç gördü mü...İçinde
cehennemden daha şiddetli bir ateş parlar. O, bu kibre din gayreti
adını takar; kendi kafir nefsini görmez.
Din gayretinin başka
alameti vardır. O ateşten bütün bir dünya yeşerir, hayat bulur. Tanrı;
Harut’la Marut’a “ Eğer siz, nurdan yaratılmış, masum melekseniz
aldanmış, ziyankar suçları görmeyin.
Ey gökyüzünün askerleri,
benim kullarım! Şükredin ki şehvetten ve cinsi temayülden
kurtulmuşsunuz. Eğer size de şehvet versem, artık gök, sizi kabul
etmez. Sizdeki masumluk, benim ismetimin, benim korumamın aksindendir.
O masumluğu benden bilin, kendinizden değil. Kendinize gelin,
kendinize... Lanetlenmiş Şeytan, size galip gelmesin” dedi.
Nitekim Peygamberin
vahiy katibi de hikmeti kendisinde gördü, kendine de vahiy geliyor
zannetti.
Tanrı kuşlarının sesi,
kendinde de var sandı, o kötü ıslık, o kuşların sesi gibi güzeldir
zannına düştü. Sen, kuşların seslerini övüp dururken nereden kuşun
muradını anlayacaksın. Bülbülün sesini öğrensen, tanısan da gül ile ne
yapıyor, ne işi var? Nereden bileceksin?
Kıyas ve şüphe yoluyla
bildiğini farz edelim... O biliş sağırların, dudak oynamasından
anladıkları kadar bir anlayış ve bilişten ibarettir.
Anlayışlı, hal hatır,
yol yordam bilen birisi bir sağıra “ komşun hasta” diye haber verdi.
Sağır kendi kendisine dedi ki: “ Bu sağır kulakla ben onun sözünü
nereden anlayacağım. Hele hasta olur, sesi pek çıkmazsa... Fakat
mutlaka da gitmek lazım. Dudağını oynar görünce ne dediğini kıyas
yoluyla kendiliğinden düşünür, bulurum.
Ey benim mihnete düşmüş
dostum, nasılsın? Derim. O, elbette iyiyim, yahut hoşum, diyecek.
Şükürler olsun diye cevap verir, ne çorbası yedin diye sorarım. O
mesela, mercimek çorbası diye cevap verir. Afiyet olsun der,
hekimlerden kim geliyor, kendini hangisine tedavi ettiriyorsun? derim.
O, filan deyince derim
ki: ayağı çok kutludur. Geldi mi işin yoluna girdi demektir. Biz de
onun kademini denedik. Nerede vardıysa dilek hasıl oldu.” O iyi adam,
kıyas yoluyla tasarladığı bu cevapları düzüp koşarak hastaya hal hatır
sormaya gitti.
“Nasılsın “dedi. Hasta
“öldüm” deyince dedi ki: “ Çok şükür!” Hasta, bu sözden hiddetlendi,
canı pek sıkıldı. “ Bu ne biçim şükür? O bizim kötülüğümüzü
istiyormuş, anlaşıldı” diye düşündü. Sağır bir sözdür, tasarladı ama
yanlış düştü. Sonra “Ne yedin ?diye sorunca hasta
“Zehir” dedi. Sağır “
Afiyet olsun” der demez hastanın kahırlanması fazlalaştı.
Sağır, bundan sonra da “
Tedavi için hekimlerden kim geliyor?” diye sordu. Hasta “ Hadi be,
defol, Azrail geliyor!” diye cevap verdi. Sağır “ Ayağı pek kutludur,
sevin, neşelen!”dedi. Sağır; şükür, böyle bir zamanda hal hatır sorup
komşuluk hakkını gözettim diye sevinerek dışarı çıktı.
Sağır, eşekliğinden
tamamı ile aksini sandı, ziyanın ta kendisi olan o işi kar zannetti.
Hasta ise “Bu, bizim canımıza düşmanmış, onun cefa madeni olduğunu
bilmiyormuşuz” diyordu. Hatırına yüz türlü kötü şeyler geliyor, ona
türlü ,türlü haber göndermeyi kuruyordu.
Kötü bir yemek yiyenin o
yemeği kusuncaya kadar gönlü bulanır. İşte hiddeti yenmek budur; onu
kusma ki karşılık tatlı sözler duyasın. Hasta olmadığı için hasta
kıvranmakta, “ nerede bu kötü sözlü köpek ki. Söylediklerinin hepsine
karşılık vereyim. O zaman tamamı ile hastaydım, aslan gibi olan aklım
uyumuştu, hatırıma bir şey gelmedi. Hal hatır sorma, gönül almak ve
teselli etmek içindir. Halbuki bu, hatır sorma değil, düşmanlık!
Düşmanını zayıf ve
bitkin bir halde görüp memnun olmak istemiş” diyordu. Nice ibadetten
vazgeçmiş, kulluktan çıkmış kişilerin gönüllerinde Tanrının rızasını
almak, sevaba nail olmak vardır, bunu umarlar. Halbuki bu, esasen
gizli bir günahtır.
Nice bulanık şeyler
vardır ki sen, onları saf ve berrak sanırsın. O sağır gibi...Sağır,
iyilik yaptım sanmıştı, halbuki aksi zuhur etti. O, bir hastaya
iyilikte bulundum hatırını ele aldım, komşuluk hakkını ele getirdim
diye rahatça oturmuştu. Halbuki hastanın gönlünde bir ateş alevlenmiş,
kendisini de yakmıştı. Yaktığınız ateşlerden korkun. Siz, onu
günahlarınızla çoğalttınız, günahınız yüzünden alevdesiniz.
Peygamber bir riyakara
namaz kıldığı halde “ Ey yiğit kalk, namaz kıl, çünkü senin kıldığın
namaz değil” dedi. Bu korkular yüzünden her namazda “ ihdinassıratal
müstakime- sen bizi doğru yola hidayet et” denir.
Yani “ Ey Tanrı! Bu
namazımı yolunu azıtmışların, riyakarların namazıyla karıştırma” O
sağır adamın seçtiği kıyas yüzünden on yıllık konuşma hiç olup gitti.
Ulu kişi, hele bu kıyas, tavsif edilemeyecek vahiyde aşağılık
duygusunun kıyası olursa... Senin duygu kulağın harfleri anlayabilirse
de bil ki gaybı duyan kulağın sağırdır.
Tanrı nurlarına karşı bu
kıyasçıkları ileri süren ilk kişi, İblisti. Dedi ki: “ Şüphe yok, ateş
topraktan daha iyidir. Ben ateşten yaratıldım Adem kapkara topraktan.
Şu halde fer’i, asla nispetle mukayese edelim: O zulmettendir, biz
aydın nurdan.”
Tanrı “ Hayır, soy sop
yok. Zahitlik ve şüpheli şeylerden çekinmek, faziletin mihrabıdır. Bu,
fani dünyanın mirası değildir ki soy sop yüzünden onu elde edesin. Bu
can mirasıdır. Hatta peygamberlerin mirası. Bunun varisi şüpheli
şeylerden sakınan müminlerin canıdır.
O Ebucehl’in oğlu,
açıkça müslüman oldu; şu Nuh Peygamberin oğlu yolunu yanılanlardan.
Topraktan yaratılan, ay gibi nurlandı. Ateşten yaratılan sen, yüzü
kara oldun, defol!” dedi.
Bu kıyaslar, bu
araştırmalar; bulutlu günde, yahut geceleyin kıbleyi bulmak içindir.
Fakat güneş doğmuş, Kabe de karşıdayken bu kıyası, bu araştırmayı
bırak, arama! Kıyas yüzünden Kabe’yi görmezlikten gelme, ondan yüz
çevirme.
Doğruyu Tanrı daha iyi
bilir. Tanrı kuşundan bir ötüş duyunca ders beller gibi yalnız
zahirini beller, hatırında tutarsın. Sonra da kendinden kıyaslar
yapar, hayalin ta kendisini hakikat sanırsın. Abdalların ıstılahları
vardır ki sözlerin, onlardan haberi yok. Sen, kuş dilini, yalnız ses
bakımından öğrendin; yüzlerce kıyas ve hevesler ateşledin.
Fakat o hastanın
incindiği gibi senden de gönüller incindi, kederlendi. Halbuki sağır,
kendi zannına kapılıp, isabet ettiğini sanıp sevincinden sarhoş oldu.
O vahiy Katibi de kuşun sesini duyup kendini de o kuşla eşit sandı.
Fakat kuş, bir kanat vurup onu kör etti işte... Onu ölümün ve elemin
ta dibine kadar götürdü.
Kendinize gelin, sizde
bir akis, yahut zan yüzünden göklerdeki duraklarınızdan düşmeyesiniz.
Harut’la Marut’sanız da, “ Biz sana saf ,saf ibadet ediyoruz” damının
üstünde herkesten ileriyseniz de. Kötülerin kötülüklerine acıyın.
Benliğin kendini görüp beğenmenin etrafında dolaşmayın. Kendinize
gelin. Tanrı gayreti, pusudan çıkmayı görsün; baş aşağı yerin dibine
gidersiniz.
İkisi de dediler ki: “
Tanrı, ferman senin ihsanın, senin koruman olmazsa nerede bir ihsan,
nerede bir koruyan?” Hem bunu söylemekte, hem de yeryüzüne inip
hükmetmek için yürekleri oynamaktaydı. “ Bizden kötülük gelir mi? Biz
ne güzel kullarız!” diyorlardı.
Bunların bu gurur ve
istekleri, kendilerini rahat bırakmadı: nihayet bunları kendilerini
beğenmiş bir hale soktu.
“Ey toprağa, suya, yere,
ateşe mensup insanlar, ey ruhanilerin temizliğinden haberi olmayanlar.
Biz şu gökyüzünün üstünde perdeler dokuyor, yeryüzüne inip şadırvanlar
kuruyoruz. Adalet yapar, ibadet eder; her gece yine göklere uçar
gideriz. Bu suretle de şu devrin şaşılacak büyükleri olur, yeryüzüne
adalet ve emniyeti yayarız” diyorlardı. Gökyüzü ahvalini yeryüzüne
kıyas ettiler, fakat bu kıyas, doğru değil... Arada büyük bir fark
var!
Perde altına girmiş olan
Hakimin sözünü dinle: Şarap içtiğin yere baş koy, yat. Meyhaneden
çıkıp yol, yanılan sarhoş, çocukların maskarası ve oyuncağı olur. Her
tarafa, her yola, çamurların içine düşer, her ahmak da ona güler. O bu
haldeyken onun sarhoşluğundan, içtiği şarabın neşe ve zevkinden
haberleri olmayan çocuklar peşine takılırlar.
Tanrı sarhoşundan başka
bütün halk, çocuktur. Heva ve hevesinden kurtulmuş kişiden başka baliğ
yoktur. Tanrı “ Dünya kuru bir istek, faydasız bir oyuncaktan
ibarettir, siz de çocuklarsınız.” Dedi. Tanrı doğru buyurur. Oyuncağı
terk etmedikçe çocuksun. Ruh arınmadıkça nasıl temiz olabilirsiniz?
Dünyada daima istenen,
peşinde koşulan, bir türlü terk edilemeyen bu şehvet; bil ki
çocukların cimaı gibidir. Çocuğun cimaı nedir ki? Bir Rüstem’in, bir
yiğidin cimaına nispetle oyundan ibaret. Halkın savaşı da çocukların
savaşı gibidir. Tamamı ile manasız, esassız ve hor! Hepsi sopadan
kılıçlarla savaşırlar.
Hepsi faydasız bir şeyle
uğraşıp dururlar. Hepsi, bu bizim Burak’ımız Düldül yürüyüşlü atımız
diye bir sopaya binmiştir. Sırtlarında yük var, fakat
bilgisizliklerinden kendilerini yüksek görüp ata binmiş, yol gidiyor
sanırlar.
Hele dur... halk
atlıları, bir gün atlarını sürerek dokuz kat gökten geçsinler de bak!
O gün ruh ve melek Tanrı’ya yücelir. Ruhun yücelmesinden gök titrer!
Siz ise umumiyetle çocuklar gibi eteğinize binmişsiniz... Ata binmiş
gibi eteğinizin ucunu tutmuşsunuz!
Tanrı’dan “ Şüphe yok ki
zan fayda vermez” hükmü gelmiştir. Zan merkebi nerede gökler koşacak?
İki türlü zan olursa kuvvet hangisindeyse o tercih edilir. Fakat güneş
zuhur etti mi... onun varlığında ve parlaklığında inat edilmez. İşte o
zaman bindiğiniz şeyleri görürsünüz; anlarsınız ki ancak ayaklarınıza
binmişsiniz...
Vehmi, fikri, duyguyu,
anlayışları sopa gibi çocuk atı bil! Gönül ehlinin ilimleri,
kendilerini taşır. Ten ehlinin ilimleriyse kendilerine yüktür. Gönle
uran, adamı gönül ehli yapan ilim; insana fayda verir. Yalnız tene
tesir eden, insana mal olmayan ilim yükten ibarettir.
Tanrı “ Yahmilü esfara-Tevrat’ı
bilip onunla amel etmeyen kitap taşıyan eşeğe benzer” dedi. Tanrı’dan
olmayan bilgi yüktür. Tanrı’dan vasıtasız olarak verilmeyen ilim,
gelini süsleyen kadının ona sürdüğü renk gibi diri kalmaz, uçup gider.
Fakat bu yükü iyi çekersen yükünü alırlar, rahat ettirirler.
Heva ve heves uğrunda o
bilgi yükünü taşıma ki içindeki ilim ambarını göresin. İlmin rahvan
atına bindikten sonra sırtından yükü alırlar. Tanrı kadehi olmadıkça
heva ve heveslerden nereden geçeceksin? Ey Tanrı’ya ait yalnız “HU”
ismine kani olan! Sıfattan, addan ne doğar? Hayal! O hayal, sahibine
ancak vuslat delili olur. Medlulü olmayan bir delalet edici hiç gördün
mü?
Yol olmadıkça katiyen
gül de olmaz... Hakikatı olmayan bir adı hiç gördün mü; yahut Kar ve
Lam harflerinden gül topladın mı? Mademki ismi okudun; var, müsemmayı
da ara. Ayı gökte bil derede değil!
Addan ve harften geçmek
istersen hemencecik kendini tamamı ile kendinden arıt (yok ol!) Demir
gibi demirlikten çık, renksiz bir hale gel. Riyazatta tozsuz passız
bir ayna ol! Kendini kendi vasıflarından arıt ki asıl kendi saf, pak
zatını göresin.
O vakit kitap,
müzakereci ve üstat olmaksızın gönlünde peygamberlerin ilimlerini
görür bulursun. Peygamber “ ümmetimden öyleleri vardır ki onlar,
benimle aynı yaratılıştadırlar, benimle aynı himmete sahiptirler. Ben
onları hangi nurla görüyorsam onların canları da beni mutlaka aynı
nurla görür” dedi.
Bunlar Peygamberi,
Shihayn kitapları, hadisler, hadisi rivayet edenler olmaksızın,
bunlara hacet kalmaksızın abıhayat kaynağında (gönüllerinde) görürler.
“Kürt olarak yattık” sırrını bil, “ Arap olarak sabahladık” sırrını
oku! Gizli ilme dair bir misal istersen Rum halkıyla Çinlilere ait
hikayeyi söyle.