“KÜÇÜK MUHAREBEDEN
BÜYÜK MUHAREBEYE DÖNDÜK” SÖZÜNÜN TEFSİRİ
Ey padişahlar!
Dışarıdaki düşmanı öldürdük; içimizde ondan beter bir hasım var. Bunu
öldürmek, aklın fikrin işi değil. İçerideki aslan öyle tavşan
maskarası olmaz. Cehennem, bu nefistir; cehennem, bir ejderhadır ki
harareti denizlerle eksilmez. Yedi denizi içer de yine kocakarıya
benzeyen nefsin harareti ve coşkunluğu azalmaz.
Taşlar, taş yürekli
kafirler; ağlayıp inleyerek mahcup bir halde cehenneme girerler.
Hak’tan ona şu nida gelmedikçe bu kadar azaba da kanaat etmez:
“Doydun mu” denir. O
kurt ve sırtlan gibi “Hayır doymadım” der. İşte ateş, işte sana
hararet! Bütün bir alemi, bir lokma edip yutar da yine midesi “Daha
fazla yok mu” diye bağırır.
Nihayet Hak onun üstüne
Lamekan aleminden ayağını koyar da işte o vakit derhal sakinleşir.
Bizim nefsimiz de cehennemin bir parçasıdır. Onun için cüziler daima
küllün tabiatındadır. Nefsi öldürecek ayak da ancak Hak’ın ayağıdır.
Zaten nefsin yayını Hak’tan gayrı kim çekebilir? Yaya ancak doğru ok
koyarlar. Bu yayın ters ve eğri okları da vardır. Ok gibi doğru ol da
yaydan kurtul! Çünkü her doğru okun, yaydan fırlayacağına şüphe yok.
Dış savaşından
kurtulunca iç savaşına yüz tuttum. Biz şimdi küçük muharebeden döndük;
Peygamberle beraber büyük muharebedeyiz. Tanrı’dan denizleri yaran bir
kuvvet isterim ki bu kaf dağını iğne ile yerinden koparıp atayım.
Şunu bil ki safları
bozup dağıtan aslanla savaşmak kolaydır. Asıl aslan nefsini mağlup
edendir. “
Bunun hakkında sen bir
hikaye dinle de sözümden hisse al:
Rum Kayseri’den,
Medine’de Ömer’e uzak çölleri aşarak bir elçi geldi. Medine halkına
“Halifenin köşkü nerededir ki atımı, eşyamı oraya çekeyim” dedi.
Halk dedi ki: “Onun
köşkü yok; Ömer’in köşkü ancak aydın canıdır.
Gerçi emir diye adı sanı duyulmuşsa da onun, yoksullar gibi ancak bir
kulübeciği var.
Kardeş onun köşkünü
nasıl görebilesin? Gönül gözünde kıl bitmiş. Gönül gözünü kıldan ve
hastalıktan arıt, sonra köşkünü görmeyi gözet. Kimin canı heveslerden
arınmışsa derhal tertemiz Tanrı tapusunu, Tanrı dergahını görür.
Muhammed, bu ateşten, bu
dumandan temizlendiğinden nereye yüz çevirse orada Allah cemalini
gördü. Seni kötülüğe sevk eden vesveselere yoldaş, oldukça “Semme
vechullah”ı nasıl bilebilirsin?
Kimin kalbinde kapı
açılırsa gönül göğünde yüzlerce güneş görür. Yıldızların içinde ay
nasıl görünürse başkaları arasında Tanrı da öyle görünür. Fakat iki
parmağını iki gözünün üstüne koy; bir şey görebilir misin? İnsaf et!
Sen görmesen de dünya
yok değildir. Kusur, ancak şom nefsin parmağında. Kendine gel!
Gözünden parmağını kaldır da ne istiyorsan gör.
Nuh’un ümmeti, Nuh’a
“nerede sevap” dediler. Nuh “duymamak, görmemek için elbisenize
büründüğünüz cihette. Elbiselerinizi bürünüp yüzünüzü, başınızı
sardınız; ondan dolayı gözünüz olduğu halde görmediniz” dedi.
İnsan gözden ibarettir.
Geri kalanı bir deridir. Göz de dostu gören göze derler. İnsan dostu
görmeyince kör olsun, daha iyi. Böyle adam Süleyman bile olsa karınca
ondan yeğdir".
Bu yepyeni sözler, Rum
elçisini semaa getirdi, Ömer’i görmek iştiyakı arttı. Gözünü o
padişahı aramaya dikti, eşyasını da kaybetti, atını da. O iş erinin
ardına düşmüş, her tarafa koşmakta, delicesine onu aramaktaydı.
“Dünyada böyle adam da olur mu ki cihandan can gibi gizlenmiş”
diyordu.
Candan kul olmak için
onu aradı. Şüphesiz, arayan bulur. Bir bedevi karısı, onun yabancı
olduğunu gördü; Ömer’i aradığını anlayıp “İşte şuracıkta, şu hurma
ağacının altında ; hurma ağacının dibinde, halktan ayrılmış,
yapayalnız gölgelikte uyuyan Tanrı gölgesini gör” dedi. Elçi oraya
gelip uzakta durdu. Ömer’i görünce titremeye başladı.
O uyuyandan elçiye bir
heybet, gönlüne hoş bir hal geldi. Muhabbet ve heybet birbirinin zıttı
iken gönlünde bu iki zıttın birleştiğini gördü.
Kendi kendine “Ben nice
Padişahlar gördüm; büyük sultanların makbulü oldum. Onlardan korkmaz,
ürkmezdim. Bu adamın heybeti aklımı başımdan aldı. Aslanlar, kaplanlar
bulunan ormanlara daldım, yüzümün rengi bile kaçmadı. Bir çok
savaşlarda bulundum; savaş başlayınca ağır yaralar aldım, düşmanları
ağır bir surette yaraladım. Bütün bu ahvalde kalbim, diğerlerinden
daha kuvvetli idi.
Bu adam silahsız, kuru
yerde yatıyor; benim yedi azam tir tir titremekte; bu ne? Bu heybet
Hak’tan halktan değil; bu heybet şu abalı adamdan gelmiyor” dedi.
Bir kişi Hak’tan korkup
takva yolunu tuttu mu: cin olsun, insan olsun, onu kim görse korkar.
Bu düşünce içinde hürmetle ellerini bağladı. Bir müddet sonra Ömer,
uykudan uyandı.
Elçi Ömer’i tazim etti,
ona selam verdi. Peygamber “önce selam sonra söz” demiştir.
Ömer, selamı alıp onu
yanına çağırdı, onu teskin etti, karşısına oturdu.
Korkanı, emin ederler,
gönlünü yatıştırırlar. “Korkmayın” sözü, korkanlara sunulan hazır
yemektir. Ve bu yemek tam onlara layıktır.
Korkusu olmayana nasıl”
korkma” dersin? Niye ona ders veriyorsun? O, derse muhtaç değil ki!
Ömer, o yüreği oynayan kimseyi sevindirdi, yıkılmış gönlünü yaptı.
Ondan sonra en güzel bir yoldaş olan Tanrı’nın tertemiz sıfatlarına
dair ince bahislere daldı. Elçiye makam nedir? Hal neye derler?
Anlasın bilsin diye Tanrı’nın Abdallara gönderdiği lütuf ve ihsanları
nakletti.
Hal güzel bir gelinin
cilvesidir; makam ise o gelinle halvet olup vuslatına erişmektir.
Gelinin cilvesini
padişahta görür, başkaları da. Fakat onunla vuslat ancak aziz padişaha
mahsustur. Gelin, havassa da cilve eder, avama da. Ama onunla halvete
giren ancak padişahtır.
Sufiler içinde hal ehli
çoktur, fakat aralarında makam sahibi nadirdir. Ömer elçiye can
mevzilerini söyledi, ruh seferlerini anlattı.
Zamandan dışarı olan,
zamana sığmayan bir zamandan, azamete mensup kutsiyet makamından. Ruh
simurgunun, bu aleme gelmeden önceki geniş uçuşlarından bahsetti.
Ruhun, o alemde bir uçuşu ufukları aşıyordu; iştiyak çekenlerin
ümitlerinden de ileri gidiyordu, hırslarından da! Ömer, o yabancı
çehreli zatı tam dost buldu, canının Tanrı sırlarını dilediğini
anladı.
Şeyh, kamildi, talibin
de tam bir isteği vardı. Yolcu çevikti, at da kapıdaydı. O mürşit,
onun irşat edilmeye kabiliyeti olduğunu gördü; tertemiz tohumu temiz
yere ekti.
Elçi “ya Emirülmü’minin!
Can yücelerden yere nasıl indi? Hiçbir şeyle mukayyet olmayan can kuşu
nasıl kafese girdi?” diye sordu. Ömer dedi ki: “Hak, ona afsunlar
okudu, hikayeler söyledi.
Tanrı; gözü kulağı
olmayan yokluklara afsun okuyunca onlar, coşmaya başlarlar; varlık
alemine konarlar. Yok olanlar, onun afsunu ile varlık diyarına takla
atarak ve derhal gelirler. Sonra var olana yine bir afsun okuyunca onu
yokluğa derhal ve iki çifte atla sürer.
Gülün kulağına bir şey
söyledi, güldürdü. Taşın kulağına bir şey söyledi, akik ve maden
haline getirdi. Cisme bir ayet okudu, can oldu. Güneşe bir şey söyledi
parladı. Sonra yine güneşin kulağına korkunç bir şey üfler yüzüne
yüzlerce perde iner. O kelam sahibi Tanrı, bulutun kulağına bir şey
okur; gözünden misk gibi yaşlar akıtır. Toprağın kulağına ne söyledi
ki murakebeye vardı, dalgın bir halde kaldı!
Tereddüt içinde kalan,
hayretlere düşen kişinin kulağına da Hak, bir muamma söylemiştir. Bu
süretle onu iki şüphe arasında hapseder. “Ey yardımı istenen Tanrı!
Şunu mu yapayım, bunu mu?” der. İki şıktan birini üstün tutar, üstün
tuttuğunu yaparsa o da yine Hak’tandır.
Can aklının tereddüt
içinde bocalamasını istemezsen o pamuğu can kulağına tıka. Ki
Tanrı’nın o muammalarını anlasın, gizlice ve açıkça söylenen sözleri
idrak edesin. Böyle yaparsan can kulağı vahiy yeri olur. Vahiy nedir?
Zahiri duygudan gizli söz.
Can kulağı ile can gözü,
zahiri duyguya yabancıdır; o duygu, bu duygudan bambaşkadır. Akıl ve
duygu kulağı bu hususta muhlistir
Cebir meselesi, aşkımı
ihtiyarsız bir hale getirdi, sabrımı elden aldı. Aşık olmayansa cebri
hapsetti, onu inkar yahut takyid eyledi.Halbuki bu, Hak’la beraberlik
ve birliktir, cebir değil... Bu, ayın tecellisidir bulut değil. Cebir
bile olsa, herkesin bildiği cebir; yalnız kendi menfaatini gözeten
Nefsi Emmarenin cebri değildir.
Ey oğul! Tanrı, kimlerin
gönül gözünü açtıysa bu cebri onlar anlar. Gayb ve istikbal onlara
apaçık görünmektedir. Maziyi anış onlarca değersiz bir şeydir. Onların
ihtiyarı da başka türlüdür, cebri de. Yağmur damlaları sedeflerin
içinde inci olur. Sedeften dışarıda küçük, büyük damlalar var, sedefin
içinde ise küçük, büyük inciler.
Onlarda misk ahusunun
göbeğindeki kabiliyet vardır. Dışarıdaki kan damlaları, bunların
içlerinde misktir. Sen dışarıdaki kan, göbeğin içinde nasıl misk olur?
Deme! Bu bakır, dışarıda adi ve bayağı bir şeyken iksirin içinde nasıl
altın olmuş da deme!
İhtiyar ve cebir, sende
bir hayalden ibarettir. Onlardaysa Tanrı azametinin nuru haline
gelmiştir. Ekmek sofrada durduğu müddetçe cansızdır. Fakat insan
vucudunda neşeli ruh kesilir. Sofranın ortasında duran o ekmeğin can
olması imkansızdır. Fakat can, sel sebil suyu ile o olmayacak şeyi
yapar, ekmeği ruh haline getirir.
Ey doğru okuyup doğru
anlayan! Bu can kuvvetidir; bir düşün, o canlar canının kuvveti ne
olabilir? İnsanın bir tek kolu, candan gelen kuvvetle dağı, denizle
madenlerle yarıp delmekte. Dağ yaran (Ferhat) ın candan gelen kuvveti
taş delmek, canlar canının kuvveti de ayı ikiye bölmektir.
Gönül, Tanrı sırları
dağarcığını açarsa can, arşa doğru süratle koşar gider.
Ömer’den, bu
sözleri işitince elçinin gönlünde bir parlaklık belirdi. Sual de
mahvoldu cevapta... hatadan da kurtuldu, doğrudan da.Aslı anladı,
ferilerden geçti. Ancak bir hikmete erişip faydalanmak için sormaya
başladı:
Ömer’e “O duru suyun
bulanık yerde hapsedilmesinin hikmeti ne, bunda ne sır var? Duru su,
toprakta gizlenmiş; saf can cisimlerde mukayyet olmuş, sebebi ne?”
dedi.
Ömer dedi ki: “Sen derin
bir bahse dalıyorsun. Mesela manayı harflerle takyid eder(bir söz
söylersin). Serbest olan manayı hapsettin, nefesi bir kelime ile
takyid eyledin. Sen faydadan mahçup iken; ruhun bedene gelmesindeki
faydayı bilmezken; bunu bir fayda elde etmek için yaparsın da.
Fayda, kendisinde zuhur
eden Tanrı, bizim gördüğümüzü nasıl görmez? Mananın kelimelerle
söylenmesinde yüz binlerce fayda var. Bu faydaların her biri, canın
cesede girmesindeki faydaya nispetle pek değersiz.
Cüzilerin cüz’ü olan
senin bu nefesin, bu söz söylemen, külli bir fayda temin ederse ruhun
bedene girmesiyle meydana gelen kül, neden faydasız olsun? Sen bir cüz
iken fayda görüyorsun. O halde neden kınama elini külle uzatıyor, onu
neden kınıyorsun?
Sözün faydası yoksa
söyleme, varsa itirazı bırakıp şükretmeye çalış! Tanrı’ya şükretmek
herkesin boynunun borcudur. Kavga etmek, suratını ekşitmek şükür
değildir. Şükretmek surat ekşitmeden ibaretse sirke gibi şükreden hiç
kimse yok! Sirke, ciğere gitmek için yol arıyorsa ona “şekerle karış
da sirkengübin ol” de!
Manayı şiire
sıkıştırmaya çalışmak, haptolmakla müsavi, ondan gayrı bir şey değil.
Şiirde mana, sapan gibi istenen yere gitmesine imkan yok. Elçi, bu bir
iki kadehle kendinden geçti; hatırında ne elçilik kaldı, ne getirdiği
haber! Tanrı kudretine hayran olup kaldı; makam erişip sultan oldu.
Sel denize kavuştu deniz oldu. Tane ekinliğe vardı ekin oldu.
Ekmek Adem Atanın
vucuduna karıştı, ölü iken dirildi, haberdar oldu. Mum ve odun, ateşe
can verip yanınca nursuz vücutları nurlandı. Sürme taşı, (döğülüp)
gözlere çekilinceiyi görmeye sebep oldu, gözcü kesildi.
Ne mutlu o adama
kendisinden kurtulmuş, diriye ulaşmıştır! Yazık o diriye ki ölü ile
oturmuş, ölmüş; hayatını kaybetmiştir!
Tanrı Kur’anına kaçar,
sığınırsan Peygamberlerin ruhlarına karışırsın.
Kur’an; Peygamberlerin,
Tanrı’nın temiz ululuk denizindeki balıkların halleridir.
Fakat okur da dediğini
tutmazsan farzet ki peygamberleri, velileri görmüşsün (inanmadıktan
onlara uymadıktan sonra ne fayda!).
Kur’an’ın hükümlerini
tutar, kıssalarından hisse alırsan can kuşuna ten kafesi dar gelir.
Kafeste mahpus olan kuşun kurtulmak istememesi cahilliktendir.
Kafeslerden kurtulan ruhlar, Tanrı’ya layık ve halka rehber olan
peygamberlerdir.
Onların sesleri,
kafeslerin dışından ve din makamından gelir: “Sana kurtuluş yolu ancak
budur, bu! Biz bu daracık kafesten bununla kurtulduk. Bu kafesten
kurtulmanın bundan başka çaresi yok!
Kazandığın şöhretten
kurtulman için inleyip duran bir hasta haline gir. Zaten halk arasında
meşhur olmak sağlam bir bağdır. Bu bağ bu yolda demir bir bağdan
aşağımıdır ki?”
Ömer’den, bu sözleri işitince elçinin
gönlünde bir parlaklık belirdi. Sual de mahvoldu cevapta... hatadan da
kurtuldu, doğrudan da.Aslı anladı, ferilerden geçti.
Ancak bir hikmete erişip faydalanmak için sormaya başladı:
Ömer’e “O duru suyun
bulanık yerde hapsedilmesinin hikmeti ne, bunda ne sır var?
Duru su, toprakta gizlenmiş; saf can cisimlerde mukayyet olmuş, sebebi
ne?” dedi.
Ömer dedi ki: “Sen derin
bir bahse dalıyorsun. Mesela manayı harflerle takyid eder(bir söz
söylersin). Serbest olan manayı hapsettin, nefesi bir kelime ile
takyid eyledin.Sen faydadan mahçup iken; ruhun bedene gelmesindeki
faydayı bilmezken; bunu bir fayda elde etmek için yaparsın da. Fayda,
kendisinde zuhur eden Tanrı, bizim gördüğümüzü nasıl görmez? Mananın
kelimelerle söylenmesinde yüz binlerce fayda var. Bu faydaların her
biri, canın cesede girmesindeki faydaya nispetle pek değersiz.
Cüzilerin cüz’ü olan senin bu nefesin, bu söz söylemen, külli bir
fayda temin ederse ruhun bedene girmesiyle meydana gelen kül, neden
faydasız olsun? Sen bir cüz iken fayda görüyorsun. O halde neden
kınama elini külle uzatıyor, onu neden kınıyorsun?
Sözün faydası yoksa söyleme, varsa itirazı bırakıp şükretmeye çalış!
Tanrı’ya şükretmek herkesin boynunun borcudur. Kavga etmek, suratını
ekşitmek şükür değildir. Şükretmek surat ekşitmeden ibaretse sirke
gibi şükreden hiç kimse yok!
Sirke, ciğere gitmek
için yol arıyorsa ona “şekerle karış da sirkengübin ol” de!
Manayı şiire sıkıştırmaya çalışmak, haptolmakla müsavi, ondan gayrı
bir şey değil. Şiirde mana, sapan gibi istenen yere gitmesine imkan
yok.
Elçi, bu bir iki kadehle
kendinden geçti; hatırında ne elçilik kaldı, ne getirdiği haber! Tanrı
kudretine hayran olup kaldı; makam erişip sultan oldu. Sel denize
kavuştu deniz oldu. Tane ekinliğe vardı ekin oldu.
Ekmek Adem Atanın
vucuduna karıştı, ölü iken dirildi, haberdar oldu. Mum ve odun, ateşe
can verip yanınca nursuz vücutları nurlandı.
Sürme taşı, (dövülüp)
gözlere çekilince iyi görmeye sebep oldu, gözcü kesildi.
Ne mutlu o adama
kendisinden kurtulmuş, diriye ulaşmıştır! Yazık o diriye ki ölü ile
oturmuş, ölmüş; hayatını kaybetmiştir!
Tanrı Kur’anına kaçar,
sığınırsan Peygamberlerin ruhlarına karışırsın.
Kuran; Peygamberlerin, Tanrı’nın temiz ululuk denizindeki balıkların
halleridir.
Fakat okur da dediğini tutmazsan farzet ki peygamberleri, velileri
görmüşsün (inanmadıktan onlara uymadıktan sonra ne fayda!). Kuran’ın
hükümlerini tutar, kıssalarından hisse alırsan can kuşuna ten kafesi
dar gelir.
Kafeste mahpus olan
kuşun kurtulmak istememesi cahilliktendir. Kafeslerden kurtulan
ruhlar, Tanrıya layık ve halka rehber olan peygamberlerdir.
Onların sesleri, kafeslerin dışından ve din makamından gelir: “Sana
kurtuluş yolu ancak budur, bu! Biz bu daracık kafesten bununla
kurtulduk. Bu kafesten kurtulmanın bundan başka çaresi yok!
Kazandığın
şöhretten kurtulman için inleyip duran bir hasta haline gir. Zaten
halk arasında meşhur olmak sağlam bir bağdır. Bu bağ bu yolda demir
bir bağdan aşağımıdır ki?”