Eski zamanda bir
halife vardı ki, Hatem’i cömertliğine köle etmişti. İhsan ve adalet
bayrağını yüceltmiş, dünyadan yoksulluk ve ihtiyacı kaldırmıştı. Deniz
ve inci, onun vergisine nispetle ehemmiyetsiz bir hale gelmiş lutuf ve
ihsan Kaf’tan Kaf’a yayılmıştı.
O padişah, topraktan
ibaret olan şu yeryüzünde bulut ve yağmurdu. İn’am ve ihsan sahibi
Tanrı’nın vericiliğine mazhardı. Deniz ve maden, onun ihsanına karşı
zelzeleye düşmüş, onun cömertliğine doğru kafile kafile gelip
duruyordu.
Kapısı, hacet
kıblesiydi. Şöhreti, cömertlikle bütün aleme yayılmıştı. Onun
vergisinden, onun cömertliğinden Acem de şaşırmıştı,Rum da. Türk de
hayrete dalmıştı, Arap da. Hayat suyu, kerem deniziydi. Onun yüzünden
Arap da dirilmişti. Acem de!
Bir gece bir bedevi
karısı, dedikoduyu hadden aşırarak kocasına dedi ki: “Bütün bu
yoksulluğu, bu cefayı biz çekmekteyiz. Alemin ömrü hoşlukla geçiyor.
Sade biz kötü bir haldeyiz.
Ekmeğimiz yok, katığımız
dert ve haset... Testimiz yok suyumuz gözyaşı. Gündüzün elbisemiz
güneşin ziyası... Geceleyin döşek ve yorganımız ay ışığı. Açlığımızdan
değil mi ayı, okkalık ekmek sanıp elimizle gökyüzüne saldırıyoruz.
Yoksullar bizim
yoksulluğumuzdan ve gece gündüz yiyecek düşünmemizden arlanıyorlar.
Samiri’nin halktan kaçtığı gibi akraba, yabancı... herkes bizden
kaçıyor. Birisinden bir avuç mercimek isteyecek olsak bize “Sus,
geber, babalar çıkarasıca!” diyor.
Arabın iftiharı, savaş
ve ihsandır. Sence arap içinde yazıda kazınıp yok edilecek bir yanlışa
benziyorsun. Ne savaşı? Zaten biz savaşsız öldürülmüş, bitmişiz;
yoksulluk kılıcıyla başımız uçurulmuş, gitmiş!
İhsan nerede?
Yoksulluğun etrafında dönüp dolaşarak ağ örmekte, havada uçan sineğin
damarını sokup kanını emmekteyiz. Hele bize misafir gelsin...
Geceleyin uyuyunca elbisesini soymazsam ben de adam değilim!
Bundan dolayı bilenler,
hikmetle dediler ki: ihsan ve kerem sahiplerine konuk olmak gerek.
Halbuki sen, öyle birisinin müridisin ki hasisliği yüzünden kendisi
galip değil, seni nasıl galip edecek? Sana nur vermesi şöyle dursun...
bilakis kapkara bir hale koyar.
Kendisinin nuru yok,
onunla görüşüp konuşanlar nereden nurlanacak? Bir çeşit şeyh, gözü
akan ve görmeyen kişiye benzer. Gözüne ilaç çeker ama zararlı ilaçtan
başka bir şey çekemez ki. Yoksulluk ve meşakkatta bizim halimiz de
böyledir. Bize aldanıp da hiçbir konuk gelmez.
On yıllık kıtlığı
mücessem olarak görmedinse gözünü aç da bize bak! Görünüşümüz davacı
adamların içi gibi gönlü kapkara, fakat dili şaşalalı! Tanrı’dan onda
ne bir koku var, ne bir eser. Fakat davası Şit’ten de ileri, Adem’den
de!
Hatta ona, Şeytan bile
kendisini göstermez. Böyle olduğu halde o “Biz Abdallardanız, hatta
daha ilerdeyiz. Kendisini adam sansınlar diye dervişlerin bir hayli
sözünü çalmış çırpmıştır. Söz söylerken lafı Bayezid’den ziyade
inceler, onu bile kusurlu bulur. Halbuki onun içyüzünden Yezid
arlanır.
Gökyüzünün ekmeğinden,
sofrasından nasipsizdir. Hak, önüne bir kemik bile atmamıştır. O ise
“Sofrayı yaydım, Hakkın vekiliyim, halife oğluyum” diye bağırıp
durmaktadır. “ Ey aşağılık saf kişiler, gelin... gelin de ihsan
keremimin sofrasından, kimse mani olmaksızın yeyin” demektir.
Onlar da onun başına
toplanırlar. Nimet ve ihsan istedikçe yalancı şeyh “ Yarın” der. Fakat
bir türlü o yarın gelip çatmaz. Ademoğlunun, az çok sırrı meydana
çıkabilmek için uzun zamanlar lazımdır.
Tek duvarın altında
define mi var, yoksa alan karınca ejderha yuvası mı? Oyalancı şeyhin
hiçbir şey olmadığı meydana çıkıncaya kadar talibin de ömrü tükenmiş
olur: artık anlamanın ne faydası var?
Fakat nadir olarak
talibin itikadındaki parlaklık yüzünden şeyhin yalanı talibe faydalı
olur. Şeyhi, can sanır, ceset çıkar ama talip, kendi iyi niyeti
yüzünden öyle bir makama erişir ki... Hali, tıpkı gece ortasında kıble
arayana benzer. Kıble bulunmasa bile namazı caizdir.
Davacı ve yalancı şeyhin
can kıtlığı gizlidir. Fakat bizdeki ekmek kıtlığı meydanda. Niçin
bunu, davacı şeyh gibi gizleyelim? Neden fayda olmadığı halde utanıp
arlanarak can çekişelim?”
Kocası dedi ki: “Daha ne
vakte kadar gelir ve mahsul arayıp duracaksın; zaten ömrümüzden ne
kaldı ki? Çoğu geçip gitti. Akıllı kişi, artığa, eksiğe bakmaz; çünkü
ikisi de sel gibi geçer. Sel ister saf olsun, ister bulanık... Mademki
baki değildir, ondan bahsetme?
Bu alemde binlerce
canlı, sıkıntısız, hoş bir halde yaşamakta, geçinip gitmektedir. Üveyk
kuşu, geceki rızkı henüz meydanda olmadığı halde ağaçta Tanrıya
şükreder. Bülbül “Ey duaya icabet eden Tanrı, rızık hususunda
itimadımız sana” diye Tanrıya hamdeyler.
Doğan, rızkını padişahın
elinden umduğundan bütün pis şeylerden ümidini kesmiştir. Böylece
sivrisinekten tut da file kadar bütün mahlukat Tanrı ailesidir; Hak da
ne güzel aile reisi. Gönlümüzdeki bütün bu gamlar, heva ve
hevesimizin, varlığımızın tozundan, dumanından meydana gelir. Bu
kökümüzü söken gamlar, ömrümüzün orağına benzer. Bu böyle oldu
kuruntuları da vesveselerimizdir.
Bil ki her hastalık
ölümden bir parçadır. Çaresi varsa, ölümün bir cüz’ünü kendinden kov!
Ölümün bir cüz’ünden bile kaçamadığın halde onun hepsini başından
aşağıya dökecekler, bunu iyice bil!
Ölümün cüz’ü olan
hastalık sana taht geliyorsa bil ki Tanrı küllü, yani ölümü de sana
tatlılaştırır. Hastalıklar, ölümden elçi olarak gelmektedir; ey
boşboğaz, ölümün elçisinden yüz çevirme!
Tatlı yaşayan, sonunda
acı öldü. Ten kaydında olan canını kurtaramadı. Koyunları kırdan sürer
getirirler; hangisi daha besli ise onu keserler. Gece geçti, sabah
oldu. Sen ne vakte kadar bu altın masalını yeni baştan söyleyip
duracaksın?
Gençken daha
kanaatliydin; şimdi altın istiyorsun, halbuki sen önceden altındın.
Üzümlerle dolu bir asmaydın; nasıl oldu da kesada uğradın; üzümün tam
olacakken bozulup gittin? Meyvanın günden güne daha tatlı olması
lazım.
İp eğirenler gibi
gerisin geriye gitmenin luzumu yok! Sen bizim eşimizsin; işlerin
başarılması için eşlerin aynı huyda olmaları lazımdır. Eşlerin
birbirine benzemesi lazım. Ayakkabı ve mestin çiftlerine bir bak!
Ayakkabının bir teki ayağa biraz dar gelirse ikisi de işine yaramaz.
Kapı kanadının biri
küçük, diğeri büyük olur mu? Ormandaki aslana kurdun çift olduğunu hiç
gördün mü? Bir gözü bomboş, öbürü tıka basa dolu olsa hurç, devenin
üstünde doğru duramaz. Ben sağlam bir yürekle kanaat yolunda
gidiyorum; sen neye kınama yolunu tutuyorsun?”
Kanaatkar adam ihlasla,
yüreği yanarak sabaha kadar karısına bu yolda sözler söyledi. Kadın
ona haykırdı: “Ey namustan gayri bir şeyi olmayan, artık bundan fazla
senin afsununu istemem. Yürü git. Gayri bu davadan bahsetme; kibir ve
azamete dair saçma sapan şeyler söyleyip durma!
Ne vakte kadar bu
tumturaklı sözler, bu işler güçler? Kendi halini, kendi işini gör de
utan! Kibir çirkindir ama dilencilerden olursa daha çirkin. Soğuk gün
ortalık kar... Bir de elbise ıslak olursa...
Ey örümcek ağı gibi evi
olan! Ne vakte kadar dava, çalım; Ne vakte kadar kibir, azamet! Sen
kanaatten ne vakit canını nurlandırdın ki? Kanaatten ancak bir ad
öğrendin. Peygamber “Kanaat nedir? Hazinedir? Dedi.
Sen hazineyi mihnet ve
meşakkatten ayırt edemiyorsun. Bu kanaat daimi bir hazineden başka bir
hazineden başka bir şey değildir. Ey gönüle gam ve elem veren artık
beyhude sözlere dalma!
Yürü bana “Eşim” deme,
az koltukla. Ben insafın eşiyim, hilenin değil. Neden padişahtan,
beyden dem urup durmaktasın? Yoksulluktan havada sivrisineği bile
avlamaktasın. Bir kemik parçası için köpeklerle dalaşmakta, içi boş
ney gibi inleyip durmaktasın.
Bana öyle horlukla kötü
kötü bakma ki damarlarının içinde dolaşan sırları söylemeyeyim. Kendi
aklını benden fazla görüyorsun; Ya şu az akıllı olan beni nasıl
gördün? ( Büsbütün aşağı değil mi?)
Çirkin kurt gibi
üstümüze atlama. Senin gibi insanı utandıracak akla sahip olmaktansa
akılsızlık daha iyi! Aklın, insanlara ayak kösteği olunca o akıl, akıl
değildir, yılan ve akreptir. Senin hile ve zulmünün hasmı Allah olsun;
hile elin bize uzanmasın!
Ne şaşılacak şey ki sen
hem yılansın, hem afsuncu... Ey Arap, sen yılansın, hem de çirkin
yılan! Eğer karga kendi çirkinliğini anlasaydı, derdinden kar gibi
erirdi. Afsuncu düşman gibi, yılana afsun okur, yılan da onu afsunlar.
Yılanın afsunu,
yılancıya tuzak olmasaydı yılanın afsununa aldanır, onunla meşgul olu
muydu? Afsuncu, kazanç hırsına düşünce yılanın kendisini afsunladığını
anlamaz. Yılan “ Ey afsuncu, kendine gel. Kendine gel. Kendi hünerini
gördün, bir de benim afsunumu gör!
Sen beni Hak’kın adıyla
afsunladın, bu suretle de beni halka rüsvay etmek istedin. Beni
Hak’kın adı bağladı, senin tedbirin değil. Hakk’ın adını tuzak yaptın,
yazıklar olsun sana! Senden benim hakkımı Tanrının adı alacak. Ben
canımı da Tanrı adına ısmarladım, tenimi de. Tanrı adı, beni
yaraladığın için ya can damarını koparsın, yahut seni de benim gibi
mahsup etsin!” der. Kadın bu yolda sert sözlerle genç kocasına
tomarlar okudu.
Bedevi dedi ki: “ Ey
kadın, sen kadın mısın, yoksa hüzün ve keder atası mı? Yoksulluk,
benim için iftihar edilecek bir şeydir; başıma kakma! Mal ve para
başta küllah gibidir. Küllaha sığınan keldir.Kıvırcık ve güzel saçları
olan kişiye gelince: küllahı giderse ona daha hoş gelir.
Tanrı eri göz gibidir.
Gözün kapalı olmaktansa, açık olması daha iyidir. Esirci, esiri
satarken ayıp örten elbiseyi soyar. Esirin bir kusuru olursa hiç onu
soyar mı? Soyması şöyle dursun, bir hile ile ne yapıp yapar, onu
elbiseyle gösterir.
“Bu iyiden kötüden, olur
olmaz şeyden utanır. Soyarsam utanıp senden ürker” der. Zengin
kulağına kadar ayıp içine dalmıştır: fakat malı vardır ve mal ayıbını
örter. Tamahkar tamahı yüzünden zengin ayıbını görmez. Tamahkar bütün
gönülleri kaplar.
Yoksul, halis altın gibi
sevilse yine kumaşı, dükkana yol bulmaz, sözünü kimse dinlemez.
Yoksulluk, senin anlayacağın şey değildir; yoksulluğa hor bakma; Çünkü
yoksulların, mülkten, maldan öte ululuk sahibi Tanrı’dan pek büyük bir
rızıkları vardır. Ulu Tanrı adildir; adiller, nasıl olur da çaresiz
biçarelere zulmederler?
Birisine nimet, mal,
matrah verip öbürünü yansın diye ateşe atarlar mı? Böyle bir iş,
Tanrı’dan, iki cihanı yaratan umulur mu? “Elfakru Fahri” hadisi, saçma
ve asılsız bir söz mü; bu sözde binlerce naz ve nimet gizli değil mi?
Hiddetle bana lakaplar
taktın; ben sevgilimin dostuyum, onu elde ederim. Halbuki sen bir
yalancı, afsuncusun dedi. Yılan tutsam bile dişini söker, bu suretle
onu başı ezilmekten kurtarırım. Çünkü o diş, onun can düşmanıdır; ben,
düşmanı da bu suretle kendime dost ederim.
Ben asla tamahtan afsun
okumam. Ben bu tamahı baş aşağı etmişimdir. Tanrı göstermesin... Benim
halka karşı tamahım yok. Gönlümde kanaatten bir alem var. Sen armut
ağacı tepesinden böyle görüyorsun. Aşağı in de sende o şüphe kalmasın.
Biraz dönersen başın dönmeğe başlar; evi dönüyor görürsün... Halbuki
dönen sensin!
Ebucehil, Ahmed’i görüp
“Beni Haşim’den çirkin bir çehre zuhur etti” dedi. Ahmet ona dedi ki:
“ Haddini tecavüz ettinse de doğru söyledin.” Sıddık görüp “Ey güneş!
Ne doğudasın, ne batıdan. Latif bir surette parla, alemi nurlandır”
dedi.
Ahmet dedi ki: “Ey aziz,
ey değersiz dünyadan kurtulan! Doğru söyledin.” Orada bulunurlar “ Ey
halkın ulusu, ikisi birbirine zıt söz söyledi, sen ikisine de doğru
söyledin, dedin... “Neden?” diye sordular.
Peygamber “Ben Tanrı
eliyle cilalanmış bir aynayım. Türk, Hintli nasılsalar, bende o sureti
görürler” dedi. Kadın! Eğer beni tamahkar görüyorsan bu kadınca
arayıştan yüksel! Kanaate dair söz söylemek, tamaha benzer ama
hakikatte rahmettir. O nimetin bulunduğu yerde tamah ne gezer?
Sen de bir iki günceğiz
yoksulluğu sına da yoksulluktaki iki misli zenginliği gör. Yoksulluğa
sabret, bu gamı, gussayı bırak. Çünkü ululuk sahibi Tanrı’nın yüceliği
yoksulluktur. Sirke satmada kanaat yüzünden bal denizine gark olmuş
binlerce can gör.
Yoksulluk acılığı çeken
yüz binlerce cana bak... Gül gibi gülbeşekere karışmış, o lezzetle
lezzetlenmiş. Ah yazık; sende kavrayacak kabiliyet olsaydı da,
canımdan gönül şem’ası zuhur etseydi!
Bu söz can memesinde
süttür. Emen olmadıkça güzelce akmıyor. Dinleyen susuz ve arayıcı
olursa vazeden ölü bile olsa söyler. Dinleyen yeni gelmiş ve usanmamış
olursa dilsiz bile sözde bülbül kesilir. Kapımdan içeri namahrem
girince harem halkı, perde arkasına girer, gizlenir.
Zararsız ve mahrem
birisi gelince de o kendilerini gizleyen mahremler, yüzlerindeki
peçeleri açarlar. Bütün güzel, hoş ve yaraşan şeyler, gören göz için
yapılır. Çengin zir ve bem nağmeleri, nasıl olurda sağır kulak için
terennüm edilir?
Tanrı, miski beyhude
yere güzel kokulu yapmadı? Koku duyan için yarattı; koku almayan için
dedi. Hak yeri göğü yaratmış, aralarında da bir çok nur ve nar
yüceltmiştir. Bu yeri yerdekiler için yaratmış, göğü de göktekilerin
yurdu yapmıştır.
Aşağılık kişi yükseğin
düşmanıdır. Her şeyin müşterisi meydana çıkar. Ey kapalı örtünüp
bürünmüş kadın, sen hiç kör için süslendin mi? Dünyayı en değerli
incilerle doldursan nasibin yoksa ne yapayım?
Ey kadın, kavgayı,
darılmayı bırak; bırakmayacaksan beni bırak! Ben iyiyle kötüyle, kavga
edemem; kavga ile işim yok. Savaşmak şöyle dursun; gönlüm barışlardan
bile ürkmekte. Susacaksan ne ala: yoksa öyle bir iş yaparım ki şu anda
hemen kalkar, evimi, barkımı bırakır, giderim.”
Kadın onu titiz ve
hiddetli görünce ağlamaya başladı. Zaten ağlamak, kadının tuzağıdır.
“Ben, senden bunu mu umardım? Senden başka ümidim vardı” dedi. Kadın
yokluk yoluna girip dedi ki: “Ben senin karın değil, ayağının
toprağıyım. Cismim, canım, nem varsa senindir; hüküm de senin, ferman
da!
Yoksulluk yüzünden
sabrım tükendiyse bu da kendim için değil, senin için. Sen bana dertli
zamanlarda deva oldun; muhtaç olmanı istemiyorum. Canın için, bu
kendim için değil. Bu ağlayış bu inleyiş hep senin için.
Ben, Tanrı hakkı için
varlığımı her nefeste huzurunda feda etmek isterim. Canım sana kurban
olsun... Ne olurdu ruhun bana vakıf olsaydı. Fakat sen hakkımda böyle
kötü zanna düşünce candan da usandım, tenden de.
Ey canımın rahatı! Sen
bana böyle aykırı olunca altına da toprak saçtım, gümüşe de( artık
ikisi de gözümde değil) Canımda da sen varsın, gönlümde de sen. Öyle
olduğu halde bu kadarcık bir şeyden dolayı benden ayrılmaya
kalkışıyorsun.
Kudret senin elinde,
ayrılabilirsin; fakat senin bu niyetine karşılık candan özürlüler
dilemekteyim. O zamanları hatırla ki ben put gibi güzeldim, sen de
karşımda puta tapan şamana benzerdin.
Bu kul sana tabidir;
gönlü, senin dileğine göre aydınlanmış, yanmıştır. Neyi “pişir,
hazırla” dersen hemen “pişti, yandı bile” derim. Ben senin
ıspanağınım. İster ekşili pişir, ister tatlılı... Küfür söylemiştim;
işte imana geldim. Can ve gönülle hükmüne tabi oldum. Senin şahane
huyunu takdir edemedim. Huzuruna küstahça eşek sürdüm. Fakat affından
bir mum düzüp yakınca tövbe ettim; itirazı bıraktım.
Kılıçla kefeni huzuruna
koyuyorum; önüne boynumu uzatıyorum; vur! Acı ayrılıktan gem
vuruyorsun. Ne istersen yap fakat bunu yapma! Gönlünde benim için
gizlice bir özür dileyici vardır ki o, ben olmasam da bana şefaat edip
durur.
Gönlündeki o özür
dileyicim senin huyundur. Ona güvendiğimden gönlüm, kendisine suç
aradı. Ey ahlakı yüz batman baldan daha güzel, daha tatlı olan kızgın
adam! Sen de bana gönlünden ve gizlice merhamet et.”
Bu suretle güzel, açık
açık söylerken kadına bir ağlamadır geldi. Ağlaması bile yüzünü
güzelliğiyle gönülleri cezbeden o güzelin, hüngür hüngür ağlaması
haddinden aşınca. O gözyaşı yağmurundan bir yıldırım zuhur etti, o
naziri bulunmayan erin gönlüne bir kıvılcım sıçradı.
Adamın, güzel yüzüne kul
olduğu dilber, kulluğa başlarsa hal ne olur, insan ne hale gelir?
Azametinden yüreğini oynatan, kibirinde4n seni tir tir titreten
sevgili, gözünün önünde ağlamaya başlarsa ne hale girersin?
Naz ve istiğnası ile can
ve gönülleri kan haline getiren güzel, niyaza girişirse hal ne olur?
Cevrü cefası, bize tuzak olan dilber, özür dilemeye kalkışırsa biz ne
mazeret bulabilir, ne söyleyebiliriz?
Züyyine linnas, hükmünce
Tanrı’nın insanlar için bezediği şeylerden halk, nasıl kurtulabilir?
Tanrı; kadını erkeklere munis olmak üzere yarattı. Adem nasıl olurda
Havva’dan ayrılabilir? Kişi yiğitlikte Zaloğlu Rüstem bile olsa
Hamza’dan bile ileri geçse yine hükmetme hususunda karısının esiridir.
Adem sözlerinden alemin
sarhoş olduğu Muhammed bile “Kellimini ya Humeyra” derdi. Gerçi
zahiren su, ateşten üstündür; fakat bir kaba konunca ateş, onu fıkır
fıkır kaynatır. İkisinin arasında bir tencere, bir çömlek oldu mu
ateş, o suyu yok eder, hava haline getirir.
Görünüşte su nasıl
ateşten üstünse, sen de kadından üstünsün; fakat hakikatte ona
mağlupsun, sen onu istemektesin.
Böyle bir hassa ancak
Ademoğlundadır. Çünkü insanda muhabbet vardır. Hayvanın muhabbeti
azdır ve bu da onun nakış olmasından ileri gelmiştir.
Peygamber dedi ki:
“Kadınlar; akıllı kişilere ehli dil olanlara fazlasıyla galip olurlar.
Fakat cahiller, kadına galebe ederler.” Çünkü onlar sert ve kaba
muameleli olurlar. Onlarda acıma, lutfetme, sevme azdır. Çünkü
tabiatlarında yaradılışlarında hayvanlık üstündür.
Sevgi ve acıma, izsanlık
vasfıdır; hiddet ve şehvetse... hayvanlık vasfıdır. Kadın, Hak
nurudur, sevgili değil... Sanki yaratıcıdır, yaratılmış değildir!
Avamdan olan birisinin
ölüm anında avamlıktan pişman olması gibi o bedevi de söylediğine
pişman oldu. “Canımın canına nasıl oldu da düşman kesildim; canımın
başına nasıl oldu da tekmeler savurdum?” dedi.
Aklımız baştan
ayağı fark etmesin diye kaza geldi mi, gözümüzü örtüyor. Kaza geçince,
insan kendisini yemeğe başlar. Perdesi yırtılan, sırrı meydana çıkan,
yakasını yırtar. Bedevi dedi ki: “Ey kadın, pişman oluyorum. Kafir
olmuşsam bile müslüman olmaktayım. Sana karşı suçluyum bana acı; beni
kökümden, dibimden kamilen söküp atma!” İhtiyar kafir, pişman olursa
özür getirmeye başlar ve müslüman olur. Tanrı tapusu, rahmet ve
keremlerle dopdoludur. Varlık da ona aşık yokluk da.
Küfür de
o ululuk sahibi Tanrı’ya aşıktır, iman da; bakır da o kimyanın
kuludur, gümüş de!
Musa’nın da mana
cihetinden bir yolu vardır, Firavun’un da. Fakat, zahiren Musa
yolludur, Firavun yolsuz. Musa , gündüzün Tanrı huzurunda ağlayıp
inledi; Firavunda gece yarısı ağladı, Dedi ki; “Ey Tanrı, boynundaki
bu demir zincir nedir? Boynumda demir zincir olmasa kim “ Ben, benim”
der (asılsız davaya. Benliğe kalkışır? )
Şüphe yok ki Musa’yı
nurlandıran iradenle beni de karanlıklara daldırdın. Musa’yı ay yüzlü
bir hale getirten dileğinle canımın aynı kara yüzlü bir hale getirdin.
Yıldızım aydan daha iyi, daha talihli değil ki. Tutulursa ne çarem
var? Halk, benim nöbetimi Tanrı diye, Sultan diye tutuyor ama doğrusu
ay tutulmuş, tas çalıyorlar! Onlar tas çalıp gürültü ediyorlar ama o
gürültüyle ayı rüsvay etmektedirler.
Ben ki Firavun’um, şöhretten el-aman! “Enerabbüküm-ül a’la" demem de
beni rüsvay eden tas gürültüsüdür. Musa’da ben de aynı kapının
kuluyuz. Fakat senin ormanında senin baltan işliyor; dalları senin
baltan kesmektedir; Bir dalı yetiştiriyor, öbürünü kesip atıyor.
Baltaya karşı dalın eli var mı? Ne gezer! Hiç dal baltanın elinden
kurtulabilir mi? Balta senindir, o kudret hakkı için kereminden bu
eğrilikleri doğrult!”
Firavun yine kendi
kendine “Ne şaşılacak şey! Ben bütün gece “Ey Rabbimiz” diye
yalvarmıyor muyum? Yalnızken mütevazi bir hale geliyor, düzeliyorum.
Neden Musa’ya karşı öyle oluyorum?
Kalp altınının rengi
halis altından on derece daha parlak olsa ataşe karşı nasıl yüzü kara
bir hale gelir!
Kalbim de kalıbım da
onun hükmünde değil mi? Bir zaman, beni iç haline kor, bir zaman kabuk
haline. Bir zaman beni ay haline kor, bir zaman karartır. Tanrı’nın
işi, bundan başka nedir ki? Ekin ol der beni yeşertir. Çirkinleş der,
sarartır. Varlığı emriyle yaratan Tanrı’nın çevganları önünde mekan
aleminde de koşup duruyoruz. Lamekan aleminde de.
Renksizlik alemi, renge esir olunca bir Musa öbür Musa ile savaşa
düştü. Renksizlik alemine ulaşırsan Musa ile Firavun’un karıştığı
aleme erişirsin. Bu nükte yüzünden hatırına “renk, nasıl olur da kıylü
kalden kurtulur? Şaşılacak şey... Bu renk, renksizlik aleminden zuhura
geldiği halde, renksizlikle nasıl savaşa girişir?
Yağın aslı sudandır ve
su ile artar. Sonunda nasıl olur da suya zıt olur? Mademki yağı su ile
yoğurdular; yağ sudan oldu; su ile yağ neden birbirine zıt oldu?
Gül dikenden meydana meydana gelmiştir, diken de gülden... böyle
olduğu halde niçin savaşa, maceralara düşmüşlerdi?.. gibi bir sual
hatıra gelirse (bil ki bu) ya hakikatta savaş değildir, bir hikmet
içindir, eşek satanların kavgaları gibi bir hiledir, bir sanattır;
yahut ne savaş ne hikmet...Hayretten ibarettir.
Bu, viraneliktir, içinde define aramak gerek. Sen define sandığın şey
yüzünden, o vehminden defineyi kaybediyorsun. Sen vehmi de,
tedbirleri, düşünceleri de mamure bil, mamur yerlerde define olmaz.
Mamur yerlerde varlık, didişmek olur.
Yok olan, varlıklardan utanır, arlanır. Varlık yokluktan feryad
etmemiştir. Yokluk, o varlığı, kendisinden uzaklaştırmış, gidermiştir.
Ben yokluktan kaçıyorum deme. Hakikatte o, senden yirmi kere daha
fazla kaçmakta! Görünüşte seni kendisine çağırmaktadır. Ama içinden
seni reddetme sopasıyla sürmektedir. Bu işler, kovalayanı yanıltmak
için ata çakılan ters nallardır; ey saf kişi! Firavun’un, Musa'dan
nefretini sen Musa'dan bil.
Tabiata inananlar; gök
bir yumurtadır, yer de onun sarısı diye itikat etmişlerdir. Birisi,
“Bu yeryüzü yeri kaplayan göğün ortasında nasıl duruyor? Havaya
asılmış bir kandil gibi ne aşağıya gitmekte, ne yukarı çıkmakta” dedi.
O hakim, “Altı cihetten de göğün çekmesi yönünden hava ortasında
kalır. Mıknatıstan bir yuvarlak olsa ortasına konan demir, ortada
kalır” diye cevap verdi. Öteki hakim de “Saf gök, kara toprağı
kendisine çekmez. Onu altı taraftan da iter. Ondan dolayı da yeryüzü,
kuvvetli yeller ortasında muallakta kalmıştır” dedi.
Kemal ehlinin gönülleri de firavunların canlarını böyle defeder de,
onlar dalaletde kalırlar. Onları bu cihan da defeder o cihan da. O
yolsuzlar da bu yüzden o cihanda da mahrum kalırlar, bu cihanda da.
Ululuk sahibi Tanrının kullarından, velilerden baş çeker, uzaklaşırsan
bil ki onlar senden hoşlanmıyorlar, onlar seni istemiyorlar.
Onların kehlibarları vardır, meydana çıkarırlarsa senin saman çöpü
gibi oaln varlığını deliye döndürür, kendilerine çekerler.
Kehlibarlarını saklarlarsa derhal seni azgınlığa teslim ederler.
Hayvanlık mertebesi nasıl insanlığa esir ve mağlupsa. İnsan
mertebesinin de Tanrı velilerinin elinde hayvan gibi mağlup olduğunu
anla ey yoksul!
Ahmed, irşadederken halka “Kullarım” dedi. Tanrı bütün alemi
“ Kul ya ibadi” diye çağır buyurdu. Senin aklın deveciye
benzer, sen de devesin, Akıl, seni ister istemez hükmünce çekip
durmaktadır. Veliler akılların aklıdır. Akıllar da ta en sonuncusuna
kadar develere benzer. Onlara ibretle bak: bir kılavuz, yüz binlerce
can! Ne kılavuzu ne deveciyi!
Sen güneşi gören gözü bul da sonra bak! Bütün cihan, gece içinde
kalmış, karanlıklara mıhlanmış, güneşi ve gündüzü bekleyip durmakta.
İşte sana zerrede gizli güneş, işte sana kuzu postuna bürünmüş erkek
aslan. İşte sana saman altında gizli bir deniz! Kendine gel, o samana
şüphe ile ayak basma! Ama yol gösterici hakkında içe gelen şüphe,
Tanrı rahmetidir.
Her peygamber dünyaya tek gelmiştir. Tektir ama içinde yüzlerce alem
gizli. Alem-i Kübra, kudretle sihir yaptı da cimrini, küçücük bir
suret içinde gizledi. Ahmaklar onu tek ve zayıf gördüler. Hiç
padişahın dostu olan zayıf olur mu? Ahmaklar,"O, ancak bir tek kişiden
ibaret!” dediler. Vay akıbeti düşünmeyene!