Bir Muhlis’in
(Çelebi Hüsameddin’in) gönlü, o karı ve koca hikayesinin neticesini
istemekte. Karıkoca hikayesi, bir masaldan ibaret. Fakat onu nefsinle
aklının misali bil.
Bu kadınla erkek nefisle akıldır. İyi kişiye de mutlaka lazımdır, kötü
kişiye de. Bu ikisi, toprak yurtta esir ve mahpusturlar. Gece gündüz
savaşta macera içinde. Kadın durmadan evin ihtiyaçlarını ister, evin
şerefini, yani eve lazım olan ekmeği, yüceliği, hürmeti diler durur.
Nefis, kadın gibi her işe bir çare bulmak üzere gah toprağa döşenir,
tevazu gösterir; gah ululuk diler, yücelir. Aklınsa, bu düşüncelerden
zaten haberi yoktur. Fikrinde Tanrı gamından başka bir şey yoktur.
Hikayenin içyüzü, bu
tane ve tuzaktır, nefisle akıl arasındaki maceradır, fakat sen dış
yüzünün tamamını dinle. Eğer yalnız manaya ait anlatış kifayet etseydi
alem halkı, tamamı ile işten güçten kalır, alemin nizamı bozulur
giderdi. Sevgi düşünce ve manadan ibaret olsaydı senin oruç ve
namazının zahiri suretleri de kalmaz, yok olurdu. Dostların birbirine
armağan sunmaları, dostluğa nazaran ancak görünüşe ait şeylerdir.
Fakat bu suretle o armağanlar, gönüllerde gizli bulunan sevgilere
şahadet eder. Çünkü, ey ulu kişi, zahiri iyilikler gizli sevgilere
şahittir. Şahidin de bazen doğrucu, bazen yalancı olur.
Sarhoş bazen şaraptan olur, bazen da ayrandan! Ayran içen de kendisini
sarhoş gösterebilir. Gürültü eder, sarhoş görünür. O murai de,
kendisini muhabbet sarhoşu sansınlar diye oruçlu görünür, namaz kılar.
Surete ait işlerden
meydana gelen şey bambaşkadır. Fakat gönülde gizli olan şeye
alamettir. Ya Rabbi, duamızı kabul et, bize bu temyizi ver de o eğri,
yalancı alameti,doğrusundan ayırt edelim.
Hiç, bu temyize nasıl malik olur? Tanrı nuru ile bakar, görürse o
zaman bu temyizi elde eder. Eser olmasa bile sebep onu meydana
çıkarır. Akrabalık gibi...Akrabalık sevgiyi bildirir. Fakat imam ve
muktedası Tanrı nuru olan kişi, ne eserlere kul olur ne sebeplere.
Sevgi gönülde şulelendikçe büyür, nihayet sevgi sahibi, eserden
kurtulur. Sevgisini bildirmeye ihtiyacı yoktur. Çünkü sevgi nurunu
bütün kainata yaymıştır. Bu sözün tamamlanması için hayli tafsilat var
ama sen ara. Gerçi mana, bu suretten zahir olmaktadır ama bir cihetten
manaya yakındır, bir bakımdan manaya uzak!
Delalet hususunda mana ile suret, su ile ağaç gibidir. Mahiyetlerine
bakarsan birbirlerinden tamamı ile uzaktırlar. Sen mahiyetleri de
bırak, hususları da. O iki rızık arayan karıkocanın ahvalini anlat.
Arap dedi ki:
“Ayrılıktan vazgeçtim. Hüküm senin. Kılıcı kından çek, emret. Ne
dersen ben sana tabiim; emrin, ister iyi olsun, ister kötü... ona
bakmam. Senin uğruna feda olayım; çünkü seni seviyorum. Sevgi; insanı
kör eder, sağır yapar.” Kadın “Sahiden beni seviyor musun, yoksa hile
ile sırrımı öğrenmek mi istiyorsun?” dedi.
Erkek dedi ki: “Gizli sırları bilen ve Adem Safi’yi yaratan Tanrı
hakkı için (Seni seviyorum.) Tanrı, Adem’e üç arşın bir boy verdiği
halde ruhlarda, levhlerde ne varsa hepsini gösterdi. Tanrı, ona
ezelden ebede kadar ne varsa ve ne olacaksa, önceden ve “Allemelesma”
sından ders verdi, öğretti. Bu suretle melekler, onun ders vermesine
hayran oldular, kendilerinden geçtiler. Onun takdisiyle başka bir
mukaddesliğe eriştiler. Adem’in yüzünden nail oldukları fütühata,
göklerde bile erişememişlerdir.
Adem’in o pak ruhunun
fezasına nispetle yedi gök sahası bile dardı. Peygamber “Tanrı; ben,
yücelere, aşağılara yere, göğe, hatta arşa sığmam. Bunu, ey aziz,
yakinen bil. Fakat şaşılacak şeydir ki inanan kişinin kalbine sığarım.
Beni ararsan inanan gönüllerde ara buyurdu” dedi.
Tanrı dedi ki: “Ey haramdan, şüpheli şeylerden sakınan! Kullarımın
arasına gir ki bu suretle beni görme cennetine erişesin.” Arş, bile o
nuriyle, o genişliğiyle beraber Adem’ görünce yerinden kalktı. Arşın
sonsuz bir büyüklüğü var, fakat manaya karşı suret nedir ki? Her melek
diyordu ki: Bizim bundan önce yeryüzüyle üfletimiz vardı. Hizmet ve
ibadet tohumunu yere ekiyorduk.
Yere olan bu meylimize,
bu alakamıza da şaşmaktaydık. Gökten yaratıldığımız halde yeryüzüne bu
alakamız nedir? Biz nurlarız, karanlıklarla ülfetimiz neden? Nur
zulmetlerle yaşayabilir mi? Ey Adem! O ülfet, senin kokundanmış. Çünkü
cisminin nesci yeryüzü. Topraktan olan cismini yeryüzünde dokudular;
pak nurunu burada buldular. Şimdi canımızın ruhundan bulduğu ülfet,
bundan önce cisminin yoğrulduğu topraktan parlıyordu. Yeryüzündeydik
ama yerden gafildik, orada gömülü olan defineden haberimiz yoktu.
Tanrı da bize oradan göklere sefer etmeyi emredince, bu yurt
değiştirme, acı geldi. O yüzden Tanrıya deliller getirerek “Ey Tanrı!
Bizim yerimize kim gelecek? Bu tesbih ve tehlinin nurunu, dedikoduya
satıyorsun” dedik.
Tanrı hükmü, bize rahmet yaygısını döşedi:”Açıkça istediğinizi
söyleyin. Tek evlatların babalarına söyledikleri gibi ağzınıza ne
gelirse çekinmeden deyin. Çünkü bu sözler, yaraşmasa bile rahmetim,
gazabımdan artıktır.
Ey melek! Bunu meydana çıkarmak için gönlünüze şüpheler salmaktayım;
Sen söyleyesin; ben darılmayayım, gazaplanmayayım. Bu suretle de benim
hilmimi inkar eden ağız açamasın.
Her nefeste bizim
hilmimizden yüzlerce baba yüzlerce ana doğar, yokluğa dalıp mahvolur.
O babaların, o anaların hilmi, şefkati, bizim hilim ve şefkat
denizimizin köpüğüdür. Köpük gider gelir ama deniz bakidir dedi.”
Hayır, ne dedim? O inciye karşı bu sedef, köpük değil, köpüğünün
köpüğüdür. İşte o köpük hakkı için, o saf deniz hakkı için bu söz bir
sınama, bir laf değil.
Sevgiden, vefadan, boyun büküp teslim olmadan ileri gelmiştir.
Huzuruna varacağım Tanrı hakkı için. Bu hevesim, sence sınamadan
ibaretse bu sınamamı sına. Sırrını saklama ki sırrım meydana çıksın.
Elimden geleni; gücümün yettiğini buyur! Gönlündekini benden gizleme
de benim gönlümdeki de ortaya çıksın bu suretle ne yapabileceksem
kabul edeyim. Fakat nasıl edeyim; elimde ne çare var? Bir bak hele,
canım ne işe yarar ki?”
Kadın dedi ki:”Bir güneş
doğmuş, bütün cihan ondan aydınlanmıştır. O tanrı vekili, Tanrı
halifesidir. Bağdat şehri, onun yüzünden bahar gibidir. O padişaha
ulaşabilirsen padişah olursun. Ne vakte kadar ikbal sahibi
olmayanların yanına gidip duracaksın? İkbal sahiplerinin dostluğu
kimya gibidir. Onların nazarına benzer kimya nerede?
Ahmed’in gözü Ebubekir’e o bir tasdik yüzünden sıddık olmuştur.”
Kocası, “Ben padişah huzuruna nasıl kabul olunurum; bir bahanesiz onun
yanına nasıl giderim? Buna bir münasebet, bir vesile gerek. Hiçbir
sanat aletsiz meydana gelir mi?
Mecnun gibi ki, birisinden Leyla’nın bir parça hastalandığını duydu.
Eyvah, dedi; bahanesiz nasıl gideyim? Gitmezsem, hatırını sormazsam ne
hale gelirim? Keşke hazık bir hekim olaydım...O vakit Leyla’ya koşa,
koşa giderdim.
Tanrı, bize “Ya Muhammed, gelin de” buyurdu da bu davet, utanmamızın
giderilmesine sebep oldu. Gece kuşlarının gözleri ve kabiliyetleri
olsaydı gündüzün uçup gezerler, dönüp dolaşırlardı” dedi.
Kadın cevap verdi: “Kerem sahibi padişah meydana girer, kendisini
gösterirse aletsizlik, aletin ta kendisi, vesileden mahrum oluş,
vesilenin aynı olur. Çünkü alet, vesile; davaya düşmektir, varlık
alametidir. Asıl hüner aletsizliktedir, alçalmadadır."
Arap “Aletsiz nasıl alışveriş edeyim de aletsizliği elde edeyim?
Müflisliğime de bir delil gerek ki padişah halime acısın. Sen, bana
dedikodudan ve hileden başka bir şahit göster de o şen padişah
merhamete gelsin. Çünkü sözden ve kötü hileden ibaret olan bu şahitlik
o hakimler hakiminin yanında mecruhtur. Müflisin şahidi doğruluk
olmalı ki nuru, söylemeden parıldasın (halini arzetmeden hali
anlaşılan)” dedi.
Kadın dedi ki: “Doğruluk
varlığından tamamı ile çıkıp arınarak, isteğini terk etmendir.
Testimizde yağmur suyu var. Malın, mülkün, sermayen bundan ibaret. Bu
su testisini al, git; padişahlar padişahın huzuruna var, armağan
götür. De ki: Bizim bundan başka hiçbir malımız, mülkümüz yok. Çölde
de bundan iyi su hiç yoktur. Padişahın hazinesi ağır elbiselerle
doluysa da bunun gibi suyu yoktur. Bu su az bulunur.
O testi nedir? Bizim
mezar gibi cismimiz, içinde de bizim acı ve hislerimizin suyu var. Ey
Tanrı! “Tanrı, cennet karşılığına iman edenlerin canlarını, mallarını
satın aldı” ayetindeki fazıl ve kereminden bizim bu küpümüzü, bu
testimizi kabul et! Bu beş duygudan meydana gelme beş lüleli testideki
suyu her türlü murdar şeylerden, her çeşit pisliklerden temiz tut. Bu
suretle şu testinin denize bir menfezi olsunda testim deniz huyuyla
huylansın.
Armağanı padişaha tertemiz götürünce onu görür, anlamak ister. Ondan
sonra da artık testinin suyu nihayetsiz bir dereceye gelir. Testinin
suyundan yüzlerce dünya dolar. Lüleleri kapa, testiyi de küpten
doldur.
Tanrı” Gözlerinizi heva ve hevesten yumun” buyurdu. Arap, kimin böyle
bir hediyesi var? Hakikaten bu armağan, öyle bir padişaha layık diye
gururlanmaktaydı. Kadın da bilmiyordu ki, orada yol üzerinde şeker
gibi Dicle akıp durmakta. Şehrin ortasından gemilerle, balık ağlarıyla
dolu, deniz gibi akıp gitmekte. Padişahın huzuruna var da şevketi,
azameti gör; altından nehirler akan bahçeler diye övülen yerlere bak!
O saffet denizine nispetle bizim, anlayışlarımız bir katradan
ibarettir.
Arap, evet, dedi.
Testinin ağzını kapa, hakikaten armağan, bize faydalı. Keçeye sar
sarmala. Padişah, orucunu armağanla açsın. Çünkü dünyada bunun gibi su
yoktur. Bu halis şarap, zevk ve sefa kaynağı! Çünkü onlar acı tuzlu
suları içmekten daima hastadırlar, yarı kör olmuşlardır. Durağı,
yatağı acı subaşı olan kuş; saf berrak suyu ne bilsin? Yurdun acı su
kaynağı; Şatt’ı, Ceyhun’u nereden bileceksin?
Ey şu fani konaktan kurtulmayan! Sen yokluğu, sarhoşluğu ve neşeyi ne
bilirsin ki! Bilsen bile babandan, atandan nakil ve rivayet yoluyla
bilirsin.
Senin yanında bu adlar ebced gibidir. Ebced, hevvez. Bunlar, bütün
çocuklara apaçık ve meydandadır, fakat manası yok. Hulasa, Arap
testiyi alıp yola düştü. Gece, gündüz onu taşımaktaydı. Testiye bir
ziyan gelecek diye korkusundan titreyerek çölden ta... şehre kadar
götürdü.
Kadın da evde seccadesini yaymış, namaz kılıp dua etmekte; “Suyumuzu,
bayağı kişilerden koru...Ya Rabbi, bu inciyi o denize ulaştır. Her ne
kadar kocam uyanıktır, hünerlidir ama incinin binlerce düşmanı
olur.Cevher dediğin de nedir ki... Bu su Kevser suyudur. İncinin aslı,
bunun bir katrasıdır” diyordu.
Kadının ağlayıp yalvarması; erkeğin derdi ve ağır yükü bereketiyle,
Arap, testiyi hırsızlara kaptırmadan, taşla kırdırmadan durup
dinlenmeksizin ta Hilafet Şehrine kadar götürdü. Orada bir tapu gördü
ki nimetlerle dolu.
Haceti olanlar oraya
tuzaklarını yaymışlar? Zaman, zaman her tarafta bir haceti olan o
tapudan ihsana nail olmuş, hil’atler elde etmiş. O kapı; kafire,
Müslüman’a, güzele, çirkine güneş gibi! Bir bölük halk gördü, huzurda
bezenmiş duruyor. Bir bölük halk gördü ayakta, hizmet bekliyor.
Süleyman’dan karıncaya kadar herkes, içinde... Hepsi sur üfürülmüş te
dirilmiş canlar gibi. Görünüşe aldananlar, cevherlere gark olmuşlar...
İç yüzüne ehemmiyet verenler, mana denizini bulmuşlar. Himmetsizler,
himmete erişmiş... Himmet sahipleri nimete erişmiş!
Kapıdan ses gelmekteydi:
Ey istekli, gel! Cömertlik, yoksul gibi, yoksullara muhtaçtır. Cilalı
ve tozsuz ayna arayan güzeller gibi cömertlik de yoksul ve zayıf
kişileri arar. Güzellerin yüzü ayna ile güzelleşir. Onlar aynaya bakıp
bezenirler. İhsan ve keremin yüzü de yoksula bakmakla görünür. Bundan
dolayı H “Vedduha” suresinde “ Ey Muhammed, yoksula bağırma” buyurdu.
Mademki yoksul, cömertliğin aynasıdır, iyi bil ki ağızdan çıkan nefes
aynayı buğulandırır. Tanrının bir çeşit cömertliği, yoksulları meydana
çıkarır, bir başka cömertliği de onlara bol ,bol ihsanda bulunur. Şu
halde yoksullar, Tanrı cömertliği aynalarıdır. Hak ile Hak olan ve
varlıktan tamamı ile geçen hakiki yoksullarsa mutlak nur olmuşlardır.
Bu iki çeşit yoksuldan başkaları(yani varlığı olmayanlarla varlıktan
geçenlerden başkaları) esasen ölüdür. Bu çeşit adam bu kapıda
değildir, perdedeki, nakıştan, suretten ibarettir.
O kişi, yoksulun resmidir, canı yoktur, ekmek yemez. Köpek resmine
kemik atma. O, Tanrı fakiri değil, lokma fakiridir. Ölü resmin önüne
yemek tabağını koyma. Ekmek yoksulu, karada balıktır. Şekli balık
şeklidir ama denizden ürküp kaçar. O evde beslenen kuştur, havada uçan
Simurg değil. Nefis şeyler yiyip içer, gıdası Hak’tan değildir. Yemek,
içmek için Tanrı aşığıdır; cam güzelliğe aşık değildir. Tanrının
zatına aşık olduğunu vehmetse bile sevdiği zat değildir; vehmi, esma
ve sıfatın verdiği vehimdir. Vehim; vasıflardan, hadlerden doğar.
Hak ise doğmamıştır,
doğurmaz. Kendi tasvir ettiği şeye, kendi vehmine aşık olan kişi,
nereden nimet ve ihsan sahibi Tanrı aşıklarından olacak? O vehme aşık
olan, doğrucuysa mecazi sevgisi, kendisini nihayet hakikate çeker,
götürür.
Bu sözü iyice anlatmak, açmak lazım; fakat eski düşüncelilerden,
onların köhne anlayışlarından korkuyorum. Kısa görüşlü köhne
anlayışlar, fikre yüz türlü kötü hayaller getirirler. Herkesin doğru
işitmeye kudreti yoktur. Her kuşcağız, bir inciri bütün olarak
yutamaz. Hele ölmüş, çürümüş, hayallere dalmış kör bir kuş olursa...
Balık resmine ister deniz olmuş, ister toprak. Kara yüzlüye ha sabun,
ha kara boya! Kağıda gamlı bir adam resmi yaparsan o resmin ne gamla
alışverişi vardır, ne neşeyle. Resim, görünüşte gamlıdır ama, kendisi
gamla alakasızdır.
Görünüşte gülen bir
resmin de neşeyle münasebeti yoktur. Gönülde bir haletten başka bir
şey olmayan dünya gamı dünya neşesi; hakiki neşeye hakiki gama
nispetle resimden ibarettir. Resmin gamlı bir surette görünüşü, o
resim yüzünden mananın doğrulması, hakiki gamı anlaman içindir. Bu
hamamlardaki resimler camekanın dışından bakılırsa elbiseler gibidir;
cansız, hareketsiz durup durmaktadırlar Sen ancak dışardan elbiseleri
görürsün. Elbiseni çıkar, soyun da bir içeriye gir arkadaş!
Çünkü elbiseyle içeriye
yol yoktur. Ten elbiseden, elbise de tenden haberdar değildir. O
bedevi Arap uzak çöllerden Hilafet Şehrinin kapısına vardı. Kapıcılar,
bedeviyi karşılayıp üstüne lütuf gülsuyunu serptiler. Bedevi
söylemeden ihtiyacını, dileğini anladılar. Zaten onların işi
istetmeden ihsan etmekti.
Ona “Ey Arab’ın en
asili, en yücesi! Hangi diyardansın, yol yorgunluğuyla nasılsın?”
dediler. Bedevi dedi ki: “Eğer bana yüz verirseniz asilim, yüceyim.
Fakat ardınıza atar mühimsemezseniz ne asaletim var ne yüzüm! Ey
yüzlerinde ululuk nişanesi olanlar, ey şevketleri Caferi altından daha
hoş kişiler! Sizi bir kerecik görmek, sizinle bir kerecik buluşmak,
yüzlerce kişileri görmeye, yüzlerce güzellerle buluşmaya bedeldir.
Sizi görmek için mal, mülk, servet... hepsi feda olsun!
Ey Tanrı nuruyla bakanlar, bu dereceye erişmiş olanlar, padişahlar
padişahının ahlakıyla ahlaklanmış kişiler! Kimya gibi olan bakışı
nızla bakıra benzer insanlara bakar, onları altın haline getirirsiniz.
Ben garibim, padişahın lütfunu umarak çöllerden geldim. Onun lutfunun
kokusu çölleri tuttu, kum zerrelerini kapladı, o zerreler bile
lütfiyle canlandı.
Buralara kadar paraya
kavuşmak için gelmiştim, fakat ulaşınca sizin yüzünüzden sarhoş oldum.
Birisi, ekmek almak için ekmekçi dükkanına koştu, fakat ekmekçinin
güzelliğini görünce canını verdi. Birisi, gezip eğlenmek üzere gül
bahçesine gitti, bahçıvanın yüzü teferrüç yeri oldu. Kuyudan su
çekerken Yusuf’un yüzünden abıhayat içen bedevi gibi.
Musa ateş elde etmek
için gitti., öyle bir ateş gördü ki ateşten vazgeçti. İsa düşmanlardan
kurtulmak için kaçtı. O kaçış, onu dördüncü kat göğe kadar çıkardı.
Buğday başağı, Ademin tuzağı oldu da bu suretle varlığı, insanlara
başak oldu; bütün insanlar ondan var oldu. Doğan kuşu, karnını
doyurmak üzere tuzağa tutulur, fakat bu yüzden devlet ve kuvvet bulur,
padişahın kolu, durağı olur. Çocuk, babası lutfedecek, kendisine kuş
alacak ümidiyle, fakat hakikatte hüner sahibi olmak için mektebe
gider.
Mektepten çıkınca
yücelir, en yüksek mevkiye sahip olur. Hocaya aylık verirken alemi
aydınlatan bir bedir haline gelir. Abbas, kin güderek eski dinin öcünü
almak ve Ahmed’i ortadan kaldırmak üzere harp etmeye gelmişti. Öyle
olduğu halde o ve evlatları, hilafet makamında kıyamete dek dine arka
oldular, o makama şeref verdiler.
Ben bu kapıya bir şey dilemek için geldim; daha dehlizde baş köşe
oldum, yüceldim. Ekmek ümidiyle armağan olarak su getirdim; ekmek
kokusu, beni ta cennetin baş köşesine kadar çekti, götürdü. Ekmek, bir
Adem’i cennetten sürdürdü; beni ise cennetliklerle kaynaştırdı. Melek
gibi sudan da vazgeçtim, ekmekten de. Bu kapıda gök gibi ihtiyarsız
dönmekteyim. Aşıklarının cisimlerinin, aşıkların canlarının
dönmesinden başka dünyada garezsiz bir dönüş yoktur. Her şey bir
maksatla hareket eder, her şey bir maksatla dönüp dolaşır.”
Kül aşığı olanlar, bu
cüz’e müştak olmazlar, Cüz’e müştak olan, külden mahrum kalır. Cüzü,
cüze aşık olunca maşuku, çabucak küllüne gider, aşık ayrılığa düşer.
Cüz’ü seven, maskaralaştı, başkalarına kul oldu. Denize düştü,
boğulmak üzere; eline geçen ota yapışmakta. O zayıf maşuk, hakim
değildir ki aşığın derdine derman olsun. Efendisinin işini mi görsün,
kendi işini mi?
“Zina edersen hür kadınla et” sözü bu yüzden ata sözü olup
kaldı.”Çalacaksan inci çal” sözü de neye meyledeceksen en iyisine
meylet manasına geldi. Kul yani maşuk; efendisinin, Tanrısı’nın yanına
gitti. Aşık ağlayıp inler bir halde kaldı. Gül kokusu, güle gitti; o,
hor hakir kala kaldı.
Dirliğinden uzaklaştı... Çalışması zayi oldu. Çektiği eziyet hiçe
gitti, ayağı yaralandı. Gölge avlayan avcıya benzedi. Hiç gölge ona
sermaye olur mu? Adam kuşun gölgesini sımsıkı tutmuş. Kuş da ağacın
dalında ona şaşmakta ve.” Bu akılsız adam neye seviniyor?” demekte...
İşte sana batıl, işte sana çürümüş sebep!
Eğer cüzü külle muttasıldır, ayrılmaz dersen diken ye, gül isteme.
Diken de gülden ayrılmaz. Cüz’ü kül’ ancak bir yüzden bağlıdır. Yoksa
Tanrının peygamberleri göndermesi abes olurdu. Çünkü peygamberler,
kulları Tanrıya ulaştırmak için gelmişlerdir. Herkes bir tenden
ibaretse, Tanrı ile kul, kül ile cüz ise birbirine bağlıdır; kiki kime
ulaştırırlar? Oğul bu sözün sonu yoktur. Gün sona erdi, hikayeyi
tamamla!
Su testisini sunup tapuya hizmet ve tazim tohumunu ekti. Dedi ki:” Bu
armağanı o sultana götürün, padişahtan murat isteyeni ihtiyaçtan
kurtarın! Tatlı, lezzetli su...Yağmur sularından biriken gölden
toplanmıştır. Testi de güzel, yepyeni.” Padişah kullarının bu söze
gülecekleri geldi. Fakat o armağanı can gibi kabul ettiler. Çünkü
basiret sahibi padişahın tabiatındaki lütuf, bütün saray erkanını da
sirayet etmişti. Padişahların huyu halka da tesir eder.
Yeşil gök, yeryüzünü de yeşertir. Padişah bir havuza benzer. Maiyetini
de lüleler gibi bil. Su, göllere lülelerden akar. Lülelerden akan
suların hepsi, tertemiz bir havuzdan geldiği için her lüle, zevkli ve
tatlı su akıtır. Eğer havuzdaki su tuzlu ve pis olursa her lüleden
aynı su akar. Çünkü her lüle havuza muttasıldır.
Sen bu sözün manasına iyice dal, adamakıllı dikkat et, düşün! Yurdu
olmayan padişahlar padişahı can da, bak, bütün bedene nasıl tesir
etmiştir. Tabiatı, soyu sopu hoş aklın lutfu da, bak, bütün bedeni
nasıl müeddep bir hale getiriyor. Kararı, sükunu olmayan şuh ve şen
aşk da bütün bedeni nasıl cünuna sürüklüyor? Kevser gibi olan deniz
suyunun letafeti yüzünden dibindeki ateş parçalarının hemen hepsi inci
ve mücevherdir. Usta hangi hünerde tanınmışsa, hangi hünerle şehvet
bulmuşsa çırağı da o hünerde ilerler ,o hünerde meşhur olur.
Usul ilmini bilen üstadın yanında zihni çevik, istidatlı talebe usul
okur; Fakih üstadın yanında da usul okumaz, fıkıh tahsil eder. Nahiv
üstadının talebesi nahiv üstadı olur. Hakikat yolunda mahvolan üstadın
talebesi ise üstadının sayesinde padişahta mahvolur, yokluğa erişir.
Ölüm günü bütün bu
bilgiler içinde işe yarayan ve yol azığı olanı da yokluk bilgisidir.
Bir nahiv alimi,
gemiye binmişti. O kendini beğenmiş alim, yüzünü gemiciye dönüp, “Sen
hiç nahiv okudun mu?” demişti. Gemici “hayır” deyince demişti ki :
“Yarı ömrün hiçe gitti.”
Gemici bu söze kızdı,
gönlü kırıldı. Fakat susup derhal cevap vermedi. Derken rüzgar gemiyi
bir girdaba düşürdü. Gemici, o nahiv alimine bağırdı: “ Yüzmeyi bilir
misin, söyle!” nahivci “Bilmem bende yüzgeçlik arama” deyince “Nahiv
alimi, bütün ömrün hiçe gitti. Çünkü gemi bu girdapta batacak.
İyi bil burada mahiv
bilgisi lazım, nahiv bilgisi değil. Eğer mahiv bilgisini biliyorsan
tehlikesizce denize dal! Deniz suyu, ölüyü başında taşır. Fakat denize
düşen adam diri olursa nerede kurtulacak? Sen de eğer beşeriyet
vasıflarından öldünse hakikat sırları denizi, seni başının üstüne kor.
Ey alim, sen halka eşek
diyorsun ama şimdi sen, eşek gibi buz üstünde kalakaldın. İstersen
dünyada zamanın allamesi ol, hele şimdicik dünyanın yokluğunu da gör,
zamanın yokluğunu da!” dedi.
Nahivciyi, size yok olma
nahvini öğretmek için hikaye arasında hikaye ettik. Fıkhı bilmeyi de
yok olmada bulursun, nahvi tahsil etmeyi de, sarftaki değişiklikleri
de, ey yüce sevgilim!
O su testisi bizim
bilgilerimizdi; halife de Tanrı bilgisinin Diclesi. Biz dolu testileri
Dicle’ye götürüyoruz. Böyle olduğu halde eşek olduğumuzu bilmezsek
hakikaten eşeğiz! O Arap, bari o hususta mazurdu. Çünkü Dicle’yi
bilmiyordu, çok uzaktaydı. Bizim gibi Dicle’den haberi olsaydı o
testiyi alıp konaktan konağa kona göçe götürmezdi. Hatta Dicle’yi
bilseydi o testiyi kırar, bu işten tamamı ile vazgeçerdi.
Halife, bunu görüp
bedevinin ahvalini duyunca o testiyi altınla doldurdu, daha fazla da
ihsanda bulunup. Hediyeler, hususi hil’atler verdi, bedeviyi
yoksulluktan kurtardı.
O Ulu padişah, o ihsan
dünyası, o adalet denizi, adamlarından birisine. “Bu altın dolu
testiyi ona ver. Dönerken de onu Dicle yoluyla götür. Çöl yolundan
buraya gelmiş. Halbuki Dicle yolu,
yurduna daha yakındır”
dedi.
Bedevi, gemiye binip
Dicle’yi görünce utancından iki büklüm olmaya, yere kapanmaya başladı.
“Bu ihsan sahibi cömert padişahın lutfuna şaştım. Daha ziyade
şaşılacak şey de şu ki, o suyu aldı. O cömertlik denizi öyle hor ve
kalp armağanı nasıl oldu kabul etti?” diyordu.
Ey oğul! Bütün dünyayı,
ağzına kadar ilmle, güzellikle dolu bir testi bil. Fakat bu ilim ve
güzellik, fevkalade dolu olduğundan derisine sığamayan kişinin
(zuhuru, zatının muktazası olan ve zuhur etmemesine imkan bulunmayan
Tanrı’nın )Dicle’sinden bir katradır.
O gizli bir defineydi.
Pek dolu olduğundan yarıldı, kendisini izhar etti. Toprağı , göklerden
daha parlak bir hale getirdi. Gizli bir hazineyken coştu; toprağı
atlas giyen bir sultan haline soktu. O Bedevi, Tanrının Dicle’sinden
bir katrayı görseydi hakikatte bir deniz olan o katranın önünde
testisini atardı.
Onu görenler, daima
kendilerinden geçmiş bir haldedirler. Bu yokluk halinde testilerini
taşlayıp kırmışlardır. Ey himmet edip testiyi kıran! O testi,
kırılmakla daha iyi yapılmış olur. Küp kırılır ama içindeki su
dökülmez. Bu kırılmada yüzlerce sağlamlık vardır.
Küpün bütün parçaları
oynamakta, hallenmektedir. Fakat Akl-ı Cüz’i, bunu imkansız görür. Bu
halette ortada ne testi görünür, ne su. Bunu iyice gör, doğrusunu
Tanrı daha iyi bilir. Mana kapısını döversen açarlar. Fikir kanadını
terket ki seni iri bir doğan haline getirsinler.
Fikir kanadı, çamurlara
bulanmıştır, ağırdır. Sen toprak yemeğe alışmışsın; onun için toprak,
sana can gibi geliyor. Ekmek et... Bunlar topraktır, bunları daha az
ye de toprak gibi yeryüzünde kalma. Acıkınca kızgın geçimsiz, aslı
kötü bir köpek oluyorsun. Karnın doyunca murdarlaşıyor, ayak üstünde
duran ve hiçbir şeyden haberi olmayan bir duvar kesiliyorsun.
Şu halde sen bir zaman
pis, murdar bir hale geliyor, bir zaman köpekleşiyorsun. Aslanların
yolunda nasıl yürüyebilecek, nasıl koşup seğirteceksin? Sana
avlanmakta yarayan ancak köpektir. Bunu böyle bil de köpeğe daha az
miktarda kemik at. Çünkü köpeğin karnı doyarsa daha ziyade
serkeşleşir. Bu serkeşlikle ava istediğin gibi gider mi?
O Bedeviyi, oraya
yoksulluk çekiyordu. Nihayet o kapıyı, o devleti gördü. O penahı
olmayan yoksula padişahın ihsanını hikaye etmiştik. Aşık, aşk
diyarında ne söylerse söylesin, ağzından aşk kokusu duyulur. Fıkıhtan
bahsetse ağzından hep yokluğa ait sözler çıkar; o sözlerden yokluk
kokusu gelir.
Küfre ait bahis açsa o
bahsinde din kokusu vardır. Şüpheye dair söz söylese sözleri, yakıni
anlatmış olur. Eğri söylese doğru görünür. O ne güzel eğridir ki
doğruyu süsler. Doğruluk denizinden zuhur eden o eğri köpük, feridir.
Saf asıl, o fer’i de saflıkla bezemiştir.
O köpüğü saf ve makbul
bil. Sevgilinin dudağından çıkan azarlayış say. Aşığın, pek de
istemediği o azar, sevgilinin yüzünün hatırı için hoş görülür. Şekeri
ekmek şekline sokar, pişirirsen tadınca yine onda şeker lezzeti
vardır, ekmek lezzeti bulunmaz.
Bir mümin, altından
yapılmış bir put bulsa hiç onu Şamanlara bırakır mı? Bırakmadıktan
başka alır, ateşe atar. Onun ariyet şeklini bu suretle eritip bozar.
Altında put şekli kalmaz. Çünkü suret, ibadete manidir, yol vurucudur.
O putun hakikati, yani
altın; Tanrının bir ihsanıdır. Sonradan put şekline sokulmuştur.
Altın, Tanrı ihsanı olup altınlık nasıl bu ihsan için ariyet put
şeklide altın için arızi bir surettir. Bir pire için yepyeni kilimi
yakma. Sineğin verdiği baş ağrısı yüzünden gününü zayi etme.
Surette kalırsan
putperestsin. Her şeyin suretini bırak, manaya bak. Hacca gidersen hac
yoldaşı ara. Ama ha Hintli olmuş, ha Türk, ha Arap. Onun şekline
rengine bakma; azmine ve maksadına bak. Rengi kara bile olsa değil mi
ki seninle aynı maksadı güdüyor, aynı senin rengindedir, sen ona beyaz
de.
Bu hikaye parça buçuk
söylendi (araya sözler karıştı, başka hikayeler girdi.) Aşıkların işi
gibi başsız, ayaksız nakledildi. Fakat hakikatte başı yoktur, ezel
gibi evveline evvel bulunmaz. Sonu da yok. Ebetle eş!
Hatta su gibidir; her
katrası hem baştır, hem ayak. Hem de başsız, ayaksız koşup gider.
Haşa, bu hikaye değil, kendine gel! Bizim ve senin bugünkü halimizdir,
dikkat et! Kuvvet ve kudret sahibi olan sofilerin yanında geçmiş
anılmaz.
Arap da biziz, testi de
biziz, padişah da biziz, hepsi biziz. Ezelde mahrum olanlar, bunu
anlamaktan mahrum kaldılar. Aklı erkek bil. Kadın da bu nefis ve
tabiattır. Bu ikisi zulmete mensup ve münkirdirler; akıl ise ışıktır.
Şimdi dinle, asıl inkar
neden meydana geldi, Şundan: küllün çeşit, çeşit cüzileri vardır. Bu
küllün cüz’ü, cüzülerin külle nispeti gibi değildir (terkip kabul
etmez); gülün cüz’ü olan gül kokusu gibi de değildir.(cüzülenmez. Bu
cüz ve kül itibaridir).
Yeşilliğin letafeti
güldeki güldeki letafetin (itibari olarak) cüz’ü olduğu gibi kumrunun
sesi de (yine itibari olarak) bülbül nağmesinin bir cüz’üdür. Eğer bu
husustaki müşkül şeyleri anlatmaya, onlara cevap vermeye koyulsam
susamışlara ne vakit su vereceğim?
Eğer sen, burada müşkül
vaziyete düştüysen sabret. Sabır, gamdan kurtulmak için anahtardır.
Sakın, endişelerden sakın! Fikir aslan ve yaban eşeğidir, gönüller de
ormanlıklar. Perhizler, ilaçların başıdır. Çünkü kaşınma, uyuzluğu
arttırır. Perhiz, şüphe yok ki ilacın aslıdır. Düşüncelerden perhiz et
de can kuvvetini gör!
Sen, kulak gibi bu
sözlere kabiliyet kazan da sana altından küpe takayım. Küpe de ne?
Altın madeni olursun Aya, Süreyya’ya kadar yükselirsin. Önce şunu duy
ki bu muhtelif halkın canları da “elif”ten “ya” ya kadar olan harfler
gibi muhteliftir.
Bir yüzden baştan ayağa
kadar hepsi birse de yine muhtelif harflerde birbirlerine benzerlik
yoktur. Harfler; bir yüzden birbirlerine zıt, bir yüzden birbirleriyle
bir, bir yüzden faydasız ve alaydan ibaret, bir yüzden tamamı ile
faydalı ve ciddidir.
Kıyamet günü her şeyin
Tanrıya arz edileceği, Tanrı tarafından görülüp sorulacağı en büyük
bir gündür. Kendisini göstermeyi süslenip bezenen kişi ister. O
görünüş günü; Hindu gibi yüzü kapkara olan kişiye rüsvay olmak
nöbetinin gelip çattığı gündür, Yüzü güneş gibi olmayan, ancak yüzünü
peçe gibi örten geceyi ister.
Dikeninde bir gül
yaprağı bile bulunmadığından baharlar onun sırlarına düşman
kesilmiştir. Fakat bahar, baştan ayağa kadar gül ve süsen olana iki
aydın gözdür. Manadan mahrum olan diken, gül bahçesiyle bir arada
bulunabilmek için güz mevsimini ister güz mevsimini!
Çünkü güz, hem gülün
öğünecek halini, hem dikenin ayıbını örter. Bu suretle sen de onun
rengiyle bunun halini görmezsin. Şu halde güz, dikenin hayatıdır,
baharıdır. Çünkü güzün ikisi de bir görünür. Ama bahçıvan, gülü güzün
de görür. Bu bir kişinin görüşü yok mu? Yüzlerce cihanın görüşünden
iyidir.
Zaten Cihan o bir
kişiden ibarettir. Geri kalanlar, hep onun tabileridir, hep onun
yüzünden geçinenlerdir. Onun için bütün güzel çiçekler “ Müjde, müjde;
işte bahar gelmekte “ deyip dururlar; Çiçekler, akarsu zinciri gibi
parlamak, meyveler, tomurcuklanmak için hep baharı isterler. Baharda
çiçek dökülünce meyve baş gösterir. Ten de harap olunca can görünür.
Meyve manadır, çiçek
onun sureti. O çiçek, müjdedir, meyve de nimeti! Çiçek döküldü mü
meyve meydana çıkar. O kayboldu mu bu fazlasıyla görünür. Ekmek
kırılıp yenmeyince kuvvet verir mi; salkımlar sıkılmadıkça şarap olur
mu? Hileli, ilaçların arasında kırılıp ezilmedikçe ilaçlar, nereden
sıhhati arttıracak?