Her yavru,
anasının ardından gider... bununla da cinsiyet anlaşılır. Adem oğluna
süt, göğüsten gelir, eşeğin sütü de bedeninin yarısından, aşağılık
tarafından akar. Adalet taksimcidir, bölüşülecek şeyleri o
bölüştürür... fakat şaşılacak şey şu ki bunda ne cebir vardır ne de
zulüm! Cebir olsaydı pişmanlık olur muydu? Zulüm olsaydı Tanrı’nın
koruması olur muydu?
Gün geçti, ders
yarına kaldı... sırrımız hiç güne sığar mı ki? Ey kötü kişinin
yaltaklanmasına inanan, sözleri doğru sayan, sen su habbelerinden bir
kubbe yapmışsın ama o öyle bir çadır ki ipleri pek kuvvetsiz, hile
yıldırıma benzer... onun ışığıyla yolcuların, yolu görmelerine imkan
yok! Bu alemde de bir şey yok, bu alemdekilerde de! Her ikisi de
vefasızlıkta aynı gönüle sahip!
Dünyanın oğlu dünya
gibi vefasız... sana yüz tutar ama o, yüz değildir, arkadır! Fakat o
cihanın ehli, o cihan gibi ebedi olarak ihsan ve keremdeki
ahitlerinde, peymanlarında dururlar! Hiç iki peygamberin birbirine zıt
olduğunu, birbirlerinin mucizesini kapıp aldığını gördün mü? O alemin
meyvesi solar, bozulur mu? Akla mensup neşe kederlenmez ki!
Nefis, ahdinde
durmaz; o yüzden gebertilecek bir şeydir ya! Kendisi de alçaktır,
kıblegahı da alçaktır. Nefislere de bu alçaklar topluluğu layıktır...
ölüye mezarın, kefenin layık olduğu gibi! Zekidir, ince şeyleri
bilir... bilir ama değil mi ki kıblesi dünyadır, onu ölü bil sen!
Tanrı’nın vahiy suyu
bu ölüye ispat etti de ölü topraktan bir diri zuhur etti. Fakat sen
vahiy gelmedikçe sakın o yüzüne sürdüğün ömrü uzun olasıca kırmızılığa
güvenip aldanma, gururlanma ha! Nazardan düşücü olmayan bir ses, bir
şöhret... batmayan bir güneşe mensup parlaklık ara! O ince hünerler, o
dedikodular, Firavun’un kavmine benzer, ecel Nil nehrine!
Onları parlaklığı
kemerleri, sayvanları ve büyüleri, halkı boyunlarından zorla çeker
ama, Hepsini de büyücülerin büyüsü bil... Ölümse ejderha haline gelen
o sopadır. Bütün büyüleri bir lokma yaptı da yuttu... geceyle dolu
olan bir alemi sabahın yalayıp yutması gibi hani!
Fakat o yutmakla
sabahın nuru artmadı ki... evvelce nasılsa yine de öyle! Çokluk,
fazlalık eserdedir, zatta değil... zata ne artma vardır, ne eksilme!
Tanrı alemi yaratmakla çoğalmadı, artmadı... zaten önce olmayan şimdi
olmuş değildir ki! Fakat halkın yaratılmasıyla eser çoğaldı, arttı.
Yalnız bu iki artmanın arasında hayli fark var! Eserin artması onun
zuhurudur... bu suretle sanatları ve işi zahir olur, görünür. Zatın
artmasına gelince bu, o zatın sebeplere bağlı ve sonradan meydana
gelmiş olduğuna delildir.
Musa, büyü de insanı
şaşırtır... ben ne yapayım ne işleyeyim? Halk, mucizeyle büyüyü ayırt
edemez ki dedi. Tanrı dedi ki: O fark edişi ben onlarda izhar eder,
doğruyu eğriyi ayırt edemeyen aklı görür, bilir bir hale getiririm.
Onlar deniz gibi köpürdüler ama korkma ya Musa, sen üstün olacaksın!
Sihir, zamanında
övünülecek bir şeydi... fakat asa ejderha olunca bütün sihirler
utanılır bir şey oluverdi! Herkes güzellik şirinlik davasındadır ama
şirinliklere mihenk taşı ölümdür! Büyü de geçti gitti, Musa’nın
mucizesi de... her ikisinin de varlık damından leğenleri düştü! Büyü
leğeninin sesinden yalnız lanet kaldı; din leğeninin sesinden de
yalnız yücelik!
Mihenk taşı, erkekte
de yok, kadında da... o gizli kalmış; artık ey kalp, gel, safa karış
da laf et, tam sırası! Lafın tam zamanı şimdi... çünkü mihenk yok
ortada, artık seni yüce tutarlar, elden ele gezersin ey kalp! Kalp her
an gururlanır da der ki ben daima senin gibiyim a altın... ne vakit
senden aşağıyım ki?
Altında evet ey kapı
yoldaşı, der...fakat mihenk geliyor hazırlan hele! Bedenin ölümü, sır
ehli için bir hediyedir...halis altına makastan ne noksan gelir ki?
Kalp, eğer sonuna baksaydı sonradan kararacağına önceden kararırdı:
önceden kararınca da nifaktan, kötülükten uzak kalırdı.
Fazilet ve ihsan
kimyasını isteseydi aklı, hilesinden üstün olurdu. Gönlü kırık bir
hale gelince de kendisini anlar, kırıkları düzelten Tanrı’yı önünde
görürdü. Davacı, sonunu görünce kırık, sınık bir hale gelir de derhal
bağlanır, sarılır, kırıklığı geçiverir!
Tanrı ihsanı,
bakırları iksire doğru sürer götürür... fakat o altın yaldızlı, bu
ihsandan mahrum kalır. Ey altın yaldızlı, davaya kalkışma da sana
müşteri olan hep böyle kör kalmaz, sen onu gör! Mahşer nuru, onların
gözlerini açar... onların gözlerini sen bağlıyordun ya... bu yüzden
rüsvay olursun sen!
İşin sonunu gören,
canların ve gözlerin hasedini çeken kişileri gör! Bir de bu günkü
gören kişileri seyret! Bunlar, içleri bozuk kişilerdir... asıldan baş
çekmişler, ayrılmışlardır! Bugünü görenlere, bu yüzden bilgisizlikte
ve şüphede kalanlara göre suphu sadıkla suphu kazibin ikisi de birdir.
Suphu kazip, yüz
binlerce kervanı helak yeliyle süpürmüş, gitmiştir civanım! Cihanda
hiçbir nakit yoktur ki o, isteklileri yanıltmasın... vay o kişinin
canına ki mihengi makası yoktur!
Ebu Süleyman dedi
ki: ben de Ahmet’im... Ahmet’in dinini hileyle vurup kıracağım! Ebu
Süleyman’a de ki: Pek kibirlenme, işin önüne bakıp böbürlenme, sonuna
bak! Başına adam toplama hırsıyla kılavuzluğa kalkışma... kılavuza uy,
ardından git de önünde mum gidedursun, sen de yolunu gör!
Mum, ay gibi
maksadını gösterir... bu tarafta tane var, yahut burası tuzak der!
Elinde bir ışık oldu mu istesen de istemesen de doğan iziyle karga
izini görür, ayırt edersin! Fakat mumun yoksa buna imkan yoktur. Çünkü
bu kargalar hilekardır... akdoğanların seslerini öğrenmişlerdir.
Yiğit, hüthüdün
sesini öğrense de nerede hüthüdün sesi, Seba’nın haberi? Arızi sesi,
asıl sesten bil...padişahların taçları, hüthütlerin taçlarından
alınmadır! Dervişlerin sözleriyle ariflerin nüktelerini şu hayasızlar,
dillerine dolamışlardır. Eski ümmetlerin helak olması, hep katı taşı
öd ağacı sanmalarındandır!
Onu anlayacak,
meydana çıkaracak temyiz kabiliyetleri vardı ama hırs ve tamah, insanı
kör ve sağır eder! Körlerin körlüğü rahmetten uzak değildir, onlara
acınır. Fakat hırs körlüğüne özür yoktur! Padişahın çarmıha gerdiği
adama acınır, fakat haset çarmıhına gerilen bağışlanmaz!
A balık, sonuna bak
işin, oltaya değil! Fakat pis boğazlığın, senin işin sonunu gören
gözünü kapattı! İki gözle evveli sonu gör... kendine gel, iblis gibi
tek gözlü olma! Tek gözlü ona derler ki yalnız içinde bulunduğu hali
görür... hayvanlar gibi başka şeyden haberi yoktur.
Öküzün iki gözünü
çıkarmanın cezası bir gözü çıkarma cezasıdır... çünkü onda şeref
yoktur ki! Öküzün iki gözü, değerinin yarısıdır... çünkü onun iki
gözle yapacağı şeyi, sen ona yaptırabilirsin! Fakat bir insanın tek
gözünü çıkarsan değerinin yarısını vermek gerek! Zira insan gözü,
başlı başına başka birinin yardımı olmaksızın bir iş görebilir!
Eşeğin gözü, işin
sonunu görmediğinden eşek, çift gözlü olsa da tek gözlü hükmündedir.
Bu sözün sonu yoktur... o hafif akıllı, ekmek tamahı ile padişaha
mektup yazmaya koyuldu.
Mektubu yazmadan
mutfak eminine gitti... ey cömert padişahın mutfağındaki hasis adam,
dedi... nafakamdan bu kadar şey kesmek padişahtan, padişahın
himmetinden uzaktır! Mutfak emini dedi ki: öyle iktiza etmiştir de
ondan kesmiştir... ne hasisliktendir bu, ne de darlığından!
Köle, hayır dedi...
vallahi bu söz, bu emir, padişahın değildir... padişahın yanında eski
altın bile topraktır adeta! Mutfak emini, ona on türlü delil
getirdi... fakat o hırsından hepsini reddetti. Kuşluk vakti nafakası
az gelince bir hayli söylendi, kötü sözler söyledi, fakat hiçbir
faydası olmadı.
Dedi ki: siz bunu
kasten yapıyorsunuz. Mutfak emini “ hayır biz emir kuluyuz!” bunu
feri’den sanma, asıldandır bu... yaya pek kabahat bulma, oku atan
koldur. “Attığın vakit sen atmadın” ayeti bir iptiladır... fakat
Peygambere de pek günah bulma; bu iş Tanrı’dandır!
“A gözü kamaşmış
adam, su baştan bulanıktır... gözünü bir iyice aç da işin önüne bak!”
dedi. Köle kızgınlıkla, dertle bir bucağa çekildi, padişaha
kızgınlığını bildirir bir mektup yazdı. Mektupta padişahı övdü... onun
cömertlik incilerini deldi!
“Ey avucu, hacetler
isteyeni hacetini vermede denizden de cömert olan, buluttan da cömert
olan! çünkü bulut verir ama ağlaya ağlaya verir... halbuki senin elin,
gülerek biteviye sofralar yayar” dedi. Mektubun zahiri medihti ama o
medihlerden kızgınlığının kokusu duyuluyordu.
Senin işin de tıpkı
onun işi gibi nursuz ve çirkin... çünkü sen, yaradılış nurundan
uzaksın, uzak! Bayağı kişilerin işi kesatlıdır... taze meyve gibi o,
çabucak bozulur, çürür! Dünyanın parlaklığı ve revacı da ondan kesat
bulur... çünkü o, oluş ve bozulmuş alemindendir. Methedende kin oldu
mu onun karihasından doğan medihler, insana hoş gelmez! Gönül, kinden,
pislikten arın da sonra çevikçe hamd suresini oku! Ağzınla hamd
ediyorsun ama için bunu reddetmede... dilindeki hamd, ya şeytanlıktır,
ya efsun!
İşte onun için Tanrı “Ben dışa bakmam, içe bakarım” dedi.
Bu ovanın ne başı
var zaten, ne sonu... o köle de mektubuna cevap gelmediğinden sıkılıp
duruyor! Ne şaşılacak şey, padişah neden bana cevap yazmadı... yoksa
kızgınlığından mektubu götüren bir hıyanetlikte mi bulundu? Mektubu mu
gizledi, yoksa padişaha vermedi mi? Acaba bir münafık mıydı, saman
altından su mu yürüttü?
Tecrübe için başka
bir mektup yazar, hünerli, terbiyeli bir başka elçi arar bulurum
demekte, Cahilliğinden o bihaber, padişahı, mutfak eminini, mektup
götüreni ayıplamaktaydı. Hiç ben din yolunda eğri gittim, gavurluk
ettim diye kendisine gelmiyor, kusuru kendinde bulmuyordu
O kötü zanda bulunan
köle kınamalarla, feryadu figanlarla dolu bir mektup daha yazdı. “
Bundan önce padişaha bir mektup daha yazdım... fakat bilmem eline
değdi mi?” dedi. Güzel yüzlü padişah o mektubu da okudu; ona da cevap
vermedi, seslenmedi.
Padişah ona
aldırmamaktaydı... o da tam beş kere padişaha mektup yazdı. Nihayet
perdeci başı “ o da sizin kulunuz... bir cevap verseniz değer. Cevap
verirseniz, bir kula, bir köleye lutuf ile bakarsanız
padişahlığınızdan ne eksilir ki?” dedi.
Padişah dedi ki: bu
kolay... fakat köle sersem... ahmak adam çirkindir, Tanrı merdududur.
Suçunu, kabahatini affederim ama illeti bana da sirayet eder sonra!
Bir uyuz, yüz kişiyi uyuz eder... hele bu hareketi beğenilmez habis
uyuz , büsbütün beterdi!
Kafir bile
akılsızlık uyuzuna tutulmasın... yoksa şumluğu, bulutta bile yağmur
bırakmaz! Şumluğu yüzünden buluttan bir katra yağmur yağmaz... şehir,
onun baykuşluğu yüzünden viraneye döner! O ahmakların uyuzluğu
yüzünden Nuh tufanı, koca bir alemi kötülüklerle yıktı gitti!
Peygamber “ Kim
ahmaksa düşmanımızdır... yol kesen gulyabanidir... akıllıysa
canımızdır; ondan gelen serin esinti ondan gelen rüzgar bize
fesleğendir. Akıl, bana sövse razıyım... çünkü benim feyiz
vericiliğimden bir feyze sahiptir. Onun sövmesi faydasız değildir...
boş elle kalkıp konukluğa gelmez.
Ahmak, ağzımı helva
tıksa onun helvasından hastalanır, ateşlenirim! dedi. Latifsen. Gönlün
aydınsa şunu iyice bil: eşek götünü öpmede bir lezzet yoktur! Faydasız
yere bıyığını pis pis kokutur... yemek yemeksizin elbise, onun
tenceresiyle kararır! Yemek dediğim akıldır, ekmek ve kebap değil...
oğul, cana gıda akıl nurudur.
İnsana nurdan başka
bir yiyecek yoktur... o candan başka bir şeyle beslenip yetişmez
insan. Bu yiyecekleri yavaş yavaş azalt... çünkü bunlar, eşek
gıdasıdır, hür adamın gıdası değil! Bunları azalt da asıl gıdayı
almaya kabiliyetin olsun, nur lokmalarını yiyesin!
Bu ekmeğin ekmek
oluşu, o nurun aksiyledir... bu canın can oluşu, o canın feyziyledir.
Bir kerecik nur yemeğini yedin mi ekmeğin başına da toprak saçarsın,
tandırın başına da! Akıl, iki akıldır: Birincisi kazanılan akıldır...
sen onu mektepte çocuk nasıl öğrenirse öyle öğrenirsin.
Kitaptan, üstattan,
düşünceden, anıştan, manalardan, güzel ve dokunulmadık bilgilerden.
Aklın artar, başkalarından daha fazla akıllı olursun... fakat bu
ezberlemekle de ağırlaşır, sıkılırsın! Geze dolaşa adeta bir ezberleme
levhası kesilirsin... halbuki bunlardan geçen Levhimahfuz olur!
Öbür akıl, Tanrı
vergisidir... onun kaynağı candadır. Gönülden bilgi ırmağı coştu mu ne
kokar, ne eskir, ne de sararır! Kaynağın yolu bağlı ise ne gam! Çünkü
o anbean ev içinden çoşup durmaktadır!tahsil ile elde edilen akıl,
ırmaklara benzer... o, şuradan buradan çıkar, evlere gider. Yolu
kapandı mı çaresiz kalır, akmaz! Sen, çeşmeyi gönlünde ara.