O ahmak adam,
sevgilisini yapayalnız görünce hemencecik kucaklamaya, öpmeye
kalkıştı. O güzel, “Küstahlık etme, edepsizliğin lüzumu yok, aklını
başına al” diye heybetle bir bağırdı. Aşık “Burası ıssız, halk yok...
su ortada, benim gibi de bir susuz!
Burada rüzgardan
başka kımıldayan yok... kim var, kim bu açılıp saçılmamıza mani
olacak?” dedi. Sevgili dedi ki: “A deli herif, meğerse sen
budalaymışsın... akıllılardan bir şey duymamış, işitmemişsin! Rüzgarı
esiyor gördün mü bil ki burada onu bir estiren, bir harekete getiren
var.
Tanrı sanatının
dilediği gibi iş görme yelpazesi, bu rüzgarlara dokunmada, onu estirip
durmada! Bizim hükmümüzde olan ehemmiyetsiz ve cüz’i bir rüzgar bile
yelpazeyi sallamadıkça esmez.
A aptal adam, bu
cüz’i rüzgar bile sen ve yelpaze olmadıkça meydana gelmez. Dudaktaki
nefes yeli de canın, bedenin emrine tabidir, onların emriyle harekete
gelir. Gah o nefesle birisini över,birisine haber yollarsın... gah
birini kınar, aleyhinde bulunur, söversin!Buna bak da öbür rüzgarların
hallerini de bil...akıllılar cüz’de küllü görürler.
Tanrı, rüzgarı gah
bahar rüzgarı yapar, gah kışın onu, bu güzellikten soyar, ayırır. Ad
kavmine kasırga halinde getirir, Hud Peygambere ise aynı rüzgarı güzel
kokulu bir halde estirir. Bir rüzgarı zehirli sam yeli haline sokar;
sabah rüzgarını da gelişi kutlu bir hale kor.
Her türlü yeli
onunla mukayese edesin diye sana da bir nefes yeli verdi. Lutuf ve
kahır yeli olmadıkça söz olmaz... söz, bir bölük halka baldır, bir
bölüğüne zehir! Yelpaze, birisini serinlendirmek için sallanır...
fakat sivrisineklerle kara sinekleri de kahretmek içindir!
Artık Tanrı
takdirinin yelpazesi, neden mihnetlerle, belalarla dolu olmasın?
Mademki cüz’i olan
nefes rüzgarı, yahut yelpazenin çıkardığı yel bile ya bir şeyi bozmak,
ya bir şeyi düzene koymak için esmekte... Bu şimal rüzgarı, bu seher
ve bu batı yeli nasıl olurda lutuftan, ihsandan uzak olur? Bir avuç
buğdayı gördün mü ambarı düşün, ambarı gör... anla ki ambardakiler de
hep böyle.
Gökyüzünün rüzgar
burcundan kopup gelen bütün rüzgarlar da o rüzgarı koparanın yelpazesi
olmasa nasıl eser? Ekinciler, ekin devşirme zamanı harman başında
Tanrı’dan rüzgar istemezler mi?
İsterler...
buğdaydan samanı ayırmak, buğdayı ambara koymak, yahut kuyulara gömmek
için rüzgar isterler. Rüzgar gecikti mi hepsinin de Tanrı’ya
yalvarmaya başladığını görürsün. Doğum zamanı da böyledir... o doğum
yeli, o doğum sancısı gelmezse eyvahlar olsun, aman yarabbi seslerini
duymaya başlarsın. Rüzgarı onun gönderdiğini bilmeseler yalvarmanın
manası mı kalır?
Yelkenli gemiye
binenler de rüzgar dilerler, Tanrı’dan bir uygun yel isterler. Diş
ağrısı da yelden olursa yana yakıla tamam bir itikatla Tanrı’dan o
yelin yatışmasını dilersin. Askerler de yalvarıp yakarırlar,
Tanrı’dan, “Ey muradımızı veren Rabbim, sen bize bir zafer rüzgarı
ver” diye dua ederler. Doğum gecikince, gebenin yakınları, her azizden
muska isterler.
Hepsi de adamakıllı
bilir ki rüzgarı, Alemlerin Rabbi Tanrı göndermekte. Zaten her bilen
kişi, aklen bilir ki hareket edenin bir hareket ettiricisi vardır. Sen
onu gözünle görmüyorsan eserleri görünüyor ya... onlara bak da anla!
Beden de canla
hareket eder: fakat canı görmezsin. Görmezsin ama tenin hareketine bak
da canı anla! Aşık, “Edebe riayet bakımından aptal bile olsam vefada,
istekte akıllıyım, anlayışlıyım” dedi. Sevgili dedi ki: “Eğer şu
görünen hareket, edebe riayetse artık ötesini sen daha iyi bilirsin!
Edep buysa o gömülü
olan, o henüz görünmeyen huyların, mutlaka bundan beter olacak... bunu
iyice anladık, bildik!
Bu testiden ne
sızmışsa bundan sonra da şüphe yok, aynı şey, aynı tarzda sızıp
duracak!