Arap beyleri toplanıp
Peygamberin yanına gelerek çekişmeye başladılar. Dediler ki: Sen bir
beysin... bizim de her birimiz birer beyiz! Şu beyliği bölüşelim,
ülkenin sana düşen kısmını al! Her birimiz, kendisine düşen bölüğe
razı olsun; sen de artık bizim hissemizden el yıka.
Peygamber dedi ki: Bana
beyliği Tanrı verdi... o, bana başbuğluk ve mutlak bie beylik ihsan
etti.
Buyurdu ki: Bu devir,
Ahmed’in devridir, bu zaman, Ahmed’in zamanı... kendinize gelin de
onun emrine uyun!
Kavim, biz de Tanrının
takdiri ile hükmediyoruz... bize de beyliği veren Tanrıdır dedi.
Peygamber fakat dedi... Tanrı, bana beyliği bir mülk olarak verdi,
sizeyse bir vesileyle iğreti. Benim beyliğim kıyamete dek bakidir...
iğreti beylikse çabucak geçip gider!
Kavim ey emir... çok söyleme;
üstün olduğunu iddia ediyorsun, delilin nedir? dediler. Derhal
Tanrının kahır emri ile gökyüzünde bir bulut peydahlandı. Sel bastı,
bütün o civarı kapladı. O pek korkunç sel şehre yüz tuttu...
şehirliler feryat ederek korkudan kaçışmaya başladılar. Sınama zamanı
gelmişti... şüphenin kalkacağı hakikatin apaçık ortaya çıkacağı
zamandı. Peygamber dedi ki: Her bey mızrağını atsın da şu sel dursun!
Hastalıkta da iyi gıdadan olur, kuvvet de! Beyliğinizi bir sınayalım!
Hepsi mızraklarını attılar. Mustafa’da elindeki sopayı, o buyruklar
yürüten inanmayanları aciz bırakan sopayı attı.
O coşkun inatçı ve şiddetli
sel, bütün o mızrakları saman çöpü gibi önüne katıp sürükledi. Bütün
mızraklar kayboldu... sopaysa bir gözcü gibi suyun üstünde duruyordu!
O sopanın himmetiyle o şiddetli sel, şehirden yüz çevirdi, başka bir
tarafa akıp gitti.
Bu büyük işi gören Arap
beyleri, korkularından hep Mustafa’nın beyliğini tasdik ettiler.
Yalnız hasetleri pek üstün olan üç kişi inanmadı... inatlarından
büyücü ve kahin dediler.
İğreti beylik böyle zayıf
olur... Tanrı vergisi olan beylikse böyle yücedir işte.
Ey soyu sopu belli kişi, o
mızraklarla sopayı görmediysen o beylerin adları ile peygamberin adına
bak. Onların adlarını kuvvetli, şiddetli ölüm seli sildi süpürdü...
fakat Ahmed’in adı ve devleti baki.
Onun nöbetini günde beş defa
vuruyorlar... bu, kıyamete kadar her gün böyle sürüp gidecek! Aklın
varsa sana lütuflarda bulundum... eşeksen eşeğe de asayı getirdim.
Seni bu ahırdan öyle bir çıkarırım ki sopayla başını, kulağını kanlara
boyarım!
Bu ahırdaki eşekler de senin
cefandan aman bulamıyorlar insanlarda! İşte sevilmeyen her eşeği yola
getirmek, terbiye etmek için sopa getirdim ben! Seni kahretmek için o
sopa, bir ejderha kesilir... çünkü sen de işte ve huyda bir ejderha
kesilmişsin. Sen amansız bir dağ ejderhasısın ama gökyüzü ejderhasına
da bak!
Bu sopada cehennemden bir
hisse var... kendine gel de aydınlığa kaç. Yoksa benim dişlerimin
arasında kalırsın... benim kahrımdan seni kimse kurtaramaz demektedir.
Tanrının cehennemi nerede demeyesin diye bu, bir sopayken şimdi
ejderha olmuştur.
Tanrı, nereyi isterse orasını
cehennem yapar... gökyüzünün yücelerini kuşa ökse ve tuzak haline
getirir. Dişlerine bir ağrı verir ki bu diş ağrısı cehennem, ejderha
dersin. Yahut da tükürdüğünü bal haline kor... bu, cennet ve cennet
elbiseleri dersin! Dişlerinin dibinden şeker bitirir... bu suretle
kaderin hükmünü anlar bilirsin!
Şu halde dişlerinle
suçsuzları ısırma... çekinemeyeceğin, kurtulamayacağın silleyi düşün.
Tanrı Nil’i Kıpti’lere kan haline getirdi... İsrail oğullarını da
beladan korudu. Buna bak da Tanrının yoldaki aklı başında kişiyle
sarhoşu ayırt ettiğini anla. Nil bu ayırt edişi Tanrıdan öğrendi de
buna ihsanlarda bulundu, öbürünü sıkıca bağladı. Tanrı lütfu, Nil’e
akıl verdi... kahrı ise Kabil’i sersemleştirdi. Keremi ile cansız
şeylerde akıl yarattı... kahrı ile aklının aklını aldı. Lütfuyla
cansız şeyde akıl peydahlandı... kahrı ile bilgi akıllardan kaçtı.
Emri ile oraya yağmur gibi akıl yağdı... bunun aklıysa Tanrı hışmını
görüp kaçtı gitti!
Bulut, güneş, ay ve
yücelerdeki yıldızlar... hepsi de bir nizamla gelirler, giderler. Her
biri, ancak vaktinde gelir... vaktini ne geciktirir, ne de erken gelip
çatar. Bunu nasıl oldu da peygamberlerden anlamadın sen? Onlar, taşa
sopaya bilgi ihsan ettiler. Bunları gör de diğer cansız şeyleri de
şüphesiz bir halde sopaya, taşa kıyas et! Taşla sopanın itaati meydana
çıkar, görünürde öbür cansız şeylerin halinde de haber verir... onlar
da “Biz, Tanrıyı biliriz, ona itaat ederiz... hepimiz de tesadüfen
halk edilmiş abes şeyler değiliz” derler.
Nil suyuna bak da anla...
boğarken iki ümmetin arasını ayırt etti ya! Yer, nasıl Karun’u
kahredip sömürdü; onu nasıl bildiyse Nil’i de öyle bilgi sahibi bil.
Ay da öyle... emri duyunca derhal gökyüzünde yarıldı, ikiye bölündü ya.
Nerede bir ağaç ve taş varsa
Mustafa’yı görünce apaçık selam verdi ya! İşte cansızların hepsini de
böyle bil, böyle tanı!
Dün birisi, alem, sonradan
yaratıldı... bu gökyüzü fanidir, varisi Hak’dır diyordu. Bir filozof
dedi ki: Sonradan yaratıldığını nasıl biliyorsun? Yağmur bulutun
sonradan yaratıldığını nasıl bilir? Bu değişip duran alemden sen, bir
zerre bile değilsin... öyle olduğu halde güneşin sonradan
yaratıldığını ne bilirsin ki?
Pislik içinde gömülü olan bir
kurtcağız, yeryüzünün evvelini, sonunu nereden bilecek? Sen bu sözü
babandan duydun... taklitle aptallığından ona sarıldın? Sonradan
yaratıldığına delil nedir? söyle; yoksa sus, fazla söylenmeye kalkma!
Adam dedi ki: Bu derin
denizde bir gün iki bölük halkın bahse giriştiklerinin gördüm. Onlar
çekişir bahsederken halk onların başına üşüştü. Ben de kalabalığın
arasına karıştım, onların sözlerini, hallerini anlamak için durdum,
bekledim.
Bir bölüğü alem fanidir...
şüphe yok ki bu yapının bir yapıcısı var diyordu. Öbür bölüğün bu alem
kadimdir, evveli yoktur, yaratıcısı yapıcısı da yoktur... varsa bile
kendisidir diyordu.
Tanrıya inanan, yaratıcıyı
inkar ettin... geceyle gündüzü getirip götüren ve rızk veren Tanrıya
münkir oldun, dedi.
Filozof ben dedi... delilsiz
sözü dinlemem, taklide ancak ahmak olan kapılır! Hadi delilini
göster... yoksa bu alemde delilsiz söz dinlemem ben!
Mümin dedi ki: Delil,
canımdadır... canımın içinde gizli delilim var! Senin gözün zayıftır,
hilali göremezsin; fakat ben görüyorum, bana kızma.
Dedikodu uzadıkça uzadı...
dinleyenlerde bu bezenmiş alemin başına, sonuna hayran olup kaldılar.
Mümin dostum dedi... gönlümde bir delil var... bence, bu, alemin
sonradan yaratıldığına bir alamet! İyice inanmışım... inancımın
nişanesi de şu: İyice inanan ateşe bile girse, aşılardaki aşk sırrı
gibi ona bir ziyan gelmez, yanmaz, mahvolmaz! Sözlerinin sırrı, ancak
yüzümün sarılığından, zayıflığından anlaşılır. Yanaklara akan kanlı
göz yaşları, sevgilinin güzelliğine delildir.
Filozof, ben halkın hepsine
de delil olamayan bu şeylere ehemmiyet vermem, bunları delil saymam,
dedi.
Mümin dedi ki: Kalp akçe ile
halis akçe bahse girişseler... halis akçe, sen kalpsın; ben halisim,
iyiyim dese, son sınama ateştir... bu iki arkadaş ateşe düştüler mi.
Halkın ileri gidenleri de hallerini anlar, alelade olanları da...
herkes, şüpheden kurtulur, onların ne olduklarını iyice anlar bilir.
Canım, su ve ateş de gizli
olan halis akçayla kalpı sınamak, için yaratılmıştır. Sen ve ben...
ikimiz de ateşe girelim... bu işe şaşıp kalanlara baki bir delil
olalım! Ben de, sen de birden denize dalalım... çünkü ben de bu halka
bir delilim sen de!
Öyle yaptılar; ateşe
girdiler... ikisi de kendilerini kızgın ateşe attılar. Tanrı var diye
iddia eden kurtuldu öbür haramzede yandı, mahvoldu. Bu haberi
müezzinden duy... ham ruhun körlüğünü bir kat daha arttırır!
Ecelle ölümle Mustafa’nın adı
yanmamıştır... çünkü o adın sahibi ileriden ileriydi uludan ulu. Bu
devirde bahse girişenlerin yüz binlercesi münkirlerin perdelerini
yırtmıştır.
Müminle filozof bu işe karar
verdiler... mucizelerin devam ettiği zuhur etti; doğru olan galip
oldu... bu cevaptan anladım ki alemin evveli vardır, bu gök kubbe
sonradan yaratılmıştır diyen haklıdır. Münkirin getirdiği delilin yüzü
daima sarıdır... o inkarın doğruluğuna nerede bir nişane?
Münkirlerin övüldüğü bir
minare nerede? Alemde böyle bir minare göster bana da onların
doğruluğuna nişane olsun. Hani nerede bir mimber ki oraya birisi
çıksın da bir münkirin zamanını ansın. Paraların üstüne basılan
peygamber adları, kıyamete kadar onların doğruluğuna alamettir.
Padişahların paraları değişir
duru... fakat Ahmed’in parası, kıyamete dek sürer gider! Altın olsun,
gümüş olsun... bir paranın üstünde bir münkirin adını gösterene!
Hadi bunu mucize sayma! Peki
bir de güneş gibi apaydın olan ve adına Ümmül Kitap denen yüz dilli
Kuran’a bak! Kimsenin ondan bir harfi çalmaya, yahut sözüne bir söz
katmaya ne haddi var, ne kudreti.
Üstünün dostu ol ki üstün
olasın... kendine gel be hey azgın, mağluplara dost olma! Münkirin
delili, ancak ve ancak şudur: Ben şu görünen yurttan başka bir şey
görmüyorum! Hiç düşünmez ki nerede bir görünen şey varsa o, gizli
hikmetleri haber vermededir.
Her görünen şeyin faydası,
faydanın ilaçlarda gizli oluşu gibi o şeyin içinde gizlidir.