Sen de Edhem
gibi devlet ve saltanatı hemencecik terk et de ebedi bir saltanata
eriş! İbrahim Edhem, geceleyin tahtında uyumaktaydı. Gözcüler,
bekçiler de damda gürültü edip duruyorlardı.
Padişah, bekçilerin
hırsızları ve kötü kişileri defetmelerini istemiyordu. Çünkü
kendisinin adalet sahibi olduğunu, kendisine hiçbir kötülük
gelmeyeceğini biliyordu, gönlü emindi. Muratları, dilekleri koruyan
adalettir... geceleyin damlarda sopalarını kakıp gezen bekçiler değil!
Fakat padişahın,
rebap sesini dinlemeden maksadı, iştiyaklar çekenler gibi Tanrı
hitabını hayal etmekti. Zurna ve davul sesleri, bir parçacık o külli
nefirin, kıyamet gününde çalınacak olan Sur’un sesine benzer.
Hakimler, bu musuki
nağmelerini göklerin dönüşünden aldık demişlerdir. Halkın tamburla
çaldığı, ağızla söylediği bu şarkılar, nağmeler, hep göğün
hareketinden alınmadır. Müminler derler ki cennetin tesiriyle bütün
kötü ve çirkin sesler de latif olur.
Biz hepimiz Adem’in
cüz’üleriydik...cennette o nağmeleri dinledik, duyduk! Gerçi suyla
toprak, bize bir şüphe verdi ama yine o nağmeleri birazcık
hatırlıyoruz. Fakat musibet toprağıyla karıştıktan sonra bu zir ve bem
perdeleri, nereden o nağmeleri verecek?
Su, sidik ve
pislikle karışınca bozulur, mizacı acı ve sert bir hale gelir. İnsanın
cesedinde de birazcık su vardır... sen onu sidik bile saysan yine
ateşi söndürür ya! Su, pis bile olsa yine tabiatı bakidir... o
tabiatla gam ateşini söndürür!
İş bu yüzden güzel
sesi dinlemek aşıklara gıdadır... çünkü güzel ses dinlemede kalp
huzuru ve Tanrı ile birleşme zevki vardır. Adamın içindeki hayaller
kuvvetlenir, hatta hayaller, o güzel sesten, o güzel nağmeden
suretlere bürünür. Suya ceviz atanın ateşi nasıl kuvvetlendiyse aşk
ateşi de güzel seslerle kuvvet bulunur!
Su pek derin bir
yerdeydi... susuzun biri suyun üst tarafında bulunan ceviz ağacına
binmiş, ağacı silkeliyordu. Ağaçtan cevizler, suya düştükçe suyun
sesini dinliyor, sudan meydana gelen habbeleri seyrediyordu. Bir
akıllı adam, bunu görüp dedi ki: Yiğidim bu cevizler, seni susatır!
Suya bir hayli ceviz
düşüyor ama su derinde... senden uzakta! Sen, yukarıdan aşağıya
zahmetlerle ininceye kadar su da onları daha uzağa götürecek! Adam
dedi ki: Benim bu ağaç silkelemeden maksadım ceviz toplamak değil...
görünüşe bakma da maksadıma iyi dikkat et!
Benim maksadım suyun
sesini işitmek ve suda hasıl olan şu habbeleri görmektir. Alem de
susuzun, daima havuzun çevresinde dönüp dolaşmaktan başka ne işi var?
Hacının Kabe’nin çevresini tavaf etmesi gibi o da ırmağın, suyun
çevresinde dolanır, suyun sesini dinler durur!
İşte ey halk ziyası
Hüsameddin, o susuzun maksadı gibi benim de bu Mesnevi’den maksadım
sensin. Mesnevi, ferileri bakımından da, tamamı ile senindir... onu
sen kabul etmişsindir.
Padişahlar, iyiyi de
kabul ederler, kötüyü de ... bir şeyi kabul ettiler mi artık
reddetmezler. Mademki bir fidan diktin, onu sula... mademki açtın
düğümleme! Mesnevi’deki sözlerden maksadım senin sırrın, onu şiir
halinde söylemedeki muradım senin sesindir. Bence sesin, Tanrı
sesidir... aşık, haşa; sevgilisinden ayrılmaz.
Nasın caniyle nasın
rabbi arasında keyfiyetsiz, kıyasa sığmaz bir ulaşma, bir birlik
vardır. Fakat nas dedim, nesnas değil... nas canın canı olan Tanrı’ya
aşina olanlardır, başkaları değil! Nas dediğim adamdır, adam nerede?
Sen adamların başını, görmedin, kuyruksun sen!
Görünüşte o toprağı
atan sen idin, hakikatte Allah idi” ayetini okumuşsun ama cisimden
ibaretsin, cüz’ülerde kala kalmışsın! A ahmak, cisim ülkeni Belkıs
gibi Süleyman Peygamber için terk et! Lahavle diyorum ama sözümden
değil... o kötü düşüncelinin vesveselerinden lahavle demekteyim! Çünkü
o, benim sözlerime karşı hayallere düşmekte, gönlündeki vesveseler ve
şüpheden doğan inkarlar yüzünden hayaller kurmaktadır.
Lahavle diyorum;
yani çaresi yok... çünkü senin gönlünde benim sözlerimin zıddı olan
düşünceler ve sözler var! Sözlerim, boğazına takıldı kaldı, artık ben
sustum... hadi sen, sana layık olanı söyle bakalım!Güzel sesli bir
neyzen ney çalarken ansızın aşağı tarafından bir yeldir çıktı! Neyzen
neyi aşağı tarafına tutarak, hadi bakalım dedi... benden iyi
üfleyeceksen üfle!
Ey müslüman,edep
nedir diye arar sorarsan bil ki edep, ancak her edepsizin
edepsizliğine sabır ve tahammül etmektir. Kimi falan adamın huyu kötü,
tabiatı fena diye şikayet eder görürsen, bil ki bu şikayetçinin huyu
kötüdür; kötüdür ki o kötü huylunun kötülüğünü söylüyor!
Çünkü iyi huylu,
kötü huylulara, fena tabiatlılara tahammül eden, onların kötülüğünü
söylemeyen kişidir. Fakat şeyh, birisinin kötülüğünü söylerse bu,
Tanrı emriyledir kızgınlığa, heva ve hevese uymadan değil!
Onun şikayeti,
şikayet değildir, onu ıslahtır... o şikayet, peygamberlerin şikayetine
benzer. Peygamberlerin sabırsızlığı, bil ki Tanrı emriyledir... yoksa
onların hilmi, kötü şeylere tahammül eder.
Onlar kötülüğe
tahammül ede ede tabiatlarını öldürdüler... artık onlardan bir
tahammülsüzlük zuhur ederse kendilerinden değildir, Tanrı’dandır. Ey
Süleyman, kuzgunla doğan arasında Tanrı hilmine bürün de bütün
kuşlarla uzlaş! Ey hilmi, yüzlerce Belkıs’ı zebun eden, ey “Rabbim,
kavmine sen doğru yolu göster, onlar bilmiyorlar” diyen!
O iyi adlı, iyi
sanlı padişah, bir gece tahtında otururken damda bir tıkırtı, bir hay
huy duydu. Sarayın damında sert sert adımlar atılıyordu... kendi
kendine kimin ne haddine dedi. Sarayın penceresinden “Kim o... bu,
insan olamaz, peri olmalı herhalde” diye seslendi.
Hiç görülmemiş bir
bölük halk, damdan başlarını indirdiler... dediler ki: Kaybımız var,
gece vakti onu arayıp duruyoruz. İbrahim Ethem “Ne arıyorsunuz?” dedi.
Dediler ki: Develerimizi! İbrahim Ethem “Damda deve arandığını kim
görmüş?” deyince,
Dediler ki: “
Peki... öyleyse sen taht üstünde oturur, padişahlık ederken Tanrı’yı
bulmayı nasıl arıyor, nasıl umuyorsun?” İşte bu oldu, bundan sonra bir
daha İbrahim Ethem’i kimse görmedi... peri gibi insanların gözünden
kayboldu!
Kendisi, halkın gözü
önündeydi ama manası gizliydi... halk, sakaldan, hırkadan başka neyi
görür ki? Kendi gözünden de kayboldu, halkın gözünden de... işte ondan
sonra zümrüdü anka gibi alemde meşhur oldu.
Hangi kuşun canı,
Kafdağına geldiyse bütün alem onu söyler, ondan bahseder. Bu doğu nuru
da Sebe’e vurunca Belkıs’a da, oradaki halka da bir velveledir düştü!
Ölmüş ruhların hepsi dirildiler, kanat çırptılar... öldüler, ten
mezarlarından baş kaldırdılar!
Birbirlerine “Bak...
gökten bir sestir geldi” diye müjde vermeye başladılar. O sesten
dinler gürbüzleşti... Gönüllerin dalları, yaprakları yeşerdi!
Süleyman’dan gelen o nefes, Sur üfürülmüş gibi ölüleri mezarlarından
kurtardı.
Ey dinleyen, yakini
Tanrı daha iyi bilir ya, bu devir geçti... ( Kendi zamanına ve
zamanının Süleyman’ına dikkat et de) bundan böyle kutluluk senin
olsun!