Duydum ki bir kıpti,
susuzluktan bunalıp İsrail oğullarının birisinin evine geldi; dedi ki:
Seninle dostum, arakadaşım... bugün de bir hacetim var, senden
istemeye geldim. Çünkü Musa büyücülük, afsunculuk etti... nihayet
nilin suyu bize kan kesildi.
İsrail oğulları alınca duru
su oluyor, içiyorlar... halbuki Kıpti’nin gözü bağlanmış, ona kan
oluyor. Kıpti kavmi işte buracıkta susuzluktan ölüp gidiyor. Bu, ya
bahtsızlığından, ya kendi kötülüğünden! Kendin için bir tas su doldur
da bu eski dost suyundan içsin senin! Çünkü o, kendin için doldursan
kan olmaz temiz ve duru su olur! Ben de sana tabi olarak su içmiş
olayım... tabi olan kişi, tabi olduğu kişinin lütfiyle dertten
kurtulur.
İsrail oğlu peki canım
efendim dedi... sana bir hizmet edeyim, istediğini yapayım a gözümün
nuru! Senin muradına gideyim, seni sevindireyim... kulun, kölen olayım
da hürlük edeyim! Tası Nil’den doldurdu, ağzına dayadı, yarısını içti.
Sonra tası su isteyene doğru eğdi, sen de iç dedi... su derhal kara
kan kesildi. Tekrar kendi tarafına eğdi, kan su oldu... Kıpti kızdı
alevlendi. Bir müddet oturdu... hiddeti geçince dedi ki: Ey ulu kılıç,
ey kardeş, şu düğümün açılmasına çare nedir?
İsrail oğlu dedi ki: Bunu
takva sahibi içer. Takva sahibi da Firavunun gittiği yoldan usanan,
Musa’laşan kişidir. Musa’ya uy, Musa kavmi ol da bu suyu iç... ayla
uzlaş da ay ışığını gör. Tanrı kullarına kızgınlığından gözünde yüz
binlerce karanlık var! Kızgınlığını yatıştır da gözlerini aç,
neşelen... dostlarından ibret al da üstat ol!
Sende kaf dağı gibi küfür
varken nasıl olur da Nil’den avucuna su almada bana tabi olabilirsin
sen? Dağ iğne deliğinden geçer mi hiç? Geçer... ancak tek bir iplik
haline gelirse! Dağı tövbenle saman çöpü haline getir de suçları
bağışlananların kadehini güzelce al, hoş bir hal de çek gitsin. Fakat
bu hileyle onu nasıl içebilirsin ki Tanrı, onu kafirlere haram
etmiştir.
A iftiralara uğramış
iftiracı, hileyi düzeni yaratan Tanrı, nasıl olur da senin hilene,
düzenine kapılır? Musa kavminden ol... hilenin faydası yok... senin
hilen yel ölçmekten ibaret! Suyun haddimi var, Tanrı emrini terk etsin
de kafirlere su olsun! Sen sanıyor musun ki ekmek yemektesin? Yılan
zehri, ömür törpüsü yiyorsun sen! Fakat sevgilinin buyruğunu terk eden
kişiye nasıl yarar?
SANIR MISIN Kİ Mesnevi
sözlerini okuyasın da ucuzca, bedavaca duyasın, anlayasın! Yahut
hikmet sözleri ve gizli sırlar, kolayca kulağına girsin ağzına gelsin!
Duyarsın, duyarsın ama sana masal gibi gelir... dışyüzünü duyarsın, iç
yüzünü değil! Bir güzel, başına, yüzüne çarşafını örtmüş, senden
yüzünü gizlemiş! İnadından Kuran, sana nasıl gelirse Şehname yahut
Kilile ve Demine de öyle gelir! İnayet sürmesi gözünü aydınlatır,
açarsa doğrucuyla mecazı o vakit ayırt eder, anlarsın! Yoksa koku
almayan adama mis de bir, fışkı da... değil mi ki koku almıyor!
Ululuk ıssı Tanrının sözünü
okumaktan maksat kendini usançtan, elemden kurtarmaktır. Çünkü vesvese
ve gussa ateşi, bu sözle yatışır... bu söz, insanın derdine deva olur.
Bu kadar bir ateşi söndürmede akılca duru ve temiz su da birdir, sidik
de! Vesvese ateşini, su da sidik de... her ikisi de uykunun, dert ve
gussa ateşini söndürmesi gibi söndürür. Fakat Tanrının ruhlu sözü olan
bu temiz suyun, candan bütün vesveseleri tamamı ile giderdiğini bilsen
gönül, gül bahçesinin yolunu bulur, o bahçeye varır.
Çünkü Tanrı kitaplarının
sırrından bir koku alan, bağlarda, dere kıyılarında uçar durur. Sen
yoksa velilerin yüzünü de bizim gördüğümüz gibi midir sanırsın?
Peygamber bile müminler nasıl oluyor da benim yüzümü göremiyorlar diye
hayrette kaldı.
Halk nasıl oluyor da yüzümün
nurunu görmüyorlar? Halbuki o nur, doğu güneşinin nurunu bile aştı...
yok, görüp duruyorlarsa bu şaşırma nedir? diyordu. Nihayet o yüz,
gizlilikler alemindedir diye vahiy geldi. Yüzünü kafirler görmesin
diye sence ay ama halka göre bulut. Bu şaraptan halk ve ileri gelenler
içmesin diye sence tane ama halka göre tuzak!
Tanrı, “Onlar sana bakarlar”
fakat hamam duvarındaki resimlere benzerler... “Bakarlar da görmezler”
dedi. Ey resme tapan, resim de o iki sönük gözle sana bakar,öyle
görünür. Onun huzurunda terbiyeni takınırsın... fakat onun hiç aldırış
etmediğini görünce neden bana riayet etmiyor ki diye hayretlere
düşersin. Neden bu güzel resim, sorularına cevap vermiyor... neden
verdiğim selamı almıyor? Ben, ona yüzlerce secde ettiğim halde neden
o, bir lütfedip başını, sakalını oynatmıyor dersin?
Tanrı dış alemde
görünmez, baş oynatmaz ama buna karşılık içine öyle bir zevk verir ki,
o zevk, iki yüz baş sallamaya değer... işte akıl ve can böyle baş
sallar!
Çalışıp çabalar akla hizmet edersen aklın sana yapacağı şey şudur:
Seni doğru yola ulaştırır; bu yola ulaşma vesilelerini arttırır.
Tanrı sana açıkça baş sallamaz ama seni başlara başbuğ yapar!
Tanrı, sana gizlice öyle bir şey verir ki bütün dünyadakiler sana
secde ederler. Nitekim bir taşa da değer verdi mi o taş, yani altın,
halka göre yüce olur. Bir katra su, tanrı lütfuna nail olur da inci
kesilir, altını bile geçer.
Beden topraktır, fakat Tanrı
ona bir ışık verdi mi alemi kaplamada, dünyayı zapt etmede ay gibi
üstat olur. Kendine gel... bu hükümdarlar, bir tılsımdan, ölü bir
resimden ibarettirler. Fakat bakar gibi görünürler de ahmakların
yollarını keserler. Bakar, göz kırpar gibi görünürler de aptallar,
onlara bir varlık verir, onları delil edinirler!
Kıpti dedi ki: Sen bana bir
duada bulun... çünkü benim gönlüm kapkara, bu yüzden de o ağız yok!
Dua et de belki bu gönlün kilidi açılır... çirkin, güzeller meclisinde
yer alır. Çarpılmış kişi dua bereketiyle güzelleşir... yahut da bir
şeytan, yeniden melek olur! Yahut da kuru dal, Meryem’in elindeki
kuvvetle misler kokar, yaş bir hale gelir, meyve verir!
İsrail oğlu o anda secdeye
kapandı da dedi ki: Ey Tanrı, ey aşikar ve gizli işleri bilen! Kul,
senden başka kimin huzurunda el kavuşturur? Dua da senden, duayı kabul
etmede senden! Önce duaya meyil veren de sensin... sonradan duayı
kabul eden de sen! Evvel de sensin, ahır da sen... bizse arada söze
bile gelmeyecek hiçin hiçi! Böyle söylenip dururken nihayet leğeni
damdan düştü... gönlü kendinden geçti. Dua ederken tekrar kendisine
geldi... “İnsan, ancak çalıştığını elde eder!”
O dua ile meşgul iken
Kıpti’nin yüreği coştu. Ansızın bir nara attı, bir kükredi. Dedi ki:
“Durma, hemen bana iman ederken ne diyeceğini öğret de derhal eski
zünnarımı keseyim! Canıma bir ateştir saldılar... bir şeytana , candan
bir iltifattır ettiler. Senin dostunum seni görmeden duramam...
Tanrıya hamt olsun bu dostluk, nihayet elimi tuttu. Sohbetlerin bir
kimya idi herhalde... gönül evinden ayağın eksik olmasın! Sen cennet
fidanından bir daldın... ona yapıştım da beni cennete dek götürdü.
Bedenimi kapıp götüren bir seldi... bu sel, beni de lütuf ve ihsan
denizinin kıyısına dek iletti. Su ümidiyle sele doğru gittim; fakat
denizi gördüm, kile kile inciler elde ettim.”
İsrail oğlu ona hadi, şimdi
su al diye tas getirdi. Kıpti dedi ki: Yürü git sular gözümde hor
hakir oldu. “Tanrı müminleri satın aldı” sırrından bir şerbet içtim ki
artık kıyamete kadar susamam ben! Irmaklara kaynaklara su ihsan eden,
içimde bir kaynaktır coşturdu! Ciğerim susuzluktan yanıp kavrulmakta,
su istemekteydi... şimdi öyle bir himmete nail oldu ki suyu hakir
görmede!
“Kaf hâ yâ ayn sâd” vadindeki
doğruluğa delil olarak Tanrı, Kâfi adının “Kef”i oldu. Kafiyim, sana
bütün hayırları, sebepsiz, başkasının yardımını vasıta etmeden
veririm. Kafiyim, seni ekmeksiz tutuyorum... ordusuz, askersiz sana
beylik, padişahlık ihsan ederim... Bahar olmadığı halde sana nergis ve
ağustos gülü verir; kitapsız ustasız sana bilgiler belletirim...
kafiyim, ilaçsız sıhhat verir; mezarı, kuyuyu meydan haline
getiririm...
Musa’ya bütün alemin başına
indirsin diye bir sopa verir; kuvvet kudret bağlarım... Musa’nın eline
bir nur, bir parlaklık veririm ki güneşe bile tokat atar! Sopayı yedi
başlı yılan haline getiririm... hem öyle bir yılan ki erkek bir
yılanın belinden gelmemiş, dişi bir yılandan doğmamış.
Nil suyuna kan karıştırmam;
kudretimle suyunu kan haline getiririm. Nil suyu gibi neşeni gam
haline getiririm de bir daha neşeye yol bulamazsın. Sonra tekrar
imanını yeniledim mi yine Firavundan bezersin. Görürsün ki rahmet
Musa’sı gelmiş... kan gibi görünen Nil, onun yüzünden su olmuş!
İçten ipin ucunu bırakmazsan
zevk Nil’in hiç kan kesilmez. Ben, iman edeyim de bu kan tufanından
bir su içeyim diyordum. Ben ne bilirimdim ki Tanrı beni değiştirecek,
gönlümü başka bir hale koyacak da beni Nil yapacak! Başkalarının
gözünde eskisi gibiyim ama benim gözüme akıp duran bir Nil görünmede!
Nitekim bu alem de
Peygamberin gözüne tespihe gark olmuş görünmede... bize göreyse
aptalca durup duruyor. Onun gözüne bu alem aşk ve ihsanla dolmuş
görünüyor; başkasının gözüne ise ölü ve cansız. Yukarı olsun, aşağı
olsun onca her yer, hızlı hızlı yürümede... o, taştan topraktan
nükteler duymada!
Halbuki halka bunların hepsi
kapalı... her şey ölü görünmede... ben, bundan daha ziyade şaşılacak
bir perde görmedim. Bütün mezatlar bizce bir. Fakat velilerin gözünde
kimisi cennet bahçesi, kimisi cehennem çukuru! Halk, Peygamber ekşi
suratlı; neden böyle niye zevki yok ki derlerdi.
İleri gelenlerse derlerdi ki:
Sizin gözünüze öyle görünüyor o. Bir zamancağız bizim gözümüzle bakın
da “Heletâ” daki gülüşleri görün hele! O ters şey, armut ağacının
üstünde öyle görünü... a genç ağaçtan in de bak! O armut ağacı, varlık
ağacıdır... sen ırada oldukça sana yeni şey eski görünür.
O ağacın üstünde oldukça alem
pis bir dikenlik, kızgın akreplerle, yılanlarla dopdolu bir yer
görünür. Fakat ağaçtan inersen derhal alemi gül yüzlü dilberlerle,
dadılarla, tayalarla dolu görürsün.
Bir kadın oynaşı ile aptal
kocasının gözü önünde sevişip buluşmak istiyordu. Kocasına a iyi
talihli kişi, ağaca çıkıp meyve toplamak istiyorum dedi. Ağaca çıkınca
kocasına baktı ağlamaya başladı. Dedi ki: A merdut ahlaksız...
üstündeki lüti kim? Karı gibi onun altına yatmışsın... meğerse sen ne
ibneymişsin!
Kocası senin başın döndü galiba... çünkü burada benden başka kimse yok
dedi. Kadın o üstüne binen kalpaklı herif kim, söyle hele diye birkaç
kere daha sordu, söylendi.
Adam a kadın ağaçtan in;
başın döndü; adam akıllı bunadın sen dedi. Kadın, ağaçtan indi; kocası
ağaca çıktı. Kadın da oynaşını göğsüne çekti. Kocası bağırdı: A orospu
maymun gibi üstüne çıkan o adam kim? Kadın burada benden başka kimse
yok ki dedi... kendine gel, senin başın döndü galiba, saçmalama. Adam,
bu sözü birkaç kere söylediyse de kadın, “Bu armut ağacından olacak!
Ben de armut ağacının üstündeyken öyle şeyler gördüm be hey kaltaban!
Aşağıya inde bak... benden başka kimse yok, bütün bu hayaller armut
ağacından!
Şaka ve latife bir şey
belletmeye yarar... onu ciddi gibi dinle; görünüşte latife oluşuna
kapılma! Her ciddi şey, maskaralara göre maskaralık, şakadır... fakat
akıllara göre de latifeler, ciddidir.
Aklı kıt olanlar armut ağacı
ararlar... fakat bu armut ağacından o armut ağacına uzun bir yol var!
Armut ağacından inde yürümeye koyul... senin gözün de kamaşmış yüzün
de! Bu ağaç, benliktir... evvelki varlıktır. İnsan, bu varlıkla
kaldıkça gözü şaşı olur, olmayacak şeyler görür. Fakat armut ağacından
indin mi düşüncede de bir eğrilik, sapıklık kalmaz, gözde de sözde de!
O vakit bu ağacı,dalları yedinci kat göğe kadar yücelmiş büyük bir
devlet ağacı olmuş görürsün. Aşağı indin de ondan ayrıldın mı Tanrı,
rahmetiyle o ağacı değiştirir. Bu aşağıya inme, bu tevazu yüzünden
Tanrı gözüne doğru bir görüş kabiliyeti verir. Doğru görüş kolay ve
bedava olsaydı Mustafa Tanrıdan bu görüşü diler miydi?
Dedi ki: “Yarabbi, yukarıda
olsun, aşağıda olsun, her cüzü bana olduğu gibi göster!”aşağıya
indikten sonra yine o ağaca çık... çünkü artık o ağaç, “OL” emriyle
değişmiş yeşermiştir.
Musa’nın ağacına dönmüştür bu ağaç! Pılını pırtını Musa’nın bulunduğu
yere çekersen görürüsün ki, bu ağacı ateş yeşertir, neşeli bir hale
kor... dalı, “Şüphe yok ben Tanrıyım der durur!”
Gölgesine bütün hacetler reva
olur... işte ilahi kimya böyledir. Artık o benlik, o varlık helal olur
sana... çünkü onda ululuk ıssı Tanrının sıfatlarını görürüsün! Eğri
ağaç doğrulur, Tanrıyı gösterir... “Kökü yerdedir dalları budakları
gökte!”