Şairin biri,
padişahtan elbise almak, rütbeye erişmek, ihsana nail olmak ümidiyle
bir şiir yazıp götürdü. Padişah ikram sahibiydi, şaire bin kırmızı
altın verilmesini, bundan başka daha da ihsanlarda bulunmalarını
emretti.
Veziri dedi ki: Bu
pek az... Hiç olmazsa ona o bin altın ver de safayı hatırla gitsin!
Hatta böyle bir şaire senin gibi ihsanda avucu denize benzer bir
padişahın ona bin altın vermesi bile azdır! Vezir, padişaha, harmanın
onda biri şaire verilsin diye geçmiş padişahların ihsanlarına dair
hikayeler söyledi, hikmetlerden bahsetti.
Padişah da şaire on
bin altınla değerli elbiseler verdi... şairin içini şükür ve sena
yurdu haline getirdi. Şair sonradan bu kimin gayretiyle oldu, padişaha
benim ehliyetimi kim bildirdi diye araştırdı.
Dediler ki: adı da
Hasan, huyu da Hasen olan vezir yok mu, işte o buna sebep oldu. Şair,
bunu duyunca veziri methetti, bu hususta uzun bir kaside yazdı,
vezirin evine gidip sundu. (Bu kasidede padişahın methi hiç yoktu.
Çünkü padişahın nimetleri, hilatları, zaten dilsiz, dudaksız, padişahı
methedip duruyordu!)
Birkaç yıl sonra
şair, yine yok yoksun bir hale düştü, muhtaç oldu... rızıklanmak, ekin
parası bulmak ümidiyle, dedi ki: Yokluk ve darlık zamanında sınanmış
şeyi aramak, ona başvurmak daha iyi... Kerem ve ihsanda sınadığın
kapıya gideyim de yine ihtiyacımı arz edeyim.
Sibeveyh, Allah
sözünün manasını anlatırken “Halk, hacet zamanında ona
sığınır...İhtiyaçlarımızı sana arz eder, sana
sığınırız...hacetlerimizi senden diler, sen de buluruz demektir” dedi.
Binlerce akıllı kişi, dert ve ihtiyaç zamanında umumiyetle o tek
Tanrı’nın huzurunda ağlar, inler.
Hiçbir aklı eksik ve
deli yoktur ki acizliğini varsın da bir nekese arz etsin! Akıllılar,
binlerce defa ihtiyaçlarının giderildiğini görmeselerdi hiç o tapıya
canla başla giderler miydi? Hatta deniz dalgaları arasındaki bütün
balıklar, yücelerde uçan bütün kuşlar bile...
Fil, kurt, avlanan
aslan, koca ejderha, karınca, yılan...Hatta toprak, su, yel ve her bir
kıvılcım bile kışın da dileğini ondan elde eder, baharda da! Bu
gökyüzü, her an, yarabbi, beni bir zaman bile aşağılatma diye ona
yalvarır...
Benim direğim, senin
korumandadır... bütün gökler sağ elinde dürülmüş, yayılmıştır, der. Bu
yer, beni su üstünde yükleyen sensin, kararımı elden alma diye niyaz
eder. Hepsi keselerini onun nimetiyle doldurup büzmüşler... hepsi
hacet vermeyi ondan öğrenmişlerdir.
Her peygamber,
“Sabır ve namaz hususunda ondan yardım isteyin” diye ondan berat ve
ferman getirmiştir. Kendinize gelin; ondan isteyin... başkasından
değil. Suyu denizde arayın, kuru derede değil! Başkasından isteneni de
o verir...o kimsenin sana meyleden eline cömertliği ihsan eden yine
Allah’tır.
İtaatından çekineni
bile altınlara gark eder, Kanun yaparsa itaat eder de ona yüz tutarsan
neler yapmaz? Şair, bir kere daha ihsan sevdasıyla yüzünü o ihsan
sahibi padişaha tuttu. Şairin hediyesi ne olacak? Yeni bir şiir... onu
ihsan sahibine götürür, sunar, adeta rehin bırakır!
İhsan sahipleri,
yüzlerce kerem ve cömertlikle altınlar yığarlar, şairleri beklerler.
Onlarca bir şiir,
yüz denk kumaştan daha iyidir... hele denize dalıp da dibinden inciler
çıkaran bir şairin şiiri olursa! İnsan, önce ekmeğe haristir... çünkü
gıda ve ekmek, cana direktir. Canını avucuna alır da hırsla, ümitle ve
yüzlerce hilelere, düzenlere başvurarak çalışıp ekmeğini elde etmeye
savaşır. Fakat az bir şey elde eder de ekmek için çalışmaya ihtiyacı
kalmazsa artık şöhrete, ada sana ve şairlerin methine aşık olur. İster
ki onlar, kendisinin aslını, faslını övsünler... lutfunu, ihsanını
anlatmada mimberler kursunlar...
Bu suretle de onun
lutfu, ihsanı, altın bağışlaması, söz arasında amber gibi koksun!
Tanrı, bizim huyumuzu da kendi huyuna uygun, kendi suretine göre
yarattı, bizim vasfımız da onun vasfından bir ödenektir.
Yaratıcı Tanrı da,
kendisine şükür ve hamd edilmesini ister... bu yüzden insanın huyu da
böyledir;o da kendisinin övülmesini diler. Hele fazilette çevik ve
üstün olan Tanrı eri, sağlam tulum gibi o yelle doludur. Fakat insan,
o methe layık değilse, o methin ehli olmazsa yalancı yel, fayda
vermez...tulumu yırtar, parlatır!
Bu meseli
kendiliğimden söylemedim arkadaş; aklın başındaysa ve ehilsen
serserice dinleme! Bunu hakkındaki hicivleri duyunca, müşriklerin “
Ahmet neden medihten hoşlanıyor, neden medihten memnun oluyor?”
dediklerini işitince söyledi.
Şair, ihsan ölmedi
ya diye evvelce nail olduğu ihsana şükran olarak yazdığı şiiri alıp
padişaha götürdü, sundu. İhsan sahipleri öldüler, ihsanları kaldı...
ne mutlu o kişiye ki bu merkebi sürdü! Zalimler de ölüp gittiler,
fakat yaptıkları zulümler kaldı... vay o cana ki bu hileyi, bu
kötülüğü yaptı!
Peygamber “ Ne mutlu
o adama ki dünyadan gitti de ondan iyi bir iş kaldı” demiştir. İhsan
sahibi öldü ama ihsanı ölmedi ki... Tanrı indinde din ve ihsan, küçük
ve değersiz bir şey değildir! Eyvahlar olsun o kişiye ki kendisi öldü
de isyanı kaldı... sakın, öldü de canını kurtardı sanma ha!
Bırak bunu
şimdi...şair, yol üstünde borçlu ve paraya pek ihtiyacı var! Şair
önceki ihsana nail olurum ümidiyle söylediği şiiri götürüp padişaha
sundu. Güzelim incilerle dolu olan o latif ve nefis şiiri, evvelki
ihsan ve ikramın ümidiyle arz etti. Padişahın adetiydi , yine adeti
veçhile bin altın verin dedi.
Fakat bu sefer bu
cömert vezir yücelik Burak’ına binmiş, dünyadan göçüp gitmişti. Onun
yerine başka birisi vezir olmuştu... bu vezir pek merhametsiz, pek
hasisti. Dedi ki: Padişahım, masraflarımız var... bir şaire bu kadar
ihsanda bulunmak layık değil!
Ben, o şairi bu
ihsanın onda on da birinin dörtte biriyle hoşnut ve razı ederim.
Oradakiler, önce o, padişahtan tam on bin altın almıştı. Şeker
yedikten sonra şeker kamışını nasıl çiğner... padişahtan sonra nasıl
olur da dilencilik eder? Dediler.
Vezir dedi ki: Ben
onu öyle bir sıkarım ki nihayet beklemeden usanır, bizar olur...
Yoldan toprak alıp versem yeşillikten gül yaprağı veriyorum gibi
kapar. Bunu bana bırakın... Bu işte üstadım ben; işe girişen ateş bile
olsa ben yatıştırmasını bilirim! Süreyya yıldızından saraya dek uçsa
yine beni görünce yumuşar!
Padişah, peki
dedi... ne yaparsan yap, hüküm senin. Yalnız onu sevindir, çünkü bizim
iyiliğimizi söyler. Vezir, onu da, onun gibi daha iki yüz tane
ümitlenip duran kişiyi de bana bırak sen, dedi.
Vezir, şairi
bekletti durdu... kış geldi geçti de bahar geldi! Şair bekleye bekleye
ihtiyarladı...bu dertle bu tedbirle adeta zebun oldu. Dedi ki: Altın
yoksa bari bana söv de canımı kurtar, kölen olayım!
Bekleme beni
öldürdü, bari git de, yoksul canım rehinden kurtulsun! Nihayet vezir,
şaire o bin altının onda birinin tam dörtte birini, yani yirmi beş
altın verdi... şair derin bir düşünceye daldı. Kendi kendisine önce
verilen ihsan, hem peşindi, hem de o kadar çoktu. Bu ise hem geç
kaldı. Hem de açılınca gördüm ki bir deste diken, dedi.
Şaire dediler ki: O
cömert vezir dünyadan gitti, Tanrı rahmet etsin! O ihsan, onun
yüzünden kat kat artmıştı... onun zamanında ihsanlarda yanlışlık pek
az olurdu. Şimdi o gitti, ihsanı da beraber götürdü... o ölmedi,
doğrucası kerem ve ihsan öldü!
O cömert, o akıllı
vezir geçip gitti. Yoksulların derisini yüzen bu vezir gelip çattı.
Yürü, bunu al da hemencecik bu gece buradan kaç... yoksa bu inatçı,
seni yakalar, elindekini de alır! Senin bizim çalışmamızdan haberin
bile yok...biz, ondan bu hediyeyi de yüzlerce hileye başvurduk da
aldık!
Şair, yüzünü onlara
çevirdi de dedi ki: “ Ey beni esirgeyenler, bu kötü vezirler nereden
geldi? Bu insanın elbiselerini soyan vezirin adı ne? Söyleyin bana!
Onlar “Hasan” dediler. Şair, Yarabbi dedi... Onun adı da Hasan, bunun
adı da... Ey din rabbi, yazıklar olsun; nasıl oluyor da ikisinin de
adı bir oluyor?
Onun adı Hasan...
fakat onun kaleminin bir yazısıyla yüzlerce cömert kişi padişaha vezir
ve muhasip olabilirdi... Bunun adı da Hasan... fakat bu Hasan’ın
çirkin sakalından yüzlerce ip örebilirsin! Padişah, böyle bir vezirin
sözünü dinlerse kendisini de rezil rüsvay eder, devletini de!
Firavun, Musa’nın sözlerini işittikçe kaç defa yumuşadı, ram oldu.
Musa’nın sözleri, öyle sözlerdi ki o eşsiz sözlerin güzelliğini duysa,
taştan süt akardı. Fakat huyu kinden ibaret olan veziri Haman’la
görüşüp danışınca, Haman, ona “Şimdiye kadar padişahtın... şimdi bir
yamalı hırka giyenin hilesine kapılıp kul mu oldun?” derdi.
Bu söz, mancınıktan
atılan taş gibi gelir, Firavun’un sırçadan yapılma sarayını
kırıverirdi! Güzel sözlü Kelim’in yüz gün uğraşıp yaptığını o, bir
anda yıkar giderdi! Senin aklın da vezirdir ve heva ve hevesine
mağluptur... vücudun da Tanrı yolunu kesip durmaktadır...
Tanrı’ya mensup bir
öğütçü, sana öğüt verse o sözü, bir hileyle tesirsiz bırakmakta; Bu,
yerinde bir söz değil, kendine gel de yerinden, yurdundan olma... iş
öyle değil, kendine gel, delirme demektedir. Vay o padişaha ki veziri
budur... her ikisinin yeri de kin güden cehennemdir
Ne mutlu o padişaha
ki müşkül işe düştü mü elini tutacak Asaf gibi bir veziri vardır.
Adaletli padişah, Asaf’a eş oldu mu “Nur üstüne nur” olur... “Padişah
Süleyman” veziri de Asaf oldu mu nur üstüne nurdur, amber üstüne
amber!
Fakat padişah
Firavun, veziri de Haman olursa ikisi de talihsizlikten, kötülükten
kaçamazlar, çaresiz perişan olur giderler! Karanlıklar üstüne çöken
karanlıklara düşerler de ne akıl, onlara yar olur, ne de kıyamet günü
devlete erişirler!
Ben kötülerde
kötülükten başka bir şey görmedim... sen gördüysen var selam söyle!
Padişah cana benzer, vezir de akla... fesatçı akıl, ruhu kötülüklere
götürür. Akıl meleği Harut’laşınca yüzlerce kötü kişiye sihir öğretir!
Cüz’i aklı kendine
vezir yapma. Aklı küllü vezir yap padişahım. Heva ve hevesini kendine
vezir yapma da pak canın namazdan, niyazdan kalmasın. Çünkü bu heva ve
heves, hırslarla doludur ve içinde bulunduğu hali görür... aklın
düşüncesiyse din gününün düşüncesidir.
Aklın gözleri
işin sonunu gözetir... Akıl, bir gül için diken zahmetini çeker durur!
Fakat o gül, öyle bir güldür ki ne
solar, ne de güzün dökülür... koku almayan her kötü kişinin burnu
ondan uzak olsun!