Peygamber, kafirlerle
savaşmak, abes şeyleri gidermek için bir ordu gönderiyordu. Huzeyl
kabilesinden bir genci seçti, orduya emir etti. Askerin aslı
kumandandır... kumandansız kavim, başsız bedene benzer! Şu ölüşün,
solup gidişin, hep başbuğu terk etmendendir. Usançtan, nekeslikten,
benlikten baş çekmede, kendini başbuğ saymadasın!
Tıpkı yükten kaçan katır
gibi... o da başını alır, dağları boylar! Sahibi, a sersem... her
tarafta eşek avlamak üzere sinmiş bir kurt var... şimdi gözümden
kayboldun mu her yandan kuvvetli bir kurt çıkagelir. Kemiklerini şeker
gibi ezer, ufalar... artık bir daha diriliği göremezsin bile!
Hadi kurdu bir tarafa
bırak... odsuz kalırsın ya! Ateş, odun olmadı mı söner gider. Kendine
gel de sahipliğimden kaçma, yükün ağırlığından çekinme... senin canın
benim diye ardına düşer, koşar durur! Sen de bir katırsın... çünkü
nefsin üstün. A kendisine tapan, hüküm üstünündür.
Fakat ululuk ıssı Tanrı, sana
eşek demedi at dedi... Arap, arap atına “Taal” der. Cefakar nefis
katırlarını bakmak, yola getirmek için Mustafa, Hakk’ın imrahorudur.
Kerem ve ihsan çekişiyle “Kul tealev” dedi... “Gelin de sizi riyazatla
terbiye edeyim dedi, azgın ve serkeş atları alıştırır, yola getiririm
ben.
Nefisleri azgınlıktan
geçinceye dek bu katırlardan ne tekmeler yedim. Nerede azgınları
yumuşatan bir er varsa onların tekmelerinden kurtulmasına bir çare
yoktur! Hasılı belaların çoğu peygamberlere gelir. Çünkü ham kişileri
yola getirmek, zaten bir beladır. Siz, kaidesiz, nizamsız
gitmektesiniz; sözüme uyun da rahvan gidin... bu suretle de uysal bir
hale gelin,padişahın bineceği bir at olun!
Tanrı dedi ki: “onlara gelin
de, ey terbiyeye alışkın olmayan katırlar, gelin de! Fakat gelmezlerse
gamlanma... o iki temkinsiz için kinlenme! Bazılarının kulakları bu,
gelin sözüne karşı sağırdır... her hayvanın ayrı ahırı vardır.
Bazıları bu sesten ürker, kaçarlar...her atın ahırı ayrıdır.
Bazılarının de bu
hikayelerden canı sıkılır...çünkü her kuşun kafesi başkadır. Melekler
bile bir cinsten değildirler; bu yüzden göklerde saf saf dururlar.
Çocuklar, gerçi bir mektebe giderler, giderler ama ders bakımından her
biri, öbüründen üstündür.
Doğuya mensup olanın da
duyguları var, batıya mensup olanın da... fakat görmek göze kısmet
olmuştur, mesnet ona verilmiştir. Yüz binlerce kulak saf saf düzülse
yine de hepsi aydın bir göze muhtaçtır. Sonra kulakların da can
sesini, Tanrı haberlerini, Peygamber buyruklarını duymada bir mesnedi
var
Yüz binlerce göze ses duyma
kabiliyeti verilmemiştir; hiçbir gözün ses duymadan haberi yoktur.
Böylece her duyguyu birer birer say... her biri, öbürünün işini
göremez! Beş tane dış, beş tane de iç duygusu... hepsi on tane duygu,
ayakta saf kurmuştur. Din safından baş çeken giden, gider, en son safa
katılır!
Sen, gülün sözünü terk
etme... söyleye dur! Bu söz pek büyük bir kimyadır. Bir bakır senin
sözünden nefret eder, kaçmaya kalkışırsa yine sen kimyayı ondan
esirgeme! Büyücü nefesi şimdi, bu söze uymadıysa sözün, belki sonunda
ona tesir eder, bir fayda verir.
Oğul, gelin de gelin... sizi
Tanrı esenlik yurduna çağırmada! Hocam, benliği bırak, başbuğ olma
sevdasından vazgeç! Bir başbuğ ara, ona uy... başbuğ olmaya pek
özenme!
Peygamber, Tanrı yardımına
nail olan askerine Huzeyl kabilesinden olan o genci başbuğ yapınca,
bir herzevekil, hasedinden dayanamadı... itiraza bunu kabul edemeyiz
bayrağını kaldırmaya kalkıştı. Halka bak hele... bunlar karanlık
alemindendir...geçici bir matah için nasıl geçici bir hale düşer,
nasıl itiraza kalkışırlar! Ululuk yüzünden hepsi dağınıklığa
düşmüşler, canlarını vermişler, ölü bir hale gelmişlerdir. Fakat
savaşta, diridir onlar!
Şaşılacak şey şu: Zindanın
anahtarı, bu çeşit adamın elindedir de yine kendisi zindanda
mahpustur! O genç tepeden tırnağa kadar pisliğe batmıştır... fakat
akarsu, eteğine dokunup akmaktadır!Dilediği ile daima yan yanadır da
yine de bir dayanacak, huzur bulacak kişinin yanına varabilsem diye ne
sabrı vardır, ne kararı!
Nur gizlidir... arayıp
sormak, gizliliğine şahit. Fakat gönül, saçma sözlerden kurtuluş
dilemez ki! Fakat dünya zindanında bir kurtuluş yeri olmasaydı gönül
ne sıkılırdı, ne de halas olmayı araştırır, isterdi! Sıkılıp üzülmen,
seni bir memur gibi “ Hadi ey sapık, ey yolsuz... bir doğru yol ara”
diye çekip çekiştirmededir...
Doğru yol vardır... fakat
pusuda gizlidir. Bulmak için durmadan, dinlenmeden delicesine aramak
gerek; böyle arayan bulur! Dağınıklık, pusuda topluluğu arar... sen
hemen bu isteyende istenenin yüzünü gör! Bağdaki cansız mahsulat,
köklerinden sürmüş, yetişmiştir... onlara diriliği vereni anla!
Hiç müjde verecek biri
olmasaydı bu zindandakilerin gözleri, hep kapıya dikilir, kalır mıydı?
Irmak olmasaydı yüz binlerce
ırmağa batıp ıslanan olur muydu? Yanını yere koyup yatamıyor, rahatsız
oluyorsun... bil ki evde bir yatağın, yorganın var! Karar edilecek bir
yer olmadıkça karasız kişi olmaz...sersemliği gideren bir şey
bulunmasa sersemlik bulunmaz!
O adam dedi ki: “Hayır hayır
ey Tanrı elçisi. Askere ihtiyar birisini başbuğ yap!
Ey tanrı elçisi, genç, aslan
oğlu aslan bile olsa askere , ihtiyardan başkası kumandan olmasın!
Zaten sen söyledin...şahidim senin sözün: Kendisine uyulacak kişi pir
olmalıdır, pir! Ey tanrı elçisi, şu askere bak! Ondan daha yaşlı daha
ileri bunca kişi var! Bu ağaçtaki şu sarı yaprağa bakma da onun olgun
elmalarını devşir!
Onun sarı yaprakları nasıl
olur da bomboş olur... zaten yaprağının sararması, olgunluk ve kemal
alametidir. Yüzün sararması, saçın sakalın ağarması, olgun aklı
müjdeler! Yeni sürmüş, yeni yeşermiş yapraklarsa meyvenin hamlığına
delalet eder. Azıksızlık azığı her şeyden vazgeçiş, ariflik
nişanesidir.
Altının sarılığı, sarrafın
yüzünü kızartır,benzine kan getirir. Gül yüzlü, sakallı, bıyığı yeni
terlemiş genç, henüz mektepte okuma, yazma öğrenmededir. Yazısı,
yazısının harfleri eğri büğrüdür... gürbüz olsa bile delikanlıdır,
aklı azdır onun! İhtiyarın ayağı, hızlı adım atmasa da aklının iki
kanadı vardır, yücelerde uçar!
Örnek istiyorsan Cafer’e bak!
Tanrı, ona elinin, ayağının yerine iki kanat verdi! Altını bırak... bu
söz örtülüdür, gönlüm civa gibi ıstıraplara düştü! İçimizden güzel
sözlü, güzel sesli yüzlerce sükut, elini ağzına komada, yeter artık
demede!
Sükut denizdir, söylemek
ırmağa benzer... deniz seni aramada, sen ırmağı arama! Denizin
işaretlerinden baş çevirme... sözü bitir doğrusunu Tanrı daha iyi
bilir! O edepsiz, Peygamberin huzurunda o soğuk dudaklarından sözler
çıkarmada, böylece söylenip durmadaydı.
O bihaber, söz fırsatını
bulmuştu, boyuna söylenip duruyordu...zaten haber de görüşe göre saçma
sapan bir şeydir! Bu haberler, hep görüş yerine geçer, görüş olmayınca
habere ehemmiyet verilir...göz önünde olandan haber verilmez; göz
önünde olmayandan haber verilir!
Birisi görüş makamına vardı
mı artık bu haberlerin onca hiçbir değeri yoktur. Sevgiliye ulaştın,
onunla düşüp kalkmaya başladın mı kılavuzları affet artık! Çocukluktan
geçip adam olan kişiye mektup da soğuk gelir, kılavuzluk eden kadın
da! Mektubu okusa bile bilmeyenlere öğretmek için okur...söz söylerse
bile anlatmak için söyler!
Gözlüler önünde haberden
bahsetmek hatadır...çünkü bu bahis bizim gafil olduğumuza
noksanlığımıza delalet eder. Gözlünün önünde susmak, sana fayda verir.
“Kuran okunurken susun, dinleyin” emri, bu yüzden gelmiştir. Can gözü
açık olan kamil, sana söyle derse güzelce, edeplice söyle, sözü
uzatma! Uzat diye emrederse yine emre uy, utanarak söyle!
Nitekim şimdi ben de bu
güzelim Mesnevi’yi yazarken öyle yapıyorum ey Hak Ziyası Hüsamettin!
Akıllı davranıp kısa kesmeye kalkıştım mı,o, beni yüz çeşit vesileyle
söyletmeye kalkışır. A ululuk ıssı Tanrı’nın ışığı Hüsamettin,
görüyorsun mademki; sözden ne istersin ki? Bu herhalde fazla iştahtan
olacak... hani şair de “Bana hep şarap sun, hem de işte bu,
şaraptır”da demiştir ya!
Şu anda onun kadehi, senin
ağzında... fakat kulak da kulağın nasibini ver, diyor! Ey kulak, senin
nasibin hararetlenip kızarmaktır... işte hararet, işte sarhoşluk!
Fakat kulak, ben bundan daha fazlasını istiyorum, harisim ben
demekte!
Şeker huylu Mustafa’nın
huzurunda o Arap, sözü haddinden aşırınca, O “Vecnecmi” padişahı,
“Abese” sultanı, o soğuk nefesiyle “ Sözün kafi artık” diye dudağını
ısırdı. Söylemesin diye elini ağzına koydu... gizlileri bilen kişinin
yanında nice bir söyleyip duracaksın?
Kuru fışkıyı gözü açık erin
önüne götürmüş, bunu misk yerine satın al diyorsun! Deve pisliğini
burnunun altına koyuyor, bir de oh oh diyorsun a beyni kokmuş kişi! A
akılsız şaşı! Kötü kumaşın revaç bulsun diye bir de oh ohtur
tutturmuşsun!Bu suretle bu tertemiz burnu aldatmak, o göklerin gül
bahçelerinde yayılan eri kandırmak istiyorsun!
Onun yumuşaklığı, kendisini
ahmak göstermede ama senin de kendini bir parçacık bilmen lazım! Bu
gece de tencerenin ağzı açık kaldıysa kedinin de utanması icap eder! O
ışığı güzel arif kendisini uyuyor göstermede ama adamakıllı
uyanıktır... sakın sarığını aşırmaya kalkışma!
A pis inatçı, bu Şeytan
masalını Mustafa’nın huzurunda nice bir söyleyeceksin? Bunların yüz
binlerce hilmi vardır...bir tek hilmleri bile yüzlerce dağa bedeldir!
Hilmleri, uyanık adamı bile aptal eder... yüz binlerce gözü olan zeka
sahibini şaşırtır, yolunu kaybettirir, sapığa döndürür! Hilmleri,
güzel ve latif bir şarap gibi tatlı ta beynin üst yanına gider, bütün
bedene yayılır!
O sert şaraptan sarhoş olana
bak! Sarhoş Ferzin gibi eğri büğrü gitmeye başladı!o adamın çabuk alan
şarabın tesiriyle genç, bir ihtiyar gibi yol üstünde düşüp kalmada!
Hele şu “Bela” küpünün şarabı
yok mu... öyle sarhoşluğu bir gecelik şarap değil bu! Ashabı kehf, o
şarabı içtiler de tam üç yüz dokuz yıl akıllarını kaybettiler, ne
mezeye el sundular, ne bir yere kıpırdadılar! Mısır kadınları bu
şaraptan bir kadehçik içtiler de ellerini şahrem kesip doğradılar!
Büyücüler de Musa’nın sarhoşluğuna düştüler...darağacını sevgili
sandılar! Cafer-i Tayyar, o şaraptan sarhoş oldu da elini, ayağını
feda etti!
Peygamber hadsiz
sarhoşluğundan o aptala bir ışık vurmuş, onu neşelendirmiş, sarhoş
etmişti. Neşesinden çok konuşmaya başladı. Sarhoş, ebedi bırakır, baş
aşağı düşer! Fakat her yerde kendinden geçen, kötülük etmez... şarap
zaten edepsiz olanı edepsiz eder. Şarap içen akıllıysa daha ziyade
akıllı olur... kötü huylu ise büsbütün berbat bir hale gelir. Fakat
insanların çoğu kötü ve ahlaksız olduğundan şarabı herkese haram
ettiler.
Hüküm üstündür halkın çoğu da
kötüdür; bu yüzden kılıcı yol kesicilerin elinden aldılar. Peygamber
dedi ki: Ey işin dış yüzünü gören, sen onu genç ve hünersiz görme.
Nice kara sakallı ihtiyarlar vardır... nice de gönülleri, zift gibi
kapkara ak sakallılar. Onun aklını defalarca denedim... o genç işlerde
ihtiyarlık etti.
İhtiyar, akıl ihtiyarıdır
oğlum... saçın, sakalın ağarmasıyla adam, adam olmaz. İblis’ten daha
ihtiyar kim var? Fakat değil mi ki aklı yok, hiçbir şeye yaramaz.
Birisi çocuktur ama İsa nefesli, gururdan, nefesten arınmış olursa ona
nasıl çocuk diyebilirsin?
Saç ağarması, ancak gözü
bağlı ne kısa görüşlü kişiye göre pişkinlik alametidir. O mukallit,
alamet olarak delilden başka bir şey bilmediği için daima buna yol
arar. Onun için bir işe girişeceksen o pire danış dedi. Çünkü o,
taklit perdesinden çıkmış kurtulmuştur da ne varsa her şeyi Tanrı nuru
ile görür. Onun pak nuru delilsiz, beyansız deriyi yırtar, içi meydana
çıkarır.
Yalnız dışı görene göre kalp
nedir, geçer altın ne? Hurma sepetinde ne var? O bilir. Nice
altınları, hasetçi hırsızların elinden kurtulsun diye dumanla
karartmışlardır. Nice bakırlar vardır ki aklı kıt olanlara satsınlar
diye onları altın suyuna batırmışlar, altın yaldızla
yaldızlamışlardır.
Biz bütün ülkelerin iç yüzünü
görenleriz... gönlü görürüz, dış yüzüne bakmayız biz! Zahirin
etrafında dönüp dolaşan kadılar, zahiri görünüşe göre hükmederler.
Birisi şahadet getirdi,
imanını gösteren bir şey yaptı mı bunlar, derhal o adamın mümin
olduğuna hükmederler. Bu suretle de nice münafıklar, zahire
sığınmışlar... böylece de yüzlerce iman sahibinin kanını gizlice
dökmüşlerdir.
Çalış çabala da akıl ve din
piri ol... bu suretle aklı kül gibi iç alemini gör. O güzelim akıl,
yokluktan yüz gösterince Tanrı ona bir elbisedir giydirdi, binlerce de
ad taktı. Bu güzel adların en aşağısı işte şu: O, hiç kimseye muhtaç
değildir. Akıl bir kere yüz gösterse, suretini şu aleme izhar etse
gündüz bile, onun nuruna karşı kapkaranlık kalırdı. Ahmaklık da
mesela, meydana çıkıverse gecenin karanlığı, onun yanında apaydın
kalır. Çünkü o, geceden daha karanlıktır, daha karadır. Fakat ne
fayda? Kötü yarasa karanlıların satın alır.
Yavaş, yavaş gündüzün ışığına
alış... yoksa yarasa gibi nura kavuşmaz, kalakalırsın! Yarasa nerede
bir güçlük, bir müşkül varsa orasını sever... nerede bir devletlinin
ışığı yanıyorsa oraya düşman kesilir. Bilgisi görgüsü daha fazla
görünsün diye gönlü daima müşküller arar. O her müşkülle seni
oyalar... kendi kötü tabiatına karşı gaflete daldırır.
Akıllı ona derler ki elinde
meşalesi vardır... kafilenin önünde gider, onlara kılavuzluk eder. o
önde giden kendi nuruna uymuş, onun ardına düşmüştür... o kendinden
geçmiş bir halde yola düşüp giden, kendisine tabidir.
O kendisine inanmıştır...
sizde onun canının yayıldığı nura. O nur alemince inanın. Yarım
akıllıda kendisine bir akıllıyı göz etmiş, göz diye bu akıllıyı bilmiş
tanımıştır.
Körün kendisini yedene
sarılması gibi ona el atmıştır... bu suretle onunla göz sahibi
olmuş,çevikleşmiş ululaşmıştır.
Bir arpa ağırlığınca bile
aklı olmayan eşeğe gelince: Hem aklı yoktur, hem akıllıyı terk
etmiştir. Az,çok... bir yol da bilmez. Fakat yine de bir kılavuzun
ardına düşmekten sıkılır, arlanıp utanır. Upuzun, uçsuz bucaksız
çöllerde gah topallayıp meyus olarak, gah koşup yortarak gider durur.
Bir kandil yoktur ki önünde
tutsun, önünü görsün... hatta yarım bir ışık bile bulamaz ki ondan bir
nur dilensin. Aklı yoktur ki dirilikten dem vursun, yarım aklı bile
yoktur ki ölsün, kendisini ölü bilsin. O akıllıya karşı tam bir ölü
hale gelsin de kendisini aşağılık yerden dama yüceltsin!
Tam aklın yoksa kendini ölü
hale getir... sözü diri bir akıllıya sığın. Böyle olmayan adam diri
değildir ki İsa’ya hemdem olsun... ölü değildir ki İsa’nın ölüleri
dirilten nefesine mazhar olsun. Kör canı her yana adım atar, sıçrar
durur ama bir türlü kurtulamaz.
A inatçı, bu, içinde üç büyük
balık bulunan gölcüğün hikayesine benzer. “Kelile” de okumuşsundur ama
o kabuktan ibarettir, bu anlatışımızsa canın ta içidir.
Birkaç balıkçı, o gölcüğün
yanından geçtiler, o balıkları gördüler. Derhal koşup ağ getirmeye
gittiler. Balılar bunu anladılar... içlerinden akıllı olan yola düştü;
hiç de gidilmesi istenmeyen o güç yola yürüdü. Bunlarla danışmayayım
dedi türlü, türlü fikirlerde bulunur, azmimi gevşetirler. Yurtlarının
sevgisine kapılırlar; tembellikleri, bilgisizlikleri bana da sirayet
eder.
Danışmak için bir iyi ve diri
kişi lazım ki seni de diriltsin, fakat nerede öyle bir diri?
Ey yolcu yolcuyla danış,
kadınla değil... çünkü kadının reyi seni topal eder. Vatan sevgisinden
dem vurma; durma,yürü... vatan oradadır, burada değil canım efendim!
Vatan istiyorsan ırmağın o tarafına geç... bu doğru hadisi eğri ve
yanlış okuma!
Hadiste aptes alınırken
yıkanan her uzuv için ayrı dua rivayet edilmiştir. Burnunu yıkar,
burnuna su çekerken gani Tanrıdan cennet kokusu iste. İste de bu koku,
seni cennete çeksin götürsün... gül kokusu gül bahçesinin delilidir.
Aptes bozduktan sonra
yıkanırken de okunacak virt edilecek dua şudur: Yarabbi sen beni bu
pislikten arıt. Benim elin buraya yetişti, burasını yıkadı... elim
canımı yıkamada gevşek.
Adam olmayanların canları,
ihsanınla adam olmuştur... canlara erişen, senin lütuf ve kerem
elindir. Ben aşağılık bir kişiyim... buna kudretim yetişti. Ey kerem
sahibi Tanrı, arıtmaya kudretim olmayan iç pisliğimi de sen temizle!
Rabbim ben pislikten derimi yıkadım, arıttım... içimi de hadiselerden
sen yıka, arıt!
Birisi aptes bozduktan sonra
temizlerken “Yarabbi, beni cennet kokusu ile eş et” diye dua etti.
Birisi duyup dedi ki: “Güzel dua ettin ama deliği kaybetmişsin! Bu
dua, apteste burna su verilirken okunacak dua... sen burun duasını
oturak yerini yıkarken okuyordun!”
Hür kişi cennet kokusunu
burnundan duyar... hiç oturak yerinden cennet kokusu gelir mi?
Ey aptal kişilere karşı
alçaklık gösterip de padişahlara karşı ululanan, o ululuk, aşağılık
adamlara karşı olursa güzeldir, iyidir... fakat kendine gel, tersine
hareket etme; bu, senin yolunu bağlar!
Gül, burun için
bitti,yetişti... a hoyrat adam koku almak burnun işidir. Ey yiğit, gül
kokusu burun içindir... bu aşağıdaki delik, o kokunun yeri değildir.
hiç buradan sana cennet kokusu gelir mi? Sana koku lazımsa yerinden
ara!
Bunun gibi “Vatanı sevmek
imandandır” hadisi de doğru ama hocam, önce iyice vatanı tanı!
O akıllı balık dedi ki: Bir
yol bulayım da gönlümü şunlarla danışmadan, şunların reyine uymadan
çekip çevireyim. kendine gel şimdi danışma zamanı değil; yola düş...
Ali gibi kuyuya ah et. O ahın mahremi pek azdır... geceleri git, hem
de bekçi gibi gizlice yürü. Bu gölcükten denize doğru git... denizi
ara, şu girdabı bırak.
Göğsünü ayak yaptı da yola
düştü... çekingen balık, o tehlikeli yerden ta nur denizini kadar
yürüdü, denize ulaştı. Ardına köpek düşen ceylan, hayatından bir damar
bile kalsa koşar ya... işte o da onun gibi koşmaktaydı. Artık köpek
varken tavşan uykusuna dalmak hatadır... zaten korkan adamın gözüne
uyku girer mi?
O balık gitti deniz yolunu
tuttu... pek uzun olan o yola düştü. Bir hayli zahmetler çekti, fakat
sonun da emniyet ve afiyet makamına yetişti. Kendisini uçsuz bucaksız,
hiçbir yandan kıyısı görünmez denize attı.
Derken balıkçılar ağ
getirdiler... yarı akıllının neşesi bozuldu, ağzının tadı kaçtı. Dedi
ki: Fırsatı teptim, nasıl oldu da o yol gösterene arkadaş olmadım? O
ansızın gitti... gitti ama benim de hararetle ardına düşmem gerekti.
Fakat geçene acınmak hatadır... gitti mi gitti gider! Gayrı onu
anmanın hiçbir faydası yoktur.
Birisi hileyle tuzağına bir
kuş düşürdü. Kuş, ona dedi ki: Ey ulu hoca. Sen birçok öküzler,
koyunlar yedin... birçok develer kurban ettin. Dünyada onlarla bile
doymadın... benimle de doymazsın sen! Beni bırak da sana üç öğüt
vereyim... bak bakalım aptal mıyım, akıllı mıyım? Birinci öğüdü
elimdeyken vereyim, ikincisini samanla karışık balçıktan yapılma
damının üstünde. Üçüncüsünü de ağacın üstünde veririm... bu üç öğütle
bahtın iyileşir.
Elindeyken vereceğim öğüt şu:
Olmayacak söze kim söylerse söylesin inanma. Bu ulu öğüdü elindeyken
verip azat oldu, duvarın üstüne konup, dedi ki: Geçmiş gitmiş şeye gam
yeme... fırsatını kaybettin mi üzülme artık! Sonra “Şu küçücük
bedenimde on dirhem ağırlığında paha biçilmez bir inci var. Seni de
oğullarını da devlete eriştirdi... o inci senin hakkındı... fakat
kısmetin değilmiş, kaçırdın... öyle bir inci dünyada bulunmaz” dedi.
Adam gebe kadın doğururken
nasıl feryat ederse öyle bağırmaya başladı. Kuş dedi ki: Sana geçmiş
şeye gam etme diye nasihat etmedim mi, mademki geçip gitti, neden gam
yersin? Ya öğüdümü anlamadın, yahut da sağırsın sen. Sonra bir de sana
sapıklığa düşme olmayacak söze sakın inanma demedim mi? Bu ikinci
öğüdüm değil miydi? Ben, kendim üç dirhem gelmem aslanım... içinde on
dirhemlik inci nasıl bulunur?
Adam, bu söz üzerine kendine
geldi, hadi dedi... o üçüncü güzel öğüdü de ver bakalım.
Kuş dedi ki: Evet. Allah için
o ikisini iyi tuttun da üçüncüsünü sana bedava söyleyeceğim ha! Uykuya
dalmış bilgisiz kişiye öğüt vermek, çorak yere tohum saçmaktır.
Aptallık ve bilgisizlik yırtığı yama kabul etmez... ey öğütçü, ona
hikmet tohumunu pek saçma.
Öbür balık, o bela çağında
aklının gölgesinden ayrı düştü de dedi ki: O, denize vardı, gamdan
azat oldu... ben öyle bir iyi arkadaştan ayrıldım.
Fakat artık onu düşünmeyeyim
de kendi kendime bir çare bulayım... şimdi kendimi ölü göstereyim
ben... suyun üstüne çıkıp karnımı yukarıya, sırtı mı aşağıya verip
kendimi Salı vereyim... su, nereye götürürse gideyim. Yüzen kişi gibi
değil de adeta bir saman çöpü gibi su üstünde sürükleneyim. Kendimi
ölüye benzetip suya bırakayım... ölümden önce ölmek, azaptan
kurtuluştur.
Ey yiğit ölümden önce ölmek
emniyettir... bize Mustafa böyle buyurdu. Dedi ki: Size ölüm,
sınamalarla gelmeden hepiniz ölün. Balık, güya öldü, karnını yukarıya
çevirdi... su, onu gah yukarıya çıkarıyor, gah aşağıya alıyordu.
Balıkçıların her biri eyvah
dediler... en iyi balık öldü... hepsi de pek kederlendi. Balık onların
eyvah demelerinden sevindi... bu oyunla kılıçtan kurtuldum galibi
dedi. Balıkçının biri onu yakaladı... tuh yazıklar olsun deyip
fırlattı, torağa attı. Balık çırpına çırpına gizlice suya fırladı
gitti. Öbür ahmak, ıstıraplar içinde kalakaldı. O ahmak sıçrayıp
kilimini kurtarmak için sağa sola çırpındı durdu.
Fakat avcılar ağı attılar...
ağın içinde kaldı; ahmaklık onu ateşe attı. Ateş üstünde tava içinde
ahmaklıkla eş oldu. Ateşin hararetiyle kızıp kaynadıkça akıl ona “sana
hiç korkutucu bir zat gelmedi mi?” diyordu.
O da, o işkencenin, o belanın
içinde kafirlerin canları gibi “Evet, geldi” demekteydi. Sonra da eğer
bu sefer, şu boynumu kıran mihnetten kurtulursam, denizden başka yerde
yurt tutmam... bir gölcükte oturmam artık.
Uçsuz bucaksız bir su ararım
da emin olayım... ebediyen emniyet ve sıhhat içinde ömür süreyim
diyordu.
Akıl, ona diyordu k:
Ahmaklık, seninle değil mi? Ahmaklıkla ahde vefa edilmez. Ahitlerde
vefa etmek, akılla olur... sense aklın yok a eşek değerli. Akıl,
ahdini hatırlar... akıl, unutkanlık perdesini yırtar. Aklın olmadı mı
unutkanlık, sana hakim olur... sana düşmanlık eder, tedbirini bozar.
Aşağılık pervane, aklının
azlığından kendini ateşe vurur... ateş, ateşin yakıcılığı, ateşin
sesi, aklına bile gelmez. Fakat kanadı yandı mı tövbe eder ama hırsı
ve unutkanlığı yine onu ateşe atar. Bir şeyi kavramak, anlamak,
hıfzetmek ve hatırlamak, aklın işidir... akıl bunların derecesini
yüceltir.
İnci olmayınca parlaklığı
nasıl olur da bulunur? Hatırlatan olmayınca adam, o işten nasıl
kaçınır? Bu vakitsiz istek de sahibinin akılsızlığındandır. Çünkü
ahmaklığın nasıl bir huyu vardır? Göremez ki!
O, nedamet zahmetinin
sonucudur... define gibi aydın olan aklıdan gelmez. Zahmet geçti mi o
nedamet de yok olur gider... o tövbe ve nedamet, toprak değerinde bile
değildir. o nedamet, gam ve elem karanlığı yüzünden yükünü bağladı...
fakat gündüz geldi mi gecenin sözünü mahveder.
O gam karanlığı gitti de
hoşluk vakti geldi mi gönülden de onun neticesi, o derdin doğurduğu
nedamet geçip gider.
O adam, tövbe eder ama akıl
piri ona “Tekrar dünyaya döndürülseler yine yapma denen şeylere
bulaşırlar. Onları yaparlar” diye bağırıp durur.
Ey yiğit, akıl, şehvetin
zıddıdır... şehveti dokuyan akla akıl deme. Şehvete mağlup olana vehim
de... vehim, halis akıllar altınının kalpıdır. Vehimle akıl, mihenk
olmadıkça meydana çıkmaz. Her ikisini de hemen mihenge vur. Bu mihenk
de KURANDIR. Peygamberlerin halidir... mihenk kalpa gel der. Gel de
benim yüzümden ne hale girdiğini gör... çünkü sen benim ne inişimin
ehlisin ne çıkışımın.
Aklı bir testere ikiye biçse
o ateşteki altın gibi yine gülümser. Vehim, alemleri yakan Firavundur;
akıl, canları parlatan aydınlatan Musa’nındır. Musa, yokluk yoluna
gitti... Firavun, ona dedi ki: Sen kimsin? Musa, ben akılım... ululuk
ıssı Tanrının elçisiyim... Tanrının ulu burhanıyım, azgınlıktan insana
emniyet veren kişiyim ben.
Firavun dedi ki: Sus, huyluyu
bırak da sen bana eski adını söyle. Musa dedi ki: Benim nispetim,
Tanrının şu toprak yurdunadır... asıl adım da onun kullarının en
aşağısı. Ben o Tanrının kulunun oğluyum... onun cariyesiyle kulundan
doğmuşum. Asıl mensup olduğum topraktır; su ve balçıktır... Tanrı suya
toprağa canla gönül vermiştir.
Bu toprak bedeninim dönüp
gideceği yer de yine toraktır... senin gideceğin yer de topraktır a
mağrur. Bizim de bütün serkeşlerin de aslı topraktır. Hepimiz
topraktanız... buna da yüz türlü nişane var. Bedenine toraktan yardım
gelmededir... boynun toraktan biten gıdalarla düzelip kalınlaşmadadır.
Can gitti mi beden o korkunç,
mezar da toprak olur gider. Sen de, biz de, sana benzeyenlerde hep
toprak olurlar... senin mevkiin rütben de kalmaz.
Firavun dedi ki: Bundan, bu
soydan başka bir adın daha var senin... sana ne ad daha ala yaraşır.
Firavunun kulu kullarının kulu... bedeni, canı, önce onun nimetleriyle
beslenip yetişen kul. Asi, azgın ve pek zalim kul... kötü işi yüzünden
yurttan kaçan kul. Kanlı katil, gaddar,hak bilmez kul... artık sen bu
sıfatlara bak da var kıyas et nesin?
Gariplikte hor, yoksul,
çıplak bir kul, öyle bir kul ki ne bizim hakkımızı tanır,ne bize
şükreder.
Musa şöyle cevap verdi:
Haşa... o padişaha, padişahlıkta kimse şerik olamaz. Mülk ve devlette
tektir, eşi yok. Kullarına ondan başka başbuğ yoktur.
Halkına ondan başka kimse
sahip değildir. helake düşmüş kişiden başka kimse ona şeriklik
davasına kalkışamaz. Beni nakşeden, bana bu sureti veren odur;
nakkaşım odur benim... başkası bu davaya kalkışırsa zalimdir. Sen
benim kaşımı bile yaratmaya kadir değilsin... böyleyken Nasıl olur da
beni yarattığını söyleyebilirsin?
Asıl o gaddar, o azgın sensin
ki Tanrıya şerik olmak davasına düşmüşsün. Ben bir kötü kişiyi
öldürdüysem ne nefsime uyduğumdan öldürdüm, ne de eğlence için. Ben
bir yumruk indirdim o da derhal ölüverdi... zaten canı yoktu can verdi
geberdi gitti.
Ben bir köpek öldürdüm...
fakat sen peygamber oğullarını, yüz binlerce suçsuz, ziyansız
çocukları öldürdün ya! Onları öldürdün; hepsinin kanı senin
boynundadır... bakalım hele, bu kan içmeden başına neler gelecek?
Yakup soyunu öldürdün...
maksadın da hep beni öldürmekti, bunu umuyor, bunu istiyordun sen!
Tanrı, seni kör etti de beni seçti... nefsinin pişirip kotardığı hile,
baş aşağı geldi.
Firavun dedi ki: Bunları
bırak hele... şüphesiz benim hakkım, tuz ekmek hakkı buydu ha. Beni
halkın önünde rezil rüsvay edesin... aydın günü gönlüme karartasın...
sen de olan hakkıma karşılık yapacağın bumu senin?
Musa, kıyamet gününün horluğu
daha güçtür... hayırda, şerde bana riayet etmezsen kıyamette halin
bundan beter olur. Bir pirenin acısına tahammülün yok; yılanın acısına
nasıl tahammül edeceksin? Görünüşte senin işini yıkıyorum ama bir
dikeni gül bahçesi haline getiriyorum dedi.
Birisi geldi yeri bellemeye,
sürmeye başladı. Aptalın biri dayanamayıp feryat etti. Dedi ki: Bu
yeri neden yıkıyorsun... neden yarıyor dağıtıyorsun?
Adam dedi ki: A ahmak, yürü
git... benimle uğraşma! Sen, yapılmayı yıkılmada bil. Bu yer, böyle
çirkin ve yıkık bir hale gelmedikçe nasıl olur da gül bahçesi, buğday
tarlası haline gelir. Düzeni alt üst olmadıkça nasıl olur da
bostanlık, ekinlik olur; mahsul ve meyve yetiştirir? Yarayı neşterle
deşmedikçe iyileşir onulur mu hiç? Ahlatın, ilaçla yıkanmadıkça
hastalığın nasıl geçer, nasıl şifa bulursun?
Terzi kumaşı paramparça
eder... bir kimse çıkıp da o sanatını bilen terziye, bu canım atlası
neden bu hale getirdin... neden kestin; ben kesik kumaşı ne yapayım
der mi?
Her eski yapıyı yaparlar,
yenilerlerken eski yapıyı yıkmazlar mı? Marangoz, demirci ve kasap da
bunun gibi yıkıp yakıp harap etmezler mi? O halileyi, belileyi dövmek,
onları adeta telef etmek, bedenin yapılmasıdır. Buğdayı değirmende
ezmeseydin ondan ekmek yapabilir miydi?
A balık, yediğim tuz ekmek,
seni ağından kurtarmak için beni böyle uğraştırıyorsun ya! Musa’nın
öğüdünü kabul edersen sonu kötü olan böyle bir oltadan kurtulursun!
Kendini hayli zamandır heva ve hevese kul, köle ettin... yeter artık!
Küçücük bir kurdu ejderha haline getirdin. Ben de senin ejderhana
karşı ejderha getirttim... onunla anbean seni ıslah etmek
niyetindeyim. Onun nefesi, bunun nefesiyle tutulsun... ejderham, o
ejderhayı mahvetsin!
Eğer razı olursan iki
yılandan da kurtulursun... yok, razı olmazsan o ejderha, canını
kökünden siler süpürür, seni mahveder!
Firavun dedi ki: Pek usta bir
büyücüsün... bu ülkeye bir ikiliktir saldın. Gönlü bir olan halkı iki
bölüğe ayırdın... öyledir; büyücülük, dağa, taşa bile tesir eder...
onları bile yarar, yıkar.
Musa şöyle cevap verdi: Ben,
Tanrı emirlerine gark olmuşum... hiç Tanrı adı ile büyücülük görülmüş
şey midir?
Büyücülüğün temeli gaflettir,
kafirliktir... halbuki Musa’nın canı, din meşalesidir. A çirkin, ben
büyücülere benzer miyim? Nefesine Mesih bile haset etmededir benim.
A cenabet, benim nerem
büyücülere benzer? Kitaplar, canımda nurlanır, ışıklanır. Fakat sen
heva ve heves kanadı ile uçtuğun için benim hakkımda şüpheye
düşüyorsun. Kim hilebazlarla canavarların işini işlerse elbette kerem
sahipleri hakkında şüphelenir.
Sen, bir alemin cüzüsün... ne
olursan ol, mutlaka o alemin külünü kendi sıfatlarında görürsün sen,
azgın herif!döndün de başın döndü mü gözüne ev de dönüyor görünür.
Gemiye binersin; gemi hareket etti mi deniz kıyısını yürüyor görürsün!
Bir savaştan, bir çekişten canın daralırsa bütün dünyayı dar
görürüsün!
Dostların dilediği gibi
hoşluğa erersen, gönlün hoş olursa bu alem, sana gül bahçesi görünür.
Nice kişiler, ta Hint
ülkesine, Herat şehrine dek vardılar da oralarda alış verişten başka
bir şey bulamadılar! Niceler, Türkistan’a, Çin’e vardılar da oralarda
hileden, tuzaktan başka bir şey görmediler!
Sefere giden renkten, kokudan
başka bir şey göremezse söyle ona: Bütün iklimleri dolaşsın; hep bunu
görür. Öküz Bağdat’a geliverir... bir ucundan öbür ucuna kadar şehri
dolaşır... bütün o yaşayıştan, o güzelliklerden, o lezzetlerden ancak
ve ancak sokaklardaki karpuz kabuğunu görür! Öküzün yahut eşeğin
seyrine layık olan şey, sokaklara atılan samanlarla yolarda biten
otlardır!
Tabiat mıhına kurumuş et gibi
asılı kalan kişinin canı, sebeplere bağlanmıştı... bundan ötesini
göremez. Ey baş köşede oturan ulu kişi, sebeplerin kalktığı ova,
Tanrının geniş yeryüzüdür. Orada can, her an suret değiştirir... her
an yeniden yeniye ve apaçık bir alem görür.
Fakat bir sıfata kapılmış, o
sıfatla donup kalmış kişiye, cennette, cennet ırmaklarının kıyısında,
olsa orası yine kötü ve çirkin görünür!
Cihanı görme çerçeven
anlayışıncadır... pak kişilerin sence perde ardında olması, onları
görmemen, pis duygundandır. Bir zaman duygunu görüş suyuyla yıka...
sofilerin çamaşır yıkamaları budur, böyledir... bunu böyle bil. Sen
temizlendin mi perde yırtılır... pak kişilerin canları sana görünmeye
başlar.
Bütün alem nurla, suretlerle
dolsa o güzellikten ancak göz haberdar olur. Gözünü yumar da bir
güzelin zülfünü, yüzünü görmek için kulağını açarsan, kulak der ki:
Ben sureti göremem... ancak suret, bir ses verirse o sesi duyarım.
Bilirim, bilirim ama kendime ait olan şeyleri bilirim... bana ait şey
de harften, sesten başka bir şey değildir. kendine gel, hadi ey
burun... şu güzeli gör, desen imkanı yoktur.
Sana der ki: Mis, yahut
gülsuyu olursa koklarım... benim işim budur, bilgim bu kadardır. Ben o
baldırı gümüşe benzeyen güzeli nasıl görürüm? Aklını başını devşir de
yapamayacağım şeyi teklif etme bana! Eğri duyguda eğriden başka bir
şey göremez... onun önüne ister eğri getir, ister doğru. Hocam şaşı
göz bil ki tek göremez.
Sen de Firavunsun... tepeden
tırnağa kadar hile ve riyadan ibaretsin... onun beni kendinden farklı
görmemektesin. A eğri görüşlü, sen bana kendi gözünle bakma, benim
gözümle bak da biri, iki görme! Bana, bir an olsun benim gözümle bak
da varlıktan öte bir meydan gör. Darlıktan da kurtul, addan, şöhretten
de... aşk içinden aşk gör vesselam. Bil ki beden çerçevesinden
kurtuldun mu kulağın da göz olur, burnun da.
O tatlı dilli padişah doğru
söylemiştir: Ariflerin her kılı göz kesilir. Göz evvelce göz
değildi... o, rahimde bir et parçasından ibaretti. Yağ parçası görmeye
sebep olmaz oğlum... öyle olsaydı hiç kimse rüyada görülen şeyleri
göremezdi. Mesela şeytan ve peri de görür... fakat ikisinin gözünde
yağ parçasına benzer bir şey yoktur.
Nurun yağla ne münasebeti
var? Fakat yaratıcı sevgi ihsan edici Tanrı bu münasebeti
bağışlamıştır işte! İnsan topraktan yaratılmıştır fakat toprağa
benzemez ki... cinlerin ateşle bir münasebeti yoktur; fakat onlar da
ateşten yaratılmışlardır. Perinin aslı ateştir; fakat dikkat edersen
ateşe hiç benzemez.
Kuş, havadan yaratılmış
olmakla beraber havaya nereden benzer? Tanrı, münasebeti olmayan
şeylere münasebet verdi.
Bu fer’lerin asıllarıyla
münasebeti vardır... Tanrı onlara bu münasebeti vermiştir; fakat bu
münasebete akıl ermez, keyfiyeti bilinmez! İnsan hiçbir değeri olmayan
topraktan meydana gelmiştir... fakat bu oğlun,babası ile ne münasebeti
var?
Bir münasebeti varsa bile
akıldan gizlidir, keyfiyetine akıl ermez; akıl nereden bu münasebeti
izleyecek bulacak? Yele göz vermemiş olsaydı Ad kavmini nasıl fark
ederdi? Mümini nasıl olur da düşmandan ayırt eder... şarabı, nasıl
olur da testiden fark ederdi?
Nemrut’un yaktığı ateşe göz
olmasaydı Halil’e nasıl olur da, kendisini zahmetlere sokup saygı
gösterirdi? Nil’in gözü olmasaydı, görmeseydi, Kıpti ile İsrail
oğullarını nasıl ayırt edebilirdi? Dağda taşta görüş yoktu da nasıl
Davut’a yar oldu? Bu yeryüzünün can gözü yoktu da Karun’u neden öyle
sömürüp yuttu? Hannane direğinin gönül gözü olmasaydı o tek kişinin, o
eşsiz erin ayrılığını görür müydü? Kırık taşlar, görmeselerdi avuç
içinde nasıl şahadet ederlerdi?
A akıl, sen kanatlarını aç da
“İza zülziletil arzu zilzaleha” suresini oku! Kıyamet günü bu yeryüzü,
görmeseydi iyiye kötüye nasıl şahadet ederdi ki? Halbuki halini,
kendisinde olan haberleri söyleyecek... yeryüzü bize sırlarını açacak.
Beni senin gibi bir padişaha göndermesi de bir delildir... gönderen
bilir ki. Böyle bir illete böyle bir ilaç lazım bu ilaç, o umulmaz
yarayı kolayca iyileştirecek elbet. Bundan önce rüyalar görmüştüm...
Tanrının beni seçip göndereceğini anlamıştım. Ben elime asayı ve nuru
alacak, senin gibi bir küstahın boynuzunu kıracaktım. Bunun için
kıyamet gününün sahibi olan Tanrı sana çeşit çeşit rüyalar
gösteriyordu.
Bunlar senin kötü içine,
azgınlığına layık rüyalardı. Bunların sana, senin haline tam uygun
olduğunu bildirmek diliyordu. Tanrı, sana bunları gösteriyordu ki onun
hikmet sahibi ve her şeyden haberdar, aynı zamanda derman kabul etmez
dertlerin dermanını ihsan eder bir Tanrı olduğunu bilesin.
Fakat sen bu rüyaları tevile
kalkıştın... kör ve sağır kesildin, bunlar; ağır uykudan meydana gelen
hayaller dedin. Doktorlarla müneccimler de kendilerinde olan nur
pırıltısı ile tabirini gördüler, fakat tamahlarından hakikati
söylemediler. Kederlenmek, devletine bir gussa gelmek, senin
devletinden, padişahlığından uzaktır. Ya çeşitli gıdalardan, yahut
yemekten insan, hep böyle rüyalar görür dediler. Çünkü gördüler ki sen
öğüt istemiyorsun, kaba ve hoyratsın, kan içicisin... yok, yoksul
huylu değilsin!
Padişahlar, bir iş için kan
dökerler ama merhametleri kızgınlılarından üstündür. Padişahın Tanrı
huyuyla huylanması gerektir. Tanrının gazabın arıktır. Şeytan gibi
gazabının üstün olması gerekmez, öyle olursa hile yüzünden lüzum
yokken kan döker!
Namussuzların hilmi gibi
halim olması da doğru değildir... çünkü karısı da orospu olur cariyesi
de! Halbuki sen, gönlünü şeytan evi haline getirdin... kinini, kendine
kıble yaptın. Keskin boynuzların nice ciğerleri deldi... işte şu asam,
senin küstah boynuzunu kırdı!
Cisme mensup askerler,
ruhanilerin kalelerine saldırırlar. O taraftan tertemiz birisi
gelmesin diye gayb derbendine hücum ederler. Gaziler, savaşa pek
gitmediler mi kafirler, yürür saldırılar. Gayb gazileri, hilimlerinden
sana saldırmazlar kötü gidişli. Gayb derbentlerine saldırdın... gayb
erlerinin bu tarafa gelmemesini diledin!
Ata bellerine, ana
rahimlerine pençe attın... kötülükle yolu kesmek istedin! Ululuk ıssı
Tanrının soy sop yetişmesi için açtığı ana yolu sen nasıl
kapatabilirsin? A inatçı, sen derbentleri tuttun ama körlüğüne rağmen,
yine bir er çıktı işte.
İşte o çıkan er benim...
senin maksadını yıkıp yakarım; tanrının adı ile senin adını sanını yok
ederim! Sen var, derbentleri iyice tuta dur... ne vakte dek sakalına
bıyığına gülüp duracaksın? Kader bıyığını sakalını birer birer
yolar... nihayet kadere karşı çekinmenin fayda vermediğini anlarsın.
Senin bıyığın sakalın mı daha kuvvetlidir, Ad’ın bıyığı sakalı mı?
Onların nefesinden şehirler titrer dururdu.
Sen mi daha inatçısın Semud
mu? Varlık alemine onlar gibisi gelmedi gitti. Bunlardan yüz tanesini
daha söylesem fayda yok; sen sağırsın... duyarın da duymazlıktan
gelirsin!
Söylediğim sözden tövbe
ettim; tam senin ilacını yaptım. Bu ilacı senin ham sakalına korum da
pişer, yahut da yanar... sen de ebedi olarak yaralı kalırsın. Bu
suretle de bilirsin ki Tanrı, her şeyi bilir... her şeye, ona layık
olan ilacı verir ey düşman. Ne vakit bir eğrilik ettin, ne zaman bir
kötülükte bulundun da onun ardından derhal layığını görmedin?
Ne zaman gökyüzüne bir nefes
bir dua gönderdin de ardınca ona benzer bir iyilik gelmedi? Dikkat
etsen, uyanık olsan her an, yaptığın işin cevabını görürsün!
Dikkat ederde ipe sarılırsan
senin için kıyametin gelmesine hacet yok. Remiz ve işareti gören
kişiye açık söz söylemeye ihtiyaç var mı? Bu bela sana aptallığından
gelir... nükteleri remizleri anlamazsın!
Gönül kötülük yüzünden
karardı da kapkara oldu mu artık anla... burada sersemleşmenin lüzumu
yok! Yoksa o karalık, sana bir ok olur... sersemliğinin cezası sana
erişir! Ok gelmezse lütuf ve kerem yüzünden gelmez; o kötülük
görülmediğinden değil.
Kendine gel de eğer sana
gönül gerekse dikkat et... çünkü her işin ardından senin için bir şey
meydana gelir. Himmetin bundan fazla olursa dikkatle işin, daha
yücelir.
Sen de görünüşte kapkara bir
demire benzersin ama kendini cilala, cilala! Bu suretle de gönlün,
suretlerle dolu bir ayna kesilsin; ona her cihetten gümüş bedenli bir
güzel aksetsin! Demir gerçi karadır nursuzdur... fakat cilalamak
ondaki karalığı giderir. Demir cilalanır, yüzünü güzelleştirir... bu
suretle suretler onda görünebilir. Topraktan yaratılan beden kabadır,
karadır ama cila kabul eder, onu cilala. Cilala da onda gayb şekilleri
yüz göstersin... huri ve melek akisleri görünsün!
Tanrı bil ki sana bir akıl
cilası vermiştir... onunla gönül yaprağı arınır, aydınlanır. A
binamaz, cilalanmayı bırakmışsın da heva ve hevesinin iki elini de
açmışsın. Heva ve heves kapandı mı eli açılır. Gayb aynası olan
demirde bütün suretler görünür. İçini kararttın, paslattın, işte
“Yeryüzünde fesada çalışırlar” ayetinin manası budur.
Şimdiye kadar böyle hareket
ettin durdun artık böyle harekette bulunma... suyu kararttın, daha
ziyade karartma. Bulandırma da bu su durulsun... o suyun içinde ay ve
yıldızları tavaf eder gör. Çünkü insan ırmak suyuna benzer... bulandı
mı artık onun dibini göremezsin. Irmağın dibi incilerle, mercanlarla
dopdolu... sakın bulandırma o saf ve durudur.
İnsanların canı havaya
benzer... tozla karıştı mı gökyüzünde perde olur, gökyüzünü göstermez.
Güneşin görünmesine mani olur... fakat tozu gitti mi saf ve parlak bir
hale gelir. Canın kapkara olmakla beraber Tanrı, kurtuluş yolunu
bulasın diye sana rüyalar göstermiştir.
Tanrı, sonunda olacak şeyleri
kudretiyle kapkara demirde gösterdi. Bu suretle senin daha az kötülük
etmeni diledi... fakat sen, hep bunları gördüğün halde daha beter
oluyordun! Sana rüyada kötü şeyler gösterdi... onlardan ürktün,
halbuki o kötü şeyler senin suretindi. Hani aynaya bakınca yüzünü
çirkin görüp aynayı pisleyen Zenci gibi!
Tükürmüş de sen çirkinsin,
layığın ancak bu demiş, aynada çirkinliğim, senin çirkinliğin a kör ve
aşağılık adam! Bu pisliği de kendi çirkin yüzüne bulaştırdın, bana
değil... çünkü ben apaydınım demiş!
Sen gah elbiseni yanmış
gördün; gah ağzın tutulmuş, gözün kör olmuş gördün. Gah bir canavar
kanına kastetti... gah yırtıcı bir hayvan, başını ısırdı! Kendini gah
lağıma baş aşağı düşürüyorsun gördün... gah kanlı sellerde gark
olmuşsun gördün. Bazen rüyada bu tertemiz gökyüzünde sana “kötüsün,
kötüsün, kötü” diye ses geldi... bazen dağlardan apaçık “hadi git be
sen de ashabı şimaldensin” sesini duydun! Bazen her cansız şeyden
“Firavun, ebediyen cehenneme düştü gitti” sedasını işittin!
Bundan beter rüyalar da
gördün... fakat utancından söyleyemiyorsun ki ters tabiatın büsbütün
tersleşmesin, kızmayasın.
Ey öğüt kabul etmeyen
azıcığını söylüyorum sana... bu azıcığı duy da bil ki ben biliyorum.
Gördüğün rüyaları ve başına gelecek işleri düşünmemek için kendini ölü
ve kör ettin. Ne vakte dek kaçacaksın? İşte hileler düzen anlayışın
körlüğü, önüne geldi çattı.
Kendine gel, bundan böyle
çekin artık... çünkü Tanrı keremiyle tövbe kapısı açıktır. Tövbenin
batı tarafında bir kapısı vardır, kıyamete kadar açıktır, o kapıdan
yüz çevirme! Cennetin Tanrı rahmetiyle sekiz tane kapısı var... oğul,
o sekiz kapıdan birisi de tövbe kapısıdır.
Öbürlerinin hepsi de bazen
açılır, bazen kapanır... fakat tövbe kapısı hep açıktır. Bunu ganimet
bil... kapı açık, hasetçinin körlüğüne rağmen derhal pılını pırtını
oraya çek.
Kendine gel de benden bir
öğüt kabul et, karşılık olarak dört şey al! Firavun, o bir öğüt, hangi
öğüt? O tek öğüdü bana birazcık anlat dedi.
Musa dedi ki: O tek öğüt şu:
Apaçık şöyle deki Tanrı tektir, ondan başka tapacak yoktur. Göklerin
yıldızların... insanlarla şeytanların cin ve perilerin, kuşların yüce
yaratıcısıdır. Denizin, ovanın, dağın, çölün yaratıcısı o dur...
ülkesinin sınırı yoktur, kendisinin benzeri yoktur. Firavun ey Musa
dedi... buna karşılık bana vereceğin o dört şey nedir? onları da
söyle. O güzel vaadin lutfiyle kafirliğin çarmıhı gevşesin. Belki bir
ganimet olarak elde edeceğim o hoş vaatler yüzünden yüz batmanlık
küfür kilidim açılır... belki bal ırmağının tesiri ile bedenimdeki kin
zehri ballaşır.
Yahut o tertemiz süt
ırmağının aksiyle esir aklım bir an olsun beslenir. Yahut o şarap
ırmaklarının aksiyle sarhoş olur da Tanrı emrinin zevkinden bir koku
alırım. Yahut ırmakların letafetinden çorak ve yıkık bedenim
tazelenir. Çorak bedenimden bir yeşillik meydana gelir...
dikenliklerim cennet-i Me’va kesilir. Belki cennetin ve dört ırmağın
aksiyle can, Tanrı, yardımına mazhar olur da sevgiliyi aramaya
koyulur. Nitekim cehennemin aksiyle de ateş kesilmişim. Hak kahrı ile
karışmışım.
Cehennem yılanının aksiyle
yılana dönmüşüm... cennet ehline zehirler yağdırma da, onları dalayıp
durmadayım. Gah cehennemdeki kaynar suyun kaynamasının, köpürmesinin
tesiri ile zulüm suyum, halkı çürütür eritir.
Ben zemherinin aksiyle
zemheri olmuşum... yahut da cehennemin aksiyle cehenneme benzemişim.
Şimdi yoksul ve mazlumlara cehennemim... vay onu zebun bulursam.
Musa dedi ki: O dördün
birincisi, bedenin ebedi olarak sıhhatte kalır. Tıp bilgisinde
söylenen illetler, ey akıllı er, bedeninden uzaklaşır. İkincisi, ömrün
uzun olur... ecel, ömründen çekinir! İyi bir ömür sürdükten sonra
alemden, muradına erişmeden gitmezsin. Hatta süt emer çocuğun süt
istemesi gibi eceli istesin... fakat seni esir eden bir zahmet, bir
dert yüzünden değil.
Ölümü arasın ama bir eziyete
uğrayıp aciz kaldığından değil de evin harabesinde defineyi
gördüğünden. Bunun üzerine kazmayı eline alır da hiç düşünmeksizin evi
yıkmaya başlarsın. Çünkü evi, definenin perdesi görürsün... bilir
anlarsın ki bu bir tek tane, yüzlerce harmana mani olmaktadır. Artık
bir taneyi ateşe atarsın, erlik sıfatı ile sıfatlanır, er olursun.
Ey bir yaprak uğruna bağdan
olan... sen yaprağa kapılıp kalan ve bu yüzden üzümden olan kurda
benziyorsun. Fakat Tanrının lütfu ve keremi, bu kurdu uyandırırsa
bilgisizlik ejderhası seni yer, siler süpürür.
Kurt meyvelerle, ağaçlarla
dolu bir bağ kesilir... işte bahtı, talihi iyi olanlar, böyle bir
değişikliğe nail olurlar.
Evi yık... bu Yemen akiği ile
yüz binlerce ev yapılır. Hazine ev altındadır, ev yıkılmadıkça ele
geçmesine çare yok... evi yıkmaktan ürkme, durma! Çünkü bu hazinenin
ele geçecek bir parası ile zahmetsiz, meşakkatsiz binlerce ev
yapılabilir.
Nihayet bu ev zaten viran
olacak... altındaki hazine de apaçık ortaya çıkacak. Fakat o vakit
hazine senin olmaz... çünkü o ele geçen ganimet, ruhun evi yıkma
ücretidir. “İnsan ancak çalıştığını kazanır.” O işten hiçbir ücrete
sahip olamayınca, artık, eyvahlar olsun... böyle bir ay bulut
altındaymış da görmedim.
İyilik edip bana söylenen
sözleri tutmadım... artık hazine gitti, elim bomboş diye elini ısırır,
hayıflanır durursun. Mesela; sen ücretle bir ev kiralarsın... fakat o
evi satın alsan bile senin değildir ki! Bu evde iş işleyesin diye kira
müddeti, eceline kadardır. Dükkanda eskicilik yamacılık edersin...
fakat bu dükkanının altında iki maden gömülüdür. Bu dükkan kiralıktır
çabuk ol, kazmayı al da dibini kaz! Birdenbire kazma madene rastlasın
da dükkandan da kurtul, yamacılıktan da. Yamacılık dediğin nedir? su
içmek yemek yemek... bu yamalarla köhne hırkanı yamar durursun!
Bu beden hırkası daima
yırtılır... sen de bu yemekle içmekle onu yamarsın. Ey talihi yaver
padişah soyundan gelen, kendine gel de yamacılıktan utan. Bu dükkanın
dibini bir parçacık kaz da o iki maden başını yüceltsin.
Bu kiralık evin müddeti
bitmeden kendine gel... yoksa bu müddet biter, sende ondan bir fayda
elde edemezsin! Sonra dükkan sahibi seni dükkandan çıkarır; bu dükkanı
da hazineyi elde etmek için yıkar. Sen gah hasretle başına vurursun;
gah ham sakalını yolar durursun.
Yazıklar olsun; bu dükkan
benimdi... kör müydüm ki buradan bir fayda elde etmedim. Yazılar
olsun, bu bizimdi... yel götürdü! Biz kullara da ebediyen hasretlere
düşüp eyvahlar olsun demek kaldı dersin!
Ben evde bir süs, bir nakış
gördüm de o evin sevgisiyle kararsız bir hale geldim. Gizli hazineden
haberim bile olmadı... yoksa kazma, elimde çiçek demeti kesilirdi. Ah,
o zaman kazmanın hakkını verseydim şimdi gamdan kurtulmuş olurdum!
Gözümü nakşa, takmış, çocuklar gibi aşk oyunlarına dalıp kalmıştım.
O muradına erişmiş hakim, sen
bir çocuksun... ev de nakışlarla, suretlerle dolu diyerek ne de doğru,
ne de güzel söylemiştir.
“İlahimane” de vasiyetlerde
bulunmuş, tozu dumana ver, varlığının kökünü kazı demiştir. Firavun ey
Musa dedi; kafi... gönlüm, ıstıraptan eridi gitti... artık üçüncü
vaadini söyle!
Musa dedi ki; üçüncüsü şu:
Devletin iki kat artar, iki alemin de düşmanından arınmış devlet ve
saltanatına nail olursun. Şimdiki devlet ve ikbalinden daha fazla
devlete, ikbale ve ülkelere sahip olursun... şimdiki devletin savaş
içindedir, o devlet sulh ve huzur içinde.
Savaş aleminde sana böyle bir
devlet ve ülke ihsan eden, bir gör de bak... sulhta ülkene nasıl bir
sofra kurar. Keremiyle cefa zamanında onları veren, vefa zamanında
seni nasıl görüp gözetir, arayıp yoklar... bir bak da gör.
Firavun ey Musa, dördüncüsü
nedir? çabuk söyle... çünkü sabrım yetti, hırsım arttı dedi.
Musa dedi ki: Daima genç
kalırsın... daima saçın, sakalın katran gibi siyah, yüzün erguvan gibi
kırmızı olur.
Bizce rengin, kokunun değeri
yoktur... fakat sen aşağılıksın, onun için aşağı alemden konuşuyorum.
Renkle, kokuyla, mevki ile öğünmek, çocukları sevindirir, aldatır.
İşim çocuğa düştü... gayrı çocukların ağzını kullanmam lazım!
Mektebe git de sana kuş
alayım, yahut kuru üzüm, ceviz ve fıstık getireyim diyeyim! Sen beden
gençliğinden başka bir şey bilmiyorsun ya, al işte bu gençliği... a
eşek, nah sana arpa. Yüzün hiç buruşmaz pörsümez... kutlu gençliğin
hep bu halde kalır. Ona ne ihtiyarlık buruşması gelir... ne de selviye
benzeyen boyun iki kat olur. Ne sendeki gençliğin kuvveti azalır, ne
dişlerin ağırır, sallanır.
Kadınların erkeklerden
nefretine sebep olan gevşekliği kadına yaklaşmamak derdini görmezsin.
Gençlik çağının parlaklığı seni öyle bir açar, neşelendirir ki
Ukaşe’nin müjdesi de Peygamberi öyle açmış, öyle neşelendirmişti işte.
Ahır zaman Peygamberi Ahmet
Rebüyülevvel ayında göçtü... bunda hiç itilaf yoktur. Gönlü, bu göç
zamanını haber alınca can ve gönülden o vakte aşık oldu. Safer
gelince, bu ay bitince sefer edeceğim diye neşelendi. Her gece bu
buluşmanın iştiyaki ile sabahlara kadar “Ey yücelerden yüce arkadaş”
der dururdu. “Bana kim safer ayı çıktı diye müjde verirse... kim safer
gitti, Rebiyyülevvel geldi diye beni muştularsa ben de onu cennetle
muştular, ona şefaatçi olurum” dedi.
Ukaşe gelip müjde dedi...
safer çıktı gitti. Peygamber de “Ey ulu aslan, cennet senindir”
buyurdu. Başka biri de gelip safer çıktı dedi... Peygamber dedi ki: O
müjdeyi Ukaşe aldı. Erler, görüyorsun ya, alemden göçmeden
neşeleniyorlar... şu çocuklarsa alemde kalmalarına seviniyorlar. İyi
suyun tadını tatmayan kör kuşa, acı su, kevser görünür.
Musa da senin saf ikbaline
bir dert erişmez diye bu tarzda kerametler sayıp dökmekteydi. Firavun,
pek güzel... iyi söyledin ama bir de iyi bir dostla görüşeyim,
danışayım dedi.
Firavun, bu sözü Asiye’ye
açtı. Asiye dedi ki: A gönlü kararmış, bu vaatlere can ver. Bu
sözlerde ne büyük inayetler var. Ey iyi huylu padişah, durma hemen
bunları elde et. Ekim zamanı geldi... hem de ne faydalı ekim ya! Bu
sözleri söyledi ve iştiyakinden ağlamaya başladı. Yerinden sıçradı, ne
mutlu sana dedi... a kelceğiz, güneş başına taç oldu. Kelin ayıbını
külah örter... hele o külah güneş ve ay olursa ne mutlu!
Daha o mecliste bunu duyunca
neden evet... yüzlerce hamt olsun demedin? Bu söz, güneşin kulağına
değseydi buna nail olmak ümidiyle baş aşağı yere inerdi. Hiç bildin
mi, ne vaattir bu, ne lutüftur? Hak İblisi arayıp soruyor adeta. O
kerem sahibi, seni böyle bir lutfa, böyle bir ihsana çağırdı da nasıl
tahammül ettin? Şaşılacak şey. Nasıl yüreğini eritmedi bu? Eritseydi
iki cihandan da nasip alırdın. Adamın yüreği tanrı için erirse
şehitler gibi iki alemde de lütfa, ihsana mazhar olur.
Gafillik de hikmettir, bu kör
oluşun da bir hikmeti var... var ama neden bu dereceye kadar olsun?
Sermayenin çabucak elden uçmaması için gafillik, hem hikmettir, hem
nimet. Fakat umulmaz bir yara haline gelmemeli... aklın ve canın zehri
olmamalı, adama eziyet vermemeli. Kim böyle bir alışverişi edebilir?
Bir gülle gül bahçesini satın alıyorsun! Bir taneye karşılık yüzlerce
ağaçlık... bir habbeye karşılık yüzlerce maden.
Kim her şeyi Tanrı için
yapar, Tanrıya karşı ihlas sahibi olursa” demek, o taneyi vermektir.
Bu suretle de “Tanrı da onun olur, her dilediğini verir” sözünün
hakikati elde edilir. Çünkü bu arık ve kararsız varlık, o ebedi
Tanrının zevalsiz varlığından var olmuştur. Fani varlık, kendisini ona
verdi mi baki olur, asla ölmez. Yelden, topraktan korkan ve bu ikisi
yüzünden helak olan katra gibi.
Katra, aslı olan denize
kavuştu mu güneşin hararetinden de kurtulur, yelden, topraktan da.
Zahiri, denizde yok olur ama zatı yok olmaz, ebedileşir,iyileşir.
Kendine gel ey katra da pişman olmaksızın varlığını ver... ver de bir
katraya karşılık uçsuz bucaksız denizi bul. Kendine gel ey katra da bu
şerefi bul, denizin avucuna düş, o avuçta telef olmaktan emin ol.
Böyle bir devlet, kimin eline düşmüştür; bir deniz bir katrayı
dilemekte istemekte!
Tanrı hakkı için, Tanrı hakkı
için çabuk sat ve satın al... bir katrayı ver, incilerle dolu denizi
elde et. Tanrı hakkı için, Tanrı hakkı için hiç geciktirme... bu söz,
lütuf denizinden gelmede! Lütuf bile bu lütuf içinde kaybolur...
aşağılık bir adam, yedinci kat göğe çıkıyor.
Kendine gel, hiçbir kimse
bunu aramakla bulamaz... nasılsa bir acayip oyuna rastladın. Firavun,
bunu bir de Haman’a söyleyin; padişaha vezirin reyini almak lazımdır,
dedi.
Asiye dedi ki: Bu sırrı
Haman’a söyleme. Kör kocakarı, doğanın kıymetini ne bilir.
Bir ak doğanı kocakarının birine verirsen iyilik
olsun diye pençelerindeki tırnakları keser. Halbuki asıl iş gördüğü,
avlandığı uzvu, tırnaklarıdır... kör kocakarıcağız körcesine o
tırnakları kesiverir. Anan neredeymiş ki der... a ulu yavrum,
tırnakların böyle uzamış senin? Kötü kocakarı, doğanın tırnağını,
gagasını kanatlarını keser... sevgi çağında işte bunları yapar.
Doğanın önüne tutmaç kor da o, az yedi mi kızar... sevgiyi yırtar
atar!
Senin için böyle bir tutmaç
pişirdim de sen ululuk gösteriyor, haddini bilmiyorsun ha! Sen o
eziyetlere, belalara layıksın... devletin ikbalini kadrini nereden
bileceksin sen? Der. Tutmaç yemiyorsan bari al, bunu iç diye doğana
tutmaç suyu verir. Halbuki doğan, tutmaç suyundan hoşlanmaz, içmez...
kocakarı büsbütün kızar; kızgınlıkla o sıcak çorbayı doğanın başından
aşağı döker, hayvanın başını yakar, kel eder!
Canı yanar teessürle
gönülleri parlatan padişahın lütfunu anarak ağlamaya başlar; padişahın
çehresinden yüzlerce kemale nail olan o nazenin, o işveli gözlerinden
yaşlar döker.
“Mazagal basar” sırrına nail
olan gözleri o karganın açtığı yaralarla dolar... güzel ve güzel göz,
zaten kötü göz yüzünden dertlere, elemlere uğrar! Halbuki o öyle engin
bir gözdür ki iki alem bile ona bir kıl kadar görünmektedir.
Gözüne binlerce gökyüzü
görünse kaynağın denizin yanında kayboluşu gibi kaybolur! O göz, bu
duygu alemine ait şeylerden geçti mi gayb alemini görür de bu
kabiliyet yüzünden öpülür durur. Zaten bir kulak bulamıyorum ki o
güzel göze ait bir nükte söyleyeyim.
O gözden ulu ve kutlu yaşlar
süzülse Cebrail, katrasını kapardı... O güzel gidişli dilber, müsaade
ederse bu kaptığı katrayı kanadına, gagasına sürerdi.
Doğan der ki: Kocakarının
kızgınlığı alevlendi ama kuvvetimi, nurumu, sabrımı ve ilmimi yakmadı
ya. Can doğanım yüzlerce suret dokur, durur... deveyi, yaralar Salih’i
değil! Salih, ululukla bir nefes aldı, bir dua etti mi dağdan, o çeşit
yüzlerce deve doğar!
Gönül der ki: Sus, aklını
başına al... yoksa gayret, varlık nescini çeker yırtar! Fakat ne
çare... padişahlık gururu, öğüt dinletmiyordu; nihayet öğüdü gönlünden
koparıp attı. Tanrı gayretinin yüzlerce gizli hilmi vardır... yoksa
bir anda yüzlerce cihanı yakardı.
Mutlaka Haman’la görüşüp
danışmam lazım... ülke ona dayanmaktadır, ben onunla kuvvet, kudret
bulmaktayım, dedi. Mustafa’nın meşveret ettiği zat, Tanrı Sıddıkı
idi... Ebucehel’e fikir veren Ebuleheb’di. Cinsiyet onu öyle bir çekti
ki o nasihatler, kulağına bile giremedi. Her şey kendi cinsinden olana
yüzlerce kanatla uçar gider... ona ulaşma hayali ile bağlarını yırtıp
yürür!
Muratza’nın yanına bir kadın
gelip dedi ki: Çocuğum oluğun üstüne kaydı. Çağırsam ele geçmez...
bıraksam düşüp helak olacağından korkuyorum. Akıllı değil ki
tehlikelerden kurtul, yanıma gel deyeyim de anlasın.
Elle işaret etsem anlamaz...
anlasa bile kötülük şu ki dinlemez. Mememi, sütümü gösterdim ama
benden gözünü, yüzünü çevirip duruyor. Tanrı hakkı için ey ulular,
siz, bu alemde de acizlerin ellerinden tutan, onlara yardım eden
erlersiniz, o alemde de! Benim derdime tez bir derman bul ki gönlümün
meyvesini kaybedeceğim diye yüreğim titremede.
Ali dedi ki: Dama bir çocuk
çıkar... çocuğun kendi cinsini görünce, derhal oluktan dama gelir...
cins, cinsine ebedi olarak aşıktır. Kadın öyle yaptı... çocuğu o
çocuğu görünce ona yüz tuttu; oluktan dama geldi. Her cins, kendi
cinsinden olanları çeker, bunu böyle bil.
Çocuk sürtüne, sürtüne öbür
çocuğun olduğu tarafa geldi ve aşağıya düşme tehlikesinden kurtuldu.
Peygamberler de kulları
oluktan kurtarmak için insan olarak gönderilmişlerdir. Peygamber, ben
de sizin gibi insanım... kendi cinsinize gelin kaybolmayın buyurdu.
Çünkü cinsiyetin acayip bir çekiciliği vardır...
nerede birisini veya bir şeyi arayan varsa onu aratan, bir yana çeken
cinsiyettir.
İsa ve İdris, meleklere aynı
cinstendiler; onun için gökyüzüne çıktılar. Harun’la Marut’sa ten
cinsindendiler; yücelerden aşağıya indiler. Kafirler şeytanlarla aynı
cinstendir... canları şeytanların şakirdi olmuştur. Şeytanlarda yüz
binlerce kötü huylar öğrenmişler, akıl ve gönül gözünü kapamışlardır.
Onların kötü huylarından en ehemmiyetsizi hasettir. Hani İblisin
boynuna vuran haset.
O köpekler bunlara ululuk ve
haset öğretmişlerdir... onlar, halkın ebedi bir mülke, bir devlete
nail olmasını istemezler. Kimde sağdan, soldan bir yücelik görürlerse
hasetten adeta kulunçları kabarır, dertlenirler. Çünkü harmanı yanmış
talihsiz, kimsenin mumunun yanmasını istemez.
Kendine gel de sen de bir
yücelik elde et başkalarının yüceliğinden dertlenme. Tanrıdan bu
hasedin defini dile de Tanrı, seni cesetten kurtarsın! Tanrı bir
yudumcuk şaraba öyle bir hassa vermiştir ki adamı sarhoş eder, iki
alemden de kurtarır.
Bir avuç yeşil ota, esrara
öyle bir hassa vermiştir ki bir zaman olsun insanı kendisinden alır.
Tanrı uykuya öyle bir hal vermiştir ki düşünceyi iki alemden de keser.
Mecnun’u bir deri aşkından öyle bir hale getirmiştir ki dostu
düşmandan fark etmez olmuştur. Senin anlayışına havale edilecek bunun
gibi yüz binlerce şarabı vardır onun.
Nefsin kötülük şarapları var
ki o kötü kişiyi bunlarla yoldan çıkarır! Aklın kutluluk şarapları var
ki insan onların neşesi ile zevalsiz bir konak bulur. Sarhoşlukla gök
kubbe çadırını o yandan söker, yola düşer.
Kendine gel ey gönül de
mağrur olma... İsa, Tanrı sarhoşudur, eşek arpa sarhoşu! Şu küplerden
o çeşit şaraplar ara ki sarhoşluğunun sonu gelmesin. Çünkü her
sevgili, dolu bir küpe benzer... o tortuludur bu inci gibi saf.
Ey şarabı anlayan, tanıtan
er, ihtiyatla tat da karışıksız, katıksız arı duru bir şarap bulasın!
Her iki şarap da sarhoşluk verir ama bunun sarhoşluğu, adamı da
Tanrıya kadar çeker götürür. Bunu iç de düşünceden, vesveselerden,
hile ve düzenlerden kurtul; akıl bağı olmaksızın deve gibi coş, raksa
giriş.
Peygamberler ruh ve melek
cinsindendirler o yüzden gökteki meleği çekerler. Yel, ateş
cinsindendir onun dostudur... her ikisi de yücelir, yücelere çıkar.
Boş testinin ağzını kapadın da havuza, yahut ırmağa attın mı? Kıyamete
kadar batmaz... çünkü içerisi boştur o boşlukta hava vardır; yelin
meyli yüceleredir... içinde bulunduğu kabı da yücelere kaldırır.
Peygamberlerin cinsinden olan
canlar da çekişe, çekişe onların yanlarına giderler. Çünkü bu kısımdan
olan kişinin aklı üstündür... şüphe yok ki akıl da yaradılış
bakımından melekle aynı cinstendir. Nefis havası da düşmana
üstündür... fakat nefis, aşağılık cinstendir, aşağılık alemine gider!
Kıpti kötü Firavunun
cinsindendi... İsrail oğulları kabilelerine mensup olanlar da Tanrı
kelimi Musa’nın cinsinden. Haman, tan Firavunun cinsindendi... Firavun
o yüzden onu seçmiş, baş köşeye geçirmiş, kendisine vezir etmişti.
Hasılı sonunda da Haman onu baş köşeden ta cehennemin dibin e kadar
çekti... çünkü o iki pis adam cehennem cinsindendi. İkisi de cehennem
gibi yakıcıydı... ikisi de nurun zıddı idi... ikisi de cehennem gibi
gönül nurundan çekinen ve nefret eden kişiydi! Çünkü cehennem, ey
mümin, sırattan çabuk geç, nurun ateşimi söndürecek. Ey mümin nurun
eteğimi sürüdü mü ateşimi mahvedecek; hemen geç der.
Cehennemlik de nurdan ürker,
kaçar... çünkü güzelin cehennem tabiatlıdır o. Mümin canla başla nasıl
cehennemden kaçarsa cehennem de müminden öyle kaçar. Çünkü müminin
nuru ateş cinsinden değildir... nuru arayan, hakikatte ateşin
zıddıdır.
Hadiste gelmiştir: Mümin
duada Tanrıya yalvarır, cehennemden aman diler ya; cehennemde canla
başla ondan aman diler... Yarabbi, beni falandan uzak et der.
Cinsiyet cazibesini şimdi bir
gör hele... bakalım sen hangi cinstensin; küfür cinsinden mi, iman
cinsinden mi?
Haman’a meylin varsa
Haman’dansın... Musa’ya meylin varsa Subhan’dan! İkisine de meyilsen,
iki cinsten de katışığın var... nefisle akıl, ikisi de sende karışık!
İkisi de savaşta... kendine gel, kendine! Çalış da manalar suretlere
üstün olsun.
Düşmanını her an bozguna
uğramış, mağlup olmuş göresin... savaş aleminde bu sevinç kafirdir
doğrusu! O inatçı suratlı Firavun, nihayet Haman’a kabalıkla bu
sözleri söyledi, Tanrı Kelim’inin vaatlerini anlattı... o sapığı
kendine mahrem etti.
Firavun Haman’ı tenha bulunca
bunları anlattı. Haman sıçrayıp yakasını yırttı. O melun naralar attı,
ağladı... kavuğunu, sarığını yere attı.
Dedi ki: Böyle küstahça ve
abes sözleri nasıl oldu da padişahın yüzüne karşı söyledi? Sen, bütün
alemi hükmüne almış, işini bahtın yardımı ile altın haline
getirmişsin. Padişahlar, inatsız, ısrarsız doğudan da sana vergi
getirmedeler, batıdan da!
Ey ulu padişah, bütün
padişahlar, sevinçle senin kapının eşiğini öpüyorlar! Düşmanın atı
atımızı gördü mü, sopa görmeden yüz çevirmede! Şimdiye dek alemin
tapındığı secde ettiği sendin... şimdi kulların en aşağısı mı
olacaksın? Bir efendinin kula tapmasındansa binlerce defa ateşe
atılması daha hoş!
Hayır buna imkan yok! Ey Çin
ülkesini bile hükmü altına alan padişahım, önce beni öldür de seni bu
halde görmeyeyim! Padişahım önce benim boynumu vur da bu alçalmayı
gözlerim görmesin! Böyle bir şey olmamıştır ya... fakat olmasın da!
Yer, gök olacak, gökyüzü yer ha!
Kullarımız, bizimle kapı
yoldaşı olacaklar... esirlerimiz, gönüllerimizi yaralayacak, öyle mi?
Düşmanların gözleri aydın
olacak da dost körleşecek... sonra da bize mezarın dibi, gül bahçesi
kesilecek ha!
Haman, dostla düşmanı
tanımıyor, tavlayı körcesine ters oynuyordu. A melun senin düşmanın
senden başkası değil... kinine uyup da suçsuzlara düşman deme!
Sence bu kötü hal
devlettir... yani evveli “Devkoş”, sonu da “Let-dayak ye!”bu devletten
sürüne, sürüne kaçmazsan şu baharın daima güz olur gider! Doğu ve
batı, senin gibi niceleri görmüştür... sonunda hepsinin de başı,
bedeninden kesilmiş gitmiştir.
Doğuyla batının bile kararı
yokken nasıl olur da bir adamı ebedi edebilirler? Korkuda,zindana
Girmekten ürkme yüzünden
halk, sana birkaç günceğiz yaltaklandı... onunla öğünüyorsun Ha!
Fakat halk kime secde ederse
onun canını zehirliyor demektir.
Bir kere devlet, yüz çevirdi,
bir kere bahtı döndü mü kendisine secde edenin kendisini zehirlediğini
de analar, bilgi sahibi olan adam da. Ne mutlu ona ki nefsini
aşağılatmıştır... vay o kişiye ki serkeşlikle dağ gibi baş
kaldırmıştır.
Bu ululuk bil ki zehirli bir
şaraptır... o şarapla aptal kişi sarhoş olur. Bir devletsiz, zehirli
şarabı içti mi bir zamancağız neşeden başını sallar ama, bir an sonra
zehir, canına tesir eder; can verip can almaya başlar. Onun zehirli
olduğuna inanmıyorsan bak da gör; Ad kavmine o zehir neler etti?
Bir padişah, başka bir
padişahı tuttu mu ya öldürür, ya bir zindana hapseder! Fakat bir
düşkün dertliyi görse derdine merhem bulur; ona ihsanlarda bulunur! O
ululanma zehir değilse neden padişah, onu suçsuz, hatasız öldürüyor?
Öbürüne de kendisine bir
kullukta bulunmadığı halde neden iltifat ediyor? Bu iki harekete bakıp
zehri anlamak mümkündür! Yol kesen, asla bir yoksulu dövüp vurmaz...
Kurt ölü kurdu katiyen ısırmaz.
Hızır gemiyi kötü kişilerin
ellerinden kurtarabilmek için deldi, kırdı. Mademki kırık gemi
kurtuluyor, sen de kırıl! Emniyet yoksulluktadır, yürü yoksul ol.
Madeni olan ve madenden birkaç parası bulunan dağ, külünk, kazma
yaraları ile paramparça oldu.
Kılıç boynu olanın boynunu
keser... gölge yerlere döşenmiştir o hiç yaralanmaz. Ululuk fazla
ateştir a kızgın... kardeş, kendini ateşe nasıl atıyorsun ki? Yerle
bir olan, bak hele oklara hedef olur mu hiç? Fakat yerden baş kaldırdı
mı o zaman hedefler gibi çaresiz yaralanır. Bu bizlik, benlik, halkın
merdivenidir... halk nihayet bu merdivenden düşer!
Kim merdivenin daha üstüne
çıkarsa daha aptaldır... çünkü düşünce onun kemikleri daha beter
kırılır. Bunlar fer-ileridir... asılları ise şudur: Yücelik Tanrıya
şirk koşmadır. Ölmedin de onunla dirilmedin mi ona ortak olmaya, ülke
ve devlet kazanmaya savaşan bir düşmansın! Fakat onunla dirildin mi,
zaten dirilen odur... bu, tam birliktir; nerede şerik oluş? Fakat bunu
işlerinin aynasında gör, çünkü bunu sözle, dedikoduyla anlayamazsın!
İçimdekini söylersem çok ciğerleri kan kesiliverir!
Artık bu kadarını kafi
göreyim... zaten anlayanlara bu yeter... köyde kimse varsa iki kere
seslendim işte. Hasılı Haman, o kötü sözlerle böyle bir yolu Firavuna
kesti.
Devlet lokması da ağzına
kadar gelmişti... Haman Firavunun boğazını kesiverdi. Firavunun
harmanını o yele verdi... hiçbir padişahın böyle bir veziri olmasın.
Musa dedi ki: Ben sana
lütuflar gösterdim, cömertliklerde bulundum... fakat ne yapayım? Tanrı
sana kısmet etmemiş! Hakiki olmayan padişahlığı ne el bil, ne yen!
Çalma, çırpma padişahlık, cansız, gönülsüz ve gözsüzdür. Sana
padişahlığı halk verdiyse borç alır gibi yine senden alır!
İğreti padişahlığı
Tanrıya ver de Tanrı sana herkesin kabul edeceği hakiki padişahlık
versin!