Sana
Halime’nin gizli hikayesini söyleyeyim de gönlünden gam gitsin!
Mustafa’yı sütten kesince fesleğen ve gül gibi elini alıp bağrına
basarak... Her iyi ve kötüden kaçırıp esirgeyerek o padişahlar
padişahını atasına teslim etmek üzere Mekke’ye geldi.
O emaneti, zayi
etmeden korkarak Kabe’ye geldi, Hatim’e girdi. Fakat bu sırada havadan
“ Ey Hatim, sana pek büyük bir güneş doğdu...Ey Hatim, bugün sana
cömertlik güneşinden yüz binlerce nur isabet ediverdi... Ey Hatim,
bugün sana, talih ve bahtın, ardında çavuş olduğu ulular ulusu bir
padişah gelip kondu...
Şüphe yok ki yeni
baştan yücelikler alemine mensup canların konağı olacaksın... Tertemiz
canlar her yandan bölük bölük, takım takım, şevklerinden sarhoş olarak
sana gelecekler” diye ses geliyordu. Halime bu sese şaşırıp kaldı...
ne önde kimse vardı, ne artta!
Altı cihette de
kimse yoktu... fakat bu canlar feda olası ses, ardı ardına gelip
durmaktaydı. Halime, o güzel ses nereden geliyor, kim söylüyor diye
araştırmak üzere Mustafa’yı yere bıraktı. Her tarafa göz gezdirdi... o
sırlar açan, gizli şeyler söyleyen padişah nerede diye her tarafa
baktı. Yarabbi, böyle yüce bir ses sağdan, soldan gelmede... fakat
söyleyen kim? Diyordu.
Kimseyi göremeyince
şaşırdı, ümidi kesildi, söyleyeni bulamayacağını anladı... söğüt dalı
gibi her tarafı tir tir titriyordu. Tekrar o aklı başında olan çocuğu
bıraktığı yere döndü... bir de ne baksın, Mustafa, koyduğu yerde yok!
Büsbütün şaşırdı... Konağı dertlerle karardı adeta!
Şu yana, bu yana
koşup bağırmaya, bir tanecik incimi kim aldı benim diye feryat etmeye
başladı. Mekke’liler biz bilmiyoruz... hatta orada bir çocuk olduğunu
bile görmedik dediler. Halime öyle bir feryat edip ağlamaya başladı ki
onun ağlamasını görüp başkaları da ağladılar! Göğsünü döverek öyle
yanık yanık ağlıyordu ki ağlamasına bakıp yıldızlar bile ağlamaya
koyuldular!
Bu sırada ihtiyar
bir adam, elindeki sopasını kaka kaka çıkageldi. Dedi ki: “A Halime,
başına ne geldi senin ? Neden böyle ağlıyor, yasla ciğerler
dağlıyorsun?” Halime “Ben Ahmed’in inanılır, güvenilir süt
ninesiyim...onu atasına teslim etmek üzere getirdim. Fakat Hatime
gelince kulağıma havadan sesler gelmeye başladı.
Gökten gelen o
sesleri duyunca çocuğu oraya bıraktım...Bu sözleri kim söylüyor,
göreyim dedim... çünkü pek latif, pek güzel bir sesti o. Ne etrafımda
kimseyi gördüm, ne de bir an o ses kesildi. Şaşırıp kaldım,
şaşkınlıkla şuraya buraya giderken bir de baktım ki çocuk, koyduğum
yerde yok... eyvahlar olsun, yazık oldu bana!”
İhtiyar,
“Meraklanma, kederlenme... ben sana bir padişah göstereyim. O sana
çocuğun ne olduğunu, nereye gittiğini, nerede bulunduğunu söyler”
dedi. Halime, canım feda olsun sana ey güzel yüzlü, tatlı sözlü
ihtiyar!
Hadi, hemen bana o
yüce bakışlı padişahı göster de çocuğun halinden haber alayım, dedi.
İhtiyar, Halime’yi Uzza’nın yanına götürdü... dedi ki: “Bu put,
kayıpları haber vermede tecrübe edilmiştir.
Biz, ona tapı
kılarak vardık mı binlerce kaybımızı bulmuştur.” İhtiyar, puta secde
edip derhal “Ey Arabın velinimeti, ey cömertlik denizi! Ey uzza! Sen
bize nice lutuflarda bulundun da biz tuzaklardan kurtulduk. Lutufların
yüzünden Arap’ta hakkın var... Arab’ın sana ram olması farz olmuştur.
Sad kabilesinden
olan Halime, derdine derman olacağını umarak senin gölgene gelip
sığındı. Onun bir küçük çocuğu kaybolmuş... adı Muhammedmiş!”dedi.
Arap, Muhammed derdemez derhal bütün putlar yere kapandılar, secde
ettiler.
“A ihtiyar,
Muhammed’i ne çeşit arayış bu? Biz onun yüzünden işten kalacak, hor
hakir olacağız! Biz onun yüzünden yüz üstü düşeceğiz, taşlanacağız...
onun yüzünden karımıza kesat gelecek, ayarımız mahvolacak!
Fetret zamanında
heva ve heves ehlinin arada bir bizden gördükleri o hayaller, Onun
devri gelince yok olacak... su görününce teyemmümüm hükmü kalmayacak!
A ihtiyar, uzaklaş bizden sınama ateşini alevlendirme; Ahmed’in
kıskançlığıyla bizi yakma!
Allah aşkına uzaklaş
ey ihtiyar... uzaklaş da takdir ateşi, seni de bizimle beraber
yakmasın! Biliyor musun ki bu, adeta ejderhanın kuyruğunu sıkmaktır...
hiç biliyor musun, bu ne çeşit haber getiriştir? Bu haberden denizin
de yüreği coşar, madenin de ... bu haberden yedi kat gök bile tir tir
titrer!” dediler.
O gün görmüş, yaş
yaşamış ihtiyar, taşlardan bu sözleri duyunca sopasını yere attı.
Titremeye başladı... o seslerden korkmuştu; dişleri takır takır
birbirine vuruyordu. Kışın çıplak adamın titremesi gibi titremekte “
Eyvahlar olsun, helak olduk” demekteydi.
Halime ihtiyarın bu
halini görünce büsbütün şaşırdı, ne yapacağını unuttu. Dedi ki: “ A
ihtiyar, ben de mihnetteyim ama şimdi temelli şaşırdım kaldım! An olur
rüzgar bana hatiplik eder, zaman gelir taşlar edep öğretir!
Rüzgar, bana söz
söyler... taş ve dağ, eşyanın hakikatını anlatır! Gah olur gayb
erleri, gökyüzünün yeşil kanatlı melekleri çocuğumu kaparlar! Kime
ağlayıp sızlanayım... kime şikayet edeyim? Yüzlerce gönülle sevdalara
kapılanlara döndüm şimdi.
O çocuğun gayreti,
gayb sırlarını söyletmiyor, ağzımı yumuyor benim...şu kadar
söyleyeyim: çocuğum kayboldu! Fakat şimdi başka bir şey söylesem halk,
beni delirdi sanır, zincirlere vurur!”
İhtiyar dedi ki:
“Halime, şad ol... şükür secdesine kapan, yüzünü pek yırtma. Gam
yeme... o kaybolmaz, belki bütün alem onda kaybolur! Her an onun
önünde, ardında yüz binlerce gözcü bekçi var; onu korurlar.
Görmedin mi? O
hünerli putlar, çocuğun adını duyunca nasıl yerlere kapandılar, secde
ettiler! Bu devir yeryüzünde acayip bir devir... ben ihtiyarladım
gittim de buna benzer bir şey görmedim. Bu haberden taşlar nasıl
feryada geldiler ? Bilmem artık suçlulara neler olur?
Taşa biz mabut
diyoruz, mabut oluşta onun bir suçu yok ... sen de ona kul olmaya
mecbur değilsin! ( Fakat ona sen mabut diyorsun, o da bunu reddediyor,
kabul etmeye mecbur.) O, mecburken bu derecede korkarsa artık suçluya
neler olacak, bir düşün!
Mustafa’nın ceddi,
Halime’nin halini, halk içinde ağlayıp sızladığını, sesi, bir millik
mesafeye yetişecek kadar feryat ve figan ettiğini duyunca, işi
anladı... eliyle göğsünü yumruklamaya, bağırıp ağlamaya koyuldu.
Derken yana yakıla Kabe kapısına gelip dedi ki: “ Ey gece sırlarını
da, gündüzün gizlenen işleri de bilen Tanrı!
Kendimde bir hüner,
bir marifet görmüyorum ki senin gibisiyle sırdaş olayım. Kendimde bir
ehliyet görmüyorum ki bu kutlu kapıda makbule geçeyim. Ne başımda bir
değer var, ne secdemde... ne de ağlamamla bir devlet gülümser benim.
Ancak o eşi bulunmaz
tek incinin yüzünde senin lutuf eserlerini görmüşüm ey kerem sahibi
Tanrı’m. O bizden ama bize benzemiyor... biz hep bakırız, Ahmet kimya!
Onda gördüğüm şaşılacak şeyleri ne bir dostta gördüm ben, ne bir
düşmanda!
Bu çocuğa ihsan
ettiğin faziletleri, birisi yüzyıl mücadelede bulunsa elde edemez”,
nişanesini bile bulamaz. Senin ona olan inayetlerini iyice gördüm...
anladım ki o senin denizinin biricik incisi!
Ben de işte sana onu
şefaatçı getirmedeyim... onun yüzü suyu hürmetine ey herkesin halini
bilen Tanrı, o ne haldedir; bana bildir! Kabe içinden derhal bir ses
geldi: “şimdi sana yüz gösterecek ! O yüzlerce devletle bizden nasip
almıştır... yüzlerce bölük melek, onu korumadadır.
Onun zahirini, aleme
meşhur edeceğiz... batınını da herkes den gizleyeceğiz! Su ve toprak
altın madeniydi; bizse kuyumcuyuz... gah onu halhal yaparız, gah
yüzük! Gah kılıç bağı yaparız... gah aslanın boynuna tasma! Gah onu
tahtı bezeyen turunç yaparız, gah devlet isteyen padişahların başına
taç ederiz!...
Bu toprakla
aşklarımız vardır bizim...çünkü o rıza ka’desine oturmuştur. Gah ondan
böyle bir padişah çıkarırız... gah o padişahı da bir padişaha aşık
ederiz! O topraktan yüz binlerce aşık, yüz binlerce maşuk yaratırız...
hepsi de feryad-ü figandadır, arayıp taramadadır!
Bizim işimize candan
meyli olmayanın körlüğüne işimiz budur işte! Nevaleyi azıksızlar
üzerine koruz...işte o yüzden toprağa bu faziletleri veririz biz.
Çünkü toprak, tozlu ve kapkara görünür ama içinde nurlu sıfatlar
vardır. Dış yüzü iç yüzüyle savaştadır... iç yüzü inci gibidir, dışı
taşa benzer.
Dışı, biz, ancak
buyuz der... içi, dikkat et, işin önüne, ardına iyi bak der! Dışı
içimizde hiçbir şey yoktur diye inkarda da bulunur... içi hele dur da
sana hakikatimizi gösterelim der. Dışıyla içi savaştadır... ve içi,
dışına sabrettiğinden Tanrı yardımına nail olur.
İşte biz bu ekşi
suratlı topraktan suretler düzer onun gizli gülümsemesini meydana
çıkarırız. Çünkü toprağın dışı kederden, ağlayıştan ibarettir ama
içinde yüz binlerce gülüşler vardır. Biz sırları açığa vururuz...
işimiz budur bizim!bu gizli şeyleri pusudan çıkarır dururuz! Hırsız
inkardan gelir, susar bir şey söylemez ama sahne onu sıkıştırır,
hırsızlığını meydana çıkarır!
Bu topraklarda da
nice nimetler çalmıştır...onu belalara uğratır, ikrar ettirir.
Onun nice şaşılacak
çocukları var... Fakat Ahmet hepsinden üstün! Yerle gök, bizim gibi
iki çiftten böyle bir tek padişah doğdu diye gülmekte, sevinip
neşelenmektedir. Gökyüzü neşesinden yarılmada ... yeryüzü,
azadeliğinden süsene dönmektedir!
Ey güzel toprak,
mademki dış yüzün iç yüzünle savaşta, çekişte... kim kendisiyle savaşa
girişirse nihayet hakikati, bulur, rengin, kokunun ( görünüşün )
düşmanı olur. Karanlığı nuruyla muharebeye girişenin can güneşine
zeval yoktur.
Bizim için
sınamalara giren, bizim için çalışan kişinin ayağına gök bile sırt
verir! Zahirin karanlıklardan feryat etmede ama içyüzün gül bahçesi
içinde için de gül bahçesi! O, ekşi suratlı sofiler gibi nur söndüren
kişilerle karışıp uzlaşmamak niyetinde.
Ekşi suratlı
arifler, kirpiye benzerler...sert dikenlerin dibinde gizlice zevki
safadadır onlar. Bahçe gizlidir de bahçenin çevresindeki diken
meydanda... yani ey düşman hırsız, bu kapıdan uzaklaş derler!
Ey kirpi, kendine
dikeni bekçi yapmışsın... başını, sofiler gibi içine çekmişsin.
İstiyorsun ki şu gül yüzlü, fakat diken huylu kişilerden hiç kimse,
senin azıcık bir zevkine bile ilişmesin! Senin çocuğun, çocuk huylu
ama iki alam de onun yavrucağı... onun için yaratılmış!
Biz, alemi onunla
diriltir, feleği onun hizmetine kul, köle ederiz! Abdulmuttalip “
şimdi nerede ey gizlileri bilen, bana ona varacak doğru yolu göster”
dedi.
Kabe içinden
Abdülmuttalib’e ses geldi: “Ey o aklı başında olan çocuğu arayan,
filan vadide, falan ağacın altında!” O iyi bahtlı, bu sesi duyunca
hemen yürüdü. Ardınca da Kureyş emirleri gidiyorlardı. Çünkü
Peygamber’in atası Kureyş ulularındandı.
Adem Peygambere
kadar bütün geçmişleri, mecliste de en ulu kişilerdi, savaşta da! Bu
soy, zahiri soyuydu... ulu padişahlar padişahından süzülmeydi. İçiyse
zaten soydan, soptan uzaktı, paktı... balıktan “simak” denilen yıldıza
kadar onunla cins ve eşit olacak kimse yoktu!
Hak nurunun kimden
doğduğunu, nasıl vücut bulduğunu kimse aranmaz. Tanrı halkının nescini
arayıp sormaya ne luzum var? Tanrı’nın sevap karşılığı olarak verdiği
en bayağı hil’at bile güneş ziyasından daha parlak, daha üstündür!
Hani bir köpek,
çukur içinde kör dilenciyi gördü de saldırdı, hırkasını yırttıydı ya!
Bunu söyledik ama tenkit için bir kere daha söylüyoruz. Kör dedi ki:
Senin dostların şimdi dağlarda av arıyorlar...
Hısımların dağda
yaban eşeği avlıyorlar... sense köy ortasında kör tutuyorsun! A
yücelerden kaçan şeyh, bu hileyi bırak! Sen, başına birkaç körü
toplamış acı suya benziyorsun! Adeta bunlar benim dervişlerimdir...ben
de acı suyum. Benden içerler de böyle kör olurlar diyorsun!
Suyunu Ledün
denizinden tatlı bir hale getir. Kötü suyu bu körlere tuzak yapma!
Kalk, yaban eşeği avlayan Tanrı aslanlarını gör... sen, neden köpek
gibi hileyle kör avlamadasın? Onlara yaban eşeği avlıyorlar dedim...
fakat yaban eşeği de nedir ki? Onlar sevgiliden başkasını
avlamazlar... hepsi de aslandır, aslan avcısıdır, nur sarhoşudur!
Avı ve padişahın
avcılığını seyrederken hepsi de avlanmayı bırakmışlar, hayran olup can
vermişlerdir! O cinsten olan kuşları avlamak için avcılar nasıl
ellerine ölü bir kuş alırlarsa sevgili de onları eline almıştır.
O ölü kuş vuslat ve
firkat arasında ihtiyarsız bir haldedir. “ Kalp, Tanrı’nın iki parmağı
arasındadır” hadisini okumadın mı? Ölü kuşa avlanan dikkat ederse
görür ki padişaha avlanmıştır. Bu ölü kuştan baş çeken, asla avcının
elini bulamaz!
Ölü kuş der ki:
benim murdarlığıma bakma padişahın bana olan aşkına bak... bak da beni
nasıl görüp gözetmekte, bir gör! Ben pis değilim... beni padişah
öldürdü; suretim, ölüye benzedi. Bundan önce kanadımla uçuyordu;
şimdiyse hareketim, padişahın elinden. Fani hareketim, derimden çıktı
gitti... şimdiki hareketim baki, çünkü ondan!
Benim hareketime
karşı eğri harekette bulunanı, simurg bile olsa perişan eder, ağlatır,
inletir, öldürürüm! Diriysen aklını başına topla da beni ölü görme...
kulsan benim padişah elinde olduğumu gör!
İsa, keremiyle ölüyü
diriltti... halbuki ben, İsa’yı yaratanın elindeyim. Tanrı elinde
oldukça hiç ölü kalır mıyım? İsa’nın elinde bile olsam buna imkan yok!
İsa’yım ama nefesimden can bulan bir daha ölmez, ebediyen diri kalır.
İsa’nın nefesiyle
dirilen, tekrar öldü... fakat bu İsa’ya can verene ne mutlu! Ben,
Musa’mın elindeki asayım... Musa’m gizli de ben, önünde görünüp
durmaktayım. Müslümanlara deniz üstündeki köprü kesilir, sonra da
Firavun’a ejderha olurum!
Oğul, yalnız bu
asayı görme... Tanrı elinde olmasa asa, bu işleri yapamaz! Tufan
dalgası da asa kesildi... o dertte büyücülere tapanların şatafatlarını
sömürüp yedi! Tanrı asalarını saymaya kalkışsam şu Firavun’a mensup
olanların hilelerini yutarım ya...
Fakat bırak, bu
zehirli tatlı otu birkaç günceğiz otlasınlar hele! Firavun’un mesnedi
ve başlık, başbuğluk, olmasaydı cehennem nereden beslenecekti ki? A
kasap, önce semirt de sonra kes... çünkü cehennemdeki köpekler
azıksız! Dünyada düşmanlar olmasaydı halktaki kızgınlık yatışır, geçer
giderdi!
Cehennem dediğin o
kızgınlıktır... düşmanlık gerek ki yaşasın. Yoksa merhamet, onu
söndürüverirdi! O vakit kahırsız ve kötülüksüz lutuf kalırdı; bu
takdirde padişahlığın kemali nasıl zahir olurdu ki?
O münkirler,
öğütçülerin sözlerine, getirdikleri misallere aldırış etmediler,
onların sakallarına güldüler! İstersen sen de gül... fakat a murdar,
ne vakte dek yaşayacaksın, ne vakte dek? Ey sevenler, niyaza başlayın,
şad olun, bu kapıda yalvarın... çünkü bu kapı, bugün açılacak!
Bahçede soğan,
sarımsak vesaire gibi sebzelerin her birine ayrı bir evlek vardır. Her
biri, kendi cinsiyledir, kendi evleğindedir...yetişip olmak için orada
rutubetten gıdalanır durur! Sen safran evleğisin, safran olur... başka
sebzelerle karışıp uzlaşma!
Ey safran, sudan
gıdanı al da safran ol, zerdeye gir! Şalgam evleğine girip ağzını açma
da onunla aynı tabiatta, aynı huya sahip olma! Sen bir evleğe
konmuşsun, o bir evleğe... çünkü “Tanrı’nın olan yeryüzü pek geniş!”
Hele o yeryüzü yok
mu? O kadar geniş ki sefere çıkan devler, periler bile orada
kaybolmada!
O denizde, o ovada,
o dağlarda vehim ve hayal bile yol alamaz; kaybolur gider! Şu ova, o
yeryüzündeki ovada uçsuz bucaksız denizdeki bir kara kıl gibi kalır!
Orada öyle durgun
sular var ki akmaları gizlidir... hepsi de akarsulardan daha taze,
daha hoştur! İçten içe can ve ruh gibi gizli gizli akarlar, akıp giden
ayakları vardır!dinleyen uyudu, sözü kısa kes ey hatip... su üstüne
yazı yazmayı bırak gayri! Kalk ey Belkıs, alışveriş pazarı
kızıştı...şu kesatçı hasislerden kaç!
Kalk ey Belkıs, ölüm
gelip çatmadan şimdi ihtiyarınla kalk! Sonra ölüm, kulağını öyle bir
çeker ki hırsız gibi can çekişe sahneye gelir, teslim olursun! Bu
eşeklerden ne vakte dek nal çalıp duracaksın? Eğer bir şey çalacaksan
bari gel de laal çal!
Kız kardeşlerin
ebedilik mülkünü elde ettiler, sense bu yaslı yurtta kalakaldın! Ne
mutlu ona ki bu yurttan sıçradı, çıktı...çünkü ecel, bu yurdu nihayet
yıkar, viran eder! Kalk, gel ey Belkıs de bir kerecik olsun din
padişahlarıyla din sultanlarının yurdunu gör!
Onlar, görünüşte
dostlar arasında nağmelerle deve sürüyorlar ama iç aleminde gül
bahçesinde oturmuşlar, zevki safa ediyorlar. Bahçe, onlar nereye
giderse beraber gitmekte...fakat bu halktan gizli! Meyveler, beni
topla, beni devşir diye yalvarmada... abıhayat, benden iç diye niyaz
etmede!
Gel de güneş gibi,
dolunay gibi, hilal gibi kolsuz ve kanatsız gökyüzünde dön dolaş!..
yürümeye başladın mı ruh gibi ayaksız yürürsün... çiğneme zahmetine
uğramadan yüzlerce yemekler yersin! Ne gemime gam timsahı çarpar...ne
ölümden kötüleşirsin!
Sen hem padişahsın,
hem asker, hem taht... sen hem iyi bir bahta nail olursun, hem bizzat
baht ve talih kesilirsin! Fakat zahirde bahtın iyi olursa, yüce bir
sultan olursa ne fayda... bu baht başkasınındır, bir gün gelir olur,
bahtın döner!
Sen de yoksullar
gibi muhtaç bir hale düşersin... ey seçilmiş kişi, sen baht ol, sen
devlet kesil! Ey manevi er, kendin baht olur da bu bahtı, bu talihi
kaybedersin? Ey güzel huylu, bizzat sen, kendine mal, mülk olursan
bunları nasıl olur da kaybedersin... imkan mı var buna?