Bir padişah,
nedimlerinden birine kızdı, onun tozunu dumanına katmak, onu mahvetmek
istedi. Kılıcını kınından çekti, yaptığı hareketin cezasını verecek,
nedimin başını kesecekti. Kimsede bir şey söyleme, yahut birisinin
şefaat edip bağışlanmasını dilemeye kudret yoktu. Yalnız padişah
yakınlarından İmadüllah adlı birisi, Mustafa’casına şefaate kalkıştı;
yerinden sıçrayıp hemen secdeye kapandı... padişah da derhal kılıcını
elinden bıraktı.
Dedi ki: “İfrit bile olsa
bağışladım... Şeytan bile olsa sucunu örttüm. Ayağını ortaya attın mı
atmadın mı? Yüzlerce ziyanda bulunmuş olsa razıyım. Yüz binlerce
kızgınlıktan geçebilirim... senin benim yanımda o derece bir değerin
vardır. Senin yalvarmana aldırış etmezlikten gelemem... senin
yalvarman benim yalvarmam demektir. Yerle gök birbirine karışsaydı bu
adamı yine affetmezdim. Vücudumun her zerresi, ayrı, ayrı yalvarsaydı
yine başını kılıçtan kurtaramazdı.
Fakat bağışladım diye seni
minnetli bir hale getirmiyorum ha... yalnız benim yanımdaki değerinin
anlatıyorum ey benim yanımdaki değerini anlatıyorum ey benim nedimim!
Bunu sen yapmadın, ben yaptım... ey sıfatları, bizim sıfatlarımızda
görülmüş, ey varlığını biz e vermiş olan nedim.
Bu işi sen dileyerek
yapmadın, içinden öyle geldi... seni bu işe sevk eden biziz... Çünkü
ben, sana kendimi vermiş değilim, sen varlığını bana vermişsin. “Sen
atmadın o taşları... hakikatte Tanrı attı” ayetine mazhar olmuşsun...
kendini köpük gibi dalgaya salıvermiş, bırakmışsın! Mademki la oldun,
illanın yanında ev kur... şaşılacak şey şu: Hem esirsin hem bey!
Ne verdiysen padişah verdi,
sen vermedin... doğruyu Tanrı daha iyi bilir ya, ortada var olan ancak
odur. O nedim zahmetten beladan kurtuldu, fakat bu şefaatçiye öyle bir
incindi ki selam bile vermez oldu. O ihlas sahibi kişiden dostluğu
kesti... yolda rastlasa yüzünü duvara döner, selam vermezdi! Kendisini
kurtaran arkadaşına adeta yabancı olmuştu... halk şaşırdı, bu iş,
ağızlara yayıldı, hikaye gibi söylenmeye başlandı. Herkes, deli
değilse neden canını satın alan arkadaşı ile dostluktan vazgeçti.
O, onun başını kurtardı,
canını satın aldı... ayağının bastığı yer toprak kesilmeliydi. Halbuki
bu tersine hareket etti, ondan vazgeçti, böyle bir dosta kin gütmeye
başladı diyordu. Aralarını bulmak isteyen birisi onu kınadı da dedi
ki: Böyle bir öğütçü dosta neden bu cefada bulunuyorsun? Padişahın o
has dostu, senin canını satın aldı, boynun vurulmadı, kurtuldun, fakat
seni o kurtardı! Kötülük bile yapsaydı kaçmaman gerekti... halbuki o
temiz ve iyi dost, sana iyilikte bulundu.
Nedim dedi ki: Ben, canımı
padişaha feda edecektim... o, neden araya girdi de şefaatte bulundu? O
anda ben Tanrıyla öyle bir haldeydim ki aramıza seçilmiş bir peygamber
bile giremezdi! Padişahın kahrından başka bir rahmet istemem, ondan
başka kimseye sığınamam. Ben, padişaha yüz tutmuş, onu sevmiş, ondan
başkasını yok bilmişim! Kahrı ile başımı kesse bile bana altmış tane
can bağışlar! Benim işim başımla oynamak, arlıktan geçmektir...
padişahımın işi de baş bağışlamaktır. Padişahın eliyle kesilen başa ne
mutlu... yazıklar olsun ondan başkasına eğilen başa!
Padişah kahreder de geceyi
zift gibi karanlık bir hale sokarsa gece, öyle bir yüce dereceye erer
ki binlerce bayram günü olmadan bile arlanır! Padişahı gören kimsenin
padişahın etrafında dönmesi kahrın da üstündedir, lütfun da; küfürden
de üstündür, dinden de!
Buna ait alemde bir söz
yoktur... gizlidir, gizlidir gizli! Çünkü bu güzel ve temiz adlarla
sözler, Adem kirmanından zuhur etti.
“Allemel’esma” Adem’e imamdı,
fakat ayın lâm elbisesi ile değil! Adem başına sudan, topraktan bir
külah koyunca o cana ait adların yüzü karardı. Suyla topraktan mana
zuhur etsin diye cana ait adlar, harf ve nefes nikabiyle yüzlerini
örttüler. Söz, gerçi bir bakımdan manayı açar ama on bakımdan da
örter, gizler!
Ben, zamanın Halil’iyim, o da
Cebrail’dir. Bela çağında onun kılavuzluğunu istemem ben! O, Halil’e
şefaat eden Cebrail’den edep öğrenmedi mi ki? Cebrail Tanrı Halil’ine
“Muradın var mı? Söyle de yardım edeyim... yoksa derhal çekip
gideyim”... deyince
İbrahim, “hayır... sen aradan
çık. Hakikat meydana çıktıktan sonra vasıta zahmettir” dedi.
Peygamber bu dünya için
kulları Tanrıya ulaştıran bir bağdır. Çünkü o müminlerle Tanrı
arasında bir vasıtadır. Fakat her gönül, gizli vahyi duyup işitseydi
alemde harf ve sese ne lüzum kalırdı?
Gerçi o Tanrıdan
mahvolmuştur, başsızdır... fakat benim işim ondan da ince! Onun
yaptığı iş Tanrı işidir, ben ona göre zayıfım... doğru, fakat bu iş,
yine bana pek kötü görünmede! Halka lütfun ta kendisi olan şey, yüce
ve nazenin erlere kahırdır. Şu halde halk, zahmet ve belalar çekmeli
de aradaki farkı görüp anlamalı!
Ey hakiki dost, manayı
anlamaya vasıta olan bu harfler, manaya erişmiş adama göre dikendir,
hordur hakirdir! Öyleyse saf ruhun harflerden kurtulması için pek çok
belalar çekmesi, pek anlayışlı olması lazımdır.
Fakat bazıları bu sesten
büsbütün sağır kesilirler, bazıları ise daha yücedir, daha üstün
olurlar! Bu bela Nil ırmağına benzer, iyilere sudur, kötülere kan.
Kim, sonu daha fazla görürse daha kutludur... daha ciddiyetle işe
sarılır, ekin eker de daha fazla meyve toplar. Çünkü bilir ki bu ekim
dünyası, mahşere hazırlanmak, ahirette burada ektiğini toplamak,
devşirmek için yaratılmıştır. Hiçbir bağlantı yoktur ki yalnız o bağ
için bağlansın... o bağlantı, bir ticaret elde etmek, bir kâr kazanmak
içindir. Dikkat edersen görürsün ki hiçbir münkirin inkarı, sırf inkar
için değildir...
Hasedinden düşmanı kahretmek,
yahut üstün olmayı dilemek, kendini göstermek içindir. O üstünlük
isteği de başka bir tamahladır... hasılı manalar olmadıkça suretlerin
bir lezzeti olamaz! İşte onun için “Neden bunu yapıyorsun?” diye
sorarsın... çünkü suretler zeytin yağıdır mana ışık. Değilse bu
“Neden” sözü neden? Çünkü suret, ancak o suret ,ç,n olsaydı “Neden
bunu yapıyorsun?” diye sormazdın ki!
Bu “Neden” diye sormak, bir
şey öğrenmek içindir... bundan başka bir suretle neden diye sormak
kötüdür. Ey emin adam, bunun faydası, sırrı bundan ibaretse neden
hikmetini arıyorsun ya! Göğün ve yer ehlinin suretleri, ancak bu
suretler için yaratılmışsa bunda bir hikmet yoktur ki! Bir hikmet
sahibi yoksa bu tertip nedir... bir hikmet sahibi varsa işi nasıl boş
ve abes olabilir? Doğru, yanlış, bir şey düşünmeksizin ne kimse hamama
bir resim yapar, ne bir yeri boyar!